Demir Küçükaydın / İsyanla Oynanmaz

Gencecik bir devrimciydim. Hikmet Kıvılcımlı’nın çıkaracağı Sosyalist gazetesine Yazı İşleri Müdürü olacaktım. Yani gazetedeki yazılar için davalar açıldığında gönüllü olarak içeri girme işini üstlenecektim ki gazete varlığını ve yayınını sürdürebilsin. Bunun için gazeteyi teknik olarak çıkaracak olan Orhan Müstecaplıoğlu’yla birlikte, tanıştırılmak üzere Hikmet Kıvılcımlı’nın evine gitmiştik.

Gencecik bir devrimci olarak Hikmet Kıvılcımlı ile Orhan Müstecaplıoğlu’nun aynı görüşleri savunduğunu sanıyordum. Elbet Kıvılcımlı’nın kitaplarındaki yazılar ile Müstecaplıoğlu’nun hazırladığı, Sosyalist gazetesinin çıkacağını duyuran afişler arasında bir uyumsuzluk olduğunu hissediyordum; ama bunu bir vurgu veya meşrep farkı gibi algılıyordum.

Sosyalist gazetesinin çıkacağını haber veren afişlerde kitleler halinde yürüyen işçiler, ellerinde “Genel Direniş”, “Genel Grev” sloganlarıyla yürüyorlardı. Kıvılcımlı’nın kitaplarında ise, aydınlarla işçilerin kaynaşması; işçilerin ve halkın nasıl örgütlenebileceği; bunun için en küçük yasal olanakların bile kullanılması ve bir proletarya partisinin örgütlenmesi gibi konular esas vurguyu oluşturuyor; yakalanacak ana halka olarak belirleniyordu.

İkisinin konuşmasını dikkatle dinliyordum. Gazetenin ilk sayısında çıkacak yazılar hakkında konuşuluyordu. Orhan Müstecaplıoğlu, Genel Grev ve Genel Direniş üzerine yazılardan söz ediyordu.

Kıvılcımlı, Müstecaplıoğlu’na, “Orhan, genel grev isyandır. İsyanla Oynanmaz” dedi.

Müstecaplıoğlu, “Ama Doktor, işte İtalyan komünist partisi sürekli yapıyor” anlamında bir şeyler söyledi. . (O sıralar İtalyan Komünist Partisi Avrupa’daki en büyük komünist partisiydi ve birbiri peşi sıra genel grevler yapıyordu.)

Kıvılcımlı da “İtalyan Komünistleri çocuk gibidir” türünden bir cevap verdi.

Şaşırmıştım. Kıvılcımlı dünyanın en büyük Komünist partilerinden birini bile eleştirel bir gözle değerlendiriyor; ciddiyetsiz buluyordu.

Öte yandan şunu görmüştüm, dünyanın yaşayan en büyük Marksisti, yapayalnız bir insandı ve kendi görüşlerini zerrece anlamamış, hatta onlara karşı bir insanla somut bir iş için bir araya gelerek, bir iş yaparak tecritten kurtulmaya çalışıyordu.

*

Bu olaydan aklımda iki ders kaldı.

Birisi “İsyanla oynanmaz”.

Diğeri, bir arada iş yapanlar ve birlikte görünenler ille de aynı görüşleri savunanlar değildir. Hatta birbirine tamamen zıt ve farklı pozisyon ve hedefleri bulunabilir ve o momentte ortak hedefler için bir araya gelebilirler. Gerçek devrimci ya da önder kendisine en karşı olan insanlar ya da güçlerle bile ortak iş yapabilen; bunun için de o sıra yakalanacak ana halkayı doğru belirleyendir. Karşıdaki düşmanlarla baş etmek kolaydır. En büyük zorluk, yakındaki “dostlar”dır.

Çünkü daha sonra, gazete çıkarken, Orhan Müstecaplıoğlu, sürekli olarak Genel Grev, Genel Direniş yazıları yazmaya ve bunları gazeteyi teknik olarak hazırlamasının kendisine sağladığı imkânları da kullanarak gazetenin temel mesajı gibi ilk sayfaya yerleştirmeye devam etti. Kıvılcımlı bütün bunları görmesine ve tasvip etmemesine rağmen, birlikte iş yapmaya devam etti. O küçük olanaktan yararlanarak belki genç kuşaklara ve daha geniş çevrelere ulaşabilirdi.

Ama bir yandan iş birliği yaparken, diğer yandan Orhan Müstecaplıoğlu’nun görüşlerini ve yaklaşımını, yani genel Grev Parolasını eleştiren bir yazı yazmayı da ihmal etmedi. Hatırımda kaldığı kadarıyla yazı, “İşçi sınıfı “Grev” mi dedi; küçük burjuvazi, “Genel Grev” der” diye cümleler içeren bir yazıydı.

Orhan Müstecaplıoğlu ise, bu yazıyı yayınlayıp açıkça ondaki görüşlerle tartışmaya girecek yerde, bu yazıyı yayınlamadı ve kaybolduğunu söyledi. Yani aslında gazetenin ruhu ve başyazarı olan Kıvılcımlı’yı sabote etti. Zaten bir süre sonra ayrıldılar. Kıvılcımlı da o ilk altı sayıda Gazeteye gelen yeni insanlarla gazeteyi çıkarmaya devam etti.

*

Daha sonraki yıllarda, bu ayrılığın aslında çok daha derin ve köklü bir uluslar arası gelenek farkından geldiğini de görecektim. Orhan Müsecaplıoğlu’nun amcası olan Esat Adil Müstecaplıoğlu, bir tür burjuva sosyalisti idi ve Fransız sendikalizminden Sorel’in kitaplarını çevirmişti. Sorel, Genel Grev’i mitleştiriyordu ve bunu üzerinden bir teori ve strateji geliştiriyordu. Sorel, özünde, Güney Avrupa ülkelerinin güçlü köylülüğünün ve buna bağlı küçük burjuva sosyalizminin eğilimlerini yansıtıyordu. Orhan Müstecaplı’da (ve kısmen DİSK’te de) ifadesini bulan aslında bu sendikalist görüşlerdi. Güney Avrupa’nın sendikalizmi ile Müstecaplı’ların küçük burjuva ve burjuva sosyalizmleri arasında ruh yakınlıkları; gönül yakınlıkları vardı.

Kıvılcımlı ise onlar karşısında Marks, Engels, Lenin’lerin; Kuzey Avrupa’nın klasik çizgisini savunuyor ve sürdürüyordu.

*

Her neyse, ama o konuşmadan benim aklımda kalan “İsyanla oynanmaz” sözleri oldu.

Daha sonraki yıllarda, okudukça, bütün klasik Marksistlerin, isyan konusunu çok ciddiye aldıklarını ve isyanla oynanmayacağını vurguladıklarını gördük.

En bilineni Paris Komünü’dür. Marks, Paris İşçileri ayaklanmadan önce, onları isyan etmemeleri konusunda uyarıyordu. Ama bir kere isyan ettiklerinde de onun başarısı için ne yapmaları gerektiğini yazmaya başlamış; o isyanın derslerini sistemleştirmiş; Onların tarihsel inisiyatifini selamlamıştı. Onlara en büyük eleştirisi, kararsızlıkları, sürekli saldırı inisiyatifini ellerinde bulundurmamaları; karşı tarafın toparlanmasına fırsat vermeden birbiri peşisıra darbeler indirmemeleri oldu.

İsyan konusunda bütün büyük Marksistler hep şunu söylüyorlardı. Bir kere isyan ettin mi, sürekli saldırman ve ileri gitmen gerekir. Durmak; tereddüt, isyanın yenilgisidir. Ve bir isyan bir kere yenilgiye uğrayınca, yıllar o yenilginin yarattığı yılgınlıkları, dağılmaları gidermeye çalışmakla geçer. Bu arada şartlar öyle değişir ki gelecek kuşaklar o geçmişi adını bile duymak istemeyebilirler.

İsyan edenlerin akıldan çıkarmaması gereken bir düktür vardır. Hücum, hücum, hücum. Düşman yok olancaya kadar sürekli ileri gitmek, sürekli saldırmak; karşı tarafa soluk alma ve toparlanma fırsatı vermemek gerekir.

Bunlar artık unutulmuş ve bilinmeyen son iki yüzyılın sosyal mücadeleler tarihinden çıkmış; ağulardan süzülmüş, halk bilgelikleri gibi, Marksist bilgelikleridirler.

*

İsyan, devlet’e karşı yapılır. Az çok demokratik bir devlete karşı isyan anlamsızdır. Çünkü değişiklikleri yasal yollardan, seçimle yapma olanağı vardır. İsyan bürokratik ve merkezi, halktan ve ulustan bağımsız devletlere karşı yapılır. Başta Türkiye, bütün antika uygarlık beşiklerinde devlet böyledir.

Toplu yaşamanın bir gereği olan işleri yapmak için, gönüllü olarak bir araya gelmek ve gönüllü olarak çoğunlukla alınan kararlara uymayı kabul etmek ve böyle bir devlet cihazı ile kendi başına amaç haline gelmiş; merkezi ve bağımsız bir mekanizmayı birbirinden ayırmak gerekir.

Birincisi, iyi kötü bir demokrasiye karşılık düşer. İsyan gerekmez. Kuzey Avrupa ve Kuzey Amerika üç aşağı beş yukarı böyledir. Seçimlerle, çoğunluğu kazanarak politikaları değiştirme olanağı vardır. Cihazda değişiklikler yapma olanağı vardır. İktidar gerçekten seçilmiş organlardadır. Çeşitli kontrol mekanizmalarıyla bürokrasinin bağımsızlaşması engellenir.

İkincisi, Şark devleti ve devletçiliğidir. Şark ülkelerinde, feodalizmi tarımdaki ağalarda aramak anlamsızdır. Şark devletinin kendisi en esaslı feodalizmdir. Ekonomi dışı zor ile artı ürüne el koyar ve onu tamamen kendisinin varlığı ve çıkarı için kontrol eder. Kapitalist ilişkiler ve modernleşme; modern tekniğin kullanılışı bu devletin egemenliğinin araçlarıdır. Devlet kapitalizmin ve burjuvazinin bir aracı değildir. Kapitalizm ve burjuvazi devletin varlığının, gücünün, bağımsızlığının ve egemenliğinin bir aracıdır. Eğer varsa, Devlet parlamentonun aracı değil; parlamento devletin egemenliğini sürdürmesinin bir aracıdır; onun ayıbı örten; egemenliğini gizleyen bir asma yaprağıdır. Türkiye’deki liberallerin de kendine komünist diyenlerin de anlamadığı basit gerçek budur. Türkiye’deki devlet böyle bir devlettir. Bu nedenle, Türkiye gibi doğu ülkelerinin hiç birinde demokrasi yoktur ve olamaz. Demokrasi olmasının tek koşulu bu merkezi ve bürokratik aygıtın ve gücün parçalanması; onun yerine tamamen demokratik olarak örgütlenmiş; halktan bağımsızlaşamayacak; gönüllü birliğe dayanan bir cihazın kurulmasıdır.

Bu temel halkayı yakalamayan bütün sosyalist ve demokratlar son duruşmada o devlet cihazının egemenliğinin bir yedek gücüne dönüşürler.

*

Bu merkezi ve büyük gücü yenmek için nüfusun çok büyük bir bölümünün; ezici çoğunluğunun eskisi gibi yaşamayı kabul etmeyecek durumda olması gerekir.

Ama sadece bu da yetmez. Egemen sınıfların ve devletin de kendi içinde bölünmüş ve/veya felç durumda olması gerekir.

Bütün modern devrimler, böyle devrim durumlarında ikili iktidar (diyarşi) denen bir geçiş dönemi olduğunu göstermektedir.

Bir yanda eski devlet cihazı vardır; diğer yanda bunun alternatifi olarak ortaya çıkmış, halkın iktidar aracı olacak organlar. Bu diyarşi uzun bir süre gidemez. Ya yeni organlar, eski devlet iktidarını parçalar, yıkar ve kendileri iktidar olurlar. Ya da eski devlet cihazı, tekrar toparlanır ve tohum halindeki organları yok ederek eski sistemi yeniden restore eder.

*

Görünen o ki, PKK isyan etmiş bulunuyor. Onun fiilen yaptığını böyle adlandırıp adlandırmadığının bir anlamı yok. Kaldı ki, Bese Hozat bunu açıkça ifade ediyor.

Dünkü özgür gündem’de KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat’ın söyleşisi var. Şu satırları okuyalım:

“KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat, “Öz yönetim ilanlarının ve uygulamalarının her yerde geliştirilmesi gerekiyor. Devletin her türlü yönelimi karşısında da çok güçlü bir biçimde toplumsal direniş ve öz savunmayla kendi sistemini halkımızın savunması gerekiyor. Öyle olmalı ki polis tek bir kişiyi tutuklamaya dahi cesaret etmemelidir. Polisin mahallelere girişine izin verilmemelidir. Halkımız devletin hiçbir kurumuna ihtiyaç duymadan kendi sistemini inşa edip kendisini yönetmeli ve savunmalıdır… Artık halkımız bu suç ve katliam aygıtı çete devlet tarafından asla yönetilemez. Halkımız bunu kabul edemez, zaten öz yönetim ilanlarıyla kabul etmediğini de ortaya koymuştur. Kürdistan’da yeni bir dönem başlıyor. Bu dönem sömürgeci devlet yönetiminden kurtulup kendi öz yönetimlerini kurma ve kendi kendini yönetme dönemidir” dedi.” (http://www.ozgur-gundem.com/haber/142212/kurdistanda-yeni-bir-donem-basliyor)

Bu satırlar açıkça bir isyanın ilanıdır. İkili bir iktidar oluşturma ve bunu yaygınlaştırma çağrısıdır.

Cemil Bayık’ın ya da Karayılan’ın nispeten daha ılımlı; isyan anlamı taşımaktan özenle kaçınan uzlaşma kapılarını açık tutan veya bunun yollarını arayan; kesin bir kopuşma anlamına gelmemesine dikkat edilen yazı ve konuşmaları ne derse desin; Bese Hozat’ın sözleri bir isyan çağrısı ve ilanıdır.

Kaldı ki yapılanlar da bunu doğrular niteliktedir. Örneğin “Varto’da HPG’lilerden asker ve polise “Sokağa çıkmayın” çağrısı.”; “Yüksekova Şemdinli yolu HPG kontrolünde”; “Geverliler 7’den 70’e özsavunmada”; gibi haberler ve başlıkları Bese Hozat’ın dediklerini doğrular nitelikte.

Demek ki, KCK, koşulların uygun olduğunu düşünüp, isyan etmiştir ve ikili bir iktidar kurarak bir süre sonra Kürdistan’da Türk devletinin egemenliğine son vermek istemektedir.

*

Peki, bunu yapacak gücü var mı?

Bildiğimiz kadarıyla yoktur.

Öcalan yıllar öce, “ne biz Türk ordusunu yenebiliriz, ne de Türk ordusu bizi yenebilir ve yok edebilir. Bir pat durumu vardır” tespitini yapmıştı.

Güçler ilişkisinde niteliksel bir değişim mi oldu bu arada?

Bildiğimiz kadarıyla böyle bir durum yok.

Evet, Suriye ve Irak’ta PKK’nın durumu güçlendi ama bu bir nitelik değişimine yol açmaktan henüz çok uzaktır.

*

Türkiye’de ve Kürdistan’da halk artık böyle yaşayamayız diye ayaklandı mı? Kendi ikili iktidar organlarını mı yarattı.

Bildiğimiz kadarıyla böyle bir durum da yok.

Göründüğü kadarıyla bir öncü ile ikili iktidar veya alanlar kuruluyor. Öncü ile zafer kazanılamaz. Hele bir isyan hiçbir şekilde zafere çevrilemez.

*

Egemen sınıflarda ve devlette artık yönetememe durumu var mı?

Böyle bir durum da söz konusu değil.

Aksine felç olmuş bir muhalefet var. Erdoğan ve Davutoğlu Başkanlığı ve Hükümeti gasp ettikleri halde, kimse sokağa çıkıp bunu tanımıyoruz demiyor.

*

Normal sağduyu ile bilinenlere dayanarak bu isyanın hiçbir akılcı açıklaması yoktur.

Öte yandan isyan da isyana benzemiyor.

Bir yandan Bese Hozat isyanı ilan ediyor. Diğer yandan, örneğin Cemil Bayık “Barış Süreci”nin yeniden başlaması için ABD’nin arabuluculuğunu istiyor.

Bir yandan isyan edip de diğer yandan arabulucu arıyorsan zaten blöf yaptığını ve kararsız olduğunu karşı tarafa itiraf ediyorsun demektir.

Yani yenileceksin demektir. İsyanın temel kuralını ihlal etmişsin demektir.

Bir yandan isyan ediliyor; diğer yandan Karayılan, henüz saldırmaya başlamadık anlamında sözler ediyor.

Eğer isyan etmiş ve elindeki güçlerle karşı taraf kendini toparlamadan saldırmıyorsan kendini yenilgiye zaten mahkûm etmişsin demektir.

İsyanın temel kuralı hücum, hücum, hücumdur. Karşı taraf yok oluncaya kadar ilerle; ona soluk alma ve toparlanma fırsatı verme düsturunu es geçiyorsun; tereddüt ediyorsun demektir.

*

Sırf isyanın kendi kuralları ve ilkeleri açısından bile ortadaki isyan ciddiyetten uzaktır. Oyun oynar gibi isyan edilmektedir.

Ta Sümerlerden beri gelen; binlerce yıllık tecrübesi olan bu devlet bu fırsatı kaçırmaz; bu hatayı affetmez.

*

PKK kanımızca tarihindeki en büyük yanlışı yapıyor. Tarihin kendisine en elverişli koşulları sunduğu bir zamanda en akıl almaz yanlışları yapıyor.

Biz şahsen neden böyle yaptığını açıklayamıyoruz.

Korkunç bir yenilgi kaçınılmazdır böyle giderse.

Eğer ağır bir yenilgi olmazsa, bu uluslar arası dengeler sonucu olmayabilir belki. Erdoğan’ın herkesi karşısına itme yeteneğinin bir sonucu olabilir belki.

Yani karşı tarafın daha büyük yanlışları bu yanlışı bastırarak bir hezimeti engelleyebilir belki.

İnşallah yanılıyoruzdur.

İnşallah biz durumu yanlış değerlendiriyor; düşmanın gücünü abartıyor; Kürt hareketinin gücünü olduğundan az görüyoruzdur.

*

Aslında biraz daha sabırlı ve akıllıca davranılsa gerçekten Ortadoğu çapında bir devrime yol açabilecek koşullar olgunlaşıyordu.

Erdoğan, fiilen darbe yaptığını ilan etmişti. Bu yasadışı iktidara karşı en geniş kitleler örgütlenebilir ve Erdoğan’a karşı biçimde, gerçekten geniş kitlelerin iktidar araçları olacak demokratik organlar örgütlenebilirdi. Erdoğan hedef alınarak, en geniş kesimler birleştirilebilir; burjuvazi ve devlet tereddütte ve bölünmüş bırakılabilir; bu durumdan bir devrimci kabarış çıkabilirdi.

Irak ve Suriye’deki elverişli koşullarla birlikte böyle bir kabarış ve güç birden Ortadoğu çapında bir devrimin başlamasına bile yol açabilirdi.

Bütün bunları değerlendirmeden, sırf öncü ile isyan edip ikili iktidar kurmaya kalkmak intihardır.

*

Tekrar edelim.

Seçim başarısı ile yeni bir durum değerlendirmesi yapmak gerekirdi. Hala barış sürecini sürdürmek değil; zaten hiçbir zaman oluşmamış barış sürecini sürdürmekten; bir ateşkesi sürdürme çizgisine geri çekilip; oradan da Erdoğan’ın ve Hükümetin iktidarı gasp ettiği ve yasa dışına düştüğü ve darbe yaptığı gerçeğinden hareketle; legal olanaklardan azami ölçüde yararlanarak; uzlaşmaz bir muhalefetle son derece geniş bir cephe kurulabilir hatta böyle bir cephenin öncüsü bile olunabilirdi.

Ve bu güce dayanarak Erdoğan’ın başında bulunduğu çete iktidardan uzaklaştırılabilir; onu iktidardan uzaklaştırmanın sağlayacağı olanaklarla hem Türkiye içinde; hem de Ortadoğu çapında dengeler değiştirilebilirdi.

Bu tarihsel fırsatı kaçırıyor PKK.

Belki hala çok geç değildir.

PKK derhal tek taraflı ateşkes ilan etmelidir. Çatışmadan kaçmalı; misilleme yapmamalıdır. Seçimlerden önceki pozisyonuna geri dönmelidir. Hükümetin saldırıları legal alanda ve ittifaklarla boşa çıkarılabilir.

Ateşkesi sürdürmek ve Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığını ve Davutoğlu’nun başbakanlığı gaspına karşı en geniş cepheyi kurmak çizgisine gelinmelidir.

Aksi takdirde yenilgiler ve acılar bekliyor

Kanımızca PKK tarihinin en büyük yanlışını yapıyor.

Tabii bizim görmediğimiz, bilmediğimiz başka güçleri varsa o başka.

Demir Küçükaydın

17 Ağustos 2015 Pazartesi

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

5 Comments

  1. “İkincisi, Şark devleti ve devletçiliğidir. Şark ülkelerinde, feodalizmi tarımdaki ağalarda aramak anlamsızdır. Şark devletinin kendisi en esaslı feodalizmdir. Ekonomi dışı zor ile artı ürüne el koyar ve onu tamamen kendisinin varlığı ve çıkarı için kontrol eder. Kapitalist ilişkiler ve modernleşme; modern tekniğin kullanılışı bu devletin egemenliğinin araçlarıdır. Devlet kapitalizmin ve burjuvazinin bir aracı değildir. Kapitalizm ve burjuvazi devletin varlığının, gücünün, bağımsızlığının ve egemenliğinin bir aracıdır. Eğer varsa, Devlet parlamentonun aracı değil; parlamento devletin egemenliğini sürdürmesinin bir aracıdır; onun ayıbı örten; egemenliğini gizleyen bir asma yaprağıdır. Türkiye’deki liberallerin de kendine komünist diyenlerin de anlamadığı basit gerçek budur. Türkiye’deki devlet böyle bir devlettir. Bu nedenle, Türkiye gibi doğu ülkelerinin hiç birinde demokrasi yoktur ve olamaz. Demokrasi olmasının tek koşulu bu merkezi ve bürokratik aygıtın ve gücün parçalanması; onun yerine tamamen demokratik olarak örgütlenmiş; halktan bağımsızlaşamayacak; gönüllü birliğe dayanan bir cihazın kurulmasıdır.”

    Bernstein revizyonizmi üzerine inşa edilmiş Türkiye solu aşamacılığının anti-materyalizm ile neticelenen, iflas etmiş çizgisidir bu savunulan.

    “Ekonomi dışı zor ile artı ürüne el koyma”nın başatlığından Türkiye kapitalizminin kurucu dönemi olan İT’den tek parti döneminin sonuna kadar olan dönemde söz edilebilir. Bunda da “Şark” veya “kural-dışı” bir şey yoktur. İngiltere başta olmak üzere, kapitalizm zaten her zaman “ekonomi dışı zor” ile doğar, yani ilkel birikim ile. Türkiye burjuvazisi çoktan oluşmuş, “devlet eliti” de kendini bu burjuvazinin hizmetinde konumlandırmıştır. Aksini iddia etmek YAE ile sonuçlanan sol-liberal “devlet vs. sivil toplum” tezinden farksızdır, ki D.K. da her yazısında dönüp dolaşıp (devrimci?) “demokrat”lıkta noktalanır.
    Fakat teori sadece Türkiye bağlamında değil, dünya teorik bağlamda da sakattır. “feodalizmi tarımdaki ağalarda aramak anlamsızdır. Şark devletinin kendisi en esaslı feodalizmdir”. İşte her aşamacı hayalperestliğin amentüsü, “Türkiye aslında kapitalist de değildir. Feodaldir!” (ATÜT’tür?) “Ekonomi dışı zor”un feodalizm demek olduğu hatası bir yana, düzgün bir emperyalizm / dünya sistemi teorisi olmadığı için, nedense Batı’da resmi ve kurallı kapitalizm varken “Şark”tan hep şark feodalizmi çıkmakta tespiti yapılır. Oysa kapitalizm ölçek olarak dünya düzeyinde analiz edilmelidir. Ancak böyle yapıldığında, Türkiye’deki “şark feodal devleti”nin neden emperyal merkezden çevreye doğru ısı yayan kapitalizmin (emperyalizmin, merkez-çevre ilişkisinin) bir ifadesi olduğu anlaşılabilir. Böylece kapitalist bir dünya sistemi gerçeğinde yaşadığımız halde, her mikroskopik ölçekte 10 tane değişik üretim tarzı tespiti yapma gafletinden, ve bu gaflet üzerine kurulu aşamacı “devrimci demokrat”, MDD, liberal demokrasi, kurallı-kapitalizm vb. çözüm önerilerinden kurtulunabilir. D.K. Lenin ve Luxemburg yerine Türkiye solunda bir illet olan “resmi sosyal demokrasi”nin üzerine inşa etmeye devam ediyor dünya görüşünü.

  2. Bir cümle ile: Mesele, Türkiye’de “kapitalizm değil devlet feodalizmi olması” değil, emperyalizmin nesnesi ülkelerde kapitalizmin burjuva demokrasisine tahammül etme genişliği olmamasıdır.

    Emperyalist merkez ülkede, burjuva demokrasisine izin verirsiniz, çünkü öncelikle zaten kar oranlarınız daha yüksektir, hem de içeride sıkıştıkça başka ülkelerdeki işçileri aşırı-sömürebilirsiniz. Çevre ülkede ise yerel burjuvazinin kar oranları daha düşüktür dolayısıyla işçi sınıfı kazanımları konusunda daha diken üzerindedir. Çevre ülkede burjuva demokrasisi hayat bulursa, işçi sınıfı hem yerel burjuvazinin zaten daha dar olan karlarına hem de emperyalist merkezin aşırı-sömürüsüne son vermeye başlar. Bu duruma hem emperyalist merkez ülkenin burjuvazisi kudurur ve müdahaleye girişir (her araçla), hem de çevre ülkenin yerli burjuvazisi. Resim budur.

  3. birinin bunları söylemesi gerekiyordu…

  4. Bernstein revizyonizmi hap halinde : “İsyan, devlet’e karşı yapılır. Az çok demokratik bir devlete karşı isyan anlamsızdır. Çünkü değişiklikleri yasal yollardan, seçimle yapma olanağı vardır. İsyan bürokratik ve merkezi, halktan ve ulustan bağımsız devletlere karşı yapılır. Başta Türkiye, bütün antika uygarlık beşiklerinde devlet böyledir.”

    Tam 100 yıl önce iflas etmiş tezdir bu. 1. Dünya Savaşı’nın çıkışı ve sosyal demokrasinin milliyetçi ihaneti, savaşın sonunda Alman devriminin yenilgisi, ve dolaylı olarak Naziler’in iktidara gelişi bu stratejinin mutlak ölümüdür.

    Sanırım Türkiye solunda Luxemburg, hoş bir renk, karizmatik bir kadın figürü olarak anlaşılmış sadece. Devrimci bir teorisyen yerine. Oysa o tastamam yukarıda alıntılanan kolaycı ve tuzu kuru stratejiyi “Reform veya Devrim” metninde 1900 yılında, üstüne “Kitle Grevi” metninde 1905 Rus devrimi üzerine 1906 yılında yerden yere vurmuştu. Yani fiyasko vuku bulmadan 10-15 yıl önce. Olaylar gerçekleştikten sonra doğru analiz yapabilen, büyük düşünürdür. Gerçekleşmeden önce doğru analiz yapabilen ise büyük devrimcidir (11. tez gibi). Bakunin’in devlet sosyalizmi analizi de böyledir mesela.

Comments are closed.