Cumhuriyet Yanılsaması!!!
AKP hükümetinin, şu Ergenekon davası rezaletini imal ederek ulusalcıların önde gelenlerini ve geride kalanlarını içeri atıp tutuklaması ceza boyutlarına vardırdığından beri ulusalcıları eleştiren bir şeyler yazmak uzun süredir içimden gelmiyordu. Ne var ki, bu ulusalcılar, ettikleri laflarla ve sergiledikleri tutumlarla “gel beni eleştir” diye insanı adeta tahrik ediyorlar.
Şu “Cumhuriyet bayramı” isterisinden söz ediyorum. Ne o efendim, hükümet şu ya da bu gerekçeyle Cumhuriyet bayramı kutlamalarını iptal etmiş. Bunun üzerine ülkemizin kadir bilir cumhuriyetçileri Atatürk posterleriyle, Türk bayraklarıyla ve “şehit” fotoğraflarıyla sokaklara dökülmüşler gece vakti. Böylece gayriresmi büyük bir kutlama meydana gelmiş. Bu, bayraklı yürüyüşlerden beri AKP’ye karşı en büyük gövde gösterisiymiş. Yürüyüşün başı Kadıköy’deyken sonu neredeyse Bostancı’daymış. “Yandaş medya” ise bu büyük gösteriye hiç yer vermemiş ya da çok az yer vermiş. Bunları, dün gece Ulusal Kanal’daki Ümit Zileli’nin programından işittim.
Görüntüleri de izledim. Tam bir ulusal isteri ayiniydi. Bir anlamda Kürt düşmanlığı ayini de diyebiliriz.
Bunu bir yana koyalım da, şu “Cumhuriyet” denen şeyin üzerinde duralım biraz. Nedir Cumhuriyet dedikleri?
Cumhuriyet, padişahlığın 1. Dünya savaşının sonunda yıkılmasından sonra devletin aldığı yeni biçimin adıdır. Aslında devletin temel kurumlarında önemli bir değişiklik yoktur. Ordu yine aynı ordu, polis yine aynı polistir. Cezaevleri, karakollar vb. de öyle. Mustafa Kemal’in başkanlığındaki tek partinin belirlediği yeni bir TBMM vardır ama bu bile büyük bir değişiklik sayılmaz. Çünkü Osmanlı döneminde de bir Meclis vardı; hatta bu Meclis azınlıkları barındırmasıyla toplumsal yapının gerçekliğine biraz daha yakındı. Osmanlı Devletiyle Türkiye Cumhuriyeti devleti arasındaki tek fark, padişahın yerini Cumhurbaşkanının almasıydı. O halde nedir bu gürültü patırtı, nedir bu cumhuriyet fetişizmi? Ulusalcılar, aşırı cumhuriyetçi gösterilerle güya AKP’yi köşeye sıkıştıracaklar. Oysa AKP de bal gibi cumhuriyetçi bir partidir, varlığını cumhuriyet denen devlet diktatörlüğüne borçludur ve ulusalcıların iddia ettiği gibi cumhuriyeti falan ortadan kaldırmaya hiç de niyetli değildir.
AKP iki geleneğin üzerine oturmaktadır. Bunlardan biri, merkez sağın ilk partisi DP geleneğidir. Diğeri ise, cumhuriyet döneminin başlangıç aşamalarında iktidarda kendisine gereğince yer bulamayan İslamcı gelenek. DP geleneği zaten CHP’nin içinden çıkmıştı ve sonuçta cumhuriyetçi bir partiydi. CHP’den tek farkı, tek parti bürokrasisine karşı çıkarak cumhuriyet devleti denen hakim bloğa yeni bileşenlerin katılmasını sağlamaktı ve bunu yaptı. İslamcı gelenek de DP-AP geleneğinin içinden çıkmıştır ve 1960-70’li yıllarda Cumhuriyet devleti iktidarında bir bileşen olarak yerini almıştır. Dolayısıyla AKP’nin Cumhuriyet devletiyle hiçbir sorunu yoktur, çünkü Cumhuriyet devleti gerek merkez sağı, gerekse İslami hareketi çoktan bünyesine katmıştır.
Yani kısaca söyleyecek olursak, bugün CHP ne kadar cumhuriyetçiyse AKP de o kadar cumhuriyetçidir. Kavga, bu cumhuriyet devleti içinde kimin daha çok yer kapacağı kavgasıdır ki, bu aslında cumhuriyet devleti tarafından yıllardır ezilen emekçileri hiç mi hiç ilgilendirmemektedir.
Bir de ABD’nin Cumhuriyeti ve devleti yıkmak istediği gibi bir ulusalcı tevatür vardır ki, insanın buna inanması için iyice saf olması gerekmektedir. ABD, Türkiye Cumhuriyeti devletini hiçbir zaman yıkmak istemez. Türkiye ordusunu yok etmek falan istemez. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri dünya emperyalizminin Ortadoğu’daki baş dayanaklarındandır. Elbette ABD, bölge devletlerini kendi politikaları doğrultusunda sevk edebilmek için zaman zaman baskılar uygular ama bu son derece doğaldır. Bundan çıkartılan, ABD’nin Türkiye devletini yıkmak istediği gibi bir sonuç, ancak ulusalcı bir zekâ düzeyinde olanları ikna edebilir.
Aslında bana soracak olursanız, ulusalcıların zekâ düzeyiyle AKP’lilerin ve liberallerin zekâ düzeyi birbirine pek uygundur. Horoz dövüşünün seyircileri heyecanlandırması için horozların yaklaşık güçte olmaları tercih edilir.
Gün Zileli
1 Kasım 2011
2. Padişahlığın kaldırılıp BU cumhuriyetin kurulmasına itiraz ediyoruz.
Faraza İngiltere monarşisi kaldırılıp Fransa cumhuriyeti, yahut İsveç krallığı yerine Finlandiya cumhuriyeti kurulsaydı itiraz etmezdik belki. Ya da ederdik, kime ne? İngitere’nin Fransa’dan kötü bir yer olduğunu kim söylüyor? İsveç kralının Finlandiya cumhurbaşkanından daha yaramaz bir adam olduğu ne belli? Asya farklıdır Avrupaya benzemez diyorsanız buyurun, Tayland krallık, Kamboçya cumhuriyet: hangisi daha iyi?
Dünya Savaşı öncesi Türkiye’de aksırıp tıksırsa da işleyen bir Yasama Meclisi vardı. Serbest veya serbestimsi seçimler yapılıyordu. Çatır çatır çatışan siyasi partiler ve her yıl bir yazar vurulsa da canlı kalan bir basın vardı. 1923’te bunun yerine tüm üyeleri şahsen Reisicumhur tarafından belirlenip seçilen ve Reisicumhurun canı istediğinde ıskat edilen bir hık deyiciler kurulu geldi, iyi mi oldu?
1839’dan 1913’e dek Osmanlı devletinde siyasi nedenlerle tek kişi idam edilmedi. 1923’ten sonra yüzlercesi pazar meydanlarına kurulan darağaçlarında asıldı. İstibdat mı dediniz?
İran’da 1978’de şahlık rejimini devirdiler, yerine cumhuriyet kurdular. Bundan dolayı sevinmeli miyiz? Ondan iki sene önce İspanya’da Franco rejimi eceliyle son bulunca yerine krallık kurdular. Bundan ötürü üzülmeli miyiz?
Hem 1920-1923’te bir dizi darbeyle iktidarı ele geçirip “cumhuriyet” kuranların yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediğiyle, 2002-2008’de bir dizi darbeyle iktidarı ele geçiremeyenlerin yaptığı, ettiği, düşündüğü ve söylediği o kadar farklı mıdır acaba diye bir oturup düşünsek faydalı olur belki. Adamlar Atatürk’ün izindeyiz diyorlar. Belki de haklıdırlar?
http://nisanyan1.blogspot.com/2009/03/vatan-kurtard-halifeyi-kovdu-daha-ne.html
Ulusalcilar aptal, CHP aptal, AKP aptal, liberaller aptal …sen çok akillisin degil mi? Aslinda hiçbiri aptal falan degil, hepsi numara yapmakta, sen de dahil. Cok zekisiniz, cidden.
Kadiköy -Bostanci arasindaki ayine katilanlara yakindan bakildiginda:
1. Toplumun orta-üst kesimleridir.
2. Hayat tarzi olarak Avrupai’dir.
3. Dindarliktan hayli uzak, dini pratiklere karsi kesimlerdir.
4.Cogu dini vecibelerini yerine getirenlerden nefret eder.
5.Kemalist ya da kolejli olanlari kolonyalist egitim almislardir.
6. Coguna sorulsa kendini “solcu” olarak tanimlar.
7. Hepsi D. Gezmis’i, N. Hikmet’i, Che Guevera’yi sever.
8.2000’li yillara kadar imtiyazli bir yasam sürmuslerdir.
9. Torpil, avanta, rant, öncelik hep onlara çalismistir.
10. Etnik olarak Anadolu-disi kökenlerdendirler.
11. Kemal’in Türkiye’ye ithal edip “yapay Türk ulusu” olarak kurguladigi kesimlerden gelirler.
12. Turkish Sol fraksiyonlarin ëski yöneticilerinin hepsi bu insanlarin esi, dostu, akrabasidir .
13.Türk solunun hedef kitlesi bu zeki insanlardir.
14. ABD ve AB islami akimlarla mücadele ederse bu insanlar da ABD ve AB’yi severler, ABD ve AB Islami akimlarla bir sekilde uzlasirsa bu insanlar da anti-emperyalist olur.
15. Hepsi de Kürt, Arap düsmanidir, kendilerine Türk ulusalcisi vs deseler de “reel Türk’ten nefret ederler, aslinda Araptan da, Kürtten de çok Türklere düsmandirlar.
16.Son zamanlarda müslüman olarak niteledikleri ve “bas düsman” gördükleri AKP’ye en büyük zarari verebilegini düsündükleri için PKK’ya da sempati duymaya baslamislardir.
17. Yakinda bu kemalistlerin “biji Atatürk, biji Apokürt” diyerek ellerine kales alip PKK teröristlerine katilmalari da beklenir.
öyle sanıyorum ki sadece aydınlık’ın son yayınlarına cevap mahiyetinde bu yazı…bu nedenle hedefi türkiye’nin ulusalcıları diye genişletmenin pek anlamı yok. çünkü bugünün chp’si kesinlikle yukardaki gibi düşünmüyor.
ikincisi, “akp türk ordusunu yıkmak istiyor” demek ne kadar kestirmeci ve yalnış bir bakış açısının ürünüyse, osmanlı’dan cumhuriyet’e hiç bir şey değişmedi, hele hele padişahın yerini cumhurbaşkanı aldı demek o derece ve hatta ondan daha vahim, kestirmeci ve yanlış bir bakış açısının ürünü. ayrıca padişah ve cumhurbaşkanı’nı eşitleyen göz nasıl bir göz bunu düşünmek gerek. yani anarşist tüm iktidarlar aynı, hiçbir şey değişmiyor sanrısını.
Evet öyle, hiçbir şeyin değiştiğini düşünmüyorum.
yanılgı bu işte. merak etmeyin cumhuriyet’le bir şeyler değişti derseniz kemalist olmazsınız ama statik toplum algısından kurtulmuş olursunuz. özgürlükler açısından cumhuriyet, tüm faşist dönemlerine rağmen, bireye sunduklarıyla toplamda osmanlı’dan daha iyi bir yerdedir. doğrudur azınlık politikası çok daha geridir ama örneğin kadınların durumu, köylülerin durumu cumhuriyet’le beraber değişmedi diyemeyiz. doğrudur ideolojik formasyon çok daha radikalleşti ama bunun yanında üniversiteler halka açıldı. toplumun en alt kesimleri dahi, tüm sorunlarına rağmen dünyayı tanıma fırsatı buldu. bu tabiki dönemin, o zamanın ruhuyla, nesnel koşullarıyla doğrudan bağlantılı. cumhuriyet de böyle bir şey zaten. feodal kültürü önemli ölçüde değiştirdi, yeni olanaklar sağladı ama diğer yanıyla kapitalizm belasını başımıza sardı.
Laiklik de öyle veya böyle, bir kazanımdır. Kapitalist modernizmin önünü açmıştır, ancak özgür düşüncenin de önünü açmıştır laiklik. Özgür düşünce konusunda cumhuriyetin profili hiç parlak olmasa da cumhuriyetin getirdiği sekülerleşme, cumhuriyetin antidemokratik yapısının antitezini oluşturmuş, ilerde bu yapıyı zorlayacak olan aydın nesillerin yetişmesine ön ayak olmuştur.
Okuduğum ve duyduğum en ‘doğrudan’ yazı. Teşekkürler.
Özgür düşüncenin önünü laiklik mi açmış? İbn-i Rüşd’leri, Haldun’ları, Mevlana’ları ne yapacağız o zaman? Laiklik berbat bir kandırmaca. Cumhuriyet iyidir, Mutlak-Monarşi kötüdür denemez asla.
Az önce Habertürk’te Çalışlar ve Taner Akçam vardı. Zarakolu’nun örgütlerden nasıl nefret ettiğini söyledi Akçam ve de ‘Ergenekon örgütü’nünü varlığına olan inancından ahkam kestikten sonra, KCK örgütünün olmadığıyla bağladı. Oral Ç. de ona katılmakta gecikmedi. Ve ben düşündüm: Evet, anarşist olmadan hem sağa hem sola hem liberallere vurulmuyor. Akçam ve Çalışlar, bir kere bile KCK örgütü uydurmaysa Ergenekon da uydurmadır diyemedi. Demezler de. Son iki yazıdır özellikle, bu rejim üstü kritiklerin zihin açıyor Gün hocam, eline sağlık
Laiklik “İbn-i Rüşd’ler, Haldun’lar, Mevlana’lar”a çok da yabancı değil aslında. Kemalist sekülerleşme tasavvufun da izlerini taşıyor. Konuyla alakalı bir röportaj:
Laiklik, Vahdet-i Vücud felsefesiyle şekillendi
Yunanlı Araştırmacı Christos Retoulas Atatürk döneminde oluşturulan laiklik konseptinin Osmanlı’daki Vahdet-i Vücud felsefesi üzerine kurulduğunu belirtiyor. Atatürk’ün ailesinin Mevlevi ve Alevi/Bektaşi kökeninden geldiğini anlatan Retoulas, ‘Mustafa Kemal tasavvufun piri, efendisiydi. Atatürk Melami’ydi’ görüşünde
Satır arası…
Yunanlı araştırmacı Christos Retoulas, uzun süredir Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye’nin İslam ve laiklik serüveni üzerine araştırmalar yapıyor. Ailesi mübadele sırasında İzmir Uzunada’dan Yunanistan’a göç eden Retoulas, Atatürk döneminde şekillenen Türkiye’nin laiklik konsepti üzerine çalışması ile Oxford Üniversitesi’nde doktorasını tamamladı. Ünlü tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın da doktora tezinde teşekkür edilen isimler arasında yer aldığı Dr. Christos Retoulas ile Türkiye laikliği ve Osmanlı’daki İslam’ı konuştuk. Retoulas’ın Vahdet-i Vücud felsefesinin Türkiye’deki laiklik üzerine etkisi üzerine etkisi ve Mustafa Kemal Atatürk’ün dinle olan ilişkisi hakkındaki görüşlerinin oldukça tartışılacağını düşünüyorum.
Şenay YILDIZ
senay.yildiz@aksam.com.tr
Yunanlı araştırmacı Christos Retoulas’ın Anadolu’daki İslam ve laiklik anlayışı üzerine AKŞAM’ın sorularına verdiği yanıtlar şöyle:
– Osmanlı’daki İslam’ı nasıl tanımlıyorsunuz? Temelinde ne yatıyor?
Türk İslamiyet’inin temelinde Vahdet-i Vücud konsepti var. Araştırmalarım 18’inci yüzyılın ortalarına kadar Osmanlı’nın baskın dini ideolojisinin Vahdet-i Vücud olduğunu gösteriyor. Osmanlılar bu tarihten sonra – özellikle Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerinde- önce Suudi Arabistan’da gelişen Vahabilik, daha sonra da doğrudan doğruya Batı’yla karşı karşıya geldiler ve çok büyük değişimler görüldü. Bu yaklaşım, o zamandaki Hindu-Müslüman Hindistan’dan gelen Nakşibend” etkisi. İmam-ı Rabban”’nin görüşlerine dayanır.
OSMANLI’NIN TEMELİ
– Çalışmanız açısından bu görüşün ayırıcı özelliği nedir?
Bu görüş Vahdet-i Vücud’a değil, Vahdet-i Şuhud’a dayanır. Yani, Vahdet-i Vücud gibi ‘Varlık birliği’ değil; ‘Şehadet birliği’ esasına dayanır. Bu durum, toplumun bazı kesimleri ve o dönemki Osmanlı elitleri arasında bir çatışma meydana getirdi. Daha önceleri Vahdet-i Vücud esasına dayanan ve Rumeli-Anadolu’da asırlarca süren Ahrar” Nakşibend”lik yerine, Vahdet-i Şuhud’u esas alan ‘Müceddidiyye’ ve onun ‘Halidiyye’ diye bilinen kolu etkin olmaya başladı. Vahdet-i Şuhud güçlenip, Vahdet-i Vücud düşüncesi zayıflayınca, Hıristiyan Ortodokslar Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya başladılar. Geç 18’inci ve erken 19’uncu yüzyıl ayaklanmaları tam bu döneme denk geliyor.
– Vahdet-i Vücud imparatorluğu bir arada tutan temel felsefe miydi?
Elbette, aynen öyle. Benim çalışmalarıma göre, Ortodoks Hıristiyanlık ve Vahdet-i Vücud felsefeleri Allah algısı, aşk, güç ve akıl, insan doğası, gibi meselelerde din felsefesi bakımından paralellikler, ortak anlayış gösteriyor. Bu nedenle, tarihte aynı kişinin hem Hıristiyan hem Müslüman olduğu sıra dışı örnekler görebilirsiniz. Mesela Güney Arnavutluk’ta hem Ortodoks Hıristiyan hem Bektaşi olan pek çok kişi vardır. Bu hiç bir zıtlık yaratmaz. 1930’larda İstanbul’da yaşayan Yunanlı bir Rum’un çok önemli bir Mevlevi olduğunu da ben araştırmalarım sırasında buldum.
– Atatürk zamanındaki laiklik konseptinin Batı laikliklerinden farkı neydi?
Batı ülkelerindeki laiklik, dinin devletten ayrılıp, kurumsallığının sona erdirilip, özelleştirilmesi anlamına geliyor. Ama Atatürk zamanında oluşturulan Türkiye laikliği modeline bakınca, yapısal değil ama kavramsal ayrım oldu. Bu çerçevede ‘dünyevi işler’ ve ‘dini işler’ olarak bir ayrım yapıldı. Tabii, bu kavramsal bir ayrım. Ama yapısal olarak bunu göremiyorsunuz. Çünkü din kamu hayatında kalmaya devam etti. Bunu en iyi göstergesi de Diyanet İşleri Başkanlığı.
– Ne kastediyorsunuz?
Diyanet, İslam’ın laiklik yoluyla yeniden kurulması, düzenlenmesinin işareti. Bu, din hem özel hem de kamu hayatında kalmaya devam ediyor demektir. Çünkü Diyanet yoluyla aynı zamanda cami hutbelerini de almaya devam ediyorsunuz. Yani, din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı ama din kamu yaşamında kalmaya devam etti. Kemalizm projesinde İslam’ı ulusal bir din haline getirme fikri vardı. Ama ne yapıldığına bakarsanız, bu Vahdet-i Vücud’u hayata geçirme projesiydi.
İSLAM VE KEMALİZM
– Atatürk, Osmanlı’daki Vahdet-i Vücud felsefesini mi canlandırmaya çalıştı laikleşme süreciyle beraber?
Evet, bu kesinlikle doğru. Kemalizm’in dini projesi Vahdet-i Vücud’du. Kemalizm laikliğine şekil veren, onun alt yapısı Vahdet-i Vücud’du. Ama aynı modeli dünyevilik konseptini ön plana çıkararak yaptı. Atatürk, o döneme göre ırkçılıkla asla ilgisi olmayan bir milliyetçilik anlayışıyla İslam’a ayrı bir yer verdi. Bu nedenle Avrupa’daki kanlı laikleşme sürecine kıyasla çok daha yumuşak bir laikliğe geçiş süreci yaşandı Türkiye’de.
– Bizde de karşı çıkan çok insan oldu gerçi…
Avrupa ile kıyaslayınca çok daha kansız bir süreç oldu Türkiye’de. Ayrıca, laikleşme sürecine karşı savaşanlar ya Batı aydınlanmasının etkisindeki aşırı liberaller, yani Batı’yı koşulsuz taklit edenler; ya da gerçek Osmanlı İslam’ı olmayan 18’inci yüzyıl İslam’ının takipçileriydi. Bu ikinci grup, aslında Vahdet-i Şuhud’un en sert anlayışının ve de İslam’ın sırf zahir ve tutucu anlayışının takipçileriydi.
– Ama Aleviler Diyanet’i Sünni İslam’ı temsil etmekle eleştiriyorlar…
Aslında bu hep böyle değildi. Atatürk zamanında Diyanet’in uygulamaları karşısında Alevilerin öyle bir şikayeti olmamış.
Atatürk’ün Alevi/Bektaşi olduğu doğru
– Atatürk’ün kendi dini anlayışıyla ilgili tespitleriniz neler? Dindar bir figür müydü?
Atatürk Vahdet-i Vücud tasavvufunun piri, efendisiydi. Bazı birincil Yunanlı kaynaklar Zübeyde Hanım’ın Selanik Mevlihanesi ile yakın bağları olduğuna kişisel tanıklık etmektedirler. Kendisinin anne tarafı Yunanistan’ın Sarıgöl bölgesindendir ve orası tümüyle Bektaşi etkisindedir. Atatürk’ün aslen Kocacık’lı olan baba tarafının Bektaşilik/Alevilik ve Mevlevilik’le dini bağlantıları vardır. Kendisi de çocukken Mevlevi ayinlerine katılmıştır.
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın ‘Hak dili Kuran dili’ adlı Sünni Vahdet-i Vücud tasavvufuna kılavuz olan tefsiri yazmasını bizzat yönetmiş ve düzeltmiştir. Atatürk 3 tasavvuf geleneğine önem vermekteydi: Bektaşi/Alevi, Mevlevi ve Melamilik.
– Bunların hangisi daha ön planda yer alıyor?
Atatürk’ün dini kişiliğini anlamanız için Mevleviliğin Şems kolunu ve üçüncü devre Melamiliğin kurucusu Seyyid Muhammed Nurül Arabi’yi bilmeniz gerekir. Mevleviliğin Veled ve Şems olmak üzere iki kolu vardır. Veled kolu daha Zahir, Sünni’dir. Şems kolu ise görünürde Mevlevi ama fikir ve uygulamada Bektaşi/Alevi’dir. 1860’lardan itibaren Mevlevilikte Şems kolu daha etkin olmuştur, özelikle Bektaşi ve Melami etkisinde kalan İttihat ve Terakki’de. Tarihçi Mim Kemal Öke’nin ortaya çıkardığı
18 Mayıs 1911 tarihinde Atatürk’ün Abdülkerim Paşa’ya Gelibolu’dan gönderdiği bir mektup var. Bu mektupta Atatürk kendisini ‘Selanik Meydan dedesi, bu fakir Kemal’ ve Abdülkerim Paşa’yı da ‘Kutbül-aktap’ (Tasavvufta en büyük veli anlamına geliyor) olarak adlandırmıştır. İstiklal Savaşı’nın başında yazılmış bir diğer telgrafta ise, Atatürk ile Osmanlı Sarayı arasında arabuluculuk yapan Abdülkerim Paşa’yla haberleşiyor. Burada, Abdülkerim Paşa Atatürk’ten ‘Kutbül-aktap’ diye bahsediyor.
MELAMİLİK YASAKLANMADI
– Peki bu ne anlama geliyor?
Abdülkerim Paşa Atatürk’ün tasavvuftaki mürşidi. Bunun kanıtı da Mim Kemal Öke’nin yayınladığı mektupta mevcut. Ama onun din anlayışı tam olarak bilinmiyordu. Türkiye’de yaptığım araştırmalarda Atatürk’ün Melami olduğunu öğrendim çok eski bir Osmanlı tarikatının lideriyle yaptığım görüşmeden. Sonuçta, yaptığım araştırmalarda onun Melami mürşidinin Abdülkerim Paşa olduğunu ortaya çıkardım. Bu çok önemli. O dönem Melamilik’in üçüncü, yani yeni Melamilik dönemiydi. Atatürk de Melami’ydi.
– Atatürk’ün Bektaşi/Alevi olduğu yönündeki görüşler de çürüyor mu bu durumda?
Hayır, doğru. Melamilik tarikatlar üstü bir tarikat. Melami olabilmeniz için gerçekten tasavvufun içinde ve başka bir tarikat içinde yüksek bir yerde olmanız gerekir. Atatürk ‘Selanik Fakir Meydan Dedesi’ deyince, Şems kolundan olduğunu yani batıni olarak Alevi/Bektaşi olduğunu ortaya koyuyor. Bakın, Cumhuriyet kurulurken kapanmayan tek tarikat, Melamilik’tir.
– Ne kastediyorsunuz?
Bu belgelerde de var. Atatürk’ün ölümünün ardından, 1943 yılında yasal bir makamdan Diyanet’e sorulan bir soru var bu konuda ve Diyanet’in yazılı yanıtı şöyle: ‘Melamilik bir tarikat değil, bir sohbet tarikidir’ (bir sohbet yolu). Çünkü Melamilik’te diğer tarikatlardaki gibi bir özel kıyafet, zikir ritüeli yok. Onlarda zikir konuşmadır ve en yüksek batıni Vahdet-i Vücud geleneği burada yaşatılır.
HEDEF NAKŞİLERDİ
– O zaman Atatürk’ün Cumhuriyeti kurarken tarikatlara karşı yaptığı mücadeleyi nasıl açıklıyorsunuz?
Aslında savaşmıyor, tam tersine Vahdet-i Vücut fikrini teşvik ediyordu. Mesela, o dönemde çocuklar için yazılan dini kitapların Abdulbaki Gölpınarlı tarafından kaleme alındığını görürsünüz. Kendisi Mevlevi şeyhidir. Diyanet’in resmi hutbelerinde laikleştirilmiş Vahdet-i Vücud felsefesini görüyorsunuz. O dönemki temel isyancılar Osmanlı geleneklerinden çıkan ve aslında fikir açısından yabancı olan Nakşilerdi. Dönemin parlamento tartışmalarına bakarsanız tekke ve zaviyeleri yasaklayan kanunun ilk taslağına göre Mevlevilik, Bektaşilik’e ait unvanlar yasak değil. ‘Neden onları da yasaklamıyorsunuz?’ ya da ‘Nesiniz? Bektaşi mi?’şeklindeki tepkiler nedeniyle ikinci taslakta hepsi eklenmiştir. Ama asıl hedef Nakşilerdir. Zaten Nakşiler Atatürk’e tepki göstermiştir, Alevi/Bektaşiler değil.
Vahdet-i Vücud nedir?
‘Vahdet-i Vücud’, tek vücut, tek varlık anlamına gelmektedir. İslam tasavvuf felsefesine göre evren tek bir varlıktır. Bu tek varlık Tanrı’dır. Ezel” ve ebed” olan, yani sonsuzdan gelip sonsuza giden Tanrı zaman ve mekan (yer) var olmadan önce vardır, hep var olacaktır. Bu düşünceye göre evren Tanrı’nın yoklukta yansıyan görüntüsüdür ve bu çerçevede insan da Tanrı’nın görüntüsünden, Tanrı’dan bir parçadır.
Batılılaşma ve İslamcılık hep el ele gelişti
– Bugünkü Türkiye’deki laiklik ve din ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Ben bugünü araştırmadım. Endişem bugün Türkiye’de İslam’ın -Batı’ya eğilimli İslamcı cemaatler gibi- Katolik-Protestanlaştığı. Daha zahir, görev ve emre dayalı gibi görülüyor. Belki bu aşırı Batılılaşma ve küreselleşme ile de ilgili. İnsanlar giderek içine kapanıyor bireyselleşme ile ve daha çok tüketici haline geliyor. Bu tarz küreselleşmeye dayalı organizasyonlarda üretken akıl ve güç doktrinin temelinde yer aldığı için, temel yön güç ve para elde etmeye yönelik. Ruhani unsur daha geride kalıyor.
– Alevi/Bektaşi etkisinin pek hissedilmediğini görüyoruz ülkede. Bu dönüşüm nasıl gerçekleşti?
Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki Alevi/Bektaşi ve Sünni çatışmasına çözüm getiren laiklik anlayışının onlardaki ortak Vahdet-i Vücud anlayışı üzerine kurulduğunu ve Bağımsız Türkiye’de gerçekleştiğini anlamak çok önemli. Sembolleri, ritüelleri ve organizasyon yapıları gibi farklılıklara rağmen Sünni/Alevi birlikteliği özü itibariyla Osmanlı İslam’ının parçalarıydı. Atatürk ölünce, İnönü’yle beraber yine bir çeşit Cumhuriyetçi Tanzimat dönemi başladı ve aşırı derecede Batı etkisine girildi. Koşulsuz Batılılaşma ve İslamcılık Türkiye’de her zaman el ele gelişti. Mesela, Atatürk’ün takip ettiği Gökalp’ta Batılılaşma diye bir sözcük yoktur, modernleşme der. Cumhuriyet döneminde, Batılılaşma İnönü döneminin bir kavramıdır. Batılılaşma ile birlikte resmi Sünni İslam da yine politize oldu. Bugünkü sorun Sünni İslam’ın Vahdet-i Vücud’dan uzaklaşmasıdır.
( aksam.com.tr )
Ben de Taner Akçam’ı ve Oral Ç.’yı izlerken aynı şeyi düşünmüştüm. KCK’dan dolayı feryat ediyorlar ama bir kez bile ergenekon sahteciliğine değinmiyorlar. Büşra Ersanlı gibi bir profesöre… diyorlar ama Türkan Şaylan aynı şekilde evi altüst edilerek tutuklandığında “postallı hocalar” söylemine karşı bile çıkmadılar. Taner ise hâlâ ergenekon diye sayıklıyor. İnsan bir kez politik ikiyüzlülüge ve çift standartlılığa batmaya görsün, işte sonu budur.
Tabii KCK yok, PKK da yok, HPG de yok. ölen sivilller , asker ve polisler hayaletler tarafindan öldürüldü. Tipki darbe girisimlerini hayaletlerin yaptigi gibi.
Bu kadar saçmalama da ancak 1984 fiksiyonu olabilir. Kendimize gelelim: Mmaalesef Ergenekon da vardir, KCK da vardir,ve tabii ki fasizme,militarizme, irkçiliga, Stalinizm’e , Pol-Potçu terör örgütlerine karsi mücadele devam edecektir. Darbecilerin ve teröristlerin basariya ulasmasini seyretmekle yetinemeyiz. 80 sene bekleyip de “efendim su yanlisti, bu hataliydi” dibi özelestiri yapilmasi neye yarar ki? Zileli burada Leninizmi, Stalinizmi elestiriyor ama unutmamak gerkir ki zamaninda buna karsi mücadele edenler vardi.
Sana istiklal mahkemeleriyle ilgili uzuuun bir yazı alıntılamak isterdim çıracı. Bağlantım çok berbat, gerekli google/lamaları yapamıyorum.
Ben o isimleri, kemalist rejimde çıktı mı böylebir isim demek için saydım. Kemalist rejimin Bektaşiliği, tasavvufu sahiplenmesini kastetmiyorum.
İstiklal mahkemeleri, Dersim soykırımı ve şu an aklıma gelmeyen başka kıyımları var bu rejimin. Ben kemalizme düşman değilim. Daha doğrusu ‘bir tek’ kemalizme düşman değilim, tüm rejimler kıyımcı. Cumhuriyet denerek adı değiştiriliyor sadece. Kıyım hep aynı, devletler daima öldürür. Bu kadar ortada olan bir konuyu neden ideolojilerden bağımsız göremiyoruz bence sorun bu. Türkan Saylan’a ve Ergenekon tutuklusu mahkumlardan cezaevinde ölenlere iade-i itibar yapacak bu devlet adım gibi eminim. Ama en az 10 sene gerekiyor ne yazık ki… Benim dert ettiğim şey şu, hükümetler, iktidarlar değişip gidiyor ama zihin yapılarımız değişmekte-esnemekte ağır kalıyor.
Sen hele her 10 senede bir özelestiri yapmak zorunda kalma da, 10 sene sonrasini anc
Sen her on saniyede bir yorum aralarına salça olunca, on dakikanın özeleştirisini bile veremezsin. Gölge etme akepenek 🙂
Ben kemalizmi veya devleti savunmuyorum zaten. Cumhuriyetin laiklik gibi bir tarihsel kazanımı olduğunu düşünüyorum sadece. Cumhuriyetin antidemokratik ve yer yer faşizanlığa varan yönlerini inkar edemem. Laikliğe özellikle vurgu yaptım, çünkü bugün eskisinden bile daha çarpık bir laiklik anlayışı hakimdir; 12 Eylül darbesinden bu yana hem devlet eliyle hem de cemaatler eliyle toplumu dinsel gericilik kuşatmıştır ve bu hem aşağıdan hem yukarıdan çalışan dinselleşme süreci hala devam etmektedir. Bana göre 2. cumhuriyet, birincisinden bile daha geri bir niteliğe sahiptir. Birinci cumhuriyetin ırkçı/tekçi yönü devam etmekte, antidemokratik yönü devam etmektedir; tüm bunlara ek olarak da yurttaş hukuku* giderek müşteri hukukuna (yer yer feodal hukuka) dönüşmekte, din ve popüler kültür yoluyla insanlar eskisine göre daha da apolitik, örgütsüz ve bireyci hale gelmekte, bürokrasinin burjuvaziden görece özerk halinin (ve bunun yarattığı denge durumunun) ortadan kalkması tekelciliği pekiştirmektedir. Eskisine göre daha otoriter bir toplumun, AKP’nin nihai hedefi olan bir “piyasa toplumunun” kapıda olduğunu düşünüyorum. Bilemiyorum, belki ben 1. cumhuriyet koşullarını bizzat yaşamadığım için bugünkü durumu eskisinden daha berbat görüyorum. Belki 1.’sini yaşamış olsaydım farklı düşünürdüm…
Saygılar
*Yurttaş hukukunun da çarpıklıkları vardı fakat bugünkü kadar piyasacı ve tek merkezden sıkıca denetlenen kararlar alınamıyordu, kamu yararına daha fazla önem veriliiyordu.
bu sitedeki mesain için ekstra alıyo musun? Bir de senin hakkını savunmak zorunda kalmayalım dostum.
oral çalışlar vicdanıyla hareket eden biri değil. o kapasitede bir adam ergenekon iddianamesine bakıp ya da en azından eski lideri perinçek hakkındaki iddialara bakıp durumu tartacak beceriden yoksun mu? tabiki yoksun değil. ikiyüzlü, bilinçli bir politika yürütüyor. bugün tv’lerde gazetelerde boy göstermenin, “güvenle” “lafı dinlenen adam” olmanın birinci şartı ergenekon’a “inanmak”. peki bu rezilleşme kck’ya neden inanmıyor. dün yaptığım yorumdan dolayı. bugün kck’daki taraflar abd şemsiyesi altında pazarlık yürütüyorlar aynı zamanda çünkü. uzlaşmaz bir karşıtlık yok aralarında.
ben de, ‘modern Türkiye’ inşaasının cazip geldiği cumhuriyetin ilk yıllarını yaşamamış biri olarak imparatorluğun tıkandığı noktada batı menşeili bir rejim ‘değişim’inin olmasını normal karşılıyorum OŞA. (O Şartlar Altında) Fakat bu normalleştirmenin sonu yok, buradan bakarsak, cumhuriyet rejiminin kırımlarını, kıyımlarını da normal saymaya başlarız. Dönüp dolaşıp devlet/in reddine ve her türden rejimin -devlete hizmetten ötürü- birbirinin aynısı olduğıuna çıkıyoruz, sevgili çıracı.
mesele şu; istediğin kadar “Dönüp dolaşıp devlet/in reddine ve her türden rejimin -devlete hizmetten ötürü- birbirinin aynısı olduğuna çık”, serbestsin. iktidarı zorla uygulama ve ideoloji mekanizmaları benzer olabilir. Ama o tarihsel kesitte devlet ve sermaye öyle bir rol oynar ki “özgür düşünce” gibi bir kavram eskiden lügatımızda dahi yokken her gün kullandığımız bir ideal haline gelir.
“sosyalist kapitalist bütün devletler havlayan köpektir”Nietzche
düzeltiyorum, devlet bu rolü oynamaz, toplum öyle bir rol oynar ki sermaye ve siyasal otorite olan devlet bu çerçevede şekillenmeye zorlanır. yani klasik liberalizmin katkısından bahsediyorum. her ne kadar anadolu’ya otoritet bir biçimde ulaşsa da cumhuriyet idealinin, tüm olumsuzluklara rağmen, sahip olduğu bu liberal iddiayı sahiplenmek gerek.
Ertan, senin yorumundan KCK’nin ’emperyalist güçlerce’ ablukalanmış olduğu sonucunu çıkartıyorum. (Veya gönüllü bir -al-ver ilişkisi) ‘Ulus’laşamamış bir halkı temsil eden siyasetin ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ düsturunu anlamak gerekir bence. Ulus-devletler BİLE bunu yapıyorken… Yani bence sorun KCK’nin Amerika destekli olup olmaması değil.
Yine de tüm bunların ucunun devlet olmaya gitmesi çok kötü.
aslında şöyle bir düşününce kemalizmdeki liberal iddiaya ulaşmak biraz zor 🙂 ama en azından kendi eliyle çok partili hayata geçmesi, kadınların durumundaki değişim yabana atılmamalı.
Ertan’ın 17 nolu mesajı için: Diyelim ki KCK dediğin gibi olsun. AKP hükümetinin ona karşı giriştiği operasyon ve tevkifatlara karşı çıkmamızı engeller mi bu?
kck’nın emperyalist güçlerle ablukalanmasından neyi kastediyorsun anlamadım da, dün yaptığım genişçe bir durumda akp ve kürt hareketi arasındaki pazarlığa değindim. ikisi dolaylı müttefiktir dedim, zorunlu olarak. bu nedenle oral çalışlar ergenekon’a gösterdiği tavrı kck’da gösteremiyor.
Ertan, hiç de mirasyedi bir tutumu benimsemem ve benimsememişimdir. En küçük bir kazanıma bile, eğer gerçekten kazanımsa sahip çıkarım. ama cumhuriyet denen olayda inan ki, hiçbir kazanım yok. Liberalizm falan da yok. Tersine despotik devletin halk üzerindeki baskısının artması var. Tek başına Dersim olayı bile bunu kanıtlar. Üniter ulusal devlet her yerde bir zorbalık olmuştur. Liberalizmle de bir ilgisi yoktur.
@Gün Zileli, tabiki etmez. şahsen ben ergenekon, dk ve kck’ya aynı ölçüde karşı çıkılmasının taraftarıyım.
emperyalizm vardır, ancak saltık anti emperyalist mücadele edenler milliyetçidir. bu türkiyedeki yen,i anti-emperyalistlerde bayağı komikler, yıllardır iktidar(devlet)ellerindeyken anti-emperyalistim diyenleri vuranlar bugün acaip anti-emperyalist olmuş durumdalar kolay gelsin… acaba bu” kemalist” taifenin “sol”u kendine yedekleme düşüncesi nasıl bu kadar vücut buluyor. saltık anti-emperyalistlerde milliyetçi olduğu için olmasın…
bu anti-emperyalistler bir taraftan diyorlar ki akp bop’un ortadoğu sorumlusu falan filan öbür taraftan da kürtleri abd destekliyor falan filan…
bu komploculuğu bırakıp işinize bakınız. eğer bu abd “anti-emperyalistlerin” bütün bu dediklerine muktedirse herkes mücadeleyi bıraksın gitsin evine…
bu zihniyettekilerde aslında kapitalistler gibi modernizmin hizmetindedirler, bu nedenle bunlarda toplumu hiçe sayarlar, aysun kayacı gibi…ancak bilinçli öncü kurtarıcılara bel bağlamamızı isterler, çünkü biz hiçizdir
, bizi ancak onlar kuratarırlar…
Ertan, tamam o zaman. Ben de öyle yapılması gerektiğıini düşünüyorum.
hayloo, bir cümlede emperyalizm geçince ortaya dökülen tüm klişelerden bahsetmişsin. meseleye, en azından ben, akp=abd kuklası, pkk=abd piyonu vs. gibi düz mantık denklemlerle kesin olarak bakmıyorum. ama bir emperyalizm gerçekliği varsa, bunun politik kamplaşmalardaki rolünü görmemiz gerek. bugün abd emperyalizminin kürt sorunundaki etkisi tartışılmaz. taraflar da kendilerince konumlanmışlar ve abd de bir biçimde konumlanmış. bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. bir uzlaşı arayışı sürüyor ve bunu esas olarak abd’nin gözetiminde yapıyorlar. bu nedenle abd şemsiyesi dedim. abd her şeye muktedir, belirliyor demedim.
ama en önemlisi, emperyalizm diyen herkesi ulusalcı sanmayın ve bunu ezbere küçümsemeyin. hiçbir şey anlamıyorsan şu rengi tamamen değişen “arap baharına”, libya’ya falan bak.
hadi eyvallah madem kimse bizi ciddiye almıyor…
Türkiye’nin Batılılaşması, Atatürk devrimlerinin eseri midir?
Bugünün Türkiyesinde Batı medeniyeti alanına geçiş kesin bir karardı. Bu kararın mihverinde Atatürk bulunmaktadır. (Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, Devrim Hareketleri, s.103.)
Osmanlı Türk modernleşmesine karakterini veren, onu sınırlayan, onu aciz bırakan, kısır bir taklitçilik seviyesinde duraklatan iki büyük amil vardır. Bunlardan birincisi Osmanlılık, ikincisi Hilafettir. (Prof. Dr. Halil İnalcık; aktaran Eroğlu, s. 470.)
Osmanlı devletinin Batı uygarlığına açılma sürecinin başlangıcı, bilindiği gibi, en azından III. Ahmet devrine (1703-1730) dayanır. 18.ci yüzyılda türlü ilginç – ve yeterince incelenmemiş – aşamalardan geçerek, II. Mahmud devrinde (1808-1839) geri dönülmez noktaya ulaşır. 1839 tarihli Tanzimat fermanından itibaren imparatorluk yönetimine hakim olan elitin kültürel tercihi, büyük bir ağırlıkla Batıdan yanadır. Zaman zaman iç siyasi dengelerin zorladığı belirsizlik ve duraksamalar görülürse de, en azından 1912-13 Balkan Harbine kadar, genel gidiş yönünde ciddi bir sapma tesbit edilemez.
Kemalist cumhuriyet, şu halde, Türkiye’de Batılılaşma sürecinin başlangıç noktası olmaktan çok uzaktır: Türkiye Batı uygarlığını benimsemeye, cumhuriyetten en az yüz yıl önce karar vermiştir. Bu uğurda, küçümsenmeyecek adımlar atmıştır.
Kemalist cumhuriyet, tam tersine, Türkiye’de Tanzimat sonrası devirde Batı ve Batılılar aleyhine ortaya çıkan en şiddetli reaksiyon hareketinin bağrında doğmuştur. İttihat ve Terakki rejiminin 1913’ten itibaren benimsediği yönelişler ile, o yönelişlerin doğal bir uzantısı olan Milli Mücadele, Batı düşmanlığının ve “gâvur” tepeleme güdüsünün, cihat ve cidal ruhunun, Türkiye’de yüz yıldan beri görülmemiş bir ölçek ve şiddette yeniden ortaya çıkışını temsil ederler. Kemalist rejim 1923’ten sonra gerçi Batılılık hedefini yeniden benimsemiş veya benimsemeye çalışmıştır. Fakat kökenindeki Batı-karşıtı tepkiyi ne ölçüde aşabildiği, doğum sancılarının izini ne ölçüde unutabildiği, yeterince üzerinde durulmuş bir konu değildir.
Bu soruda Osmanlı Batılılaşmasını; daha sonra sırasıyla Milli Mücadelede somutlaşan tepki hareketini ve Cumhuriyetin yeniden Batı’ya yönelişini ele alacağız.
Osmanlı reformu
Osmanlı devletinin II. Mahmud devrinde başlayan reform sürecinde Batı’dan aldığı kurum ve kavramlardan bazıları aşağıda konu başlıklarıyla özetlenmiştir.
Devlet teşkilatı: Merkez ve vilayetlerde, profesyonel bürokrasi esasına dayalı bakanlıklar teşkilatı kuruldu (1830’lardan itibaren). İlk devlet bütçesi yapıldı (1838). Kadastro teşkilatı (1831), nüfus idaresi ve muhtarlıklar (1831), kamu posta teşkilatı (1834), banknot bankası (1840), polis teşkilatı (1845), belediyeler (1854/77), eğitim bakanlığı (1866) kuruldu.
Siyaset: Hürriyet, milliyet, anayasa, liberalizm, meşrutiyet, parlamento, bakanlar kurulu, cumhuriyet, sosyalizm, devrim, ırk, kadın hakları, sendika, parti, dernek kavramları Osmanlı toplum yaşamına girdi. Yaklaşık 1860’lardan itibaren siyasi düşünce bu kavramlar çerçevesinde şekillendi. Temsili meclis ilkesi, önce yerel yönetim (1864) ve gayrımüslim “milletlerin” idaresinde (1860), sonra genel düzeyde (1876/1908) benimsendi. Anayasa kabul edildi (1876/1908). Siyasi partiler kuruldu (1908).
Ordu: Modern Avrupa ordularının teşkilat ve eğitim modeli benimsendi (1826). Teknik sınıfların eğitimi için askeri fen okulları kuruldu ve Avrupalı eğitmenler getirildi. Ülke çapında askeralma sistemi örgütlendi (1831). Avrupalı subay ve danışmanlar nezaretinde jandarma kuvveti (1846/1879), modern donanma (1861-76) kuruldu. Silahlı kuvvetlere mavzer (1880’ler), denizaltı (1891), uçak (1912) ve diğer modern gereçler alındı.
Hukuk: Fransız hukukundan esinlenen Ticaret Kanunu (1850), Ceza Kanunu (1858), Deniz Ticareti Kanunu (1863), Ceza ve Hukuk Muhakemeleri Usul Kanunları (1879) kabul edildi. Bunlardan birincisi geleneksel Osmanlı hukukunda yeri olmayan faiz, anonim şirket ve kambiyo senedi kavramlarını getirdi; dördüncüsü ile, “kamu adına kovuşturulan suç” kavramı ve savcılık müessesesi Osmanlı yaşamına girdi. Ticaret, ceza ve idare hukuku alanında iş görmek üzere laik mahkemeler kuruldu. Devlet görevlilerine karşı açılan davaları görmek için Şurayı Devlet (Danıştay) kuruldu (1867).
Eğitim: Modern Türk eğitim sisteminin tüm unsurları bu dönemde oluştu. Ortaokullar (1838/46), liseler (1856) ve üniversite (1869/1900) açıldı. Orta öğretimde Fransızca mecburiyeti kondu. İlköğretimi devlet denetimine almak için çeşitli teşebbüsler yapıldı (en önemlisi 1869). Modern ilkokullar açıldı (1872). Batılıların yurt içinde öğretim kurumları açmasına izin verildi.
Kültür: Saray bünyesinde Batı müziği orkestrası kuruldu (1826). Gazeteler yayınlandı (Fransızca 1824, Türkçe 1831); 1860’tan itibaren Türkçe serbest basın hızla gelişti. Tiyatro (1840), opera (1844) ve Türkçe tiyatro (1870) toplum yaşamına girdi. Batılı anlamda resim (1850-60’lar), roman (1851/72) ve heykel gibi yeni sanat dalları gelişti. Batı dillerinden çok sayıda kitap tercüme edildi. Arkeoloji müzesi kuruldu (1847/68).
Günlük yaşam: Geleneksel Osmanlı giysileri yasaklanarak, erkekler için Avrupa tipi pantolon, ceket, siyah ayakkabı ve fes mecburiyeti kondu (1829). Üst sınıf şehirli kadın giyiminde (dış giyim unsuru olarak korunan peçe hariç) Avrupa modası yayıldı. Ev mefruşatında masa ve sandalye kullanımı, saraydan başlayarak (1830’lar) şehirli ailelere yayıldı. Resmi işlemlerde güneş yılı esasına dayanan Rumi takvim kabul edildi (1839).
Ticaret: Serbest ticareti teşvik eden politikalar sayesinde, Osmanlı devletinin Avrupa ülkeleriyle ticareti sabit fiyatlarla yaklaşık on kat arttı. Batı kökenli tüketim malları günlük yaşama girdi.
Sanayi: Devlet ve özel sermaye tarafından, dokuma, kâğıt, konserve, çimento, cam, porselen, şeker, bira, tütün, demiryolu rayı, barut, fişek, hurufat fabrikaları kuruldu. Bursa’da bir İsviçreli tarafından kurulan ilk ipek ipliği fabrikasını (1845) sayıları düzineleri bulan başkaları izledi.
Tarım: Pamuk, patates, mısır, domates, şeker pancarı ve narenciye gibi Batı kaynaklı ürünler ilk kez ekildi. Nümune çiftlikleri ve tarım okulları açıldı. Bursa ipekçilik okulu (1881), Ankara tiftik mektebi (1902) kuruldu.
Benzer gelişmeler, sağlık, ulaşım, maliye gibi alanlarda yaşandı.
Modernleşme mi, Batılılaşma mı?
Burada sayılanlar, genel ve soyut anlamda bir “yenilenmenin” ürünleri değildir. Osmanlı toplumu kendi iç dinamiğiyle, kaçınılmaz bir şekilde “geliştiği” için bu merhalelere varmamıştır. 1826’daki aynı hareket noktasından yola çıkan herhangi bir toplumun, tarihin herhangi bir yüz yıllık döneminde, zorunlu olarak aynı dönüşüm sürecini yaşayacağı ileri sürülemez.
Yapılan şey, yabancı bir uygarlığın – Batı uygarlığının – kendine has birtakım kurum, kavram, değer ve ürünlerinin, sistemli ve bilinçli bir şekilde ithali (taklidi, kabulü, adaptasyonu)’dur. Yabancı bir uygarlık topyekün model ittihaz edilmiş ve ona benzemeye çalışılmıştır.
Benzer kültürel asimilasyon hareketlerine, tarihte çeşitli kereler rastlanır: Cermen kavimlerinin Hıristiyan Roma uygarlığını, ilkel Rus devletinin Ortodoks Bizans uygarlığını, Japonların Çin kültür ve uygarlığını “almaları” buna örnektir. Daha yakın bir örnek de, Türklerin vaktiyle İslam uygarlığını benimsemeleridir. Her örnekte “alıcı” kültür, şu ya da bu nedenle kendisinden üstün saydığı bir uygarlığın yaşam ve yönetim tarzlarını – inançları, sanatı, giyim tarzı, alfabesi, siyasi kurumları ile birlikte – kendine maletmeyi denemiş, buna karşılık kendi ayrı kimliğini ve siyasi bağımsızlığını korumuştur.
Bundan ötürü “modernleşme” veya “çağdaşlaşma” gibi kaçamak birtakım terimlere başvurmadan, yaşanan sürecin adını açıkça “Batılılaşma” (veya “Avrupalılaşma”) olarak koymak zorundayız. “Modernleşme” belki Avrupa’nın kendi içinde yaşadığı bir sürecin adı olabilir. Türkiye’nin yaptığı ise, eski ve yeni yönleriyle Avrupa uygarlığını alıp, kendine maletmeye çalışmaktan ibarettir.
Kaldı ki, Batı’da bin yıllık geçmişi olan üniversite, parlamento, yerel yönetim gibi kurumların veya masa-sandalye gibi alışkanlıkların ithalinin ne anlamda “modernlik” sayılacağını anlamak da mümkün değildir.
“Tanzimat Batıcılığı”
Osmanlı reformunu taklitçilik, yüzeysellik, elitizm ve gayrı millilikle suçlayan klasik eleştiri çizgisi inandırıcı olmaktan uzaktır. Bu tür tepkileri, Cumhuriyet rejimini her ne pahasına olursa olsun yüceltme yönündeki ideolojik çabalar çerçevesinde değerlendirmek daha doğru olur.
Taklitçilikten kastedilen eğer bir bütün olarak Batı uygarlığına öykünme çabasıysa, o zaman eleştirilen şey “Tanzimat Batıcılığı” değil, Batılılaşmanın ta kendisidir. Batıya alternatif olarak reform-öncesi Osmanlı düzeni veya kadim İslam uygarlığı savunulmuyorsa, o zaman savunulan şeyin ne olduğu pek belli olmaz. Eski Osmanlı düzeni veya Batı dışında, Türkiye için geçerli olan uygarlık modeli hangisidir? İslamiyet öncesi Orta Asya mıdır? Hititler midir? Rus sosyalizmi midir? Bu soruların cevabı verilmez.
Taklitçilik deyimiyle anlatılan yok eğer Batı uygarlığının birtakım marjinal ögelerine özenmek, dış görüntülerin ardındaki “özü” yakalayamamak – yaygın deyimiyle “monşerleşmek” – ise, o zaman Batı uygarlığında neyin marjinal (görüntü) ve neyin önemli (öz) olduğuna dair kapsamlı bir teori olması gerekir. Bizzat Batı’nın beşyüz yıldan beri keşfedemediği bu teorinin hangisi olduğu belli değildir. Mesela demokrasi, Hıristiyanlık, laiklik, tek eşlilik, alafranga müzik ve şapkadan hangileri Batı uygarlığının yüzey unsurları ve hangileri temel değerleridir? Ve acaba Cumhuriyet profesörleri hangi teoriye istinaden bu konuda Tanzimat “taklitçilerinden” daha sağlam bir görüşe sahip oldukları kanısını taşımaktadırlar? Bunları bilmek mümkün olmaz.
Kaldı ki yabancı bir kültürü öğrenmek sürecinin başlarında, görüntüyle özü ayırdedememekten doğan birtakım yanılgılara düşülmesi de yadırganacak bir şey değildir. Örneğin redingot ve iskarpin giymeyi “Batılılık” sanan, ve bunları halka giydirmek için geleneksel şark despotlarına özgü bir zaptiye sistemi kuran II. Mahmud böyle bir yanılgıya düşmüş olabilir. Garip olan bu değildir: asıl gariplik, yüz yıllık öğrenme ve intibak süresinin sonunda, Cumhuriyet elitinin hala aynı hatalarda ısrar etmiş olmasıdır.
Yüzeysellik meselesine gelince, sıfırdan başlayarak Batı tipi bir devlet teşkilatı kurmak, ordu, donanma, polis, maliye, kadastro, eğitim, tıp, basın, parlamento, üniversite, posta, telgraf ve ulaşım ağının temellerini atmak, siyaset dilini, edebiyat anlayışını, tüketim kalıplarını, ev düzenini, sofra adabını, giyim tarzını değiştirmek işinde neyin yüzeysel olduğunu anlamak mümkün değildir. Bundan daha ciddi ve radikal bir dönüşüm acaba nasıl olabilirdi, ve bunu bugüne kadar yapmış olan toplum hangisidir? Örneğin serpuş, alfabe, takvim, hafta tatili ve danslı cumhuriyet baloları konusunda tedbirler getiren Tek Parti Cumhuriyeti, Batılılaşma yönünde bundan daha derin ve önemli olan neyi yapmıştır? Bunlar da cevapsız sorular arasında kalır.
Kıyafet gibi tamamen kozmetik sayılabilecek bir alanda bile, II. Mahmud’un Pantolon Devrimi, Cumhuriyetin Şapka Devriminden bir hayli daha radikaldir: biri sadece başlığa dokunurken, öbürü, başlıktan pabuca, sakaldan ziynete kadar, bütün bir kıyafet sistemini değiştirmiştir. 1820 ile 1830 arasında Osmanlı üst tabakasının dış görünüşünde meydana gelen devrim, 1920 ile 1930 arasında Türk üst tabakasının giyiminde gerçekleşen devrimden bir hayli daha çarpıcıdır.
Elitizm suçlaması, daha ziyade geçen yüzyılın İslamcı popülizminden devralınmış bir tema görünümündedir. Şüphe yok ki Osmanlı reformu önceleri sadece başkentin elit kesimlerini ilgilendirmiştir, ve böyle olması da doğaldır. Fakat bu kesimlerle sınırlı kalmış değildir. Saydığımız reform kalemlerinin hemen her birinde, birbirine çok benzer bir süreç izlenir: II. Mahmud devrinde (1820-30’lar) saray ve üst düzey devlet yönetiminde doğan inisyatif, dar anlamda “Tanzimat” devrinde (1839-1876) İstanbul’a ve bir ölçüde İzmir, Selanik, Bursa gibi büyük kentlere yayılır; II. Abdülhamid’in saltanatında (1876-1909) olağanüstü bir hız ve yoğunlukla imparatorluk taşrasını sarar.
Tipik bir örnek eğitim alanında izlenebilir. İlk rüşdiye (ortaokul) 1838’de açılmıştır. 1846’da rüşdiye sisteminin genelleştirilmesine karar verilir ve İstanbul’da ilk sivil rüşdiyeler kurulur. Bunu 1860’larda birkaç vilayet ortaokulu izler. 1870’lerden itibaren rüşdiye sayısı patlama şeklinde artarak, 1895’te 426’yı (gayrımüslim okullarıyla birlikte 1113’ü) bulur. Anadolu, Rumeli ve Suriye’nin hemen hemen her kaza merkezinde yüzyıl sonunda modern tipte ortaokul vardır. Ortaokullarda Fransızca mecburi derstir. Ücra Rumeli idadilerinde okuyan taşra çocuklarına, çağdaş Fransız radikalizminin fikirlerini aşılanmaktadır.
Benzer bir gelişme kalıbı, basın, ulaşım, bankalar, sanayi, nizamiye mahkemeleri alanlarında tekrarlanır. Örneğin 1831’de saray tarafından çıkarılan ilk Türkçe gazeteyi, 1860’larda sayısı düzineyi geçen İstanbul gazeteleri izler. 1908-14 arasında Anadolu’nun her il ve birçok ilçe merkezinde yayınlanan yerel gazete vardır.
1856’da İzmir-Aydın ve İzmir-Kasaba demiryollarının açılmasından itibaren Ege kasabalarında Avrupa mobilyaları, sigorta şirketleri, tiyatro kumpanyaları, modern tarım ve inşaat teknikleri görülür. Kişisel gözlemlerimize göre, 20.ci yüzyıl başında Bitlis’te, Yusufeli’nin köylerinde, Arapkir’in yazlıklarında ithal (Avrupa) yapı malzemesi kullanılmıştır. Özyüksel’in yayınladığı rakamlara göre, 1911 yılında İstanbul-Ankara ve Eskişehir-Kütahya hatlarında toplam 2.921.000 kişi biletli olarak trene binmiştir.1 Bunların tümü, acaba elit tabaka mensupları mıdır?
Gayrı millilikten kastedilen, Osmanlı reformunun, demiryolu işletmeciliğinden şişe-cam imalatına, gazete çıkartmaktan jandarma teşkilatı kurmaya kadar, kendi bilmediği ve beceremediği işleri, ulus ve din ayrımı gözetmeksizin, bilenlere yaptırmak konusunda gösterdiği dikkate değer açıkyürekliliktir. Evrensel uygarlığa intibak konusundaki bu önyargısız samimiyet, Cumhuriyet ideolojisinin saldırılarına hedef olmuştur.
Uygulamada Cumhuriyetin tutumu da Tanzimattan farklı değildir: Tek Parti reformlarının birçoğunda Batılı danışman ve teknisyenler rol oynamışlardır. Ancak Cumhuriyet ideolojisi bu olgudan huzursuzluk duyacak, Batı’ya bağımlılığını gizlemek ve milliliğini vurgulamak zorunluğunu hissedecektir. İngiliz ve Japon firmalarına yaptırılan köprüleri “Türk işçi ve mühendisinin ölümsüz şaheseri” diye lanse etmek, Cumhuriyet zihniyetinin tipik görünümleri arasındadır.
Sonuç
Mustafa Kemal, yeni Cumhuriyetin 1923’te ilan ettiği “modernleşme” yönelimini, “uygarlık” ve “refah” kavramlarıyla bir arada anar:
“Memleket behemahal asri, medeni, ve müreffeh olacaktır. Bizim için bu hayat davasıdır. Bütün fedakârlıklarımızın semere vermesi buna bağlıdır.” 2
Dikkat edilirse ifade edilen hedef, 1826 ile 1918 arasında hemen hemen fasılasız olarak Osmanlı devlet yönetimine hakim olmuş bulunan bakış açısının ta kendisidir. II. Mahmud’un, Mustafa Reşit Paşanın, Âli, Fuat ve Mithat Paşaların, Abdülhamid’in en azından ilk yıllarındaki reformcu vezirlerinin, İttihat ve Terakki önderlerinin, Mütareke devri “hainlerinin” ortak ve hakim mücadele konusu, bu sözlerle özetlenebilir. 31923’te ülke için yeni bir hedef tayin edilmiş değildir: yüz yıldan beri güdülmüş olan bir hedef, bir kez daha ilan edilmektedir.
Bu hedefin karşıtı olarak gösterilen bakış açısı (irtica, “şark kafası”, alaturka tutuculuk vb.) Osmanlı toplumunda hiç şüphesiz mevcuttur; fakat yaklaşık yüz yıldan beri muhalefettedir. 1826’da yeniçeri ocağının söndürülmesiyle beraber iktidardan düşmüş, ve başa dönmek için uzun süre herhangi bir ciddi çabası görülmemiştir. Muhalefette, evet, zaman zaman etkili olmuş, iktidarı birtakım tavizlere ve denge politikalarına mecbur etmiştir. Fakat yüz yıl boyunca Osmanlı devletinin mukadderatına hakim olmuş olan isimlerin hemen hepsi, Batılılaşma davasına en az Cumhuriyetin kurucusu kadar ve belki ondan daha fazla baş koymuş insanlardır. Aralarında “irticaa” yandaş olan veya kadim Osmanlı düzenine dönmeyi savunan bir tek kimse gösterilemez.
Cumhuriyet döneminde yakından tanıdığımız dar ufuklu taşra şovenizmi, Türk siyaset hayatına ancak 1908’den sonra, İttihat ve Terakki rejimiyle girecektir.
Osmanlı reformu, sonuçta Türkiye’yi modern ve Batılı bir devlet haline getirmeyi başaramamıştır. Bunun ne kadarı reformun iç (yapısal) sorunlarına yüklenebilir? Ne kadarı Abdülhamid dönemindeki siyasi tıkanmaya, ya da 1908’den sonra imparatorluğu yıkıma sürükleyen basiretsiz ve fanatik devrimcilik anlayışına yüklenebilir? Bizi fazlaca spekülatif alanlara sevkeden bu soruları, şimdilik bir yana bırakacağız.
Fakat şu kadarını söyleyebiliriz ki, bugün eğer Türkiye’de iyi kötü bir basın, parlamento, az çok Batılı bir hukuk, biraz modern bir ordu, okul, üniversite, hastane, postane, ulaşım ağı ve banka sistemine sahipsek, roman yazıyor ve Batı giysi modasına öykünüyorsak, sandalyede oturuyor ve masada yemek yiyorsak, bunları öncelikle Cumhuriyete değil, Osmanlı reformuna borçluyuz.
Yeryüzünün Hıristiyan olmayan ulusları arasında “Batılılaşma” fikrini, Mısır’la birlikte, ilk olarak benimseyen ve uygulama alanına koyan ülke Türkiye’dir. Osmanlı devletinin 1830’larda açtığı yola Japonya ancak bir kuşak sonra (1868’de), İran ve Çin ise 20.ci yüzyıl başlarında gireceklerdir.
Cumhuriyet kuşaklarının, yarım kalmış Batılılıklarıyla “övünmek” yerine sormaları gereken soru, o halde, “Hatayı nerede yaptık?” sorusudur. Batı yoluna herkesten önce girmiş bir toplum, bugün neden Japonya’nın, İsrail’in, Yunanistan’ın, Taiwan’ın, Abu Dhabi’nin gerisine düşmüştür? İlkel bazı Afrika kavimlari dışında hemen hemen tüm dünya ulusları, nasıl olmuş da Türkiye’nin açtığı yolda Türkiye’ye yetişmişler, hatta onu aşmışlardır?
Bu soruların cevabını, Türkiye’nin 20.ci yüzyıl tarihinde aramak gerekir.
Notlar
1. Özyüksel, Anadolu ve Bağdat Demiryolları, tablo.
2. Söylev ve Demeçler, xx
3. Genel kanının aksine, II. Abdülhamid Tanzimat reformlarına muhalif olmamıştır: son yıllardaki tarih litaratürü bu konuda mutabakat gösterir (örn. Shaw & Shaw, History of the Ottoman Empire and Modern Turkey, c. 2 s. 221 ff; Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 117). Türkiye’nin modernleşme yönündeki en ciddi ve kalıcı adımlarından bazıları, bu padişah zamanında atılmıştır. Eğitim reformunun imparatorluk sathına yayılması, üniversite kurulması, demiryolları yapımına hız verilmesi, posta ve telgrafın gelişmesi, basının yaygınlaşması, sanayi ve bankacılığın gelişme göstermesi, tarımsal modernizasyon yönündeki ilk adımlar bunlar arasındadır. Abdülhamid’in ilk dönem atamaları arasında, Ahmet Vefik, İbrahim Edhem, Safvet, Tunuslu Hayreddin, Münif ve Karatodori Paşalar gibi son derece reformist, “Avrupai” isimler göze çarpar. Ancak padişahın gitgide artan vehminin doğurduğu baskı ve yılgınlık ortamı, 1890’lara doğru ülkeye hakim olarak reform hamlesini tüketmiş gözükür. Artan baskılarla beraber atalet ve yozlaşma yönetime damgasını vurur; önceki dönemde kurulan modern kurumların bazıları çürümeye terkedilir.
Bundan ötürü 1908 devrimiyle başa gelen genç kuşak, Abdülhamid dönemini topyekün reform karşıtlığıyla özdeşleştirmiştir. Bir önceki kuşağın başarıları unutulmuş veya gözardı edilmiştir. 1908 kuşağının “Tanzimat” dönemine ilişkin unutkanlığı, neredeyse Cumhuriyet kuşaklarının 1920 öncesine ilişkin bilgisizliği kadar çarpıcıdır.
http://nisanyan.com/?s=soru-30
Senin KCK için, Amerika destekli sözün için söylemiştim onu Ertan. Haylo’nun ”eğer bu abd “anti-emperyalistlerin” bütün bu dediklerine muktedirse herkes mücadeleyi bıraksın gitsin evine…” sözüne katılıyorum.
cumhuriyet makalen harika olmasına rağmen son yorumunda akçam ve çalışlara saldırabilmek için türkan saylanıda tutuklatırabilmene şaştım?aslında bu ülkede darbede hiç olmamış hatta yapılanlarda devrim olabilirde biz anlamamış olmayalım?ergenekoncu ve balyozcuların ve türk ordusu ve destekçilerinin darbe diye bir geçmişi olmadığından bu soruşturmalarda uydurma olmalı yoksa kck da uydurma demem gibi pazarlık konusu yapmak asıl makalenin ciddiyetine uymamış.pratik siyasetle ilgisi olmayanlar anlayamaz derken ne demek istedik hala ergenekonla kck karşılaştırması yapabilmek hiç bir şey anlamamaktır.ergenekondan veli küçük dahil hiç ilgisiz gazeteciler toplam 200 kişi tutuklu iken kck dan 7 bin gözaltının 4200 ü tutuklandı 81 ile bölersek il başına 50 küsür kişiyi akp yada her ilden elli küsür faal siyasetçiyi tutukla bu partilerde dükkan açacak siyasetçi bulamaz bir çok ilde bu yukarda zilelinin bahsettiği cumhuriyetin kürtler yoktur bunlar türktür isyan ve itiraz edip ben kürdüm diyenin kökünü kazıma imha siyaseti değilde nedir?el insaf bununla vesayetçi devlet-iktidar kiliğinin tükenmiş kısmının tasviyesi olan 200 tutuklulu ergenekonla aynı mantıkta konuşmak devrimci özgürlükçü geleneklerin biriktirdiklerine hiç yakışmamıştır.aslında makale mükemmel bir şekilde devlet-iktidar hegemenyasının ortakları olan akp-chp-mhp ve ulusalcıları yalandan birbirinin karşıtıymış gibi göstererek asıl toplumsal muhalefetin görünür olmasını engelleyen ulusalcıları iyot gibi asıl yerleri iktidar kiliğinin ortaklığını açık eden yazıyı yorumlarda berbat etmeyelim.fırsattan istifade casusta boş durmamış benimde eleştirdiğim cumhuriyet yürüyüşçülerinin kürt düşmanlığı ve ırkçılığına etnik olarak anadolu ırkının dışından derken kendi ırkçılığınıda açık edemeden duramamış hızını alamayıp hem kürt düşmanı hemde pkk ve apo sempatizanı nasıl oluyor casus seni bu sitede tükettiğimizi sanıyorduk edebinle önünden buralar sana uymaz biz anarşistiz ne deyip yapacağımız belli olmaz biz öcüyüz körle yatan şaşi kalkar sende bizim gibi bozulma işine bak
dünden beri bu sitede objektif siyasi tahlil yapmaya çalışıyorum. yani temennilerimi ya da muhtemel konumlanmaları ifade etmeye çalışmıyorum. pkk abd’yle flört içinde o halde kck desteklenmemeli ya da başka bir şey söylemiyorum. ama şunu söylemek farz oldu: bu memlekette politik arenayı iyi anlamanın bir koşulu da emperyalizme karşı konumlanmayı unutmamaktır. emperyalizm, yani abd-ab etkisi sıfır değildir, olamaz.
Tek Parti Cumhuriyeti, Batılılaşmayı hedeflemiş midir?
Atatürk Batı medeniyetinin, tekniğini, şu veya bu müessesesini değil yahut yalnız ilimde değil, dünya görüşünü benimsemeye çalışmaktadır. Ve bugün Kemalizmin ehemmiyeti, büyük inkılapçı karakteri, zihniyette bir tebeddül, bir değişiklik getirmesidir. Batı kültürünü yaratan dünya görüşünü getirmesidir. (Prof. Dr. Halil İnalcık, Atatürk Devrimleri, s. 69)
Yeni Türk devletini Osmanlı İmparatorluğunun ıslahat hareketlerinden ayıran en büyük özelliği kesin bir kararla Batı medeniyeti alanına geçişi kabul etmesindedir. […] Kökten batılılaşma inkılabın hedefidir. Batıyı ilim ve tekniğiyle birlikte zihniyet ve görüşüyle, hayat şartları ile birlikte almaktır. (Prof. Dr. Hamza Eroğlu, Türk İnkılap Tarihi, s. 471-473)
“Batı kütürünü yaratan dünya görüşünün” ne olabileceğine ilişkin genel kabul görmüş bir teori bilmiyoruz. Batı uygarlığının büyük başarılarının “temeli” hangi değer ve kurumlardır? Batı uygarlığının tüm tezahür biçimlerini ayrım gözetmeksizin beğenip benimsemeyi “Tanzimat Batıcılığı” sayarak lanetleyen Kemalizm, acaba Batı uygarlığının daha derin plandaki bir “zihniyet ve görüşünü” keşfedip uygulamış mıdır? Benimsediği bu zihniyet ve görüş sayesinde hızla çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilecek midir?
Tek Parti rejiminin Batılılık adına atmış olduğu adımları birer birer ele alarak, bu soruların cevabını arayalım.
Ne yapılmış?
Cumhuriyetin ilk yıllarında “Batılılaşma” başlığı altında yapılanları,
1. cumhuriyet,
2. laiklik,
3. medeni kanun,
4. şapka,
5. alfabe,
6. takvim ve
7. Pazar tatili olarak özetleyebiliriz. Kemalist rejime özgül karakterini veren “radikal Batılılaşma” iddiası, kültür alanındaki bu reformlara dayanır. Yoksa, demiryolu yapımı, halk sağlığı, sanayi, eğitim vb. alanlardaki altyapı tedbirleri Tanzimattan bu yana hemen hemen her Türk hükümetinin ortak kaygıları olup, Kemalist rejimin ayırdedici özellikleri arasında sayılamazlar.
1. Cumhuriyet: Cumhuriyet rejimini Batı uygarlığının temel kurum ve değerlerinden biri saymak mümkün değildir. Batı uygarlığının son beşyüz yıllık gelişmesinin çok büyük bir bölümü monarşi yönetimleri altında gerçekleşmiştir. Cumhuriyet, Batı dünyasında ancak 1918’den itibaren yaygın kabul görmüş bir devlet biçimidir. Başta İngiltere olmak üzere Batı dünyasının en istikrarlı ve aktif üyelerinin birçoğu, bu kabulün dışında kalmışlardır.
Amaç Türkiye’de bir Newton, bir Bach, bir Voltaire, bir Pasteur, bir Einstein, bir Churchill yetişmesi ise, adı geçen kişilerin tümünün monarşi yönetimleri altında yetişmiş kimseler olduğu gerçeği gözardı edilmemelidir.
Öte yandan, Batı uygarlığının oluşumunda daha önemli bir rol oynamışa benzeyen birtakım başka siyasi fenomenleri – örneğin hukukun üstünlüğü, güçler ayrımı, mülkiyetin dokunulmazlığı, dinin ve bilim kurumlarının devlet müdahalesinden masuniyeti; daha yakın çağlarda: siyasi düşünce ve basın özgürlüğü, parlamenter yönetim, serbest seçimler, demokrasi… – Kemalist rejimin Batı’dan ithal ettiği kurum ve değerler arasında tesbit edemeyiz.
2. Laiklik: Din kurumlarının siyasi etkisini yoketmeyi amaçlayan bir politika ilkesi anlamında laisizme, Batı uygarlığının temel taşları arasında yer vermek de mümkün gözükmemektedir. Bu anlamda laisizm, Fransa’da (ve Fransız kültürel etkisindeki birkaç ülkede) 19.cu yüzyıl sonları ile 20.ci yüzyıl başlarında etkili olmuş ve günümüzde önemini büyük ölçüde yitirmiş bir düşünce akımıdır. Anglo-Sakson ve Alman ülkelerinde ciddi bir varlık gösterememiş; İtalya ve İspanya’da çeşitli mücadelelere konu olmakla birlikte siyasi sisteme hakim olamamıştır.1
Vatandaşlık haklarının tüm dinlerin mensuplarına (ve dinsizlere) eşit ve tam bir şekilde tanınması, dolayısıyla kamu otoritesinin dinlerüstü bir kimlik taşıması anlamında laiklik, gerçekten, 18.ci yüzyıldan bu yana Batı toplumlarının ortak ve temel bir değeridir. Osmanlı devleti de bu anlamda laikliği Tanzimattan itibaren benimsemeye çalışmış ve 1876’da anayasasına koymuştur. Buna karşılık Kemalist rejimin gütmüş olduğu hedefler arasında böyle bir ideale rastlayamayız. “Osmanlılık” fikrini reddeden cumhuriyet, kendi ulusal idealini Türkiye’nin müslüman sakinleriyle sınırlandırmış; İslamiyet dışındaki dinlerin mensupları için “azınlık” adı altında bir çeşit ikinci sınıf vatandaşlık statüsü öngörmüş; müslüman olmayanları kamu yaşamından (ve ülkeden) defetmek için seleflerinin başlattığı gayretleri büyük bir ısrar ve inançla sürdürmüştür.
Gayrımüslim yurttaşlarına bakanlık, hatta ordu komutanlığı gibi görevlere yükselme imkânı tanıyan Irak, Suriye ve Mısır gibi ülkelere oranla Türkiye Cumhuriyeti, bu anlamda, yeryüzünün en az laik ülkelerinden biri olma niteliğini arzetmektedir.
İslamiyetin bizzat kendisi şayet Batılılaşmaya engel olarak görülüyor ve bu dini siyasi yaşamdan tasfiye etme çabaları bu nedenle Batılılığın bir ön koşulu olarak değerlendiriliyorsa, o zaman belirtmek gerekir ki bu anlamda İslamiyetin zıddı laiklik değil, Hıristiyanlıktır. Batı uygarlığının şekillenmesinde azımsanmayacak bir rolü olan bu dini benimseme yönünde Kemalist cumhuriyetin bir çabası görülmemiştir.
3. Medeni Kanun: Yazılı bir medeni kanun (code civil) metnine dayalı özel hukuk anlayışı, 18.ci yüzyıldan bu yana kıta Avrupası ülkelerine egemendir. Buna karşılık Anglo-Sakson ülkeleri, mahkemelerce yorumlanan toplumsal töreleri (common law) özel hukukun temeli kabul ederler. Kod sivil geleneğini izleyen Avrupa devletlerinin kanunlaştırmada izledikleri yöntem de, toplum törelerine yabancı bir metni devlet eliyle yasalaştırmak değil, Ortaçağdan beri bu ülkelerde yerleşik olan bir hukuk düzenini sistemleştirip çağdaşlaştırmaktan ibarettir. Türkiye’de buna benzer bir çaba, şer’i hükümleri derleyip rasyonelleştirmeyi deneyen Cevdet Paşa Mecellesinde (1869-1888) görülmüştür. Temel hukuk ilkelerinin,1926’da yapıldığı gibi, tepeden inme ve kayfi bir kararla değiştirilmesine, Batı tarihinin hiçbir evresinde rastlanmaz.
Medeni Kanunun Türk toplumuna getirdiği somut yeniliklerden biri a) dinî nikahın hukuken geçersiz sayılmasıdır. Oysa Fransa hariç Batı ülkelerinin hemen hepsinde dinî nikah hukuken bağlayıcıdır; medeni nikah, dinî evliliğin belediye siciline işlenmesinden ibaret bir hukuki işlemdir.
Türk Medeni Kanununun getirdiği ilkelerden ancak b) çok eşliliğin reddi ve c) özel hukukta – bazı istisnalarla – kadın ve erkek eşitliğinin tanınması, Batı uygarlığının genel, yaygın ve temel değerleri arasında sayılabilir.
4. Şapka: Şapkayı Batı uygarlığının temel kurum ve değerleri arasında saymak güç gözükmektedir. 19.cu yüzyıl başlarından 1960’lara kadar orta sınıf Batı giyiminin tipik bir unsuru olan bu başlığın yanısıra, bere, kasket, kenarsız kep, külah, kalpak, kukuleta, pudralı peruk, tricorne, bicorne, ve hatta sarık ve fes, Batı toplumlarının tarihinde görülmüş olan başlık biçimleri arasında yer alırlar. 2
Buna karşılık 1925 tarihli Şapka Kanununun bir benzerine, ikibin yıllık Batı tarihinin hiçbir döneminde tesadüf edilmemektedir. Toplum geleneklerine yabancı bir başlığın (veya giysinin ya da başka kişisel görünüm unsurunun) hükümet tarafından yasa ve emirle giydirilmesi, Batı geleneğinden ziyade Asya tipi despotizmin karakteristik kültürel tezahürleri arasındadır. 1644’te Çin imparatorluğuna hakim olan Mançu hanedanının, tüm Çinli erkekleri, başın ortasında bir püskül bırakacak şekilde saçlarını kazımaya mecbur etmeleri; Rus çarı Büyük Petro’nun (1687-1724) dindar Ortodoksların simgesi olan uzun sakalı yasak etmesi; Osmanlı padişahı II. Mahmud’un tüm Osmanlıları fes ve pantolon giyip sakallarını kısaltmaya mecbur eden 1829 tarihli kıyafet nizamnamesi, bu eski Asya geleneğinin örnekleri arasında zikredilebilir.
5. Takvim, alfabe, hafta tatili: Miladi takvim, Latin alfabesi ve Pazar tatili, Ortaçağ öncesinden beri Batı Avrupa kültürünün ortak ve tipik özellikleri arasında bulunurlar. Tek Parti rejiminin reformları arasında o halde sadece bu üçünü (yukarıda, 4.cü maddenin b. ve c. fıkralarında belirtilenlerle birlikte), tartışmasız, “Batı kültürünün kurum ve değerlerini benimsemek” yönünde atılmış adımlar sayabiliriz.
Öte yandan sözkonusu geleneklerin Batı uygarlığına özgü olağanüstü yaratıcılığı oluşturmada ne gibi bir temel role sahip oldukları, kolay anlaşılabilecek hususlardan değildir.
Neden yapılmış?
Yönlendirici mantığını ilk bakışta kavramakta güçlük çektiğimiz bu reformların anafikri – varsa – nedir?
Cumhuriyetin 1923’ten itibaren Batı’ya yönelmesi, bir yönden, Osmanlı devletinin yüz yıllık reform çabasının bir devamı sayılabilir.
II. Mahmud’dan itibaren Osmanlı eliti, devletin bekası için gereken reformların modelini Batıda aramıştır. Bu arayışın nedeni basittir, ve “taklitçilik”, “Batı hayranlığı”, “kompleks” gibi şeylerle ilgisi yoktur. Türkiye reform modelini Batıda aramıştır, çünkü Batı ülkeleri, teknik, ekonomik ve askeri alanlarda Türkiye’nin on veya yüz katı gibi rakamlarla ifade edilebilecek objektif bir üstünlüğe erişmişlerdir. 1683’ten itibaren Türkiye, bir Batı devletine karşı (bir başka Batı devletinin yardımı olmaksızın) giriştiği her savaşta hezimete uğramıştır. Aradaki farkı kapatmayı başaramadığı takdirde Türk devletinin varlığını sürdüremeyeceği anlaşılmıştır.
Atılımın modelini İslam uygarlığı çerçevesinde bulmak mümkün olmamıştır: İslam uygarlığı belki birtakım reformlarla geçmiş devirlerdeki dinamik yapısına tekrar kavuşturulabilir; fakat bu reformlara yol gösterecek olan modeli İslam kültürü çerçevesinde keşfetme çabaları henüz başarılı bir sonuç vermemiştir. Ergenekon uygarlığının gücü hakkındaki belirtiler de, ne yazık ki, ümit verici değildir. Hunların ve Oğuzların uygarlık alanındaki başarıları, eğer varsa, çağdaş Amerika ve Fransa’ya oranla bir hayli mütevazı kalırlar. Dolayısıyla Türkiye’nin Batı karşısında tekrar ayakta duracak hale gelmesinin çaresi yine Batı’da aranmak durumundadır.
Şu halde Türkiye’nin 1826’dan sonra Batı’ya yönelişinin mantığını anlamak kolaydır. Ortada bir ölüm kalım meselesi vardır. Buna karşılık Kemalist cumhuriyetin kültürel alandaki “Batılılaşma” çabasını bu mantıkla açıklamakta zorlanırız. Şapka, alfabe ve medeni kanun gibi reformların, Batı uygarlığının teknik, ekonomik ve askeri gücüne olan muhtemel katkılarından ötürü benimsendiğini sanmak herhalde safdillik olur. Öyleyse bu reformların gerekçesi nedir? “Batılılaşma” adı altında, Batı uygarlığının temel değer ve kurumlarıyla pek bir ilgisi gösterilemeyecek birtakım şekil unsurları, büyük toplumsal direnişlere rağmen ve büyük acılar pahasına niçin uygulamaya konulmuştur?
Bu soruların cevabını, bir yandan kişi faktöründe, öbür yandan İslami kesime karşı girişilen siyasi mücadelede aramak gerekiyor.
Kişi faktörü
Kemalist rejimin Batılılık adı altında getirdiği reformları, o reformların sahibi ve yaratıcısı olan kişinin ruh yapısından bağımsız olarak düşünemeyiz. Atatürk’ün Batı kültürüne yaklaşımını Baskın Oran şöyle özetlemektedir:
“Pek duyarlı bir yetim olarak büyümesinden başlayarak, arkadaşlarına oranla Garp’ın Şark’ı aşağılamasından çok daha fazla etkilenen M. Kemal bir azgelişmiş ülke aydınının niteliklerini bu psikolojik boyut yüzünden çok daha kristalize olmuş bir biçimde özümlemiştir. […] Harbiye’nin Batı’ya en açık kurum olması, Batı’nın yaşam biçimini almanın ve bunu yukarıdan buyrukla – gerekirse zorla – uygulamanın çıkış noktası olmuş olmalıdır. Duygu ve düşünce açısından kendine eşit gördüğü insanlar arasında egzotik bir varlık olarak dolaşmak ağırına gittiği için Batı giysilerinin yerleşmesine bambaşka bir önem verdiği yorumu oldukça açıklayıcıdır. […] 1910’da ordu adına Paris’e giderken sınırı geçer geçmez fesi çıkarıp kasket giymesi, bir gece kabulde Mısır büyükelçisinin kafasındaki fesi herkesin içinde çıkarttırmaya kalkıp adamı baloyu terk zorunda bırakması, girişilen düzeltimlerin yalnızca bir azgelişmiş ülke seçkininin Batı’ya özenmesinden ibaret kalmadığını, derinde birtakım koşullanmaların söz konusu olduğunu göstermektedir.”
“[…] M. Kemal Paşa’nın koşullanmalarının doruk noktası Sofya’da geçirdiği askerî ataşelik dönemi gibi gözükmektedir. 1913’ün Sofya’sı kendi halinde bir Balkan kentidir ama, en azından M. Kemal’in gözünde Avrupa başkentlerinin tatlı hayat atmosferini temsil etmektedir. Balolarda danseden kadınları gördükçe kadın özgürlüğünü özlemekte, İstanbul’un da Sofya gibi bir opera binası olmadığınından arkadaşı Şakir Zümre’ye yakınmakta, rejimin işleyişini yakından izlemektedir. İstanbul’un şarklılığından tiksinmiş bir Mustafa Kemal için Sofya deneyimi çok etkileyicidir. Bu öyle bir deneyimdir ki, hem Sofya’da görüp özendiklerinin bir gün mutlaka uygulanması yolunda büyük bir baskı oluşturmaktadır, hem de bu burjuva toplumuna içten içe kıskançlık duymamak olanaksız hale gelmektedir.” 3
Batı kültürüne ilişkin deneyimi üç kısa Avrupa ziyareti ile bazı Balkan kentlerinde geçirdiği yıllarda oluşan Atatürk’ün, “Batı kültürü” kavramından tam olarak ne anladığı, modern Türk tarihçiliğinin yeterince üzerinde durmamış olduğu bir konudur.
İslam kültürünün tasfiyesi
Cumhuriyet “Batıcılığının” iç siyasi boyutu da gözardı edilemeyecek önemdedir.
“Laiklik” adı altında girişilen şey, bir tasfiye hareketidir: Milli Mücadeledeki ortaklığı sayesinde Osmanlı devletinde yüz yıldan beri sahip olamadığı bir güç ve ağırlığa kavuşan, devlet iktidarına ortak olan popüler İslamiyetin, siyasi sahneden silinmesi hedeflenmiştir.
İzlenen stratejinin “askeri” uslubu belirgindir. Düşmanı çökertmek için seçilen yöntem, onun iaşe ve mühimmat kaynaklarına saldırmaktır. İslamcı siyasetin güç aldığı kaynak, Türk toplumunda derin kökleri olan dinî kültürdür: o halde bu kültürün – örgütsel yapıları, dayanışma ve eğitim kurumları, literatürü, hukuku, ayırdedici simge ve kıyafetleri, gelenekleri, tarih bilinci, sanatı ve müziği ile birlikte – yokedilmesi gereklidir. Yıkımın bırakacağı boşluğu dolduracak olan kültürel modeli yakın veya uzak Türk tarihinde bulmak mümkün olamadığı oranda – ve ancak bu oranda – bu model ve referans, Batı’da aranacaktır.
İslam kıyafeti atıldığında, çıplak kalınmayacağına göre, onun yerine giyilecek bir giysi gereklidir. Atatürk’ün deyimiyle “Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal bulunmadığı” için, giysi modeli Batı’da aranmıştır. Benzer bir ihtiyaçtan hareket eden Çin devrimi ise, 1960’larda işçi tulumuyla milis üniforması karışımı bir otantik “Mao giysisinde” karar kılacaktır.
Şer’i hukuk lağvedildiğinde, Türkiye’de bundan başka örnek alınacak bir şahıs hukuku geleneği bulunmadığı için ve yeni bir hukuk oluşturmak yıllar süreceğinden, mevcut bir kaynaktan tercüme etmek en mantıklı çözüm olarak görülmüştür.
Hilafet kurumuyla birleşerek İslami politikanın bir simgesi haline gelen Osmanlı hanedanı kaldırıldığında, yeni bir hükümdarlık tesis etmenin pratik sakıncaları görüldüğünden, o yıllarda Avrupa’da revaçta olan bir rejim modeli – cumhuriyet – tercih edilmiştir.
Alfabe devriminde asıl gaye, Batı kültürünü benimsemekten çok, İslam kültürünün entellektüel köklerini kurutmaktır. Amaç Türklerin Shakespeare’i ya da Paris gazetelerini daha kolay okuması değildir: Kuran’ı ve Osmanlı kaynaklarını okumalarını önlemektir. Bu aşamada tümüyle Türkçeye özgü bir alfabe geliştirmek üzerinde bir müddet durulmuşsa da, daha kolay – ya da daha inandırıcı – bulunduğu için Batı’dan alfabe ithali tercih edilmiştir.
Cumayı ve Hicret esasına dayalı tarih perspektifini toplum zihninden silmek için, Pazar tatili ve Miladi takvim getirilmiştir. Batı müziğinin radyoda zorunlu kılınması ise, bu müziğe yönelik gerçek bir sevgi veya inançtan çok, İslami kültürle yakın ilişkileri olan alaturka müzik geleneğini yıkmak kaygısını akla getirmektedir. Şahsi eğilimleri Rumeli havaları ve Safiye Ayla’dan yana olan Gazi’nin (bu noktada İsmet İnönü’den farklı olarak) Batı müziğine ilişkin ciddi bir bilgi veya duyarlığı bulunduğunu gösteren bir ipucu yoktur.
Çok eşliliğin hukuken tasfiyesinde de gerçek bir ahlaki tercihten çok pratik gerekçeler rol almışa benzemektedir. Çok eşliliğin doğurduğu karmaşık hukuki sorunlar, şer’i hukuk ilkelerinin kısmen de olsa korunmasını zorunlu kılacaktır; oysa bu, arzu edilen bir hal değildir. Oysa ki Atatürk’ün kişisel tercihleri, bilindiği kadarıyla, Medeni Kanunun öngördüğü tek eşli aile idealinden uzaktır.
Sonuç
Maksat, o halde, Batı kültürünü ilginç, güçlü ve güzel kılan şeyleri benimsemek değildir: siyasi nedenlerle düşman sayılan bir kesimin toplumsal dayanaklarını ortadan kaldırmaktır. İki hedef arasında mantıki bir ilişki bulunmaz. İslam kültürünü reddetmek, Batılılaşmak değildir; ikisi ayrı ayrı şeylerdir. Kemalist rejim Türkiye’de İslam kültürünün, İslami değer ve alışkanlıkların bir kısmını tahrip etmiş olabilir. Ama bundan Türkiye’nin Batı kültürüne yaklaştığı ya da Batı uygarlığına özgü fevkalade yaratıcılıktan pay almaya başladığı sonucu çıkmaz. Atılanın yerine hiçbir şey konmamış, ya da sözgelimi Batı yerine başka bir şey konmuş olabilir.
Nitekim “Batılılık” adına getirilen şeylerin olağanüstü yüzeyselliği, hatta anlamsızlığı oldukça erken bir tarihte farkedilmiş olmalı ki, 1930’lardan itibaren Tek Parti rejiminin ideolojik vurgusu artık “Batılılaşmak” değil, Ergenekon uygarlığının ihya edilmesi üzerine yoğunlaşacaktır. Şapkanın, cazbandın ve Latin alfabesinin tatmin edemediği ulusal ideali, bu kez başka bir yönde aramak ihtiyacı duyulacaktır.
Cumhuriyetin “Batı” yönündeki önemli reformlarının tümü, dikkat edilirse, Cumhuriyetin ilk yıllarının – daha somut olarak, 1923-28 arasındaki altı yıllık dönemin – eserleridir. 4 1930’lara doğru Reisicumhurun söylemine hakim olan kültürel referans ise artık Batı değil, düşsel bir Orta Asya geçmişidir. Cumhuriyetin ikinci onyılına rengini veren Dil ve Tarih devrimlerinin, Soyadı kanununun işaret ettikleri uygarlık modeli Avrupa değil, İslamiyet öncesi Türk tarihidir. Yeni Türk dilinin kaynakları Uygurca ve Yakutça’da aranacaktır. Atatürk’ün yazdırdığı Medeni Bilgiler kitabında Türk demokrasisinin öncülü olarak sunulanlar Fransız devrimi veya İngiliz parlamentosu değil, “Eti, Sümer ve Akat Türkleridir”. Türk uygarlığının kaynağı, Avrupa’ya medeniyeti öğrettiği ileri sürülen “Alp Türk ırkında” keşfedilmiştir. Yeni ihdas edilen Türk adlarının kültürel ufkunda Newton ve Amadeus değil, Cengiz ve Attila bulunur.
Kemalizmin “Batılılık” cephanesi, öyle gözüküyor ki, birkaç cılız atımdan ibaret olan ömrünü, on yıla kalmadan tüketmiştir.
Öte yandan Orta Asya’nın çağdaş Türk toplumuna sağladığı uygarlık modeli de doyurucu bir model olmaktan uzaktır. Simge, şiir ve hayaller için Ergenekon’a dönülebilir; fakat çağdaş teknolojiye ve siyasi kurumlara yön verecek örnekleri Oğuz destanında bulmakta zorlanırız. Bundan ötürü model arayışı cumhuriyet Türkiyesinin gündeminden hiç düşmeyecek; 1960’larda Nasır’ın Mısır’ı, 1970’lerde Brejnev’in Rusyası, Mao’nun Çini ve hatta Enver Hoca’nın Arnavutluğu, 1980’lerde ilkel ve ilkesiz bir çeşit Amerikan maddiyatçılığı, Türkiye için uygarlık modelleri olarak sunulabilecektir. Bu arayışların çıkmaza girmesiyle birlikte, İslamiyetin – üstelik entellektüel kaynaklarından uzaklaşmış, hoşgörü kapasitesi sonuna kadar zorlanmış, ezildikçe içine kapanmış bir İslamiyetin – yeniden güçlü bir ideolojik alternatif olarak ortaya çıkmasına hayret edilmemelidir.
Notlar
1. Laïcisme/laïcité karşılığı bir sözcük İngilizce ve Almanca’da yaygın değildir. İngilizce’de kullanılan secularism, ve Almanca’da kullanılan Toleranz ve Säkularismus terimlerinin içerdiği anlam, Fransızca’daki laïcisme’den farklıdır. Sözcükleri hassas bir şekilde kullanmak istediğimizde, bu nedenle, “laiklik/laisizm” terimlerine sadece Fransa’da Üçüncü Cumhuriyetin uyguladığı “din kurumlarının siyasi yaşamdaki etkisini kırma politikası” anlamını yüklemek gerekir. Ancak bu terimlerin Türkçede kazandığı olağanüstü muğlak ve esnek anlam yüzünden bundan kaçındık; “laiklik karşıtı” olarak etiketlenmeyi göze alamadık. Onun yerine, “laiklik” sözcüğünü her kullanışta hangi anlamını kastettiğimizi vurgulamaya özen gösterdik.
15.ci yüzyılın ilk yarısında çeşitli sarık türlerinin (belki bir çeşit “Türk modası” etkisiyle) Avrupa’da yaygınlaştığı görülmektedir. 17.ci yüzyılda Hollandalı ressam Rembrandt sarık kullanmıştır. Kunduz kürkü kalpak modası, 18.ci yüzyılın ikinci yarısında Amerikan kolonilerinden Avrupa’ya yayılmıştır. 1820’lerde Yunan bağımsızlık hareketinin etkisiyle, Mora köylülerinin giydiği püsküllü fes Avrupa’nın romantik devrimcileri arasında taraftar bulur; İtalyan devrimcisi Garibaldi’nin fesli bir tablosu vardır. 18.ci yüzyıla ait Felemenk tablolarında, yarım düzine farklı başlık çeşidi taşıyan insanları bir sofra etrafında görmek mümkündür.
2. Batı’da kamu otoritesi kıyafete müdahale etmemiş değildir. Ancak bu müdahale, ya a) toplumun benimsemiş olduğu kıyafet normlarından aşırı ölçüde sapanların engellenmesi, ya da b) belli bir meslek veya zümreye ait kıyafetin (örneğin papaz giysisi, askeri üniforma vb.) yetkisiz giyilmesinin önlenmesine yöneliktir. Yeni bir kıyafetin yasayla zorunlu kılınması apayrı bir olaydır, ve Batı’da örneği yoktur.
3. Oran, Atatürk Milliyetçiliği, s. 74-76.
4. 1930-38 yılları arasında uygulamaya konulup “Batılılaşma” çerçevesine sokulabilecek reformlar, ölçüler kanunu (1931), üniversiteye Alman profesörler getirilmesi (1933), dini kisvelerin giyilmeyeceğine dair kanun (1934) ve hafta tatilinin Pazar gününe alınmasıdır (1935). Atatürk’ün 1929 sonrasına ait söylev ve demeçlerinde ve doğrudan kendisine atıfta bulunan gazete yazılarında “Batı uygarlığı,” “Batılılık” vb. konulara değinen bir tek örnek bulamadık.
“Fakat bu normalleştirmenin sonu yok, buradan bakarsak, cumhuriyet rejiminin kırımlarını, kıyımlarını da normal saymaya başlarız.” Hiçbir zaman “o şartların” gereklilikleri bir kırımı veya bir baskıcı uygulamayı meşrulaştırmaz, evet. Ben cumhuriyetin kötü yönlerini normalleştirecek, meşrulaştıracak bir şey yazmadım ki zaten. Niye böyle bir gereksiz ayrıntı veriliyor Mojito? Ben sadece şundan bahsettim; 1. cumhuriyetin bütün faşizan özellikleri 2. cumhuriyete de geçmiştir, tüm bunlara EK OLARAK laiklik, kamu yararı, yurttaş hukuku gibi alanlarda gerilemeler olmuştur, azgın bir piyasaalşma da cabası…
Cumhuriyetin sövülecek bir sürü yönü vardır. Hele cumhuriyete (eski statükoya) sövmek “cool” ve radikal görünmek için de cazip bir yoldur, fakat burada ne bütünlüklü bir bakış açısı vardır ne de bugünkü yeni statüko karşısında muhalefet açısından bir kıymet-i harbiyesi vardır.
Özgürlükçü, Türkan Saylan’ın vefatı öncesi yaşadıklarıyla bu gün Ersanlı ve Zarakolu’nun yaşadıklarının bire-bir aynı olduğuna ben de inanıyorum. Her ikisine de destek çıkılmadan gerçek bir ‘uyanış’ halinden söz edilemeyeceğini düşünüyorum, kitleler için.
Ertan, yorumları uzun zamandır takip edemiyordum. Dün yazdıkların için bir şey diyemiyorum bağlantımın ağladığını daha önce de belirtmiştim 🙂
Nişanyan alıntısı ilginç, bir kere daha okuyayım
bütünlüklü derken kastettiğim “gerçekçi” anlamında.
ANF NEWS AGENCY-FIRAT FABER AJANSI’NDAN Behdinan – HPG, Bingöl merkezdeki 29 Ekim günü gerçekleşen ve 3 kişinin yaşamına yol açan patlamaya ilişkin yaptığı yazılı açıklamada, hayatını kaybeden sivillerin aileleri ve Kürt halkından özür diledi. Hedefin polis karakolu olduğunu ancak bir kaza sonucu bombaların patladığını belirten HPG, olayın sorumluları hakkında gerekli yaptırımlara gideceklerini açıkaldı.
Polis karakoluna yönelik “fedai” eylem hazırlığındaki bir gerillanın üzerindeki patlayıcıların kaza sonucu patladığını belirten HPG Anakarargah Komutanlığı yaşamını yitiren 2 sivilin ailelerinden ve Kürt halkından özür diledi.
Yaşamını yitiren gerillanın 1980 Erzurum-Hınıs doğumlu Ronahi kod isimli Nazlı Görer olduğunu bildiren HPG Anakarargah Komutanlığı şu açıklamada bulundu:
“29 Ekim günü Bingöl merkezde polis karakoluna yönelik fedai eylem hazırlığındaki bir arkadaşımız kaza sonucu şahadete ulaşmıştır. Bu kaza sonucunda iki kişi de yaşamını yitirmiştir.
Fedai eylemlerine ve bu eylemlerde yer alan arkadaşlarımıza büyük anlam biçmekle birlikte bu eylemleri dönem itibarıyla esas almıyoruz. Bingöl’de gerçekleştirilen eylem de bu alanda bulunan güçlerimizin ve eylemi gerçekleştirmek isteyen Ronahi yoldaşımızın inisiyatifi dâhilinde gelişen yerel bir olaydır.
HPG olarak sivilleri hedef alan eylemlere ve silah kullanımına kesinlikle karşıyız. Gerçekleşen olayın soruşturması yapılarak sorumluları hakkında gereken yaptırımlara gidilecektir.
Yaşanan kaza sonucu yaşamını yitirenlerin ailelerinden ve halkımızdan özür diliyoruz.”
ANF NEWS AGENCY
busra ersanlı ve zarakol kadar kafana taş düşsün casus hatırladığım kadar saylanın evi aranmış kendisi tutuklanmamıştı tabiki o bile şiddet ve baskıdır bütün bunları neden konuşuruz devletin ne olduğunu bilmiyormuyuz işi o itirazı olanların bizde devletçi,millici ve ulusalcıyız neden devletimiz bize bunu yapar ıtirazı olmasın biz özgürlükçü siyasi kürt hareketi ve HDK sinin toplumsal muhalefet dinamikleri devletin-iktidarın ve çürümüş sistemin bütün kurumlarının bize yaptığı şiddet ve imha politikasını yapmasa şaşırırdık biz bunları yapacağını bilmezmiyiz biliriz ve bütün bunlara rağmen daha kararlı ve daha çok öğrenmiş daha büyük hedeflerde geleceği kurarız.bunca bedel çürümüş sisteme teslim olmak için değil onu değiştirip gerçek iktidarı asıl sahibi halka devretmek içindir.hiç dikkatinizi çektimi bu sitede bile kahrolsun milli duygular diyebiliyorlarmı ekselansalarının değişik hizmetkarları anti-emperyalizim milli ve milliyetçi duygularla yapıldığı yorumuna hayloo nun yorumuna katılıyorum.milli duygularından sıyrılamayanlar devletçidir ve yerleride sistemin çürümüş devletçi paryileri olacaktır zilelinin bunlardan uzak duracağı umudundayım.izlediği ulusal kanaldanda uzak durmak hayırlı olur hiç bir ilişki tek taraflı çalışmaz körle yatan şaşi kalkar gözden olmamak için özgürlükçü,devrimci ve anarşizmi savunuyor umuduyla takip edip düşüncelerimizi paylaştığımız sitede bile tam tersi millici,devletçi,faşistler ve şövenistlerle uğraşırken geldiğimiz yerden geriye düşmeyelim
G.Zileli için artık okumuyor,dahası Gazeteleri,Haber Sitelerini bile izlemiyor diyebiliriz.
Zileli 80-li yıllarda hala,hiç olmazsa devrimcilerden etkileniyordu ve düşünme yeteneği vardı.
Bu yazısıyla artık düşünme yeteneğini de yitirmiş diyebileceğiz.
Artık cehalete doğru dönüşüm geçirmekte olduğunu da söyleyebiliriz.
Bitiş ve çöküş durumu.
Bilirsen paralel devletin ne oldugunu da bilirsin. Paralel devlet KCK’dir. Vergi (haraç) alma var, yargi var, ceza var (gençlerin eline silah verip intihar ettirme bile var), iskence var, silahli örgüt var, idari makamlar var, her türlü bürokrasi var. Burada öz yönetim diye demagojiye gerek yok, kurulmak istenen PKK’nin Stalinist tek parti devletidir, buna destek veren demokrat olamaz, özgürlükçü hiç olamaz, Saylan’a gelince eski TKP deyimiyle Saylanlar ve Ersanlilar ayni boydan ve ayni soydandir, tipki Balbaylar ve Zarakoglular gibi. Tipki Perinçekler ve Candarlar gibi.
Bingöl’deki hain saldırıda canlı bombanın üzerine atlayarak büyük bir faciayı önleyen kahraman annenin, teröristle boğuştuğu ortaya çıktı. Patlamada yaralanan kızı 14 yaşındaki Ceylan Belgin, “Annem kadını görünce üzerine yürüdü. Boğuşmaya başladılar. Bomba yere düştü. Annem, ‘Allah aşkına patlatma!’ diye yalvardı. Annemle o kadın boğuşurken bomba patladı.” ifadelerini kullandı.
Bingöl’de iki sivil vatandaşın hayatını kaybettiği canlı bomba saldırısıyla ilgili ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Kadın canlı bombayı fark ederek üzerine atlayan 4 çocuk annesi Hatice Belgin’in, bombayı patlatmaması için teröriste adeta yalvardığı öğrenildi. Patlamanın olduğu sırada annesinin yanında bulunan ve yaralanan Ceylan Belgin (14), o anları şöyle anlattı: “Bayram alışverişine çıkmıştık. Annem bir kadının elinde bomba olduğunu görünce üzerine doğru gitti. Sonra boğuşmaya başladılar. O sırada bomba yere düştü. Küçük kardeşim Veysel annemin hemen yanındaydı. Ben de kardeşim Hazal ile 4-5 metre mesafedeydik. Annem bir yandan bombayı almaya çalışıyor, bir yandan da ‘Allah aşkına patlatma.’ diyordu. Annemle saldırgan boğuşurken patlama oldu.”
Hatice Belgin’in eşi Kadri Belgin ise saldırıyı lanetledi. BDP’yi sert ifadelerle eleştiren Belgin, “Yeter artık! Kadınları, çocukları öldürerek hangi hakkı alacaksınız? Eşimi kaybettim. Oğlum yoğun bakımda. Böyle hak aranır mı? Bu bir vahşet. Hangi vicdan sahibi bu saldırıyı haklı görebilir? BDP’liler, il binasına astıkları siyah bezi indirsinler. Kına yaksınlar. Onların çocukları Antalya’larda tatil yapıyor, barlarda eğleniyor. En lüks kolejlerde okuyor. Burada bizim gibi garibanların çocukları ölüyor. Onlar hep rant peşindeler. Cahil insanları kandırarak dağa çıkarıyorlar. Üstlerine bomba bağlıyorlar. Bu mudur halkı düşünmek?” ifadelerini kullanıyor. Kendisinin de ‘Zaza’ olduğunu belirten Belgin, masum kadın ve çocukları öldürenlerin insanlıktan nasibini almadığını kaydediyor. Bölge halkına, çocuklarına sahip çıkmaları çağrısında bulunan Kadri Belgin, “İnsanlarımız çocuklarına dini eğitim versin, insanlığı öğretsinler ki çocukları terör olaylarına karışmasın, masum insanları katletmesin.” diyor. Kadri Belgin, PKK’nın ‘özür’ açıklamasına da tepki gösterdi. Belgin, “Önce öldürüp sonra özür diliyorlar. Kimi kandırıyorlar? Üstünüze bomba bağlayıp sokağa çıkarken, insanların öleceğini bilmiyor musunuz?” şeklinde konuşuyor.
Hatice Belgin’in kardeşi Tahir Yolaşan da, bayram heyecanı yaşarken hüzne boğulduklarını belirtiyor. Bu cinayetleri işleyenlerin Kürtlerle bir ilgisi olmadığını vurgulayan Yolaşan, terör örgütünün en büyük zararı Kürtlere verdiğini kaydediyor. Bütün Bingöl halkının kendilerinin acısını paylaştığını, binlerce insanın taziye ziyaretinde bulunduğunu dile getiriyor. PKK’nın gerçek yüzünün bir kez daha ortaya çıktığına işaret ediyor.
Almanya’da bir grup hukukçu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve son 10 yılın genelkurmay başkanları ile milli savunma bakanları hakkında suç duyurusunda bulundu ve söz konusu isimlerin Almanya’ya giriş yapması halinde tutuklanmaları talep edildi.
Suç duyurusunun gerekçesinde ise “Kürtlere karşı devlet terörü” uygulandığı iddia edildi. Suç duyurusunun Erdoğan’ın Almanya’ya gittiği sıralarda gerçekleştirilmesi de dikkat çekti.
Bir grup Alman hukukçu Karlsruhe’deki Federal Başsavcılığa yaptıkları suç duyurusunun ayrıntılarını anlattı. Davayı açan avukat Britta Eder ve Demokrasi ve Uluslararası Hukuk Derneği (MAF-DAD) Başkanı avukat Heike Gesweid Berlin’deki tarihi Demokrasi Evi’nde basın konferansı düzenledi.
Nürnberg mahkemelerinde yargılanan müttefik güçlerini hatırlatan avukat Britta Eder “Elimizdeki belgeler Türkiye’nin devlet terörü uyguladığını gösteriyor. Almanya’da uluslararası ceza yasası var. Bu yasanın 7. Maddesi sivil halkın korunması ve bunu sistematik şekilde ihlal edenlerin yargılanmasını öngörüyor. Türk güvenlik güçleri savaş kurallarını ihlal ettiler” dedi.
Suç duyurusunda yer alan ve 2003 yılından bu yana işlenen 10 suça ait olduğu iddia edilen bazı belge ve fotoğrafları dilekçelerine ekleyen hukukçular, “Elimizdeki belgeler ve yapılan adli tıp incelemeleri birçok olayda kimyasal silahın kullanıldığını görülüyor” diye konuştu. Britta Eder son olarak 22-24 Ekim tarihleri arasında PKK’ya yönelik düzenlenen operasyonda kimyasal silah kullanıldığını iddia ederek bu durumun da suç duyurusuna ekleneceğini belirtti.
GENELKURMAY BAŞKANLARI DA LİSTEDE
Başbakan Erdoğan’ın yanı sıra suç duyurusunda isimleri geçenler şunlar: Milli savunma bakanları; İsmet Yılmaz, Sabahattin Çakmakoğlu ve Mehmet Vecdi Gönül, Genelkurmay başkanları; Hilmi Özkök, Yaşar Büyükanıt, İlker Başbuğ, Işık Koşaner ve Nejdet Özel.
Sonra da tutuklamalari kina, emi kanli caniler ne zaman mahkeme kurmuslar da hukuktan söz ediyorlar?
Basmakalıp argümanları en pırıltılı sözcüklerle de ifade etseniz, bu, gerçeği değiştirmiyor; süreci yanlış analiz ediyorsunuz; çözümünüz barış değil gözyaşı getiriyor. Köprüden önceki son çıkışa hızla ilerliyoruz. Ölümden önceki son anons belki de bu. Bir an önce “onurlu bir barış için, daha fazla genç ölmesin” diye, büyük egolarınızı gariban çocuklar için bir kenara bırakın, tek düze analizlerle insanları gaza getirmeyin ve “barış için tek yol PKK’nın ateşkes ilan edip sınır dışına çekilmesi” için çağırılar yapın. Bu, ölümden önceki son çağırıdır…
faşist devletin maaşlı memuru casus senin devletinin marifetlerini hepimiz iyi biliriz 80 yıldır halkına neler yaptı ortada paralel dediklerinin bundan daha kötüsünü yapabileceği ihtimaldir bilmiyoruz bilinenimi savunuruz bilinmeyenimi aslında tümden devlet,hegomonya,hiyeyarşi,bürokrasi hepsinin tükenmesini kuşkusuz.bu tartışmaları tüketmiştik kim terör örgütü kim isyan ve özgürlük örgütü olduğuna karar verdik devletin asıl terör örgütü olduğunu diğerlerinin kürtlerin özgürlük ve isyan örgütü olup şiddetide kullandığını söylemiştik hatta savaşıda devletin istediğini önceki makalelerde tartışıp tükettik yahu biraz yol alıp tartışmaları ilerletelim derken yırtık yerden casus sürekli çıkıp aynı şeyelri söylüyor buda sistem-devlet-iktidar hegemonyasının tv lerde herkesin pkk terör örgütüdür değilmi diye kürtlere bile onaylatmaya çalışan tavrını böyle bir sitede çekemem yeter artık utanmaz adam sen önünden ye önün tayip devlet ve iktidarın hegemonyasıdır burası değil ne zaman öğreneceksi loo biz öcüyüz anarşistiz ne deyip yapacağımız belli olmaz 60 yaşımızda bizi bonot çetesinin yaptıklarına zorlayıp provakasyon yapma sonra sende bize benzer terörist olursun iyisimi önünden ye akp yalakası casus
yazının başlığındaki üç ünlem çok çirkin duruyor. gün zileli’nin de bu sakilliğe bulaşması hayret verici.
Haklısınız ama oldu işte bir kere…
pkk kck şiddetini görebilen ve temcit pilavı gibi sitede gözümüze sokanların malatyada toplayıp intikam şovu diye sunulmak için hazırlanan cenazelerin insanlık ve savaş suçu içeren görüntü ve iddiasını neden görmez.ne içişleri bakanımız var o bize yeter adam 2 cümle sıralı kuramıyor prof lar bölücülük dersi verirse hapsedilmeleri gerekir diyor bdp,kck,pkk hepsi bağlantılı ve birdir diyor buna kürt halkıdır diyemiyor.kck son yerel seçimde akp nin elinden 100 cıvarı belediyeeyi alan bdp siyasilerine başlatıldı son gelinen inkar,imha ve savaş kararı ve uygulamalarından sonra bölgedeki bütün belediyeyi alacağı anlaşılan bdp siyaseten tasviye planı tam tersi sonuç verecek bunca tutuklamaya rağmen bdp bütün illerde kongrelerini yapıyor aynı aktif siyasi kadroları akp-chp-mhp nin tutuklansa dükkan açamazlar şimdiden 400 belediyeyi alacağı kesinleşen bdp ve hdk hareketini engelleme çabaları boşa çıkar sistem mağdurlarının politik organizasyonu bu süreçte inşa edilip artık bir seçeneğimiz olur
Özgürlükçü seni korku basti galiba. Giderek kendine verdigin gazi arttirmaktasin. önce Kemalistler, sonra PKK tarafindan sindirilmis olan Kürt halki demokratik, özgür ve güvenli ortamda Stalincilere öyle bir samar atacak ki yankisi taa Kuzey Kore’de duyulacak. Siz de demokratik kurallar içinde barisçi mücadelenizi verirseniz size ancak saygi duyulur, aksi takdirde döktügünüz kanda bogulur gidersiniz.
KEMALİST KİŞİLİK BOZUKLUĞU, Türkiye´ye özgü sosyal psikolojik bir hastalıktır. İlkokul sıralarında “ANDIMIZ”ı içmekle vücuda giren hastalık, “Askerlik Vazifesi”, “Gençliğe Hitabe”, “Cumhuriyet Mitingleri”yle pekişir, bayrak işportacıları ve generallerin işbirliğiyle giderek ateşli bir hâl alır. Müzminleşen hastalık sebebiyle, hasta taptığı kişi kültünün altında ezim ezilir. Taptığı putun “2 kere 2 beş eder” demesi bile; onun bu hastalıklı aşkına engel olamaz; hasta “Ata´dır ne yapsa yeridir” türünden sayıklamalarla, kudurarak, ağzından köpükler çıkarak tahtalı köyü boylar.
Halloween
ne kadar mantıksız saçmasapan yorum yapan arkadaslar var,,ne dediğiniz ne düşündüğünüz bir türlü anlasılmıyor…oral çalışlar gibi yazarları eleştiriliyor ,ergenekon operasyonlarındaki haksızlıga değinmediği için,sonra diğer taraftan,aynı çevrelerin kck opoerasyonuna karşı çıkması eleştiriliyor…(peki son tutklamalra kadar ne kadar,kamuoyunun gündemine gelmişti bu tutklamalar)sonra bir bütün olarak ergenekon ve kck operasyonlarının aynı kefeye konulup desteklenmesi gerektiğini söylüyor.. anlamıyoruz neye karsısınz neye değilsiniz… yani oral ç gibi liberal yazar-aydınlara bütün elestirinin boyutu bumuydu…, bir de kck amerikancı-akpci sitemin bir parçası yapılmış,ondan ,operasyonlara karsı çıkılıyormuş,,peki hiç düşünmüyormusunz,amerikancı sistem neden kürt hareketi kıskaca alıyor,kürt türk bakmadan bütü,n ilerici birikime gozdagı veriliyor..sonra liberal çevrelerdeki derin ayrısmayıdamı duymadınız…sonra .cemaatin yayın organından yapılan tehditleri..tutarlı ve akliselim bir düşünsel bir yaklasım sergilenemiyor ne yazık ki yorumlarda….
bir not ,ergenekon operasyonlarının amacı,kontgerillayı tasfiye etmek değil,hükümetin kendi karsıtı ulusalcı güçleri tırpanlaması,ergenekon operasyonu bu doğrultuda elestirilir,kafa karışıklııgna hiç gerek yok..kck operasyonlARININ amacı ise akpye karşı ayakta olan en diri gücü ,kürt muhalefeti ve onun dostları aydınları ilericleri etkisizlestirmek…ergeenkon ise ,sagcı militarist muhalefete karsı bir tedbir,kendi içnde mantıgı ve tutarlılıgı olomayan,çete gazteci yazar aydını içiçe geçiren bir operasyon…bugun ergeenkon opoerasyonundaki manipülasyona karsı çıkılmalı,aynı zamanda kontgerillada hedef tahtasına çakılmalı,sermaye gerciliğinin tarihten günümüze bütün biçimlerine karşı çıkılmalı…ilk basta cumhuriyetin kurucu felsefesine…
,anti komunist-şovenist anti demokratik-milliyetçi bu cumhuriyetin demokratik-insani bir deger biriktiremediğini ,sermayenin işçi sınıfı üstündeki katıksız bir diktatorluk aracı oldugunu söylemek lazım…bugünkü azgın gericliğin sömürünün kaynağı cumhuriyetin kendisidir,belki tek şerh şoyle koyabilir,siyasi gericilik,piyasacılık,muhafazakarlasma bugun daha yoğundur,ama bu özel mülkiyetçiliğin-sermaye sistemininin-siyasal gerciliğin doğal sonucudur…
nietzche o sözü söylmişse kendi meşrebine uygun bir söz söylemiş,kapitalist ve sosyalst devlete karşı çünkü kendileri soylularının ,aristokrasinin egeemnliğini savunuyorlardı…
Kemalizm=Faşizm, İşte Belgesi!
Cumhuriyet Gazetesi: “Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya selam!”
Askeri vesayetin kaynağı ve Türkiye siyasi tarihinin ilk darbesi olan 27 Mayıs’ın 50. yıldönümüdür bugün. Kimilerince “faşizmin hortlaması” olan bu darbenin, Türkiye siyasi tarihinde, 10 yıllık aralıklarla gelen bir “Askeri Darbe” geleneğini yarattığı yalın bir gerçek. Bu geleneğe, ölümüne kadar bağlı olan “Milli Şef” İsmet İnönü, darbeden hemen sonra Ankara’ya gelip kendisini arayan ve bir emrinin olup olmadığını soran, Milli Birlik Komitesi (MBK) Başkanı Cemal Gürsel’e: “Asıl ben sizin emrinizdeyim…” demişti.
Adını “Cumhuriyet” ile süsledikleri Şef’lik dikta rejiminin, ancak böylesi yöntemlerle devam ettirilebileceğini iyi biliyordu İnönü. Çünkü, ancak Tek Parti’li yönetim sayesinde “Türk, bu ülkenin yegane sahibidir, salt Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır; hizmetçi olma, köle olma hakkı” diyebilmişler ve silahşörleri ancak o zaman hiç çekinmeden her türlü muhalefeti ezebilmişlerdi.
Her ne kadar “hafıza i beşer nisyanla malul” ise de, belgeler, geçmişte yaşanılanı anlatmada oldukça acımasızdırlar. Anti Gazete’nin ulaştığı, Kemalizmin ve statükonun oldum olası en güçlü sesi ve savuncusu olan Cumhuriyet Gazetesi’nin eski bir sayısı, bu devlet ideolojisinin faşizmle nasılda hamurlandığını çok açık gözler önüne sermektedir.
22 Mayıs 1932 tarihli bu sayının baş manşeti şöyle: “Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya selam!”
Manşetin içeriğini zenginleştirmek için hazırlanan fotoğrafta da, içerisine, Benito Mussolini’nin lideri olduğu İtalyan Nasyonal Faşist Parti’nin simgesi yerleştirilmiş, Türk Bayrağı var.
Türkiye Başvekili İsmet İnönü ve “Dost ve Faşist İtalya’nın Başvekili Mussolini”n fotoğraflarının, aynı manşet fotoğrafa işlenmesi de ihmal edilmemiş.
Manşetten verilen bu haber-yorumu yapan gazeteci de, Şef’lerin yakın dostu ve Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu ve sahibi olan Yunus Nadi’den başkası değil.
Bilindiği gibi, Hitler hayranı olan bu ırkçı bay Nadir, Kürdler için “Bunların sıradan hayvanlar gibi basit doğal güdümlerle işleyen his ve bilinçlerinin belirtileri, ne kadar kaba hatta abdalca düşündüklerini gösteriyor. Bunlar, … Yapıcı ve güzel hislerden, medeni eğilimlerden tamamiyle mahrumdurlar. Bunlar asırlardan beri ırkımızın başına bela kesilmiştirler” demişti.
Hitler’in, 20 Nisan 1939’deki 50. yaşgününe, Türk Hükumeti adına resmi olarak katılan heyetin içinde de bulunan bay Nadi, bu yazısında, Mussolini’nin dünya barışına sunduğu/sunacağı hizmetleri anlatıyor. Yazının bir bölümü şöyle:
“İtalya’da İtalyan milletini asrın en mütekâmil bir cemiyeti haline yükselten Faşizmin gittikçe artan takdirlerine ve muhabbetlerine mazhar olmaktan kuvvet buluyorduk. Zâhirde hatta biraz hissi bile görünebilecek olan bu mütekabil itimat ve muhabbettir ki Büyük İtalyan milleti ile inkılâpçı ve behemehal teceddüt ve itilâya azimkar Türk milleti arasında en sağlam bir dostluğa müntehi olmuş oldu. Başvekilimizin Roma’yı ziyareti bu büyük dostluğun pek tabii bir neticesi olduğu kadar onu en samimi ve en parlak şekilde tes’it edecek bir tezahürdür de. Roma’da yekdiğerini müsaraat ve hararetle sıkacak eller, mensup oldukları milletlerin selâmet ve saadetleri kadar Akdeniz’de sulh ve müsalemeti de temin edecek kudretli manivelâlardır. Bundan her iki tarafın zimamdarları ne kadar memnun ve müftehir olsalar haklıdırlar.”
Kemalizm=Faşizm’dir
http://www.nasname.com/tr/7000.html
Cumhuriyet; zaten Osmanlı’nın son iki asırdır yoğunlaştığı batılılaşmanın, hızlandırılmış halidir.Yukarıdan aşşağıya bir kültür devrimi çabasıdır.Onun dışında, devlet kurumu, diyanet işlerine kadar , aynen korunmuştur.Dolayısıyla G.Z’nin dediği gibi, kabuk değişse de öz kendini korumuştur.
Kemalizm Ve Sosyal Demokrasi
Son yıllarda Türkiye’de Sosyal demokrasi adına hareket eden partiler ve siyasi temsilcilerin yaptıkları milliyetçi konuşmaları kamuoyunda bazı kesimlerin tepkisine yol açtı. Hrant Dink’in cenaze töreninden sonra Deniz Baykal’ın şu sözleri, “Milliyetçilikten korkmayalım”, “Kuzey Irak’a askeri müdahale için hükümet bizden ne tür yetki istiyorsa vermeye hazırız” kullandı. Bunun için de parlamentoda altıncı gizli toplantıyı yaptırdı. CHP genel başkan yardımcısı Onur Öymen’in, Hrant Dink ile ilgili yapılan yürüyüşleri kastederek; “Ermeniler bizim diplomatlarımızı şehit ederken nerdeydiniz”, “niye onları sahiplenmek için yürüyüş yapmadınız?” dedi. Her fırsatta “ne mutlu Türküm diyene” sloganını söylemeleri, Kürdlere ve dış politikada ırkçı yayılmacı politikaları vurgulamaları, “kuzey Irak’a asker gönderelim” ve bu alanda MHP’yi solamamış olmaları kamuoyunun ilgisini çekiyor. Bu tür söylemler daha da uzatılabilinir, ancak gerek görmüyorum.
Sosyal demokrat bir partinin temsilcisi veya temsilcileri gerçekten böyle milliyetçi açıklamalardan bulunabilir mi?
Sosyal demokrat bir partinin olaylara, olgulara, gelişmelere bakış açısı nasıl olması gerekir?
Dünyada ve özellikle Sosyal demokrasinin anavatanı Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin politikaları, olaylara, olgulara karşı tavır hareketleri nasıldır?
Bu soruların cevaplarını konumuz gereği biraz incelenip açıklığa kavuşturulması gerekir.
Sosyal demokrasi hareketi ve düşüncesi ne zaman ve nasıl ortaya çıkmıştır?
sosyal demokrasi ne demektir?
Konumuz gereği bunlara kısaca değinmek gerekir.
Sosyal demokrasi kelime ve sözlük anlamı; “halkın ortak yönetimi”, “toplum yararına halkın yönetimi” demektir. (Almanca sözlükten tercüme) Sosyal demokrasi 18-19 yüzyılları arasında kapitalizmin şafağında işçi sınıfının oluşması ile beraber doğuyor. İşçi sınıfının doğuşu sosyal demokrasi hareketinin ve düşüncesinin doğmasına neden oluyor. Yani ikisinin doğuşu diyalektik olarak birbirine bağlıdır. Bu hareketin öncüleri Almanya’da Bebel, Kauski, Roza Lüksenburg, Karl liebnecht ve diğerleridirler. Fransa ve İngiltere’de de benzer öncüleri vardır. Hatta Lenin ve Martov ve Trocki, İtalya’da Gramski, Togliati ilk başta sosyal demokrattılar. Kapitalizmin gelişmesi ve İşçi sınıfı hareketinin yoğunlaşması daha sonraki süreçlerde sosyal demokrasi hareketini ikiye böldü.
Bir kesim yine Sosyal demokrat olarak kaldı diğer kesimde sosyalist veya kendisini komünist olarak niteledi. Şüphesiz her iki kesimi ayrıştıran politik ve ideolojik nedenler vardı. Ancak her iki kesiminde tabanını işçi sınıfı oluşturuyordu. Yani gıdasını işçi sınıfında alıyordular. Onun içinde her iki kesimde olaylara, olgulara ve dünyaya bakış açısını, politikasını temsil ettiği işçi sınıfına göre ayarlıyordu veya ona göre tespit ediyordular.
Ancak sosyal demokrat kesim kapitalizmin gelişmesi ile beraber süreç içerisinde tutuculaşmaya başladı. Ancak yinede Avrupa’da belli insani değerleri savunan ve sosyal politikayı sürdüren Sosyal demokrat partilerdir. Avrupa’daki en büyük işçi sendikaları halen çoğunlukla sosyal demokratların denetimindedir. Buda onların politikalarını belirlemede etkileyici oluyor. Anlaşılan sosyal demokrasi hareketinin tarihi geçmişinin kaynağı, işçi sınıfı hareketidir ve işçi sınıfında doğmuştur.
Kısaca bu değerlendirmeyi yaptıktan sonra, Türkiye’de sosyal demokrat hareket hiç oluştu mu veya var mıydı?
Günümüzde kendisini Sosyal demokrat diye niteleyenler gerçekten Sosyal demokrat mıdırlar? veya bunların tarihsel süreç içerisinde ki oluşumu nasıl bir çizgiyi arz ediyor?
Kökleri hangi politik koşuların ürünüdür?
Geçmişinde hangi politika ve programlara sahiptiler?
Bunlara kısaca değinmek gerekir.
Türkiye’de kendisine “Sosyal demokratım” diyen siyasi hareketin ana kaynağı CHP dir. CHP’nin temelini ise CHF (Cumhuriyet Halk Fırkası) oluşturuyor. CHF’nin temelini ise HF (Halk Fırka) oluşturuyor. M.Kemal, İsmet İnönü ve diğer arkadaşları sömürgeci T.C. devletini oluşturduktan sonra devleti ve kukla parlamentoyu oluşturanlar, 1924’de halk fırkasını (HF) oluştururlar. Halk fırkasını oluşturanların çoğu asker kökenlidirler. İçlerinde Feodal ve küçük burjuva kesimler olsa da esas omurgasını asker kökenliler oluşturuyorlardı. Yani o dönem kurulmuş sömürgeci devlet ile halk fırka iç içe geçmiş iki halka gibiydiler. İkisi birbirinde ayrı düşünülemez ve değerlendirilemez.
O dönem yeni kurulmuş olan sömürgeci T.C devletinin Türklerden oluşan bir burjuva sınıfı yoktu. Onun için devlet ve halk fırka o dönem tasfiye etiği diğer halkların Ermenilerin, Rumların mal mülklerini ganimet olarak Türklere dağıtarak yeni bir Türk burjuvazi yarattı. Günümüzdeki Türk burjuvasının, sermayesinin temeli böyle atıldı.
Başka halkların soykırımı-katliamı üzerine kurulan sömürgeci devletin kadroları halk fırkanın temelini atılar. Tabi kurdukları parti politikası ve programı kendi eylemlerine uygun olması gerekirdi. Nitekim 1920’den 1940 kadar Kürdistan’daki bütün katliamların baş sorumlusu CHP ve onu oluşturan kadrolardır. 1934 deki bir genel kongrede parti ismine cumhuriyet ismi eklenerek, böylece sömürgeci devletteki cumhuriyet niteliğini sahiplenmiş oldular. Partinin ismi böylece Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) oldu. Daha sonraki bir kongrede ise ismini Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yaptılar.
O dönemdeki parti ve programı Almanya’daki NSPD (Nationale sosyalistische partei deutschland), Hitler’in partisi ile bir çok benzerlikleri ve ortak noktaları vardı. Partinin ve devletin temel resmi ideolojisi Kemalizm, tek şef, tek parti, tek devlet, tek millet politikasından oluşuyordu. Bu faşist politikasını “Güneş Dil Teorisi” denilen kafatasçı, ırkçı uydurma tezlerle pekiştirmeye çalışıyordu. Bütün ırkların, soyların, dillerin anasının Türkler ve Türkçe olduğunu öne sürüyorlardı -Bu konuda iyi bir inceleme olan Sayın İsmail Beşikçi’nin CHF ve Kürd Sorunu kitabı iyi bir kaynak oluşturuyor-. Partinin temel ilkelerini oluşturan 6 ok, “cumhuriyetçilik, devletçilik, milliyetçilik, laiklik, İnkılâpçılık, halkçılık” kavramlarında oluşuyordu.
Aslında buradaki ilkelerin esasını ırkçı ve milliyetçi düşünceler oluşturuyordu. M.Kemal buradaki “halkçılığı”, “sömürüsüz, sınıfsız kaynaşmış bir zümreyiz” şeklinde Hitler’in ideolojisine benzer bicimde ifade ediyordu. Devletçiliği ise; “her şey devletin bekası için” diyordu. Milliyetçilik kavramını da; “ne mutlu türküm diyene” anlamında ifade ediyordu. Laiklik kavramını da öyle batıda ifade edildiği gibi değil, dinin devletin tekeline alınması ve onun tarafında yönlendirilmesi ve idare edilmesidir.
Burada diyanet işleri başkanlığının oluşturulması ve devlet eliyle Sünni mezhebin devlet dini haline getirilmesi, o dönemin politikasıdır. Buradaki inkılâpçılık ise, M. Kemal’in düşüncelerini resmi ideolojisini hayata geçirme eylemiydi. Bu eyleme karşı çıkanlarda; “karşı devrimci” oluyorlardı.
Sömürgeci Kemalist rejime karşı çıkan Kürd ulusal hareketleri, direnişleri Koçgiri, Şex Said, Ağrı, Dersim hareketleri, tıpkı Abdullah Öcalan’ında onayladığı gibi, “karşı devrimci”, “gerici hareketler” olarak nitelendiriliyordu. Abdullah Öcalan’ın Kürd Ulusal Hareketleri’ni Kemalizm lehine yorumlaması, ayrı bir değerlendirme konusu olduğu için detaylarına girmeyeceğim.
Kısacası; Türkiye Cumhuriyeti Devleti çoğunluğu asker kökenli olan İttihat ve Terakki artıkları olan bu kadrolar tarafından kurulduğu gibi, CHP’yi de aynı kadrolar tarafından kuruldu ve CHP dışındaki siyasi oluşumlara 1946 yılına kadar izin verilmemiştir.
1946’dan sonra ise kendisinin oluşturduğu Resmi İdeolojisinin “Kemalizm” çerçevesinde izin verilmiş ve Resmi İdeoloji dışına çıkanları ise yasaklamıştır. Yani o günden günümüze dek Resmi İdeolojinin dışına çıkanlara hayat hakkı tanımamıştır. Ya yasalarla, ya da darbelerle ortadan kaldırmıştır.
Bu politika ve örgütlenme yöntemini daha sonra, günümüzdeki Arap Baasçıları kendilerine örnek almışlardır. Benzer bir yapılanmayı eski DDR (eski doğu Almanya) de görmek mümkündü. Her şey devleti oluşturan SED’nin (Sosyalist Birlik Partisi’nin) denetimindeydi ve sözüm ona başka siyasi oluşumlar onun müsaadesiyle olurdu. Köylü Partisi, liberal Parti, Hıristiyan Demokrat Partisi, SED’nin oluşturduğu Resmi İdeolojinin çerçevesinde kurulurdu ve onun bir yan örgütü gibi çalışırlardı. Resmi ideolojinin dışına çıkamazdılar. Tıpkı sömürgeci T.C devletinin Resmi İdeolojisini oluşturan Kemalist ideolojisi gibi.
Her parti, herkes, resmi Kemalist ideolojinin oluşturduğu bulvarda kimin daha Kemalist olduğunu ispatlaması gerekir. Öyle Avrupa’daki siyasi partiler gibi, kimse bağımsız, kendisine has bir kimlikle siyaset yapamaz. Öyle bir politikaya yeltenen olursa şayet, Refah Partisi’nde olduğu gibi iktidarda da olsa hemen kapatılır. Yani oynanan demokrasi oyunu yapmacıktır, sahtedir.
Onun için Deniz Baykal ve diğer “sosyal demokrat” sözcüler, sık sık iktidardakilere “cumhuriyetin esas sahipleri biziz, cumhuriyeti biz kurduk”, “bu cumhuriyetin teminatı biziz” demeleri bu anlamda doğrudur. Geleneksel politikalarından dolayı CHP, militarist kesimle hep dirsek temasında olmuştur.
Şimdi tekrar sorumun başına dönüyorum ve soruyorum;
Türkiye’de kendisine Sosyal demokratım diyenlerin, Sosyal demokratlıkla ne kadar ilişkisi vardır?
Veya Avrupa’daki Sosyal demokrasi ile ortak noktaları var mı?
Yukarıda Sosyal demokrasinin Avrupa da hangi sınıf içerisinde çıktığını, hangi sosyo-ekonomik koşulların doğurduğunu kısaca izah ettim. Temel politikasını kısaca ifade ettim. Avrupa’daki Sosyal demokrasi, İşçi sınıfı içerisinde tabanda gelen bir hareket iken, Türkiye’deki sözde sosyal demokratlık ise başka halkları katliam ve soykırımlara tabi kılan, devşirme askeri kadroların oluşturduğu şoven, ırkçı, dayatmacı bir yapılanmadır. Birisi; ideolojik gıdasını, “Ne Mutlu Türküm Diyene” alırken, diğer de gücünü işçi sınıfına dayanarak alıyor ve onun bağrında doğuyor.
Arasındaki fark bu kadar açık ve barizdir. Birilerinin kendisine Sosyal demokratım demesi, onu Sosyal demokrat yapmaz. Politikası, örgütlenmesi, eylemi ile hangi sosyal katmanı temsil ettiğini net olarak ortaya koyması gerekir. Bu tespitler doğrultusunda Sosyal demokrasiyi temsil etmiyorsa şayet, Sosyal demokrat olamaz. İstediği kadar ben Sosyal demokratım desin…
Gerçek sosyal demokratlar ile Türkiye’de kendilerini sosyal demokrat olarak niteleyen “çakmalar” arasındaki fark, beslendikleri-dayandıkları toplumsal kesimlerle yakından ilgilidir.
Yukarıdaki izahattan sonra Türkiye’deki “Sosyal demokrasinin” ne kadar Sosyal demokrat olduğunu, Sosyal demokratlıkla bir alakası var mıdır, yok mudur yorumunu da okuyucuya bırakıyorum.
Rucan Keleş
http://www.nasname.com/Yazarlar/rkeles/10051.html
Kişiye tapma, bir Osmanlı geleneği midir?
Hükümdarın birtakım olağanüstü kulluk ifadeleriyle yüceltilmesi, eski Asya rejimlerinin köklü bir geleneğidir: Osmanlı imparatorluğu da bu geleneğe yabancı kalmamıştır. Türkiye Cumhuriyetinin benimsediği kişi kültünde, sultanlara özgü bazı alışkanlıkların izi bulunabilir. Ancak cumhuriyetin kurucusunu tanrılaştırma eğiliminin, Osmanlı döneminde ender rastlanan bir ısrar ve abartı seviyesine vardırılmış olduğu da ayrı bir gerçektir. Cumhuriyet olma iddiasındaki bir rejimde bu husus özellikle dikkati çeker.
Sözkonusu tapınma eğiliminin örneklerini, heykel, para ve yer isimleri alanında izleyeceğiz. Her üç alanda da Türkiye’nin modern çehresine damgasını vuran alışkanlıkların kaynağını 1920’lerde – Atatürk’ün iktidarında – buluyoruz.
I. Heykel
Devlet başkanının heykellerini dikmek, bir Osmanlı geleneği değildir. II. Mahmud bir ara devlet dairelerine kendi portresinin asılmasını zorunlu kılmışsa da, daha sonraki dönemde bu gelenek sürdürülmemiştir. 1871’de Fuller’e yaptırılan ve Beylerbeyi sarayının büyük salonuna yerleştirilen Abdülaziz’in atlı heykeli dışında, yanılmıyorsak, Osmanlı padişahlarına ait heykel de yoktur.
Türkiye’de bir devlet başkanının kamusal alana dikilen ilk anıtı, Gazi’nin emir ve takdirleriyle 3 Ekim 1926’da Sarayburnu’na dikilen Atatürk heykeli olmalıdır. Bunu, aynı yıl Konya ve 1927’de Ankara Ulus’taki Atatürk heykelleri, 1928’de Taksim anıtı, 1930’da Kırklareli, 1932’de İzmir-Konak ve Samsun Atatürk anıtları ve diğerleri izlemiştir.
Atatürk’ün heykel konusuna duyduğu ilgi, genellikle Batı kültürünü benimseme çabasının bir parçası olarak değerlendirilir. Ancak yapılan işin Batı kültürel geleneği içindeki konumu sanıldığı kadar net değildir.
Eskiçağ
Hükümdar heykellerinin meydanlara, kamu binalarına ve askeri kamplara dikilmesi, Roma imparatorluğuna ait bir gelenektir. Augustus’tan (MÖ 30-MS 18) itibaren Roma imparatorları resmi devlet dininde Tanrı kabul edilmişlerdir. Heykelleri, resmi tören ve tapınmaların odak noktasını oluşturmuştur. Belirli kentlerdeki imparator tapınaklarının yanısıra, her kentte, günün imparatorunun heykelini barındıran bir resmi sunak bulunduğu anlaşılmaktadır.
İmparator dinini reddeden Hıristiyanlar ve museviler için, bu heykeller önemli bir manevi eziyet konusu olmuştur. 3.cü yüzyıl sonlarında çok sayıda Hıristiyan, imparator Diocletianus’un heykeline ibadet etmektense ölümü tercih edecektir. Bundan ötürü Hıristiyanlığın devlet dini olmasından sonra Roma/Bizans devletinde siyasi heykel geleneğinin hızla terkedildiği görülür. 4.ci yüzyıl ortalarından itibaren imparator heykellerine çok ender rastlanır. Jüstinyen’den (528-565) sonraki dokuzyüz yıl boyunca hüküm süren imparatorlara ait bir heykel – bir tek 7.ci yüzyıla ait Bari’deki Heraklius heykeli hariç – günümüze gelmemiştir.
7.ci yüzyılda doğan İslamiyetin put yasağının kökeninde de, belki Ortadoğu toplumlarının kolektif bilincinde Roma devrinden kalan bir tepkinin izleri bulunabilir.
Rönesans
Avrupa’da Ortaçağın sonlarına kadar gerçek şahısların heykellerine ancak mezar anıtları bağlamında – ve heykele konu olan kişinin ölümünden sonra – rastlanır. Kamuya ait meydanlara anıt-heykeller dikme geleneği Rönesans’la birlikte canlanır: ancak bu dönemde de gerçek kişilere ait heykellerin ancak heykele konu olan kişinin ölümünden sonra, bir çeşit anıt-mezar anlayışıyla dikilmiş olduğu görülür. Donatello’nun Gattamelata anıtı (1447) ve Verrochio’nun Colleoni anıtı (1488) böyledir. 16.cı yüzyıldan itibaren Avrupa hükümdarlarının çoğunun ölümünden hemen sonra anıt-heykelleri dikilmişse de (örnek: Tremblay, IV Henri – 1620; Le Sueur, I James – 1633; Guillain, XIII Louis – 1647) özel koleksiyonlardaki büstler ve madalyonlar dışında hayattayken yapılmış heykellere rastlanmaz.
Mutlak hükümdarlar çağı
Modern Avrupa tarihinde kamu alanına sistemli olarak kendi heykellerini diktiren ilk hükümdar, Fransa kralı XIV Louis’dir (1643-1715). Bernini’nin ünlü Roi Soleil’i (1670), Desjardins’in klasik Roma imparator heykellerine atıfta bulunan barış anıtı (1686), Girardon’un atlı heykeli (1685-1692) başta olmak üzere, kralın sağlığında en az beş veya altı önemli anıtının dikildiği anlaşılıyor. Yapılan şey, “Devlet benim!” deyimiyle özetlenen mutlak monarşi anlayışının mantıki uzantısıdır: yerlere kadar dökülen perukası ve olağanüstü giyimiyle “Güneş Kral”, zaten somut bir insandan çok, bir ihtişamın simgesi, Devlet’in bir ikonasıdır.
Daha mütevazı bir çağın mutlak hükümdarı olan XV Louis (1715-74), sadece bir anıtla yetinmiştir (Bouchardon ve Pigalle, 1758). Onun halefi olan XVI Louis (1774-92) ise heykel dikmeye fırsat bulamadan devrilecektir.
İhtilalin tahribatından sonra yeniden monarşik düzeni canlandırmaya çalışarak kendini imparator ilan eden Napoleon’un (1799-1815) da, anıt-heykel konusuna eğildiği görülür. Canova’ya ısmarlanan ve 1811’de tamamlanan anıt, imparatoru Roma sezarlarına özgü bir pozda ve tamamen çıplak olarak gösterir. Ne var ki Napoleon bu eseri kamuya teşhir etme cüretini asla gösteremeyecek ve 1815’te İngilizler tarafından müsadere edilen heykel, ilk kez Londra’da halka teşhir edilecektir (halen Apsley House’da bulunmaktadır).
Gerek Louis’lerin, gerek Napoleon’un heykellerinin konu olduğu talihsiz tepkiler, haleflerini etkilemiştir: bu tarihten sonra Fransa’da başa geçen kral, diktatör, imparator, başkan ve başbakanların yaşarken yapılmış anıt-heykelleri yoktur.
XIV. Louis’nin başlattığı akımı izleyen bir hükümdar, Avrupa hakimiyeti için yarım yüzyıla yakın bir süre onunla mücadele eden Habsburg imparatoru I Leopold’dur (1657-1705). Ancak Leopold, yaptırdığı anıt-heykellerin her birinde (Viyana’daki Veba Anıtında olduğu gibi) kendini diz çökmüş, alçakgönüllülükle İsa veya Meryem’e ibadet ederken göstermeyi tercih eder.
Bunlar dışında, 19.cu yüzyıl sonlarına dek, hayattayken meydanlara heykeli konan bir Avrupa hükümdarı tesbit edemiyoruz.
Washington
ABD bağımsızlık savaşının kahramanı ve ilk cumhurbaşkanı George Washington (ölümü 1797) belirtilen kuralın ilginç bir istisnasını oluşturur.
Houdon’un halen Virginia eyalet meclisi binasında duran ünlü mermer anıtı, Washington henüz hayattayken, 1786’da ısmarlanmış ve 1788’de tamamlanmıştır. Enteresan olan husus, sipariş tarihinde Washington’ın herhangi bir kamu görevine sahip olmamasıdır. Bağımsızlık savaşını başarıyla sona erdirdikten sonra Washington emekliye ayrılmış ve Virginia’daki çiftliklerinin idaresine dönmüştür; siyasi kariyere ilişkin bir teşebbüsü olmadığı gibi, henüz federal başkanlık makamı da gündemde değildir. Anıt, Virginia meclisinin ülke kurtaran seçkin evladına gösterdiği bir kadirşinaslık eseridir. 1788’de koşullar değişir: Washington yeniden siyasete dönmüş ve başkan seçilmek üzeredir. Bu nedenle anıtın dikilmesi sekiz yıl ertelenir; heykel ancak Washington’un ikinci ve son kez emekliye ayrıldığı 1796 tarihinde resmen açılır.
Bu tarihten sonra ABD başkanları arasında hayattayken kamuya ait bir alana heykeli dikilen kimse yoktur.
Victoria ve izleyicileri
XIV Louis’den sonra yaygın bir heykelcilik faaliyetine konu olan tek Batılı hükümdar olarak, İngiltere kraliçesi Victoria’yı (1838-1901) görüyoruz. “Üzerinde güneş batmayan” Britanya imparatorluğunun hemen her kent ve kasabasını süsleyen Victoria anıtları furyası, kraliçenin 1888’de kutlanan altın jübilesi vesilesiyle başlatılmıştır (bu tarihten önce tesbit edebildiğimiz Victoria anıtı yoktur). Kraliçenin bu tarihte hiçbir gerçek siyasi güce sahip olmayan bir simgesel figürden ibaret olduğu belirtilmelidir. Heykel kampanyasının mimarı, Benjamin Disraeli önderliğindeki Muhafazakâr Partidir. Başbakanın, bir yandan kraliçe kimliğinde bir ulusal simge ve heyecan yaratmak; öte yandan Muhafazakâr Partinin monarşi kurumuyla geleneksel bağlarını pekiştirmek gibi bir amaç güttüğü anlaşılmaktadır.
Victoria örneğinden etkilendiği anlaşılan bir örnek, onun kadar uzun hüküm süren yaşıtı Avusturya imparatoru Franz Josef’tir (1848-1916). 1908’de Franz Josef’in altmışıncı yıl kutlamaları münasebetiyle bir dizi anıtının yapılması planlanmışsa da sadece bir tanesi tamamlanabilmiş; o da çeşitli nedenlerle resmen açılamamış, 1918’de Habsburg monarşisinin çöküşüyle bir depoya kaldırılmıştır. Sözkonusu heykel ancak bundan birkaç yıl önce Burggarten bahçesinde gün yüzünü görecektir.
Alman kayzeri II Wilhelm’in (1888-1918) 1918’deki otuzuncu tahta geçiş yıldönümü vesilesiyle birtakım anıtlarının planlandığı anlaşılıyorsa da, Almanya’nın hezimeti nedeniyle gerçekleşme olanağı bulmayan bu proje hakkında ayrıntılı bilgi bulamadık.
1917-18 yılbaşını Berlin’de Kayzer’in konuğu olarak geçiren Mustafa Kemal’in, heykelcilik hususundaki ilhamını bu vesileyle edinmiş olması akla yakın bir ihtimal olarak gözüküyor.
Sovyet örneği
Türk liderine kendi heykelini diktirme fikrini aşılayan diğer örnek, Sovyetler Birliğinde aranmalıdır. Lenin’in gerçi hayattayken yapılmış anıt-heykeli yoktur; Stalin’in de tesbit edebildiğimiz ilk önemli heykeli 1929 yılına aittir. Ancak 1924’te Lenin’in ölümünü izleyen günlerde, Bolşevik devriminin önderini putlaştırmaya yönelik sistemli bir kampanya başlatılmıştır. (Kampanyanın ilginç unsurlarından biri Lenin’in beyni üzerinde yapılan bilimsel araştırmalardır. Aylarca süren inceleme sonunda, sözkonusu organın, hücre biçimi, sayısı vb. bakımlarından normal insan beynine oranla birkaç yüz kat üstün olduğu kanısına varılmıştır.) 1924 itibariyle resmi dairelerde, okullarda ve evlerde “Lenin köşeleri” oluşturularak portre ve büstlerle süslendiğini; aynı yıl yapılan resmi törenlerde Lenin büstlerinin taşınarak toplu saygı gösterilerine konu edildiğini öğreniyoruz. Tesbit edebildiğimiz ilk önemli Lenin anıtı, 1926’da Leningrad’da Finlandiya Garı önüne dikilecektir.
Acaba aynı yıllarda Stalin anıtları da yaptırılmış mıdır? Bu konuda bilgi edinemedik. Stalin’in “kişi kültünün” başlangıç tarihi olarak genellikle 1929 yılı gösterilir. Ancak daha 1925 yılında Tsaritsyn (şimdiki Volgograd) kentine Stalingrad adının verilmiş olması, Gürcü liderin ilk megalomani belirtilerini daha geriye götürebileceğimizi gösteriyor.
Eğer ilk Stalin anıtları gerçekten 1926’dan önce yapılmışsa, iktidardayken kendi anıtını yaptıran a) 20.ci yüzyılın ikinci siyasi lideri, ve b) tarihin ilk cumhurbaşkanı olmak ayrıcalıkları, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusuna ait olmalıdır.
Avrupa’nın 20.ci yüzyıl tarihinde bu hadisenin bir başka örneğini bilmiyoruz. Mussolini ve Hitler’in, özel koleksiyonlardaki birkaç eser dışında, anıt-heykelleri yapılmamıştır. İspanya’da Franco anıtları yoktur. Doğu Avrupa diktatörlüklerinde 1953 öncesinde dikilen Stalin heykelleri Kruşçev döneminde kaldırılmış ve bu tarihten sonra iktidardaki parti liderlerinin anıtları yapılmamıştır. Sadece Arnavutluk hakkında bilgimiz yoktur.
Sonuç
Siyasi bir liderin heykelinin ölmeden önce veya sonra dikilmesi arasındaki fark, önemsiz bir fark değildir. Birinci halde “kamu” fikri ve saygısı o günkü siyasi iktidarın sahibiyle, ikincisinde ise ulusun geçmişteki saygıdeğer evlatlarıyla özdeşleştirilmektedir. Birincisinde yüceltilen devlet reisi, ikincisinde toplumun kolektif geçmişidir. Birincisi siyasi istibdadın alabildiğine net bir ifadesidir; ikincisi, belirli ölçüler içinde kalmak kaydıyla, “iktidarın iradesiyle sınırlı olmayan bir kamu iradesi” kavramının değerli bir simgesi olabilir.
Sokakları geçmiş önderlerin, şairlerin, kahramanların ve düşünürlerin anıtlarıyla dolu olan bir ülke, devlet reisine, kendi iradesi dışında birtakım mutlak ve kutsal toplumsal veriler olduğunu anımsatabilir. Sokakta kendi heykelini (ve sadece kendi heykelini) gören bir liderin ise, ölümlülere özgü asgari tevazuu ve ahlaki dengeyi uzun süre koruyabileceği kuşkuludur.
II. Para
701 sayılı kanun uyarınca 5 Aralık 1927 tarihinde tedavüle çıkarılan Cumhuriyet banknotları, iktidardaki devlet başkanının resmini taşıyan ilk Türk paralarıdır. Osmanlı paralarında da padişahın tuğra ve mührünün bulunması itibariyle, bunu Osmanlı geleneğinin modernleştirilmiş bir devamı sayabiliriz.
Gerçekte olay daha ilginçtir. Çünkü, tesbit edebildiğimiz kadarıyla bu tarihe kadar yeryüzünde “cumhuriyet” sıfatına sahip hiçbir ülkede, paralara günün devlet başkanının resim, mühür veya adı konmamıştır. Böyle olmasının nedeni de açıktır. Devletin itibarının hükümdarın kişiliğiyle ve devlet hazinesinin hükümdarın mülküyle özdeşleştirilmesi, öteden beri monarşilerin ayırdedici bir özelliği olagelmiştir. Cumhuriyetlerde devlet, devlet başkanının kişiliğinden bağımsız bir tüzel kişiliktir; devlet başkanı bu tüzel kişiliğin yasal vekili ve memurudur. Bundan ötürü eski Yunan’dan bu yana cumhuriyetlere ait sikke ve paralarda sadece devletin soyut simgelerine veya ülkenin geçmiş ünlülerinin resimlerine yer verilmiştir.
Türkiye’nin açtığı çığıra Avrupa’da uyan bir başka ülke tesbit edemiyoruz: Mussolini, Hitler, Stalin, Franco, Metaksas veya Enver Hoca resmi taşıyan paralar yoktur. Lenin’in portresi Sovyet paralarına ölümünden otuz yıl kadar sonra konulmuştur. Ancak kraliyetle yönetilen Avrupa ülkelerinde hükümdarın portresi paralara basılmaya devam etmektedir.
III. Yer isimleri
Sokak, cadde, meydan, köprü, semt, kasaba, şehir, dağ, liman ve benzeri coğrafi birimlere siyasi liderlerin adının verilmesi de yaygın bir Osmanlı geleneği değildir.
Eski devirde bu kuralın istisnası, bir padişah veya paşanın yaptırmış olduğu hayrat dolayısıyla halk arasında onun adıyla anılan semtlerdir (Selimiye, Sultanahmet, Mahmutpaşa gibi). Tanzimattan sonra çeşitli yerleşim birimlerine padişah adı verme eğilimi görülmüşse de, bu eğilime genellikle hükümdarın özel gayret ve himmetiyle kurulmuş olan bayındırlık eserleri konu olmuştur. Padişah adı taşıyan ilk ve tek Anadolu kenti olan Elaziz (Elazığ; adlandırılışı 1867), daha önce adı bile olmayan bir mezra iken Abdülaziz zamanında imar edilip sancak merkezi olmuş bir yerdir. Mecidiye, Hamidiye ve Reşadiye adını taşıyan birçok köy ve mahalle, Abdülmecid, II Abdülhamid ve V Mehmet zamanında hazine-i hassadan (yani kamu maliyesinden ayrı olarak, sultanın özel hazinesinden) ayrılan paralarla iskân edilmiş yerleşim birimleridir.
Varolan kentlerin adlarının siyasi mülahazalarla değiştirilmesine, modern tarihte yaygın olarak ilk kez Sovyetler Birliğinde rastlanır. 1917 devriminden sonra bu ülkede çarlık rejimini çağrıştıran yer isimleri terkedilerek, Bolşevizmin simge ve kahramanlarından ilham alan adlar kullanılmaya başlanmıştır. Ancak 1925’ten önce, bilebildiğimiz kadarıyla, hayattaki bir Sovyet liderinin adı bir kente verilmemiştir. Petrograd’ın Leningrad adını alması, Lenin’in 1924’te ölümünden hemen sonradır. Stalingrad ise 1925 başlarında, Stalin henüz hayattayken onurlandırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyetinin yer adlandırma politikası, bu anlamda, Osmanlı’dan çok Sovyet anlayışını yansıtır. Ankara hükümetinin onayıyla 1922 Eylülünde Kemalpaşa, Mustafakemalpaşa, Kemaliye ve Mustafapaşa adlarını alan Nif, Kirmasti, Eğin ve Sinasos kasabaları, Türkiye tarihinde ideolojik gerekçelerle (somut bir bayındırlık eseri sözkonusu olmaksızın) iktidardaki devlet reisinin adını alan ilk yerleşim birimleridir.
Sokak adları konusunda da Cumhuriyetin yaklaşımı, Osmanlı geleneğinden çok modern çağın bir ürünü görünümündedir. Türkiye’nin herhangi bir kentinde, tahttaki Osmanlı sultanının adını taşımış olan ilk ve tek sokak, yanılmıyorsak, 1867 tarihinde adlandırılmış olan Beyoğlu’ndaki Aziziye (bugünkü Meşrutiyet) caddesidir. Temmuz 1927’de Gazi’nin İstanbul’u ziyareti münasebetiyle Şişli caddesine Halaskârgazi adı verilmesini, bu örneğin devamı sayabiliriz. Ancak Gazi’nin adını taşıyan sokak, cadde ve meydan adlarında 1927’den sonra görülen ani artışın (aynı yıl Ankara Gazi Bulvarı, 1935’te İstanbul Atatürk Bulvarı, Atatürk Köprüsü vb.) Osmanlı döneminde paraleli yoktur.
Sonuç
Türkiye’nin fiziki ve beşeri coğrafyasına damgasını vuran kişi kültünün, Osmanlı geleneğine indirgenemeyeceği görülüyor. Aynı kültün, Atatürk’e rağmen veya onun ölümünden sonra ortaya çıkmış bir olgu olmadığı da yeterince açıktır.
1920’lerden itibaren ülkeyi etkisi altına alan kul kültürünün korkutucu boyutlarını kavramak, Türkiye Cumhuriyetinde somutlaşan siyasi ve toplumsal zihniyeti layıkiyle değerlendirebilmek için önemli bir başlangıç noktası sağlayabilir.
http://ilerihaber.org/yazarlar/dogan-ergun/cumhuriyet-i-korumak/1538/
https://twitter.com/yetti_lan/status/645333961141547008
Cumhuriyeti, burjuvaziye rağmen savunmak:
http://www.wsws.org/en/articles/2013/07/01/pers-j01.html
“Kullanışlı aptalların” hiç mi suçu yok?
http://ilerihaber.org/yazarlar/metin-culhaoglu/sadece-soruyoruz/1608/
Kürt hareketinden, kendi uydularına kapak gibi kapak:
http://ilerihaber.org/hdpden-cumhuriyet-mesaji/24375/
“Cumhuriyetçilik çok rererö” diyenler onrayn mı?
http://ilerihaber.org/yuksekdag-kurtler-cumhuriyetin-temel-kurucu-unsurudur/24471/
Fatih hoca, Bilal’e anlatır gibi anlatmış:
http://ilerihaber.org/fatih-yasli-yazdi-cumhuriyet-ve-sol-siyaset/24373/
http://odatv.com/eger-ataturkun-kurtulus-savasindan-ders-alinacaksa-2003161200.html
https://www.jacobinmag.com/2016/03/easter-rising-ireland-james-connolly/
Cımhıriyit yınılsimisi: https://www.jacobinmag.com/2016/03/easter-rising-ireland-james-connolly/
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/orhan-gokdemir/hurriyet-i-ebediye-154670
Amerikan solunda “cumhuriyetin kazanımları” tartışması:
http://www.wsws.org/en/articles/2016/07/14/revo-j14.html