Demir Küçükaydın/Bir Ulusal Hareket Olarak Gezi Hareketi

 

Evet, Gezi Hareketi de tıpkı Kürt Hareketi gibi ulusal baskıya karşı bir harekettir.

Gezi Hareketini “Ulusal Hareket” tanımlamak ilk bakışta herkese çok garip ve saçma gelebilir.

Ulusal hareket denince herkesin aklına Kürt Hareketi gibi bir hareket gelmektedir.

Ne var ki “Ulus nedir? Ulusçuluk nedir?” gibi sorular sorulup üzerine düşünüldüğünde, bu hareketin bir ulusal hareket olduğu görülmektedir. Sorun bizlerin ulus kavramının ulusçuların ulus kavramı olmasındadır. Olguda değil, olgunun tanımlandığı kavramlardadır sorun.

Aşağıda görüleceği gibi, Gezi hareketini “yaşam tarzı”na yönelik baskılara direniş olarak betimlemeyici olarak tanımlamak aslında onu analitik olarak ulusal baskıya karşı bir hareket olarak tanımlamaktan başka bir anlama gelmemektedir.

*

Ulusçuların ulus tanımından hareketle ulusun ne olduğu anlaşılamaz.

Ulusçular ulusun bir dil, bir din, bir ortak yaşantı, bir kader ve ülkü birliği vs. olduğu yönünde, bunların birine veya farklı kombinasyonlarına dayanan bir yığın tanımlar yaparlar.

Ancak bu tanımların hiç biri, ulusun ne olduğunu sosyolojik olarak tanımlamazlar. Bunlar, ulus olmanın koşullarını belirleyen normatif tanımlardır. Yani bunlar varsa ortada bir ulustan söz edilebilir demiş olurlar. Ama ulusçular bunların sosyolojik kriterler olduklarını iddia ederler.

Bilimsel tanımlar ise, niçin ulusun ulusçular tarafından böyle tanımlandığını açıklayacak kavramsal araçları sunarlar.

Yani niçin dinin, dilin, ortak yaşantının, ülkünün ulusun tanımının olmazsa olması olarak belirlendiğini; bunun neden, nasıl ve hangi tarihsel koşullarda gerekli ve mümkün olduğunu açıklar sosyolojik analiz.

*

Öncelikle ulus nasıl bir var oluştur diye sorar sosyoloji.

Ulusçular, ulusların, tıpkı sınıflar gibi, insanların kabullerine bağlı olmayan bir var oluş olduğu iddiasındadırlar. (Örneğin siz ne kadar işçi olmadığınızı iddia etseniz de işgücünü satarak yaşayan bir ücretli iseniz işçisinizdir. Sizin kendi kabulünüze bağlı değildir işçi veya tersinden bir kapitalist olmamak.)

Sosyoloji ise uluslar olduğu için ulusçular değil, ulusçular olduğu için uluslar olduğunu, yani ulusların da tıpkı bir din gibi, insanların kabulleriyle var olabilen bir toplumsal olgu olduğunu söyler. Yani nasıl insanlar Allaha inanmasalar ortada İslam diye bir din kalmaz ise, insanlar Türk (veya başka bir ulus) olarak kendilerini tanımlamadığında Türk Ulusu diye de bir ulus kalmaz. Ulus, insanların kabullerine bağlı bir var oluştur der. Ve dinler gibi ancak insanlar onları kabul ettiğinde ortaya çıkarlar.

Örneğin Hıristiyanlık veya İslam, insanlar onu kabul ettiklerinden sonra var olmuşlardır. Uluslar da böyledir.

Örneğin Dinler karşısında soru şudur sosyolojik olarak: Niye tarihin belli bir döneminde belli bir yerde şu veya bu din, kendini şöyle veya böyle tanımlayarak ortaya çıkmıştır? Niye insanlar avcılık ve toplayıcılık ile yaşarken tek tanrılı dinler ortaya çıkmamıştır? Niye Bütün tek tanrılı din peygamberleri Orta Doğuya gelmiştir ve orada bu dinler ortaya çıkmıştır? Niye avcı ve toplayıcı toplumlarda hep bir totem ve soy aynı dini ve topluluğu belirlerken, niye uygarlıkla birlikte soyun yerini “inanç” (kabul) almıştır. Hindistan’da Hinduizm niçin binlerce tanrıya sahiptir? Çin’deki dinler niye tanrısızdır?

Bütün bunları elbette sosyoloji açıklamalıdır ve bunları açıklayacak araçları özellikle Marksizm geliştirmiştir. Bütün bunları açıklayacak anahtar insanların geçim ve yaşam araçlarındadır. Şehirler gibi Allah da (İbrahimi dinler) ticaret yolları üzerinde ortaya çıkar örneğin. Hindistan’ın Himalayalar’ın oluşturduğu doğal set nedeniyle “barbar” kavimlerin yaratıcı yıkıcılığına pek uğramaması; buna bağlı olarak sınıfların taşlaşıp kastlaşması ile binlerce tanrının varlığı; Çin’deki dinlerin tanrısızlığı Çin yazısıyla açıklanabilir.

Aynı yöntem ve sorularla Ulus da açıklanabilir. Ulus ne zaman ortaya çıkmıştır? Son iki yüz yılda.

Niçin önce ulus diye bir topluluk yoktur? Nasıl mümkün olmuştur ulus diye bir şeyin ortay çıkması?

Bunu “iç pazar” “kapitalizm” olarak izah etmeye çalışan şimdiye kadar ki teoriler sadece bir zamandaşlık ilişkisine dikkati çekerler ama içsel bir bağlantı kuramazlar. Yani Sermayenin vatanı yoktur dendiğine göre, niye bir vatan ihtiyacı duymuştur da ulusları ortaya çıkarmıştır sorusunun cevabı yoktur örneğin. “İç Pazar” derken niye bu “İç” böyle tanımlanmıştır da şöyle tanımlanmamıştır sorusunun cevabı yoktur? Ayrıca “iç”in kapitalist üretimle bir ilişkisi yoktur. Çünkü kapitalizm dünya pazarının varlığı koşulunda doğmuştur, ulusun doğuşu ile kapitalizmin varlığı arsında hiçbir mantıki bağ yoktur? Uzak dış ticaret kapitalizmin doğuş koşullarından biridir.

Sermayenin mantığı açısından dünyada uluslar ve ulusal devletler olmaması gerekir. Ticaretin lüks mallarla sınırlı olduğu kapitalizm öncesinde bile devletler büyük imparatorluklar iken ve ticaret yollarının egemenliğini ancak imparatorluklar sağlarken, neden üretim ve ticaretin globalleştiği modern kapitalizmde birimler küçük uluslar olmaktadır? Bunun sermayenin ihtiyaçlarıyla açıklaması yapılamaz.

Zaten modern kapitalizmin ve dünya ticaretinin dini olan Aydınlanma da ulusçu değil, kozmopolit ve hümanisttir kökeninde ve idealinde. Aydınlanma’nın evrenselci ve hümanist ideallerini taşıyan Hürriyet Eşitlik Adalet hiçbir ulusa gönderme yapmaz. Amerika Birleşik Devletleri veya Sovyetler Birliği gibi yine aynı ideallerden kaynaklanmış devlet adları da kendilerini bir dünya cumhuriyetinin parçası olarak tanımlamışlardır, “devlet” ya da “Sovyet” sadece bir idari ve teknik anlama sahiptir bu isimlerde.

Niye 18. Yüzyılın Aydınlanma ve Evrenselciliğinden ve buna tam düşen ve bunu gerektiren dünya pazarı ve ona yönelik üretimden, böyle dar insanlığı boğan küçük ulusal devletlere geri dönüş olmuştur?

Dünya savaşları da tam bu üretimin evrenselliği ile ulusların ve ulusal sınırların bunlarla çelişmesinden çıkmaktadır. Nasıl olup da böyle bir çelişkili durum ortaya çıkmıştır?

Bunu ancak Burjuvazinin, egemenliğini sürdürme kaygısı, karşı devrimci karakteri açıklar. Sermaye sınıfları ve Burjuvazi hep böyle davranmıştır.

Tipik bir örnek verelim. Örneğin, kapitalist sömürü için pahalı, baskıcı ve bürokratik bir devlete ihtiyaç yoktur. Kapitalizm öncesinde güçlü bir devlet, ekonomi dışı cebir, artı ürüne el koymanın, sömürünün olmazsa olmazıdır. Şark devletçiliğinin nedeni de budur? Ama kapitalizmde sömürü üretim sürecinin kendinde gerçekleşir, devlet olmadan da kapitalizm olabilir. Marks’ın Kapital’inde Devlet diye bir bölüm yoktur örneğin? Kapitalist üretim ve sömürüyü açıklamak için devlet kavramına ihtiyaç duymamıştır Marks.

Ama burjuvazi, ezilen sınıfların direncini bastırmak için, onlardan korkusundan, devraldığı devleti korumakla kalmaz; onu daha da baskıcı, bürokratik, militer bir aygıta dönüştürüp, ezilenlerin bin bir mücadeleyle elde ettiği kimi haklarını bile budamaya çalışır.

Sermayenin mantığı ile burjuvazinin egemen ve gerici bir sınıf olarak çıkarları arasındaki çelişkiye bir başka örnek. Teorik olarak, sermayenin toprakta özel mülkiyete ihtiyacı yoktur. Topraklar da tıpkı hava gibi, su gibi, kamunun olmalıdır. Yani toprakların kamulaştırılması talebi sanılanın aksine sosyalist değil, kapitalizme uygun bir taleptir.

Ama burjuvazi hiçbir yerde bunu savunmamış ve uygulamamıştır? Neden? Çünkü, toprakta özel mülkiyetin ilgası ezilen sınıfları üretim araçlarında özel mülkiyetin ilgası fikrine de kolayca getirir diye. Keza eski toprak sahipleriyle ezilenlere karşı ittifak yapabilmek için. Yani sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının ürünü olarak burjuvazi, ekonomik olarak hiç de gerek olmamasına rağmen, toprak sahiplerine rant (toprak geliri, iradı) denen haracı ödemeye razı olmuş ve onlarla ittifaka girmiştir.

İşte ulusçuluğun varlığı da böyledir. Sermayenin mantığı değil; Burjuvazinin egemen sınıf olarak çıkarları ve korkularıdır onu mümkün ve gerekli kılan.

Aydınlanma, kapitalizm öncesi toplum hayatını düzenleyen dinleri, toplumsal hayatın örgütlenmesinin dışına atabilmek için, insanların dini, soyu, inancı ne olursa olsun eşittir derken, dinin ve soyun ve inancın (ki bunlar dinlerdi kapitalizm öncesinde) bunların topluluğu belirlemeyeceğini belirtmiş oluyordu. Ama bunu yapabilmek için, politik olan ve olmayan (Özel-İnanç) ayrımını yapmıştı. Bu ayrım (özel (inanç ve politik ayrımı), tıpkı İslam’ın Allah’ının totemlerin ayırdığı insanları birleştirip eşitlemesi gibi, farklı inanç ve soylardan insanları birleştirip eşitleme işlevini görüyordu.

Ama nasıl İslam içinde daha doğarken Mekke’nin egemen sınıfları ve binlerce yıllık Ortadoğu devletçiliği kendini feth eden İslam’ı feth edip bir karşı devrim yaptı ise, aynısı Aydınlanma devriminde de oldu.  İnsanları eşitlemenin aracı olan özel-politik ayrımı, politik olanı ulusal olanla tanımlayarak, insanları bölmenin ve burjuvazinin egemenliğini sürdürmesinin, karşı devrimin aracı oldu.

Yani özel politik ayrımı devrimci ve eşitleşici iken, politik olanın ulusal olanla çakışması ilkesi, yani ulusçuluk karşı devrimcidir. Bu tamamen burjuvazinin egemen bir sınıf olarak çıkarlarıyla ilgilidir.

Ancak bu karşı devrim başlangıçta, ulusu bir toprak parçasında yaşayanlarla sınırlıyordu. Bu bile sonraki ikinci karşı devrime göre nispeten daha demokratik kalıyormuş. Daha sonra ulusu bir ırkla (Güney Afrika, İsrail, Amerika’nın iç savaş öncesi güney eyaletleri, sömürgecilik), bir dille, bir dinle (Pakistan, Bosna, İsrail), bir soyla (İsrail), bir tarihle, bir kültürle (Avrupa ulusçuluğu) veya bunların çeşitli kombinasyonlarıyla (Türk milliyetçiliği örneğin, çeşitli dozlarda, dille, dinle, soyla, ırkla ve kültürle tanımlar ulusu)  tanımlayan çifte kavrulmuş bir karşı devrimci ulusçuluk oluştu.

İşte Türk ulusçuluğu, Anadolu’nun Müslüman ahalisinden yaratılmış böyle çifte kavrulmuş karşı devrimci, dil, ırk, tarih, soy ve dinle tanımlanmış bir ulusçuluktur. Türk ulusu da böyle bir çifte kavrulmuş karşı devrimin niteliğini verdiği böyle bir ulustur.

Ulusu sadece bir toprak parçasında yaşayanlarla tanımlayan bir ulusçuluk örneğin pek ala din, dil, ırk, soy körü olur. Yani o topraklarda yaşayanların dili, dini, etnisi, ırkı onları hukuki, idari, ekonomik, siyasi bakımdan hiçbir şekilde farklı kılmaz.

Ama diyelim ulus bir dille tanımlanmış ise bu her şeyden önce iki anlama gelir.

a)      Dil politize edilmiş, politik alana sokulmuş, politik bir olgu olarak tanımlanmış olur.

b)      O dili konuşmayanlar ve anadili o dil olmayanlar otomatikman dezavantajlı, politik olarak ezilen duruma geçmiş olur.

Ceza suçun cinsindendir, ulus dille tanımlanıp politik alana sokulunca ya da daha doğrusu politik olan dile kadar genişletilince, buna direniş de örneğin dile dayanan bir ulusal hareketi yaratır.

Yani okullarda Türk Tarihi okutulunca, Türklük de Soyla ve Irkla tanımlanınca buna dahil olmayanların direnişi başlamış olur.

Örneğin Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu bu Türk ulusunu yaratmak için bir Türk Dili ve Türk Tarihi oluşturmak amacıyla kurulmuşlardır.

Ancak Türkiye’deki ulus aynı zamanda Dinle de tanımlanmıştır. Bu din İslam ve onun Hanefi mezhebidir.

Yani politik olan (ulusal olan) tıpkı dil gibi dine de yayılmıştır. Diyanet işleri vardır bütçesi bir çok bakanlıktan daha büyük ve binlerce maaşlısı olan. Azınlıklar dinle tanımlanmıştır. Askerdeki yemek duasından, din derslerine kadar her şey İslam’la ve dinle tanımlanmıştır.

Ancak bu din, laiklik peçesi örtülerek, özel bir yorumdan geçirilmiş, politik dengeleri gözeten bir İslam’dır. Hıristiyan halklar katledildiği için, kalan Aleviler ve Devlet sınıflarının şehirli yaşamını da koruyan; resmi bir Sünni İslam’dır bu.

Yani Hem Sünni İslam’a dayanır, hem de Sünni İslam’ın başka yorumlarını; hem de başka yorumların günlük yaşamı işgal etmesini zorla engelleyen bir Sünni İslam’dır.

Tipik bonapartist, dengelere göre değişen, politik olarak denge aracı olarak kullanılan özel bir yorumudur bu İslam’ın. Bir yandan herkesten aldığı vergilerle, binlerce maaşlısıyla muazzam bir Sünni İslam aygıtı yaratır. Diğer yandan onu başına türban takıyor diye okula sokmaz.

Ulusun Türklükle ve Türklüğün de dille, soyla, ırkla, tarihle tanımlanmasına karşı oluşmuş Kürt hareketini zayıflatmak için Ulusu İslam’la tanır, bu yöndeki politik akımlara destek verir. Ama bu güçlenen eğilim karşısında paniğe kapılan şehirlileri ve Alevileri koruyucu maskesi takınır.

Bunun karşısında burjuvazi, dinin, dilin, tarihin, soyun, sopun, kültürün, politik alanın dışına çıkarılması; ulusun bunlarla tanımlamaya karşı tanımlanması gibi nispeten demokratik bir ulusçuluğu kendi gerici özü gereği hiçbir zaman savunmadı.

Bu oyun hem burjuvazinin hem de Askeri Bürokratik oligarşi’nin işin geliyor ve böylece kayıkçı dövüşünü sürdürüyorlardı. Kürt Hareketinin varlığı bu oyunu bozdu.

Egemen ulusun aynadaki aksi olan bir Kürt ulusçuluğu Kürt burjuvazisinin ulusçuluğu oldu. PKK’nın temsil ettiği plebiyen ulusçuluk bundan uzak durmaya çalıştıysa da Türkler arasında paraleli bir demokratik hareket bulunmadığından, tecrit olmamak için bu ulusçulukla her zaman dirsek temasını ve dayanışmayı korumak zorunda kaldı.

Buna karşılık, Türk burjuvazisi (ve Kürt burjuvazisinin bir kısmı) Askeri Bürokratik Oligarşinin ulusal olanı aynı zamanda Sünni İslam’la tanımlanmasına hiçbir zaman karşı çıkmadı, sadece bunun yorumuna ve somut uygulanışına karşı çıktı.

Bunların karşısında askeri bürokratik oligarşi ve Alevi Burjuvazisi de hiçbir zaman gerçek bir laikliği, yani ulusun dinle de tanımlanmasına karşı çıkmadı.

AKP ilk yıllarında, yaşam alanlarına fazla bir müdahalede bulunmayarak, yani politik olanı yaşam alanlarına ve İslam’a yaymaktan uzak durarak bir ölçüde direnişi belli bir dozun altında tutmayı başarmıştı.

Ancak son yıllarda fiili uygulamalarıyla ve aldığı kararlarla, “yaşam tarzını” kendi İslam yorumuyla düzenlemeye ve fiili bir baskı oluşturmaya kalkınca, bu baskıya karşı Şehirli ve Alevi nüfus direnmeye başladı.

Yani bu direniş, ulusal olanın yaşam tarzına da yayılmasına ve bunun İslam’la tanımlanmasına karşı bir direniştir.

“Yaşam tarzı” (neyi giyeceğin, neyi, nerde, nasıl yiyip içeceğin vs.) daha önce Askeri Bürokratik Oligarşi tarafından zaten politikleştirilmişti, kıyafet yasaklarıyla. Bu yasaklar Alevileri ve Şehir orta sınıflarını koruduğu için, onları Politik İslam karşısında yedeğe almanın bir aracıydı. AK Parti zaten politikleşmiş olanı Sünni İslam ile tanımlamaya kalkınca bu sefer “Yaşam Tarzı”nı İslam’la tanımlamaya karşı bir direnişin fitilini yakmış oldu.

Kabaca, Kürt hareketi, dilin politikleşmesine ve politik olanın da Türklükle tanımlanmasına karşı bir direniş ise; Gezi hareketi “yaşam tazı”nın politikleşmesine ve politik olanın da İslam’la tanımlanmasına bir direniştir.

Bu nedenle Gezi Hareketi, özünde politik (veya ulusal) olanın nasıl tanımlandığına bağlı olarak ortaya çıkan bir direniş olduğundan Kürt hareketiyle aynı özdedir. Bu nedenle görünümü ne kadar farklı olursa olsun ulusal baskıya karşı bir harekettir diyoruz. Ancak buradaki ulusal tanımı ulusçuların ulusal tanımı değil, sosyolojik bir ulusal tanımıdır.

*

Ancak bu direniş, hiç kimsenin beklemediği bir hızlı evrim geçirmiştir ve geçirmektedir. Klasik biçimiyle yaşam tarzının politikleşmesini reddetmeyen, ama onu “laiklik” denen batılı biçimlerle tanımlayan gerici milliyetçi biçimini hızla terk etmiştir. Türbanlılardan korkan ve kendi özgürlüklerine karşı saldırmaya hazır feodal bir gericilik gören sarı saçlı annelerinin aksine, Gezi Hareketinin neredeyse yarısını oluşturan genç kadınlar, onları müttefikleri olarak görmekte, korumakta, onlara ulaşmaya çalışmaktadırlar

Anaları babalarından farklı olarak, Müslümanların kıyafetine karışmamış, aksine onları da içine almak için çabalayan, kandil kutlamalarını savunan, Müslümanların Cuma namazı kılma hakkı için onların etrafına koruyucu duvar ören bir harekettir.

Hareket, işçi sınıfının modern tabakalarının eğilimlerini göstermekte ve Kürt hareketinin otuz yılda kat edemediği yolu birkaç haftada kat etmiş bulunmaktadır.

Yani politik olanın İslam’la tanımlanmasına karşı değildir sadece, laiklik denen dinle de tanımlanmasına karşıdır. Demokratik bir ulusçuluğa evrilmektedir.

İlk günlerin hem Kürt hareketine karşı ulusu Türklükle tanımlayan; hem de Politik İslam karşısında Askeri Bürokratik Oligarşinin direncini sembolize eden Türk bayrakları ve Atatürk resimleri artık yok olmuştur. Bayraksız bir harekettir. Bayrağı bayraksızlıktır. Biz beyaz bayrağı önerirken tam da bunu öneriyorduk. Hareket kendisi el yordamıyla aynı anlama gelen bayraksızlığı çözüm olarak buldu.

Hareket politik olanın ya da ulusun bir dinle tanımlanmasına karşı açık mesajını verdi. Ama ikinci mesaj henüz net değil.

Aslında Kürt hareketinin Apocu kanadı başından beri yeterince uyanık ve hızlı davranıp, hareketin içinde Radikal İslamcılar gibi yer alsaydı, Gezi Hareketi aynı güçle şimdi ulusun Türklükle tanımlanmasına karşı da açık mesajını vermiş olurdu.

(Hareket aniden bastırdı. Herkes gibi Kürt hareketini de hazırlıksız yakaladı. Aslında altın bir fırsattı. Ancak yine de her şey bitmiş değil ve telafi edilebilir.

Kim bilir belki bu da hayırlı olmuş olabilir. Hareket Kürt sorunuyla yüzleşmek için biraz yol kat etmek zorundaydı belki de. Belki erken bir karşılaşma da olabilir ve bu ağırlığın altında da ezilebilirdi.)

Şimdi bu hareketin karşısında, ulusal sorunu da aynı yöntemle çözme ve kendi programını koyma görevi bulunmaktadır.

Gezi Hareketi, Ulusun Türklükle de tanımlamasına karşı çıkıp, Kürtlüğün ve Türklüğün hiçbir politik anlamının olmadığı; dilin ve tarihin de politik ya da ulusal olanın işgalinden kurtulduğu demokratik bir ulusçuluğa; ulusu bir dille, dinle, etniyle tanımlamaya karşı tanımlamaya geçebilirse, Türkiye ve Kürdistan denen topraklarda demokratik bir devrim başlar.

Bu devrim eğer başarıya ulaşırsa, sürekli bir devrim olarak hızla tüm Orta Doğu’yu kaplar.

Bu adımı atamaz ise yenilmeye mahkumdur.

Kürt Özgürlük Hareketi’nin plebiyen kanadı, yani Apocular, böyle bir evrimde yıllardır aradıkları partneri bulacaklardır.

Yıllardır Öcalan’ın geliştirmeye çalıştığı görüşlere dayanan Özgürlük Hareketi, Gezi hareketiyle uyumlu davranmaya en yatkın ve hazırlıklı biricik harekettir.

Bu ikisinin buluşması, Gezi Hareketinin Türk, Kürt hareketinin Kürt milliyetçileriyle kopuşmasıyla mümkün olabilecektir.

Her ikisi de bunu başarıp, ulusun bir dille, dinle, soyla, tarihle tanımlanmasına karşı bir demokratik ulus anlayışında birleştiklerinde, 21 Mart 2013 tarihinde Öcalan’ın Newroz’daki nutkuyla başlayan; 31 Mayıs’ta İstanbul’da Gezi Direnişiyle ilk adımlarını atan devrim hızla tüm bölgeye bir saman yangını gibi yayılabilir.

Gezi Direnişi ve Devrimci Kabarışı, Yaşam Alanlarının işgaline, metalaşmasına ve ticarileşmesine karşı bir direniş olarak başladı; “Yaşam Tarzı”nın savunusu olarak, yani ulusun Ak Parti’nin İslam’ıyla tanımlanmasına karşı bir direniş olarak kitleselleşti; ulusun her hangi bir dil, soy, ırk, tarih ile tanımlanmasına karşı olduğunu bayrağına yazdığında da başarıya ulaşacaktır.

Başarıya ulaştığı an, o hızla tüm orta doğuya yayılır.

Başarıya ulaştığında, doğduğu yere, yaşam alanının ticarileşmesine ve metalaşmasına direnme ve bunun için dünya ölçüsünde çözümler arama noktasına dönecektir.

Orada da artık, ulusun nasıl tanımlanacağı değil, nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanla politik olanın çakışmasına karşı çıkmaktan, yani ulusal sınırları yıkıp bir dünya cumhuriyeti kurmaktan başka bir yol olmadığını görecektir.

Demir Küçükaydın

28 Haziran 2013 Cuma

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

9 Comments

  1. İDDİA 1: Türk-Kürt BARIŞIna gerek YOK; Hiç darılmadılar, küsmediler ki? Yeni yepyeni bir HALKIZ biz artık.

    İDDİA 2: Eğer BİZ, yepyeni bir HALK isek; hep birlikte akepe de abede de ne .ok yerlerse yesinler BİRLİKTE “güzel günler gö re ce ğiz”

    İDDİA 3: akepe ve abede dışındaki ilişkin siyasi ÖZNELER de bir çeki-düzen versinler birZAHMET kendilerine YOKSA onlara RAĞMEN.

    İDDİA 4: BİZ ANADOLU’yuz anlıyor musunuz?
    “Havva anan dünkü çocuk sayılır.”

    yeni İNSAN sensin, eski kanların her şeye alışık çünkü
    kırk bir basamaklı bir merdivenden iner gibi terleyen
    Terleyen’e — Turgut UYAR

    oysa son provasını yapıyoruz bir büyük DESTANın
    sonsuz bir biçim olacak o HERKES katılınca

    Sonsuz Biçim’e — Turgut UYAR

    Yeni, YEPYENİ bir HALK oluşuYOR Kadim ANADOLUMDA; Ben İNSANım diyen BİREYLERin TOPLAMI bir HALK.(Trakya DA dahil)

    1Lokma’dan fazlasını da; DÜNYAyı DA bölüşebiliriz kardeşçe, eşitlikle ne ki hükmümüz geçsin, gelsin o günler bir.

    Tüm bu YUKARDAKİLER, buradaki YAZIYI okumamdan ÖNCE yazılmıştır. TWITTER denilen “baş belası”nda.

    Dostlukla.

  2. unutulmuş (çok üzgün, teselli istiyor) ===> Türk mü sandın o aslında KÜRT; Kürt mü sandın o aslında TÜRK.

    Bırak be beyAMCA ne diyorsun; ONLAR HASI İNSANın !

  3. bu yeni “halkın” anadilinde eğitim görme hakkı da var mı mesela. kendini yönetebilme vb hakları? edebiyat şairane de, niyet ne merhalede?

  4. Demir küçükaydın’a sorular:

    1-ulus, politik olanla “ulusal olanın” (dil, din, soy, tarih vb) çakışması ise; politik olanla çakışmadan önceki “ulusal olan” ne oluyor?

    2- burjuvazinin toprak hakimiyeti gibi bir derdinin olmamasının kapitalist ekonomiye daha uygun bir şey olduğu fikrine nasıl varılır?
    ,küresel kapitalizm çağında bile, ki günümüz dünyasıdır, küresel bir toprak hakimiyeti (hem ekonomik hem de siyasi) burjuvazi için elzem değil midir?
    küresel kapitalist tek devletin inşaa amacı, onun güvencelediği bir mülkiyet ve egemenlik ortamında sağlanacak olan bir üretim tarzı olamaz mı?

    3-küresel kapitalist sınıfın ve onun bekçi köpeği küresel tek devletin bir ulusu olmayaca mıdır? bu ulus elbette dil, “inanış, soy vb etmenlerle değil, pazar ve mülkiyet hukukuna tabiyet üzerinden tanımlanır.
    buna “demokratik ulus” derken bunun küresel burjuva demokrasisi olduğu gerçeği yadsınabilir mi?

    4- gene de bu küresel burjuva ulusçuluğunun bir resmi dili (ingilizce) ve küresel hukuku bm, imf, dünbank gibi kurucu kurumları olmayacak mı, ya da yok mu?

  5. 5- asıl mücadele ulussuzlaşma yani küresel olanı da dahil, devletlerden ve onların mülkiyet bekçiliğinden kurtulmak değil midir?

  6. Aklıma takılan bir “şey” demeye çalışacağım:
    Kapitalizm öyle “haydi kapitalist olalım” diye ortaya çıkmadı. Üretimin serileşmesi, üretim araçlarını geliştirdi. Örneğin elle dikiş diken terzi, daha çok üretmek için dikiş dikmeyi hızlandırıcı aygıtı geliştirdi. Bu da (uzunca bir dönem içinde) kentsoylu kölenin endüstriye evrilmesini sağladı. “Emek en yüce değerdir” bu nedenle söylenmiştir. Tekerleğin bulunmasına sebep olan emek yoğunluğu asırlara yayılarak endüstri devrimini gerçekleştirdi. Kentsoylu köle bu nedenle tarihin o döneme kadar olan en ilerici kesimidir. Tarihin tekerleğini o çevirmiştir.
    Kentsoylu köle eğer endüstriyel üretim araçlarını kullanacaksa, bunun için, feodal yöneticilerin, tefecilerin, ticaret erbabının elinde birikmiş dev servetlere gerek duyacaktı. Fabrikalar çakıl taşıyla kurulmadı.
    İşte bir iç pazar ve bu iç pazarı pazarlaştıracak sınırlar ve dahi bu pazarın diğer (rakip) kapitalistler tarafından taciz edilememesi için “ulus” gerekecekti.
    Evet “ulus” uydurulmuş bir kavramdır. Ama uyduranlar tarafından da dayatılmıştır.
    Kapitalizmle ortaya çıkmış ve emperyalizmle anlamını yitirmiştir.

    İşte günümüzü anlayamayan arkadaşlar bu ayrıntıyı gözden kaçırıyor. İlerici, geliştirici kapitalizm (her ne kadar emek düşmanı olurlarsa olsunlar) çağını çok büyük bir hızla kapatmış, kartelleşmiş ve uluslar arası boyutlara ulaşmıştır. Bu yeni “kapitalist”ler türeyemeyeceğini, böyle bir rekabet şansının artık kalmadığını ve “ulus” kavramının içinin boşalarak sadece emperyalistlerin zaman zaman kullandıkları bir argüman (bölmeye filan yarıyorsa) olarak kaldığını unutmamak gerekiyor.

  7. Ulusal bayrakların panzehiri EMEK ve EKOLOJİ bayraklarıdır. Emek cephesinde, çelişmeler henüz “nicelikten niteliğe sıçrayışı” sağlayacak kadar birikmemiş olsa da, ekoloji cephesinden ümitliyim. Şu direnişi önemsiyorum :
    http://www.odatv.com/n.php?n=bu-direnis-geziyi-asacak–0409131200

  8. Bertrand Russell’ın milliyetçilikle ilgili Woodrow Wyatt tarafından yöneltilmiş bir soruya verdiği cevap güzeldir;

    Wyatt – Sizce milliyetçilik iyi bir şey mi, kötü bir şey mi?

    Russell- Milliyetçiliğin Kültür ve politika yönlerini birbirinden ayırmak gerekir. Kültür bakımından bugünkü dünyanın içinde bulunduğu tekrenklilik oldukça tatsız bir şeydir. Edebiyatta, sanatta, dilde ve her türlü kültür işlerinde degişikliği sürdürmek için milliyetçilik istenebilir. Ama, politika yönünden alırsanız, milliyetçiliğin kötü bir şey olduğu su götürmez. Milliyetçi politikayı iyi gösterecek tek şey bulunabileceğini sanmıyorum.

  9. Eliaçık’ın bir dönem ‘Yenilikçi İslam’ olarak isimlendirdiği anlayışın bir süredir sol-sosyalist söylemle harmanlanmış hali aslında haksızlıklar karşısında epeyce cesur, cüretkâr ve meydan okuyucu bir üslupla donatılmış. Ebu Zer-i Gıfari’yi kendine rehber edinen bu söylemin ne kadar tutarlı bir devrimcilik barındırdığı ise tartışma konusu. Şöyle ki; bütün bir ülkeyi ve toplumu kendisine mülk edinme iddiasındaki Mustafa Kemal ve hukuki-ideolojik varisleri TSK, CHP ve TÜSİAD’a dair şimdiye kadar ciddiye alınır birkaç kelam etmemiş olması tutarlılık tartışmasını gerekli kılıyor. Darbe politikalarına bağlı olarak Türkiye toplumunu sistematik bir baskıya, yoksulluğa ve tek tipleşmeye maruz bırakan bu sacayağına dair işaret düzeyinde olsun bir başkaldırının fark edilememesinin sebebi nedir acaba?

    Mesela sosyal adalet ve köleliğe karşı isyan taleplerinin askeri garnizon ve tesislerden içeri girememesinin mutlaka bir sebebi olmalı. Zorunlu askerlik kadar askeri tesislerde en alasından ‘bedava emek’ olarak on yıllardır TSK ailesinin hizmetine sunulan sömürü mekanizmasının söz konusu devrimci söylemde yer bulamaması enteresandır. Sayıları on binlerle ifade edilen insanın emeği, değil asgari ücret ve sigorta, saygı ve teşekkürden dahi nasiplenemiyor oysa. İnsan, bankacılıktan sigortacılığa, inşaattan sanayi tesislerine kadar devam eden bir dizi ‘vergiden, denetimden, paylaşımdan muaf’ OYAK’a çağdaş Ebu Zer’lerin eleştiri okları ne zaman yönelecek acaba diye sormadan edemiyor!

    Tabii ki Fenerbahçe, Harbiye, Gazi başta olmak üzere ülke sathına yayılmış ordu evlerinde yaşanan israfa; Marmaris, Bodrum, Akçay, Alanya vd. gibi dinlenme tesislerinde süren saltanat ve şatafata karşı devrimci bir eylem değilse de, hiç olmazsa devrimci bir söylem beklemek hakkımız olsa gerek. Buralardaki israf ve saltanat göze mi çarpmıyor yoksa şimdilik sıra gelmediği için mi gündeme girmiyor?

    İftar protestosu etkinliklerinin ‘Kibir Kuleleri’ne karşı yapılmak istenmesinde bir tuhaflık yok. Tuhaflık, kapitalist tüketim merkezlerinin önünde eksik ya da çelişkili de olsa Müslüman çevrelerin hedef tahtasına oturtulmasındadır. Söz konusu lüks otellerde hangi İslami cemaat veya kuruluşlar iftar vermektedir ki yergilerde, sövgülerde ilk hedef oluyorlar? Bu eylem hedefini ve muhatabını şaşırmış bir eylemdir. İslami çevre veya cemaatlerin yanlışlarını lüks otel ve merkez medyanın kameraları önünde ıslaha girişmek sadece tutarsız değil aynı zamanda sonuçsuz bir kör dövüşüdür. Kaldı ki; o otellerin hiç birinde eleştirilere muhatap olan cemaatlerin iftar programı filan da olmamıştır.

    ‘Kibir Kuleleri’ bahsiyle bağlantılı diğer bir mevzu da ‘Kibir Heykelleri’dir. Kibir Kuleleri’nin inşasını ve ikbalini teminat altına alan resmi ideoloji ve ülkenin her köşesinde karşımıza dikilen ‘Büyük Birader’ heykelleri değil midir? Şehirlerin yerleşim planlarının dahi Mustafa Kemal’in anıt heykellerine göre dizayn edildiği bir toplumun kölelikten kurtarılması sadece iktisadi söylemlerle mümkün olamaz herhalde. Heykel ve büstlerin önünde ‘saygı’ duruşuna mahkûm edilen insanların yoksul ya da zengin olmasının ne anlamı var? Tahakkümün, küfrün, zulmün sembolü anıt heykeller Kur’an-Kerim’de ‘şeytan işi pislik’ olarak tasvir ediliyor fakat gel gör ki; bu önemli mevzuda çağdaş Ebu Zer’lerin dili tutulmuş. Devrimci tutum iktisadi sömürüyle, onun da sadece muhafazakâr olanına karşı çıkmakla sınırlanmış meğer.

    http://www.haksozhaber.net/mulke-endekslenmis-ibadetsiz-din-22493yy.htm

Comments are closed.