Çürümüş Putlar Yıkılır Yıkılmaz: I
Var mı Öyle bir Örgüt?!
Kimi yayınevleri saygısızlık edip kitapların çevirmenlerini yazmayı ihmal etseler, kimi çevirmenler de sanırım hukuki kaygılarla değişik takma isimler kullanarak bir anlamda çevirmeni önemsizleştirseler de, bence çevirmenler bir kitabın seçiminde son derece tayin edicidir. Hem kitabın doğru çevrildiğinin güvencesi olması, hem kitabın anlatım ve atmosferinin çeviriyle yok olmaması, hem de çevirmenin isminin kitap için bir referans olması açısından.
Mesela Yavuz Alogan ismi benim için bir referanstır. Yavuz bu kitabı çevirmişse bir bildiği vardır derim. Kırk yıldan fazla bir zamandır hayatını çeviri yaparak kazanan bir insanın çıtayı böylesine yüksek tutabilmesi gerçekten hayranlık uyandıracak bir başarıdır.
Gerçi, Alogan’ın geçenlerde basılan çevirisi (Simon Sebag Montefiore, Genç Stalin –Biyografi, Birinci kitap-, İthaki, 2010) Yavuz çevirmese de, ilgi alanım dolayısıyla mutlaka alıp okuyacağım bir kitaptı. Hemen belirteyim ki, bu yazı bir kitap tanıtması değildir. Özgür Üniversite’nin ve Fikret Başkaya’nın ne zamandır güç verdiği, artık iyice çürümüş putları yıkmanın zorunlu olduğu düşüncesine katkıda bulanacak birkaç anekdot için yararlanacağım kitaptan. Bu yazı sadece çürümüş putlardan biri üzerine: Yıllarımızı alan, düşlerimizi süsleyen, aynısını yaratmaya çalıştığımız, “polis ajanlarını avlayan, su sızdırmayan, çelik disiplinli proleter öncü örgüt”.
Lafı uzatmadan, Genç Stalin kitabından uzunca bir alıntı vereyim: (Stalin’in) “İlk mücadelesi parlamentodaki yıldızı Malinovski’yi (gerçekte Ohrana ajanı olan Malinovski, Bolşevik Partisi’nin gizli Merkez Komitesi’nin ve Duma’daki grubunun üyesiydi ve bütün gizli yayın şebekesini bu ajan yönetiyordu. Ekim’den kısa süre sonra Ohrana belgelerinin incelenmesiyle ajan olduğu anlaşıldı ve kurşuna dizildi, G. Z.) dehşet verici bir suçlamaya karşı savunmak oldu. Bir makaledeMalinovski’nin Ohrana ajanı olduğu saptanıyordu. Bolşevikler, makalenin altındaki ‘Ts’ imzasını kullanan iftiracının, Menşevik Martov … ya da kayınbiraderi Fyodor Dan olduğuna inanıyorlardı. Fyodor Dan şöyle der: ‘Bolşevik Vasilyev [Stalin], Malinovski hakkındaki söylentileri durdurmak için evime geldi…’
“Ne var ki Malinovstki sayesinde Stalin’in her hareketi, bizzat İmparatorluk Polis Müdürü tarafından izleniyordu. 10 Şubat günü Sverdlov, Malinovski’nin ihbarıyla tutuklandı. Bunun üzerine Stalin, Bakû’dan yoldaşı Şaumyan’ı Pravda’nın editörlüğüne atamaya karar verdi. Fakat Malinovski, Ermeninin tıpkı Stalin gibi uzlaşmacı olduğu (Stalin, genellikle Menşeviklerle uzlaşmaya yatkın bir çizgi izlemiştir, G.Z) konusunda Lenin’i ikna etti. Bunun üzerine Lenin, Malinovski’nin adayı Çernomazov’u destekledi. Çernomazov, Stalin’in Bakû’de tahmin ettiği gibi, bir ikili Ohrana ajanıydı.” (s.326)
Takip eden satırlarda, Malinovski’nin, ipek kravatını da gardrobundan sağlayarak Stalin’i nasıl bir baloya gönderip orada yakalattığı anlatılmaktadır.
Şimdi düşünüyorum da, bu “ajan sızdırmayan” çelik disiplinli örgütü örnek alıp işkencehanelerde kim bilir kaç genç insan nelere direnmiş, kim bilir kaçı işkence tezgahlarında canını vermiştir? Elbette böyle yaparak hatalı davrandıklarını söylemek istemiyorum. Böyle bir işe girişen bir devrimcinin yapması gerektiğini yapmışlardır ama en azından ölürken şunu bilmiyorlardı: SBKP Tarihi adlı yalanlar kitabında anlatıldığı ya da Lenin’in “Bir Yoldaşa Mektup” makalesinde tarif edildiği gibi ajanları yakalayan, su sızdırmayan mükemmel ve çelik disiplinli bir örgüt hiçbir zaman olmamıştı. Bolşevik militanların en büyük şansı, daha sonra yaşandığı gibi, Stalin’in çelikten diktatörlüğü altında değil de, Çarlığın kırık dökük, gevşek ve hatta diyebiliriz ki, Stalin diktatörlüğüyle kıyaslanmayacak ölçüde hoşgörülü diktatörlüğü altında yaşamaları ve örgüte sızmış ajanlarca kolayca yakalandıkları gibi, sürgüne yollandıkları Sibirya’dan, şartların elverişliliği nedeniyle kolayca kaçabilmeleri olmuştur. Yoksa örgütleri bir işe yaramazdı, hatta bu örgüt polise yakayı kaptırmak için bire birdi.
Bu tarihi örneği böylece belirttikten sonra gelelim bugüne. Devrim için gizliliğin ve gizli çalışan bir örgütün şart olduğu ileri sürülüyor. Neden? Çünkü devrim, Mao’nun edebi anlatımıyla bir çay partisi değildir. Bu konuyu, bir başka çürüyen put olan “devrimci şiddet” konusuna geldiğim zaman ele alacağım ama burada da kısaca değineyim. Şuna açık bir cevap vermek gerekiyor: Devrim, ezilen kitlelerin işi midir, yoksa bir gizli örgütün işi mi? Biliyorum, ikinci fikri savunan arkadaşlar şöyle cevap veriyorlar: “Kitlelerin işidir ama o kitleleri yönlendiren partinin gizli olması gerekir.” Peki neden, devrimin esas süjesi olduğu söylenen kitleler gizlenmiyor da, onun “temsilcisi” olduğunu iddia eden örgüt gizleniyor? Sanıyor musunuz ki bu, o edebi anlatımlarla tekrarlayacak olursak, “kitlelerin öncüsünün korunması” gereğinden kaynaklanıyor? Hayır hayır, sebep kesinlikle bu değil. Eğer riskse, kitleler de risk altında, eğer tutuklanmaksa emekçiler de tutuklanır. Esas sebep, devrimden sonra iktidarın gerçek sahibinin kitleler değil, işte bu gizlenen kadrolar olmasıdır. İşçiler yakalanabilir, dayak yiyebilir, hapse atılabilir ama Partinin kendi kadrolarını mümkün olduğu kadar koruması gereklidir. Gereklidir ki, karşı iktidar devrildiği an, yeni iktidarın nüvesi olan kadrolar hemen kilit iktidar mevkilerini devralabilsinler.
Artık bugün devrimde ısrar edenler, bunca deneyden sonra devrimin gerçek öznesinin gerçekten işçi sınıfı ve ezilenler olduğunu saptayabiliyorlarsa eğer, böyle gizli bir partinin işlevi de kalmamış demektir. Bundan sonra gizlenenler, bilsinler ki, egemen düzenden değil, ezilenlerden gizleniyorlar. Tabii bunu söylerken, bu tür partilerin tamamen işlevsiz olduğunu söylemek istemiyorum. Gerçek bir emekçi devrimi, iktidar iddialarını ellerinden alarak onları da olumlu bir unsur olarak değerlendirebilir. En azından buna çaba gösterilmelidir. (Bu konu, Fikret Başkaya ile birlikte yazdığımız, Özgür Üniversite Yayınları tarafından geçenlerde basılan Devrimi Yeniden Düşünmek – I adlı kitapta işlenmektedir.)
Gün Zileli
8 Kasım 2010
bir örgütün gizli olmasının amacı varolan düzenin ortadan kaldırılması aşamasında zaruri görülen bir şey değildir. gerçekte kurulacak olan yeni düzenin bürokrasisiz,otokratsız,eşitlikçilik ve özgürlük temelinde gelişimini sürdürmesinin engllenmesi için (örgüt bürokratları tarafından)alınan bir önlemdir.
özgürlüğün ve devrimin başının daha doğarken ezilmesidir
Kanımca geçmişten beri karıştırılan bir şey var. Gizliliği reddetmekle yasallığı reddetmek karıştırılıyor. Yasallığı reddeden bir örgütün otomatikman gizli olacağı var sayılıyor. Oysa bir özörgütlenme hem yasallığın dışında oluşabilir hem de açık olabilir, yani gizli olmayabilir. Örneğin Rusya’daki Sovyetler böyleydi. Yasal değillerdi ama meşruydular ve gizli değil, açık çalışıyorlardı.
1. Kendini önemli insan hissetmeye bayilan zengin veletleri veya apalak subay çocuklarini kafeslemek için.
2. Karsi cinsten partöner ayarlamak için.
3. Kendilerini kamuoyuna güçlü göstermek için.
4. Pespayeliklerini tabandan gizlemek için.
5. Sonradan cebe atacaklari bagis vb. gibi cukkalari daha iyi hüpletmek için.
6. TSK, Mit, Polis gibi kurumlarla gizli kapakli iliskiler kurmak için.
7. Gereginde yabanci ülkelerden para vb. yardim almak için.
8. Kariyer planlarina uymayan rakiplerini öldürmek için.
9. Halka ve insanliga olan düsmanliklarini daha iyi yerine getirebilmek için.
10. Kültür birikimi olarak ne varsa hepsini inkar etmek, canli insan-hayvan-bitki ne varsa hepsini yok etmek ve yok olmak için.
Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım Bir Yıldır Tutuklu!
Aydınlık Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Yıldırım tam bir yıldır tutuklu. Gazeteci Deniz Yıldırım, Tayyip Erdoğan’ın telefon görüşmelerini haber yaptığı için bundan bir yıl önce 9 Kasım 2009’da tutuklandı.
Tutuklulukta makul süre aşıldı, kaçma ve delilleri karartma şüphesi ortadan kalktı… Mahkeme Başkanı Köksal Şengün, iddianamenin kabul edildiği tarihten beri Deniz Yıldırım’ın tahliye edilmesi yönünde oy kullanıyor.
Deniz Yıldırım 1 yıldır tutuklu. Tutuklama ve tahliye ettirmeme talimatı ise doğrudan Tayyip Erdoğan’dan geliyor. Deniz Yıldırım ve İstihbarat Şefimiz Ufuk Akkaya, nöbetçi mahkemeye sevk edildiği sırada Savcı Zekeriya Öz, Başbakanlık’a acele koduyla faks gönderiyor. Saat 14.46… Yanıt ise, saat 18.54’te geliyor:
“Telefon içeriğindeki bilgiler hiçbir şekilde açıklanmamış ve aleniyet kazandırılmamıştır. Devletin iç ve dış siyasal yararları bakımından gizli kalması gereken bilgilerden olduğu…”
Bu yazıdan 30 dakika sonra Aydınlık Genel Yayın Yönetmeni ve Ulusal Kanal İstihbarat Şefi Ufuk Akkaya tutuklandı. Davanın 11. duruşmasında Akkaya tahliye edildi ancak aynı gerekçeler, aynı suçlamalar ve aynı delillere rağmen Deniz Yıldırım hapis yatmaya devam ediyor.
Bu fotoğraf çok güzel http://tiny.cc/9ia03
Deniz Yildirim’la ilgili propaganda yazisinda “İstihbarat Şefimiz” ifadesi dikkat çekti.
sis bulutu ve timur,
söylenecek bir şey bırakmamışsınız, katılıyorum size…
ittihat ve terakki gizli miydi:?
R.O.K ‘nin Taraf’taki yazisi:
Program keyifli ve tartışmalı geçti, ama size esas aktaracağım olay programdan sonra yaşandı. Program sonrası gece yarısı, diğer konuklar ve çalışanlar gitti, CNN Türk’ün bekleme odasında beş kişi, Reha Muhtar, Ahmet Tulgar, Ufuk Uras, Ümit Kocasakal ve ben sohbet etmeye devam ettik… Uras ile Kocasakal arası tartışma epey hararetlendi, bir şekilde konu Stalin’e geldi, Uras Stalin ve Stalinizmi –doğal ve insani olarak- olumsuz anlamda kullanarak konuşuyordu, birden Kocasakal karşı çıktı ve Stalin’i savunmaya başladı. Hepimiz donduk kaldık, Kocasakal “Stalin’i da anlamak lazım” diye söze başladı, dünya tarihinin gördüğü en kanlı diktatörü, 31 yıl boyunca milyonlarca insanı katletmiş bir adamı son derece soğukkanlı biçimde savunuyordu Kocasakal. İstanbullu hukuk adamlarının şu anki başkanı olan Kocasakal hukuk kavramına milyon kere tecavüz etmiş bir zihniyeti savunmaktan çekinmiyordu…
Ufuk Uras bu savunuları duydukça daha da çok öfkelendi, oradan konu Ergenekon soruşturmasına geldi. Ufuk Uras Genelkurmay içinde seçilmiş sivil demokratik hükümeti devirmek isteyen cuntaların olduğunu, bunu devlet içinde herkesin bildiğinden bahsetti, somut bazı şeyler aktardı, darbecilerin yargılanmasının ne kadar hayati önemde olduğunu söylüyordu, tam o sırada çiçeği burnunda Baro Başkanından “inanılmaz” bir salvo daha geldi… Demokrasi kavramının “ilericilik” açısından tartışılması gerektiğini ifade etti Kocasakal ve bombayı patlattı “Açık söylüyorum bana şu an sorsalar, şu anki AKP hükümeti mi yoksa bir askerî darbeyi mi tercih edersiniz, ben darbe hükümetini tercih ederim”… Ortalık yeniden alevlendi, Stalin tartışmasına hafiften müdahil olan Ahmet Tulgar da bu noktada dayanamayıp patladı, Ufuk Uras ise artık isim isim darbecilerin yaptıklarını saymaya başladı… Reha Muhtar ise muzip biçimde program sonrasında da moderatörlüğe devam ediyordu o ortamda…
Bu olayı bugüne kadar –içerdiği bütün vahametine rağmen- yazmadım ve yazmayı düşünmedim, böyle ekran-dışı rahat ortamlarda insanlar daha bir rahat dökülürler, içleri dışları bir olur. Sonra Kocasakal alanında tek değil, birçok Kocasakal’a benzer isim –özellikle AK Parti’nin askerî darbeyle devrilmesini isteme noktasında- farklı hislerde değil. Bu Türkiye’nin hakiki demokratları için bilinmeyen bir şey de değil… Fakat Kocasakal bugün Türkiye’nin en büyük barosunun başında, çok önemli bir “kamusal figür” artık. Dolayısıyla “kamu yararı” gerekçesiyle bunları yazmam gerekiyordu… İstanbul Barosu Başkanı’nın Stalinizm’i ve askerî darbeyi alenen savunduğuna Reha Muhtar, Ahmet Tulgar ve Ufuk Uras da birebir tanık. Yazıyı yazmadan önce Ahmet Tulgar’la da konuştum, her şeyi o da aynen hatırlıyor, Ufuk Hoca’yı da aradım ama ulaşamadım. Reha’yı ise aramadım, muhtemelen “Aman beni bu işin içine karıştırma” falan der, telaşlanır diye… Yoksa yanılıyor muyum? Bu olayın birebir tanığı Reha Muhtar acaba bu konuda ne diyecek? Hukukun üstünlüğüne dair çok önemli bir yerin başına gelen kişi alenen bir askerî darbeyi ve zalimler zalimi diktatör Stalin’i savunmuşsa ve siz buna tanıksanız “Ben etliye sütlüye bulaşmayayım, Erman ile Ahmet’i modere etmek bana yeter” demek oportünist bir tavır değil midir? “Biz devrimlerden geldik” diyen, özgürlükçü-sosyalizme inanan bir kişiye “oportünizm” yakışır mı? Reha Muhtar’ın tavrı bunu gösterecek…
zekiye bak “istihbarat şefi” lafı dikkatini çekmiş 🙂 🙂 🙂
İP Öncü Kadın İzmir İl Başkanı İncisel Aytar Karşılayan:
Türban özgürlük sorunu değil, kadının bağımsızlığı sorunudur!
Türban özgürlük değil, esaret örtüsüdür!
İşçi Partisi Öncü Kadın İl Başkanı İncisel Aytar Karşılayan 8.11.2010 tarihinde (bugün) Konak YKM önünde Öncü Kadın üyeleriyle birlikte, “Türban özgürlük sorunu değil, kadının bağımsızlığı sorunudur. Türban özgürlük değil, esaret örtüsüdür” konulu basın açıklaması yaptı. İncisel Aytar Karşılayan, açıklamasında şunları söyledi:
Üniversitelere türbanın girmesi özgürlük sorunu değil bağımsızlık sorunudur. Bugün üniversitelerde başlayan türban eylemi, yarın ilkokullara kadar inecektir. Türban Türk kadının başörtüsü değildir, siyasi simgedir, ABD’nin BOP siyasetinin, milletimizi bölme siyasetinin simgesidir. Üniversite gençliğini ve milletimizi türbanla bölmeye çalışıyorlar. Buna izin vermeyeceğiz.
AKP iktidarı referandumdan sonra cumhuriyetimize ve cumhuriyetin kurumlarına, laikliğe, bağımsızlığa saldırılarını artırdı. Üniversitelere türbanla girme özgürlüğü haçlı irticanın bilim yuvalarını ele geçirme özgürlüğüdür. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi Türk milletinin etnik temelde ve dinsel temelde bölünmesini gerektiriyor. BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan da bu projeyi uyguluyor. Üniversite gençliği türban özgürlüğünü savunanlar ve buna karşı çıkanlar diye ikiye bölünmek ve çatıştırılmak isteniyor.
Türban takmak kadınların kişisel özgürlüğü veya özgürleşmesi olarak ele alınıyor. Türban özgürlüğü diye bir özgürlük olabilir mi? Kuran’da böyle yazıyor diye türban savunulabilir mi?
Devletin temel düzenini din esaslarına göre belirlemeye kalkmak, bütün demokratik ülkelerde Anayasaya aykırıdır. Kaldı ki Kuran’da kadınlar türban takacak diye bir emir yoktur. Türban, Türk kadınının geleneksel başörtüsü değildir. Türban esaretin örtüsüdür. Türban sosyete örtüsüdür. Türbanla tarlada çapa yapamazsınız, fabrikada çalışamazsınız. Çalışan kadının örtüsü, başörtüsüdür, eşarptır. Türban, kadının cinselliğine vurgu yapan bir kültürün simgesidir. Ortaçağın köleci kültürü de, emperyalist kapitalist kültür de kadını bir cinsel meta olarak görür. Türban, çalışan, başı dik, kişilikli, çağdaş Türk kadınına yakışmıyor.
Atatürk gibi devrimci olalım. Yoksa bu süreç türbanda durmaz kadınlarımızı cariye yaparlar. Biz, İşçi Partili Öncü Kadınlar buna izin vermeyeceğiz. Cumhuriyet devrimleri, kadınların cesaretli öncü tutumları ile hayat buldu. Şimdi bağımsızlığımızı ve cumhuriyetimizi yeniden kazanmak, Atatürk devrimini tamamlamak görevi ile karşı karşıyayız. Görevimizi hakkıyla yerine getireceğimize inanıyoruz. Bütün kadınlarımızı İşçi Partisi’nin Öncü Kadınlarının açtığı mücadeleye katılmaya çağırıyoruz.
Bunun için tüm provoklari sahneye sürmüs durumda
Gün Zileli, uzun yıllar yurtdışında yaşamış ve hala yaşamakta olan biri olarak, yurtdışıXyurtiçi karşıtlığını ele alan bir yazı yazmış mıdır, ya da yazmak ister mi acaba? Kültür, yaşam tarzı, insanların değerleri vs. açısından “ileri” kapitalist ülkelerle “geri” Anadolu üzerine?
Ertan, kültür yazarı değilim, yani kültür konusu (farklı kültürler vb.) alanım değil, bu alanda başarılı bir yazı yazabileceğimi sanmıyorum. Ama son yazdığım kitap olan (henüz yayımlanmadı) Sığınmacılar (Londra, 1990-2000)’de bu konulara ister istemez bir anlamda değindim. Ayrıca “Yurtiçi-yurtdışı” ya da “ileri-geri” kavramları da bana biraz yabancı sanki.
Zileli yine iktidarı,dolayısıyla devrimi reddeden bir yazı yazmış.
Zileli,devrimden ve iktidardan cok fazla nefret ediyor.
Zileli,yine ktidarı burjuvaziye terketmenin “daha hayırlı” olacağını dile getirmiş.
Devrimden,örgütten,öncüden,kadrodan böylesine nefret eden bir ruh hali,devrimciliğin değil teslimiyetciliğin ifadesidir.
Bir AKP ideoloğu olan Fikret Başkaya ile birlikteliği bu bağlamda daha kolay anlaşılıyor.