Fikret Başkaya / Neden Hilafeti ihya etmek istiyorlar?
Politik İslamcı AKP başlarda dinci yüzünü gizlemeye özen gösterdi. Takiyye İslamcıların karekteridir. Durumlarını sağlamlaştırdıkça, devlete hakim oldukça, iktidarlarını pekiştirdikçe gerçek niyetlerini gizlemeye, takiyyeye artık ihtiyaç duymadılar. Fakat, Politik İslamcılık söz konusu olduğunda, din bir amaç değil, araçtır. Asıl amaç sözde bir dinî referansla iktidar olmak, bütçeyi, hazineyi, ülke zenginliğini yağmalamaktır. Geride kalan dönemde bu ülkenin varını-yoğunu nasıl yağmaladıkları, ülke zenginliğini nasıl talan ettikleri, ülkeyi nasıl yaşanamaz bir yer haline getirdikleri ilgili herkesin malûmudur…
Toplumu dar-ül harp ve dar’ül İslam olarak ikiye bölüyorlar. Kendileri gibi olmayanları dar-ül harp cephesinde, netice itibarıyle katli vacip kafirler olarak görüyorlar. Aslında “kutuplaştırmadan” öte bir durum söz konusudur… Tabii kafirleri katledip mallarına el koymak, kadınları da köleleştirmek cennete giden yolu aralayan kutsal bir eylem sayılıyor… 15 Temmuz gecesi askerî öğrencilerin boynunu kesenler, boğazın sularına atanlar Hilafet geldiğinde ne yapabileceklerine dair bir fikir veriyor…
Din her zaman bir egemenlik aracı olmuştur. Sömürüyü, yağma ve talanı, baskıyı ve zulmü meşrulaştırmanın etkin bir aracı olmuştur. Bir de tabii dinin bireyi ve bireyin özel yaşamını angaje eden yanı var…
Son tahlilde din bir ideolojidir ve yoruma tabidir. O işi de burnundan kıl aldırmayan din alimleri, ulema yapıyor. Dolayısıyla, yazılı, başı-sonu belli uyulması gereken evrensel değerlere ve kurallara orada yer yoktur. Yorum daima iktidardakilerin, güç ve iktidar sahiplerinin çıkarını gözetecek şekilde yapılır…Ulema tayfasının el üstünde tutulmasının nedeni budur…Yoksullardan/ezilenlerden yana tavır koyana asla yaşama şansı tanınmaz… Mesela Serez Çarşısında asılır…
Eğer Hilafeti ihya etmeyi başarırlarsa, artık hiç bir evrensel kurala, hiçbir ilkeye, hiçbir yasaya ihtiyaç duymayacaklar… Her istediklerini yapma olanağına kavuşacaklar. Kimseye hesap vermek zorunda da olmayacaklar… Neyin ne olduğuna, nasıl olması gerektiğine fetvacı “alimler” karar verecek… Şimdilerde basına yansıyan fetvalar, eğer Hilafeti dayatmayı başarırlarsa neler yapabilecekleri hakkında fikir veriyor… Lâkin, öyle bir şeyi asla başaramazlar. Bu ülkenin ilerici, aydınlık güçleri dinci yobazlara pabuç bırakmaz… Kaldı ki,toplum çoğunluğu Politik İslamcı iktidarın dayatmalarına karşı… Saldırı-direniş/karşı saldırı diyalektiği diye bir şey olduğunun farkında değiller… ‘Köpeksiz köyle değneksiz gezebileceklerini sanıyorlar… Oysa köyün manzarası farklı… Dolayısıyla yapılanlar ve yapılmak istenenler nafile zorlamalardan öte bir anlam ifade etmiyor…
Politik İslamcılık demek, her türlü insanî-evrensel değerin inkâr edilmesi demektir. Kendilerini Batı düşmanı sayarlar ama asıl Hristiyan düşmanıdırlar. Kapitalizm hakkında bir fikre sahip değillerdir. Tam tersine, kapitalizmi insanlığın “normal hali” sayarlar. Dolayısıyla anti-emperyalist olmaları mümkün değildir… Boşuna “her söz her ağıza yakışmaz” denmemiştir…
AKP seçimle iktidara geldi ama artık seçimle iktidardan gitmek istemiyor. Zira onlar için iktidarı bırakmanın maliyeti çok büyük… Sömürünün, yağma ve talanın tadına öylesine vardılar ki, o olanaklardan muhrum olmak istemiyorlar… Kendi varlıklarını ülkenin varlığı ve geleceğiyle özdeş saymalarının nedeni bu… İşte “Biz yoksak, Türkiye yok!” safsatası…Ve ikincisi, suça, yolsuzluğa, hukuksuzluğa o kadar bulaştılar ki, iktidardan düştüklerinde mutlaka yargılanacaklarını, hesap vereceklerini biliyorlar. Son dönemde dayatmak istedikleri zorlamaların asıl nedeni bu. Kaldı ki, “asıl iktidar da görünen iktidar değil”. Politikalar önce tarikatlar, cemaatler katında dinci güç odakları tarafındakotarılıyor, cüppeliler, takkeliler karar veriyor, kravatlılar uyguluyor… Aralarında tuhaf bir “işbölümü” oluşmuş durumda… Rejimi hızla bir İslam cumhuriyetine dönüştürmek istiyorlar… …AKP’nin şu andaki sloganı “Ya iktidar, ya hiç” şeklinde özetlenebilir. O yolda göze alamayacakları hiçbir melanet yoktur… Son çıkan 696 nolu KHK, niyetlerini açık ediyor…
Artık ülkeyi yönetilemez duruma getirdiler ve yönetemiyorlar… Politik İslamcı kafayla başka türlü olabilir miydi? Ellerinde baskıyı, şiddeti ve terörü tırmandırmaktanbaşka koz yok… Lâkin bu iş baskıyla, şiddetle olmaz… Zira rejim çoktan geniş kitlelerin gözünde meşruiyetini kaybetmiş bulunuyor…
Böyle bir durum söz konusuyken, muhalefet cephesinin aklını başına alması, olmayan şeyleri varmış sayma aymazlığından kurtulması gerekiyor. Zira, cumhurbaşkanı yok, başbakan yok, parlamento yok, anayasa mahkemesi yok, dolayısıyla anayasa yok, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay yok, Yüksek Seçim Kurulu Yok, Mahkeme yok… Bunların ruhuna çoktan el-fatiha denmiş bulunuyor… Tüm kurumlar çökertilmiş durumda…
Anayasa Referandumu sonrasında yazdığım bir yazıdaki öneriyi burada bir defa daha tekrarlamak gerekiyor: Muhalefet partilerinin vakit varken Meclis’i terk etmeleri, muhalefeti asıl bulunması gereken zemine taşımaları gerekiyor. Böylesi bir ortamda olmayan parlamentoyu var saymanın bir alemi yok…Meclisten çekilmek, rejimin gayri-meşruluğunu açık eder, görünür kılar, durumun netleşmesini sağlar, dolayısıyla muhalefefi etkinleştirebilir. Bu arada kendilerini solda ve/veya muhalif sayan medyatik aydınların AKP yörüngesindeki televizyon kanallarına çıkıp, “tartışma programı” denilen sefil oyunda figuranlık yapmalarına gerek yok… AKP’nin “her şeyi bilen” kadrolu uzman-tetikçilerinin karşısına oturarak, iktidarı meşrulaştırdıklarını bilmeleri gerekiyor… Tartışıyormuş gibi yapmanın, o sefil oyuna alet olmanın ne alemi var?
Aslında “her musibette bir hayır vardır” denmiştir… Politik İslamcı iktidar insanlara dinin, dincinin, devletin ve memurunun, hâkimin ve savcının…“demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” denilenin aslında ne olduğunu göstermiş olmalıdır… Tabii özgürlüğün, adaletin, demokrasinin değerini de… Bugüne kadar özgürlük, sosyal eşitlik, ve demokrasi mücadelesi hep dar bir sosyalist- ilerici-demokrat- aydın kitlenin işi olmanın ötesine geçemedi… Arkalarında hiçbir zaman güçlü bir kitle desteği olmadı… Bu yüzden çok büyük bedeller ödediler… Bu sefer mücadelenin geniş kitleler katında da bir karşılık bulma potansiyeli ortaya çıkmış bulunuyor… Zira, yaşayarak demokrasinin, özgürlüğün, sosyal eşitsizliğin/eşitliğin ne olduğunu anlamaları potansiyel bir olasılık haline geliyor.
Fakat kesin olan bir şey var: Özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi ve haysiyet mücadelesinde kaybetmek diye bir şey yoktur… Adımını attın mı özgürleşmeye başlarsın ve öylece sürüp gider…
Medeniyetler / dinler çatışması tezi belki de doğrudur. Ve bu gerçekten de bir Batı – Doğu çatışması gibi görünüyor. Fakat çoğunluğun öne sürdüğünden farklı bir biçimde.
Yani bir Hıristiyanlık – İslam çatışması değil.
Fakat Batı Hıristiyanlığı ve İslamı, yani Katoliklik-Protestanlık ve Sünnilik, yani NATO ve Suudi-Körfez bloku ile Doğu Hıristiyanlığı ve İslamı, yani Ortodoksluk ve Şiilik, yani Rus-Çin ve İran blokunun çatışması gibi.
Kılıçdaroğlu;
DENİZ GEZMİŞ İLE ERDOĞAN ARASINA BİR KIYAS TARİHE İHANETTİR VE ASLA DOĞRU DEĞİLDİR
Deniz Gezmiş söylediği her sözün arkasında kapı gibi duran bir kişilikti. O, emperyalizme karşı çıkmıştır. İdamı da yanlıştır. Siyasi idamların hepsi yanlıştır. Deniz Gezmiş ile Erdoğan arasına bir kıyas tarihe ihanettir ve asla doğru değildir.
Yazı güzel de, tezinin temelini oluşturan analiz isabetsiz.
“Kaldı ki, “asıl iktidar da görünen iktidar değil”. Politikalar önce tarikatlar, cemaatler katında dinci güç odakları tarafındakotarılıyor, cüppeliler, takkeliler karar veriyor, kravatlılar uyguluyor…”
“Zira, cumhurbaşkanı yok, başbakan yok, parlamento yok, anayasa mahkemesi yok, dolayısıyla anayasa yok, Yargıtay, Danıştay, Sayıştay yok, Yüksek Seçim Kurulu Yok, Mahkeme yok… Bunların ruhuna çoktan el-fatiha denmiş bulunuyor… Tüm kurumlar çökertilmiş durumda…”
Bu tablo doğru değil. Sadece CB var, başka hiçbir şey yok. Bütün iktidarın, meşruluğun kaynağı o ve ona itaat en geçer akçe. CB’den başka karar alıcı da yok. Hele “takkeliler”in hiç ağırlığı yok. Önümüzdeki rejim tek adam rejimidir, din de onun enstrümanlarından en önemlisi ama sadece biridir. CB’nin de üzerinde bir ulema sınıfının iktidarda olduğu düşüncesi nereden çıkıyor bilmiyorum ama TR’den çıkmadığı kesin.
‘Yazi’nin ‘guzel’liginin nereden kaynakladigini, nasil oluyor da neredeyse sadece onyargilarini dile getiren bir yazinin ‘guzel’ bulunabildigini merak ettim biraz.
Sonunda buldum galiba: ‘Preaching the choir’ [‘kilise korosuna vaaz vermek’, yani ayni seylere zaten inananlara duymak istedikleri seyleri soylemek] tarzinda ‘guzel’ bir yazi.
Hazret o kadar otorite ki, nerdeyse butun cumleleri ‘-dir’/’-tir’ gibi kesin hukumlerle bitiyor. Bodoslamasina genellemeler yapip, gerekce vermege gerek bile duymuyor.
Butun yazida, oneri cinsinden tek sunu gordum:
“Muhalefet partilerinin vakit varken Meclis’i terk etmeleri, muhalefeti asıl bulunması gereken zemine taşımaları gerekiyor.”
Onu da, ‘iktidar’in mesru olmayisini gostermek icin oneriyor.
Baskaya’nin bu dediklerini, bunca zamandir, ‘muhalefet’in dikkate bile almamis olduguna bakarsak, Baskaya’ya gore asil gayr-i mesru olan da galiba ‘muhalefet’.
Ama, o kadarini acikca demiyor, tabii ki.
Son paragraf daha da ilginc:
“Fakat kesin olan bir şey var: Özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi ve haysiyet mücadelesinde kaybetmek diye bir şey yoktur…”
Onca hukum bildiren cumleyi bir kalemde nakzetmek da ancak bu kadar olurdu.
Diger dediklerinin hicbiri kesin degil, kala kala tek kesin sey “Özgürlük, sosyal eşitlik, demokrasi ve haysiyet mücadelesinde kaybetmek diye bir şey yoktur…” imis..
‘Zugurt tesellisi’ desem, o kadar bile degil. ‘Halusinasyon’ diyecek olsam, ayip kacacak..
Nezaketsizlik etmemek adina, bu durumda, ben de ‘onemli bir yazi’ diyeyim bari.
Anti-kapitalizm ve anti-emperyalizm, gizli bir şekilde, sanki kapitalizmden ve emperyalizmden önce durum iyiydi de onlardan sonra kötüleşti gibi bir düşünceyi içermiyor mu?
Tıpkı gençliğin kötüye gittiği düşüncesi gibi. Sanki gençlik şimdiye kadar hep olması gerektiği gibiydi de ilk kez kötüleşmeye başladı gibi.
Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kavimlerin dinleri eleştirilirken de onların pagan veya çok-tanrıcı geçmişleri gözardı edilmiyor mu?
Tayyip Oligarşisi iktidarını istemiyorum!
Ben de Necip Bey gibi, “Benim oligarşim iyi, onların oligarşisi kötü!” diyenlerdenim.
Urban Dictionary: preaching to the choir
Preaching to the choir means you are trying to make believers out of people who already believe, or convince people who are already convinced.
“Ben de Necip Bey gibi, ‘Benim oligarşim iyi, onların oligarşisi kötü!’ diyenlerdenim.”
Sizin tercihlerinize karisamam; ama, benim adima prensip vaz etmeniz dogru degil.
Ben, ‘Balkan Oligarsisi’nin hem tarihsel bir kaza oldugunu, hem de omrunu doldurmakta oldugunu soyluyorum.
‘Tarihsel kaza’ cunku Anadolu’nun en zayif aninda, onu firsat bilip olusturulan bir yapidir. Anadoludaki halklarin neredeyse hicbir cikarini gozetmeyen, bir komprador (dahili somuru) mekanizmadir.
Omrunu tamamliyor, cunku artik bulup bulacagi insan kaynagi, giderek azalan murtezikadan ibaret. Yani, o kaynak da kuruyor.
Yerine, RTE Oligarsisi filan da gelecek degil bence. RTE ya da AKP tek basina butun Anadolu’yu temsil edemez. Mumkun degil.
Iceriginin nasil olusacagini bilmiyorum, ama, adina ‘Anadolu Oligarsisi’ diyebilecegimiz bir yapinin ortaya cikacagini dusunuyorum. Biraz zaman alacak, tabii ki.
Yaklaşan Seçim Ve “Kürdlerin Birliği” Üzerine
Her seçim öncesinde PKK’nin legal alandaki yansımaları “Kürdlerin Birliği” için özel bir çaba sarf ederler. Bu çabalarında kendi açılarından başarılı olan bu anlayış, seçimlerden sonra Kürdleri/Kürdistan’ı unutup tamamen Türkiye’nin iç politikasına endekslenir. Gündemlerini; bireylerin ya da belli grupların hakları ve İmralı işgal eder. Kürdlerin ulusal hakları ya hiç gündem olmaz, gündem olduğunda da “ulus devlete karşıtlık” anlayışları gereği olumsuz bir tutum takınırlar. Onlar için Kürdler, PKK/HDP’ye yakın olanlarla sınırlıdır; parti anlayışı dışında bir Kürd kaygısı taşımazlar. Meclis ve Meclis dışı çalışmalarına baktığınızda, iki kişinin işlerine geri dönmek için giriştikleri açlık grevi, milyonlarca Kürdün yurdundan sürülüp metropollerde insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkûm edilmesinden/yurdunu kaybetmesinden çok daha öncelikli bir konu olarak işlenmektedir. Seçim sonrası yaşanan bu durumdan HDP tabanı dâhil HDP ile “ittifak” yapan Kürd partileri son derece rahatsız olur ve cılız da olsa bu rahatsızlıklarını dışa vururlar…
Yine her seçim arifesinde yaşanan Birlik tartışmalarında, ‘bunun Kürdlerin Birliği olmadığını, HDP politikalarını aklama işlevi gördüğünü ve Kürdlerin ulusal potansiyelinin T.C.’nin iç siyasetinde eritildiğini… söyleyerek sert eleştirilerde bulunuyoruz. Bu eleştirilerimize tepki olarak koro halinde “siz Kürdlerin birliğine karşısınız” itirazları yükselir ve karşılıklı sert açıklamalarla konunun özü tartışılmadan geçiştirilir. Seçim sonrasında ise “birlik” için çaba sarf edenlerin çoğu hemen hemen bizimle aynı noktaya gelir; hatta bazen hızlarını alamayarak HDP’ye yönelik daha sert eleştirilerde bulunurlar…
Geleneksel “Birlik” süreci başlamışken bu defa konunun özünden kopmadan, duygulara oynamadan ve tartışmadan kaçmadan dürüstçe tartışalım!
“Kürdistani” olduğunu iddia edip HDP ile “birlik” kurmakta sakınca görmeyenlere açık, basit ve herkesin anlayabileceği şekilde bazı önerilerde bulunacağız!
Kürdistani kaygılardan hareketle “birliğe” olumlu bakıyorsanız, herhangi bir seçimde kontenjan pazarlığına girişmeyin ve size “ısrarla adaylık verilse bile” kabul etmeyin. Bu durumda kişisel kaygılar taşımadığınız ve Kürdlerin birliğini samimi olarak istediğiniz anlaşılır, HDP ile ilkeler düzeyinde bir birlik için eliniz güçlenir ve halkın da size güveni artar!
Şimdi veya daha sonra koltuk istemek yerine, HDP’yi Kürdleştirmek için çaba sarf edin/pazarlık yapın!
HDP’ye şu önerilerde bulunun;
a-Programınıza Güney Kürdistan’ın bağımsızlığını desteklediğinizi koyun; tıpkı Filistin’e istediğiniz gibi;
b-Batı ve Doğu Kürdistan’da Kürdlerin ulusal haklarından yana olduğunuzu söyleyin! (anlamsız ve içeriği bilinmeyen sade “statü” değil, ulusal nitelikli federasyon, özerklik, otonomi de olabilir; yeter ki bu statülerin önünde ulusal ibaresi bulunsun ve içerik olarak da ulusal bir nitelik taşısın.)
c-Kuzey’de Kürdçenin 2. resmi dil olmasını ve toplumsal düzeyde eşitliği savunun; tıpkı Kıbrıs’ta Türkler için istediğiniz gibi…
Kısacası, HDP programında Güney Kürdistan ile Filistin, Kuzey Kürdleri ile Kıbrıs Türkleri aynı şekilde yer alsın; ne daha az ne daha çok!
Gördüğünüz gibi bağımsızlık gibi radikal istemler söz konusu değil. Bu istemler hem demokratik, hem insani, hem konjonktürel hem de Kürdlerin desteğini almak için uygun istemler…
Şayet bu makul talepleri HDP/DBP programlarına koydurabilirseniz, Kürdler adına çok iyi bir siyaset yapmış olursunuz.
Bu makul isteklerinizi HDP kabul etmez ise, HDP’nin samimi olmadığına dair bir açıklama yaparak görüşmelerden çekilirsiniz…
Emin olun istemleriniz kabul görse de Kürdler kazançlı çıkacak, kabul etmediği için HDP teşhir edilirse yine Kürdler kazanacak!
Görüldüğü gibi Kürdistani kaygı taşıyanların yapması gerekenler çok basit ve açık! Bu basit, açık ve doğru olanı yaparsanız, (HDP’nin geçmiş tüm olumsuzluklarını yok sayarak) koşulsuz sizi destekleriz; inanıyoruz ki Kürdistan politik yaşamında da hep saygıyla anılırsınız…
Bunları yapmaz ve eskisi gibi Vekillik/Belediye Başkanlığı rüşvetini alıp HDP’yi “Kürd partisi” diye aklamaya ve pazarlamaya çalışırsanız, daha önce olduğu gibi sizi hak ettiğiniz şekilde eleştirir ve teşhir ederiz. Kişisel kaygılar uğruna Kürdlüğü ve kişiliğinizi pazarladığınızı söyleriz; Yapacağımız hiçbir eleştiri, Kürdlerin ulusal duygularından yararlanıp entegrasyonculuğu “Kürdlük” diye pazarlamak ve bir koltuk için siyasi cambazlık yapmak kadar düzeysiz olamaz!…
Dürüst olalım lütfen!
Defalarca denenmiş kirli bir oyuna tekrar tekrar alet olmanın hiçbir açıklaması olamaz!
Umarız ki Kürdistani kaygılarla hareket edersiniz ve biz de sizi eleştirmek durumunda kalmayız!
Haber/Yorum
26.12.2017
Nasname
http://www.nasname.com/a/yaklasan-secimler-ve-kurdlerin-birligi-uzerine
Hedef İran!!!
Dünyada söz sahibi olmuş/olan sömürgeci/emperyalist devletler, toplumsal değişimlerin bir zorunluluk olduğunun farkında olarak gelişen olaylara hep müdahil oldular/oluyorlar.
Sömürgeci/Emperyalist devletlerin başka coğrafyalardaki toplumsal olaylara müdahil olmalarındaki temel güdü; kendi çıkarlarına zarar verebilecek değişimlerin önünü almak adına değişime yön vermektir. Egemen devletler, toplumsal yasaların hızını kesmek için müdahalelerde bulundukları gibi, bu yasaların hızlandırılması için de müdahalelerde bulunabiliyorlar.
Ortadoğu’da totaliter rejimlerin tek tek aşılıyor olması, sadece Arap ülkelerindeki iç dinamiklerin gelişimiyle açıklanamaz. Tunus’tan başlayarak Mısır, Libya ve Suriye’yi de içine alan dalganın İran’a da yayılacağını öngörmek gerekir.
Kimin eliyle olursa olsun, bölgedeki totaliter rejimlerin aşılması ezilen halklar açısından çok önemlidir. Müdahale; müdahil devletlerin çıkarı gereği olsa da, faşist diktatörlere vurulan bir darbedir ve desteklenmelidir.
Bu açıdan bakıldığında “kim, neden müdahale etti” tartışması Kürdlerin ve ezilen diğer halkların sorunu olmamalıdır. Aslolan yaşanan çelişkilerden Kürdlerin ve ezilen diğer halkların gasp edilen haklarını elde etmesinin koşullarının yaratılmasıdır.
Bu koşulları kim, neden yarattı gibi bir soruyu başkaları sorsa da, Kürdler ve ezilen halkların/kesimlerin bu soruyu sorma lüksü yoktur. Ve çelişkilerden yararlanarak özgürleşmek birincil sorunları olmalıdır…
Nasname
“İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelir ki o zamanda insanların zenginleri gezmek için hacca gider, orta halli olanları ticaret için, fakirleri dilenmek için, kurrâ (hâfız)ları da süm’a ve riya (gösteriş) için hacca giderler.” (Hadîs-i Şerîf, Kenzü’l-Ummâl)
Benim arkadaşlardan Harzemli Yusuf, 1072’de Sultan Alparslan’ı öldürdü. Yine arkadaşlarımdan biri olan Bedrettin, kılıcını çekti. Arkadaşlarım çok; Anadolu Beylikleri, Atçalı Mehmet, Celali yoldaşlar… Benim gözümde yeryüzü ışığıdırlar; resmiyette, oligarşik bakışta eşkıyadırlar.
Eşkıyasız bir uygarlığı kral, padişah ister de; cehaletin aç ve fırsatçı güruhu da ister olmuşsa kandırma ve aldatmanın, zehirlemenin gücü ortadadır. O zehir, dincilikle, satılmış kiralanmış yandaşlıkla yüzyıllardır insanlığı tutsak kıldı.
‘Ben eşkıya’yı karşısında görmek istemeyen soytarılara diyorum ki, halkın gücünü yandaşlığa evirmenin taktikleri bir gün çöker, o gün beni karşınızda bulunca altınıza etmenin zamanı gelir. Acımam; kırarım kaburga kemiklerinizi, kuyruk sokumlarınızı. Eşkıyayım ben. Savulun!
Son günlerdeki İran olayları ile ilgili okuyucu yorumlarından;
“Temennimiz; 2500 yıllık Şehinşahlık rejimini ‘Devrim’le yıkmış Müslüman İran Halkının, Sarıklı/Cüppeli Şahları da Devrimle yıkmasıdır..Dış emperyalist müdahele olmadan..”
“Bunlar da bizim Gezicilere benziyor. Pehlevi’yi çağırdıklarına göre. Biz İran rejimini her ne kadar kınıyor ve defolup gitmelerini ne kadar istiyorsak, onun yerine bu laikçi itlerin gelmesini de o kadar istemiyoruz!”
“Bizim gezicilere benzeyen Molla rejimidir. Bizim geziciler elit, şımarık, ahlaksız tuzu kurulardan oluşuyordu. İranda maalesef her ahlaksızlığın, zulmün, ifsadın altında mollalar var. İran’da halk yoksulluktan kırılıyorken nasıl gezici müsriflere benzeyebilir?
İran halkı İslam devriminin zorba, vahşi, ulusçu, ahlaksız bir mollarşiye dönüşmesinin hayal kırıklığını yaşıyor. Onlara bu korkunç manzarayı hazırlayanların molla olması haklı tepkilere dayanarak sokağa çıkmalarına karşı çıkmayı gerektirmez.
Slogan atanların ne kadarı laikçidir ne kadarı halkın bizzat kendisidir onu bir çırpıda tespit etmek isabetli değildir. İslam söylemiyle ortaya çıkıp ulusçu bir çizgiyle yol alan zalim bir yönetim insanları laik Pehleviyi arar hale getirmişse burda durup düşünmek lazım.”
Sn. Zileli’nin görüşünü de merak ediyorum.
“Mollaların darbe yemesi Domino etkisi yapacak;
Bu etkiden en fazla Kürdler yararlanacaktır!
İran’da yaşanan gelişmeler,
a-İran barbarları ve çetelerinin Güney Kürdistan üzerindeki baskılarını hafifletecek, gelişmelere bağlı olarak bu baskıları tümden de yok edebilecektir. Bu durumda Güney’de bağımsızlıkçılar derin bir nefes alır…
b- Suriye ve Batı Kürdistan’da değişimlere neden olacak ve Kürdler bu durumdan yararlanarak ulusal kazanımlar elde edebilecek…
c- Türkiye kendine çeki düzen verecek ve Kürdlere karşı daha esnek politikalara yönelmek zorunda kalacak!
d-En önemlisi de Doğu Kürdistan’da kalıcı ulusal kazanımlar elde edilecek…
Molla rejimine karşı gelişen tepkiler, Ortadoğu’da ve Kürdistan’da dengeleri yeniden şekillendirecektir!
İran’a güvenip Kürdistan’da Cehşlik ilan edenler sahipsiz kalacak!…”
“İran’da,
Ezilen ve sömürülen kesimler Özgürlük, eşitlik ve demokrasi için;
Doğu Kürdistan’da,
Kürdler Ulusal haklar için mücadele ediyor/etmelidir!
Ortaklık, İran’a demokrasi, Kürdistan’a bağımsızlık/federasyon temelinde olabilir sadece…
Kürdlerin ulusal mücadelesini “halklar” adı altında sulandırmak, ulusal mücadeleyi “demokrasi” mücadelesine indirgemek ve bu temelde “ortak bir mücadeleden” söz etmek “Demokratik Çehşlerin” bilinen fantastik söylemleridir; bu söylem özünde işgalci devlet(ler)in egemenliğini savunmaktır;
Prim vermeyin, prim verenleri de ciddiye almayın!”
(Nasname)
–
Netanyahu: İran’da rejim düştüğünde İranlılar ve İsrailliler yeniden arkadaş olacak
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, İran’da devam eden hükümet karşıtı gösterilere ilişkin, “İran’da rejim düştüğünde İranlılar ve İsrailliler yeniden arkadaş olacak” dedi.
İsrail Başbakanı Binyamin Netenyahu, İran’da 5. gününe giren hükümet karşıtı protesto gösterilerine ilişkin açıklamalarda bulundu.
Netanyahu, resmi Twitter hesabından yayınladığı videoda, “İran rejimi, İranlılar ve İsrailliler arasında nefret uyandırmaya çalışıyor. Başaramayacaklar. Bu rejim nihayet düştüğünde -ve bir gün olacak- İranlılar ve İsrailliler bir kez daha harika arkadaşlar olacak. İran halkının özgürlük arayışında başarılar dilerim” dedi.
Nişanyan’dan;
” – Türkiyeliler, Avrupa banliyölerini dolduran sömürge ülkelerinin halklarına mı benzemeye başladı?
Şu aşamada daha çok Türklerin nitelikli kesimi göçüyor… Fakat Türkiye bugünkü rotasında devam eder ve bu rotanın kaçınılmaz akıbetiyle karşılaşırsa göçün çapı da niteliği de değişecektir. O zaman Suriyeli göçü, Afgan göçü çocuk oyuncağı gibi kalacak diye korkuyor herkes.
Siz bir ülkede adaleti kişisel kaprislerin ve mahiyeti belirsiz çete savaşlarının oyuncağı haline getirirseniz, konsensus arayışını terk edip ülkeyi terör ve tehditle hizaya getirme sevdasına düşerseniz, her gün televizyonlardan topluma nefret saçarsanız, sonuçta o ülke yönetilemez hale gelir. İki kere iki dört gibi bir şey bu. Yönetilemeyen ülkelere ne olduğunu Irak’ta, Suriye’de, Libya’da, Sudan’da, Yemen’de, Afganistan’da gördük. Türkiye’de görmeyiz demek aşırı iyimserlik olur.”
“…Akıl ve vicdandan nasibi olanlar için Türkiye dayanılmaz bir yer oldu…
Başkasının deneyimi ne olur bilemem. Sonuçta yabancı bir yerde, diline hakim olmadığın bir ülkede sıfırdan hayat kurmak kolay değil. Dünyanın hiçbir yerinde ekonomik koşullar çok parlak görünmüyor. Ben burada kalır, mücadelenin sertleşeceği günü beklerim diyenlere de saygım sonsuz.”
“TC devleti öteden beri kamu yönetimini ilgilendiren her ciddi sorunu vahşetle, zorbalıkla, yalanla ve tehditle bastırmayı gelenek edinmiş bir devlettir. Devleti temsil eden bürokratik yapı bundan başka dil bilmez. Kürt meselesindeki performansını görüyorsunuz. Geçmişte mesela gayrimüslim unsurlara ya da sol muhalefete tepkisi de farklı değil.
O yapı büyüdükçe büyüdü, toplumda kendinden başka hiçbir şeyi yaşatmayacak bir güce ulaştı. Ekonomik ve kültürel açıdan ülkeyi boğdu. İdeolojik dokunulmazlık kazandı. Cumhuriyetin kurucusu o yapının bir tür ikonu ya da kutsal simgesidir. O ikonu arkana aldığın zaman “devlet” adına her türlü puştluğu yapmakta, her türlü yalanı söylemekte mazursun.
2000’i izleyen yıllarda o yapı kısa bir an için sarsılır gibi oldu. Hepimiz ümitlendik. Sonra Erdoğan ve yoldaşlarını yuttu. Kendi bünyesi içinde eritti. Olay bundan ibaret.”
“2002 ile 2010 arasında, Kürt meselesi, Kıbrıs meselesi, AB ilişkileri, yargı reformu, yerel yönetim reformu, askeri hegemonyanın bertaraf edilmesi gibi bir dizi hayati konuda bir açılım iradesi ortaya kondu mu? Kondu. Bazı ciddi veya ciddimsi adımlar atıldı. Yeterli sonuç alınamadıysa da bir beklenti ve bunun sonucu olan bir toplumsal dinamik yaratıldı. Şimdi bunların hepsi çöpe atıldıysa, bundan, samimi değillerdi, ya da niyet yoktu, ya da takiye yaptılar sonucuna atlamak şart değil, bir faydası da yok. Niyeti değil yapılanları tartışmak daha anlamlı.”
“Değişimi tetikleyen neydi emin değilim. Belki Erdoğan’ın müttefikleriyle arasının bozulmasıydı, ya da kendi iktidarına ve kişisel geleceğine ilişkin duyduğu kaygılardı. Fakat 2010 Eylülünü izleyen aylarda Erdoğan’ın söyleminde radikal bir değişiklik gözlendi. Erdoğan’ın geleneksel Türk devlet üslubuna ve söylemine teslim oluş süreci o günlerde başladı.
“Ölüm uçuşu” dedim çünkü attığı her adımla biraz daha yalnızlaşıyor, kazandığı her başarıyla felakete biraz daha yaklaşıyor.”
“Diplomaside onurlu yalnızlık diye bir şey bilmiyorum. Onurlu olan, saygı ve dostluk ile çevrelenmektir. Devletler masasında sözünü dinletebilmektir, vebalı muamelesi görmek değil. Türkiye’nin şu anki hali bu açıdan içler acısı görünüyor. Blöf ve şantajla, ve muhtemelen birtakım yasadışı işlerle saygınlık satın alabileceğini sanan bir külhanbeyi görüntüsü çiziyor Türkiye. Sanırım 1912 veya 1876’dan bu yana hiç bu kadar yalnızlaşmamış ve aşağılanmamıştı.”
“Türkiye Amerikan ittifakından ve AB’den uzağa savrulunca, can havliyle Rusya’ya yaklaşma gayretine girdi. Bu politikanın akılcı temelleri var mıdır ve varsa nedir, tam anlamıyla bilmek henüz mümkün değil. Rusya Batı ittifakının alternatifi olabilir mi? Yoksa tek hedefi, eski Çarlık politikası gibi, potansiyel düşman olarak gördüğü güney komşusunu yalıtıp zayıflatmak mıdır? Zaman gösterecek.”
“Türkiye’de medeniyeti ve özgürlükleri savunan insanların, Kemal Atatürk simgesinden kurtulmadıkça etkili olamayacaklarını, marjinallikten kurtulamayacaklarını söylemiştim. 1994’te Yanlış Cumhuriyet’i yazarken bunu söyledim, 2008’de Taraf’ta yazarken bunu söyledim, hala da bu görüşümü değiştirmek için bir sebep görmüyorum. 1930’ların bir diktatörü yirmi birinci yüzyılda çağdaşlığın ve özgürlüklerin bayrağı olamaz. Absürt bir düşüncedir. TC devletinin en zalim ve ahmak yüzüyle özdeşleşmiş bir simge, ülkenin bugün ihtiyacı olan taze nefesi sağlayamaz. Hatta o taze nefesin önünde büyük bir engeldir.
Siyasal İslam’ın kaynakları hakkında çeşitli şeyler söylenebilir. Ancak makul ve samimi olduğundan şüphe duymadığım pek çok genç insanın, Devlet ve Atatürk söylemine duydukları tepkiden ötürü o tarafa meylettiklerini bir olgu olarak biliyorum. O tarafta olan herkesin vahşi bir canavar olduğunu düşünmek hoşunuza gidiyorsa yapacak bir şey yok. Ama onları insan olarak görebiliyorsanız ve neden size o denli yanlış gelen bir çizgiye savrulduklarını merak ediyorsanız, belki önce kendi çizginizi sorgulamakla başlamanız faydalı olur.”
“2019’da önemli bir değişiklik olacağını düşünmüyorum. Bu iktidar barışçıl yollardan değişmez. Kendi bünyesinde bir atılım yapabilecek takati kaldığına da inanmıyorum. Debelenmeye devam edecek, televizyonda her Allah’ın günü birilerine küfredecek, belki tam anlamıyla çıkmaza girdiğini hissederse Suriye’de veya başka bir yerde ufak bir savaş çıkarıp dikkatleri başka yere çekmeyi deneyecek.”
eLBETTE BÜTÜN DİKTATÖRLÜKLERİN YIKILMASI İÇİN HALK AYAKLANMALARINDAN YANAYIM. iRAN’DAKİ diktatörlük de eninde sonunda yıkılacaktır.
Aydınsız Cumhuriyetçiler: İlber Ortaylı ve Celal Şengör’e “Cumhuriyetçi aydın” muamelesi yapmak
Taylan Kara
29/12/2017
Entelektüel karanlığı gören değil, karanlıkta görendir.
Ö. İnce
Kendini Kemalist, Atatürkçü ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan okurlara şunları sormak isterim.
– Deniz Gezmiş’e eşkıya diyebilecek kaç Atatürkçü vardır?
– Fethullah Gülen’i övebilecek kaç cumhuriyetçi vardır?
– “Kenan Evren’in 12 Eylül’de her yaptığını onaylıyorum” diyecek kaç tane Kemalist vardır?
– “Bir insana dışkısını yedirmek işkence değildir” diyecek kaç “insan” vardır?
*
Son yazıma çok sayıda olumlu ve olumsuz tepki geldi (1).
Bu tepkilerin odağı Prof. Dr. Celal Şengör ve Prof. Dr. İlber Ortaylı idi. Yazımı olumsuz olarak eleştirenlerin ezici bir çoğunluğu kendisini Kemalist, Atatürkçü ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan okurlardı. Bu okurların hemen hemen hiçbiri yazılanların yanlış olduğunu söylemiyor ama “cumhuriyetçi” iki bilim insanının bu şekilde suçlanmasını eleştiriyorlardı.
*
Bir kitleyi dönüştürmek isterseniz o kitlenin aydınlarını, kanaat önderlerini, düşünce üreticilerini değiştirmeniz gerekir. Bir kitleyi körleştirmek isterseniz yapacağınız tek şey o kitleyi aydınsız bırakmaktır. Aydın, toplumun gözüdür.
Gazeteci-yazar Hrant Dink öldürüldüğünde Agos Gazetesi’nin başına onun yerine Etyen Mahçupyan getirilmişti. Kendisini sosyalist olarak tanımlayan, yüreği, midesi ve beyni bu topraklarda olan H. Dink’in yerine 1994 yılından beri İslamcı partilere oy verdiğini söyleyen başbakan danışmanı E. Mahçupyan (2)…
Soros’u öve öve bitiremeyen E. Mahçupyan (3) ile H. Dink’in Ermeni olmaları dışında ortak noktaları neydi acaba?
H. Dink öldürüldü ve onun yerini E. Mahçupyan aldı.
*
Cumhuriyetçi, Atatürkçü, Kemalist kitlelerin düşünsel önderleri Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Bahriye Üçok, Necip Hablemitoğlu gibi yazarlar sırayla katledildi.
Bu bir dönüştürmedir. Bugün, sağdan sola siyasal yelpazenin değişik yerlerinde duran A. T. Kışlalı, U. Mumcu, B. Üçok, Türkan Saylan, N. Hablemitoğlu gibi aydınların boşalttığı yerlere Celal Şengör ve İlber Ortaylı gibi yazarlar konumlanmıştır. Cumhuriyetçi, Atatürkçü ve Kemalist kitleler artık bu kişilerin düşüncelerini dikkate almaktadır.
Peki, bu insanlar kimdir?
*
EVREN’İN 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAPTIĞI HER ŞEYİ ONAYLIYORUM!
Bir söyleşide Prof. Dr. Celal Şengör (CŞ) şunları söylemişti:
CŞ: Kenan Evren’in 12 Eylül döneminde yaptığı her şeyi onaylıyorum. Evet, istisnasız.
– Şaka yapıyorsunuz.
CŞ: Hayır, efendim.
– İnsanlara dışkısını yedirmek?
CŞ: Hayır, hayır bir dakika. Bir kere dışkısını yedirmek işkence değil (4).
*
DENİZ GEZMİŞ EŞKİYADIR!
Prof. Dr. Celal Şengör aynı söyleşide şunları da söyler:
Yani ben bu memlekette, Deniz Gezmiş gibi bir eşkıyaya kahraman denildiğini gördüm!
*
Bu sözlere “cımbızlama” diyebilecek okurlar, linkteki söyleşinin tamamını okuyabilirler.
Sadece Mamak ve Diyarbakır cezaevlerinde neler yaşandığına şöyle bir göz atmak bile bu cümleden ve bunu söyleyenden tiksinmeniz için yeterlidir. Oralarda tutuklu ve hükümlülere neler yapıldığı, o insanların yazdıkları ve anlattıkları C. Şengör’ün ilgisini çeker mi acaba?
C. Şengör, cumhuriyetin tabutuna çivi çakan, bu ülkeyi tepeden tırnağa yeniden dizayn eden bir CIA darbesinde yapılanları onaylamaktadır; hem de “istisnasız” vurgusuyla.
Sayısız yargısız infazlar, en aşağılık işkenceler, sayısız işkenceden ölümler bile C. Şengör için “istisna” olmaya yetmemektedir. Kira davalarının bile en az 2 yıl sürdüğü bir ülkede, hiçbir kanıt incelenmeden 41 günde verilmiş bir idam kararıyla Erdal Eren’in asılması da bir istisna değildir.
12 Eylül’ün ve Kenan Evren’in yaptıklarının, dolayısıyla C. Şengör’ün “istisnasız” bir şekilde onayladıklarının listesi layıkıyla sıralanacak olsa koskoca bir ansiklopedi yazılması gerekir. Bu ansiklopedinin her cümlesi, insanı C. Şengör’ün bu cümlesinden daha fazla tiksindirecek kadar utançla dolu olur.
Bu bir kötülüktür. Bu, yüz binlerce insanın acısıyla alay etmek ve üzerinde tepinmektir.
Bugün cumhuriyeti zerrece savunan birinin 12 Eylül’e sempati duyması için ya çok bilgisiz ya çok vicdansız olması ya da aklını yitirmesi gerekir.
*
FETHULLAH GÜLEN ÖVÜCÜSÜ CUMHURİYETÇİ!
Bir söyleşide Fethullah Gülen’le görüşüp görüşmediği sorusunu İ. Ortaylı, gerek İstanbul’da gerekse Amerika’da fırsat buldukça F. Gülen’le görüştüğünü söyleyerek yanıtlar.
Prof. Dr. İ. Ortaylı, F. Gülen’le ilgili olarak şöyle devam eder:
“Ben Türk coğrafyası üzerine konuştum, eksik olmasın o da ilgiyle dinledi. Zaten her görüşmemizde bunları konuşuruz. Okulları konuşuruz. 1,5-2 saatlik görüşme yaptık.
Ben her zaman için söylerim, kendisi inanıyor. Sakin birisi. Belirgin konularda hassas. Bu eğitim konusunda falan. Merak ederim sorarım, bana anlatır. Bu çok önemli bir şey, bir cemaat liderinin, her şeyden önce bir öğretmenin sakin ve sabırlı olması lazım. Mühim meselesi bu. Gerisi ilgilendirmez kimseyi. (5)”
*
İ. Ortaylı bunları söylediğinde Yarbay Ali Tatar, ayrıntıları artık bilinen komplolarla hapse atılmış, bu durumu onuruna yedirememiş ve protesto etmek için yaşamına son vermişti. İ. Ortaylı’nın ekranda F. Gülen’i övdüğü o günlerde, F. Gülen’in müritleri, yüzlerce insanı sahte delillerle hapse atıyor, işkence yapıyor, anaokulları giriş sorularına kadar her türlü sınav sorusunu çalarak yandaşlarını devletin kılcal damarlarına kadar yerleştiriyorlardı.
*
Bir an düşünün:
U. Mumcu’nun F. Gülen’i övdüğü bir satır, bir cümle, bir yazı ya da bir ima var mıdır?
A. T. Kışlalı’nın böyle bir şey yaptığını aklınıza getirebilir misiniz?
Kemalistlerin geçmişteki kanaat önderlerinden herhangi birinin F. Gülen’i övdüğünü okudunuz mu?
Aksine T. Saylan’dan N. Hablemitoğlu’na U. Mumcu’dan A. T. Kışlalı’ya kadar her biri Fethullahçı çeteye karşı yıllarca ısrarlı bir şekilde toplumu uyardı. 1999 yılında T. Saylan bu tehlikeyi dillendirdiğinde onu din düşmanı ilân ettiler (6). N. Hablemitoğlu, 1999 yılında aşağıda linkleri verilen programlarda yaptığı uyarılardan 3 yıl sonra katledildi (7,8).
U. Mumcu’nun bu konuda sayısız yazı yazdığını bilmeyen yoktur.
Bugün isimlerini art arda sıraladığımız bu Kemalist/cumhuriyetçi yazarların ortak noktası öldürülmüş olmalarının yanında siyasal İslam’a ve Fethullahçı çeteye karşı açıkça, kıvırtmadan net tavır almaları ve bu tehlikelere karşı toplumu ısrarla, yılmadan ve bıkmadan uyarmalarıydı.
Bu aydınlar yıllar öncesinden canları pahasına bu uyarıları yaparken 2006 yılında Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Toktamış Ateş ile birlikte editörlüğünü üstlendiği “Barış Köprüleri” adlı bir kitapta Fethullah Gülen’i ve okullarını övüyordu:
“Buna karşın bir takım insanların inandığı, beğendiği bazı şeyler olunca, inanılmaz derecede yardım sağlanıyorsa, keseyi açıyorsa burada dikkat edilmesi gereken bir şey var demektir. Şimdi Fethullah Gülen Hoca “okul açınız! Bu lazımdır!” dediği an bir sürü insan keseyi açıyorsa bunu önemsemek lazım. (9)“
*
Elbette hepimiz gibi İ. Ortaylı’nın da yanılma hakkı vardır. Ancak bu konuda herhangi bir özeleştiri yaptığını gördünüz mü? Güçten ve güçlüden yana olmak, nabza göre şerbet vermek bir aydın tutumu olamaz. Hiçbir kitle, bu tip kanaat önderlerine layık değildir.
İ. Ortaylı, özeleştiri yapmayı bir kenara bırakın, Fethullahçılar suç örgütü ilan edildikten sonra bile bu konuyu gündeme getirenlere kızgınlık göstermektedir (10).
AKP’lilerin, Fethullahçılarla olan yakın ilişkilerinden sıyrılmak için “kandırıldık” demesi, sık sık alay konusu edilir. İ. Ortaylı’nın böyle bir beyanı dahi yoktur.
F. Gülen’e yaptığı övgüleri, onun okullarını övmek için yazdığı kitap, “tarihçidir, herkesle görüşmesi normaldir” diye açıklanabilir mi? “Kandırıldık” diyen AKP’lilerle alay ediliyorsa “kandırıldım bile demeyen” İ. Ortaylı’ya gösterilen bu sınırsız hoşgörü neyin nesidir?
Bu, kendini kandırmaktır.
*
“HÖDÜK”, “BİR B.K BİLMEZ” AMA BİRLİKTE KİTAP YAZILIR!
Mustafa Armağan adlı kişinin Atatürk ile ilgili hakaretlerine İ. Ortaylı şöyle yanıt verir:
“Herif kendine göre tarihi çarpıtıyor. Bunlar cahil adamlar, ne bilirler tarihi. Bir b.k bildikleri yok. Ne okuyacak ne bilecek. Allah’ın hödüğü suratına baksan halde turp sattırmazsın. (11)”
Cumhuriyetçi kitleler de bu sözleri alkışlamaktadır. Ancak burada “küçük” birkaç ayrıntı vardır.
İ. Ortaylı “hödük”, “cahil”, “bir b.k bilmeyen”, “pazarda turp bile satamayacak adam” dediği bu kişiyle birlikte “Resmi Tarih Yalanları” ve “Tarihin Sınırlarına Yolculuk” adlı iki kitap yazmıştır (12,13).
Ayrıca İ. Ortaylı, “Gelenekten Geleceğe” adlı kitabının önsözünde, “hödük”, “cahil”, “bir b.k bilmeyen” ve “pazarda turp bile satamayacak adama”, “Dostum Mustafa Armağan” diye hitap eder (14). Resmi Tarih Yalanları kitabının editörü Cem Küçük olup yazarları arasında Mehmet Şevket Eygi, Yavuz Bahadıroğlu, Nevval Sevindi gibi isimler de vardır.
İ. Ortaylı, “hödük”, “cahil”, “bir b.k bilmeyen” ve “pazarda turp bile satamayacak adam” diye nitelediği M. Armağan’ın “Petersburg’da Osmanlı İzleri” adlı kitabına önsöz de yazmıştır (15).
Bu durumda İ. Ortaylı’ya şu soruyu sormak gerekir:
Bu M. Armağan ne zaman “cahil” ve “hödük” oldu?
Birlikte kitap yazdığınızda “bilgili” ve “turp satabilir halde” miydi?
“Dostum” diye hitap ettiğiniz kişi, birlikte kitap yazdıktan hemen sonra mı “hödükleşti”?
M. Armağan’ın kitabına önsöz yazdığınız sırada M. Armağan “tarihten anlıyor” muydu?
*
NABZA GÖRE ŞERBET VERME ÜSTADI
Hiç kıvırtmaya gerek yok; bu nabza göre şerbet vermektir. M. Armağan eskiden neyse şimdi de odur, ne olduğu o zaman da ortadaydı, şimdi de ortadadır.
Hesap yapan İ. Ortaylı’dır. Dün çıkarları gereği her türlü işbirliğine girdiği kişileri, aralarında sanki hiçbir ilişki yaşanmamış gibi bugün aşağılaması bir aydın tutumu değildir.
İ. Ortaylı bütün bu manevraların sonunda ve hesapçılık sayesinde mutlu sona ulaşmış ve tarih alanında 2017 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü almıştır (16).
İ. Ortaylı’yı ateşli bir şekilde savunan bazı cumhuriyetçilerin bu ödülü şaşkınlıkla karşılaması çok gariptir. İ. Ortaylı, kendi içinde gayet tutarlıdır. Tuhaf olan İ. Ortaylı’nın yaptıkları değil, kimi cumhuriyetçilerin ona “cumhuriyet aydını” muamelesi yapmasıdır.
*
Hiçbir yükseliş ya da cinayet boşa değildir.
Onlarca Fethullahçıyı göz göre göre general yapan sistem, sakıncalı oldukları gerekçesiyle H. Dink ve U. Mumcu’yu onbaşı dahi yapmamıştı. Kimin ne kadar sakıncalı olduğunu anlamak için 15 Temmuz’u yaşamaya gerek yoktu.
Katledilen aydınlar, bunları yıllar öncesinden açıkça söylemiş, yazmış, ortaya koymuştu.
*
KARANLIĞA AYDINLIK DİYEN “AYDIN”
Aydın, karanlığı gören değil, karanlıkta görendir. Cumhuriyetçi kitlelerin “karanlığı gören” aydınlarını tek tek katlettiler. Onların yerini alanların bir kısmı, bırakınız karanlığı görmeyi, bu topluma “karanlığı aydınlık” diye gösterdiler.
*
Bugün cumhuriyetçi kitlelerin kanaat önderi olarak aldığı bu yazarlar, liberallerin “bayrak sallayan, cırtlak sesli İzmirli Kemalist teyze” diye karikatürize ederek aşağıladığı o sıradan vatandaş kadar bile öngörülü değillerdi. Olur olmaz yere onu bunu “cahil” diye aşağılayan, şimdilerde her gün televizyonlarda konuşan ve cumhuriyetçilerin kanaat önderi muamelesi gören İ. Ortaylı, o “teyze” kadar bile refleks göstermemiş, aksine cumhuriyet yıkıcılarıyla açıkça işbirliği yapmıştır.
İ. Ortaylı, sözcüklerden yapılmış cilalarla, canavarı parlatıp topluma şirinmiş gibi göstermiştir. İ. Ortaylı, “dikkat canavar var” diyerek toplumu uyaran insanların yanında olmadığı gibi, uyaranları yutmak için açılan canavarın ağzındaki dişlere övgüler düzmüştür.
Canavara karşı çıkanların kılavuzu, canavarı besleyip büyütenler olamaz.
*
AYDINSIZ CUMHURİYETÇİLER
Prof. Dr. İ. Ortaylı kendi alanında önemli bir kişidir. Prof. Dr. C. Şengör jeoloji ve doğa bilimleri konusunda son derece bilgilidir ve değerli bilgiler vermektedir. Zaten hiç kimse bu bilim insanlarının kendi uzmanı olduğu alanlardaki beyanlarına söz söylememektedir.
Ancak aydın olmak, mükemmel bir jeolog ya da seçkin bir tarihçi olmak demek değildir. Aydın olmak bir tutumdur. İ. Ortaylı ve C. Şengör’ün tutumları, “cumhuriyetçi aydın” sıfatıyla tamamen ilgisizdir.
Sadece bir saptama olarak şu rahatlıkla söylenebilir:
Bugün kendine cumhuriyetçi, Kemalist, Atatürkçü diyen kitlelerin aydınları yoktur. Bu kitleler aydınsızdır. Milyonlarca cumhuriyetçi, el yordamıyla aydınlarını aramakta ve ne yazık ki İ. Ortaylı gibi kişilere sarılmakta, bu insanlarda keramet aramaktadır.
Bu ülkenin en canlı kesimlerinden yüzü Aydınlanmaya, akla ve bilime dönük milyonlarca insan, bu değerleri sahiplenmeyen kişiler tarafından yönlendirilmektedir.
Cumhuriyetçi kitleler bugün bu yazarların hipnozundan çıkmalı ve reflekslerini en azından o “İzmirli teyze”nin refleks düzeyine yükseltmelidir.
Cumhuriyetçi kitleler aydınlarını ve kanaat önderlerini seçerken çok dikkatli olmaları olmak zorundadır.
Çünkü aydınını doğru seçmeyen kitleler körleşirler.
Kaynaklar
1. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/kultur-dunyasindan-bir-cehalet-gecidi-ya-da-kopeksiz-koyde-degneksiz-gezenler
2. http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/kilavuzlar-kargalar-burunlar-ve-etyen-mahcupyan-191900
3. http://derinsular.com/george-soros-etyen-mahcupyan/
4. http://www.radikal.com.tr/yazarlar/armagan-caglayan/diski-yedirmek-iskence-degildir-1477196/
5. https://www.youtube.com/watch?v=GZrFiG5RpPo (0:32sn’den sonra)
6. https://www.youtube.com/watch?v=QIBDTESLklU
7. https://www.youtube.com/watch?v=32XyHplKS_s
8. https://www.youtube.com/watch?v=AZKPzKUMbzI
9. Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof.Dr. Toktamış Ateş. Barış Köprüleri, Dünyaya Açılan Türk Okulları, Ufuk Kitapları, 1. Baskı, 2005, İstanbul.
10. https://www.youtube.com/watch?v=GZrFiG5RpPo (0-30sn)
11. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/737481/ilber_Ortayli_dan_Ataturk_e_hakaret_eden_Mustafa_Armagan_a_yanit__Bir_b.k_bildikleri_yok__bunlari_diyen_hayvandir.html
12. İ. Ortayli, M. Armağan, Y. Bahadiroğlu, Ö.L. Mete, N. Sevindi. Editör: C. Küçük/Münir Üstün, Resmi Tarih Yalanları, Profil Yayıncılık, 8. Baskı, 2015, İstanbul. https://www.turkkitap.de/resmi_tarih_yalanlari/id/12509
13. Mustafa Armağan, İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Ufuk Kitapları, 2005, İstanbul.
https://www.nadirkitap.com/ilber-ortayli-ile-tarihin-sinirlarina-yolculuk-kitap6603577.html
14. Prof.Dr. İlber Ortaylı, Gelenekten geleceğe, Timaş Yayınları, 23. Baskı, 2017, İstanbul
http://www.kitapyurdu.com/kitap/gelenekten-gelecege/106844.html&filter_name=gelenekten%20gelece%C4%9Fe
15. Mustafa Armağan, Petersburg’da Osmanlı İzleri, Timaş Yayınları, 4. Baskı, 2012, İstanbul
http://www.kitapyurdu.com/kitap/petersburgda-osmanli-izleri/279774.html&filter_name=mustafa%20arma%C4%9Fan
16. http://www.haberturk.com/cumhurbaskanligi-kultur-sanat-buyuk-odulleri-sahiplerine-takdim-edildi-1764750
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/taylan-kara/aydinsiz-cumhuriyetciler-ilber-ortayli-ve-celal-sengore-cumhuriyetci-aydin
İran halkından dünyaya yeni yıl hediyesi
Gerçek
Ocak 2, 2018
İranlılar, 2017 yılını sokaklarda noktalamaya, 2018’e de giderek yükselen bir isyanla girmeye karar vermiş görünüyorlar. 28 Aralık günü başlayan ve kısa sürede Meşhed, Kirmanşah ve İsfahan gibi kentlere yayılan gösteriler, beklenmedik bir hızla diğer şehirlere de sıçradı. 2018’in ilk günü itibariyle ölü sayısı 18’i bulurken, göstericilerin talepleri de gıda fiyatlarındaki artışın ya da artan işsizliğin protestosundan, rejimi bir bütün olarak karşılarına alan bir çizgiye evrildi.
Her şey bir yana, İran’da özellikle gençlerin, medreselerin ve valilik binalarının yakıldığı, polisin gerçek mermi kullandığı bu eylemleri ısrarla sürdürmesi, çok önemli bir potansiyelin varlığını ortaya koymakta. İran her ne kadar esas ekonomik gücünü petrol ve doğal gaz rantından elde ediyor olsa da, Suudi Arabistan ve diğer bölge ülkelerinden farklı olarak aynı zamanda orta düzeyde gelişmiş bir sanayiye de sahiptir. Bu yüzden, 2015 nükleer anlaşması ile kısmen kaldırılan ama kısmen sürmekte olan ambargonun da etkisi ile iktisadi alanda işler hiç de iyi gitmiyor. Bir yandan Ortadoğu’daki Irak, Suriye ve Yemen cephelerine yapılan harcamaların etkisi, diğer yandan artan işsizlik ve bunun yanı sıra Ruhani döneminde peş peşe yolsuzlukların yaşanması, İran işçi ve emekçilerinde ciddi bir rahatsızlığın ortaya çıkması sonucunu doğurdu. Son olarak, banka sektörünün dışında yer alan, devlet güvencesinde olmayan, ancak yüksek faiz ödeyen on kadar finans kurumunun iflası (Türkiye’de 1980’li yıllarda Kastelli olayından tanıdığımız bir olay), bu tabloyu iyice derinleştirdi. Kimi aile bütün parasını bu kurumlara kaptırmış bulunuyor. Sünnilerin, Kürtlerin, Arapların ve Türklerin uğradıkları ayrımcılık da buna eklenmeli.
Ancak, bu isyanı ortaya çıkaran potansiyelin halkın çıkarları doğrultusunda bir sonuca ulaşabilmesi, her şeyden önce işçi ve emekçilerin bu isyanı örgütlü bir biçimde sürdürebilmesine, haklı ve meşru talepler etrafında kendi örgütlenmelerini yaratabilmesine bağlı. Bunu elbette, Arap devrimlerinde de ortaya çıkan ve devrimlerin gidişatı üzerinde belirleyici olan önderlik sorunu izliyor. İran’da sosyalist solun zayıflığı, Halkın Mücahitleri gibi emperyalizm dostu örgütlerin ya da emperyalizmin ve Siyonizmin desteklediği başka grupların bu potansiyeli kendi yelkenlerini şişirmekte kullanması sonucunu doğurabilir. Trump’ın ve Suud’un protestolara destek açıklamalarına veya atılan Filistin, Gazze ve Yemen aleyhtarı bazı sloganlara bakarak bu eylemlerin ardında emperyalizmin olduğunu söylemek için henüz erken. Bu aşamada açıkça görülen tek gerçeklik, mollaların sömürü düzenine karşı emekçi halkın tepkisinin haklı ve meşru olduğudur.
İran’da kapitalizme ve emperyalizme karşı bir alternatif yükselecekse, sınıf taleplerini de içeren halkın isyanı bunun için Bazar tüccarlarından, Mollalardan ya da Ruhani’nin yolsuzluğa batmış bürokratlarından çok daha fazla potansiyel sunmaktadır. Şayet bu eylemler dizisi, yoksulların anlık bir başkaldırısından esaslı bir halk isyanına dönüşür veya daha da öteye geçerek bir devrimin yolunu döşerse, bu sadece İran’ın dini istibdadının değil, emperyalizmin de bölgedeki temellerini sarsar, hızla yaklaşmakta olan bölge çapında mezhep savaşının da önünü alacak en etkili çıkış olur. Tüm bunlar emperyalizmden ve sermayeden bağımsız bir siyasi önderliğin inşasının hayati önemini ortaya koymaktadır.
Bu yazı Gerçek gazetesinin Ekim 2018 tarihli 100. sayısında yayınlanmıştır.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/iran-halkindan-dunyaya-yeni-yil-hediyesi
İran;
Molla terörünün sorgulanmasını engellemek için
Suriye’ye/Batı Kürdistan’a,
Irak’a/Güney Kürdistan’a
Terör çetelerini ihraç etti;
Yerel işbirlikçileri alana sürdü…
Şimdi uyguladığı devlet terörünün sonuçlarıyla baş başa;
İran terör devletiyle birlikte çeteleri de zor durumda;
Bazı çeteler işlevsiz kalacak
Bazıları da yeni efendi arayışına girecek!
Farklı isim, farklı söylem ve farklı efendilerle karşınıza çıkacak çeteleri aklarsanız, siz de kirlenirsiniz!
Kürdler;
Hangi maske, hangi söylem ve hangi efendiyle piyasaya sürülürse sürülsün,
Goran/Komel/PKK ve YNK-Hero çetelerinin maskesini indirip yüzlerine tükürmeli…
(Nasname)
Necip Bey, adaşınız Hablemitoğlu ile ilgili düşüncenizi öğrenebilir miyim?
Almanya’da çıkan ‘Der Tagesspiegel’ gazetesi , 2017’deki son sayısının Kapağında dünya liderlerini çizerken Erdoğan’ı Köpek Olarak Resmetti.
http://devrimcidemokrat.com/images/foto/RTE-der-Tagesspigel-gazetesinde-Kopek-olarak-resmedildi-3.jpg
“Was für eine Beleidigung!”
“Meinen schönen neuen Palast als Hundehütte zu zeichnen!”
“Ne hakaret!”
“Güzel yeni sarayımı köpek kulübesi olarak çizmek!”
http://devrimcidemokrat.com/images/foto/RTEyi-Alman-gazetesi-Der-Tagesspigel-kopek-olarak-resmetti.jpeg
https://p5.focus.de/img/fotos/crop5469272/2659637525-cv16_9-w800-h451-oc-q75-p5/de-telegraaf.jpg
“adaşınız Hablemitoğlu ile ilgili düşüncenizi öğrenebilir miyim?”
Adasim diyemeyiz. Onunki, evet, kendi ismiydi; benimki ise, rastgele sectigim bi takma isim, lakap, nick.
[Niye ‘Necip’i sectigimi de, ilginc bulunabilir, bir ara anlatirim. Zannedildigi sekilde kasitli ya da cok fazla anlam yuklu bir sey degil diyeyim, simdilik.]
Hablemitoglu’na gelince..
Benim baktigim yerden, biraz sanki ‘kor olur badem gozlu olur’ turunden bir sey.
Yani, ilistigi konular ya da yapmak istedigi seyler iyi/isabetli/faydali olabilirdi ama –tam olarak adini koyamamasam da– bana hep ‘dersini iyi calismamis’ gibi geliyordu.
Belli kesimlere yonelik ve populizm adina sahip ciktigi, fakat konunun altinda da ezildigi intibaini edindim hep.
Bu bakimdan, Hablemitoglu bir istisna degil, tabii ki; ama, ayni zamanda da, istisnai bir figur olmadigi anlamina da geliyordu benim acimdan.
“Prof. Dr. İ. Ortaylı kendi alanında önemli bir kişidir.”
Isin aslini ararsaniz, ben hala daha, Ortayli’nin neden ‘onemli bir kisi’ sayildiginin cevabini bulabilmis degilim.
Yazdigi kitap[larin bir kismini okudum. Yazdiklarindan/okuduklarimdan ve Ortayli’nin sohbetlerinden yola ciktigim zaman, (Ortayli’nin mesleki yetkinligi baglaminda) ‘onemli’ diyebilecegim pek bir sey bulamadim.
Yani, tamam, taa gencliginden itibaren cok yerler gezmis, ilginc sahsiyetlerle tanismis, dil filan da bilir; ama, sonuc nedir?
‘Eser’ diyebilecegimiz nesi var?
Klavye doğalcısı, İran olaylarına sen ne diyeceksin?
Aslında gereksiz bir soru.
İran’daki düzen yanlısı halk isyanının senin düzeni tehdit eden medeniyet karşıtlığının yanında lafı mı olurmuş?
“Sakarya Üniversitesi (SAÜ) Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORMER) İran Uzmanı Mustafa Caner, İran’daki protestolarda “Kahrolsun ABD” ya da “Kahrolsun İsrail” yerine “Kahrolsun Rusya” sloganının duyulduğunu belirterek, “İran’ın Suriye’de yakın iş birliği içerisinde olduğu Rusya’yı hedef alan bu slogan, protestocuların İran’ın bölgesel siyasetine duyduğu öfkeyi yansıtıyor.” dedi.”
Ömer Halisdemir’le ilgili düşünceleriniz nedir?
“Takiyye İslamcıların karekteridir.”
‘Takiyye’nin kimlerin ‘karakter’i oldugu konusunda boyle kesin hukumler vermeden once, ‘takiyye’nin ne oldugunu bilsek daha iyi olmaz mi?
‘Takiyye’, dinsel yansimalarindan bagimsiz olarak, ‘kamufle olmak’ ya da ‘kamuflaj’ anlamina gelir.
Yani, her mucadelenin ayrilmaz bir parcasi olan stratejilerden birisidir. Sadece insanlar arasinda da gorulmez; dogada baska neredeyse her canlinin kullandigi savunma ya da saldiri yontemleri arasinda yer alir.
‘Doga’yi bir yana birakalim; sadece ‘Islamci’lara mahsus da degildir.
Mesela, Turkiye Komunist Partisi ile ilgili hatiralari filan okursaniz, bir kisim insana parti uyesi olmak yerine ‘legalde kalmak’ yoluyla hizmet etmesi talimatlarinin verildigini gorursunuz. Ayni seyi, ister PKK, ister DHKP-C, isterse de diger ‘sol’cu orgutler icin arayin, bolca bulabilirsiniz.
Bunu bilirseniz, Baskaya’nin (‘hanim kirinca kaza, hizmetci kirinca kabahat’ misali), sanki munhasiran Islamcilara aitmis gibi konumlandirdigi onermesinin havada kaldigi da asikar olur.
Birilerini iblislestirmek icin yola cikip kendi cenahini da ayni cuvala koydugunun farkinda olmayisini yazisinin geri kalan kisminda da gorebiliyoruz malesef.
“Fakat, Politik İslamcılık söz konusu olduğunda, din bir amaç değil, araçtır.”
Evet, bunu da asagida (yazisinin devaminda) ‘Son tahlilde din bir ideolojidir’ diyerek mesrulastiriyor. Ama, yine de, ideolojilere tanidigi hareket sahasini, nedense, ‘din’lerden esirgiyor.
“Asıl amaç sözde bir dinî referansla iktidar olmak, bütçeyi, hazineyi, ülke zenginliğini yağmalamaktır.”
Yani, ‘ideolojilerden pek de farki yok’ diyebilir miyiz?
“Geride kalan dönemde bu ülkenin varını-yoğunu nasıl yağmaladıkları, ülke zenginliğini nasıl talan ettikleri, ülkeyi nasıl yaşanamaz bir yer haline getirdikleri ilgili herkesin malûmudur…”
Burada gecen ‘ilgili herkes’ kimdir? Neden onlardan baskasinin ‘malumu’ degil? Malumu ise, neden sandiga farkli yansiyor bu durum?
“Toplumu dar-ül harp ve dar’ül İslam olarak ikiye bölüyorlar.”
Kimdir bunlar? Ve, tabii ki, bu bolunme nerede goruluyor?
“Kendileri gibi olmayanları dar-ül harp cephesinde, netice itibarıyle katli vacip kafirler olarak görüyorlar.”
Bu tur seyleri okuyunca, insan, yahu acaba bu tur bir bolunmeyi –tersinden– yazarin kendisi yapiyor olmasin diye de sormadan edemiyor.
“Aslında ‘kutuplaştırmadan’ öte bir durum söz konusudur… Tabii kafirleri katledip mallarına el koymak, kadınları da köleleştirmek cennete giden yolu aralayan kutsal bir eylem sayılıyor…”
Haydaa.. Iyi de, kormunc bir suctan, ya da suc potansiyeli olacak bir odaktan bahsediyor.. Bahsediyor da, bu ‘odak’in tam olarak ne oldugunu, nerede oldugunu nedense soylemiyor.
Halbuki, hepimizin bilmesi ve mucadele etmesi gereken cok onemli seyler bunlar –karnindan konusarak gecistirilmesi hic de dogru degil.
“15 Temmuz gecesi askerî öğrencilerin boynunu kesenler, boğazın sularına atanlar Hilafet geldiğinde ne yapabileceklerine dair bir fikir veriyor…”
Bu fiillerin gercek olduguna inaniyor olmasi onemli tabii ki. Peki, kanit?
“Din her zaman bir egemenlik aracı olmuştur. Sömürüyü, yağma ve talanı, baskıyı ve zulmü meşrulaştırmanın etkin bir aracı olmuştur. Bir de tabii dinin bireyi ve bireyin özel yaşamını angaje eden yanı var…”
Ayni seyin ideolojiler icin de gecerli oldugunu da soyleseydi, daha tutarli olacagini dusunuyorum. Bu haliyle, tek tarafli bir yazi olmaktan ileri gidemiyor, malesef.
“Son tahlilde din bir ideolojidir ve yoruma tabidir. O işi de burnundan kıl aldırmayan din alimleri, ulema yapıyor.”
Evet. Burada, bu yazida da kolayca gorebilcegimiz uzere, ‘burnundan kıl aldırmayan’lar arasinda Baskaya’yi da sayabiliriz rahatlikla. Cunku, ‘onlar oyledir, onlar boyledir’ diye kesin hukumler verirken, kendisinin daha da beterini sergiledigini durup dusunmek ihtiyaci bile duymuyor.
“Dolayısıyla, yazılı, başı-sonu belli uyulması gereken evrensel değerlere ve kurallara orada yer yoktur. Yorum daima iktidardakilerin, güç ve iktidar sahiplerinin çıkarını gözetecek şekilde yapılır… Ulema tayfasının el üstünde tutulmasının nedeni budur… Yoksullardan/ezilenlerden yana tavır koyana asla yaşama şansı tanınmaz… ”
Ben, Baskaya’nin hangi evrende yasadigini merak etmek zorunda kaliyorum; cunku ‘basi sonu belli evrensel kurallar ve degerler’den bahsediyor.
Neredeymis, ne zaman var olmus bu ‘evren’? Marksizmin hakim oldugu bir yerlerde mi, mesela? Eger oyleyse, orada, ezilenlere yasama hakkini taniyan evrensel kurallar gecerli miymis?
“Mesela Serez Çarşısında asılır…”
Bu, cok ucuz bir bel-alti vurustur.
‘Cok ucuz’ ve ‘bel-alti vurus’ olmasinin sebebi de sudur: Seyh Bedreddin’e atif yapiyor. Seyh Bedreddin’in yanlis ata oynayip ikbalden dusmuslukten kaynaklanan lakirdilarini ezilmislere/yoksullara sahip cikmak seklinde yeniden pazarlamanin yakin zamanda –kendisine tarihten bir referans bulmak amaciyla– ‘sol’un uydurdugu bir efsane oldugunu biliyoruz malesef.
Baskaya, bilmemegi tercih etse de.
“Eğer Hilafeti ihya etmeyi başarırlarsa, artık hiç bir evrensel kurala, hiçbir ilkeye, hiçbir yasaya ihtiyaç duymayacaklar…”
[…]
“Lâkin, öyle bir şeyi asla başaramazlar. Bu ülkenin ilerici, aydınlık güçleri dinci yobazlara pabuç bırakmaz… Kaldı ki,toplum çoğunluğu Politik İslamcı iktidarın dayatmalarına karşı…”
Simdi.. Bu paragraflari okuyunca, insan –ister istemez–, Baskaya’nin, gerceklesme ihtimalinin olmadigini kendi sozleriyle de teyid ettigi bir ‘tehlike’ hakkinda kendi kendisiyle gelin guvey oldugunu dusunmeden edemiyor.
Ve, birileri de, boyle bir yaziya ‘onemli’ diyebiliyor..
“AKP seçimle iktidara geldi ama artık seçimle iktidardan gitmek istemiyor.”
Hmm… Vay canina, sayin seyirciler.. Secimle isbasina gelmis olmasina ragmen, isbasindan gitmek istemiyor olan bir siyasi parti ile karsilastik..
Halbuki, butun siyasi partiler, isbasindan gitmek icin yanip tutusur; iktidara gelir gelmez, ilk is, isbasindan gitmek planlarini yaparlar cunku..
Yok, oyle yapmazlar tabii ki.
Ama, AKP bir istisna. Onlar ‘secimle isbasindan gitmek istemiyor’.
‘Secimle isbasindan gitmek istemiyor’ oldugunu da nereden biliyoruz?
Cunku, bunu bize Baskaya soyluyor.
O soyluyorsa, kesin oyledir.
Bu arada, ‘secimle isbasindan gitmek istemiyor’ olanlardan nasil kurtuluruz?
Darbeyle tabii ki.
Celebi, bizde demokrat dedigin boyle olur.
“Ömer Halisdemir’le ilgili düşünceleriniz nedir?”
Hicbir fikrim yok desem pek az sayida kisi inanacak belki; ama, oyle.
Butun bildigim, okuduklarimdan ibaret. Onlar da, Halisdemir’in, aldigi bir emri uyguladigi, sonucunda da olduruldugu yolunda.
Devlet [*] anlayisina gore ‘sehit’ ilan/kabul edilmesine itiraz etmem; ama, aldigi bir emir uzerine gorev yapmis olmasinin onu neden ‘kahraman’ yaptigininin cevabi cok da acik degil.
Dahasi, ben, oldum olasi, aksamdan sabaha ‘kahraman’ ilan edilen kisilerin degerlendirilmesini zamana birakmak kanaatinde oldum.
[*: ‘Devlet anlayisi’ terimini bilerek sectim; cunku bu, cogu kisinin sandiginin aksine, ‘Islam anlayisi’ ile cakismiyor.]
AK Parti Genel Başkanının iktidarı gayrımeşrudur.
Tıpkı Cehape’nin birinci ve ikinci genel başkanlarının iktidarlarının gayrımeşru olması gibi.
Cehape’nin Genel Müdürü bu gayrımeşruluğu
kabul etmediği sürece seçimleri kazandığı takdirde onun iktidarı da gayrımeşru olacaktır.
Molla’lar ve piyonlarının resmidir;
http://www.nasname.com/images/uploads/_headline/11329887_941381435901753_8326924204858093217_n.jpg
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/iranda-yoksullarin-ofke-dolu-isyani
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2018/01/bir-devrimin-esiginde-10-hararinin.html
Keşke diğer yobazlar da Necip kadar kalitesi olsa.
Necip, en azından, iki tivit görüp ‘tamam, ben donanımlı bir yobaz oldum’ demiyor hiç.
Yaşamış, okumuş, tecrübe edinmiş, epey rafine olmuş, amiyane tabirle ‘salon yobazı Necip’.
Diğer yobazlar ‘yobazlık’ın kıymetini paramparça ettiği için Necip artık onlarla iletişim kuramıyor, sıkılıyor, hüsran dolu kopuşlar yaşıyor.
Keşke diğer yobazlar, rafine yobaz Necip’in müktesebatına erişmeyi arzulasa, onun yobazlığını kendilerine örnek alsa, belki değişim başlar yavaş da olsa..
Ahh ahh..
O güzel, eski, şuurlu, elit yobazlar, o güzel atlarına binip gittiler; geride Necip gibi bir salon yobazını, bir rafine yobazı numune niyetine bıraktılar…
“‘salon yobazı Necip’.”
Tahir efendi.. daha daha ne var ne yok; hic degismemissiniz; masallah.
Muvahhid adındaki bir sitedeki bir yazıdan;
“Bu şahsın sahip olduğu Mürcie akidesine bizzat kendi sitesindeki yazıları şahittir. Sivri çıkışlarıyla ön plana çıkan bu kişi diğer bir çok dindaşı Suud selefisi gibi –Suud meselesine de birazdan geleceğiz inşallah- şirk hususunda cehaleti mazeret görmekte ve bariz küfürleri işleyen kimseleri bile cehalet, tevil vb gerekçelerle tekfirden uzak durmaktadır. Ancak gördüğümüz kadarıyla bu zat kendi içinde tutarlı olma adına diğer kimselerin söylemeye cesaret edemediği şeyleri söyleyip fasit mezhebinin bütün lazımlarını sonuna kadar uygulamaktadır. Bu cümleden olmak üzere Suriye’deki Ali (ra)’a açıkça ilah diyen Nusayrileri ve onların elebaşısı Esad’ı bile tekfir etmemekte, keza Türkiye’deki Kemal Kılıçdaroğlu, Süleyman Demirel gibi tescilli İslam düşmanlarına dahi kafir denemeyeceğini ileri sürmektedir.”
…
“Azılı tağutları tekfir etmeyen, onları müslüman ve dolayısıyla din kardeşi olarak gören bu kişi tağut taraftarı ithamından niye gocunmaktadır ki? O tağutlar senin “hatalı müslüman kardeşlerin” değil mi? Müslüman müslümanın kardeşi, dostu, velisi değil midir? Şu halde bu tağutlarla senin asgari de olsa bir velayet bağın sözkonusudur, o yüzden tağut taraftarı ithamından alınmana gerek yok! Tağutlarla sizin aranızdaki ufak tefek ihtilaflar da bizi ilgilendirmemektedir, bunlar aynı dinin mensupları arasındaki mezhebi farklılıklar mesabesindedir. Biriniz laikliği savunmuş, öteki karşı çıkmış; birbirini tekfir etmedikten sonra bu çok önemli değildir…
Suud meselesi de aynıdır. Senin her ne kadar Suudi rejimi ve ulemasıyla birtakım ihtilafların olsa da neticede birbirinize müslüman demiyor musunuz? Suud yönetimi de sana göre müslüman değil mi? Hatta sana göre iyi kötü şeriatın uygulandığı Suud diyarı laik demokratik Türkiye’den daha ehven olması gerekir. Şeriatın tatbik edildiği bir ülke dururken size göre en iyi ihtimalle fısk ve bidat yurdu olan bir diyarda ikamet etmeye devam etmeniz senin ve diğer sözde selefilerin bir çelişkisidir. Kaldı ki senin siten Salih bin Fevzan, Ahmed en-Necmi, Rabi el Medhali gibi Suud rejiminin ulemasına ait yazılarla dolup taşmıyor mu? Sen sonuçta Suudi ulemasından beslenmektesin, işine gelmeyen yerlerde onları terk ediyorsun diye Suudi ilmi anlayışına tamamen muhalifsin anlamına gelmez.”
…
“Türkiye’deki zahirci ekol tesbit edebildiğimiz kadarıyla nevi şahsına münhasır, ne tarihte ne de günümüzde birebir aynısı olmayan, bu acem topraklarında yaygın olan cehaletten neşet etmiş, bu ülkeye has bir ekoldur. Bu bahsettiği muasırlar örneğin kıyası açıkça reddediyorlar mı? Avamın müçtehidleri taklid etmesini bütünüyle inkar ediyorlar mı? Bin Baz ve İbn Useymin gibi Suudlularda zaten böyle şeyler kolay kolay vaki olmaz da Elbani ve Mukbil’in dahi bu konularda bunlar kadar cüretkar sözleri var mıdır bilmiyoruz. Eğer varsa kıyası ve taklidi reddetme hususunda kitaplar yazan bu şahıs ve benzerleri neden bu muasırlardan bu konularda kendileri gibi düşündüklerine dair açık bir nakilde bulunmazlar?
Diğer bahsettiği selef ve haleften Rabbani alimlere gelince; bunların hepsi de kıyası şeri hükümlere götüren bir delil olarak kabul etmektedir. İmam Şafii “er-Risale”sinde kıyasla alakalı müstakil bab açmış ve kıyasın hükmün dayanaklarından birisi olduğunu isbatlamaya çalışmıştır. Keza İmam Ahmed’in ve genel olarak Hanbelilerin usulunde kıyasa yer verildiği malumdur. İbn Teymiyye ve Muhammed bin Abdulvehhab Hanbeli mezhebine mensupturlar ve kıyası da kabul etmektedirler. İmam Buhari Sahihindeki İtisam bölümünde kıyasla alakalı bab başlığı açmıştır ilh… Şimdi bu imamların hangisi sizin gibi kıyas şeri delil değildir diyor? Hatta sadece bu alimler değil seleften halefe bütün Ehli sünnet kıyasın delil oluşunda ittifak etmiştir.”
…
“Diyoruz ki: Senin gibi hadis mealcilerinin usul noktasında bütün ümmete muhalif oldukları ortaya çıkmışken hala alimlerden bahsetmeniz iki yüzlülüktür. Siz alimlerden nakil yaparken sadece kendi görüşünüzü desteklemek için nakledersiniz, yoksa yukardaki kıyas ve taklid örneklerinde olduğu gibi bütün alimler de sizin aleyhinize görüş beyan etse bu hiç umrunuzda olmaz, hiç de sarsmaz. Kitap ve Sünnet mealcilerinin delile uymaktan kasıtları, delillerden kendi hevalarına uygun olarak çıkarttıkları hükümlerdir. Bizler ise Allahın izniyle alimlerden nakil yaparken alimleri şeri hükme götüren bir vasıta olarak görür ve o yüzden söylediklerine değer veririz. Alimler bizim nezdimizde kendi şahsi fikirlerimizi meşrulaştırmak için kullanacağımız, işimize gelmeyen sözleri olduğunda da biz delile tabiyiz bahanesiyle harcayacağımız bir meta değillerdir, bundan da Allaha sığınırız. Bizim alimlere ittibadan kasdımız –yukarda da beyan ettiğimiz gibi- öncelikle onların icmasına tabi olmaktır, yoksa fert olarak herhangi bir alimin görüşüne tabi olmak vaciptir diye hiçbir aklı başında kimse söylemez. İcmanın hüccet olduğu da kendisini Ehli sünnete nisbet eden herkesin kabul edeceği bir şeydir. Eğer ki bir meselede alimler ihtilaf etmişse bize düşen ilk etapta müftümüz kimse ona tabi olmaktır. Ardından imkan varsa meseleyi tahkik ederiz ve hangi görüş daha kuvvetliyse ona tabi oluruz. Şu halde sigaraya helal diyen alimlerden nakil yaptım diyerek neyi ispatladın ki? Sen bunları sadece kendi görüşüne uygun olduğu için nakletmişsindir, yoksa sigaranın helal olduğu kanaatine sen bu alimleri taklid ederek mi vardın? Bilakis sen kendini müçtehid makamına koyarak sigaranın helalliğine dair fetva verdin ardından okuyucuyu ikna etmek amacıyla bu görüşüne uygun kanaat belirten alimlerden nakil yaptın. Tersi zaten senin usulun açısından imkansızdır çünkü taklidi haram görüyorsun. Biz ise kendimiz herhangi bir içtihadda bulunmadan mevcut görüşlerden birisine tabi oluruz.”
…
“Öncelikle biz bu iddiacıyla bu münazarayı – en azından bu uslup ve yöntemle- inşallah çok fazla sürdürmek istemediğimizi beyan etmek istiyoruz. Çünkü bu şahıs tıpkı eski Yunan’daki safsatacı filozoflar gibi yeri geldiğinde karşı tarafı ilzam etmek için en bilinen gerçekleri bile ters yüz edebilmektedir. Sigara konusuyla alakalı şimdi ve daha öncesinde yazdıkları bunun şahididir. Her dinden ve meşrepten, meslekten bütün insanların zararlı olduğu üzerinde ittifak ettikleri; üretenlerin ve tüketenlerin dahi zararını itiraf ettikleri sigaranın zararlı olmadığını hatta faydalı olduğunu isbatlamaya çalışan birisi ile münazara etmek adeta suya yazı yazmak mesabesindedir. Şimdi bir şeyin mahiyeti hakkında yürütülen tartışmada sıkıştığı zaman o şey hakikatte var mı, yoksa hayal mi şeklinde demagoji yaparak meseleyi kökünden halleden (!) sofestai filozofu gibi sigara, herkes nezdinde bilinen zararından dolayı haram kılınmıştır diyen birisine cevaben sigara zararlı mı ki, bilakis çok faydalı bir şey diye karşılık veren bir kimseye nasıl cevap yetiştirilebilir ki? “Zarar, İslam Teşri’inde Haram Kılma Sebeplerinden Değildir” diyen sen değil misin? Sana göre bir şeyin zararlı olup olmamasının hükme hiçbir tesiri yoksa şu halde sigaranın zararlı olmadığını neden isbatlamaya çalışıyorsun ki? %100 zararlı da olsa haram olmaz der, geçersin kendi itikadınca! Fakat bunun meseleyi çözmeyeceğinin o da farkındadır. Mesela yukarda naklettiğimiz Münavi’nin sözü açık olduğu halde Münavi adına konuşarak Münavi’nin kasdı şu değildir, bu değildir diye yorum yapmaktadır.”
…
“Patlıcan, ekzos dumanı gibi örnekler vererek bütün insanları ahmak yerine koymak doğru bir iş değildir. Biz burada sigara gibi –akıl sahipleri nezdinde- zararı tamamen isbat edilmiş bir şeyden bahsediyoruz, yoksa bahsettiği türden zarar ihtimali taşıyan fakat zarar vermemesi de muhtemel olan hatta çoğunlukla zarar vermeyen şeylerden bahsetmiyoruz.”
Ondörtbin yıl gezdim divanelikte
Sıtk-ı ismin buldum pervanelikte
İçtim şarabını mestanelikte
Kırkların ceminde dara düş oldum
Kırkların ceminde haydar haydar dara düş oldum
Güruh-u naci’ye özümü kattım
İnsan sıfatından çok geldim gittim
Bülbül oldum firdevs bağında öttüm
Bir zaman gül için zara düş oldum
Bir zaman gül için haydar haydar zara düş oldum
Haydar Haydar…
Bütün kör yandaşlıklara, zulme, zalime, kiralanmışa, satılmışa, evinsize, özsüze inat, yine de güzel ve iyi olan şeyler var tabii.
İzdivaç programları ev hanımlarını uyutmak için bir afyon niteliğindedir.
Marksizm aydınların afyonudur.
Bilimcilik burjuva pozitivistlerinin afyonudur.
“İran Molla rejimi sallanıyor;
Türkiye tutuşuyor…
İşgalci barbarların ortak korkusu ezilenlerin başkaldırısıdır…”
“İran;
Tunus’tan başlayan Mısır, Libya ve Suriye’yi de içine alan dalganın hedefinde kendisinin olduğunu zamanında gördü ve savaşı Suriye’de karşılayarak Tahran/Lübnan hattındaki etkisini artırmayı başardı.
Dış dinamiklerin belirleyici olduğu Ortadoğu’da;
İsrail için tehdit oluşturan Ülkelerin/Politikaların başarı şansı yoktur!
Çağ dışı Molla Rejimi süregelen toplumsal olayları bastırabilir ama yakın gelecekte ABD ve İsrail’in müdahalesinden kurtulamaz!..”
“MİT beslemesi ITC (IRAK TÜRKMEN CEPHESİ),
İRAN/TC/IRAK/Haşdi Şabi ve Cehşlere güvenerek Kürdlere meydan okuyordu;
Dün meydan okuyanlar
Bu gün meydana serildiler…
Sıra diğer işbirlikçilere gelecek;
Çünkü babaları İran çırpınıyor…”
(Nasname)
ITC sorumlusu Kerkük’te öldürüldü
Erbil (Rûdaw) – Irak Türkmen Cephesi (ITC) Kerkük’teki Askeri Mahalle sorumlusu Alaadin Abdulmaksud Salihi, kimliği belirsiz kişilerce öldürüldü. ıtc’nin Kerkük’teki Askeri Mahallesi sorumlusu Alaadin Abdulmaksud Salihi, bu akşam uğradığı…
RUDAW.NET
http://www.rudaw.net/turkish/kurdistan/020120186
https://www.youtube.com/watch?v=cmN2cVOr5W4
https://demirden-kapilar.blogspot.com.tr/2018/01/selahattin-demirtas-tekrar-baskan.html
http://gercekgazetesi.net/gundemdekiler/islamcidan-anti-emperyalist-olur-mu
Son dakika… 20 ilde eş zamanlı operasyon başlatıldı… Çok sayıda gözaltı
SİİRT merkezli 20 ilde FETÖ/PDY’ye yönelik düzenlenen operasyonda, 31 asker gözaltına alındı. Siirt’te yürütülen FETÖ/PDY soruşturması kapsamında örgütün askeri yapılanmasına yönelik dün operasyon düzenlendi. İl Emniyet Müdürlüğü ekiplerinin Siirt merkezli 20 ilde yaptığı operasyonda, 4 binbaşı, 2 yüzbaşı, 1 üsteğmen, 2 teğmen, 15 astsubay ve 7 uzman erbaş gözaltına alındı.
Soruşturma kapsamında 2 kişinin yakalanması için çalışmaların sürdüğü bildirildi.
“İran Devrim Muhafızları” ile “Cinsel Devrim Muhafızları” kapışsa “Kemalist Devrim Muhafızları” kimi destekler?
Zor bir ikilem! Bir yandan “Anti-Emperyalizm” gerekçesiyle birini, diğer yandan da “Çağdaş Uygarlık” gerekçesiyle öbürünü desteklemeleri gerekir!
[Öte yandan devrimin “muhafız”ları mı olurmuş? Devrim “muhafaza” edilecek bir şey ise ne farkı var devrimcilerin “muhafazakar”lardan?]
“SSCB, İngiliz emperyalizmine karşı mücadele bağlamında Anadolu’da yürüyen milli mücadeleyi destekliyor, silah, mühimmat ve para yardımında bulunuyordu. Emperyalistler SSCB’nin etkisinde bir Türkiye istemediklerinden kendi kontrolleri altında bir kapitalist Türkiye’ye razı oldular ve önemli tavizler verdiler. Mustafa Kemal’den bu yönde güvenceler alan emperyalist devletler 1921 yılında Londra Konferansından sonra işgal ettikleri bölgelerden çekildiler.”
“Emperyalist güçler SSCB’nin burnunun dibinde kapitalist bir Türkiye’nin kurulmasına cevaz vermek zorunda kaldılar. Mustafa Kemal’in de bu yönde emperyalistlere güvence vermesiyle sürecin önü açıldı ve Lozan Antlaşması imzalandı. Yani Lozan Antlaşması emperyalist güçlerle Türkiye arasındaki bir uzlaşmadır. Lozan ne Kemalistlerin iddia ettiği gibi bir zafer, ne de Erdoğan’ın söylediği gibi bir hezimettir.”
“Erdoğan’ın izlediği dış politika uluslararası arenada sıkışmışlığını arttırmaktadır. Dolayısıyla iç kamuoyunu oyalamak için yine bu tür beyanatlarda bulunmaya, milliyetçiliği besleyecek ve daha da kışkırtacak tarihsel efsanelere başvurmaya devam edecektir. Erdoğan’ın izlediği bu yöntem totaliter rejimlerin ortak yönlerinden birisidir. İtalya’da Mussolini’nin, Almanya’da Hitler’in kitleleri arkalarına yedeklemekte bu tür tarihsel efsanelerin, yalanların payı büyüktür. Emekçi kitlelerin bu yalanlara kanmasının geçmişte olduğu gibi bugün de felâketle sonuçlanması kaçınılmazdır.”
Lozan’la Gündem Değiştirmek / Marksist Tutum
http://marksist.net/hakan-sonmez/lozanla-gundem-degistirmek.htm
Başkaya Hocam, zamanında “Paradigma’nın İflası” diyerek güzelce kritize ettiğiniz ve yıktığınız “Eski Türkiye”den boşalan yere bir şey idame ettiremediniz (ki bu dünyanın her yerinde, 1950’lerden beri süregelen postmodern paradigmaların temel sorunudur) ve sizler, kürtler, anarşistler, sosyalistler, liberaller (2. Cumhuriyetçiler) vb. aranızda tartışıp-spekülasyonlara boğulmuşken, Siyasal İslam yıktığınız arsaya kendi apartmanını dikiverdi. Olay budur. Kendinizi boşa paralamayın.
İdlib çıkmazı ve bir dönüm noktası
Gerçek
Ocak 13, 2018
Fırat kapanından sonra İdlib çıkmazına giren Türkiye’nin Suriye politikası adeta yolun sonuna gelmiş durumda. Fırat Kalkanı ile amaçlanan eğer DAİŞ’in tasfiye edilmesi olsaydı Türkiye’nin çok memnun olması gerekirdi. Zira DAİŞ kontrol ettiği stratejik şehirleri kaybetmiş, çöllere çekilmiş, esas olarak gerilla tarzı eylemlerle varlığını sürdürebilir hale gelmiştir. Oysa Fırat Kalkanı’nın esas hedefi DAİŞ değil PYD idi. En somut hedefler, Afrin ile Fırat nehrinin doğusundaki Kürt kantonlarının birleşmesinin engellenmesi, ABD’nin Rakka harekâtında PYD’nin yerini Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) almasıydı.
Astana’dan kim ne bekledi?
Geçen zaman zarfında ABD, PYD ile işbirliğini, sürdürmenin ötesinde derinleştirdi ve artık ABD himayesinde bir ordu kurulması, Amerikan üsleri ile donanmış PYD bölgesinde bir Kuzey Suriye Federasyonu’nun inşasında adımlarını giderek somutlaştırmaya başladı. Türkiye bu gidişatın karşısında, Fırat Kalkanı için icazet aldığı Rusya ile ilişkilerini ilerletti ve İran’ın da yer aldığı Astana sürecinin bir parçası oldu. Türkiye hükümetinin bu süreçten beklentisi Afrin’e bir askeri operasyon yapmak için hâlihazırda bölgeyi himaye eden Rusya’yı ikna edecek bir pozisyon elde etmekti. Bunun için “çatışmasızlık bölgeleri” anlaşması fırsat olarak görüldü. İdlib’in şehir merkezi başta olmak üzere, batı ve kuzey bölgelerinde oluşturulacak çatışmasızlık bölgesinin garantörü Türkiye olacaktı. Şehrin doğu kırsalında Suriye ordusu hâkim olacak, aradaki bölgeyi de Rusya kontrol edecekti.
Rusya ve İran’ın beklentisi, Halep, Suriye ordusunun eline geçtikten sonra, şehirden kaçıp İdlib’e doluşan tekfirci mezhepçi örgütlerden Türkiye aracılığıyla kurtulmaktı. Türkiye’den somut olarak istenen ise Heyet Tahrir Şam (HTŞ) adı alarak çok sayıda örgütü çatısı altında birleştiren El Kaide/El Nusra güçlerinin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adıyla anılan ama içinde Ahrar-üş Şam gibi tekfirci mezhepçi örgütlerin de yer aldığı sözüm ona ılımlı muhaliflerden ayrıştırılması ve etkisiz hale getirilmesiydi. Bölgenin HTŞ’den temizlenmesi ya TSK tarafından desteklenen güçler eliyle ya da bizzat TSK tarafından gerçekleştirilecekti. Daha sonra TSK bölgede gözlem noktaları oluşturacak ve siyasi çözüme kadar çatışmasızlığı sürdürecekti. Bu planda ideolojik açıdan HTŞ’den pek az farkı olan Ahrar-üş Şam gibi gruplar HTŞ ile çatışma içinde olmaları ve Türkiye’nin garantisi ile resmen terörist ilan edilmediler. Ancak bu örgüte de HTŞ ile savaşması ölçüsünde göz yumulacaktı.
Türkiye ne yaptı?
Peki ne oldu? Türkiye baştan itibaren plana uygun hareket etmedi. İdlib’e soktuğu askerlerini şehrin kuzeyine Afrin sınırına konuşlandırdı. Üstelik bunu da HTŞ ile savaşarak değil anlaşarak gerçekleştirdi. TSK’nın İdlib’e girmesinin üzerinden geçen iki buçuk ayda bu durumda hiçbir değişiklik olmadı. Bunun üzerine Suriye İdlib’i havadan vurmaya, şehrin güney doğu kırsalından da kara harekâtına başladı. Türkiye Astana sürecindeki yükümlülüklerini yerine getirmediği için bu harekâta karşı eli kolu bağlı kaldı. Suriye ordusu sadece HTŞ’yi değil diğer örgütleri de vurdu. Ancak daha önce söylediğimiz gibi Astana’da bu örgütlere göz yumulmasının şartı HTŞ ile savaşmaları olduğu halde Türkiye bölgeye girip bu örgütleri birbiriyle barıştırmıştı. Diyecek bir şeyi yoktu. Ancak Türkiye sustukça bölgedeki örgütler üzerindeki nüfuzu da aşınmaya başladı. Afrin operasyonunda bu örgütlere bel bağlayan iktidarın bu aşınmanın daha da ilerlemesine tahammülü yoktu. Beşar Esad’ın, ABD ile yaptığı işbirliği dolayısıyla PYD’yi “vatan haini” olarak nitelemesi AKP iktidarı ve milliyetçi çevrelerde “acaba ortak düşmana karşı işbirliği mümkün mü” sorusunu sordurdu. Ne var ki beklentilerin suya düşmesi çok sürmedi. Suriye’nin Birleşmiş Milletler (BM) temsilcisi Beşar Caferi ABD’nin yanı sıra Türkiye’nin askeri varlığını da saldırganlık olarak niteledi ve TSK’nın derhal geri çekilmesini istedi.
Esed… Esad… Esed
Suriye tavrını belli edince bir kez daha PYD’ye karşı savaşta kullanılacak tek unsur ÖSO kılığındaki çeteler ve Ahrar-Üş Şam gibi tekfirci, mezhepçi örgütler kalmıştı. Bu örgütler Suriye ordusu, Rusya ve İran’ın saldırısı altında giderek erimeye ve Ankara’ya sorgulayan gözlerle bakmaya başlamıştı. Ve… Erdoğan, 27 Aralık’ta uzun bir aradan sonra yeniden Esad’ı “devlet terörü estiren bir terörist” olarak tanımlayan açıklamasını yaptı. Esad yeniden Esed olmuştu ve onunla yürümek imkânsızdı.
İdlib çıkmazı dediğimiz tam da buydu. Çıkmazdan kurtulmak için yol arayan Erdoğan bir anda kendini çok daha zor bir pozisyonda buldu. 5 Ocak gecesi Türkiye’nin garantör olduğu bölgeden kalkan çok sayıda silahlı insansız hava aracı (SİHA) Rusya’nın Hmeymim ve Tartus’taki üslerine saldırı düzenledi. Bu saldırı üzerine Suriye ordusunun operasyonu hızlandı. Harekât havadan Rusya’nın, karadan İran’ın desteğiyle HTŞ’nin elinde bulunan Ebu Zuhur havaalanına yöneldi. Onlarca yerleşim yerini ele geçiren Suriye ordusunun bu ilerlemesi karşısında bir kez daha tepki vermek zorunda kalan AKP iktidarı, Rusya ve İran elçilerini Dışişleri Bakanlığı’na çağırdı. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Rusya ve İran’ın Astana’da üstlendiği garantörlük rolü gereği Suriye ordusunu durdurması gerektiğini savundu. Elbette ki bu sözler ciddiye alınmadı. Zaten bu sözler de Rusya ve İran’ı ikna etmek için değil Türkiye’nin himaye ettiği örgütleri teskin etmek içindi.
Kriz derinleşme eğilimi gösterirken, Putin ve Erdoğan arasında yapılan görüşmeden tansiyonu düşüren bir açıklama geldi. Putin, askeri üslerini vuran SİHA’ların ABD provokasyonu olduğunu, bu olayda TSK’nın dahli olmadığına inandıklarını söyledi. Nitekim saldırı esnasında Poseidon tipi bir Amerikan casus uçağının bölgede uçmakta olduğu tespit edildi. Putin, bir kez daha Türkiye’nin içine düştüğü zor durumu kullanmak ve inisiyatifi eline almak istiyor. Muhtemelen önümüzdeki günlerde Türkiye’nin Suriye, Rusya, İran ortak yapımı operasyonlara karşı sesi giderek kısılacaktır. Putin’in açıklamasına eşlik eden ve Rusya’nın HTŞ’yi yok etmekten vazgeçmeyeceğinde ısrar eden Rus Dışişleri kaynaklı açıklamalar bu doğrultuda değerlendirilmeli. Yine Rusya, Soçi’de düzenlenecek Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nden önce Türkiye ve İran ile ayrı bir zirve gerçekleştirilmeyeceğini açıkladı. Yaşananlar Astana sürecinin başlangıç aşamasını hatırlatıyor. Astana’nın öncesinde Rus Büyükelçi Karlov, bir polis eliyle suikaste uğramış, Rusya ise konuya yine itidalli bir dil kullanarak yaklaşmıştı. Böylece Türkiye Astana’ya Rusya’nın hamlelerine itiraz edemeyecek, önüne ne konursa imzalamak zorunda olduğu bir psikolojik ortamda gitmişti. Öyle de oldu. Şimdi aynı ortam adım adım Ocak sonunda toplanacak olan kongre öncesinde oluşmakta.
Afrin çıkmazı
Türkiye’nin içine girdiği çıkmazın en tehlikeli boyutu ise Afrin, Mınbiç ve PYD bölgeleri ile ilgili. AKP iktidarı, TSK ve MHP ile birlikte tüm Suriye politikasını PYD karşıtlığına endekslemiş durumda. İktidar tüm askeri hamlelerini ve diplomatik manevralarını başta Afrin olmak üzere bu bölgelere müdahale edebilecek koşulları oluşturmak üzere yapıyor. Ancak bu koşullar oluşmadığı gibi durum giderek AKP iktidarının aleyhine işliyor. Afrin bu noktada zayıf halka. Çünkü bu bölge hem Fırat’ın doğusunda tahkim edilmiş PYD bölgesinden coğrafi olarak kopuk ve Türkiye’nin askeri müdahalesini engelleyen sadece Rusya’nın bölgedeki himayesi. Mınbiç’te hem Rusya hem de ABD var. Dolayısıyla durum daha çetrefil. Fırat’ın doğusunda ise PYD kadar ABD’nin kendisi de konuşlanmış durumda. NATO üyesi bir ülke olarak Türkiye’nin alamayacağı türden riskler barındırıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin askeri planlamalarında en son sırada yer alıyor.
Ne var ki yaşanan gelişmeler zayıf halka olarak görülen Afrin’e yönelik bir askeri müdahaleyi bile çok riskli hale getirmiş durumda. Suriye’nin resmen Türkiye’yi işgalci olarak tanımlamakta olduğunu hatırlayacak olursak, Rusya’nın icazetini almadan girişilecek bir operasyon bir anda tabloyu bambaşka bir noktaya getirebilir ve kuvvetle muhtemel hale gelecek olan askeri başarısızlık Afrin’i almaya çalışırken Fırat Kalkanı bölgesinin dahi kaybedilmesiyle sonuçlanabilir. Diğer yandan koşullar Türkiye’yi Afrin’e müdahale etmek için elini çabuk tutmaya zorluyor. Zira zaman ilerledikçe durumun AKP iktidarı, TSK ve MHP’nin benimsediği çizginin lehine gelişeceğine dair hiçbir veri yok. Tersine olan veriler ise gösterdiğimiz gibi çok daha fazla. Yani AKP cephesinde durum daha da elverişsiz hale gelmeden müdahale etmenin planları yapılıyor. Rusya’nın icazetini alamadan bölgeye yapılacak bir askeri girişimin, askeri başarı elde edilse bile Türkiye’yi tam bir tecrit içine sokacağı aşikâr.
Erdoğan’ın ve AKP iktidarının Fransa ve Almanya üzerinden AB ile yeniden bir başlangıç yapmak için Fransa’dan milyarlar döküp Airbus ve füze alımı yapmasına, Almanya’ya ise “siz bir adım gelirseniz bir koşarız” mesajları verilmesine bu açıdan da bakmak gerekir. Fransa, Türkiye’nin bölgede uçuşa yasak bölge kurma planına destek veren tek ülkeydi. Eski sömürgesi Suriye’de yeniden etkin olabilmek için Türkiye’yi potansiyel bir köprü olarak gördüğü düşünülebilir. Almanya açısından da demokratik kaygılar ve “Avrupa değerleri”nin, mülteci korkusu ve para kaygısına ağır basacağını düşünmek safdillik olur. Erdoğan’ın da genelde Suriye politikasına özelde Afrin operasyonuna tam bir AB sponsorluğu beklediğini söyleyemeyiz. Ama en azından büyük bir kriz anında Fransa ve Almanya’ya araya girip, kavgayı ayırarak bölgede etkinlik sağlama olanağı vermeyi planlıyor olabilir. Ancak kavgalarda en çok darbeyi araya girenlerin aldığı bilinir. Avrupalıların böyle bir riske girmek için ne kadar istekli olacağını, Erdoğan ve müttefiklerinin bu güçlere ne ölçüde çekici vaatler sunabileceğini göreceğiz.
Suriye kilidi
Türkiye’yi genel olarak Suriye politikasında özel olarak Afrin’de sıkıştıran etkenlerin içinde iç politik krizler de büyük rol oynuyor. Türkiye içindeki tüm siyasi aktörlerin hareket planında Suriye’deki gelişmeler en önemli başlıklardan birini oluşturuyor. MHP’nin hiç gereği yokken, çok erken bir aşamada Erdoğan’a açık çek sunmasını ve bu açık çekin vadesini 2024’e kadar uzatmasını, Abdullah Gül üzerinden kopan fırtınayı,Erdoğan’ın Fransa ve Almanya hamlelerinin karşısında Kılıçdaroğlu’nun AB elçileriyle kahvaltı yapıp, başka şeyleri değil de AKP-MHP ittifakı ile Suriye konusu konuşmasını ve nihayet Kürt hareketi bünyesinde ve etrafında gelişen tartışmaları Suriye’de gelişen süreçten bağımsız değerlendiremeyeceğimiz açık.Türkiye hızla bir dönüm noktasına doğru ilerliyor.
http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/idlib-cikmazi-ve-bir-donum-noktasi
http://www.almuwahhid.org/makale.php?id=704
“…yok İslam’da cariyelik varmış, sıfatlar şöyleymiş, huriler böyleymiş gibi …meseleleri gündeme getirerek hiçbir neticeye varamazsınız. …Şu an kölelik, cariyelik, çoğul evlilik kaldırıldı da bunların benzeri uygulamalar toplumda kalktı mı yoksa en rezil şekilde isim değiştirerek devam mı ediyor? …Siz insan fıtratıyla, toplumun dengesiyle oynamaya kalkarsanız toplum bunu kabullenmez ve sizin düşündüğünüzden daha kötü bir şekilde el altında bunları uygulamaya devam eder. Ondan sonra da köleliği kaldırdım dersiniz, birileri yine hizmetçiliğe, uşaklığa daha kötü şartlarda devam eder; cariyeliği kaldırdım dersiniz eskiden kölenin, cariyenin bir hukuku, bir şerefi varken şu anda tamamen illegal şekilde fuhuş köleleri alınıp satılmaya devam eder; çoğul evliliği kaldırdım dersiniz erkek gider istediği zaman yanında tutacağı, istediği zaman yüz üstü bırakacağı metresler tutar ilh…”
““…Berahime ki onlar nübüvveti, peygamberlik kurumunu reddetmişler; lakin bu hususta mükellefin amel edeceği konularda aklın yeterli olduğunu delil getirmişlerdir. …peygamberler ise ya akla uygun şeylerle gelirler ki bu takdirde aklın yanında bir de onlara ihtiyaç kalmaz. Veyahut da akla uygun olmayan şeylerle gelirler ki bu takdirde onlara zaten iltifat edilmez…””
Dünden bugüne değişti mi?
1) “Asıl meselenin cihadı yönetmek değil Doğu Anadolu üzerinde kontrolü ele geçirmek olması.”
2) “Dinsel coşkunluktan ziyade, iktidar politikasıyla hareket etmek.”
3) “Gerektiğinde siyasal amaçlar uğruna dinsel ve ideolojik ayrımları görmezden gelmek.”
“…Danişmend’in Malatya’yı ele geçirmesi, o ve Kılıç Arslan arasında belirgin bir çatışmaya yol açtı ve Kılıç Arslan, Bohemond’un fidyesi meselesini muhtemelen rakibinin işlerine müdahale etmek için bahane olarak kullandı. Her iki taraf için de asıl mesele Doğu Anadolu üzerinde kontrolü ele geçirmekti, cihadı yönetmek değil. Her iki tarafın da sırasıyla kontrolü altına almaya çalıştığı stratejik açıdan önemli Malatya kenti üzerindeki uzun süreli çatışmaları, dinsel coşkunluktan ziyade, iktidar politikasıyla hareket ettiklerini gösterir. Bohemond’un serbest bırakılma koşulları meselesi, gerektiğinde tüm tarafların siyasal amaçlar uğruna dinsel ve ideolojik ayrımları görmezden geldiğini ortaya koyar.”
[Anadolu Selçukluları, Bir Hanedanın Evrimi, Songül Mecit, s.106]
“çoğul evliliği kaldırdım dersiniz erkek gider istediği zaman yanında tutacağı, istediği zaman yüz üstü bırakacağı metresler tutar”
Bunu bu sekilde yazmak, bence, konuyu temelinden iskalamak anlamina gelir.
Hangimiz, hangi mecrada, ‘metres araniyor’ anlamina gelecek ilanlar gorduk?
Goremeyiz. Dinamikler oyle islemez.
Bahsi gecen ‘metresler’i erkekler bulup kendilerine kul/kole/cariye yapmazlar.
Tersine, kadinlar, imkani olan erkekleri bulur/secer ve ‘metresler’e kendilerini dahil ederler.
‘Metresler’ kadrosunda yer yok ise, becerebilirse, kendine yer acar; digerlerinden birisini yerinden eder.
Mumkun olsa, tabii ki, ‘tek’ olmak isteyecektir; ama, digerlerinin guc, yetenek ve imkanlarini yok saymak gibi bir aptalliga genelde yeltenmezler.
Buyuk filozoflarimizdan Yesil lakapli Mahmut Yildirim’in da son derece veciz bir sekilde buyurdugu uzere: “Akıllı olun, yalnız başınıza yemeyin. Paylaşın. Aksi halde size bu kazancı yedirmezler. Kustururlar.”
Dolayisi ile, akilli kadinlar, paylasmanin daha akillica oldugunu bilirler.
Erkek, bu oyunda, zannedildigi gibi aktif eleman filan degildir; o, sadece, para/servet gibi imkanlariyla bir semsiye/cati rolundedir.
Sonuc?
Sonuc sudur: Bu konuda erkekleri gunah tekesi sa[n/y]anlar, kecileri (gozden) kacirmis olanlardir.
Peki burada asıl sorulması gereken soru “nasıl” bir hilafeti ihya etmek istedikleri değil midir?
Resim yapan, piyano çalan son halife Abdülmecid’inki gibi alafranga bir hilafet mi?
Yoksa içkici, sazcı-sözcü “Lale Devri” padişahlarınınki gibi alaturka bir hilafet mi? Öyleyse yandaş medyanın yerini de “Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan” diyen meddahlar mı alacak?
“SSCB, İngiliz emperyalizmine karşı mücadele bağlamında Anadolu’da yürüyen milli mücadeleyi destekliyor, silah, mühimmat ve para yardımında bulunuyordu.”
Dogru degil bu.
Ozbekistan Muslumanlari basta olmak uzere, SSCB icindeki muslumanlar boyle bir yardimi organize etmistir. SSB yonetimi de, erkeklige sey surdurmemek icin, bunu kendileri yapiyormus gibi pazarlamistir.
“Emperyalistler SSCB’nin etkisinde bir Türkiye istemediklerinden kendi kontrolleri altında bir kapitalist Türkiye’ye razı oldular ve önemli tavizler verdiler.”
Bunun da iyi sorgulanmasi gerekiyor.
Osmanli Devletinden geriye kalan uzerinde sahiplik iddia eden iki ayri hukumet vardir. Birisi Istanbul Hukumeti, digeri de Ankara Hukumeti.
Bir de bunlarla pazarlik yapan ‘karsi taraf’ –yani, oncelikle Britanya Imparatorlugu, sonra da Fransa filan.
Simdi..
Ayni sey uzerinde ayni haklari iddia eden iki ayri unsur varsa, sizce bunlarla pazarlik yapanlar acik artirma mi yaparlar yoksa acik eksiltme mi?
Tabii ki, acik eksiltme.. yani, en aza kim razi olursa, onu muhatap alirlar.
Ve.. surpriz.. surpriz.. o da Ankara Hukumeti olmustur.
Nerdeyse her isteneni vermis, her soyleneni de yapmistir.
Ustune ustluk, bir de kurtarici peydahlamistir.
Daha ne olsun?
“Mustafa Kemal’den bu yönde güvenceler alan emperyalist devletler 1921 yılında Londra Konferansından sonra işgal ettikleri bölgelerden çekildiler.”
Buradaki ‘bu yönde’ terimi yerine ‘her turlu’ demek daha isabetli olur, bence.
“Peki burada asıl sorulması gereken soru ‘nasıl’ bir hilafeti ihya etmek istedikleri değil midir?”
Yok, yok. O degil.
Asil soru ‘Baskaya bunu neresinden uyduruyor?’ sorusudur.
İstanbul Üniversitesi’ni (Darülfünun) ve bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ni (Sanayi-i Nefise Mektebi) kuran II. Abdülhamid hilafeti
Galatasaray Lisesi’ni (Mekteb-i Sultani) kuran Abdülaziz hilafeti
Yeniçeri Ocağı’nı kaldıran II. Mahmud hilafeti
Nizam-ı Cedid Ocağı’nı kuran III. Selim hilafeti
Ülkesine matbaayı, daha doğrusu ilk Türkçe matbaayı getiren III. Ahmed hilafeti
Kağıdın Çin dışında ilk kez 751 Talas Savaşı’ndan sonra Semerkand’daki Çinli esirler tarafından imal edilmesinden sonra 793’te Bağdad’da ilk kağıt imalathanesini kurarak diğer İslam ülkelerine ve Avrupa’ya yayılmasını sağlayan (daha önce papirüs ve parşömen kullanılırdı) Harun Reşid hilafeti
(III. Ahmed Harun Reşid’in gerisinde mi kalmış ne?)
Bu konuda Özdemir İnce de şöyle yazmış sitesindeki son yazısında;
“Müslüman toplumların bugün işinde bulundukları sefaletlrin sorumlusu bizzat İslam’ın yapısıdır. Daha önce de kaç kez yazdım: İslam Hilafetsiz İslam bir anarşik dindir. Halifelik tarihi boyunca sadece Arabistan’da güç sahibi olmuş; Emeviler ve Abbasiler’den itibaren Emirlerin elinde oyuncak olmuştur.
Gücü derler ama İslamın en büyük zaafı Kilise’ye benzer bir hiyarerşik yapıya sahip olmamasıdır. Mahalle ve köy imamının itaat edeceği dinsel otorite yoktur. Kafası attığı anda kendine bir tarikat kurar. Görünüşe bakmayın, İslam’ın İlk Dört Halife’den bu yana Peygamberi protokolda vardır ama fiiliyatta yoktur. Tarikat, tekke ve zaviye şeyhleri, cami imamları ve cemaat hocaları Peygamber’in Makamı’nı işgal etmişlerdir.
Cumhuriyet bu acı gerçeği gördü, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurdu ve Şeyhülislamlığı kaldırdı. Bu durum ulema tayfasını tatmin etmediği gibi çok kızdırdı. Ulema attan inip eşeğe biniyordu. Şeyhülislam’ın Divan’daki, hükümetteki yeri Sadrazam’a (Başbakan’a) denkti.Oysa, Diyanet İşleri Başkanı, hükümette bir bakana bağlı bir yüksek memur idi. Ulema’nın tamama yakını Cumhuriyet düşmanı oldu ve yer altına indi.
Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğruyol Partisi,Anavatan Partisi, Erbakan’ın partileri ve AKP bu yeminli Ulema sınıfının gayretleriyle iktidara geldi. Bu yeni Ulema Sınıfı’nın kaynağı imam-hatiplar olmuştu. Şu anda iktidar zaten bu yeni ulema sınıfının elinde. AKP kendi “İstemezükçü” tayfasını yarattı.Bunun sonucu “Peygamber”siz yeni bir din olabilir. Bu yeni sınıfın peygamberin aracı varlığına ihtiyacı yok! “Peygamber” eğer işlevsizleşmeseydi AKP 16 yıldır iktidarda kalamazdı. “Çalıyorlar ama alınları secdeye değiyor. Sofrada beslemele çekiyorlar!” diyen halkın da zaten peygambere ihtiyacı yok!
Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, cumhuriyetin laiklik ilkesini yok sayarak fetvalar yayınlaması, haklı olarak, tepkilere yol açtı. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yarattığı en büyük tehlike bu fetvalar değil. En büyük tehlike, en azından 1950’den itibaren, İslamcı Eleman Dağıtım Merkezi olarak çalışması…
Laiklik ilkesi Anayasa’ya 5 Şubat 1937 günü girmişti. Ağır yaralı ve komada olsa da 81 yıldır hayatta.”
Hilafetten sözetmişken İran ve Irak’ın ruhban sınıfının geleceği ne olacak?
Bir şeyler değişecek mi?
İlk Sümer rahiplerinden Zerdüşt rahiplerine, oradan da Şii mollalara kadar değişen pek bir şey olmadı sanki.
Bu hep böyle gidecek mi?
Yoksa “hilafet” gibi tarihin çöplüğüne mi atılacak veya en azından marjinalize mi olacak?
Peki Pehlevi ve Baas rejimleri bugüne gelebilselerdi kendi modernizmlerini ileriye götürüp bunun önkoşullarını sağlayabilirler miydi acaba?
(Suriye’deki Baas’ın karşısında kimlerin olduğunu da görüyoruz. Bu üç ülke de kendi doğal mecraları içinde evrilebilselerdi zamanla en azından Türkiye’yle aynı düzeye gelebileceklerini söylemek mümkün değil midir?
Bizde de yeni oligarşi olmasaydı eskisi zamanla yoluna giremez miydi? Bunlardan öncekiler AB yolunda yavaş da olsa gidiyorlardı. Bunlar ise sırf rakiplerini alt edebilmek için bunu kullanıp sonra bıraktılar.
Suriye’yle ilişkileri de şu son felaketten tam da bir yıl önce tamamen düzeltmişlerdi. Tam yoluna girmişken daha ertesi yıl aniden papaz oldular.)
Taylan Kara’nın aktardığına göre Aksu Bora isimli bir Birikim dergisi yazarı (adını hatırladığım biri, Birikim’deki yazılarını daha önce okumuş olabilirim şu an hatırlamasam da) şunları yazmış;
“”Yaşam tarzı” dedikleri o boktan orta sınıf güvenliğinin ve kendinden menkul ‘doğru hayat’ nosyonunun tehdit altında olduğunu hissedenler, bayrak mitingleri düzenledi.”
Sanırım Necip bile bu kadarını yazamazdı.
Siz isteseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz – pardon ihya edebilirsiniz!
http://docplayer.biz.tr/42651568-1-ismet-zeki-eyuboglu-somurulen-alevilik-kutuphaneci-eskikitaplarim-com.html
“…İnsanın yaşadığı yörenin doğal yapısı, doğal koşulları inançlarını da etkiler. Üretim-tüketim ilişkileri, yaşamı sürdürme gerekimleri ister istemez inançları da etkiler. Bir yerde inançların gösterdiği yolda değil de yaşam koşullarının buyurduğu yönde yürümekten kaçınılmaz, kaçınılamaz. İnsanın yediği ekmek, içtiği su yaşamını etkiler, davranışlarını yönlendirir. Üzerinde yaşanan toprağın koşulları başkalarından aktarılan inançların yapısını, düzenini çok kolaylıkla değiştirir, bir yörede istenen değil de yaşanan geçerlik kazanır. Kişi, sağlıklı bir anlayış gücü taşıdığı sürece, yaşamın ilkelerini inançlarının özünü kuran öğelere yeğler. Atalarımız “boş çuval ayakta durmaz” demişler, bu sözler bir yaşama kuralının açıklanışıdır. Kişi, ne denli doğadan uzaklaştığını sanırsa sansın, ekmek yiyip su içtiği sürece doğanın içindedir, ona dört elle sarılmıştır. Bu yaşam gerçeğinin ötesinde yaşamı dışladığı sanılan sapkınlık vardır. Yaşamı sürdürmek için gereken ne varsa yine yaşamın içindedir, doğadadır. Doğada gerekeni doğanın ötesinde aramak, doğal ortamda doğasız yaşadığını sananların işidir, bu da bir anlayış sayrılığıdır…
…Anadolu’nun kırsal kesiminde yaşayan topluluklar, Anadolu tarihi boyunca üreticidirler, tarım alanları, ekip biçme işlemleri onların elindedir. Büyük yerleşme yerleri tüketicidir, üretim işlerine yabancıdır. Büyük uygarlık ürünlerinin büyük yerleşme yerlerinde ortaya konması düşünsel alanda üretme, yaşamı sürdüren gereçler bakımından da tüketmedir. Bir topluluk Bergama sunağını yapmadan yaşayabilir, ancak Ksantos ırmağı kıyılarında tarıma girişmeden yaşayamaz. Yemek, içmek, barınmak, giyinip kuşanmak bg. yaşamsal işlerin kökeni üretimdir; bunun karşısında yaşamı süslemek, gösterişli duruma getirmek, toplantılar düzenleyerek söyleşmek, büyük tapınaklar kurmak bg. ikincil işler yeralır. Bunlar da gereklidir, yararlıdır, ancak yaşamın tabanında değil tavanındadır. İşte sömürü de tavanın daha sağlıklı duruma getirilmesi için tabanın elden geldiğince iyi kullanılmasına dayanır. Tabanda üretilen tavanda tüketilene yetmezse geçim sıkıntıları, tabanda üretilen tavanda üretileni geçerse, ortada bir birikim, bir artık kalırsa yaşamda esenlik ışığı yanar…
…İran’ın Anadolu’ya salt inanç etkisiyle saldırdığı savı tutarsızdır, boşluktadır. Sözgelişi Türkler Anadolu’ya yalnızca islam inançlarını yaymak için mi gelmişler? Anadolu’da Türk egemenliğinin arkasında üretim-tüketim ilişkileri, geçimsel-yaşamsal koşullar yok mudur? Oysa, İran saldırıları Türk egemenliğinden en az 1579 yıl öncedir. Anadolu toprağı İran egemenliği altına İ.Ö. 525 yılında girmiştir, Türk egemenliği de 1071’de başlamıştır. İran egemenliği Anadolu’da başladığı çağlarda Zerdüşt inançları yaygındı, İran halkı güneşe tapıyordu, Alevi-Sünni çekişmeleri ancak 1157 yıl sonra başlayacaktır. Muhammed’in ölümü 632’dir. İlk halife çekişmeleri de bundan bir iki yıl sonra başlamış, Ali’nin öldürülmesiyle kesin bir ayrılık doğmuştur (İ.Ö. 525’le İ.S. 632’nin toplamı 1157 ediyor). Bu ufak boyutlu karşılaştırma bile, savaşların arkasında salt inanç odaklarının yattığı savını çürütüyor. Öyleyse çatışmayı başka bir yerde arama gereği vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşlarla sağladığı genişleme sonucu giderlerinde de büyük artışlar başlamıştı, bunları karşılamak için başka kazanç kaynakları bulmak gerekiyordu. Savaşlarda yenilgiye uğrayan ulustan alınan “ganimet” yetmiyordu artık. Anadolu’nun üretici kesimi de bu büyük giderleri karşılayabilecek durumda değildi. Kırsal kesimin yöresel yöneticileri, ağaları, beyleri vardı, onları da yine bu kesimin üreticileri doyuruyorlardı. Osmanlı sarayları, kurtuluşu vergilerin arttırılmasında buluyor, üretime katkıyı düşünmüyordu bile…
…Osmanlı yönetimi üretim-tüketim gerginliğini görmezden gelerek olaya salt inanç açısından bakmayı yeğledi; kırsal kesimin üretici topluluğunu karşıt bir inancı benimseyerek kamu düzenini sarsmaya, yıkmaya yönelik eylem niteliğinde gördü. Bu durum, Osmanlı yönetimini daha yıldırıcı önlemler almaya yöneltti, düşüncenin karşısına kılıcın çıkması da böyle başladı. Kamu düzenini yıkmaya yönelik inancı ancak kılıç önleyebilir savı ağırlık kazandı…
…Bundan yüzelli yıl öncesine değin (bugün iki yüzyılı aşkın bir süredir) basımevlerinde Kur’an’ın çoğaltılmasına karşı çıkılmıştı, basım işlemleri “gavur işi” diye suçlanmıştı, dahası elektrik, hoparlör bg. bu yasağın kapsamına girmişti. Dünün yasağı, çıkar sağlama gündeme gelince, ortadan kalktı, geçersiz kılındı…
…Ülkemizde vergilendirmede inanç ayrımı sözkonusu değildir. Hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun bütün yurttaşlar vergi vermekle yükümlüdür (dolaylı-dolaysız vergiler). Kim çalışırsa, alışverişle uğraşırsa, kamu kuruluşlarında işi olursa belli oranda bir vergi öder. Öte yandan islam dininin yasakladığı içkilerden (şarap, rakı ile bütün benzerleri), tütünden, yasal denetim altında bulunan kadın-erkek ilişkilerini özgür biçimde sürdüren kimi işyerlerinden vergi alınır. Bu vergiler içinde dinlilerin, dinsizlerin, ayıkların, esriklerin, namusluların-namussuzların, kaçakçıların, vurguncuların, hırsızların, soyguncuların bg. iyi kötü bütün uğraşlara bağlı kimselerin ödedikleri de vardır kuşkusuz. Kamu kuruluşlarında çalışan bütün görevlilerin aylıkları bu toplanan vergilerden sağlanır. Kamu kuruluşlarında din görevlileri, din öğrenimi gören öğrenciler, hafızlar, imamlar, hacılar, hocalar bg. hepsi bulunur. Bu kuruluşlardan aylık alanların aylıklarında yukarda sayılan vergilerden vardır, bu konu tartışma götürmez. Peki neden yüksek bir din görevlisi çıkıp: “Ben bu aylığı almam, bu aylık benim emeğimin karşılığı olsa bile, içinde yukarda adları sayılan uğraşlarla ilgili ödemeler vardır, ben şaraptan, rakıdan, kanyaktan, tütünden alınan verginin karıştığı aylığı alamam” diyemiyor, aylığın artmasını dört gözle bekliyor. Öte yandan aldığı aylıkta, onun ödediği verginin de bulunduğunu düşünmeden, Alevilik yanlısını dinsizlikle, sapkınlıkla suçluyor…
…12 Eylül yönetimiyle gelen geriye dönük uygulamalardan birinin “din dersleri” olduğu açıktır. Ülkemizde değişik inançlı topluluklar vardır (Hıristiyan, Musevi bg.), bunların kendilerine göre tapımları, uygulamaları, törenleri olacaktır. Bir de Alevi topluluğu görülüyor. İmdi, öğretim kurumlarında okutulan din öğrencelerinin hepsi sünni geleneğe dayalıdır. Yasanın okullara koyduğu “zorunlu din dersleri”nden mezhep ayrılığı gözetilmeksizin bütün öğrenciler sorumlu tutuluyor. Devlet, yönetimini elinde bulunduran kuruluşun inançları doğrultusunda bir uygulamaya giderek kimseye inanç özgürlüğü tanımıyor. Bütün öğrencilerin sünni geleneğe göre yetiştirilmesini istiyor. Bu tutum açık bir sömürüdür, öğrencileri üstü kapalı biçimde “inanç değiştirmeye itmek”tir. Oysa öğretim kurumlarının görevi öğrencilere bilimsel görüşleri aşılamaktır, yöneticilerin benimsedikleri inançları yasallaştırmak, yaygınlaştırmak değildir. Bu uygulamada bir “sindirme” düşüncesinin bulunduğu seziliyor, ancak yapılmak istenenin bu olup olmadığı kesin değildir. Ne olursa olsun, hangi düşünce yönünde uygulanırsa uygulansın, okulların görevi öğrencilere din aşılamak, “mezhep” seçtirmek değildir. İslam dininde, başlangıçta, mezhep yoktu, bütün mezhepler sonradan ortaya çıkmıştır, bu nedenle ne Kur’an’a ne de sünnete dayalı bir kesinlik ileri sürülebilir. Bütün mezheplerde böyle kesin bir dayanak savı vardır, ancak bu bir yorum işidir. Bu nedenle mezheplerde genel geçerlik yoktur, birinin uygulaması ötekine uymaz. Bu konuyu da burada tartışmayacağız. Bizim için önemli olan, devletin yasal öğretim kurumlarında sürdürülen inanç tekelciliğidir. Bir dine bağlanmak, bir dinin bütün kurallarını geçerli kılmak, uygulamak devletin görevi değildir, devlet belli bir dinin uygulayıcısı, yayıcısı olamaz…
…Fatih Sultan Mehmed döneminde, sözde bilginlerin oylarıyla bir yasa çıkarılmış, bir padişahın toplumun düzenini sağlamak düşüncesiyle kardeşlerini, oğullarını öldürmesine olanak sağlanmış, bu yasa Osmanlı padişahlarının elinde sarayların birer kan gölüne çevrilmesine yolaçmıştır. Bu yasada “nizam-ı alem içün karındaşlarının öldürülmesi gerekir, ulema dahi bunu uygun gördü” anlamında bir yargı vardır. Peki bu yargının dayanağı nedir? Sünni töresi (fıkıh/islam hukuku). Bu töre Muhammed’in ölümünden çok sonra, geniş yorumlara, açıklamalara dayanılarak düzenlenmiştir, açık seçik bir dayanağı yoktur. Osmanlı padişahlarının uyguladıkları yasalara oranla Hammurabi Yasası, Cengiz Yasası çok daha uygarca, çok daha insancadır. Uygar uluslar arasında, yönetimi eline geçirmek için yakınlarını öldürme geleneğini gündeme getiren Romalılardır. Daha önce İran’da böyle bir uygulama vardı, ancak bu uygulama ayaklanmaya, başkaldırıya dayanıyordu, yönetimi elegeçirdikten sonra yasal işlemlere değil…”