Dağınık Bir Yazı…

Bnpz6nZCEAALKuu

 

 

 

 

Eğer duygularınız karmakarışıksa, öfke ile üzüntü içinizde tuhaf bir karışım halinde dönüp duruyorsa, olgular ve olaylar rampalarından ard arda atılan füzeler gibi üstünüze üstünüze geliyorsa, beyninizde hem yüzlerce düşünce parçası dolanır durur, hem de bunları bir araya getirip sistemleştirmekte büyük güçlük çekersiniz. Karakter olarak sistemliliğe yatkın bir insan olduğum halde, bugün işte böyle bir dağınıklık içindeyim. Ve biliyorum ki, Sait Faik’in dediği gibi, “eğer yazmazsam çıldıracağım”. Ama ne yazacağımı, daha doğrusu neyi nasıl yazacağımı, yazacaklarımı nasıl sistemleştireceğimi, inanın şu anda bile bilmiyorum.

 

 

 

Şair Bejan Matur, sedyeye yatarken “çizmelerimi çıkarayım mı?” diye soran işçiye atfen “yoksulun zerafeti” demiş. Romancı Elif Şafak da, “içinin yandığını” söylemiş. Birçok ünlü, bu konudaki düşüncelerini twiterden paylaşmışlar. Büyük insanlık trajedilerinde herkesin duygularını ifade etmesi doğaldır. Gazete ve medya organlarının öncelikle ünlülerin bu konudaki sözlerine yer vermeleri daha da doğaldır. Fakat doğal ya da öyle demeyelim de samimi olmayan bir şeylerin kokusu da geliyor insanın burnuna. Bence insan böyle duygusal laflar ederken, bir an için kendi banka hesaplarına akan paralarda kömür karasının, işçi kanının kızılının küçük de olsa bir lekesi var mı diye düşünür.

 

Hayır, bu ve benzeri ünlülerin maden işçilerini sömürdüğünü söyleyecek kadar saçmalayacak değilim. Fakat şu var: İşçi sömürüsü öyle bir şeydir ki, onun sömürülmesinden elde edilen değer sadece doğrudan sömürenin kasasına akmaz. Bir bütün olarak sömüren sınıfın ortak havuzuna da akar ve o havuzdaki kanallardan burjuva sınıfının diğer kesimlerine pay edilir. Bununla da kalmaz. Sınıfın ideolojik ve siyasal aygıtlarının hizmetkârlarına da o sömürüden pay düşer. Hatta öyle ki, daha alt sınıflara, işçi aristokrasisine, entelijensiyaya bile.

 

Eğer ben bile, böyle bir günde, şu yoksul halimle, kitaplarım için bana kırk yılda bir ödenen telif paralarına acaba işçi kanıyla dolmuş havuzdan bir gram bir şey bulaşmış mıdır diye düşünmekteysem, bu insanların bunu düşünmesi için çok daha fazla neden yok mudur?

 

Yoksul zerafeti tamam da, entelektüel vicdan nerede?

 

 

 

 

 

***

 

 

 

İşçi, yaşama koşullarından dolayı gerçekçi demeyeyim ama son derece yalın düşünen bir insandır. Bunu sofistike olmayan bir düşünce olarak da alabilirsiniz. Bu yalınlık, ne kadar sofistike olmazsa olmasın, zor hayat koşullarında onu ayakta tutar. Bir anlamda ağır sömürü koşullarına dayanabilmek için yalın düşünmek zorundadır.

 

Küçük bir maden kasabasında, bir madencinin çocuğu olarak doğmuşsunuz. Her türlü kültürel olanaktan, her türlü eğitim olanağından yoksun bırakılmışsınız. Yaşayabilmek ve içinde bulunduğunuz kültürün ve geleneklerin kaçınılmaz sonucu olarak erkenden sahip olduğunuz yoksul ailenizi geçindirebilmek için önünüzde sadece iki alternatif vardır: Ya ailenizden uzun sürelerle uzak kalma pahasına büyük şehirlere gidip inşaatlarda kürek sallayacak (buna zengin Arap ülkelerinin inşaatlarında çalışmak da dâhil edilebilir) ya da bulunduğunuz kasabadaki, güvenlik koşullarından yoksun ölüm madenlerine çok düşük ücretle (bir işçinin aylık bordrosunda 1040 tl yazıyordu) gireceksiniz.

 

İşte bu noktada, sömürücü maden şirketleriyle ve onların da patronu iktidar ve devletle, hayatta kalmak için yalın olmak zorunda olan işçi arasında tuhaf bir konsensüs yaşanır. Bu madende güvenlik koşulları, masraftan kaçınmak için en düşük düzeydedir. İşçi bunu bilir ama ölümü göze almaktan başka çaresi yoktur. Yalın düşünmeyi bırakıp güvenlik koşulları olmadan madene girmem dese aç kalacaktır, çocuklarına iki dilim ekmek götüremeyecektir ya da gurbet yollarına düşecektir. Düştüğü o yollarda can güvenliği var mıdır sanki? Bununla da kalmaz. Sömürücü maden şirketi ve patronun patronu iktidar ve devlet, taşeron işçi sistemini yürürlüğe koymuştur. Bu, her türlü iş güvencesinden yoksun, ağır sömürü demektir. Yalın düşünceli işçi bunu çok iyi bilir. Ama işsiz ve aç kalmaktansa, bu taşeron çalıştırma koşullarını neredeyse bir nimet olarak görür, şükreder. Dahası da vardır. Aynı sömürücüler, son derece bilinçli bir şekilde ve bile bile kaçak işçi çalıştırırlar. Bu sayede yasalara göre yaşı tutmayanlar ve taşeron işçi statüsünde bile görünmeyen işçiler ölüm madenlerine girebilmektedir. İşçi, buna da şükreder. Böyle olmasaydı belki kendisi de iş bulamayacaktı. Veya kendisi bulabilse bile yakınları, çocukları bulamayacaktı. Bin liralık maaşa bile verilen 10 bin liralık banka kredilerini nasıl öderdi tek bir maaşla (Aşağıda sözünü edeceğim Germinal filminde, bankanın rolünü, kasaba bakkalı yerine getirir)? Böylece sömürücü patron ve iktidarla, sömürüye mahkûm işçi arasındaki konsensüs sürüp gider. Buradan, yarı-köle statüsüne zorlanmış işçinin, bile bile neden AKP iktidarına gidip oy verdiğinin ipuçlarını da elde edebiliriz. Üstelik o iktidar, şu zehir gibi hayatta onun “öbür dünya”sı için de açık çek vermektedir. Marx’ın sözünü ettiği gibi, “Din…taş yürekli bir dünyanın duygusu ve ruhsuz koşulların ruhudur.”

 

 

 

                                                         ***

 

 

 

Sendikacılarımız da son derece yalın insanlardır. Belki onlar da bir bakıma “taş yürekli maddi dünyanın maddeci papazları”dır. Din nasıl öbür dünya vaadiyle acıları yatıştırıyorsa, onlar da sistemin efendilerinin hizmetinde, işçilerin maddi acıları duymasını engellemek için damarlarına küçük miktarlarda morfin zerkediyorlardır. Örneğin AKP yanlısı Türk-İş, günde üç dakikalık iş bırakma “eylem”iyle bu görevi üslenmiş görünüyor, eksik olmasın. Muhabirin sorusuna Türk-İş’e bağlı Metal-İş Sekreteri’nin cevabı da ilginç! Taşeronluk koşullarının düzeltilmesini istiyorlarmış. Örneğin taşeron sözleşmesi 1 yıl yerine 3 yıl olmalıymış. Yani ölümcül hastanın bitkisel hayat süresinin uzatılması gibi bir şey. Üstelik öneri, taşeronluk gibi ağır bir sömürü sisteminin iyice meşrulaştırılmasına, yerleşmesine yol açacak. Ve bu, bir işçi sendikası tarafından savunuluyor. O bir şey değil de, arkasında kurşun asker gibi dizilmiş işçilerin ya da “kuzuların sessizliği”ne ne demeli. “Papaz” mikrofona konuşurken eminim içlerinden “iyi ki taşeron işçi değiliz, kadroya kapağı attık” diye düşünüyorlardır.

 

İşte 1960-1970’lerin sanayi işçisiyle bugünün sanayi işçisi arasındaki fark burada ortaya çıkar. Kahramanlık edebiyatına gerek yok. O günün kadrolu işçisinin önünde taşeron işçilik diye bir uçurum yoktu, kimse onu bununla korkutamazdı. Tersine, o günün işçisi, ne kadar mücadele ederse patronu o kadar gerileteceğini, ücretini o kadar yükseltebileceğini kendi deneyimleriyle anlamıştı. Soldan da bunu öğrenmişti, bu yüzden sola teşekkür borçluydu ve bu yüzden sistemin duvarlarına yüklendikçe yükleniyordu. Neo-liberal sistem işçiyi nereden nereye getirdi. Bunları gerçekçi bir şekilde tespit etmek gerekir.

 

 

 

***

 

 

 

Emile Zola’nın Germinal romanını okudunuz mu ya da aynı romanın filmini seyrettiniz mi? Ezgi Başaran da, bugünkü, işçilerin nasıl ölüme sürüldüğünü anlatan güzel yazısında aynı filmden söz ediyordu. Başbakan, dün Soma’daki basın toplantısında 19. Yüzyıl Avrupa ve Amerika’sındaki maden kazalarını örnek verirken aslında hiç de haksız değildi. Germinal filminde anlatılan, 19. Yüzyıl Fransa’sındaki bir madenin çalışma koşullarıyla ve oradaki madenci ailelerinin yapısıyla bugün Soma’daki madenlerin çalışma koşulları ve madencilerin aile yapıları birbirine o kadar benziyor ki.

 

Filmin ana çatısı, işçileri grev için örgütlemeye çalışan sosyalist bir sendikacı ile madenlerde çalışmanın her koşulda sömürülmek anlamına geldiğini ve her türlü işçi mücadelesinin düzenin güçleri tarafından yenilgiye uğratılacağını ileri süren bir nihilist-anarşist arasındaki tartışma ve çatışmaya dayanır. Bir meyhanede arada bir rastlaşan sosyalist sendikacıyla anarşist-nihilist kişi (son derece etkili ve esrarengiz bir tiptir) işçilerin önünde ikide bir tartışırlar. Sonunda sendikacı, işçileri örgütler, grev başlar ve askeri birliklerin işçilerin üzerine ateş açması sonucu yenilgiyle sonuçlanır. Filmin son sahnelerinde, anarşist-nihilisti görürüz. Madenin makine bölümüne gizlice iner ve madenlere giden su vanalarını açar, böylece madene sular dolmaya başlar. Bu korkunç eylemin sonunda işçiler de ölecektir gerçi ama maden de kapanacaktır. Anarşist-nihilist, bu iş öyle olmaz böyle olur demek istemiştir.

 

Eylemin korkunç sonuçları elbette göze alınacak şey değildir ama o tartışmada son tahlilde anarşist-nihilist haklı değil miydi? Şimdilerde batıdaki madenlerde ne kadar “insani” koşullar olduğunu anlatmak moda. Bir de gidip o madenlerde çalışan işçilerle konuşun bakalım.

 

Korkunç eylemine hiçbir şekilde katılmamakla birlikte ben de anarşist-nihilist gibi düşünüyorum.

 

Trafik kazalarını önlemenin nihai yolu, trafiği ortadan kaldırmak; maden kazalarını ve iş kazalarını ortadan kaldırmanın yolu madenleri kapatmak ve işi ortadan kaldırmaktır.

 

Nasıl ısınacağız diye mi soruyorsunuz? İnsanlık yüzbinlerce yıl boyunca kömürle ısınmadı. Kömür ocakları insanlık tarihine göre daha dün, 12. Yüzyılda açılmıştır.

 

Ayrıca, ısınmak için ölmek yerine, ısınmamayı yeğlerim.

 

Günün birinde bir araba kazasında ölmek yerine, gideceğim yere bisikletle gitmeyi tercih ederim (motorlu vasıtalar olmayacağından bisikletin hiçbir tehlikesi yoktur).

 

Şu anda gömülen “ölü canlar”ımıza sorma şansımız olsaydı onların da aynı şeyi söyleyeceğinden eminim.

 

 

 

***

 

 

 

Bu yazıya başlarken güncellikten uzak durmaktı isteğim. Ama şu kaydı düşmeden yapamayacağım galiba. Başbakan’ın ve hükümet erkânının dün Somalılar tarafından yuhalanması, bence, Gezi’den de, 17 Aralık’tan da büyük bir dönüm noktasıdır.

 

Neyin dönüm noktası mı?

 

Alaşağı olmanın elbette.

 

 

 

Gün Zileli

 

15 Mayıs 2014

 

www.gunzileli.com

 

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

34 comments

  1. Talepleri programlaştırma zamanıdır.Devrimci çözümü hep beraber oluşturup hepimize program şeklinde önermemiz lazım. Protesto kesmiyor artık. Bir taslak olarak iki açılı şöyle bir program ile başlanabilir:

    1. Madencilik gibi tehlikeli iş dallarında işçi çalışma koşullarının işçilerce belirlenebilmesi. Bunun hangi mülki ilişki altında sağlanacağına bu ilkeyi tatmin edip etmediğine göre karar verilmesini dayatalım. Taşeron yüzündense taşeronu kaldıralım, özel sermayedarla olmuyorsa devletleşsin, devletle de olmuyorsa işçilerin mülkiyetine verilsin kooperatifleşsin o da piyasa bakiyken sonuç getirmiyorsa komünizmin gerekliliği ortaya çıksın. Bunu bu şekilde zihinlere iletelim, madenlerde ölmemek için gereken ekonomik düzen nedir diye düşünmeyi sağlayalım. Bu tip ölümüne çalışılan iş alanları sadece işçi-kapitalist ayrımının olduğu yani bedeli bir kesimin ödediği sefayı bir kesimin sürdüğü bir düzende var olabilir. Kimse kendi maddi çıkarı için kendi kendini ölümüne çalıştırmaz.

    2. Kömür enerjisi yerine güneş-rüzgara yatırım. Zaten ekolojik açıdan en kötü seçenek olan kömür madenlerini terk edelim. Kaybedilen istihdamı bu yeni sektörlere kaydırır, mağdur olan maden kenti işçilerine her türlü tazminat, işsizlik maaşı ve yeniden eğitim fırsatı veririz. Masraflı mı olur? Kapitalisleri vergilendirerek, olmadı mülksüzleştirerek karşılayacağız, lamı cimi yok. Kömürden enerji var olduğu sürece kömür alanında çalışan emekçinin hak ve çıkarını tavizsiz savunurken bu alanı terk etmek istediğimizi de tavizsiz savunalım, bunda çelişki yoktur. Çevreciler saygısızlık etmemek için henüz seslerini çıkaramadı ancak bu soyut vicdanlılığın yerini somut vicdanın ifadesini koyma cesaretini göstermeliyiz. Tünelli kömür madenciliği sürdüğü sürece bu tip ölümler de sürecektir. Kömür enerjisine dayandığımız sürece çevre hasar görecek hava kirlenecek küre ısınacak insanlar sağlıklarını yitirecektir. Sistemin bizi ya çevre ya istihdam şantajına sokmasına izin vermeyelim.

    Sene 2014. Muktedirler ve yalakaları bize 1000 yıl öncesinden taşıdıkları kader, fıtrat hurafeleri ve 100 sene öncesinden bulup çıkardıkları kaza örnekleri ile “bunlar normal” deme cüretini gösteriyor. O tarih bize esasında bir şey göstermiştir ki, zalimlerin fıtratında giyotin, ip ve duvara dizilmek vardır. Devletlumuz Soma’da basbaya hafif yollu linç tehlikesi geçirmiştir. Manevi olarak linç edilmiştir. Ekmek kavgası başka şeye benzemez. İşte o “ama ekonomik istikrar”ın gerçek yüzü ortaya çıkmıştır. Bu iktidarın son payandası ağır bir darbe almıştır. Sistem çatırdamaktadır.

  2. çok akılcı öneriler. Benim kestirmeci bakışımdan da daha makul. Teşekkürler Mülayim kardeş. Adın mülayim ama soyadın gibisin aslında. Kaya gibi.

  3. Üstelik kömür yeryüzüne ve insan sağlığına en ağır tahribatı yapan enerji kaynağı. Ve zaten evlerde değil fabrikalarda kullanılıyor. Şirketlerin 10 lira değil 11 lira kazanması için. Ekonomi yüzde 3 değil yüzde 4 büyüsün diye. “Ama kömür olmazsa Rus doğal gazına mecbur kalırız” denecek, bunun siyasi sonuçlarından endişe edilerek. Bundan bize ne? “Kömür olmazsa kalkınma durur” denecek. Bundan bize ne. Neo-liberalizm ile kalkınma yarışına girmenin anlamı yok, kalkınma fikrini toptan terk edip bisiklete binmek bence de tek çare.

  4. özgürlükçü

    her şeyin sonu olduğu gibi akp iktidarınında sonu gelecektir kuşkusuz zileli sonun başlangıcının dönüm noktasını soma katliamı ve sonrasındaki tepkiler olduğunu haklı olarak dikkat çekti fakat eklemesi gerekenin yerine gelecek olanlarında akp iktidarından çok farklı olamayıp akp gibi sermaye hizmetinde yeni somaların sorumlusu olacağını eklemeyi unuttu sanırım

  5. Kesinlikle olabildiğince gerçekçi olacağım.

    Burada sorun kimin nasıl daha mutlu olacağı değil. İnsan, bir biyolojik organizma olarak köleyken bile mutlu olabilecek bir şeyler bulur. Psikolojik olarak değil, biyolojik olarak. Aksi halde nörotransmitersiz kalırsınız ve ölürsünüz.

    “İleri” dediğimiz şeyler konusunda uzlaşamıyoruz. Kimi “Tinin özgürlüğü” diyor, kimi teknoloji diyor, kimi “bireyin özgürlüğü” diyor, hatta kimi memlerin düzgün kopyalanması diyor, diyor da diyor. Bazı diğerleri ise, ilerleme paradigmasını bırakalım diyor.

    Bu tartışmalar milyon yıldır yapılıyor aslında. Yani yepis yeni söyleyebileceğim bir şey yok. Amma velakin, bin kere de olsa hatırlatmadan olmuyor. Tarihte bir ilerleme görmeyenlerin yamyamlık, gerçek kölelik, olmayan tanrılara insan kurban etme, serflik vs. gibi geçmiş yitmiş ve nihayetinde neredeyse tamamen kurtulduğumuz eski “gelenek”lerimizin ağırlığını hissetmediğini düşünüyorum. Kimse ölen kocasıyla yakılan hindu kadının bu işi istemesine neden olan düşünsel sistemin kapitalizmden daha az barbar olduğunu iddia edemez. Ederse feministlerle arası pek de iyi olmaz. “Kocamdır, döver de severde!” diyen kadının ezikliğini kutsamış olur biraz…

    Kömür hikayesini, ölümleri, kaza olasılıklarını termik santrallerle ele alınca bu madenlerin kapatılması gerektiği açık. Ama bu bisiklete mecbur bırakamaz bizi. Sonuçta, sınırları teknolojiyle çizilmiş bir pastoral hayat sağlıklıdır. Ama eğer birileri birilerini salt pastoral hayata zorlarsa -ideolojik ya da zor aygıtlarıyla- bunun gelmiş geçmiş en pastoral diktatörlük olan Kızıl Kmer’ler saçmalığından farkı kalmaz.

    Enerji ihtiyacımızı, tüm toplumun ortak belirleyeceği şekilde giderebiliriz. Burada sorun teknolojik ilerleme değil. Burada sorun bu ilerlemenin ve onun ihtiyaçlarının kapitalistler ve onların uzmanları tarafından belirlenmesi. Toplumun ortakça “Güneşi parçalayalım da malzemeyle iki üç tane yıldız yapalım, böyle ayıp oluyor tek başına” kararı alabildiği gün, o toplum bu yaptıklarının sonucunu da çeker. Ama adamın teki zengin olacak diye benim zehir solumam kadar malca hiç bir şey yok.

    Bu arada kısa bir not: Rüzgar ve güneş enerjisinin şu andaki gibi değil de ana enerji kaynağı olarak kullanılması durumunda oluşacak problemleri çözebilecek teknolojimiz yok. Tıpkı karbon salınımı sebebiyle oluşan handikapları giderebilecek teknolojimiz olmadığı gibi. Füzyon reaktörü kesin çözüm oysa.

  6. Büyük enerji açığımız var!
    Bu bir takım rakamlarla ortaya konulur…
    gelecek 10, 20 yıl tahminleri yapılır. Kapitalist hayat dayatmasının zihinleri kirlettiği ve koşullandırdığı aptalca alışkanlıkları ile yarattığı tüketim toplumu dünyasında tüm “akılcı” öneriler suya üflenmiş dileklerdir.
    Ama gelecek için zihnen hazırlıklı olma anlamında öncelikle “kişisel keyif” için harcanılan enerjinin belirlenmesi gerekir.
    1. Kişisel Otomobillerin üretimi, kullanılmasında harcanılan enerji
    2. Aptal plastik oyuncak-eşyalar ve bir iki kez giyilen-kullanılan kişisel tüketim nesneleri …
    3. Ucuz iş gücü için kışkırtılan Nüfus Artışı…
    Bu üç olgunun kontrolü belki yarıya yakın gereksiz tüketilen enerji “gereksinimini” ortadan kaldıracaktır.
    *
    Kapitalizmin “kar’ı” öncelediği koşullarda insana-doğaya zarar verse de henüz “karlı” olmaktan çıkmamış enerji kaynakları kullanılıyor. Oysa günümüzün ileri bilim ve teknolojisi “kar’a” dayalı olmayan bir ekonomik üretim ilişkileri içinde “temiz” enerji üretimi yapabilir…
    Ne acı ki, bu “paradigma” değişimi ancak Kapitalizmin insanlığı mahvetmesinden sonra mümkün olacaktır…
    ***
    Almanya’da son 30 yılda 2013 de 3 ölümlü tek kaza var… Sendikaların-muhalefetin dayatması gereken örneğin Almanya’da maden işletmelerindeki güvenlik sistemi kurulmadan kömür vb madenlerin kapatılması olabilir…. Bu sırada aynı işçiler bu “güvenlik sistemi” için çalıştırılabilir…
    Hatta gerekirse bu “güvenlik sistemi” sağlanıncaya dek toplumsal dayanışma adına çaba harcanabilir… Bu süreç “acılara-sorunlara” ortak olma, dayanışmanın geliştirilmesi yolunda toplumsal bir arınma-insanlaşma ahlakını iyileştirmeye katkı verebilir…

  7. doğru. onu da sen tamamlamış oldun özgürlükçü.

  8. evet samimi ve duygusal bir yazı olmuş. şu kasvetli gecede iyi geldi. ama germinal döneminde yaşasaydınız, yani şu an değil de o günün koşullarında karar vermek zorunda olsaydınız, sosyalistle birlikte hareket ederdiniz gibi geliyor bana. sizde yıkıcı değil romantik bir damar var çünkü. daha önemlisi ise yerel seçimde takındığınız tavır, anarko nihiliste değil sosyaliste yakın duruyor. bu da böyle bir düşünce işte. bu arada ırmak’ın romanını okuma fırsatınız oldu mu? o da çok samimi ve duygusal bir kitap. yeni bitirdim ve hala etkisindeyim. kitap hakkında bir şey yazacak mısınız?

  9. söyleceklerim, kargadan gayrı kuş bilmez misali…tekrarın tekrarı bir takıntı ama…gene de böyle de bakmakta fayda fok mu?

    hala sanki planlamacı elitist bir toplum mühendisliği peşindeymişiz gibi bir durum var. mülkiyetten arındırılmış, yani devletin tasallutundan kurtarılmış bir mülkiyetsiz, küresel pazar-piyasa ortamında örneğin “ekolojik kaygılarla enerji politikası belirleme gibi bir plancılığa gerek kalmaz bence…

    toplumun artık mülkiyetçi bir kaygıyla üretim yapmayacağı bir ortamda, müşteri-tüketici-toplum kesimleri, elbette böylesi kaygıları zaten kendiliğinden duyacak…şimdi de insanların çoğu, varolan yanlşların farkıda…gezegeni öldürmekte olduğunu bilmeyen yok.

    sorun, mülkiyetçi ve kar amaçlı sistemin dayattığı kapitalist”zorunluluklardan” kurtulamayış, yani devletin mülkiyetçiliği …

    bu engelin kaldırılıp, toplumun sahici arzuları üretime talep olarak yansıdığında, üretim de ona uygun olarak şekillenecektir. zira mülkiyet arzularından azade piyasa(“anarşisi”) en gerçek planlamadır zaten, bence..

  10. ırmak’ın romanını okufdum, güzel ve cesur bir roman olarak değerlendirdim ama babası olarak benim yazmam pek uygun düşmez diye düşünüyorum. Romantizm yıkıcılık ilişkisinde ise yanlış düşünüyorsun bence. Tarihteki en büyük yıkıcılar en romantik insanlardan çıkmıştır.

  11. o maden işçilerinin gözlerini okuyup, ardında yatan duygusal eylem yorgunluğunun romantizm olgusunu görmeyen bir kişi, bu ve buna benzer yazılar yazamaz. 6 no.lu yorumcuya katılıyorum. sizin gibi bir anarşist katı olamaz zannımca… tarihteki en yıkıcı insanlar stalin gibi romantikler miydi? bırakmayın, sedye kirlenmesin, adaya yağmur yağar sonra!
    osman

  12. Stalin, dünyanın romantizmden en uzak adamıydı.

  13. GUn nerden biliyorsun beraber yemege mi ciktiniz?

  14. gerek var mı sence. Görünen köy kılavuz istemez.

  15. Stalin acaip romantik bir adamdi.

    http://en.m.wikipedia.org/wiki/Svetlana_Alliluyeva

    http://history1900s.about.com/od/people/ss/Stalin_7.htm

    Zaten romantik olmasa boyle seyler yapamazdi. Asiri duygusal bir karakteri olmasi gerek. Yoksa “halk”i demagojiyle kandiramazdi. Ha Tayyip ha Stalin.

    Ama Ahmet simdi bu resimlere de komple bunlar komple der. Wikiden geldi ya. Bu arada reaksiyon hizi muthis. Stalin kelimesini duydugu anda hazir ve nazir. Muthis bir adam bu Ahmet.

  16. en yakın arkadaşlarını bile ölüme yollayan veya intihara sevkeden (Kirov, Eikhe, Orjonikidze vb. vb.) bir romantik tanımadım şimdiye kadar. Soğukkanlı bir katildi.

  17. Ben hala anlamis degilim, Stalin”in romantik oldugunu ya da olmadigini nasil anladiniz? Stalin”in romantik olmasi yaptiklarinin dogru oldugunu gostermez ya da olmamasi yaptiklarinin yanlisligini gostermez, ben isin orasinda degilim ama bunu nasil anladiniz? Ulen sirf adama kilsiniz diye adami hemen kazma yaptiniz!

    Stalin ile bir suru Aydin, sanatci gazeteci devlet adami gorusmus sonra da anilarinda bahsetmisler. Stalin”in kisiligi uzerine insanlari nasil etkiledigi vb uzerine baya yorum var ama romantikligi uzerine ben hic yoruma rastlamadim.

    Ama diger taraftan siradan iscilerin katline yol acan eylemi ile bir anarsist size romantik geliyor. Simdi anliyorum neden adam yahudi dusmani olmasina ragmen Makhno”yu sevdiginizi. O da kesin romantiktir sana gore.

    BU arada yukaridaki isimlerden Stalin”in idama gonderdigi tek kisi Eikhe’dir. Stalin”in de en yakini filan degildir.

  18. şurada işçi katliamına ağlıyoruz ve sen Ahmet, milyonları katletmiş bir adamı göz göre göre savunmaya devam ediyorsun. Ne diyeyim sana.

  19. ahmet'in askerleriyiz

    kusura bakma gün abi ama ahmet bu son yorumu ile (11 numero) sana çok sağlam ayar vermiş. sense demagoji yaparak cevap veriyorsun. ahmet 2-0 önde an itibariyle.

  20. Sen Stalin hakkinda yalan yayma ben de senin yalanlarini duzeltmeyeyim. Ikincisi Soma”daki iscileri katledenler tekrar bir umut haline gelmesini onlemek icin surekli olarak gecmis sosyalizm deneyleri hakkinda yalanlar yayiyorlar. Eger katledilen iscileri gercekten dusunuyorsan once burjuva propagandalarini birakacaksin.
    Moskova mahkenelerinin ikincisi yani Radek ve arkadaslarinin yargilandigi davanin sil konusu is kazalaridir, madenlerde ve metal sektorunde olan yuzlerce olumdur. O mahkemeye gidene kadar SSCB de isciler yuzlerce kere greve gittiler. Bu konuda Wendy Goldman, Thurston Volgokonov gibi yazarlarin son arsiv calismalarindan yararlanip yazdiklari kitaplari okuyabilirsin, tabii ogrenme gibi bir niyetin varsa! Sen sovyetlerde isci katliamlarini yapan insanlari destekle, sonra da Soma daki iscilere uzul! Once herkes icin uzulmeyi ogren.

  21. Hepsini Stalin öldürtdü ahmed.sen üzme tatlı canını.sibirya madenlerindede binler öldü.sende o katliamlara ortaksın.

  22. biraz utanman var mı senin ahmet. Stalin kurbanlarını, yine Stalin’in ağzıyla maden sabotajcısı gibi uydurma suçlamalarla hem de bunca yıl sonra suçlamaya devam etmek ancak utanması olmayan birinin davranışı olabilir.

  23. İnsanın, sıradan beyin yetenekleriyle anlayabileceği bir gerçekliği inkar etmesi onu bir ruhsal travmadan korur.
    “Hayır! Olamaz!”

    Gerçek sonunda kendini kabul ettirir… Depresyon başlar… Ya da “ebedi” bir inkar ile yaşamayı öğrenir!
    *
    Dünyanın yuvarlak olmayıp, düz olduğunu anlatmaya çalışan bir adam vardı… Ay’a çıkılmadığına inanan çok insan var… Yahudi soykırımını kabul etmeyenler…Neden?

    Bu tip tartışmalarda, Stalin gerçeğinde de olduğu gibi, “neden” dışarıda değildir! Sorun dışarıdaki gerçeğe ait kanıtların eksikliği, sağlamlığı değildir…

    Bu inkarın nedeni’nin yanıtları, o insanın geçmişinde, hayatında, bağlandıklarında, beklentilerinde bulunabilir… Bu “arayışı” da o kişi kendi yapmak zorundadır.
    En iyi örnek “peygamberlere” ait olarak verilebilir… “O kesimin” insanları hiç bir zaman o insanlara ait bilinen “dünyevi-diyalektik-tarihsel” gerçeği kabul edemezler; Ahmet de bu “kişisel mantık sağlamlığı” içinde yaşıyor…

  24. hocam eline sağlık çok güzel bir yazı olmuş. ama bir şey diyeceğim: yav arkadaş her bir konuyu bir yolunu bulup staline bağlamasanız birazcık şu eski adamları es geçseniz bizi şu kırk yıllık gürültülere mecbur etmeseniz… 🙂

  25. Ayhan arkadas belki farkinda degilsin ama su anki tartismalar hepsi zaten o zaman ki gelismelere bagli, anladigim kadari ile sen Ukrayna daki gelismelerle bayagi ilgilisin, mesela Ukraynada ki politik gelismeleri, SSCB ile olan gecmisleri anlasilmadan anlamak ne kadar olanakli? Tarih tartismasi aslinda gunumuz tartismasidir. Kapitalistler emekcilerin gecmisi sadece bir zulum duzeni olarak anmasini istiyorlar. Tarihi tahrif ediyorlar. Ukrayna hakkinda gerek BBC CNN gibi batili medya da gerekse RT gibi Rus medyasinda gercekler tahrif edilerek veriliyor. Ayni Medya ayni kapitalist devletler Tarihi de carpitarak veriyor. Ben bu yalanlara karsi cikiyorum.

    Moskova durusmalari olarak bilinen mahkemelerin ikincisi Radek Pyatakov mahkemesidir ve mahkemenin temeli 1936 yilinda Kemeravo madenlerinde ondan fazla iscinin olumu ile sonuclanan bir patlamaya dayanir. Madenlerde bu olay oncesi baska kazalarda vardir ve iscilerin tum taleplerine ragmen yonetim onlem almayi reddeder. Isciler stakhanov haftasi duzenlerler, genelde Stakhanov kampanyalari verimlilik artisi ve is guvenligine vurgu uapan kampanyalardir, o hafta meydana gelen bir patlamada stakhanovcu hareketin onde gelen uc iscisi ki bunlar ayni zamanda maden yonetimininde bas belalaridirlar patlamada olurler. Kemerova mahkemesi Radek mahkemesinin onculudur, saniklarin bazilari bu yuzden ayni kisilerdir. Tabii Radek mahkemesinde ayni ekip cevresinde done tum is kazalari yargilanir bu durumda olen insanlarin sayisi yuzlere cikmistir.

    O doneme iliskin arastirmalar ozellikle sabotajlara iliskin mahkemelerin 1930 lar sonrasi isyeri kurallarina karsi isciler arasinda giderek yukselen muhalefetin bir sonucu oldugunu gosteriyor. Sanilanin aksine 1920lerin sonlari ve 1930 lar SSCB de iscilerin gerek Komunist parti yonetimine gerekse burokrasiye karsi grevler gosteriler vb seklinde yogun olarak mucadele ettiklerini gosteriyor. Oyle gorunuyor ki bu mahkemeler ayni zamanda alttan gelen bir dalganin sonucu. Bosuna degil Gun Zileli”nin cevirdigi ani sahiplerinin cogu ( GUn onun kitabini cevirmedi ama baskalari aktardigi icin onuda anayim, Stalin”in kizi bile babasini sevdikleri icin isci ve koylulere cok kizar) emekcilerden hoslanmazlar, onlari kaba cahil gosgusuz vb bulurlar. Bu bir sinif mucadelesidir. Kazan bolgesi komunist liderlerden birinin karisi olan kendisi de universitede Marksizm Leninizm ogreten Ginsburg”un anilarinda cezaevindeki emekciler hepsi kabadir, cahildir. Bunun yaninda kendisine Stalinden daha fazla kisilik kultu yaratmis olan ve on binlerce kisinin idamini istemis olan bir parti yoneticisi ise iyi insandir. Bunun sebebi o donemde kendilerine yonelik asil muhalefetin emekciler olmasindan kaynaklanir.

  26. o sabotajların muhaliflerce yapıldığına senden başkac inanan kaldı mı acaba. Bugün de akp’liler Soma suikastının muhalefetin işi olduğunu söyleyip duruyorlar sağda solda. Aynı kafa işte.

  27. Yahu adam akp gibi.rezil oluyor yinede hala konusuyor utanmadan.gun bu adamin carpitmalarina ve iftiralarina birkac kisi kaldi diyerek onem atfetme.geriye bir tek bu deli kaldi.adam siktirolmus gitmis sbkpnin avukati.baska (çıkarıldı. admin) kalmadi.bi bu.resmen sinek gibi.

  28. “Stakhanov kampanyalari….”
    Stephanov olabilir… Tam da Soma cinayetleri’nin acılı günlerinde anımsatıldı…
    Stephanov muydu?
    “Stephanov” bir “Soma maden işçisidir.” Çok çalıştırılan, karşılığı verilmeyen…Stephanov “gaz’la” çalışıyordu… Yalanların, yanılsatmaların, riyakarlığın “gaz’ıyla.

    Bir köle işçiydi… O, kullanılan “iyi insanlardan” biriydi…
    *
    Sabotaj mı denildi?
    Ne rastlantı! Kimi AKP milletvekilleri de öyle düşünüyor… “ne tesadüf, tam da gezi öncesi” diyerek başkalarının üstüne yıkmak istedikleri katliamın bir “sabotaj” olabileceğini ima ediyorlar…
    Ne hoş değil mi? Utanmaz iktidar söylemleri hiç değişmiyor…
    Terör, iftira, komplo ve cinayetler…
    Düzmece mahkemeler…
    AKP “düşük profilli” Stalinist iktidar politikaları kullanıyor…
    *
    Önümüzde olan bitenler, kamera görüntüleri bile (RTE’nin ‘bakkal dükkanındaki’ terörü ve sözleri) inkar edilebiliyorsa, Stalin’e yönelik inkar söylemleri hoş görülmek zorundadır!

  29. Sanırım Stakhanov olacak. Stakhanovizm, aşırı çalıştırmanın sembolü olarak “emek kahramanı” diye lanse edilen işçi tipini temsil ediyordu. işçiler, çalışma normlarını sürekli yükselten bu işçi tipine düşmandı. Bazen dövüyorlardı bu tür işçileri. Bazı öldürme olayları bile saptanmıştır. Çaresiz kalan bazı işçiler bu tür kötü çarelere başvuruyorlardı.

  30. Erdoğan’dan Özdil’e: Sürüngen sürüngendir
    Başbakan Erdoğan, Yılmaz Özdil’e ağır ifadeler kullandı: Çıkmış bir insan müsfettesi, Manisa’da yaptığımız mitinglerde baretleriyle oraya katılışlarını gerekçe göstererek diyor ki, ‘Bunlar buna müstahaktır.’ Neymiş sadece zeybek oynarken diz çökermiş. Şimdi diyorum ki, sen patronunun, önünde nasıl döz çöktüğünü söyle. Sürüngen sürüngendir ayağa kalkamaz ki diz çöksün.

  31. Kemalist Aysun’un ‘mütevazı öneri’si: Madenlerde yalnız türbanlıları çalıştırmak
    Halil Berktay

    [18-19 Mayıs 2014] Gelen birkaç okur eleştirisine karşı, gayet net söyleyeyim, benim Soma’yı “bütün yönleriyle” ve “dengeli” biçimde ele almak; önce “esas” olarak işverenin ve hükümetin sorumluluğunu saptamak; ancak sonra ve “tâlî” olarak muhalefeti veya AKP düşmanlarını eleştirmek diye bir yükümlülüğüm yok. Bana öyle yazmayı öğretmeye yönelik derin ve olgun tavsiyelere her ne kadar müteşekkirsem de, bir, icabında nasıl yapılacağını biliyorum; iki, şimdiki durumda onu yapan zaten yapıyor ve yaptı bile. Sadece Serbestiyet’te, örneğin, Serdar Kaya (15 Mayıs: Madencileri kim öldürdü), Tuncer Köseoğlu (17 Mayıs: Çürümüş vicdan) ve Berat Özipek (18 Mayıs: Soma: Bir facianın ön muhasebesi), işte tam bu tür dört başı mâmur değerlendirmeler sundu. Bunların yanı sıra, daha özel olarak kapitalizmin ve aşırı üretim zorlamasının payı için, bkz Hidayet Tuksal (18 Mayıs: Soma ateşi ve 16 Ton); hükümetin siyasî sorumluluğu ile başbakanın tavrının sert ve ayrıntılı bir eleştirisi için, bkz Oral Çalışlar (19 Mayıs: Tekmeci danışman). Hem hepsine katılıyorum, hem de bunu (katıldığımı) ispatlamak zorunda değilim, aynı şeyleri, aynı sırayla tekrarlayarak. İstediğiniz kadar “tâlî” görün; bırakın da bu sefer ben işin başka bazı yönleriyle — aşırı politizasyon ve kutuplaşmayla, saldırgan bir sözel aktivizmle, her fırsatta anormal siyaseti zorlama ve her yolla gerilimi tırmandırma çabalarıyla uğraşmaya; muhalefetin zihniyet yapılarına bakın bu sizsiniz diye ayna tutmaya devam edeyim. Üç, belki sizin istediğiniz (veya istemediğiniz) kadar kapsamlı bir “hem hükümet, hem karşıtları” analizine de gelecek hafta, yani Mayıs sonlarında gelebilirim.

    Tweet’ler, tweet’ler. Genç bir avukat kadının Soma bedduası’ndan hareketle, burada -enikonu bir soykırım hayali var demiştim; yanlış mı? 1915 söz konusu olduğunda, yıllardır inkâr cephesinden dinlediğimiz zırvalıklardan biri de, malûm, biz Türkler son derece şefkatli ve merhametli insanlar olduğumuzdan, asla böyle şeyler yapmış olamayacağımız. En son TTK başkanı Metin Hülagü “Kültürümüz savaşı sevmez” buyurmuş ve eklemiş: “Biz değil insan öldürmek, hayvanlara bile acımış bir milletiz.” Duy da inanma. Savaş karşıtı bir şiir ve edebiyatımız nerede, görmek istiyorum. Madalyonun diğer yüzünde, yüzlerce yıllık cengâverlik böbürlenmesini, bütün bayramlarda küçük çocuklara ezberletilip okutulan kahramanlık şiirlerindeki kan kokusunu, Harbiye marşımızı, “her Türk asker doğar” sloganlarını, “ordu-millet” ideolojisini, her “tertib”i uğurlayan halayları ve “en büyük asker bizim asker” tezahüratını ne yapacağız?

    Neyse ki çok, çok daha gerçekçi ulusalcı-Atatürkçülerimiz var da, bize asıl millî hasletlerimizin neler olduğunu hemen hatırlatıyorlar. Bu sefer sıra “Kemalist Aysun”da. Evet, rümuzu aynen bu; yanında bir de resim var, fonda Türk bayrağı, önünde kalpaklı Mustafa Kemal. Kuşkusuz O’nun “asker”lerinden; ama artık MHP’lisi mi, CHP’lisi mi, İP’lisi mi, onu bilemem. Hoş, ne fark eder, ne farkları kaldı?

    Geçelim. 17 Mayıs 2014 günü, saat 1:14’te şöyle buyurmuş Kemalist Aysun (imlâsını aynen koruyorum): “Bundan sonra madenlerde türbanlılar çalışsın hem baret takmalarına da gerek yok bir göcük olduğunda hepsinden kurtuluruz toptan temizlik.” Biri sataşmış, sana bunları Atatürk mü öğretti diye. Ona da cevabı hazır: “Siz Atamın ne yapmak istediğini asla anlayamayacaksınız.”

    İlk okuduğumda şaka mı bu diye düşündüm ve “şaka” sözcüğüyle birlikte tuhaf bir çağrışım oldu; aklım üç yüz yıl öncesine, Jonathan Swift’e ve onun “Mütevazı Bir Öneri”sine gidiverdi. Daha çok Gulliver’ın Seyahatleri’yle (1726) tanıdığımız, dünya edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük mizahçılarından Swift, İrlanda asıllıydı ve hayatının bir noktasında, siyasî nedenlerle âdetâ kaçarcasına gidip Dublin’e yerleşmiş, uzun yıllar hep orada yaşamıştı. Gulliver’dan üç yıl sonra kaleme aldığı A Modest Proposal for Preventing the Children of Poor People From Being a Burthen to Their Parents or Country, and for Making Them Beneficial to the Publick (1729; İrlanda’daki Yoksulların Çocuklarının, Ailelerine ve Ülkelerine Yük Olmalarını Önlemeye ve Onları Topluma Yararlı Kılmaya Yönelik Mütevazı Bir Öneri) hicviyesi, hem derin sosyal eşitsizlikleri, hem İngiliz kraliyeti ile soylu büyük toprak sahiplerinin İrlanda üzerindeki baskı ve zulmünü, hem modernitenin netleşen kalpsizliğini, hem de daha o dönemde uç veren çatlak, habis, “Zihni Sinir” tipi toplumsal mühendislik “proce”lerini hedef alıyordu.

    Son derece ciddî bir havada, “Bu koca kentin sokaklarında yürüyen veya taşrada geziye çıkmış herkes için; sokaklara, caddelere, evlerin kapılarına doluşmuş dilenci kadınlar ve peşlerinde, yukardan aşağı paçavralar içinde, yoldan geçen herkesi bir sadaka için rahatsız eden üç, dört, ya da altı çocuk, bir hüzün kaynağıdır” diye başlar Swift: “Bu anneler, şerefli bir şekilde çalışarak hayatlarını kazanmak yerine, tüm zamanlarını, zavallı çocuklarının geçimini sağlamak için, dilenerek dolaşmaya adamak zorunda kalmakta; çocuklar da, büyüdükleri zaman, ya işsizlikten hırsız olmakta, ya da sevgili anavatanlarından ayrılarak, İspanya’da ‘Düzmece’nin [eski İngiltere kralı II. James’in o sırada tahtta hak iddia eden oğlu James Stuart kastediliyor] saflarında savaşmaya gitmekte, ya da Barbados’larda işgüçlerini satmaktadırlar.” Aynı poker suratlı, hiç açık vermeyen tonda devam eder: “Annelerinin ve zaman zaman da babalarının kollarında, sırtında ya da peşinde dolaşan bu inanılmaz çocuk bolluğunun; krallığın bugünkü üzücü durumuna yeni yaralar eklediği konusunda, herkesin aynı düşüncede olduğuna inanıyorum. Ve bunun içindir ki, bu çocukları, ortak yaşamın akıllı ve yararlı üyeleri haline getirecek, kolay, ucuz ve adil bir yöntemi bulabilecek kişinin, ülkenin kurtarıcısı olarak, toplum tarafından heykelinin dahi dikilmesine hak kazanacağını sanıyorum.”

    Önceden bilmeseniz, dalga geçmekte olduğunu asla anlayamazsınız. Bu ironik havada gider, gider; çeşitli alternatif reform önerilerini tek tek gözden geçirip çürütür… ve sıra bombasını patlatmaya gelir: “Londra’da tanıdığım çok bilgili bir Amerikalı, bana, bir yaşında sağlıklı, iyi beslenmiş bir çocuğun; buğulama, kızartma, fırınlama veya haşlama olarak, çok lezzetli, besleyici, yüksek değerde bir besin olduğunu söyledi. Yahnisinin de aynı lezzette olacağından eminim.” Hiç bozmadan, “bir yaşına gelmiş yüz bin çocuk,” der, “zengin sofraları için etlenmek ve şişmanlamak üzere, son aylarda annelerinden bol bol süt emmeli, zamanı geldiğinde de krallığın kaliteli ve zengin insanlarına satılmalıdırlar. Arkadaşlar arası bir eğlence için, bir çocuktan iki tabak et çıkar; ailece yenen yemeklerde de, göğüs ya da buttan dörtte biri yeterli olur, tuzlanıp biberlendikten sonra da dört gün bekletilirse, haşlamasının tadına doyulmaz, özellikle kışın.” Sanıyorum ki, diye ekler, “bu besin maddesini özellikle toprak sahipleri pek beğeneceklerdir, çünkü zaten anne babaların büyük bir kısmını yalayıp yuttuklarından, çocuklar da onların hakkıdır.”

    Evet, sonuçta budur işte Swift’in İrlanda’nın yoksul halkı için geliştirdiği “mütevazı öneri”: Çocuklarını herhangi bir kasaplı hayvan gibi besleyip semirterek zengin İngiliz centilmenleri ve leydilerine satmaları. Fakat o kadar ustaca yapar ki işini, kritik açıklama ve dönüm noktasına geldiğinizde bile gafil avlanıp hemen idrak etmeyebilirsiniz, yazarın gerçekten çocuk katilliğini ve yamyamlığı önermediğini — yani aslında başından beri her şeyin bir şaka olduğunu. O yüzdendir ki Kemalist Aysun’un tweet’i de ilk başta bocalattı beni. Öyle ya; bundan böyle madenlerde türbanlılar çalışsın diyor; bu yolla hem üretim devam edecek, hem baret tasarrufu yapılacak, hem de kaza halinde hepsinden bir çırpıda kurtuluvereceğiz. Buyrun size parlak bir “mütevazi öneri.” Acaba dedim, Swift’i okumuş mudur? Ve hele okumamış da bunu “fıtraten” (!) yakalıyorsa, acaba Aziz Nesin’i de kat be kat aşan, şimdiye kadar bilinmedik yeni ve millî bir dehamızla mı karşı karşıyayız?

    Fakat heyhat! Şaka yapmıyormuş, son derece ciddîymiş korkarım. Evet, ister çocuklarının canını Allah’ın alması, ister bütün kadınlarının madenlerde göcük altında kalması yoluyla tüm mümin “öteki”lerden fizikman kurtulmayı özleyenler, üstelik bunun adına — “şecaat arzederken sirkatin söyleyen” (hırsızlıklarını sayıp döken) “merd-i kıptî” misali — fütursuzca “toptan temizlik” diyebilen; tam bu tür “mütevazı öneri”lerin hümörsüz sahibi bir kesim gerçekten var ülkemizde.

    Ütopyaları Talât’ın Ermenisiz bir Anadolu; Hitler’in Yahudisiz bir Almanya ve Avrupa; Stalin’in “burjuvazisiz” bir toplum ütopyasından farksız ütopyacılar.

    http://serbestiyet.com/kemalist-aysunun-mutevazi-onerisi-madenlerde-yalniz-turbanlilari-calistirmak/

  32. herkes tweterde herhangi bir saçmalığı yakalayıp üzerine yazı yazmaya kalkarsa yandık.

  33. bu yazımı yollayan arkadaş, benim yukarıdaki kısa yorumumu nakzetmek için yollamış. Öyle ya, burada da bir twitçiyle tartışılıyor. Evet ama ben bu yazıyı, o ulusalcıyla uzun uzun tartıştıktan ve hatta onun hakaretlerine maruz kaldıktan sonra yazmak zorunda kalmıştım. Yani herhangi bir ulusalcının herhangi bir saçmalamasını yazıma dayanak yapmak için özel olarak seçmiş değilim. Aradaki farkı herkes değerlendirebilir.