Garbis Altınoğlu / DHKP-C’nin Eylem Çizgisi Üzerine

  • Gelawej’den alınmıştır.

garbis-altinoglu

Bence zihinsel olarak yaşlı olmak, en az fiziksel olarak yaşlı olmak kadar, hatta daha da kötü bir şey. Ne yazık ki bu, Türkiye ve Kuzey Kürdistan toplumun hemen hemen tüm katmanlarında son derece yaygın bir durum. Zihinsel olarak yaşlı olmaktan kastım, gerek olaylar ve gerekse başkalarının söyledikleri üzerinde kafa yormamak, düşünmemek ve daha da beteri, düşünme yetisini geliştirmek için çaba harcamamak ve öğrenmeye kapalı olmaktır. Ortalama bir emekçi için anlaşılabilir olan bu kusur; eşit, özgür ve adaletli bir toplum kurma adına yola çıkan devrimciler sözkonusu olduğunda, bağışlanamaz ve katlanılamaz hale gelir. Bazı devrimci ya da ilerici yapılar bağlamında bunun sonuçlarını biliyoruz: Kendinden, daha doğrusu kendi liderinden farklı düşüneni önemsememek, hatta düşman saymak, örgüt liderinin kendisine sunduğu basit şema ve formülleri ezberlemek ve yinelemekle yetinmek, önderi putlaştırmak ve peygamber düzeyine yükseltmek, asla sorgulayıcı ve eleştirel bir tutum benimsememek, hatta böyle bir tutum benimseyenleri alaya almak, susturmak ve eylemsel olarak değilse de sözel olarak linç etmek.

Karl Marks, 1 Nisan 1865’te bazı sorulara yanıt verdiği bir yerde, en beğendiği niteliğin SADELİK, en çok nefret ettiği kusurun YALAKALIK/ YALTAKÇILIK ve parolasının De omnibus dubitandum[HERŞEYDEN KUŞKULAN!] olduğunu söylemişti. (Bkz. Confession/ “İtiraf”, Karl Marx-Frederick Engels, Collected Works , Cilt 42, s. 567-68) Dolayısıyla, onun izinden gittiklerini söyleyenler, ama onun düşüncelerinden habersiz olanlar, kendi duruşlarını bu yanıtların ışığında gözden geçirmeliler.

Benim “Çağlayan Adliyesi Eylemi Dersleri” başlıklı yazım önemli ölçüde olumlu tepkinin yanısıra, böyle bir zihniyet dünyasına sahip insanların, hemen hemen hiçbiri bilimsel içerik taşımayan çalakalem yazılmış tepkilerine hedef oldu. Buna şaşırmadığımı, hatta bunu beklediğimi söyleyebilirim. Çünkü onlar, zaten hiçbir zaman Marksizm-Leninizmi kavramamış olan kendi liderlerinin söylediklerini yinelemekten öte bir şey yapmıyorlar. Ama, çıkmamış candan umut kesilmez; dolayısıyla ben Facebook sayfamı, yazılarıma çok istekli olmaksızın göz atanların da eğitimine yardımcı olmak için, onların da işçi sınıfının ve halkların tarihsel deneyimlerini öğrenmeleri ya da onları anımsamaları için kullanmaya devam etmeyi yeğliyorum.

Bu tür eylemlere girişen devrimci örgütlerin temel yanılgısı şudur: Gerici burjuva devlet aygıtının yöneticileri ve temsilcilerine karşı uygulanacak şiddet eylemleri onları korkutacak, yıldıracak ve en azından geri adım atmaya zorlayacaktır. (Elbette bu çizgideki örgütler, salt bu tür bireysel terör eylemleri yapmıyor ve kendi anlayışları doğrultusunda kitle çalışması da yürütüyorlar. Ancak, bu çizgideki örgütlerin yaptıkları kitle çalışmaları ve diğer siyasal etkinlikler, temel taktik olan ve Marksist teorinin bireysel terör olarak nitelendirdiği devrimci şiddet eylemlerine tabidir ve ona hizmet eder.) Bu eylemde hedef alınan savcı M. Selim Kiraz’ın evinde, araba sürerken ya da sokakta vb. değil de Çağlayan Adliyesi’nin içindeki odasında hedef alınmasının sırrı da burada yatmaktadır. Yani DHKC bu eylemi, devlet aygıtının önemli bir merkezinin içinde yapmak suretiyle egemen sınıfa ve AKP diktatörlüğüne gözdağı verdiğini düşünmekte ve bunun için de Şafak Yayla ile Bahtiyar Doğruyol’u feda etmesi gerektiğine inanmaktadır. Bu, Elif Sultan Kalsen’in İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne karşı gerçekleştirdiği kahramanca eylem için de geçerlidir.

DHKC’nin 4 Nisan 2015 tarih ve 444 numaralı açıklaması bu yaklaşımı şöyle açıklıyordu:

“Hiç bir güvenlik önlemi sizi koruyamaz. Çok güvenlikli adalet saraylarınıza nasıl girdiğimize kafa yoracağınız yerde, ‘güvenlik zaafiyeti mi var’ diye yeni güvenlik önlemleri düşünmek yerine ZULME SON VERİN! ADALETSİZLİĞE SON VERİN!…

“Halka karşı açılan savaşa son verin!

“Aksi halde, siyasi tarihimizde defalarca kanıtlandığı gibi, halka karşı işlenen suçlar cezasız kalmaz, kalmayacaktır.”

DHKC’nin 4 Nisan 2015 tarih ve 445 numaralı açıklamasında ise şöyle deniyordu:

Onlar için her şey bitti! Halk düşmanları için güvenli bir yer yok!…

Her açıklamamızda söyledik ve açıkça söylüyoruz; sizi beyninizden vuracağız. Karargahlarınızda, saraylarınızda vuracağız, hiçbir önleminiz buna engel olamayacak. İflah olmaz komplo teorisyenlerine sesleniyoruz, dönün açıklamalarımızı tekrar okuyun. Tüm hedeflerinizi önceden açıkça belirlemişizdir. Sadece zamanını söylemiyoruz.

Şimdi AKP’nin polisleri kendilerini korumak için tüm karakollarda güvenlik önlemlerini iki kat artırdılar. İzinleri iptal ettiler… Kendilerini korumaya çalışıyorlar…

KORUYAMAZSINIZ! HİÇBİR ÖNLEMİNİZ SİZİ KORUYAMAZ.

Tekrarlıyoruz!

KORUNMAK İÇİN İŞKENCE YAPMAKTAN, HALK DÜŞMANLIĞINDAN, HALKA ZULMETMEKTEN VAZGEÇİN!

Peki bu savlar doğru mu? DHKC’nin ya da bir başka devrimci örgütün egemen sınıfı ve onun şeflerini böylesi eylemler yapmak suretiyle korkutması olanaklı mı? Çağlayan ve Vatan eylemleri yüzünden burjuvazinin şefleri korkularından tir tir titriyorlar mı? Dünya, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfı ve halklarının tarihini bir yana bırakalım, DHKC’nin ve onun önceli Devrimci Sol’un kendi tarihi de böylesi eylemlerle egemen sınıfın şeflerini korkutmanın olanaklı olmadığını yeterince göstermiştir. Bunun nedeni açıktır: Kurtarıcı rolüne soyunmuş olan ve kitlelere seyirci, pasif destekçi ve alkışlayıcı rolü veren bir devrimci bir örgüt, normal koşullar altında, elindeki zor aygıtları çok daha büyük ölçekte olan devletle bir düelloya girişemez. Giriştiği takdirde de, ya ciddi bir siyasal kazanım edinmeksizin örgütsel varlığını yitirir ya da ağır bir riske atar. Burjuva devletini yıkmanın yolu, devrimci öncünün sömürülen ve ezilen yığınların gerçek bir öncüsü haline gelme doğrultusunda evrilmesi ve bu süreç içinde hem kendisini ve hem de yığınları eğitmesi ve onların içinde kolay kolay yıkılmaz bir siyasal-örgütsel temel oluşturmasından, sömürücü sınıfları ve onların devletini giderek izole ederken kendisinin yedeklerini arttırmaktan ve elverişli bir siyasal konjonktürde düşmana yıkıcı darbeyi indirmekten geçer. Burada, altı çizilmesi gereken en önemli noktalardan biri Marksizm-Leninizmin kitlelerin kendi deneyimleri temelinde eğitimidir. Lenin bir yerde Ekim Devriminin deneyimlerini tartışırken, proletaryanın öncüsünün ideolojik bakımdan kazanılmış olduğunu söyledikten sonra şunları ekliyordu:   

“Ama oradan zafere varmaya daha çok uzun bir yol var. Tek başına öncüyle zafer olanaksızdır. Bütün sınıf, büyük yığınlar, öncüyü doğrudan doğruya destekleme durumuna gelmedikçe ya da öncüye karşı hayırhah bir yansızlık tutumunu benimseyerek karşı yanı desteklemeleri olasılığı kesin olarak ortadan kalkmadıkça, öncüyü kesin savaşa sürmek yalnızca bir ahmaklık olmakla kalmaz, bir cinayet olur.” (Komünizmin Çocukluk Hastalığı, “Sol” Komünizm, s. 91)    

Demokrasi ve sosyalizm kavgası sürecinde devrimci öncünün yapacağı ve özellikle de kitlelerin siyasal bakımdan ileri katmanlarıyla birlikte gerçekleştireceği silahlı eylemler ya da devrimci şiddet eylemleri de olacaktır elbet. Ancak, bu devrimci şiddet eylemleri kitlelerin gerçek savaşımının bir parçası, bir uzantısı olduğu takdirde bir anlam taşıyacaktır. Tarihsel deneyim, devrime giden daha başka ve küçük burjuvazinin düş dünyasının ürünü olan kestirme yollar tanımaz. Bu konuda doğru bir çizgi izlemek, gerçekleri teorik bakımdan dile getirmekten binlerce kez daha zordur. Evet; gerçek yaşam, en ileri teoriden daha/ çok daha zengindir ve teori de kendisini gerçek yaşamın deneyimleri ışığında geliştirir. Ama burada sözkonusu olan, bazı grupçukların kitlelerin ruh hali ve savaşımından uzak dar pratikleri değil, geniş kitlelerin bağımsız devrimci eylemidir. Devrimci teori ile kitlelerin devrimci pratiği de birbirlerini dıştalayan kategoriler olarak ele alınamaz ve karşı karşıya konamaz. Bu anlamda, işçi sınıfının ve diğer sömürülen yığınların devrim deneyimlerinin özeti ve sistemleştirilmesinden başka bir şey olmayan devrimci teoriyi küçümsemeye gelmez; Lenin’in dediği gibi devrimci bir teori olmadan devrimci bir hareket olamaz.

DHKC’nin bu iki açıklamasında şunlar da söyleniyor:

ZULME SON VERİN! ADALETSİZLİĞE SON VERİN!…

Halka karşı açılan savaşa son verin!” (444 numaralı açıklama)

Tekrarlıyoruz!

KORUNMAK İÇİN İŞKENCE YAPMAKTAN, HALK DÜŞMANLIĞINDAN, HALKA ZULMETMEKTEN VAZGEÇİN!” (445 numaralı açıklama)

Devrimci bir örgüt, sınıf düşmanını ve burjuva devletini, yaptığı zulümden vb. ötürü sergileyebilir ve sergilemelidir de. AMA onlara, zulüm ve halk düşmanlığı yapmaktan vazgeçme çağrısında bulunamaz. Zulüm yapmak sömürücü egemen sınıfların ve onların devlet aygıtlarının asla vazgeçemeyecekleri bir özelliği, onların varlıklarının ayrılmaz bir parçasıdır. Zulüm yapmayan bir gerici/ sömürücü sınıf ve devlet aygıtı olamaz. Bu sınıf düşmanlarının zulüm yapmaları, ancak onların yıkılmaları ve yerine bir işçi-emekçi iktidarının kurulmasıyla olanaklıdır.

Eğer bu yolagelmez sınıf düşmanları, zulüm ve halk düşmanlığı yapmaktan vazgeçebilirlerse, işçileri ve diğer yoksul emekçileri sömürmekten de vazgeçebilirler! Dolayısıyla tutarlı olmak istiyorsa DHKC’nin, burjuvaziye de bir çağrı yapması ve onlardan işçileri ve diğer yoksul emekçileri sömürmekten vazgeçme talebinde bulunması da gerekir. Böylesi çağrıların, devrimci emekçi ve gençlerin kafalarını karıştırmaya hizmet eden safsatalardan başka bir şey olmadığı açıktır. Devam edelim.

Devrimci Sol / DHKC geçmişte de böyle eylemler, hatta bu eylemlerin daha da başarılı ve ses getiren benzerlerini yapmış ve büyük olasılıkla o zaman da devlete böylesi tehditler savurmuştu. Diyelim ki DHKC’nin 444 ve 445 numaralı açıklamalarında söylediği gibi, aldıkları önlemler burjuva devletinin görevlilerini korumaya yetmedi ve DHKC bunları tek tek, hatta bazan da gruplar halinde öldürmeye devam etti. Bu başarılı eylemlerin sonucu ne olacaktır? Öldürülen devlet görevlilerinin yerine başkalarının geçirilmesi. Burjuva devleti öldürülen bir generalin, polis şefinin ya da savcının yerine bir başkasını geçirecek ve bu tür eylemlerin kitlelerle devrimci öncü arasındaki bağları güçlendirmekten çok zayıflatmasından da yararlanarak onu daha kolay izole edebilecek, ona karşı daha sert önlemler alabilecek ve onu daha rahatlıkla etkisizleştirebilecektir. İşçi sınıfı ve halkların tarihi, Türkiye’de yapılanlardan çok daha büyük ölçekli bireysel terör eylemlerine ve bunların sınıf düşmanından çok devrimci öncüye zarar verdiğini gösteren örneklere tanıklık etmektedir. Önce Devrimci Sol/ DHKC’nin yapmış olduklarından çok daha büyük ve etkili, bu örgütün yöneticilerinin belki hayal bile edemeyecekleri iki önemli bireysel terör eylemine değinelim.

Bulgaristan Komünist Partisi’nin Eylül 1923’te giriştiği ayaklanması yenilgiyle sonuçlanmış ve  yasaklanmasının ardından Parti, başında komünist bir binbaşının bulunduğu ve sınıf düşmanlarına karşı cezalandırma eylemleri yapan bir Askeri Örgüt kurmuştu. Aralık 1924’te bu örgüt, Sofya Polis Müdürü V. Naçev’in öldürülmesini ve onun cenaze töreni sırasında da büyük bir eylem yapmayı planladı. G. Dimitrov ve V. Kolarev gibi önder kadroların karşı çıkmasına rağmen Parti’ye egemen olan sol kanat, Bulgar devletinin Parti kadrolarına yönelik terörü ortamında bu eylemi onadı. Eylem, alınan olağanüstü önlemler nedeniyle gerçekleştirilemeyince Askeri Örgüt bu kez general kökenli bir milletvekilini öldürdü. Askeri Örgütün daha önce, çatısına yerleştirdiği patlayıcı maddelerin bu milletvekilinin 16 Nisan 1925’te Sofya Katedrali’ndeki cenaze töreni sırasında patlatılması sonucu aralarında, bazı generallerin, Sofya belediye başkanının, Sofya polis müdürünün, üç milletvekilinin de bulunduğu 150 kişi öldü ve 500’den fazla kişi de yaralandı. Dimitrov bu eylem hakkında şunları söyleyecekti:

“Bilindiği gibi, Sofya Katedrali’ndeki eylemin ardından gelen terör Parti’ye çok ağır bir darbe indirdi. Parti’nin önderliği dağıldı. Eylül Ayaklanması’nda sağ kalan Parti kadrolarının çoğunluğu öldürüldü, hapse atıldı ya da sürgüne gitmek zorunda kaldı.” (“Political Report of the Central Committee to the Fifth Congress of the Bulgarian Workers’ Party (Communists)”/ “Merkez Komitesi’nin Bulgaristan İşçi Partisi (Komünist)’nin Beşinci Kongresi’ne Raporu”, Selected Works, Cilt 3, s. 306)

İslam ile Marksizmin bir sentezini yaptığını savunan ve Şah diktatörlüğüne karşı savaşım döneminde bir çok şehit vermiş olan Halkın Mücahitleri örgütü, gerici Humeyni rejimine karşı direnen örgütlerden biri, hatta bu örgütlerin en güçlüsüydü. Bu örgüt 30 Ağustos 1981’de iktidardaki İslami Cumhuriyet Partisi’nin bir toplantısını hedef almış ve bu toplantı sırasında bir bomba patlatmak suretiyle partinin 81 yönetici ve üst düzey üyesini öldürmüştü. Ölenler arasında, dönemin İran Cumhurbaşkanı Muhammet Ali Recai, BaşbakanMuhammet Cevat Bahonar ile bir dizi bakan ve yönetici vardı. Ancak bu eylemin gözle görünür biricik sonucu çok sayıda Halkın Mücahitleri örgütü üyesinin tutuklanması ve idam edilmesinin yanısıra diğer devrimci örgütlere karşı sürdürülen terör kampanyasının daha da yoğunlaştırılması oldu.

Şimdi gelelim Devrimci Sol/ DHKC’nin önemli eylemlerine…

1) Devrimci Sol  27 Mayıs 1980’de, Gümrük ve Tekel Bakanı MHP’li Gün Sazak’ı öldürdü.

2) Devrimci Sol 19 Temmuz 1980’de, 12 Mart döneminde başbakanlık görevinde bulunmuş olan Nihat Erim’i öldürdü.

3) Devrimci Sol 26 Eylül 1990’da, 1988’de emekliye ayrılmış olan ve Amerikan silah firmalarının Türkiye temsilciliğini yapan bir şirkette çalışan ünlü MİT yöneticisi Hiram Abas’ı öldürdü.

4) Devrimci Sol 30 Ocak 1991’de, 1980’lerin ikinci yarısında Olağanüstü Hal Bölgesi’nde oluşturulan Asayiş Birlikleri Kolordusu Komutanlığı yapmış ve daha sonra başbakanlık başmüşavirliği görevinde bulunan emekli Korgeneral Hulusi Sayın’ı öldürdü.

5) Devrimci Sol 7 Nisan 1991’de, 12 Mart 1971 askeri darbesinden sonra iktidarı ele geçiren cuntanın öndegelen isimlerinden ve Ziverbey Köşkündeki işkenceleri yöneten bir Kontrgerilla görevlisi olan emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ü öldürdü.

6) Devrimci Sol Aralık 1991’de, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç ve şoförünü öldürdü.

7) Devrimci Sol 29 Temmuz 1992’de, 1969-72 döneminde Donanma Komutanlığı, 12 Mart döneminde Gölcük bölgesi sıkıyönetim komutanı olarak görev yapan, 1974’te Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak emekli olduktan sonra, CHP’den siyasete giren emekli oramiral Kemal Kayacan’ı öldürdü. (Geçerken bu önemli isimlerin hemen hemen hepsinin emekli oldukları ve yanlarında herhangi bir koruma görevlisinin bulunmadığı koşullarda hedef alınmış olduklarını da anımsatmak isterim.)   

1994’te yaptığı kongrede DHKP-C (=Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi) adını alan örgütün, bu tarihten sonra yaptığı eylemlerin bazıları şöyle:

1) DHKC  9 Ocak 1996’da, Sabancı Center’ın 25. katında Sabancı Holding Yönetim Kurulu Üyesi Özdemir Sabancı, Toyota SA genel müdürü Haluk Görgün ve başkanlık sekreteri Nilgün Hasefe’yi öldürdü.

2) DHKC 10 Eylül 2001’de, Taksim Gümüşsuyu’ndaki  polis noktasına bir canlı bomba saldırısı düzenledi. Saldırıda iki polis memuru ile Avustralyalı bir turist öldü; 17 polis memuru ile 6 sivil yaralandı.

3) DHKC 1 Şubat 2013’te, ABD Büyükelçiliğine bir canlı bomba saldırısı yaptı. Bu saldırıda, büyükelçilikte çalışan bir güvenlik görevlisi öldü ve bir gazeteci de ağır yaralandı.

Peki -Devrimci Sol döneminde daha etkili ve daha güçlü olduğu anlaşılan- bu eylemler, Türk burjuva devletini korkutmuş, zayıflatmış ve daha fazla izole etmiş midir? Bu eylemler yapıldıkları momentlerde işçi ve emekçi kitlelerinin siyasal bilincini ve onların militanlık ve eylem düzeyini ve savaşım kapasitesini yükseltmiş midir? Bu sorulara hiçbir dürüst ve objektif gözlemcinin olumlu yanıt veremeyeceği açıktır. Tam tersine, bu tür eylemler Devrimci Sol/ DHKC’nin kitlelerle bağlarını zayıflatmıştır; belki daha da önemlisi bu tür eylemler siyasal polisin örgüte ağır darbeler indirmesine, yılların deneyimli kadrolarını yok etmesine yardımcı olmuş ve böylelikle burjuva devletinin değirmenine su taşımıştır. Demokrasi ve sosyalizm kavgası elbette şehitler vermeksizin yürütülemez; ama bir devrimci öncünün en ileri ve en deneyimli kadrolarını hiçbir ciddi siyasal ve örgütsel kazanım elde etmeksizin ve kitle bağlarını genişletmeksizin düşmana kurban vermesi asla bir başarı ya da zafer olarak sunulamaz. Lenin, küçük-burjuva nitelikli Sosyalist Devrimci Parti’nin üyesi Balmaşov’un İçişleri Bakanı Sipyagin’i öldürmesini eleştirdiği 1 Ağustos 1902 tarihli “Devrimci Maceracılık” adlı yazısında şöyle diyordu:

“Yerini alçak Plehve’nin alacağı alçak Sipyagin’den öç almak uğruna bir devrimcinin hayatını feda etmek ; buna büyük iş deniyor.” (Örgütlenme, s. 66)

Tam da burada şunu belirteyim: Bazı okurlar beni, savcı M. Selim Kiraz ve onun Berkin Elvan soruşturmasını ele alışı konusunda fazla iyimser olmakla eleştirmişler. Olabilir; ama bu benim DHKC’ye yönelttiğim eleştirinin esasını oluşturmuyor; çünkü burada ESAS SORUN hedef alınan kişinin ne ölçüde gerici olup olmadığı değil. Lenin, “Yerini alçak Plehve’nin alacağı alçak Sipyagin’den öç almak” için bir devrimcinin yaşamını feda etmenin yanlış olduğunu söylüyor. Kaldı ki ben bir önceki yazımda bu eylemin, AKP gericiliğinin siyasal hedeflerine hizmet ettiğini belirtmiş ve dikkatleri bu noktaya yoğunlaştırmıştım. Demek ki, savcı Kiraz’ın en koyu ve en azılı bir gerici olması halinde de bu eylem gene yanlış olacaktı. Öte yandan, bir ayrıntı gibi gözükse de, savcı bile olsa, silahsız ve savunmasız bir insanın şakağına silah dayamış militan görüntüsünün DHKC’nin ya da herhangi bir devrimci örgütün imajına nasıl bir katkı yaptığı da düşünülmeli.

Çağlayan Adliyesi Eylemi Dersleri başlıklı yazımda, DHKC’nin stratejik bir hatasına, devrimci hareketin, içinde DHKC’nin de olduğu bir bölümünün bir yanılgısına değinmiştim. Bu, PKK’nın Kürdistan’da çok farklı koşullarda 15 Ağustos 1984’te başlattığı ve yıllar boyu sürdürmüş olduğu başarılı silahlı savaşımın etkisi altında kalmak ve benzer bir siyasal-askeri çizginin Türkiye’nin Batısında da uygulanabileceği düşünmekti. Türkiye ile Kürdistan’ın koşulları arasındaki farkları ele almak suretiyle bu konuyu açalım ve bu yazıyı noktalayalım.

Her şeyden önce ve hepsinden önemlisi, “Batı” ya da asıl Türkiye, ulusal zulüm sorununun yaşanmadığı egemen Türk ulusunun ülkesi iken, Kürdistan’ın yüzyıllar boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun ve onu izleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin boyunduruğu altında yaşamış ve yaşamakta olan Kürt halkının/ ulusunun ülkesi olmasıydı. Bu temel faktöre bağlı olarak,

a) Türk halkına kıyasla kendisini Türk egemen sınıfları ve devletiyle çok daha az özdeşleştiren ve onları esas olarak “yabancı, kendinden olmayan zalim güçler” olarak algılayan Kürt halkı 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğü döneminde de egemen sınıfların vahşi saldırısından çok daha fazla pay almış ve Türk halkından çok daha fazla acı çekmişti.

b) Ekonomik ve özellikle de siyasal istemlerini “barışçı” savaşım yoluyla ve legal örgütlenmeler aracılığıyla elde etme şansı ve umudu öteden beri Türk halkına kıyasla çok daha az olmuş olan Kürt halkı güçlü bir direnme ve isyan geleneğine sahipti. Kürt halkı Osmanlı İmparatorluğu’nun son onyıllarında ve Cumhuriyet döneminde Osmanlı ve Türk egemen sınıflarına karşı yürütmüş olduğu savaşımların canlı anılarını kollektif belleğinde taşıyordu.

c) Ekonomik temelde ve özellikle üstyapıda feodal kalıntıların görece güçlü olması, Kürt köylülüğünün demokratik devrimci potansiyelini arttırıyordu. Genelde kapitalist pazarla ilişkileri çok daha sıkı olan Türk emekçi köylülüğü, Kürt köylülüğünden bir çok açıdan farklıydı ve onun objektif konumu ve tarihsel gelenekleri, bir gerilla savaşını desteklemesine çok daha az olanak tanıyordu.

d) Sınıf savaşımının esas olarak işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki savaşım ekseni çevresinde yürüdüğü Türkiye kentlerinde, semtlerin yarı-proletaryası ve gençliğine dayanarak bir gerilla savaşı başlatma ve sürdürme yolu, başından itibaren başarısızlığa mahkumdu. DHKC’nin  ve özellkle onun öncülü Devrimci Sol’un kadrolarının onca özverilerine rağmen, bu alanda bir mesafe alamamış olmaları tam da bu gerçekliğin ürünüdür. İşte bütün bu koşullar, Kürdistan’da yaşama geçirilen stratejinin Türkiye için geçerli olamayacağını göstermektedir.

 5-6 Nisan 2015

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

4 Comments

  1. Garbis hocanın tüm yazdıklarına katılıyor, devrimci gençlerin, devrimci insanların kitle mücadelesine vercekleri katkı yerine bu tür eylemlerde kaybedilmesine üzülüyoruz. Bu tür yöntemler yerine, Paulo Freire in “Ezilenlerin Pedogojisi” kitabında anlattığı “Diyalogcu Eğitim” metodunun benimsenerek halkla uzun vadeli, sağlam ilişkiler kurarak ilerlemenin zor ve meşakkatli bir yol olmasına rağmen, doğru yöntemin ve sonuca gitmenin emin bir yolu olduğunu düşünüyorum.

  2. Sosyalistler neden bireysel terörizme karşıdır?

    Terörizm kelimesi günümüzde egemen sınıf ve medya tarafından araçşallaştırılarak kullanılıyor. Yumurta atan eylemci de, slogan atan gösterici de, taş atan çocuk da, greve giden işçi de, silah kullanan örgüt de terörist olarak tanımlanabiliyor. Hatta 2001’de başlayan Afganistan ve Irak işgallerinde terörist devlet bile icat edilmişti ABD tarafından.

    Politik bir amaca yönelik olarak düşmanı korkutmak için kullanılan şiddet eylemi anlamına gelen “terörizm”in ne zaman ve ne şekilde kullanılacağı sosyalistler tarafından çok sık tartışma konusu olmuştur. Devletin şiddet aygıtlarını düşündüğümüzde kategorik olarak şiddeti reddeden bir devrimci hareket olamaz. Ancak işçi sınıfının kendi eylemliliği içerisinde, ihtiyaç duyduğu anlarda başvurduğu şiddet ile bir grup devrimcinin şiddet eylemi üzerinden propaganda yapması arasında büyük farklar var.

    Bireysel terörizmden kasıt şudur; bir örgütün veya grubun politik bir hedef doğrultusunda şiddet eylemleri gerçekleştirmesi. 1911 yılında yazdığı bir makalede bireysel terörizme karşı Marksist geleneği savunan Troçki işçi sınıfının kitlesel ve kolektif olarak üretimden gelen gücünü kullanmadığı, bu nedenle kapitalist devlete aslında hiçbir zarar vermeyen bu tarz eylemlerin günün sonunda yine burjuvazinin ve devletin işine yaradığını belirtiyor.

    Grev yapan işçilerin ise burjuvaziyi nasıl köşeye sıkıştırabildiğini ve daha önemlisi grev sürecinde kendini bir sınıf olarak nasıl örgütlediğini anlatan Troçki, kitle grevi ile bireysel terörizm arasındaki farkı en iyi şu paragrafta ortaya koyuyor:

    “Orta büyüklükte bir grev bile bazı toplumsal sonuçlara yol açar: İşçilerin özgüveninin güçlenmesi, sendikanın büyümesi ve hatta üretim teknolojisinde ilerleme kaydedilmesi ender görülen sonuçlardan değildir. Bir fabrika sahibinin öldürülmesi ise, polisiye nitelikte bir etki doğurur veya mal sahibinin değişmesi gibi her türlü toplumsal anlamdan yoksun bir sonuca yol açar. Bir terörist eylemin, hatta “başarılı” olanının bile, egemen sınıfı bütünüyle karışıklığa sürüklemesi somut politik koşullara bağlıdır. Her halükârda, karışıklık sadece kısa ömürlü olabilir; kapitalist devlet kendisini hükümet bakanlarına dayandırmaz ve onların ortadan kaldırılmasıyla da yıkılmaz. Egemen sınıflar her zaman kendilerine hizmet edecek yeni insanlar bulacaktır; mekanizma hiçbir zarar görmeden kalır ve işlevini sürdürür.”

    Son dönemde Türkiye’de yaşananları bu açıklama üzerinden okuduğumuzda savcının rehin alınmasının devlet üzerinde güç kaybettirici hiçbir etkisi olmadığını söylemek mümkündür. Oysa 2 ay önce çoğu AKP’ye oy veren işçiler tarafından başlatılan ve ertesi gün yasaklanan Metal-İş grevi, hükümet katında da Gezi eylemlerine destek veren hükümet karşıtı sermaye grupları katında da panik yaratabilmişti.

    Marx, daha ilk metinlerinde işçi sınıfının kurtarıcılardan kurtarılması gerektiğini söylüyordu. Kapitalizmin mezar kazıcıları olan işçi sınıfı, özgür bir toplumu ancak ve ancak kendi kolektif eylemleri ile kurabilirler. Devrim sürecinde kendi güçlerinin farkına varır ve egemen sınıfın ideolojik hegemonyasından sıyrılırlar. Yaşamak için emeğini satmak zorunda olanların zincirlerinden başka kaybedecekleri tek şey hayatları olabilir ama o korkuyu da ancak kitle eylemleri ve grevlerinde aşarlar. O zincirler ancak dövüldükleri yerlerde kırılabilir. İşçi sınıfını ücretli köle durumuna düşüren yer işyerleridir. Kapitalizmi var eden şey meta üretimidir. Bu nedenle özgür bir toplum ancak yaşamı kolektif olarak üretenlerin sermaye çıkarına işleyen çarkları kırması ile mümkün olabilir.

    Özdeş Özbay

    http://marksist.org/icerik/Yazar/1406/Sosyalistler-neden-bireysel-terorizme-karsidir?

  3. Devrimci bir İşçi Sınıfının olmadığı dünyada Devrim için misyon biçilen kim?
    Mesleğim gereği insanlarla çok temasım var…
    Karşımda, yoksulluğu ve ezikliği her şeyiyle çırılçıplak kendini ele veren bir kadıncağız… Ona yine de inanarak “hanımefendi” dediğimde bir an duraladığını, başkasına diyor mu sanısıyla, şaşkınlıkla, çevresine bakındığını o an üzülerek, çok sonrası çok üzülerek anımsarım… İşte İşçi Sınıfı da böyle bir şey.. Ve ona dayalı Devrim umutları da daha sonra kahrettiğim duygular…

  4. Garbis Altınoğlu Papa’nın açıklaması üzerine yazdığı yazısında yine Stalinizm savunuculuğu yapmış;

    http://gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/1781-papanin-pro-fasist-ve-anti-komunist-matruskasi

    “Papa Francis, Ermeni jenosidinin 100. yıldönümü vesilesiyle düzenlenen ayinde yaptığı konuşmasında 20. yüzyılın diğer iki büyük felaketi olarak nitelediği İKİ konuyu daha gündeme getirmiştir. Bunlardan birincisi; Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi holokostu, ikincisi ise Stalin’in 1932-33 yıllarındaki tarımın kollektivizasyonu sırasında 7.5 milyon Ukraynalı’nın ölümüne yol açmış olduğu savıdır.”

    “Ermeni jenosidini anarken bu olayı, onunla aynı ölçekte olduğu ileri sürülen -ve Ukraynalı faşist ve anti-Semitlerin “holodomor” olarak adlandırdıkları- düzmece Ukrayna “jenosidi”ni anmanın ve bu ikisini karşılaştırmanın ise asla kabuledilebilir olmadığı açıktır.”

    “Papa’nın Ermeni jenosidini holokost ve “holodomor”la birlikte anmasının İKİNCİ ANA NEDENİ, sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin çöküşünü izleyen dönemde ABD ve Batı Avrupa’da siyasal gericiliğin, anti-Semitizmin ve faşist eğilimlerin güçlenmekte olmasıdır. Daha önceden Sovyet bloku içinde yer alan ve bir bölümü açık ya da üstü örtülü faşist rejimler tarafından yönetilen Baltık ülkeleri (Litvanya, Latviya, Estonya) ve bazı Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri bu alanda özel bir rol oynuyorlar. Bu ülkelerde; özellikle ABD’nin açıkça, Avrupa Birliği’nin ise perde arkasından desteklediği neo-Nazi, anti-komünist ve anti-Semitik düşünce ve davranışların yayılması, Batı emperyalist blokunun militarist politikalarının yanısıra, onların Rusya’yı siyasal ve askeri bakımdan kuşatma yolundaki jeopolitik hesaplarıyla da örtüşüyor. Nazizm ile “Stalinizm”i özdeşleştirme ve “holodomor” denen uydurma jenosidin pazarlanması doğrultusunda atılan adımları işte bu çerçevede ele almak gerekiyor.”

    “56 üyeli Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü’nün 29 Haziran-3 Temmuz 2006’da Litvanya’nın başkenti Vilnius’ta yaptığı toplantıda, Rusya’nın yoğun itirazlarına rağmen ezici çoğunlukla kabul ettiği Nazizm ile “Stalinizm”i özdeşleştiren kararı, bu eğilimin en çıplak kilometretaşlarından biriydi. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından hem Hitler’i ve hem de Stalin’i sorumlu gösteren bu kararda, Avrupa’nın “İnsanlığa jenosit, insan hak ve özgürlüklerinin çiğnenmesi, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar armağan eden ve biri Nazi ve diğeri de Stalinist iki büyük totaliter rejim”le karşı karşıya geldiği söyleniyordu.”

    “Haziran 2008’de Prag’da biraraya gelen bir grup Doğu Avrupalı gerici aydın ve politikacı yayınladıkları Prag Deklarasyonu’yla, AGİÖ’nün bu pro-Nazi kararını destekledi. Bu Deklarasyon’da, Nazi ve Sovyet deneyimleri özdeşleştiriliyor ve bir “çifte jenosit”ten söz ediliyordu. Aslında, gerek AGİÖ’nün 3 Temmuz 2006 tarihli kararı ve gerekse Haziran 2008’de yayınlanan Prag Deklarasyonu; İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Yahudi halkını ezen ve savaş sırasında holokosta katılan ve Sovyetler Birliği’ne karşı savaşan Baltık ülkeleri ve Macaristan’ın Nazi-yanlısı yöneticilerinin yanısıra anti-komünist ve anti-Semitik Ukrayna milliyetçilerini aklamaya çalışmaktadır. Bir başka anlatımla bu karar ve Deklarasyon, hem Nazizme ve hem de “Stalinizm”e karşı çıkma görüntüsü altında Nazizmi meşrulaştırmaya çalışmakta ve hem de Avrupa’da faşizmi restore etme ve diriltme hazırlığının ideolojik altyapısını oluştarmayı hedeflemektedir.”

    “AGİÖ’nün ve Avrupa Parlamentosu’nun bu ve burada ele almadığım benzer kararlarının ve Prag Deklarasyonu’nun diliyle Papa Francis’in, Ermeni jenosidinin 100. yıldönümünü anmak için yaptığı konuşmanın içine sokuşturduğuNazizmle “Stalinizm”i özdeşleştiren dil arasındaki benzerlik herhalde titiz okurun dikkatinden kaçmamıştır; zaten bu benzerlik te asla rastlansal değildir. Bu bilgilerin ışığında, aldatıcı görünümüne rağmen Papa’nın 12 Nisan konuşmasının asıl vurgusunun, Ermeni halkının yaşadığı acılara duyarlılık OLMADIĞINI, aslında bu bayın Ermeni jenosidini anma bahanesiyle günümüz Avrupa’daki en gerici, anti-Semitik ve pro-faşist eğilimin sözcülüğünü yaptığını görürüz.”

    “Bu bağlamda 20 Ocak 2012’de, 20 Batı ve Doğu Avrupa ülkesinden ve değişik partilerden 70 Avrupalı parlamenterin imzalamış olduğu “70 Yıl Deklarasyonu”nu anımsatmak isterim. Bu Deklarasyonu imzalayanlar, “holokost revizyonizmi” olarak niteledikleri akıma, yani Naziler’in ve komünistlerin işledikleri ileri sürülen suçları eşitleme ve “çifte jenosit” kavramını dayatma eğilimine karşı çıkıyorlar. Kendileri de anti-Stalinist ve dolayısıyla anti-komünist olmakla birlikte bu kişiler, “Stalinizm”in “suçları”nın Nazizmin suçlarıyla karşılaştırılamayacağını, böyle yapmanın Yahudi holokostunu önemsizleştirmeye, Nazi işbirlikçilerini ve yerel savaş suçlularını aklamaya ve Nazizme karşı direnenleri karalamaya hizmet ettiğini savunuyorlar. Bir dizi önemli Yahudi örgütünün de desteklediği “70 Yıl Deklarasyonu”nun yazarları, “çifte jenosit” kavramının Baltık ülkeleri, Macaristan ve Ukrayna’nın yanısıra Avrupa Birliği’nde ve hatta ABD Kongresi’nde destek bulmasından kaygı duyduklarını da belirtiyorlar.”

Comments are closed.