Devrimciler ve sosyalistler, tam da seçimlere fazla bir değer vermedikleri için, seçimlerle değil gerçek kitlesel mücadelelerle önemli toplumsal değişiklikler sağlanabileceği için; seçimleri gerçek mesajlarını iletmek için bir imkân olarak gördükleri için, kime oy verileceği sorununda geniş bir taktik esneklik gösterirler.
Ama “gerçek mücadeleler alanlarda verilir, sokaklarda verilir”; “hiç birine mecbur değiliz” deyip de ondan sonra boykot çağrısı yapmak, aslında seçimlere fiilen çok büyük bir değer atfetmekten başka bir anlama gelmez.
Tam da büyük bir önem atfetmediğimiz için, seçimleri, bizlere daha fazla hareket alanı sağlayacak; karşı tarafı zayıflatacak veya hareket alanını küçük de olsa daraltacak taktik hamleler için iyi bir imkân olarak görürüz.
Bizler adaylara onlar iyi veya doğru olduğu için; ya da bir şeyler değiştirebileceği için oy istemeyiz. Aksine bunun mümkün olmadığını söylemek için seçimlere katılırız ve yine tam da bu nedenle, vereceğimiz oyların bizim hareket alanımızı genişletip genişletmeyeceğine bakarız.
Erdoğan’ın ilk turda seçilmesi, başkanlık sistemine dayanan kişi diktatörlüğüne gidiş yönünde çok önemli bir zafer anlamına gelir ve bu zaferi ardına alan Erdoğan’ın en küçük bir uzlaşma görüntüsüne bile ihtiyacı kalmaz. Ezilenler birbirine yakın güçlerin çatışmalarında kendileri için daha elverişli; kendilerine daha geniş bir hareket alanı sağlayan koşullarda olurlar.
Böyle bir yaklaşımla baktığımızda, seçimlerde boykot çağrısı yapmak, sadece seçimlere fiilen büyük bir değer atfedilmesi anlamına gelmez; aynı zamanda nesnel olarak Erdoğan’ın ilk turda kazanmasına hizmet etmek anlamına gelir. Çünkü verilmeyen her oy, seçimlere katılım oranının düşmesine, ama katılım oranı düşünce de, o düşük katılım içinde de Erdoğan’ın aldığı oy oranının yükselmesine ve dolayısıyla ilk turda seçilme olasılığının artmasına yol açar.
Dün yolda Halkevleri’nin bir afişi görülüyordu: “Hiç birine mecbur değiliz”.
Hiç birine mecbur olmamak ve bunu seçim bağlamında kullanmak tam da seçimlere büyük bir değer atfetmektir.
Hiç birine mecbur olmamak, bir propaganda sloganı olarak anlamlı olabilir, stratejik bir hedefi ifade etmede yararlı olabilir; ama taktik bir slogan olarak, tamamen yanlıştır.
Hayat her zaman uzlaşmalardan ibarettir. “Uzlaşma yok!” bir anarşist palavrasıdır.
Bir devletin ve hele hele bu devletin vatandaşı olarak yaşamak bile dünyanın en aşağılık şeyine, yani devlete mecbur olmak değil midir? Bu durum, hele Türkiye gibi bir ülkede, Türklükle tanımlanmış ve Türklüğün de ırkla tanımlanmış olduğu bir ulusal devlete mecbur olmak değil midir?
Hiç birine mecbur değilsen verme bu devlet vergi; tanıma onun kurumlarını; yırt at onun hüviyetini, pasaportunu; gitme onun okullarına; tanıma onun para birimini, ölçü birimini, mahkemelerini, diplomalarını.
Bunların hiç birini yapamıyorsan uzlaşıyorsundur bu devletle. Mecbursun bu devlete.
Bu devlete mecbur olmaktan bile söz etmeden o mecbur olduğun devletin tepesinde kimin bulunacağına mecbur olmamaktan söz etmek: hem o devlete; hem de Erdoğan’a hizmet etmekten başka bir anlama gelmez.
Dünyanın en büyük zulmünü sorun etmeyeceksin, ondan sonra çıkacaksın seçimlerde “hiç birine mecbur değiliz” diye boykot çağrısı yapacaksın. Çocuklar bile güler buna.
Üstüne üstlük, bunu da birinci turda HDP’nin adayı varken ve o sanki hiç yokmuş gibi yapacaksın.
Bu davranış, açıktan karşı tarafa geçmekten başka bir anlama gelmez.
Buradan “Laikler”e ve Alevilere bir kez daha seslenelim.
İhsanoğlu’nun CHP tarafından aday gösterilmesine tepki duyabilirsiniz ama tepki duyup da boykot ederseniz daha ilk turda Erdoğan’ın seçilmesine yardım etmiş olursunuz.
İlk turda Demirtaş’a oy vererek, hem İhsanoğlu’nun aday gösterilmesini tepkinizi ifade edebilirsiniz; hem de katılım oranını yükselterek, Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini engelleyebilirsiniz.
Yani hele ilk turda boykot çağrısı yapmak, Erdoğan’a oy verme çağrısı yapmaktan farksızdır.
Eğer Demirtaş gibi bir aday olmasaydı, Alevilerin ve laikçilerin boykotu bir ölçüde anlaşılır olabilirdi.
Ancak bugün hem protestoyu ifade etmek için; hem de bu ifadenin Erdoğan’a yaramaması için bir yol bulunmaktadır.
Bugün en acil sorun Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini engellemek olmalıdır. Erdoğan’ın ilk turda seçilmesini engellemek, küçük ama ciddi bir başarı olur ve Erdoğan cephesinde karışıklığa, elin ayağın birbirine dolaşmasına; sinirlilik ve panik işaretleri ortaya çıkmasına yol açar ve bütün bunlar sonraki gelişmeleri etkileyebilir.
Erdoğan ilk turda seçilemezse, bunu sağlayabilecek olan Demirtaş olacaktır. Demirtaş hem Kürtlerin çok önemli bir bölümünün Erdoğan’a oy vermesini engelleyecektir, hem de Alevi ve Laikçi protesto davranışları için uygun bir alternatiftir.
HDP de, Demirtaş’ı destekleyenler de ona demokratik hedefleri olan bir aday olduğu için oy istememelidirler. Propagandada elbette demokratik hedefler ve özlemler dile getirilmelidir. Ama bunları dile getirilmesi ve oy istenmesi arasında bir zorunlu ilişki olmaz devrimciler için. Devrimciler pek ala en demokratik özlem ve hedefleri dile getirip, oyların hiç de tutarlı demokrat olmayan bir adaya verilmesini isteyebilirler. Örneğin kendilerine verilecek oyun fiilen yok olacağı, daha berbat bir adaya yarayacağı koşullarda, daha az berbat olanına oy verilmesini isteyebilirler ve istemelidirler. Tam da seçimlere pek bir değer vermedikleri için böyle yaparlar ve yapmalıdırlar.
O halde Demirtaş’a da oy istemenin gerekçesi demokratik program ve özlemler olmamalı. Aksine bu devlet mekanizması yerinde durduğu sürece en küçük bir demokratikleşmenin olamayacağı anlatılmalı bu seçimlerde. Demirtaş’a oy, verili somut durumda, Demirtaş’a verilecek oyların güçler dengesini değiştireceği; Erdoğan’ın ilk turda kazanmasını engelleyeceği gerekçesine dayandırılmalıdır.
*
İkinci turda ise, yapılması gereken muhtemelen ikinci tura kalacak olan İhsanoğlu’na oy vermektir.
Boykot yine aynı şekilde fiilen başkanlık sistemine olumlu oy vermek anlamına gelir.
Birçoklarının şunu dediğini görülüyor. “İkisi de dinci. Al birini vur ötekine”.
Diyelim ki öyle. Ama buradaki seçim dinci adaylar adasındaki bir seçim değil; iki farklı sistemin seçimidir. Erdoğan’ın kazanması fiilen denetimsiz ve dizginlerinden boşanmış bir başkanlık sisteminin kazanması olacaktır ki, tam bir diktatörlük rejimine gidiş anlamına gelecektir.
İhsanoğlu’nun kazanması ize, en azından cumhurbaşkanlığı ve meclis arasındaki denge ve çatışmaları davet eden; dolayısıyla ezilenlere nispeten daha fazla hareket alını sağlayan; Erdoğan’ın ihtiraslarını gemleyen bir işlev görür.
Öte yandan nesnel sonuçları; yani Erdoğan’ın yenilgisi, AKP’nin gücünü yitirmesine, her iki tarafın da birbirine eşit güçlerle mücadelesine ve dolayısıyla ezilenlere ve Kürtlere daha fazla mecbur olmasına yol açar.
Aslında CHP ilk kez akıllıca bir öneri yapmıştır endi açısından İhsanoğlu’nu aday göstererek. Kendi isteklerine değil, AKP’nin tabanından da oy alabilecek bir aday göstererek Böylece AKP’nin tabanında bulunan ama başka alternatif olmadığı için ona mahkûm olan; Erdoğan’ın böylesine keyfi egemenliğinden ve elinde dizginlenemez bir güç biriktirmesinden tedirgin olanlara, memnuniyetsizliklerini ve protestolarını ifade edecek bir alternatif sunmuştur.
Eğer ilk turda “Laikler”in ve Alevilerin protesto oyları Demirtaş’a akar ve yüzde onu geçerse ve yine eğer ikinci turda Başkanlık sistemine karşı olanlar İhsanoğlu’na oy verir ve Erdoğan kazanamazsa, Türkiye’de bütün dengeler alt üst olur ve muazzam bir demokrasi rüzgârı esmeye başlar: Bu ezilenlerin toparlanması; cesaretlenmesi; sokaklara çıkması, hakları için mücadeleye girmesi için muazzam olanaklar açar.
Birinci turda Demirtaş’a oy verin. Yakışıklı ve genç olduğu için değil; az çok demokratik özlemleri ifade ettiği için değil, güzel konuştuğu, sempatik ve güleç olduğu için değil; Protestonuzu ifade etmek ve boykot ederek başkanlık sistemine oy verir duruma düşmemek için.
İkinci turda da İhsanoğlu’na oy verin. Akıllı, âlim, centilmen vs. olduğu için değil. Sadece seçilmesi ve ona verilen oylar başkanlık sistemine karşı duruşu ifade edeceği için.
Ancak dar kafalılar kendi özlemlerine uygun aday ararlar. Geniş ve stratejik düşünenler, karşı tarafın içinde de taraftar bulacak; önyargıları yıkacak; karşı taraftaki bölünmeleri ve tereddütleri arttıracak adaylar; formülasyonlar ararlar ve onlara oy verirler.
Tam da seçimlere fazla bir değer vermedikleri için böyle yaparlar.
24 Temmuz 2014 Perşembe
***
Site’nin Notu:” ‘Uzlaşma yok!’ bir anarşist palavrasıdır” cümlesi anti-anarşist bir palavradır.
G.Z.
Sayın yazara sormak isterim
1. soru…RTE ilk turda mı kazanırsa (örneğin % 51 ile) kendini güçlü hisseder; 2. turda % 60 ı geçerse mi?
2. Soru; ikinci turda Kürt S.H’nin oyu olduğu gibi RTE’ye gider mi?
3.Muhafazakar İslamcı Türkiye’ye göre Kürt önderliğin bir çok olumlu yönü olsa da reel Siyaset olarak bu olumluluk hayata geçebilir mi?
2. ve 3. sorularının yanıtını “kötümser” değerlendiriyorum… Bu nedenle 1. sorunun yanıtını “boykot” olarak veriyorum…
Yanlış mı düşünüyorum?
“saf” anarşistlerin de bu cümlenizi “iyi” okumalarını dilerim……”Tam da büyük bir önem atfetmediğimiz için, seçimleri, bizlere daha fazla hareket alanı sağlayacak; karşı tarafı zayıflatacak veya hareket alanını küçük de olsa daraltacak taktik hamleler için iyi bir imkân olarak görürüz….”
Bu anlamda da koşulların analizine göre “boykot”, “boş oy” veya iktidar gücünü “azaltacak-parçalayacak”, bir diğer “berbat” adaya da oy verilmesi elbette savunulabilir… Kuşkusuz “samimiyet” ve hiç bir “kişisel” nemalanma beklentisi olmadığında bu “oylama tiyatrosuna” bu tür yaklaşımlar ancak “teknik” olarak eleştirilebilir sanıyorum…
.
Hiç birine mecbur değilsen verme bu devlet vergi; tanıma onun kurumlarını; yırt at onun hüviyetini, pasaportunu; gitme onun okullarına; tanıma onun para birimini, ölçü birimini, mahkemelerini, diplomalarını.
Bunların hiç birini yapamıyorsan uzlaşıyorsundur bu devletle. Mecbursun bu devlete.
Read more: http://www.gunzileli.com/2014/07/24/demir-kucukaydincumhurbaskanligi-secimleri-ve-boykot/#ixzz38UTHxgXz
İşte bu nedenle sınıfsız ve devletsiz bir toplum imkansızdır. Toplum çöker, kaos olur.
herhalde bundan fazlası olmazdı. örneğin 700’e yakın madenci ölmezdi…
Toplum demek; örgütlenme, planlama, tasarruf, birikim, karar verme, disiplin, uzmanlaşma, farklılaşma, üretim, eğitim, öğretim, ulaşım, iletişim, sağlık, araştırma-geliştirme, bilim, teknoloji, basın, yazı, yasa, hukuk demektir. Sınıflar ve devletler olmadan bütün bunlar nasıl olacak?
eğer evreni yaratan ve düzenleyen bir tanrı varsa toplumu düzenleyen bir devlete gerek vardır. Ama tanrı yok.
tanrıdan kasıt ne, anlaşılmıyor…var olanın var olmasını sağlayan ilişki mi, yoksa ayrı bir yerde duran bir “kişi” mi?
konunun devletle bağıntısı açısından bu nokta bence önemli.
tanrı konusunda bilgi ve iddalarımız “öznel”dir…yani varlığına inanmayan için, gerçekten de “tanrı yoktur”….ama ha keza, inanan için de “vardır”…
bilgi ve algımız dışında “nesnel bir dünya” var mıdır ki; biz bu soruya böyle kolay yanıt verebilelim?…
ayrıca burayı felsefe arenasına çevirmenin de ne yeri, ne zamanı… :))
tanrı -eğer varsa- başlangıcı yaratıp gerisine karışmamış da olabilir. dolayısıyla “düzenleyici yok” demek için “tanrı yok” demeye de gerek yoktur.
fark etmez. Tanrı öldü ya da uyuyor da diyebiliriz. Sonuç olarak, evreni düzenleyen bir merkez olmadığına göre toplumu düsenleyen bir merkeze de ihtiyaç yok.
anarşistlerin kimlerle uzlaştığını galiba zileli unutmuş olmali?ispanyaya katolonya cumhuriyetinde cnt-fai hükümette kaç bakanla cumhuriyetçi burjuvazi dahil kömünist stalinist ve sosyalistlerle uzlaşmadanmı iktidar paylaştılar????anti anarşist palavras senmisin duruttili İspanyol anarşistlermi????? tarihte anarşizmin en görünür teorik pratik mücadelesinin zirve yaptığı deneyin ispanyada gerçekleştiğini bir çok eksik ve yanlışlarına rağmen bu gün bile yanından geçemeyeceğimiz seviyede pratikler gerçekleştirdiklerini hatırlayınca zileligillein tatava yapması anarşizmin bizdeki bütün birikimlerinin içine tüy diktiğine inanıyorum.yakında ekmellettine oy verin derse zileli şaşırmam????zileliler ve halkevci milli kafalar özgürleşmeden rizedeki saldırı gibilerin olmaması mümkün değildir bütün bu kötülüklerin alt yapısını dışardan çok kendini devrimci sanan karşı devrimcilerde aramakta fayda var?????
nasıl varılıyor bu sonuca…gene anlamadım, kusura bakma. anlamaya öğrenmeye çalışıyorum, bunu için soruyorum…bence şöyle düşünmek daha “mantıksal” görünüyor:
asıl evrenin bir yarataıcı-yöneticisi varsa, “başkasına” gerek kalmaz. aksine ikili yönetim “şirk” olur…
Duzenleyen sey yok demek herkes ne yapmasi gerektigini biliyor demektir. Tasindan insanina her yaratik ne yapmasi gerektigini biliyor. Hic hatasiz o ne ise oymus gibi davraniyor. Oyleyse hersey akilli. Hersey bilincli.(nomad) Ve dahasi mesela ivmelenen cisimlerde de gorecegimiz gibi, evrene ozerk olma durumu var: Eger hareket, hiz vs. goreliyse, ivmelenen cisim ivmelendigini nasil biliyor? Evrenle haberleserek mi?
Boyle cok cetrefilli konular var. O sebeple Buharin’in “Atomlar da birlesir, o halde isci sinifi da birlesir” duzeyindeki basitlestirmelerine dusmemek gerek. Evren ve toplum ayni sey degil. Ayni duzeyde bile degil.
sadece üstün bir akılın olmadığı anlamında. Yanlış doğru iç içe kaotik bir şekilde. Doğa bu kaos içinde nasıl bir harmoniye ulaşıyorsa toplum da ulaşır. Yeter ki başımızdan üstün akıllar (devlet) eksik olsun.
Tanrı – daha doğrusu Tek Tanrı – fikri sakattır. Rasyonel düşünceyi ciddiye alan birini bu devirde ikna etmesi mümkün değildir. Kadir-i mutlak’ın günah ve zulüm karşısında aciz kalması absürd bir düşüncedir. Kendi mutlak kudretine tabi olanlara kızıp onları orantısız güçle cezalandırması ahlaksız bir düşüncedir. O paradoksu çözmek için ikibin seneden beri döktürdükleri argümanları da toplasan bir incir çekirdeğini doldurmaz. [1]
[1] Ayrıca gözü olmayan göremez. Dili olmayan konuşamaz. Dili olanın dişi de ağrır, karnı da acıkır. Zeus, mesela, dişi ağrıyabilen, karnı acıkan bir tanrıdır. Kadir-i mutlak olma iddiasında değildir. O yüzden daha rasyoneldir. Zeus’a inan deseniz o kadar zorlanmayız. İncil ve Kuran’ın tanrısı ise, ancak aklını rafa kaldırma yeteneğine sahip olanları mutlu eder.
http://nisanyan1.blogspot.com/2013/12/arkadaslar-allah-neden-sever-biz-neden.html
FıTrat فطرة “yaratılış”, yahut Türkçede yakın dönemde anlam ayrışmasına uğrayan yazım şekliyle, “yaradılış”. O t ile d arasında ciddi bir metafizik uçurumu vardır, bilmem farkında mısınız? Şöyle. Yaradılış derken bir şeyin (insanın, hayvanın, eşyanın, dünyanın), herhangi bir müdahaleye veya zamanın aşımına uğramadan önce mevcut olduğu varsayılan öz otantik halini, yahut “doğasını” kastediyoruz. Bunun belli değişmez davranış kalıplarına, yasalara, varoluş ilkelerine, Aristocu tabirle bir ousia’ya sahip olduğunu da varsayıyoruz. Sonradan “bozulabildiğini” varsayıyorsak, demek ki bu nesnenin “bozulmamış” bir hali de mevcut olmalı. Tanımlayabiliyoruz, “aslı budur” diyebiliyoruz.
Halbuki düşünürsen t ile yaratılış bunun tam zıddı bir kavram. Amcanın canı istedikten sonra istediği gibi yaratır, 99 bacaklı üçgen kedi de yapar, güneşi batıdan da doğurur, Filistinli gariban bir kızı bir sözüyle hamile de bırakabilir. Keyif onun değil mi? Mecbur mu illa fıtrat üzere fıtr etmeye?
Bizim Hintli swami bu mevzulara değinmişti birkaç kez de kimse çok ciddiye almadı. Eğer tanrı, eşyanın tabiatına – fıtratına – aykırı iş yapamıyorsa, demek ki eşyanın tabiatı tanrıdan önce gelir; tanrı yasakoyucu değildir, olsa olsa icra memurudur. Yok tanrı eşyanın tabiatıyla oynayabiliyorsa, o zaman dünyada herhangi bir şeyi anlamaya imkân yoktur. Manyak bir diktatörün gerçekdışı aleminde kayıpsın. Tevekkül eder susarsın. Tanrı var desen de fark etmez, yok desen de fark etmez, çünkü anlam kalmaz geriye.
http://nisanyan1.blogspot.com/2013/01/ftrat-neymis.html
“Gökleri ve yeri var eden Allah’tır. O, bir şeyin olmasını isterse ‘ol’ der ve [o şey] olur.” (2.117)
Cevap: Allah’ın “Ol” emrini kim duydu? Allah emri kime verdi? Olan şey (daha önce) neydi? Yaratılıştan önce Allah’tan başka şey yoktu dediklerine göre, bu dünya nereden geldi? Neden olmadan sonuç [önce olmadan sonra] olmaz. Koca dünya nedeni [öncesi] olmadan nasıl ortaya çıktı? Bu iddialar çocukçadır.
Savunan – Değildir. Tanrının isteminden yaratılmıştır.
Reddeden – Kendi isteminden bir sineğin ayağını yaratabiliyor musun ki tanrının isteminden koca dünya yaratılabilsin?
S – Tanrı kadir-i mutlaktır. Ne isterse olur.
R – ‘Kadiri mutlak’ deyimini tanımla.
S – Her istediği olur.
R – Allah başka bir Allah yaratabilir mi? Kendi iradesiyle ölebilir mi? Kendini cahil, hasta veya akılsız kılabilir mi?
S – Hayır yapamaz.
R – Demek ki tanrı kendinin ve şeylerin doğasına aykırı bir şey yapamaz. Dünyada bir nesneyi yaratmak için üç şeye gerek vardır. 1. Yapan, mesela çömlekçi. 2. Ham madde, mesela çömlek için gereken kil. 3. Kilden çömlek yapmak için gereken araç ve aletler. Çömlekçinin kilden çömlek yapabilmesi için, önce [çömlekçinin,] kilin ve aletlerin varolması gerekir. Aynı şekilde dünyanın yaratılışından önce doğanın temel ilkeleri/unsurları (प्रकृति prakṛti) vardı ve bunlar başlangıçsız ve sonsuzdur. Dolayısıyla Kuran’ın bu öğretisini kabul etmek mümkün değildir.
SN notu: Hindu inancında yaratılış ve kıyamet olmadığını anımsayalım. İbn Rüşd de yanılmıyorsam felsefi yoldan aynı sonuca varmıştı.
Soru-cevap kısmının ustalığını görebiliyorsanız bu kitabın tadına vardınız demektir. Birinci cevapta takılıp kalmayın. “Sen sinek ayağı yapamıyorsan tanrı da dünyayı yapamaz” değil argüman. Önce o örneği kullanarak rakibi “kadiri mutlak” kavramına zorluyor. Sonra o kavramın iç çelişkisine işaret ediyor. Satrançta buna Zugzwang deniyordu yanılmıyorsam.
“Yaratılış,” “kıyamet” ve “mucize” kavramlarını atınca, Batı (Hindistan’a oranla) Tektanrıcılığının tanrısını malul eden en önemli mantıkî yüklerden kurtulmuş oluruz. Geriye bir şey kalır mı? Kalır elbette. Geriye insanların ve diğer mahlukların yaşantısını yöneten, adalet ve hak ve belki diğer güzel ve dehşetli şeyleri dağıtan, daha insancıl, daha sevimli, daha ahlakî bir tanrı – veya tanrılar – kalır. Bu kadarıyla yaşayabilirmişim gibi geliyor bana. Akıl ve bilim dışı da olsa, akla ve ilme karşı fahiş bir saldırı yok; estetik ve ahlaki boyutu değersiz değil. İlla tanrı(lar) lazımsa, bu vizyon bana daha makul gelir.
http://nisanyan1.blogspot.com/2012/10/swami-saraswatinin-islam-elestirisi-ksm_31.html
her zerresiyle varlığın bilinçliliği (monad)konusundaki Anonim-8 in görüşüne katılıyorum ki bu da ünlü “tasavvuf” görüşünün batılı felsefeyle ifadesi…
madem ki öyle, ayrıca dışsal ve yapay “akla (DEVLET) ne gerek var, sorusu akla geliyor…
Herşeyi sınıflara, devlete, ekonomiye, siyasete, partilere, ulusal sorunlara vs. indirgediğimiz için hep dar bir bakış açısından tartışıyoruz. Bütün bunlar elbette önemlidir, ama toplumda öyle sorunlar var ki en mükemmel düzende bile çözülemez, sadece ertelenebilir, kısmi veya geçici çözümler bulunabilir. Bunları hep gözden kaçırıyoruz.
İnsan hayatı çok yönlü ve çok boyutludur. Bütün bu yönleri ve boyutları ile insan hayatını tamamıyla kuşatmış hiçbir sistem yoktur. İnsan hayatını bütünüyle kuşatmak iddiasında olan hiçbir ideoloji ve dünya görüşü de ortaya çıkmamıştır.
ANONİM-11’e kısa yanıt…
bence de “insan hayatını bütünüyle kuşatma iddiasında olan hiçbir ideoloji ve dünya görüşü ortaya çıkmamıştır”…zaten çıkması da felaket olur… zira bu tam da tek rengin hakimiyeti ve iktidarı olur ki; eleştirecek en küçük bir argüman bile bulamayız…
totalitarist cehennem diyebiliriz, mesela…
ARTI ANARŞİZM bu total dünya görüşüne, daha doğrusu “mutlak bir hakimiyet/hegomonya sağlamış bu İDEOLOJİK TOTALİTARİZME(ve de özlemcilerine )karşı da bir savaş vermek demektir.
Bunu nasıl yaptığına/yapmağa çalıştığına, konumuz üzerinden bir örnek vermek gerekirse…
ATEİST bir anarşizmden söz edilebileceği her yerde, teist-deist-panteist vb. inanççı anarşizm tarzları da bulunmazsa, anarşizm dahi, istemeden de olsa, bu totalizme yol açan bir “ideolojiye” dönüşebilir.
dolayısıyla, her anarşist yorum, bir “karşıt yorumla” dengelendiğinde ancak bu tehlikeden kurtulabilir bence…AKSİ HALDE, “TAHAKKÜM SUÇTUR” DEMENİN ANLAMI VE İMKANI KALMAZ.
Bu noktadan sonradır ki ANONİM-9’a Kısa bir yanıt vermek imkanı bulabileyim…
Tanrı varlığı yokluğu konusunda süren felsefi tartışmaların, en azından benim için, bir noktadan sonra fazla bir anlamı yok.
Bu, inancın ve aşkın konusudur ki akıl yürütmeler bir noktadan sonra işe yaramıyor. Sonuçta önemli olan iki nokta var:
Bu inanç ve aşk üzerinden ben “zalimin mi, mazlumun mu yanında yer tutuyorum…ve bu inancımı birileri için “vazgeçilmez” kılan bir totalizm gerekçesi yapıp yapmadığım meselesidir…
Anlatamadım. “insan hayatını bütünüyle kuşatma iddiasında olan hiçbir ideoloji ve dünya görüşü ortaya çıkmamıştır” derken, Anarşizm de, diğer ideolojiler de insanların sorunlarıyla ilgilenmiyor demek istedim. Sadece ezilen sınıflarla vs. ilgileniyor. Diğer insanları nasıl kazanacaksınız?
Yok asıl ben anlatamadım…İdeolojilerin saf ve masum olmayıp, egemenlik amacı güderek tek hakikat olmak istediklerini…
oysa anarşizmin, her tür dünya algı ve tasavvuruna kendini ifade alanı bırakırken, sadece, bunu başkalarına dayatmanın suç kabul edilmesini…ve böylece de anti-ideoloji olduğunu…
Tek bir örneğin yeterli olduğunu düşünüyorum.
Zengin, yoksul farketmez, hayatında hiç sevilmemiş, hep reddedilmiş erkekler kendi acıları yüzünden başkalarının sorunlarına ilgi duymayabilir, hatta yaşama isteklerini kaybedebilir, intihar edebilir, daha kötüsü başkalarını öldürebilirler. Anarşizmin veya başka bir ideolojinin bu insanlara verebileceği hiçbir şey yoktur, devrim olduğunda durumlarında hiçbir değişiklik olmayacaktır.
anarşizmin neden ideoloji olmadığını ifade etmeye çalıştım. bu, kendi dünya algımızı başkalarına dayatmanın anarşist etikA’ya uygun olmaması nedeniyle böyle bir sonucu bereberinde getirir.
işin aslı, sözünü ettiğin durum,insani bir mesele…yani kendinde insanlık sorumluluğu duyan her kişi, türdeşinin yaşadığı soruna duyarsız kalamaz…zira, bu halin toplumsal tahakküm ilişkilerinin hortlamasına neden olacağını bilir.
gene de anarşizm burada işlevseldir:
her dünya algısını; hastalıklı, marazi vb diye suçlamaksızın dinlemeye, anlamaya etikAsı gereği müsaittir. Çünkü her insanın kendi dünya algı ve tasavvurunu geliştirmede özgür olduğuna…bunu dayatmanın (sadece dayatıcılığın) tahakküm sayılması gerektiğine ETİKAsı gereği inanmak ve böyle tavır-tutum almak durumunda hatta “zorundadır”. Aksi halde “anarşistim” demesinin bir anlamı olmayacaktır.
bu” insani”( insan merkezcilik değil, zira empati sadece türdeşe değil, tüm ve yekpare doğaya dönük ) empati bizi, başkalarını dinleme, anlamaya çalışmaya yölettiğinde, pek çok sorunun çözümü mümkün olur, diye umuyorum. (belki de fazla idealist ve iyimserimdir, olabilir)…
ama asıl mesele, diğer doğal ve toplumsal sorunlarda olduğu gibi insani sorunların da asıl nedeninin mülkiyet ve egemenlik ilişkilerinin varlığından kaynaklandığını anlamaktan geçiyor, bence…
Halil Berktay’ın şu yazısındaki tespitine katılmamak mümkün değil bence -sadece Marksizm için değil, bütün olarak sol için geçerli;
http://www.taraf.com.tr/yazilar/halil-berktay/uc-altin-cag/16104/
Diğer doğal ve toplumsal sorunlarda olduğu gibi insani sorunların da asıl nedeninin mülkiyet ve egemenlik ilişkilerinin varlığından kaynaklandığı doğru. Ama aynı zamanda iyi ve kötü tarafıyla uygarlığımız, modern bilimimiz, ilkel çağların cehaletinden kurtulmamız, eğitim, kültür, felsefe, sanat, teknoloji, tıp, gıda, tarım, ulaşım, iletişim gibi alanlardaki ilerlemelerle birbirlerinden kopuk ve habersiz olan insanlığın ve dünyanın bütünleşmesi de mülkiyet ve egemenlik ilişkilerinin varlığından kaynaklanıyor. Ne yazık ki şimdiye kadar başka türlüsü de mümkün değildi, bundan sonrasını bilemem.
15 e yanıt…
bu sefil ataerkil düzen erkek egosunu şişiriyor… Anarşizm veya özgürlükçü sosyalizm bu “manyaklığı” nicelik olarak ciddi ölçüde geriletir…
Tek bir insan, erkek veya kadın, doğa için bir karınca veya bir yunus balığından farklı değil…
haddini bilecek… Bileceğiz…
Önce ikna edecek… Kur yapacak… ısrarla deneyecek… “İyi bir memeli hayvan”,, çocuklara iyi bir baba olabileceğine “dişiyi” ikna edecek…
Bu “patoloji” zamanla çok azalacak…
Anonim-18, haklı olduğunu düşündüğüm bir nokta, şu , tarım , beslenme.vb…”uygarlığın nimetleri” meselesi…yani kültür, sanat,teknoloji,felsefe,vs. vs (örnneğin tıp, “eğitim” konularını ayrıca konuşabiliriz)
Bunların hepsinin de insanileşmesi ve doğaya uyumlulanması gereken yönleri olduğu aşikar. Anarşistlerin bu konuda neler düşündüğü, az çok herkesin malumu ve sitede bol yazı da var. Görülen o ki, “türkiye anarşizmi, pek fazla “solcu” takılıyor.
ben bir liberter-batıni anarşist olarak o kadar da “soldan” bakamıyorum…(mesela, sermaye, piyasa vbne)
Ancak kısaca şu kadarını belirteyim (sitede çok yazı var bu konuda, uzatmaya gerek yok)
temerküz etmiş emek olarak sermayeye ve onun küresel entegrasyonuna, kategorik bir karşıtlık bana anlamlı gelmiyor.
asıl karşı çıkılması gereken, bence sermayenin TEMELLÜK HALİ ki bu da devlet karşıtı mücadele demektir…Devletin mülkleştirmesinden arındırılmış sermaye, mülkiyetsiz özgür piyasada (istersek buna piyasa anarşisi ya da daha iyisi anarşist piyasa da diyebiliriz) emeğin değerini en rasyonel şekilde bulabilir, diye düşünüyorum.
kısaca devletlerce mülkiyet kılınmış olan emeğin, toplumsal sermayeye dönüşmesi, diyebiliriz. konu uzunca tartışılmayı gerektirebilir ama hani derler ya “lafın uzunu…”diye
Haddini bilecek ha? Sen böyle bir acıyı yaşamadan nasıl dayanılmaz bir şey olduğunu anlayabilir misin? Demek ki değil kadınlar, erkeklerin bile çoğu anlayışsızmış.
Kadınsan seni seven erkekler ayağına gelir. Yalnız ve reddedilmiş bir kadın da olsan, erkeğin çektiği acıyla, onun ihtiyacıyla seninki arasında dev bir uçurum var.
En kötü şey, bir kötülüğün, bir acının kimsenin umrunda olmaması, kötü görülmemesidir. Kadınların yaşadıklarını toplum kötülük olarak görür ve bunlara karşıdır en azından.
Ben kararımı nasıl değiştirdim… Okumak isterseniz; http://senizlenimler.blogspot.com.tr/2014/08/afedersiniz-tps-tps-gidecegiz.html