Ceza Sömürgesi ya da Uzun Bıçaklar Gecesi…
Kafka’nın Ceza Sömürgesi adlı uzun öyküsü zamanında beni çok etkileyen bir öyküydü. Ne var ki, insanın sırtına iğnelerle suçunu yazan o korkunç aletin dışında pek bir şey kalmamış aklımda. Hayalimde bu korkunç işkence ve ceza aletiyle devlet hep bir arada yer almıştır yıllarca. Ama hatırlamam gerekiyordu. Vikipedi’de Ceza Sömürgesi ile ilgili olarak şöyle bir tanımlamaya rastladım:
“Mahkûmu bir gün içinde, yavaş yavaş öldüren; suçluyu, sırtına cezasını yazarak kan kaybından öldüren bir makinedir bu. Eski komutan ölmüş ve yerine yeni bir komutan gelmiştir. Yeni gelen komutan makinenin işleyişini bilmemektedir; var olan sistemi ve makinenin işleyişini tek bilen kişi ise subaydır. Cezayı belirleyen de subaydır. Cezaya çarptırılan mahkûm ise makineye bağlanana kadar, ne aldığı cezadan ne de yargılandığından haberdardır. Sistemden kesinlikle şüphe edilmemektedir. Subay ise makinenin ceza şeklini çok beğenmektedir. Makine oldukça karmaşık bir sisteme sahiptir, suçlunun cezasını mekânizmasında bulunan iğnelerle, suçlunun sırtına işler ve suçlu yavaş yavaş 24 saat içinde kan kaybından ölür. O günkü suçlunun sırtına ise „Büyüklerine saygılı ol!“ yazılacaktır. Makinenin tek olumsuz tarafı ise sık sık parçalarının değişmesinin gerekmesi ve üzerindeki kanın sürekli silinmek zorunda olmasıdır.
“Subay sistemin kesinlikle devam ettirilmesinden yanadır. Bu yüzden gezginden sistemin güzelliğinden komutana bahsetmesini ister: Ancak gezgin, subaya sistemin değiştirilmesi gerektiğini belirtir. Adadaki yargı sistemini de hiç beğenmemiştir gezgin. Subay bunun üzerine makinenin üzerindeki mahkûmu kaldırır ve makineye kendisi geçer. Makineyi “Adil ol!“ yazısına ayarlar. Makine hiç de subayın düşündüğü ahenkte çalışmaz; gürültüyle iğneler subayın sırtına batmaya başlar, ortalık kan gölüne dönmüştür subay ölürken, gezgin ise bir tekneye atlayarak adadan kaçar.”
Sonuç olarak ceza aleti, onu uygulayanı vurmuştur. Genellikle devrimlerin, “kurtuluş” savaşlarının ve devletlerin vurucu güçleri, bir süre sonra vurulan güç durumuna gelirler.
Tarihte bunun sayısız örneği vardır. Hiçbir ideolojik ayrım yapmadan en belirginlerinden bazılarını buraya alayım.
Kronstadt bahriyelileri 1917 devriminde devrimin vurucu gücü, Lenin’in “hazır askerleri”ydi. Devrime fanatiklik ölçüsünde inanmışlardı. Öyle ki, 1917 devriminden sonra yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde Bolşevik Parti, Sosyalist Devrimci Parti’nin karşısında seçimleri kaybedince, Lenin bu meclisi Kronstadt Bahriyelilerine dağıttırdı. Troçki’nin deyişiyle “devrimin onuru ve şerefi” Kronstadtlılar bir an bile tereddüt etmeden Kronstadt adasından gemi ve motorlarla Petersburg’a geçip Kurucu Meclisi dağıttılar ve kapısına kilidi vurdular.
İç savaşta da kahramanca savaşan ve en zor savaş cephelerine yollanıp bu cephelerde kanlarını akıtan (ve tabii kan akıtan) Kronstadtlılar sonunda baştaki Bolşevik Partisi’nin bürokratik bir diktatörlük kurduğunu, işçi ve köylüleri ezmeye giriştiğini görünce büyük bir hayalkırıklığıyla ama bir an tereddüt etmeksizin yeni bir devrim için ayaklandı ve “devrimin onuru ve şerefi” Krostdatlılar Lenin ve Troçki tarafından ezildi. Sağ kalabilenleri buzların üzerinden yürüyerek Finlandiya’ya kaçtılar.
Her ülkenin kendine özgü koşulları ve güçleri var elbette ama Krostadtlılarla Çerkes Etem güçleri arasında bir benzerlik kurulabilir. Bir anlamda Çerkes Etem de Ankara’daki yeni hükümetin “onuru ve şerefi”ydi. Ankara’ya başkaldıran Padişah yanlılarını her tarafta ezen ve acımasızca cezalandıran (bol bol ipe çekmek de dahil) Çerkes Etem’in “gayrinizami” birliklerinden başkası değildi. Ege’deki Yunan işgalcilerine karşı direnişini de Çerkes Etem çeteleri ve benzeri yerel çeteler gerçekleştirmişti aslında. Anzavur isyanlarını bastırdıktan sonra Ankara’ya gelen Çerkes Etem, Mustafa Kemal ve diğer erkân tarafından kahramanlar gibi ve biraz da korkuyla karşılanmıştı. Daha o zamandan bu silahlı aktif gücün yeni kurulan devletin başına bela olabileceği ve daha fazla güç kazanmadan ortadan kaldırılması gerektiği düşünülmüştü belki de.
Ve öyle de yapıldı. Yunan işgal güçlerine karşı hiçbir başarılı savaş vermemiş olan Ankara’nın emrindeki Osmanlı kalıntısı nizami ordu, Çerkes Etem çetelerinin üstüne sürüldü ve Çerkes Etem ve adamları canlarını, o zamana kadar kıyasayı savaştıkları Yunan birliklerine teslim olarak kurtarabildiler. Yunanlılara teslim olmasaydılar Ankara hepsini ipe çekecekti.
Almanya’da Hitler’i iktidara getiren esas güç, yakın arkadaşı Ernest Röhm’ün komutası altındaki, “kahverengi gömlekliler” de denen Saldırı Birlikleri (SA) idi. SA’lar yalnızca komünistlere değil, Nasyonal Sosyalizme muhalif herkese karşı terör uygulayarak bir korku ve sindirme ortamı yaratmışlardı. Yani SA’lar, “Nasyonal Sosyalist Devrim”in vurucu gücüydüler ve kendilerine göre idealleri vardı. Militanlarını daha çok küçük burjuvaziden ve yoksul kesimlerden toplayan bu örgüt Hitler’in zenginleri tasfiye edip “ırkçı-eşitlikçi” bir sistem kuracağına gerçekten inanmıştı. Tabii Hitler onların sayesinde iktidara gelip burjuvaziyle ve Reich rejiminin temel direği ordu ile bağlarını pekiştirdikten sonra bu “idealist”lerin (ülkücülerin!) temizlenmesi şart oldu. Çünkü SA’lar bir yandan Hitler’in vurucu gücü olarak teröre devam ederken, bir yandan da “devrimleri”nin ihanete uğramakta olduğu korkusuyla gözlerini Hitler’e ve yeni seçkin kadrosuna dikmişlerdi. Anlayacağınız, “ceza sömürgesi” aletinin iğneleri bizzat rejimin sırtına batmaya başlamıştı. 1934 yılı Temmuz ayında, “Uzun Bıçaklar Gecesi” adı verilen bir hareketle, Röhm başta olmak üzere SA’ların 200 kadar lideri öldürüldü ve SA’lar ortadan kaldırıldı.
Tam olarak buna benzemese de o yıllarda Sovyetler Birliği’nde de, Stalinist rejimin vurucu gücü olan gizli polis örgütü GPU-NKVD’de Stalin iki kez büyük tasfiye hareketine gitmek zorunda kaldı. Bu örgütleri ortadan kaldırmadı ama şeflerini ve kadrolarını ölüme gönderdi: Önce Yagoda, ardından da Yezhov. Ve tabii onlara bağlı binlerce sorgucu, ya doğrudan doğruya enselerinden vurularak öldürüldüler ya da ölüm kamplarına gönderilip oralarda telef oldular. Buna rağmen, Stalin ölümüne kadar, en büyük vurucu aletinin kendisini de izliyor olabileceği kuşkusundan kurtulamamıştır.
27 Mayıs askeri darbesini yapan Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) ardında çok daha etkili genç bir subay kadrosunun bulunduğu ve hatta idamların bu gizli cuntanın dayatmasıyla yapıldığı söylenegelir. Bunun o kadar gerçek dışı olmadığı daha sonraki olaylarla ortaya çıkmıştır. 27 Mayıs’ın esas vurucu gücünü oluşturan ve nispeten daha genç subaylardan oluşan bu gizli cuntanın liderlerinden biri olan Talat Aydemir, 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963’teki darbe girişimlerinin ardından yenilgiye uğramış ve o zamanki devlet tarafından, arkadaşı Fethi Gürcan’la birlikte idam edilmiştir. Vurucu güç bir kez daha vurulmuştur böylece.
1970’lerin vurucu gücü, sivil paramiliter “komando” örgütlenmesiydi. 12 Eylül cuntası, bu paramiliter gücün yarattığı ortamdan yararlanarak iktidara gelmiş ve ardından onları da içeri atmıştır.
1980’li ve 1990’lı yıllarda devlet, Kürtlere karşı vurucu güç olarak gizli kontrgerilla çetelerini kullandı. Ordudan, jandarmadan, polisten, itirafçılardan ve eski ülkücülerden devşirilmiş bu kontrgerilla gücü, kontrolden çıkma eğilimi gösterince Susurluk’ta başlayan bir süreçte devlet tarafından kısmen tasfiye edildi, kısmen de denetim altına alındı. Tasfiyeye karşı direnen vurucu güç unsurları bundan sonraki süreçte “Ergenekon” davasına (Veli Küçük, İbrahim Şahin) aktarılarak içeri atıldılar.
AKP-Devlet, özellikle son beş yıllık süreçte vurucu gücü, olağanüstü yetkili mahkemeler aracılığıyla önemli ölçüde yasallaştırdı ve böylece yeni bir vurucu güç oluşturdu: Yargı-polis. Yani kısacası, vurucu güç “illegal” değil, “legal” olacaktı.
Ne var ki, yasal da olsa vurucu güç vurucu güçtü ve bu makinenin de iğnelerini günün birinde bizzat rejimin en başındaki siyasi iradenin sırtına batırmaması için bir sebep yoktu.
Bugün yaşanan olay budur. Şimdi iktidar, vurucu güç aygıtını acil atamalar ve yeni yasalar yoluyla yeniden tam denetimine almaya çalışıyor.
Gazetelerde “cemaat-AKP” çelişmesi yorumlarından geçilmiyor. Doğrudur. Böyle bir çelişki olduğu ayan beyan ortada. Hatta bu çelişkinin uçları İsrail’e kadar bile uzatılıyor. Bu da olmayacak şey değildir. Ama gözden kaçırılan önemli bir şey var. Burada oldukça “yapısalcı” bir yorum yapmak istiyorum. Bu tür çatışmalarda kişiler veya siyasetler belirleyici değildir. Belirleyici olan, kurumların kendileridir. Yani kim hangi kuruma sahipse onun gereğini yapar, onun siyasetini yürütür. Yani sabit ve değişmez siyasetler yoktur. Dolayısıyla herkes başında bulunduğu kurumun o andaki isteklerine ve iradesine göre “şahin” de olabilir, “güvercin” de, hatta duruma göre her ikisinin karışımı da olabilir. Bugün yargı-polis, kendine biçilen fonksiyonun gereğini yapmaktadır. Dolayısıyla bu kurumlarda kim ağırlıktaysa o, “şahin” rolünün gereklerini yerine getirecektir. Ama aynı siyasi eğilim, diyelim ki, hükümetin başı rolünü üstlendi, bugün hükümetin başı rolündekiler de yargı-polisin fonksiyonlarını üstlendiler. Bu sefer aynı şahin rolünü onlar oynayacaktır.
Yani kısaca söyleyecek olursak, biz ezilenlere düşen, “şahin”lere karşı “güvercin”leri daha olumlu bulmak ve örneğin Cengiz Çardar’ın yaptığı gibi, bir futbol maçı taraftarı havasında “güvercin” taraftarlığı yapmak değil, o işkence aletini toptan kırıp yok etmektir.
Görmüyor musunuz, o korkunç alet her allahın günü iğnelerini derimize daldırarak sırtımıza “terörist” diye yazıp duruyor.
Gün Zileli
12 Şubat 2012
Sen bir anarsist olarak Kemalist-fasist partiyi “sehirli orta siniflarin partisi” olarak nitele, sözde sol, ile kürtleri de o partinin pesine takacak birlesik cephe planlari yap, 27 Mayis fasist darbesini halk devrimi olarak tanimla sonra da “biz ezilenler, devrimciler vesaire” diye ahkam kes; dünyanin hiçbir yerinde, tarihin hiçbir döneminde senin gibi bir çakma anarsist görülmemistir, sen önce bunun hesabini ver de ondan sonra akil dagit.
Haklısın polis bey kardeşim. En hakiki, en doğru anarşistler senin gibi, Işık Evlerinde yetişen A-kp’lilerdir 🙂
sen o kadar zeka ve bilgi küpüsün ki Işık Evlerinde AKP’lilerin yetiştigini sanmaktasin
Espri, benzetme, ironi vb. şeyleri gerçek bilgiyle karıştıranlar bize “zeka ve bilgi”den bahsetmesinler lütfen.
Daha önceki yazılarınızda ve bizim yorumlarımızda tutuklu gazeteciler ile (hiçbir ideolojik ayrım gözetmeden) dayanışmanın ve AKP-Devlet rejiminin her türden muhalefeti susturma amaçlı siyasi davalarına karşı çıkmanın güçlü bir toplumsal muhalefet hattı örebilmek için iyi bir başlangıç olabileceğinden ve hatta toplumsal devrime de buradan bir kanal açılabileceğinden bahsetmiştik. Fakat burada “Nasıl?” sorusu büyük bir önem taşıyor: Toplumsal devrimi gerçekleştirecek olanların (adı üstünde) toplumun emekçi ve ezilen kitleleri olacağını hatırlayacak olursak, yukardaki iki muhalefet dinamiğinin (basın özgürlüğü mücadelesi ve tasfiye edilen muhalefet odaklarına özgürlük mücadelesi) emekçi halk kitleleriyle ilişkisinin nasıl kurulacağı sorusu…
Arap ülkelerindeki açık/belirgin diktatörlüklerin aynı zamanda sert, patlamalı, ufak bir kıvılcımla alevlenebilen bir toplumsal muhalefet yaratabildiğini geçen yılki halk isyanları sayesinde görmüştük. Halbuki Türkiye’de sömürünün ve dikta rejiminin Arap ülkelerine nazaran daha ustaca yollarla kamufle edilebildiğini (“çok sesli” bir parlamentonun varlığı, STK’ler, burjuva aydınları, pop-kültürü, sarı sendikalar vb. aparatlar sayesinde), bu yüzden de Türkiye’de halk isyanı ve toplumsal devrimin koşullarının oluşmasının daha uzun ve meşakatli bir örgütlenme süreci gerektirdiğini tahmin edebiliriz. İşte bu yüzden yukarda bahsettiğim iki muhalefet dinamiğinin halk kitleleriyle (sanayi işçileri, HES mağdurları, tarım politikası mağdurları, kent yoksulları, topraksız köylüler, alt-orta sınıflar, ezilen/dışlanan kimlikler vb.) ilişkisinin nasıl kurulacağı, irtibat ve özörgütlenmelerin nasıl kurulacağı ve bu kitlelerin nasıl harekete geçirileceği gibi sorular üzerinden düşünmenin ve hesapların/planların bu sorular üzerinden yapılmasının yararlı olacağına inanıyorum. Ne dersiniz?
zilelinin eski yeni bütün efendileri ve hegemonyasındaki devlet-iktidar araçlarını hedef alıp ciddi eleştirileri gören iktidar yalakalarının zileliye iktidar heveslisi demesi bile özgürlükçü anarşizmin bizde geldiği yer açısından çok değerli ve önemlidir.eski ve yeni efendilere mahküm değiliz kendimiz olup kendi geleceğimizi ellerimizle inşa edebiliriz.devlet-iktidar ve gayrı meşru sistemin tüm mağdurları ile birlikte iş yapıp toplumsal muhalefetin politik programıyla toplumsal devrim ateşini yakabiliriz.çevresindeki bütün özgürlükçü isyanlara koşup devrim bayrağını yükselten baküninden emmaların anısına yeni başarı öyküleri katabiliriz.enseyi karartmayıp geldiğimiz yeri görebilirsek daha büyük hedeflerde geleceği inşa edebiliriz
Bu çözümleme ya da tez, bazı yönlerden sorunlu görünmüyor mu?
İktidar boşluk kaldırmaz. Çünkü, “iktidarı ele geçirmekte kullanılan legal ve illegal vurucu güce, her iktidarın, her an ihtiyacı vardır. Bu bakımdan vurucu gücün, (devrim ve karşı devrim dışında) dayanağının değil, biçiminin, “komuta mekanizmasının” değiştiğinden söz etmek daha doğru olsa gerek.
Ne var ki, bu yaklaşım bile, “1980’li ve 1990’lı yıllarda devlet, Kürtlere karşı vurucu güç olarak gizli kontrgerilla çetelerini kullandı. Ordudan, jandarmadan, polisten, itirafçılardan ve eski ülkücülerden devşirilmiş bu kontrgerilla gücü, KONTROLDEN ÇIKMA EĞİLİMİ GÖSTERİNCE Susurluk’ta başlayan bir süreçte devlet tarafından KISMEN TASFİYE EDİLDİ, KISMEN DE DENETİM ALTINA ALINDI” görüşünü, sorunlu olmaktan kurtarmıyor.
Susurluk öncesi ve (1996Kasım) sonrasında, “vurucu güç olarak gizli kontrgerilla çeteleri” aynı bileşenlerden oluşmuyor muydu? Yani, Ordudan, jandarmadan, polisten, itirafçılardan ve eski ülkücülerden devşirilmiş değil miydi? Uzağa gitmeye gerek yok. Danıştay, Hrant, Santoro, Zirve Yayınevi cinayetlerinin perde önünde ve arkasında kalan aktörler yine; Ordudan, jandarmadan, polisten, itirafçılardan ve eski-yeni ülkücülerden “mürekkep” değil mi? Kaldı ki önceki süreçte; gerici-şeriatçı-yobaz takımı da vardır. Geçmişte, (Kanlı Pazar olayında M. Şevket Eygi, Şule Yüksel Şenler, Osman Serdengeçti, İlhan Darendelioğlu vb. kişilerin önderlik ettiği) Komünizmle Mücadele Dernekleri, bu gün; “polis içerisine yerleşmiş” tarikat-cemaat mensupları olarak, daha güçlü biçimde sahnededirler. Özet olarak, bu süreçlerde “tasfiye edilmiş” bir kuvvet yok. Nitekim, bir kaç isim öne sürmekle, tasfiye olgusu da kanıtlanmış olmuyor.
“12 Eylül cuntası, bu paramiliter gücün yarattığı ortamdan yararlanarak iktidara gelmiş ve ardından onları da içeri atmıştır” görüşü de eksik.
12 Eylül’de ASIL iktidar; acaba DARBE İLE İKTİDAR OLAN Kenan Evren ve TSK’nın mı yoksa ABD’nin mi elindeydi? En azından ABD, 12 Eylül sonrası iktidar üzerindeki etkisini arttırmadı mı?
O halde aradaki fark nedir?
Kanımca arada bu bakımdan hiçbir fark yoktur. Çünkü bütün süreçlerde, o kuvvete ABD hükmediyordu. Hükmetmeye devam ediyor.
Neyzen Tevfik’e atfedilen beyitteki gibi:
“Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti, Yumruk yine o yumruk, bir var ki el değişti”.
Peki, değişen ne? Acaba sürekli olarak “aynı suda mı” yıkanıyoruz?
Elbette hayır! Değişen “şeyler” var. Bu süreçte iletişim olanaklarının gelişimi, toplumun politikleşme oranını büyüttü. Buna paralel olarak, (12 Mart-71 döneminde 2-3 yıl sindirilen) basın, 1980 sonrasında büyük sermayenin eline geçti. Sonuç olarak ABD’nin “hükmetme gücü” arttı ve psikolojik savaş silahları değişip-gelişti. Başka bir ifade ile “dış dinamiklerin etkisi” arttı. 12 Eylül öncesinde, “geride-gölgede kalan” kontrgerilla “iktidar koltuğundaki” yerini genişletti. Medyayı daha büyük ölçüde kontrol altına aldı. Sol’dan bile kendisine kadrolar devşirdi.
Özetle; yapılan çözümleme de veya ileri sürülen tezlerde, bana göre sorunlu görüşlerin kaynağında “emperyalizm olgusu”nun gözardı edilmesi var. Makalede yer verilen örnekler de bu yüzden “yama” gibi duruyor.
yakın düşünüyoruz.
iktidar yozlaştırır.iktidarın olduğu bir sistemde eşitlik ve özgürlükten bahsedilemez.kendi adamlarını bile yok eder iktidar.
AKP rejimi tarikat- cemaat biçiminde kamufle edilen bir çeteler cephesidir.
Türkiye’ de İktidar erkinin yeni ortakları olan tarikatlar, çete kültürünün en üst biçimini temsil ediyorlar. Türkiye çetelerden arınma değil, onların en gelişmiş biçimince yönetiliyor.
AKP rejiminin temel direklerini oluşturan Nakşibendiciler- Nurcular-Fetullahçılar- Süleymancılar ve 12 Eylül cuntacıları Türk İslam sentezinin etrafında kenetlenerek kadrolaşmalarını tamamladılar. Tarikatlar koalisyonundan başka bir şey olmayan AKP’ de hangi bakanın hangi tarikata mensup olması gerektiği, önce dergahlarda konuşulur. Kabinenin yüzde 64′ü, Nakşibendi tarikatının sertlik-yayılmacı yanlıları diye adlandırılan Dergâhları’na mensup. Tayyip Erdoğan da aynı dergâha bağlı. Yüzde 11′sı Nurcu.
AKP rejimi tarikat- cemaat biçiminde kamufüle edilen bir çeteler cephesidir. Fethullahçılardan, Milli Görüş’e, Menzil grubundan Nakşibendilere, Türk Ocakları kökenlilerden Akıncılara, Ülkü Ocakları kökenlilerden Nizam-ı Alemcilere ve daha sayamadığımız bir sürü tarikat, tekke, ocak mensuplarına kadar ortak paydaları, milliyetçi-ırkçı, Türk-İslam sentezidir. Mücahit Akıncıların pan-türkizm temelinde Libya ve şimdi de Suriye topraklarında aktif savaşa katılmaları, Fethullahçıların ve Nakşicilerin Müslüman kardeşler örgütleri ile birleşerek “dünyaya hakim olma” adına Arap rejimlerini kontrol yarışında illerleme göstermeleri, paramiliter İslamist örgütlenmelerin hızla artan faaliyetleri, Erdoğan’ın ve diğer tarikatların “ırkçı, milliyetçi, dinsel gericiliği” birleşince tehlike çanları daha da hızlı çalıyor.
Üst rutbeli subayların çark etmeleri, Türbanlı hatunların önünde süklüm büklüm olmaları tasadüfi değildir. 12 Eylül generallerinin ahlaksızca uydurduğu ve bugün tuhaf biçimde kendisini her alanda ifade eden sözde “ılımlı dindar Atatürk milliyetçiliği” aslında buz gibi ırksal ve dinsel bir omurga üzerinde duruyor: Türklük ve Sünni İslam!
1981 yılında askeri hükümetin Başbakanı Bülent Ulusu’nun Taif’deki İslam zirvesine katılarak, koruyucu İslam kuşağı oluşturulması amacıyla Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan ve Sudan ile kurulan sıcak ilişkiler ve hemen sonrasında A. Gül’ in Arap bankalarının başına getirilmesi bu sürecin hızlandırlmasına takabül eder. İslamiyet, devletin 12 Eylül temelinde gelişen ve dış dinamik tarafından kollanan ihtiyaçları doğrultusunda yeni bir politik içerikle ele alınıyordu. Öncelikle körfezdeki petrol çıkarlarını düşünen ABD, Suudi Arabistan, Pakistan gibi otoriter rejimlerle yönetilen ancak “kanun dairesinde” hükmünü icra eden İslamcı devletleri destekliyordu. Bu çerçevede “Kanun Dairesinde İslam” Türkiye’de devlet politikası haline gelirken, 12 Eylül sonrası askeri iktidar tarafından yaygınlaştırılan, Rabıta, her köye bir cami, her Türk’ e bir imam, zorunlu din dersleri uygulamalarıyla, bütün güç tarikat ve kahraman mehmetçik ortaklığına veriliyordu.
12 Eylül’ de özellikle baskıcı tarikat ve cemaatler darbeyi coşkuyla karşılıyorlardı. Askeri kanat tarafından korunan Fethullah Gülen’in ismi o zaman yeni duyulmuşken darbeyi desteklemek için bir sakınca olmadığının fetvasını veriyordu. Şimdiki cumhurbaşkanı A. Gül Hizbullah örgütüne bağlı olarak faaliyet gösteriyor ve 1982 lerde Askeriyenin çekirdek kadroları ile ilişkiye geçiyordu. Daha sonraları ise, cumhurbaşkanlığı ufukta görününce, ilkin Kenan Evren’ i ziyaret ediyordu. Abdullah Gül, Nakşibendi şeyhi Seyyid Abdülhakim dergâhının uzantısı olarak tarikat-cemaat ilişkilerine katılmış ve daha sonra generallerin adamı olarak Arap petrol dolarlarının transaksiyonlarını gözetleme fonksiyonunu üstlenmişti. Gerek Millî Görüş hareketinde, gerekse Askeriye, MHP ve uluslararası Müslüman örgütlerle iyi ilişkileri olan bu şahsiyete mazbata verilmesi, örgütlü, planlı bir sürecin parçasıdır. Erdoğan’ın yerine Gül’ ün tercih edilmesinde, Gül’ ün Arap bankaları yoluyla, üst derece devlet yöneticilerinin, MİT ve ordu’nun Rabıta örgütü atrafından finanse edilmesinde kilit rol oynamasıydı. A. Gül, burada, yalnızca ABD ve Suudiler değil aynı zamanda çete kültürüne sahip Askeriyenin de güvenini alıyordu. Darbeden sonra Fethullah Gülen cemaatine bağlı Sızıntı Dergisi’nin başyazısında, “Ümidimizin tükendiği yerde Hızır gibi imdadımıza koşan Mehmeçik’e bir daha selam duruyoruz” demekle darbecilere selam durmuşlar. Böylece Türkiye’ nin dini çeteleri olan tarikatları darbeyi desteklemekle, hızla gelişme ve büyüme göstermişlerdir. 12 Eylül’ün en önemli ürünlerinden biri işte bu Türk İslam sentezidir. Darbe sonrası siyasetten kültüre, eğitimden idari yapıya kadar her şey, her alan bu ideolojinin ekseninde biçimlendirilmiştir. AKP- Kemalist ordu ittifakı ile, Osmanlı Devleti’nin İslam ümmetçiliğine dayanan fetih ideolojisi yeniden diriltilmektedir. Bu nedenle AKP, ABD’nin desteğiyle içeride ve dışarıda İslam’ı ve Osmanlı mirasını sahiplenerek Sünni İslam ümmetçiliğin bölgede sözcülüğünü üstlenmiştir… AKP iktidarının 3. döneminde Yeni Osmancılık siyasal ve toplumsal hayatın her alanında egemen olmaya başlamıştır. Artık Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş yıldönümleri kutlanmakta, Osmanlı’dan kalan etnik, kültürel ve dinsel gelenekler kutsanmaktadır. AKP kongrelerinde “Biz Osmanlıyız” marşları söylenmekte, Osmanlıca Arapça’nın yanında okullarda seçmeli ders olarak okutulmakta, İslam’ı ve Osmanlı’yı yücelten filmler, diziler, oyunlar, müzikler TRT ekranlarında boy göstermekte, otomobillerin camlarına, gümüş takılara, işyerlerinin duvarlarına kadar her yere Osmanlı tuğrası resmedilmektedir.
12 Eylül’den sonra Kemalizm yerine Türk-İslam Sentezi’nin resmi ideoloji haline gelmesi “yeni Osmanlıcılık” akımının yolunu açtı. Türk-İslam Sentezi’nin ana çerçevesi, Türklerin öncülüğünde “İslam birliğini kurmak, geliştirmek ve Osmanlı’dan miras olarak bu işlevi devir ve teslim almak, ahlak ve kültür öğelerini, uzun vadeli bir plan içinde din temeline dayalı” olarak biçimlendirilmişti.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden beri Türk-İslam sentezi ve bunun içerisinde de İslam’ın sadece bir kolu Hanefi mezhebi… Onun dışındakileri yok saymış ve insanlara ‘ancak benim size önereceğim din dindir’ baskısı yapmıştır.
Günümüzde hem dini hem de ırki düşünsel sentezin oluşturduğu Türk-İslam ideolojisinin Neo-Osmanlıcı zihniyetin örneğini, Türkiye’de 10 yıldan fazladır iktidar olan AKP hükümeti oluşturmaktadır. TC’nin kuruluşundan 2002′ye kadar sadece etnik Türkçülük ağırlıklı ırkçı bir hegemonya gerçekliği söz konusuydu. Bu hegemonik sürecin soykırım uygulamalarına en fazla maruz kalan bütün Anadolu halklarıdır. Asker-polis sopasına dayalı jakoben rejimi, şimdi yerini Türk-İslam sentezinden oluşan Yeşilci Irkçılığa bıraktı. Yani AKP şahsında hegemonik sistem kendisini yenileyerek çağın koşullarına göre uyarladı. AKP, Türk devletinin kuruluş felsefesinin gereklerinden olan Anadolu ve Trakyada ki etnik temizlik sürecini yeniden canlandırıp sonuca götürme projesini yüklediği misyonla hareket ediyor.
Yeşil Türkçülük ideolojisi, Türkiye’de Türk-İslam sentezi biçiminde kendisini bir formasyona kavuşturdu. Bu örgütleme hızla 60′lı yıllardan sonra kendisini Türkiye’ye taşırarak modernizme karşı mücadele dernekleri biçiminde devlet destekli bir örgütlülüğe kavuşturdu. Gülen cemaatinin liderinin bu derneklerden birinin başı olduğu birçok kesim tarafından da biliniyor. Aynı zamanda bugün TC Başbakanı olan Tayyip Erdoğan’ın aynı anlayışı temsil eden Türk Milli Talebe Birliği geleneğinden geldiği de diğer önemli bir ayrıntıdır. 12 Eylül askeri cuntası da en çok bu Yeşil Türkçü ırkçı ideolojiye yaradı. Bu cemaat tipi örgütlemenin güçlenmesi için devletin tüm imkanları cunta lideri Evren tarafından seferber edildi
AKP, Türk-İslam Sentezini seçerken, bu sentezin Avrupa’ da varolan yöneticilerin zaaflarından en iyi faydalanma olanaklarını sağladığını, kendilerini temiz dindarlar olarak lanse eden onbinlerce tarikatçı kadronun, Avrupa kanunlarının en zayıf noktalarına dayanarak kendilerine güç sağlayacağını, Avrupa’nın şimdiki zayıf yöneticilerini din-iman-hümanizma adına ekarte edeceğini, aynen 1200-1450 yıllarındaki katolik ve ortodoks yöneticilerinin durumuna benzer bir duruma yol açacağını iyi biliyorlar. Yığınlarla akın eden müslüman göçmenlerin taşıdıkları yıkıcı fonksiyon ‘din işleri’, insan hakları adı altında kamüfüle edilirerek, ümmet bilinci bu defa da orta Avrupa’ da yayılmanın temel aracı haline getiriliyor. Ms. 1200 yıllarında Katolikler kendi gemileri ile Rumelin’ ne göçmen Müslümanları taşıyorlardı, çünkü o zaman en büyükü rakipleri olan Ortodoksları zayıflatmak istiyorlardı. Vatikan, Osmanlı’ nın Avrupa’ya ayak basmasını sağlayan ilk güç idi. Şimdilerde ise çoğu Avrupa partileri aynen o zamanın Katolikleri gibi, uygarlığı yıkmak için Müslüman göçmenlerin yıkıcı fonksiyonlarından meddet ummaya başladılar.
‘2071 yılı yeni hedefimizdir’ diye bas bas bağıran Recep Erdoğan’ ın, bununlan neyi kastettiği çoğu kişinin gözünden kaçtı.
1071 Anadolu, 2071 Avrupa!
Erdoğan’ın 2071”nin ruhunu anlamak için, Avrupa’lıların fazla kafa yormalarına gerek kalmıyor. Osmanlı’dan neo-Osmanlı’ya, Türkçüsüyle İslâmcısıyla Türk-İslâm sentezi tam tekmil. Ordusuyla, tarikatlarıyla, cemaatleriyle…, liberalleriyle her şey ortada. Her fatih gibi AKP de fütuhatını komuta ettiği kalabalık orduya borçlu. O halde, “komuta”nın nasıl işlediğinin yanısıra, o “kalabalık ordu”nun yapısına ve maddî-manevî teçhizatına yakından bakalım. Elbette vurucu gücünden, akıncılardan başlayarak. Öyle olunca da gelsin hak gaspları, peşkeş, alicengiz ve rant,kara para zaten hep orada. “Her köye cami” kampanyası, ilahiyat seferberliği de bonusu. “Anavatan”da ne yapılıyorsa “gurbet vatan”da da yapılıyor. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca Sünni Türkler dışında kalan hiçbir unsur için hiçbir zaman güven içerisinde ve kimliğiyle gurur duyacağı bir yurt olamadı. Ama daha da kötüsü; bu sözde tekleştirilmiş yurt, egemenliği başkalarıyla paylaşmama andını her Allah’ın günü tekrar etmenin yenmeye yetmediği bir korku nedeniyle hiçbir zaman gerçek anlamda Türk’ün de yurdu olamadı.
Türkiye halkına ne yapılıyorsa Avrupa halkına da o yapılıcaktır. Giriş, gelişme, sonuç: Fetih, işgal, ilhak…
Tıpkı 1950’lerde Menderes’li Demokrat Parti’nin icad ettiği, sonrasında Millî Görüş’ün devraldığı, şimdi de AKP’nin sahip çıktığı yüz kızartıcı kılıç-kalkan-cihad teorileri neo-Osmanlıya doğru iman köprüsü kuruyor. Avrupa’ya –ve temsil ettiği mihraklara– da âdet olduğu üzere “kahpe” rolü düşüyor. Bütün bunlar olurken “ecdadımız”dan tevarüs ettiğimiz bilinçdışı “sır”lar da ifşa oluyor.
AKP VE AVRUPA
Sokaktaki hızla artan başörtüsü ve islam okulları, kuran kursları, yüksek minareler, politik islam tarafından yönlendirilen kitleye göre, Avrupa kentlerinin sembolik bir işgalidir.
Avrupa şartlarında entegrasyon, her tarafa cami kurmak, kuran kursu açmak, imam göndermek, kadınlara türban-çarşaf giydirmekle olamaz. Avrupa’da din -kültür eğitimi adına tarikatların denetiminde cahil kitleleri kışkırtıp, onları beraber yaşadıkları toplumlara düşman etmek entegrasyon değildir. Bulunduğu, yaşadığı yere ne kadar ters, yabancı, uyumsuz adet ve görenekler varsa, onları oranın halkına karşı birer provakasyon aracı olarak kullanmakla entegre olunamaz. Milyonlarca başörtü ve islam okulları, kuran kursları ve onbinlerce dini militanın oluşturduğu tarikatlar, minareli camiler, neyi amaçlıyor ? Bu, Avrupa insanı için bu bir provakasyondan başka bir şey değildir.
Aile birleşimi, Avrupa açısından bir felaket dalgası olmuştur. Bu yeni göç sosyal anlamda, kadınların birer kağıt parçası olarak kullanılıp, ilkel anlamda, adına evlilik denilerek, kabile dönemine takabül eden aile zorlamaları ve parayla satın alınan kadınların üzerinden yapılan, milyonlarca insanın Avrupa’ ya sokulmasını hedefleyen, iş migrasyonu ile ilişkisi olmayan bir katastrofdan başka bir şey değildir. Bu yeni fenomenle ikinci kuşak veya parazit damatlar sınıfı denilen dejenere tabakanın da Avrupa’da ortaya çıkması bir realite olmuştur. Bundan sonra göçmenlerin entegrasyon meselesi tam bir felaket halini alacaktır. Bir yandan süren göç ve uyumsuz kuşaklar sorunu, diğer yandan da artan işsizlik, Müslüman ülkelerin de bu insanları kendi çıkarları için birer işgalci olarak örgütleme çabaları, yeni bir felaketin ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Bu dönemde, Avrupa görünmez mekânlara çekilmiş olan mescitlerin mekân değiştirmesine ve yeni camilerin yapılmasına sahne oluyor. Damatlar kuşağı, Avrupa! da var olan bütün haklara bedavadan konmuş, hiç bir şekilde, hiç bir hak ve hukuk için bir nebze olsa da çaba göstermemiştir, kandınlar kandırılıp oturumlar alınmış ve sonra da bu kadınlar sokağa atılmıştır. Bugün Berlin şehrinde Türkler arasında ki boşanma sayısının Alman toplumundan daha yüksek oluşu bunun kısa bir özetidir.
Tarikatlarca örgütlenen uyumsuz kitle, hemen kendi kültürünü yaşatmak adına camiler ve Kur’an kurslarının açılmasına başlamış ve kendilerini birer kolonist olarak görmüşlerdir.
Sosyal anlamda geri kalan kitlenin kendilerinin de tam anlamadıkları ‘kimliklerini’ vurgulamaları, minareli cami ve başörtüsü gibi sembollerle görünür hale gelmeleri entegrasyona karşı bir direnişi ve toplumdan yalıtlanmayı ifade etmektedir. Yalıtlanmışlık ve uyumsuzluk göstergesi olan bu semboller, hoşgörü sınırlarını da zorlamaktadır. Bedavadan, akın akın Avrupa ya akan Müslümanlar, Avrupa ülkelerinde kendilerini artık birer kolonist olarak görüyor ve doğal olarak da sosyo-kültürel uyumu red etmektedirler.
ENTEGRASYON MU, YIKIM MI?
Türkiye’de yine her zamanki milliyetçi, ırkçı fanatik yolu seçin ve aynı anda da Avrupa topluluğuna girmek istiyorum deyin!.
Normal toplum ile çelişen standartlar ve değerler, düşmanca bir siyasi ideoloji ile entegrasyon mümkün değildir, başka bir ülkeyle de birleşme olamaz.
Müslüman lider Erdoğan, Avrupa’ya akınlar düzenlemiş, yakmış yıkmış ne kadar kriminal osmanlı lideri varsa onunla gurur duyduğunu söylüyor. İstanbul’un işgali ve uygarlığın çöküşünü de bayramla kutluyor! Bizans’a saldırıp, Anadolu’yu işgal eden ne kadar cani varsa hepsine sahip çıkıp onların yolundan gidiyorum deyip, arkasından da beni mutlaka Avrupa’ ya alın, yoksa görürüsünüz diye tehditler savurmaktanda geri kalmıyor!.
Erdoğan, son AKP kongresinde:”….1071 oldu ve şimdi sırada 2071 var ‘ diyerek Avrupa’ yı açıkça tehdit etti. 1071 öncesi göçmenlik sorunları Bizans İmparatorluğu’ na yönelik idi şimdi aynı şey Avrupa’ya karşı bir silah olarak kullanılacaktır. Türkler, Bizans sınırlarını savaşla geçmeden 150 yıl öncesinden beri göçebelik yoluyla aşıyorlardı, İslam dinine geçmiş göçmenler akınlarla içeri dalıyor ve ülkenin korkunç bir şekilde kanunsuzluk, şiddet ve aşırı tehdit ortamına sokulmasını sağlıyorlardı ve zaman içinde zayıflatıyorlardı. Bu bozuklukta Kilicarslan olarak tanına Selcuklu lider’ e de son darbeyi vurmak kalmıştı. O zamanın uygarlığı, sonunda 1071 yılında ağır bir darbe yedi ve çöküşün içine düştü.
Şimdi de, o dönemi açıkça örnek gösteren AKP liderleri, 2071 diyerek Avrupa’yı hedef göstermeye başladılar. TC, ‘ Avrupa’nın Türk toplulukları’ adı altında, rejime yamanmış, Türkiye’ den yönetilen koloniler kurmaya karar verdi. AKP liderliğinde, Avrupa’ya sokulan kitlenin yaklaşıkk %90 u, yeni osmanlı hayalleri ile kışkırtılıp tarikat ve ocaklarlın denetiminde, siyasi ve dini gruplar şeklinde, ‘dış Türkler’, beşinci kol’ gibi adlandırmalarla ırkçı- milliyetçi-dini hedefler gösterilerek örgütlenmeye başlandı. Şemsiye kuruluşlar: “Türk-İslam sentezi ile; Avrupa’ yı fethedecek Türkler, 2071 de Avrupa’ yı müslüman yapacak savaşçılar “, diye, Osmanlı’yı canlandırmanın yeni kurbanları olarak seçildi.
Soydaşlarımızın ve dindaşlarımızın kültürlerini, tarih bilinçlerini, kimliklerini geliştirmeleri ve korumaları konusunda Türkiye her türlü desteği vermektedir, vermeye de devam edecektir. Bunun yanı sıra bütün Avrupalılar bilmelidir ki, ırkdaşlarımız herhangi bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldığında yardımlarına koşacağız,’ Türkiye cumhuriyeti arkanızdadır….’ diye bas bas bağıranlar, neden bu insanları vatanlarından kopararak Avrupa’ ya sürdüklerini de açıkça söylemelidirler.
‘Biz Avrupa Birliği üyeliğini istiyoruz, fakat Avrupa Birliği bizim değerimizi bilmezse Türkiye Cumhuriyeti Avrupa’ da yaşayan bütün soydaşlarının yardımına gelecektir. (AKP- Ömer çelik.) Bu sebeple dindaşlarımız ve soydaşlarımız için Türkiye Cumhuriyeti anavatandır.’ Bu kadar adi bir politika olamaz! 15 milyona yakın bir kitleyi yaşadıkları topraklardan kopararak başka ülkelere sürecek, arkasından da onlar üzerinde komplolar, projeler kuracak, kendi politik hedeflerine ulaşmaya çalışacaksın. Türkiye’nin saldırgan dış siyasetine, kendi jeostratejik çıkarlarını Avrupa’ya dayatan, yayılmacı ve savaşçı bir güç. Ancak böylece, dayatılan ikilem (tam üyelik ya da içerdekileri kullanmak) dincilerin yayılma hedeflerini teşhir edebilir, veya yaratılmaya çalışılan şoven iklim Avrupa’daki Türkleri dağıtabilir.
AB liderleri ise ultimatomlarla karşı karşıya kalınca, kendilerince doğurdukları bu akıllı, modern, ılımlı İslamcılar karşısında tamamen şaşırdılar.
Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonu için, AB‘ne üyeliği için, ilk etapta Avrupa ülkelerinde 40-50 yıldan beri yaşayanların entegrasyonu zorunludur. Tersi mümkün değildir. Yani Avrupa içinde bağımsız adacıklar yaratarak, kapalı alanlarla, uzaktan da iyice palazlanan dinci bir rejimi davet etmek, entegrasyon değil, yıkım sürecine girmektir.
Entegrasyon uluslararası ilişkilerde aralarında karşılıklı bağımlılık bulnan birimlerin ayrıyken sahip olamadıkları özellikleri biraraya gelip elde etme girişimidir, entegrasyonun amaçları,barışı korumak, daha büyük kapasitelere ulaşamak, belli spesifik görevler üstlenmek-ve yeni bir kimlik kazanmaktır. Ama şimdi olan bunun tam tersidir. Eğitimsiz cahil kesimlerinin Avrupa’ya sokularak, Avrupa’ da yabani-ilkel bir imajın yaratılması, Türkiye’nin AB’ ye üyeliğinin önünden en büyük engellerden biri haline gelmiştir.
Türkiye ve ortadoğuda ki son gelişmeler göz önüne alındığında Müslümanlardaki İslamcı siyasal iddianın iflas ettiğini, barış ve dengelerin yeniden inşa edileceğini söylemek erken olacaktır. İslam’ın da Batıdaki Hıristiyanlığın geçirdiği aşamayı geçireceğini düşünmek henüz çok erken..
Arap ülkeleri ve Türkiye şimdi tam ters bir yolla girdi. Ilımlı şeriatçılar, tarikatlar, Müslüman kardeşler her yerde iktidara geliyor ama pratikleri, 1000 sene evvelki durumlarından fazla ileri değil, bazı alanlarda ise daha da gerileme var!. Bu anlamda politik İslamı daha derin analiz edersek, aksine onun daha büyük kitleleri siyasi arenaya çektiğini, sertleşen akımlarla daha büyük alanları ele geçirdiklerini izlemekteyiz.
Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti anayasası bütün Türk vatandaşlarını “Türk” olarak kabul etse de, ülkedeki yaygın ve hâkim anlayış, “Türk” olabilmenin tek yolunun “Müslüman” olmaktan geçtiği yolundadır. Her nüfus cüzdanına ‘İslamdır’ mühürünün vurulması bunu en basit örneğidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir kurumunda tek bir gayrimüslim vali, büyükelçi, subay ya da polis şefi olmaması, Türkiye’de İslam’ın hâkimiyetinin kanıtlarındandır. AKP Türkiye’deki kişisel özgürlüklerin artması için değil, İslam’ı caminin ve özel alanın sınırlarından kurtarıp onu toplumun her alanında hâkim kılmak, hayattaki bütün ilişkileri İslam kurallarına göre yeniden düzenlemek için savaşıyor. Gül ve Erdoğan dahil, AKP liderleri “İslam’ın camide tutuklu kılınmış olması”na karşı çıkan görüşlerini defalarca ifade etmiş, İslam’ın bir yaşam biçimi olarak her tarafa hâkim olması gerektiğini talep etmişlerdir.
Kadınlar Şeriat kuralları doğrultusunda başlarını kapayıp memleketin her yanında serbestçe dolaşabildikleri halde, türban takmayan kadınlar belli bölgelerde dışlanmış, pekçok kez saldırılara maruz kalmışlardır. Avrupa’ya yayılan tarikatlar, yalnızca Almanya’da 8 000 üzerinde cami kurmuş ve yüzbinlerce küçük çocuğu buralara taşıyarak beyinlerini yıkamış, bebeklere kadar varan bir türban, şarşaf kültü oluşturularak türban ve cübbe geleneksel kültür haline getirilmiştir. AKP iktidarı döneminde, cihadçılar, İslamcı gençler Afganistan, Kafkasya, Irak ve bugün Suriye gibi çatışma bölgelerine geçerek, islamcı paramiliter yapının temellerini atarak, önümüzde ki dönemde kurulması düşünülen yeni Türk ordusunun ön temellerini atmışlardır.
AB üyeliği için çırpınan AKP yönetiminin içerdeki söylemlerine bir bakarsak: ‘…10. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar devam eden uzun İslâmlaşma dönemini Türkiye bugün yeniden tekrarlamalıdır, süre hayli kısalmıştır, Avrupa’nın şimdiki hali geçicidir, Avrupalı yaşam tarzını geri plana itecek güc belirmiştir, Almanya’ da 8 500 camimiz faaliyet gösteriyor, onu 2071 de ortadan kaldıracak muminler ordusu için uzun ve yıpratıcı çabalar kaçınılmazdır. Tüm bu çabalar Anadolu’da sağlanan zaferin bu defada burada kökleşmesi içindir.’
Türkiye’nin AB’ ne katılımının önünden en büyük engel, sadece Türkiye’de ki AKP rejimi ve askeri kanatların takip ettikleri anti-Avrupai politika değil, aynı zamanda onların uzantısı olarak örgütlenen tarikatlar tarafından kontrol edilen göçmenlerin yarattığı ortamdır. Avrupa’nın muhtelif kentlerindeki ortaya çıkan görüntü ve oluşum tam manasıyla bir rezalettir…Aşiret -kabile aşamasına saplanıp kalmış milyonlarca insan zihinsel gettolaşmanın bir sonucu olarak Avrupa’daki hiç bir toplumla kaynaşamıyor. Gece gündüz Türküm- Müslümanım demekten başka bir şey bilmeyen kör cahiller, gelişen ve değişen şartlara uyum gösterememe ve fikri olarak gelişip değişememeye bağlı devam eden bu sorun olarak büyüyorlar. Tarikatlar tarafından kışkırtılan cahil yığınlar sosyal ve siyasal gelişimini bir adım bile ileri götürememiş ve gettolaşmayı bir norm haline getirmişlerdir. Mahalleler, kahvehaneler,dinci-ırki cami-dernek-vakıf ve cemiyetler Müslüman ülkelerden aldıkları desteklerle bu zihinsel gettolaşmayı gerçekleştirmektedirler. İsviçre’nin Basel kentini alırsak, burada tam 26 İslamci ırkçı tarikat faaliyet gösteriyor. Bunlar buraya tesadüfen gelmiş her insanın başına çullanıp onu kafa kola almaya çalışıyor, kısacası onun İsviçre hakkında tarafsız bilgi ve algılama olanaklarını tamamıyla sıfıra indiriyorlar. Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde bu tür ilkel göçmenlerin tavırları ve bunun entegrasyon sürecindeki rolü tamamıyla fataldır.
Dünyanın en geri tarikatlarının destekçisi olan hükümetler ise, Turkiye’nin AB’ne uye olabilmesi icin gerekli bir dizi siyasi, ekonomik ve kulturel reformlar yapma yerine, cahil kitlelerden umut beklermişçesine, bunların hiçbirini gercekleştirememiş, aksine zaman kazanarak Avrupanın iyi olan adet ve örflerini de yok etmeye çalışmaktadırlar.
Turgut Özal 1980 lerde: ‘Biz Avrupadaki nüfusumuza güveniyoruz, diğer şeyler bizim için arka planda gelir….’, diyordu
Erbakan ise: ‘ Avrupayı içerden Müslüman ve Türkleştireceğiz…’
Erdoğan ise: ‘.. Minareler gelecekte Avrupa’nın her sokağını süsleyecektir…’ Aynı Erdoğan: …’ ..minareler bizim füzelerimizdir demekten de geri kalmadı.
Bu kafalarca Avrupaya sürülen milyonlarca Türkün Avrupa’daki varlığı da bu anlamda yeni bir boyut kazanmaktadır. Osmanlıcı AKP – Milli görüş- Nurcu- Süleymancı- Nakşibendici- Fetullahçı örgütlerin kontrolundaki yığınların Avrupa’ya entegrasyonu değil, tehlike halini almış varlıkları sözkonusudur. AKP’ nin asker sivil diktası, gelinen noktada yeni planlarla meşgul. Dejenere olmuş kriminal, kimliksiz kara cahil kitlenin Avrupa topraklarına nasıl sokulacağının planları AKP için artık tek opsiyon. Kanuni’den beri gerçekleşememiş hayaller şimdi gerçekleşebilir! İslamist AKP çeteleri bar bar bağırıyor: ”….Avrupa nüfüsu giderek hızla azalıyor, bunun karşısında müslüman nüfüsu ile hazır duruma geçmeli ve ‘allah,’allah’ naralarıyla AB’ ye girmeliyiz!. Osmanlı padişahlığının modern bir şekli olması düşünülen başkanlık sistemine özenen Erdoğan ise kadınlara en az 5 çocuk yapın demeye hazırlanıyor.!
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
Esin Duran, N. Gök,
Sezer Aşkın,
Melahat Baykara,
Uğur Demir
Bedri Engin,
Selma Altuntaş,
Filiz Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman Bahar
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burhan Kulakçı
Oğuz Duran
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
esma yıldız
Musa Tekin
Aslı Birdal
Nazmi Doğan
http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi
R. T. Erdoğan’ın büyük sürü ideolojisi.
Muhamed’in 1400 sene evel Arap Bedevilerine dayattığı demografik çoğalma yöntemini dayatan Erdoğan tek lider olma yolunda ilerliyor.
Konya mitinginde, “1071 Anadolu’ya hükmümüz, 2071 Cihana hükmümüz“, diye pankartlar asıp, sloganlar atan Erdoğanland sürüsü, Türkiye’yi yeni maceralara sürükleme yolunda!
Çoğalın, çoğalın her ne pahasına olursa olsun çoğalın, herşey mubahtır diye bas bas bağıran AKP yönetimi, Türkiye’ yi fare deney laboratuvarına çevirdi.
”R.T ERDOĞAN GENÇLERE 2071 NESLİNİ YETİŞTİRME ÇAĞRISINI YİNELEDİ
Erdoğan, ardından sözlerini şöyle sürdürdü: “Bizler 2071’i göremeyebiliriz, gençler sizlere sesleniyorum. Özellikle bekar olanlarınıza sesleniyorum. Evleneceksiniz, inşallah 1071’in neslini siz yetiştireceksiniz. Ama öyle bir şuurla yetiştireceksiniz ki onlar bu ülkenin yerini ilk 10’un içerisinde farklı bir yere taşıyacaklar. Çünkü biz farklı ufukların insanlarıyız her gittiğim yerde onun için en az 3 çocuk diyorum. Çünkü genç yetiştirilmiş, dinamik bir nesli biz yetiştireceğiz. Bunu ihmal etmeyelim. Eğer bugün 444 kod numarasıyla yeni bir dönem başladıysa bunu iyi hesap ediniz. —Kaynak: dindiyanet.—
Ortalığı çalak çocukla doldurarak çoğunluk sağlamak isteyen Erdoğan’ın Konya mitinginde, “1071 de Anadolu hükümranlığı, 2071 cihan hakimiyeti” diye sloganlar atıldı ve pankartlar taşındı. Büyük sürü yeniden büyük felaketler peşinde…! Tek lider, tek ırk, tek din’ e oynayan Erdoğan devamla, ‘İşte 326 tane milletvekiliniz var, 326 milletvekiliyle gene mi bahane’ diyorlar. Ama işte bu kuvvetler ayrılığı denilen olay var ya o geliyor sizin önünüze bir engel olarak dikiliyor…”, diyerek niyetini de iyice belli etti.
İstanbul’da padişahların kurduklarından daha büyük cami kurmak, başkanlık sistemi ve akabinde tek liderlik, Muhamed’in 1400 sene evel Arap Bedevilerine dayattığı demografik çoğalma yöntemini dayatmak, aşırı hızla çoğalacak kalabalıklara Wahhabiler’ in fetih ve ganimet hedeflerini aşılayacak tarikat ve cemaatleri güçlendirerek çığ gibi büyüyen bu kitleler üzerinde politik ve psikolojik alanlarda tam kontrol sağlamak, işte 2013 Türkiyesinden yeni manzaralar…
Osmanlı’nın kaldığı yerden tam hızla devam, hem de en büyük minareleri dikenin kaldığı yerden devam. Muhamet, kız çocuklarını öldüren bedevi ve Wahhabiler’in önlerine yeni hedefler koymuştu. Ayetler indirtti ve kuma gömüp öldürme yerine, onları tam hızla çalışan Arap üreticisi fabrikalara çevirerek gerekli silahlı güçlerin oluşumunu sağladı. Her Arap Müslüman erkek birden fazla kadına sahip olma hakkını Allah’tan alıyordu. Muhamet poligami yöntemini uygulayarak hem Arap’ların hayvansal duygularına sesleniyor hemde bu yolla olağanüstü derecede büyüyen Arap nüfusunu komşu ülkelere yönlendirerek kısa zamanda dünyanın o dönemki en büyük 2 gücünü tehdit etmeye başlıyordu. Politik taktik tutmuştu. Çölde dolaşan, dünyadan tamamıyla kopuk yabani Bedevi kabileleri bugün Erdoğan’ ın da savunduğu ve uygulamaya koyduğu yöntemler sayesinde büyük bir hızla Bizans ve Pers imparatorluklarının sınırlarını aşarak Anadolu’ya ulaşıyorlardı. İşte bu çoğalmak, çoğalmak, tavşanlar gibi çoğalmak, kutsal artış ve sayıyla hakimiyet kurmak, ilk olarak Erdoğan tarafından kodlanmamış, bunun Medine kodlaması Arap Muhamet’ e aittir. Bu şekilde ekspononşiel olarak çoğalan Arap nüfusu kısacık bir zaman dilimi içinde 30 ülkeyi din iman adına ele geçirdi.
AKP usulü yöntemlerle çoğaltılmaya çalışılan deney hayvanları (laboratuar fareleri) gözüyle bakılan sürüler demek ki bu fetih ve yağmalar için gereklidirler. İnsanın aklına takılabilir, neden bu kadar insan bu kadar önemli?. Erdoğan tayfası bu insanların sadece varlığını istiyor ama, nasıl olmaları onlar için asla sorun değil! Her sene bir Erdoğan doğuracak kadınlar bu insanları nasıl eğitecek? Cahil cuhul insanlar, uyumsuz, kriminal kalitesiz unsurların yarattıkları imago yetmiyormuş sanki, bu defa da virus usulü çoğalma devletin resmi ideolojisi oldu…! Dünyanın dört bir yanına işçi veya göçmen diye sürülecek olan bu deney farelerini çekici kılan bir çok sebep var. Müslümanlığın yağma ve talan hareketlerini genişletmek ve dünyanın bütün özgür halklarını baskı ve terör altına almaktır amaç. Sevimli Erdoğancıklar biyolojik olarak da oldukça çekici bir yapıya sahipler-Erdoğan’ın her lafında genç nüfus diye yutturmaya çalıştığı dejenere unsurlar–, islamist Türk modeli olarak kullanılmaya en uygun mücahitler olacaklardır.
Bütün bunlar, ekonomiyi korumak için(miş). demekki kobaylık? Aramızda bazıları fare olmalı ki, ırkımız dinimiz ayakta kalabilsin!
Erdoğan Bosna’da: “Herhalde bundan dolayı gücenmezsiniz… Bosna Hersek’in nüfus artış hızı çok düşük. Bu bakımdan hocalarımızın da desteğine ihtiyacımız var. Ben Türkiye’de ‘3 çocuk’ diyorum ama burada en az 5 çocuk olması lazım. ” kaynak: –Hürriyet gazetesi—
Bir ülke insanının ‘gönüllük şartıyla bile olsa’ laboratuar faresi muamelesi görmesine nasıl izin verilir? Doğrusu buna akıl erdirmek mümkün değil!
”Başbakan Erdoğan, İstanbul’da katıldığı bir konferansta ilginç açıklamalarda bulundu. ‘Eşim dört çocuğumuzun bezlerini elinde yıkayarak büyüttü. Şimdi iş çok daha kolay. Çamaşır makineleri var. 5 çocuk bile olur” dedi. kaynak: RADİKAL—
AKP ve diğer Türk İslam sentezcilerinin yapmaları gereken tek şey varsa o da hemen Himler gibi özel bir laboratuvar kurup orada aşırı hızla Türk, Arap ve Müslüman üretmektir. Bu kadar bağırma, çaba ve eziyete ne gerek var?
AKP, sadece İslamist bir parti değil aynı zamanda yayılmacılığa soyunan ırkçı bir partidir. AKP, Hanefi mezhepli Sunni İslam diktatörlüğüdür. AKP, neo Osmanlıcı, yayılmacı, İslamist hegemonya hedefinde tehlikeli bir oluşumdur. AKP, cami avlusundan yükselip devlet olanaklarını ele geçiren tarikat ve cemaatlerin partisidir. AKP, Baas Partisin’den daha katliamcı, Molla rejiminden daha geri bir rejimdir. Nato’nun ikinci büyük ordusu yine Nato’nun silahlarıyla her gün köy ve kasabaları bombalıyor, Filistinli kardeşi için İsrail’e savaş açmayı düşünen, Türkiyede özgürlüğün kırıntısını bile çok gören siyaset güdüyor. Cami avlusundan sivil düşünce çıkmaz. Cami avlusundan demokrasi hiç çıkmaz. Cami avlusundan iktidar olanlar ne yapmış bakınız. Yırtık ayakkabı ile cami avlusundan siyasete giren Erdoğan kısa sürede Karun kadar zengin oldu. Yetmedi, oğlu, kızı, damadı, velhasıl hanımına selam verip elpençe divan duran herkes zengin oldu. Daha doğrusu, devletin milli hasılasını kendisi gibi düşünenlere peşkeş çektirdi. Türk islam sentezi doktirinien bağlı olarak üretilen kimliksiz, niteliksiz insan tipinin doğuşunda, tarihsel sosyal faktörlerin yanında işte bu Erdoğan tipi insanların büyük rollleri vardır. Kalpazanından işkencecisine hertürlü suç işleyeni bu ideolojinin arkasına sığınıyor. Terör, yolsuzluk, haksızlık, adaletsizlik, adam kayırma, fuhuş, ahlaksızlık, cinayetler, yalan ve talanı maskelemek için kullanılan ırkçı Vahhabici Türk İslam ideolojisinin büyük sürüsü, büyük felaketlerin habercisi olmaktan daha ileriye gidemez.
Türkiye’de yaşanan ağır beyin yıkama, kitlelerin zorla Müslümanlaştırılmasına bağlı olarak ortaya çıkan derin kimlik bunalımının yolaçtığı derin hasar her alanda görülmeye devam ediliyor. Böyle çarpık bir ”kimliğin” ortaya çıkmasında çeşitli faktörler vardır. Bunların başında çağdışı devlet doktirini geliyor. Günümüzde nicelik değil, nitelik önemlidir. Kalitesiz nüfus patlamaları çağı çoktan geçmesine rağmen, Türkiye yöneticileri eski kabile, cemaat, tarikat, aşiret kafa yapısından kurtulamadıkları için kuru kalabalığa tapmaya devam ediyorlar.
Avrupa’ da, sayısal olarak 100 000 ü geçkin göçmeni olan 59 ülke var, resmi rakamlara bakılarak bu sayının altında olanları bir tarafa bırakırsak, Türkiye kendi insanını göçebeliğe sürüklemede hala baş sırada. Ekonomi iyiye gidiyorsa, etkisini en çok bu alanda göstermesi gerekmiyor mu?. Avrupa’ ya en fazla göçmen vermiş olan Türkiye, entegrasyon alanında ise en arkada! Bırakalım, Alman, İngiliz, veya Çinliyi, Japonlar bile negatif Türk imagosuna sahip olmaya başladı.
Osmanlı’dan devralınan, parazit yaşama, başkasında olana el koyma, tembellik, sahtekarlık, çalıp çırpma kültürü, en bariz şekliyle, Avrupa’ya kadar sürüklenmiş insanlara konulan zorunlu haraçlarda görmekteyiz. Hem doğduğu yerden göçe yolaçan bir sistemde direteceksin hem de gittiği yerde onu rahat bırakmayacaksın! Hiç bir ülke kendi toprakları dışında doğan çocukları, ”zorunlu vatan görevi, zorunlu askerlik” adı altında baskı altına alıp binlerce Euroluk bir soyguna tabi tutmuyor. Yurtdışında doğan, Türkçe’ yi bilmeyen 4. kuşak Türk çocuklarının çocuklarını bile 10 000 Euro ile haraca bağlayan Erdoğanland mafyası, vatan görevi, her erkek “Türk’ ün kutsal hizmeti”, ”yapmazsan kız vermezler”, diye lanse ettiği militarist terörcü doktirinini terk etmiyor. Türk Devleti’ne göre “Bedelli Askerlik” uygulaması “sunulan hizmet”tir ve Türkiye’li göçmenlerin, askerlik süresi yüzünden oturum statüleri ve işlerinin tehlikeye girmemesini sağlar!. Resmen tehdit var. Her ne kadar anaerkil bir kavramla “anavatan” için denilse de burada söz konusu olan asıl mesele, “Yurtdışı Türkleri”nin kelle parasıdır. Gerçekte bu “hizmet” kendi Vatandaşlarına karşı savaş için askeri bütçeye kaynak gasbıdır. Avrupa alanında yaklaşık 140 ülkeden göçmenler yaşıyor. Bunlardan yalnızca Türkiye orada doğanları sonsuza kadar böylesine bir haraca bağlıyor. Hiç bir ülke kendi toprakları dışında doğan çocukları, ”zorunlu vatan görevi, zorunlu askerlik” adı altında baskı altına alıp binlerce euroluk bir soyguna tabi tutmuyor. Bu noktada bir daha ispatlanıyor ki Türkiye, askeri ile, dini ile ve genel olarak bütün kültürü ile çok gerilere saplanıp kalmıştır. Bu nedenledir ki de hiç bir topluma entegre olamıyor, Türk kelimesi, türk imajinasyonu o kadar negatifse, bunun objektif nedenleri vardır! Japon’ yalı bir insanda bile bu imaj varsa bunun kökten irdelenmesinde yarar vardır.Bu noktada bir daha ispatlanıyor ki Türkiye, askeri ile, dini ile ve genel olarak bütün bir kültürü ile çok gerilere saplanıp kalmıştır. Bu nedenledir ki hiç bir topluma entegre olamıyor. Türk kelimesi, Türk imajinasyonu bu kadar negatifse, bunun objektif nedenleri vardır! Japon’yalı, Etiyopya’ lı, Güney afrika’ lı bir insanda bile bu imaj varsa bunun kökten irdelenmesinde yarar vardır. Yoksa eski Osmanlı- Hiristiyan savaşlarından bahaneler aramakla hiç bir sorun çözülemez. Kaldı ki Avrupalı bu savaşları artık unutmuş, onların üstünden ne sular akmış!
Şimdiye kadar bütün suç Avrupalılarda aranıyordu, bütün entegrasyon bürolarının çıkış noktaları buydu. 40 yıldan beri takip edilen bu anlayış nihayetinde tamamıyla iflas etti. Salon bürokratlarının ezbere uyguladıları bütün göçmen politikaları, göçmenlerin kendileri tarafından çöpe atıldı. Türklerle savaş yapmamış Japonlar’a ne oluyor? Japonlar yeni gelmeye başlayan Türkleri en tehlikeli yani sorun teşkil eden ulus olarak görüyorlar. Hiristiyan veya Türklere karşı önyargılı değiller! Son zamanlarda Türklerin bu ülkedeki suça karışma oranlarındaki bariz artış malesef kötü bir sonun başlangıcını hazırlamış durumda, işin özü tüm dünyadaki olumsuz negatif türk imajı bu ülkede de realite oldu. Tokyo’da İbrahim tatlıses’in kasedini koyup, fenerbahçe maç kazanmış diye kornaları çalıp, ilk iş olarak bir cami kurarak ezanı yüksek sesle okuyup bütün mahalleyi kışkırtan asosyal kitle, Türk Müslüman kimliği adına olmadık alışkanlıklar, dünyada ne kadar negatif değer ve yargılar varsa onlara fikse olmaktan vazgeçmiyor.
Dünyanın en büyük 3. Üniversitesi olan Stanford Üniversitesinin araştırmasına göre Türkiye’deki Türk geni %9 dur.
Türkiyedeki Genetik uzmanlarıda Anadoluda Orta Asya kökenli gen taşıyanların çok az olduğunu söylüyor. Yabancıların Türk imgesi ise Osmanlı’nın, Türk’ e yaklaşımından farklı değildir. Avrupa Türk ismini aşağılamak için kullanırdı, Osmanlıda öyle.
Önemle ifade edelim ki, yabancı tarihçiler Türk kelimesini Müslüman tabiri ile eş anlamlı olarak kullanmışlardır. Osmanlılardan bahsederken Türkler dedikleri gibi. Zamanla Türk ve Müslüman kelimeleri Müslüman dünyada da eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Nitekim şu anda Arnavutluk gibi Balkan Müslümanları, “Hangi dindensin?” sorusuna, “Elhamdülillah Türk’üm” cevabını vermektedirler. Pakistandaki sözlüklerde de, Türk kelimesi açıklanırken, “mahbûb ve müslim” kelimeleriyle açıklanmaktadır.
Hatta Avrupalılar Türk kelimesini kullanırken Araplar dahil birçok müslüman halkı kastederek Türk demişlerdir. Yani Avrupa Türk derken müslümanları kastediyordu. Mesela İstanbul’un resmi ismi 1930’lara kadar Konstantiniyye idi. Arapçada “Konstantin’in şehri” manasına gelir. Konstantiniye’nin adı 1930’da çıkarılan bir kanun ile değiştirilerek İstanbul yapılmışır. Osmanlı kayıtlarındada 1920lere kadar İstanbulun adı Konstantiniyye diye geçer. Ki zaten İstabul kelimeside Yunancadır. İstanbul: Grekçe; Eis Ten Polin (Şehire doğru), Osmanlının Constantinopoli feth edip İstanbul yapması tarihi bir yalandır. İstanbul adı 1930’da verilmiştir… Dr. Wells: “Anadolu’da Türk dili ve kültürünün yayıldığını biliyoruz. Ancak genetik veriler, Selçuklu ile Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk geninin burada fazla yayılmadığını gösteriyor. Kendinizi “Türk” sayabilirsiniz, ama kökleriniz başka yere uzanabilir”. Osmanlıca Arapça ve Farsça karışımı dildi. Bilinenin aksine Osmanlıca denen yapay dil Türkçe değildir. Türkçede çok fazla Arapça ve Farsça kelime olduğu için böyle sanılıyor.
Osmanlıda saray dili Persçeydi. Osmanlının kullandığı alfabede Pers alfabesiydi.
Arapça ve Farsça yazan, konuşan ediplerin, Türkçe konuşan ve yazanlardan daha üstün tutulmaları sebepsiz değildir. 1914′ e kadar Anadoluda başlıca 4 büyük halk yaşıyordu, Türk nüfusu henüz çoğunluk değildi. Rumlar, başta karadeniz alanında- çoğunlukla Müslümanlığa geçmeseydi, hemen hemen Türk nüfusuna yetişiyorlardı. Ermeni ve Kürtler yaklaşık yüzde 40 civarında bir nüfus oluşturuyorlardı. Ama beyinleri yıkanmış, kandırılmış, hafıza kaybına uğratılmış bugünkü 75 milyon insan, Anadolu’ nun sanki ani bir gök gürlemesi ile Türkleştiğini, orta Asya’ nın steplerinden gelen bir avuç göçebenin boş tertemiz bir alan bulup, orada safi ırkını genişletip bugünkü haline geldiğine öylesine inandırılmış ki, bu insanların şimdiki terör, şiddet ve tehdit algısı ile oluşturulan bir çemberin dışına çıkması tamamen imkansız bir olaydır. Bu otoriter sistemin başlıca gücü ordu ve Diyanet, Nakşiciler, süleymancılar, milli görüşçüler denilen islamist paramiliter örgütlenmelerdir.
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
Esin Duran,
Selda Suner,
N. Gök,
Sezer Aşkın,
Melahat Baykara,
Uğur Demir
Ismail B. Cenk
Bedri Engin,
Selma Altuntaş,
Filiz Serin,
Nedim Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman Bahar
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burhan Kulakçı
Oğuz Duran
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
esma yıldız
Murat Çetindal
Ali OkyarMusa Tekin
Aslı Birdal
Nazmi Doğan
İnci Gür
L. Okar
Mürsel Bozkır
Zeynep Şengül
Gülcan Iğsız
Murat Nidar
şemsi Kaya
Ayten Ekşi,
Eda leman
nermin ışıl
D. Polat
Kadir Erdem
Serdar OKTAY
Mehmet Özdemir
Mustafa Erkan
Nuri AKTAS
Emine AKTAS
O. Kadir Ergun
Metin Kurca
Sedat Isiklar
Filiz Bag
Kadir Baskale
Sevim Varlik
http://www.facebook.com/entegrasyon.komitesi
Imzalar toplayip Islam’a ve onun peygamberine küfredin bakalim, Isviçre’de finans kapitalciler sizi iyi yemlemisler.
Peki ya, CIA’in Rand Corporation’ının yemlediği “Ilımlı İslamcı”lara ne demeli?
Ateistlerin isledikleri insanlik suçlari müslümanlarinkinden en az 1000 kat fazladir. Jakobenler, Bonapartistler, Komüncüler, Lenin, Stalin, Mao, Kim-Il-Sung , Castro = milyonlarca ölü…sadece Stalin’in Ukrayna’daki açlik faciasi tüm dinlerin toplam rezaletinden daha fecidir…bunu bilin de sonra küfredin.
Yazı islam konusunda bilgi hatalarıyla dolu. Vahabiler ne, bedeviler ne, alakası ne mesela. Ya da islam sonrası nüfus artışının, dört kadın almakla, kız çocuklarının gömülmesiyle alakası olmaması. Azıcık matematiği olan hesaplayabilir bunu. Zaten Arap toplumu nüfus olarak patlamanın kıyısındaydı. Kültürel olarak uzun süredir parıl parıl parlıyordu. İslam bunu taçlandırdı. İbni Haldun’luk yapmak istemem ama Bizans da Pers krallığı da ölmeye başlayan devlet özellikleri göstermeye başlamışlardı uzun zamandır. Bu yazıyı yazanlar, islamcıların cahiliye devri kötüydü, pisti, hikayelerine inanıyor olmalılar.
Ama gerçekten hiç hakaret göremiyorum. Acaba, Muhammed’e insani özellikler atfetmek, yani mesela onun insanlara özgü bir planı olduğunu söylemek mi hakaret sizin için? Yani Allah emretti değil de Muhammed böyle düşündü denilince hakaret olarak mı algılıyorsunuz acep? Ya da o planı beğenmediğimizde, eleştirdiğimizde otomatikmen hakaret etmiş mi sayılıyoruz? Cidden soruyorum. Bize burada neyin hakaret olduğunu anlatın memur bey.
Bu arada bu elemanlara, öncelikle İslamın doğuşunu anlamaları için Maxim Rodinson’un Muhammed kitabını, ardından bu çoğalma kodlamasının Muhammed’den değil, Çin’in yükselişinden kaynaklandığını anlatacak güncel yazıları okutmak gerek acilen. Tabi bir de, “çarpıcı gerçekler”i ifşa edince ideolojinin çökmediğini, aslında herkesin sinik bir şekilde o gerçekleri az buçuk bildiğini, modern ideolojinin böyle işlemediğini biraz Zizek felanla göstermek gerek. Olmuyor işte, denedik olmadı. Yalnızca gelişmesini yavaşlatabiliyoruz. Radyoterapi gibi biraz.
Polis efendi,
Tarihteki müslüman diktatörlerin (padişahlar ve halifeler de dahil) katlettiği insan sayısını, o ülkelerde yaşayan insan sayısına oranlayarak konuş.
Ayrıca konuyu saptırma da şunu söyle; Rand Corporation sizinkileri yemliyor mu yemlemiyor mu?
“Isviçre’de finans kapitalciler sizi iyi yemlemisler.” diyor bir de. Tayyib’in İsviçre’deki 8 ayrı banka hesabına ne demeli?
Bir de “tüm dinlerin toplam rezaletinden daha fecidir” diyor. Yani Engizisyonu, Haçlı Seferlerini, Amerika ve Afrika kıtalarındaki soykırımları, Dünya Savaşlarını, Hiroşima-Nagazaki faciasını, Irak İşgalini de katıyorsun hesaba (sonuçta o katliamları yapanlar da dindardı). İşte Fetocuların “dinlerarası diyalog” dedikleri böyle bir şey, her dinden yobazlığın insanlığa karşı işlediği suçları aklamak.
Kadınlara sıkılan kurşunlar!
Paris’te öldürülen, Türkiye’ ye girişleri yasaklı 3 kadının öldürülmesi, başlarına ateş edilmesi, malum Anadolu soykırımlarını hatırlatmaya devam ediyor. Ermeni, Rum, Dersim ve Pontus soykırımlarından kalan bir gelenektir bu!
Normalde bütün mücadelelerin bir raconu vardır. Kadınlar ve çocuklar öldürülmez. Nitekim Osmanlı ve onun devamı olan Türkiye’de yüksek yoğunluklu etnik temizleme dalaşında bu çoktan bir istisna oldu, centilmenlik kuralı şimdi bozulmadı, Müslümanlık ve Türklük bütün Anadolu’ da bu yolla onu kökten bozarak yayıldı. Anadolu’nun yerli halkları bu şekilde teker teker yok edildi.
Paris’te öldürülen kadınlar uzakta oldukları halde kahpe Müslüman kurşunlarından kurtulamadılar.
Türk’lerin korkusu her zaman büyüktür, ha Ermeni gelecek , ha Rum gelip eski toprağını geri isteyeccek diye şartlandırılmıştır insanlar. Her göçmen ki sabah akşam kendi ağzı ile başka yerden Anadolu’ya geldiğini söyler durur ve bu korkuyu da kendinde taşımaktan kurtulamaz o…
Çünkü onlar hala korkmaktadırlar…
Dünyanın en aşağılık, en rezil insanları, korkaklardır. Onlar İmralı’dan örgütlenen, düşmandan daha tehlikeli bir rol oynayan,oradan geldikleri için, ”tanıdık, bizden” diye sayılan, kapıları haince açtıran ve hiç karşı koymayan üç kadının enselerine kurşun sıkmakla büyük Türk islam imparatorluğunu kuracaklarının sanan aşağılık bir din ve kültürün ürünleridirler…Üç, hatta dört kurşun sıkarlar…İşte budur Türk islam sentezi denilen barbarlık, işte budur İmralı denilen Türk cinayet şebekesi…
‘Her Türk Anasından Asker doğar’ ve Askerlikte Anasına binlerce kere küfür edilir!
”…Asker nöbette intihar etti
Kırklareli’nde 21 yaşındaki Piyade Er Ümit Ünlü, nöbeti sırasında G3 piyade tüfeğini çenesinin altına dayayıp ateşleyerek intihar etti. Bu alanda savaş falan yok!, batı da intihar doğuyu geçtiğine göre Batı da daha fazla küfür edildiği kesin!! Askerde intihar eden askerlerin sayısı her geçen gün artıyor. 2013 yılının ilk üç ayında intihar eden asker sayısı 13′e ulaştı. Her yıl ortalama 100 asker intihar ederken bu intihar oranlarına göre ortalama her 3-4 günde, bir asker intihar ediyor…”
Asker’e küfür etmeyen apoletli otoritesiz görülüyor! Adi, kriminal, sadist ve kültürsüz unsurlardan oluşan subay sınıfının ”askeri eğitim, kutsal vatan görevi” adına yaptıkları biyolojik işkenceden daha ağır olmasaydı bu kadar asker intihar etmezdi: gencecik insanların bilinçaltına çevrili cinsel işlevlerinin, sistematik şekilde piskolojik işkence derecesinde işlenerek hasta bir toplum yaratılmasının sonuçlarını şimdi her alanda görmekteyiz. Mecliste küfür eden vekil bu noktaya durup dururken gelmedi: daha çocuk yaştan, öğretmenlerinden, polis ve subaylardan küfürden başka bir şey duymayan insanların kendilerinin de birer küfürbaz olmamaları mümkün değildir.
TBMM’ deki küfür ortamı, kazavari, geçici dil sürçmelerini andırmıyor. Kaynağını barbarlıktan alan Türk İslam sentezi diye adlandırılan köhne ideolojinin bu türden belirtilerinin, sistemin bir parçası olan bu alanda da daha net olarak ortaya çıkması doğaldır. Türk ordusu, kominikasyonunu küfürsüz yapamıyor. Her askerin komuntanından duyduğu ilk ‘selam’, anasını hedefleyen adi bir küfürdür. TC ordusu, disiplin adına, cinsel aşağılamayı temel alan piskolojik baskı yöntemini esas alırken, kullanılan küfürler sanki ordu doktirininin ana temeliymiş gibi hiç bir subay da bu ‘kırmızı hattın’ dışına çıkamıyor.
İşkenceci subay takımı metotlarını terketmeye yanaşmadığı gibi, kendini maskelemek için dinci kılıklara giriyor. Halkın kanını emen parazitler binlerce askerin intihara sürüklenmesini herzamanki gibi papağanvari propogandalarla, “… vatan şehitliği, peygamber ocağı ve benzeri, ilkel ruhları okşayan kavramlarla örtüştürerek yapay bir kutsallık oluşturmaya çalışıyorlar.
Toplumdaki olumsuz, adi, kriminal ve kötü eğitim görmüş insanların, parti liderlerinin kendi hazırladıkları dikta listeleri ile öne çıkarılarak adına ‘Büyük Millet Meclisi’ denilen bu oluşumun örgütlenmesi, demokratik ülkelerde asla görülmemiş duyulmamış bir rezalettir. Sınırsız dokunulmazlıklara sahip küfürcü tiplerin TBMM denilen çatı altında büyüklük oynamaları, hiç bir kuruma karşı hesap vermemeleri çağ dışı bir olaydır. Ağızları sokak kabadayılarından farksız. Ana avrat birbirlerine küfür eden çete mensuplarında utanma yok! Seviye tamda cahil cuhul Anadolu gürühuna göre indekslenmiş. Biliyorlar ki geri kalmış toplum ancak küfürden, bağırma ve çağırmadan, işkenceden anlar! Meclisteki bu bağırma çağırma adi bir sokak kabadayısının piskolojik durumunu yansıtıyor. Bu halleriyle, bu parti yöneticileri yeni uyanmaya başlıyan Arap halklarının gerisine düşüyorlar. Parti liderlerine ruhunu-şeytana satan; emret kölenim imzasıdır, bireysel çıkarları için acımasızca yöntemleri, siyasal çatışmaları yürüten bu ilkel tiplerin her zaman çoğunluk sağladığı, çeteleşmenin doğal bir yol olarak benimsendiği bu yapıya ‘büyük millet’, ‘büyük meclis’ gibi yakıştırmaların yapılması saçmadır. Kendilerini en yüksek, en büyük diye lanse edenlerin oluşturdukları TBMM, esasen belirli kliklerin sistemli dayatmacılığının bir ürünüdür.
ANADOLU ERKEKLERİNİN KÜFÜRE ”ANA” dan BAŞLAMALARI!
Bilindiği gibi Ana veya Anne kelimeleri Türkçe kökenli değildir. Sonu “a” ya da “e” ile biten kelimeler Türkçe değildir. Bunlar Hint Avrupa dillerinden vaya Arap’lardan devr alınmışlardır.
Bazı örnekler verirsek: “Abluka” kelimesini gündelik hayatta bazen kullanırız. Kelimenin kökeni İtalyancaya dayanıp orijinali “a blocco” ( bir şehrin deniz yolunu kesecek biçimde çevirmek)dur.
“Anadolu” kulağımızaa en hoş gelen kelimelerden biri, çoğu insan ”anaların bol olduğu bir diyar” olarak anlıyor. Oysa manası bambaşka. Anadolu kelimesi Yunanca kökenli Anatolia’dan gelip doğu yönü, doğudaki ülke manasındadır.
“Pırlanta” kelimesi aslen İtalyanca’dan dilimize geçmiş olup İtalyancadaki haliyle kelimenin aslı Brillanta’dır.
” Çete” kelimesi aslen Arnavutça olup Arnavutların silahlı eşkıyalara taktığı isimdir. harik(a) : Arapça “karıştıran/harekete geçiren” anlamındadır.
Kafa: Rumca, Kεφάλι (Kefâli) veya Κέφαλος (Kêfalos).
Kahkaha: Rumca, Kαγχασμός (Kaghasmôs).
Paçavra: Πατσαβουρα (Paçavura), Panorama: Πανόραμα (Panôrama). Παν (Pan): Her, bütün, tüm-Oραμα (Orama): Ufuk. Bütün, topyekûn ufuk, Papatya: Παπαδια (Papadia). Παπας (Papas): Papaz. Παπαδια (Papadia): Papaz’ın karısı. Bir tür çiçek. Türkçe’ye bir yanlış anlama sonucu girmiş olan bir kelimedir. Pırasa: Πρασα (Prasa). Πρασινα (Prasina): Yeşil kelimesinden mülhem. Bir tür bitki (sebze),
Politika: Πολιτική (Politikî). Πoλı (Pôli): Şehir-Θεκα (Theka): Korunak. Şehri sarıp sarmalayan, dört duvar içine alan. Anlam genişlemesiyle, siyâset,
Kundura: Κουντουρα (Ku-n-dura). Tiyatrolarda, oyun sırasında ayağa giyilen özel bir ayakkabı türü, tahtadan yapılan ayakkabı. Anlam genişlemesiyle pabuç, ayakkabı, Lahana: Λάχανο (Lâhano). Bir tür sebze, Lamba: Λαμπα (La-m-ba). Parlayan, ışık veren, ışık saçan. Λαμψις (Lampsis): Parlayış, aydınlık kökünden. Yunanca, “Kurt” anlamına gelen “Λύκος” (Lîkos) kelimesi de, “parlamak, aydınlatmak” anlamındaki “λαμπω”dan (labo) evrilmiştir,
Madalya: Μέταλλιο (Mêtalio). Mâden’den mütevellit, mâdenî olan. Fransızca’ya “Médaille” (Mêday) olarak geçmiş, oradan da Türkçe’ye girmiştir,
Efe: Rumca, Έφηβος (Êfivos). Yiğit, delikanlı.
Falaka: Φαλαγγος (Falagos). Kalın sopa. Yunanca’dan Arapça’ya oradan da Türkçe’ye geçmiştir. Fire: Φύρα (Fîra). Azalma, eksilme.
Fiske: Φούσκα (Fûska). Şişik, kabarık. Funda: Φουντα (Fu-n-da). Püskül, tepelik anlamlarında.
Galata: Γαλατας (Ğalatas). Sütçü. İstanbul’un en eski semtlerinden birinin ismi. Gübre: Κοπρος (Kopros). Dışkı, Gaita.
Müze: Μουσεïο (Musio). Güzel sanatların dokuz perisinden biri olan Μουσα (Musa) kökünden
Harita: Χάρτης (Hârtis). Hülya (Hulya): Χολή (Holî). Safra. Mâl-i Hülya: 4 unsur (kan, safra, balgam, aşk). Yunanca’dan Arapça’ya oradan da Türkçe’ye geçmiştir. Hayal, rüyâ anlamlarında da kullanılmaktadır. Mütareke : (terk kökünden) karşılıklı terketme, karşılıklı silah bırakma, kitabe : yazıt, şemsiye : (şems=güneş kökünden)güneşten koruyucu, ( Arap coğrafyasında ancak “güneşten korunmak”ihtiyacı olabileceği için ), Pizza kelimesi, Arapçadaki z/d harflerinin birbiri yerine geçebildiği örneklerden biri olarak : Pidda kelimesinin karşılığı ve Türkçede kullanılan ‘Pide’ kelimesinin de orijinalidir.
Hegemonya: Hγεμονία (İgemonîa). Egemenlik. Hâkimiyet.
şur”a : danışma kurulu, istişare : karşılıklı görüş/fikir alışverişi/danışma. Rumcadan gelen:
çene: Γενις (Genis / Yenis) veya Γναθος (Gnathos). Çene, Altçene. Delta: Δέλτα (Dêlta). Üçgen biçiminde olan. Akarsuların denize döküldükleri yerlerde oluşan alüvyondan zengin coğrafî yapı. Coğ. Ter. Diaspora: Διασπορά (Δiasporâ). Δια (Dia): Den, ile, için, dolayı, baştan aşağı-Σπόρος (Spôros): Tohum. Sağa sola dağılmış tohumlar anlamında. Anavatan’ın dışında yaşayan ve aynı milletten olan insan topluluğu. Örn: Diaspora Ermenileri.
Diploma: Δίπλωμα (Dîploma). İkiye katlama, kıvırma, bükme. İkiye katlanmış olan anlamında, Anlam genişlemesiyle Şahadetnâme, ehliyet belgesi. Dogma: Δόγμα (Dôgma). Değişmez kanı, Nass, İnak / İnag. Felsefe ter.
Drama: Δράμα (Drâma). Aslen eylem anlamına gelmekte olup bir tiyatro türünü ifâde eder. Izgara: Σχάρα (Skâra). Yara kabuğu (skar) anlamında da kullanılır, İskele: Σκάλα (Skâla). Aynı zamanda merdiven mânâsına da gelir, Karavana: Χαριβανός (Harivanôs). Büyük yemek kabı, Karizma: Χάρισμα (Hârisma). Bahşiş, hediye, Allah vergisi. Χάρις (Hâris): Letâfet, nezâket, hüner, iyilik, hidâyet, lütûf, nimet, af, hatır, şükr. Bu kelimeden türetilmiştir, Kestâne: Kάστανο (Kâstano), Kırtasiye: Χαρτες (Hartes). Kâğıt kelimesinden türetilmiştir, Kilometre: Xιλιόμετρο (Hiliômetro). Χιλιός (Hiliôs): Bin-Μετρο (Metro): Metre. Bin metre,
Kirve: Κύριος (Kîrios). Bay, bey, efendi, beyefendi. Anlam genişlemesiyle, Sünnet törenlerinde, çocuğun “mânevî baba”lığını yapan ve kimi zaman da bütün masraflarını üstlenen kişi mânâsına. Bir diğer sava göre ise, kelime, Yezidîler (Ezidîler) tarfından kullanılan, “Khirfê” sözcüğünden gelmektedir. Bu sözcük de aşağı yukarı aynı anlamda kullanılmaktadır, Mağara: Μεγαρον (Megaron). Oda, Ev, oturulan mekân. Anlam genişlemesiyle, in, büyük oyuk, büyük kovuk mânâlarını yüklenmiştir, Makina: Μεχος (Mehos): Araç,
”Anadolu”, cahillik nedeniyle talafuzda zorlanan ilkel kitlelerin, ”Anatolia”, Ana-Tolia’ yı söyleyememelerinden türeyen sahte bir ad’dır. Göçebe barbar kitlelerin Anatolia’ya akınları, akabinde uygarlığı yakıp yıkmaları, sadece yerleşim alanlarının adlarının çarpıtılması, yanlış söylenmesi ile sınırlanmadı. Türkiye’de ki isimlerin yaklaşık % 84″ ünün Türkçe olmayışına rağmen, hafıza kaybına uğrayan kitlelerin bunların kökenini oluşturan uygarlıklardan öcü gibi kaçmaları, bilinçaltlarında taşıdıkları ”ana, anne” ye yönelik negatiflik, kendilerinden olmayanlara duydukları piskolojik vurgunun bir ifadesidir. Bugünkü Türkiye’de, fertlerin dişi komponentlerine savrulan aşağılayıcı hakaretler, Türklerin halen konsistent olarak yaşadıkları Türkmenistan veya diğer Orta Asya ülkelerinde rastlamak mümkün değildir. ”ana” küfürleri ile kinli ruhları rahatlatmanın yöntemini bulan pirimitif güruhlar, bunu kültürlerinin de belirgin bir hattı haline getirmişlerdir. Dünya da hiç bir toplumunda dejenere olmuş Türkler’deki kadar Anne veya kişinin dişi eşini hedefleyen bu kadar küfür görülmemiştir. Hiç bir Alman, başka bir Alman’a kızdığında onun Annesine hakaretle işe başlamaz. Avrupa toplumlarında genellikle kişinin kendisi hedeflenir ve oral çatışmada o kişinin olumsuzlukları veya zayıf noktaları hedeflenir. Doğu toplumlarında çokça ratlanan hayvanlara benzetmeler, şamanist kültürden etkilenmiş alanlarda doğal bir kültür olarak devam ediyor. Türklerin devr aldıkları şimdiki küfür kültürü esasen Bizans’ların son dönemlerinde ki dönemin bir mirasıdır. Bu küfürbaz kültürü başlatanlar tabii ki din değiştirip Müslüman olan Rumlar’ın kalıntılarıdır. Dikkat edilirse, ”ulan” ile başlayan ve aile fertlerini ”ana”dan başlayarak rencide eden, piskolojik saldırılar mentalitesi, Anadolu’ daki kültür yıkımı ile şekillenmiştir. Orta Asyalı göçmenler, Osmanlı saray geleneğinde olduğu gibi, Müslüman olmayan kadınlarla evlenir, eş seçimi yüzde doksan bu yönde olurdu. Özellikle Selçukluların son dönemlerinden itibaren gelen göçmenler, direkmen Bizans’lılardan arta kalan, Türk olmayan Rum, Ermeni ve diğer onlarca etnik toplumlarlardan kadınları eş alarak 2 – 3 göbekte anadolu’da ki yerleşik toplumda eriyerek melezleşti. Bizans’tan tek fark sadece İslam’laşma idi. ” Ana” buranın yerlisidir, Baba ise Orta Asya’dan gelmiştir ve o hedeflenmez. Asker doğan Türk, ekmeğini yediği, suyunu içtiği Anadolu’ nun ‘Ana’sına küfürü de doğuştan almış gibidir…Yoz kominikasyonu, melezleşme döneminden itibaren genlerine işleten doğunun bu ilkel göçebeleri bu topraklara kötü bir miras bıraktılar.
ORDU:
Türk ordusunda askerlik yapan her genç, hayatında duymadığı küfürleri, burada sözde şanlı, kahraman, sırtı yere gelmez apoletlilerden duyar! Eline kamçı alan her lümpen subay, ilk olarak, sözde ”vatan görevi” yapmaya gelmiş garibanların bütün sülalesini düzme seremonisi ile ”eğitime” başlar…Düyada, küfür etmede rekor kıran Türk ordusunun dinciler tarafından kapitüle ediliş biçimi, kendi halkına karşı aslan kesilen bu köhne gücün kofluğunu gözler önüne serdi. Askere giden yoksul gençlerin beyinlerini zorla yıkayarak, işkence ve zulümle sözde resmi Kemalist ideolojiyi savunma adına, ırkçı dinci Türk-İslam sentezini aşılamada etmediğini bırakmayan ordu liderliği, sarıklı türbanlı tarikatçıların önünde pısırıkça diz çöktü. Generallerin hemen hemen hepsi pişmanlık getiriyor, başkalarına terörle dayattıklarının arkasında durmak yerine, kendilerinin de ne kadar İslamcı olduklarını ispatlamak için, saltanatlarını korumak için vede yağma ve talandan pay almak için bukalemun gibi renk değiştirmeye devam ediyorlar.
Varlığı tamamıyla dışa indeksli 1 milyonluk resmi ordu, içi boş, çeşitli menfaat şebekelerinin at oynatığı yabancı güçlerin elinde eskimiş bir oyuncaktan başka bir durum arzetmiyor.
Kürt, Ermeni veya bir Rum(dikkat edilirse bu milletler Anadolunun kadim halklarını temsil ederler) gördüğü zaman şaha kalkan, ama sarıklı kabadayı çetelerini görünce hemen saf değitirerek, arap devletlerinin dönek subayları gibi aşağılık bir manzara yaratan bu ordu, savunma değil, yeniçeriden kalan o mirasın devamı derdindedir.
AKP:
AKP, kendisinden öncekiler gibi işkence olaylarının faillerini koruyor. Türkiye’de güvenlik güçleri tarafından yapılan işkence, kötü muamele ve öldürme olaylarının dokunulmazlık zırhı altında devam ettiği açık bir biçimde ortada duruyor. Türk ordusu ve polisini, eğitim ve öğretimin her alanını avucunda tutan AKP kabadayılarının, küfürü devlet organlarında yasaklamaları için yeni bir anayasa yapmalarına gerek yokken, bu noktada da öncüllerine sadık kalıyorlar.
Emniyet teşkilatının yasal kadrosu 230.928 kişiyi buluyor.1994 yılı rakamlarına göre fiili kadro 146.303 kişi olarak belirtilirken, münhal kadro miktarı 24.625 kişiye ulaşıyor. Bu kadroları yöneten “çekirdek” giderek özel eğitim veren akademilerde yetiştiriliyor. Kendisi de bir mafia elemanı olan eski Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, bu görev tanımını, “”Özel eğitim” normları ekseninde belirginlik kazanan polislik bilinci, ordunun “cumhuriyetin yılmaz bekçiliği”” diye ifade etmişti. Ana yöntem aynı kaldı: İşkence. Türkiye’de; tekelli polis devletinin otoriter hızının en saldırgan yöntemlerinden biri işkencedir. AKP döneminde toplam 7.394 işkence olayı belirlenmiştir. Mağdurlarının herhangi bir açıklama ve başvuruda bulunmadığı işkenceler bu sayının dışındadır. Bu işkencelerin ağırlıklı olarak polis merkezlerinde yapıldığı biliniyor. AKP’ nin sorumlu olduğu devlet görevlileri tarafından yapılan insan hakları ihlallerini, tarafsız ve etkin bir biçimde soruşturabilecek bağımsız bir kurum olmadığı için ve güvenlik güçleri tarafından işlenen insan hakları ihlalleri için merkezi bir veri toplama sistemi bulunmadığı için, kanunsuzluk artarak devam ediyor.
AKP’ nin gücünü oluşturan Türk yargısına, polis ve askerine, özellikle 12 Eylül askeri darbesinden bu yana sadece toplumun en kötü ahlaksız unsurları, işkenceci sadist unsurlar, ırkçılar ve İslamcılar alındı. OHAL, Sıkıyönetim ve DGM mahkemeleri dönemlerinden miras alınan, resmi olmayan gözaltılar sırasında, gösteriler sırasında ve sonrasında, hapishanelerde ve hapishane nakilleri sırasında işkence ve kötü muamele uygulaması tabi ki devam edecektir. Devam eden, işkence altında alındığı ortada olan ifadelerin asıl kanıt unsurunu oluşturduğu davalar ve mahkemelerin bu tür kanıtları kabul edilebilir sayması, AKP tarafından devam ettiriliyor.
Seviyesi düşük, marijinal kalmış, kendini ifadeden aciz ipsiz sapsızlara polis üniforması giydirildiğinde olacak budur. AKP döneminde islamcı kesilen sadist polisin eline düşen bir vatandaşın piskolojik alanda gördüğü işkence cuntacılarınkinden az değildir. Allah düşürmesin düştünmü adamı ya sakat yada astı kendini yok camdan attı, yok çok alkollu idi” derler. Dünyanın en adi katil, rüşvetçi, ahlaksız zalim işkencecilerinden oluşan bu devasa polis gücü AKP döneminde daha da kuvvetlendi. Türkiye’ de Polis’e düşen bir insan hayatının en kötü dönemini geçirmeye mecburdur. TC poliisinin suçsuz insanları rencide derecesi dünyada üniktir. İslamcı kesilen bu soytarı sürüsünün küfürlerinde azalma değil artma görülüyor.
CHP:
Askeri diktaları altan alta destekleyen ırkçı islamcı CHP’nin kendi kimliğine dönüşü ya da boyanın dökülüp altta ki gerçeklerin ortaya çıkmış olmasıdır. CHP, Almanya ordusundan daha büyük bir kapasiteye (98.000 dinci asker)sahip olan İmam-hacı-hoca ordusunu (diyaneti) destekliyor, zorunlu din dersleri denilen islamcı ideolojik çalışmaların arkasında duruyor, türban va çarşaf reklamını yaparak kadınların köleliğe sürüklenmeleri prosesini hızlandırmaktan da geri kalmıyor… Bu haliyle CHP, ana hatlarıyla, Arap memleketlerinde faaliyet gösteren yobaz partilerden önemli bir farklılık göstermiyor.
CHP İttihat terakkinin devamıdır. Ermeni, Süryani soykırımı, Rum soykırımını ve Anadoludaki diğer yerli hakların yokedilmesi sürecini ilerleten bir akımın devamıdır: 1880 lerden beri başlatılan temizlik hareketlerini yöneten bir partinin mirasçısıdır.
Soykırıma uğradığı halde sürgündeki milyonlarca insanı bu soykırımı hak etmiş gibi göstererek, ortada bir isyan ya da ‘terörizm’ varmış gibi havalar yaratıp, yeni soykırımlara zemin hazırlayan neo diktacı CHP zamanını tamamlamıştır.
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
———————————————————————-
Esin Duran,
Selda Suner,
N. Gök,
Pelin Moda,
Bedri Engin,
Sevda Suner
Sezer Aşkın,
H. Datvan,
Salih Demir
A. Demir
Melahat Baykara,
ismail çekmez.
Aydin Nizam
Uğur Demir
Ismail B. Cenk,
Tekin Balkic
Selma Altuntaş,
Filiz Serin,
Nedim Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman Bahar
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
Aynur Balkaya
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burhan Kulakçı
Oğuz Duran
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
M. Oktay
Kemal Aktas
Yelda tekinoglu
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
esma yıldız
Murat Çetindal
Ali OkyarMusa Tekin
Aslı Birdal
Nazmi Doğan
İnci Gür
L. Okar
Mustafa Karkaya
Omer Aytac
Mürsel Bozkır
Zeynep Şengül
Gülcan Iğsız
Murat Nidar
şemsi Kaya
Ayten Ekşi,
Eda leman
nermin ışıl
D. Polat
Kadir Erdem
Serdar OKTAY
Mehmet Özdemir
Mustafa Erkan
Nuri AKTAS
Emine AKTAS
O. Kadir Ergun
Metin Kurca
Sedat Isiklar
Filiz Bag
Kadir Baskale
Sevim Varlik
Hasan Mesut Akkaya
Necmi Guler
Erhan Isguz
Meral Okur
Bilge Okyaz.
Kemal Koç
L. Mirakoğlu
Oktay Kızılcık
Mehmet Yavuzgil
Erdal Polat
Hüsnü oktay
k. Sankay
Ahmet tekin.
Semra Kaya
Mustafa Çiçek
Kayhan Göçkaya
Erdal Solgun
Mehmet Solgun
Esra Solgun
N. Altik
Oguz Karakış
Leyla Mert
Işık mert
D. Öksüz
Erdem Yılmaz
Ayse Eltan
S. Guner
M. Deniz Ok
Mehmet İnce
Huseyin Cinar
Meltem Cinar
Berk Cinar
L. Demirkaya
Huseyin Çilek
Ayten Irmak
D. Okdere
Ali Uskan
Berdan Temiz.
H. Baskale
Murat Gülay
Esra Gülay
Mustafa Akyol
A. jale Kol
M. Kol
Tamer Oktay
Aslan Burukoglu
I. Demir
Nurettin Akdal
Uzan Kara
ismail Igdır
Nuri Şen
Hasan.Y. Balci
Mehmet Yucel
Ana sözcüğü türkçedir.yapacaksanız yorumu doğru bilgilerle yapın.birinizdemi kontrol etmediniz?
http://m.nisanyansozluk.com/?k=ana&x=25&y=8
İslamcı ırkçı tarikat ve mezheplerin çatı örgütü olan AKP’nin Avrupa stratejisi çöküyor.
Taksim gezi eylemleri ile açılan yeni süreç, Avrupa’da faaliyet gösteren onlarca tarikat ve cemaati zor duruma düşürdü. Çaktırmadan her tarafa sızan, her yıl milyarlarca kara parayı Türkiye’de aklayan ve AKP rejiminin bel kemikleri olan bu Avrupa düşmanı politik islamcılar, Erdoğan ve diğer sertlik yanlılarının yaptıkları hatalar ve verdikleri açıklar yüzünden problemli bir döneme girdiklerini sezdiler. Avrupa’ da şimdiye kadar uyuttukları salon sosyalistlerinin, sözde Hiristiyan demokratların, geri kalmış yöneticilerin bu yüzden uyandıklarını, kendilerinden şüphelenmeye başladıklarını ve zaman içerisinde verdikleri destekleri bırakacaklarını anlamaya başladılar. Avrupalıları kandırmak için, sözde modern geçinen bazı bürokratları maskeleme olarak kullanan politik İslamcılar, yıllarca, aşırı sağcı politikaları, solcu kılığına girerek, aşırı dinci politikaları, kardeşlik ve dostluk yalanları ile gizleyerek güçlendiler. Sadece Almanya’ya, 35 yıllık bir zaman dilimi içerisinde 9 000′ den fazla cami veya mescit kurdular. Her taraf kuran kursu ile dolup taştı… Bütün Avrupa şehirleri, bebeklerden başlayarak beyin yıkama faaliyetleri yürüten binlerce organizasyon tarafından adeta parsellendi. Avrupa ülkelerini din, Allah hizmetleri vs.. yalanları ile kandırarak milyonlarca sübvansiyon alan ve örgütledikleri insanlardan aldıkları haraçlarla büyüyen bu tarikat ve cemaatler çetevari yatırımları da yaparak devleştiler…
Avrupalılar bu türden beklenmedik yapılar karşısında adeta aciz kalmışlardı. Her istediklerini koparıp alan, 100 000 lerce insanı kontrol altında tutan politik islam’a karşı bir alternatifleri olmayan zavallı politikacı ve dini liderleri en sonunda yine onların kanı ile beslenen AKP uyandırdı. Avrupa Parlamentosu’nun açıklamasını ‘Avrupa’yı tanımıyorum’ diye reddeden Erdoğan, sürece yeni bir yön verdi, artık işler eskisi gibi yürümeyecektir. Bu işin Viyana’sı da buraya kadar!
3 000 civarında Türk’ün yaşadığı bir İsviçre kasabasına 7 tarikat ve 6 politik organizasyonla toplumsal piskoloji kuran, Türk islam sentezi adı altında Irk Din mafiası oluşturarak milyonlarca inanı haraca bağlayan tarikat ve cemaatler, her ağacın kurdu kendisinden olur misali, hiç beklemedikleri yerden ilk darbelerini aldılar.
Erdoğan kadınları nüfus patlaması için zorlamaya devam ediyor!
Nüfus patlamaları yoluyla hegemonya kurmak, başka toplumlar üzerinde baskı, onların yaşam alanlarına, sayısal güç, yapmacık çoğunluklar yaratarak müdahale etmek, bilindiği gibi ilkel çağlara tekabül eden ve Osmanlı’ların da başarı ile uyguladıkları bir politikadır. Bütün Anadolu toprakları, bu strateji ile yaratılan yapay çoğunluklar sayesinde etnik temizliğe uğramıştır. Anadolu’nun bütün yerlileri yokedilerek, ucube, dejenere yeni bir millet yaratılmıştır.
İslamcı güçler ele geçirecekleri yerlere, önce fakir fukara adı altında göçmenler sokar, arkasından da yağma ve talan için seferlere başvururlardı. Araplar’ın bir kaç kabile ile başlattıkları bu yayılmacılık taktiği günümüzde biçim değiştirerek devam ediyor. Sonradan İslam dinini yayma adı altında yağma ve talancılığın öncülüğünü üstlenen Osmanlılar, ekarte ettikleri milletlerin çocukları da ellerinden alarak, devşirme sistemince onları Türk Müslüman yaptılar.
R.T. Erdoğan, bu devşirme silahına sahip olmadığı için belki de yanıp tutuşuyor ama o ortalığı kuru kalabalıklarla doldurmak için, hayranı olduğu padişahlardan daha fazla olanaklara sahip..! Erdoğan, doğum başına vereceği yardımı çoğaltmaya hazırlanıyor: ”…en az 3 çocuk yapın, doğurun, doğurun, daha fazla doğurun, bu yolda her şey mubahtır, ne duruyorsunuz, biz bunu boşa mı söylüyoruz”, diyen Erdoğan’ın, sanki damızlık bir millet yönetiyormuş gibi, başka ülkelere kaçmak için çırpınan, karnını zor doyuran milyonların yapacağı çocukları ne yapacağı, bunları nerelerde kullanacağı bir bilmeceye dönüştü! 1965 lerden itibaren en az 16 milyona yakın türk kendi topraklarını terkederek başta Avrupa olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerine yerleşti. Bu sayıyla Türkiye insan ihracatı listesinin başında durmaya devam ediyor. kendi insanını hangi nedenden olursa olsun, başka ülkelere göçe zorlayan bir sistem, din, ve kültürü terketmemek, kaçanları elde tutmak için gerekli önlemleri almak yerine, daha fazla kaçacak insan yaratmak için zorlayıcı veya teşvik edici tetbirlere başvurmak, daha çok insanın kafasını karıştırmaya başladı. tabii olmayan bir yolla, yapay metotlarla üretilen bu kalabalıkların geleceği ne olacak ki? Ya askere gidip mayına basacak, ya kahvede akşama kadar okey atacak, ya da başka ülkelere kaçacaklardır…
Türkiye, yüzkarası insan ihracatında dünyada 1. sırayı tutmaya devam ediyor.
Avrupa’ ya milyonlarca cahil cuhul insan ihraç edilmiş, bunlar yarli halklara düşmanı olarak örgütlenmiş, kadınlarına Türban veya benzeri üniformalar giydirilerek, mevcut toplumla kaynaşmaları yasaklanarak, karşıt bir güç olarak ortaya çıkarılmışlardır. Bu rezalet duruyorken AKP yöneticileri daha çok çocuk yapın demeye devam ediyorlar! Erdoğan, bu çocuk doğurtma savaşını, sidik yarışına dönüştürdü. Erdoğan’dan önce bu konuyu en ciddi şekilde devlet stratejisi yapan Alman Nazi lideri Hitler olmuştur.
Esasen bugün Erdoğan’ın Türkiye’de uyguladığı ”çocuk parası, yardımı”, ilk defa Hitler tarafından, ”üstün ırk” diye tanımlanan Alman ırkının üstünlüğünü sayısal anlamda korumak ve dünyayı ele geçirmek için uygulanmıştır.
Aynı şekilde, Erdoğan’ın sık sık bağırarak tekrarladığı, ”tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan…” sloganı da, Alman Nazi’lerinin ana sloganlarından bir tanesidir.
Bu noktadan da anlaşılacağı gibi, Erdoğan’ın temsil ettiği Milli Görüş ideolojisi, Arap Milliyetçiliği olan İslamcılık ile Alman Irkçı nazı ideoljisinin bir karmasıdr.
Farklı ideolojiler, nüfusa da farklı biçimde bakar. Mesela İslamcı milliyetçilerin kafası, “Büyük Nüfus = Güçlü Türkiye” şeklinde çalışır.
Ne var ki bu, Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma bir fikirdir. Orduların kafa kafaya geldiği, sayısı fazla olanın genellikle savaşı kazandığı bir dönemdi o… İleri teknoloji ve nükleer silahlar bu bağlantıyı çoktan kopardı. Gökyüzüne hâkim misin, uzaya hâkim misin, Biz 76 milyonla yakar yıkar demekle bir yere gidilemez.
TSK’nin, “Güçlü Ordu = Güçlü Türkiye” denklemi nasıl yanlışsa, Irkçı islamcı milliyetçiliğin “Büyük Nüfus = Güçlü Türkiye” denklemi de yanlış…
AVRUPA’YA KATILMA PROBLEMİ
Asker doğan savaşçı fertler, non-stop savaş ideolojisi ve piskolojisinden kurtulamayan bir kültür yapılanmasıyla sivil bir topluma entegre olmak doğal olarak zordur. Avrupa’ya düşmanlık edilerek oraya girilemez, kültürünü, yaşam biçimini beğenmediğin, sana tamamıyla ters düşen bir sisteme bağlanman tabiata aykırıdır. Çin, İslam birliğine üyelik müracaatında bulunmuyor, Kendisine has bir kültürü olan Japonya AB ülkelerine, üyelik için yalvarmıyor!, Suudi Arabistan, sosyalist bir pakt için can atmıyor. Peki dinci Sunnici AKP’nin, kendi idolojisine zıt bir sisteme yamanmak için çırpınması ne ile açıklanabilir?
Dünyada bir sürü paktlar var ve yenileri de sürekli oluşma halindedir. Avrupa kültürüne zıt bir kültürü Türkiye’de hakim kılmaya çalışan AKP rejiminin, o pakta girmek için çırpınmalaraı iki yüzlülüktür. Avrupa Birliği oluşumu sadece bir kaç tefecinin, kap kaçtının, çalıp çırpmalarını düzenleyen bir sistem değil, ondan daha önemlisi ortak bir mentalite birliğine gidiş projesidir.
Buraya üyelik için baş vuran veya girmek için çalışma yapan ülkeler, iki yüzlüce, hem tam tersine gidip, hemde ”almıyorsun beni işte…’ diye ortalığı velveleye vermiyorlar.
Türkiye’de Avrupa’i olan ne varsa onu kökten silme açılımı yapan AKP’nin bu üyelik çığırtkanlığı şaibelidir.
Avrupa ülkeleri şimdilik bu tarikat ve cemaatlere, milyonlarca kandırılmış cahil insana müsamaha gösteriyor diye, oraya istila için girme heveslerine kapılmak büyük bir tuzak olabilir.
Demokrasiye sahip ülkelerin kalbi olan metropollerine binlerce Cami, mescit kurulmasına, on binlerce dinci militanın kitlelerin beyinlerini yıkayarak örgütlemesine izin veriliyor, her tarafa kuran kursları açılıyor, ezanlar yüksek sesle okunmaya başlanıyor diye, Avrupa’yı Sunni İslam’la ele geçirme hayallerine kapılmak için zamanın henüz erken olması gerek…!
Bu da AKP’ nin 5.kol olarak doğan Müslüman askerlerinin taktiği olsa gerek!
AKP, Milli Görüş örgütü temelinde esasen hem teorik hem de pratik anlamda Avrupa kültür ve tarihinin, değer ve yargılarının, onun en temel yaşam şekillerinin karşısındadır, tek bir ortak noktaları bile yoktur: kiliseleri Camilere çevirmek istiyorlar, Avrupalıların kıyafetlerinden tutun, yiyeceklerine, kadın-erkek ilişkisinden, muzik ve sanata, normal Avrupalı’nın en basit yaşam şekline karşılar. Bu haliyle 180 derece tezatla, hangi birliktelikten bahsedilebilinir!
AKP’yi kuran tarikat vecemaatler Avrupa’ya düşmanlıklarına devam ediyorlar. Milli Görüş tarafından Avrupa toprakları üzerinde örgütlenen kitleler, Avrupa halkına kin ve nefret kusuyorlar! Erdoğan’ın ”daha fazla çocuk, daha fazla doğurun..” kışkırtmasıyla iyice çoğalan ilkel kitleler tatamıyla İslamcı ırkçı tarikat ve sözde sivil örgütlerin denetminde getto adacıklarına dönüşüp, Hünkar’ın şanlı girişini beklemekten başka bir hareket yapamıyan robotlara dönüşmüşlerdir. Bu haliyle İslamcı akımların çatı örgütü olan AKP’nin Avrupa topluluğuna düşman olarak girme düşüncesi söz konusudur. Cahil, şartlanmış Müslüman kitle iç güdüsel olarak bir yerlere doğru gidilmesi gerektiğinin farkında, ama bunu Erbakan gibi dürüstlükle söyleyemiyorlar. Erbakan, Avrupa’yı resmen tehdit ederek, ” biz Roma’yı içerden fethetmek için geliyoruz..” demişti. Avrupa’da doğup büyüyen 3. 4. kuşakları ”askerli parası” diye adlandırılan haracı ikiye katlayarak ipotek altına alan AKP, eski militaristleri geride bıraktığı gibi, Avrupa’ya aslında neden girmek istediğini saklamaya devam ediyor!.
Hem yaygınlaşan İslamcılık tehlikesini alevlendirecek, hem de beni bir an önce al diyeceksiniz!
Şiddet yanlısı İslam’cı politik örgütler, Avrupa ülkelerinde, özellikle İngiltere, Almanya ve Fransa’da resmen birer tehlike haline geldiler; Örneğin çoğunluğu Protestan olan İsveç’te Müslümanlar’ın sayısı Katolikler’den üç kat fazladır. Şu an Avrupa topluluğu içinde 58 milyona yakın insan uluslararası politik İslam’ın avucunda, gece gündüz devam eden beyin yıkamayla Avrupalıları ürkütücü bir tehlike olarak hızla büyümeye devam ediyor.
İşte hızla çoğalan bu kara cahil kitleler, Avrupa ülkelerinde görülen nüfus azalmasına paralel olarak, daha fazla alan kazanıp, yaşadıkları topluma cepheden tavır alarak onun birer düşmanı olup çıktılar. Örgütlenmeler ilk etapta cami dernekleriyle başladı ve genişleyerek devlet kurumlarını da sardı. 1960’lı yılların başında Almanya’da sadece üç cami varken şimdi cami sayısı AKP’ nin de kışkırtması ile 9 bini geçti. Arap ülkeleri, pakistan, Türkiye, Ortadoğu ve Afrika’dan akın akın Avrupaya yığılan Müslümanlar, uygarlığın verdikleri nimmetleri kötüye kullanarak hızla örgütleniyor, sözde terk ettikleri ülkelerin kültürüne daha sıkı sarılarak, kendilerini buralara süren hükümetlerinin desteğinde tahribatlarına devam ediyorlar.
Şimdi bu durumda, tehlike olarak görülen bu ortamın en büyük mimarlarından biri olan AKP rejiminin truva atı gibi, bütün hatları yarıp, Avrupa’yı, geride hazır bekleyen 100 milyonlarca İslamcı’ya yemlik olarak sunması stratejisi kendisini ele veriyor…
Erbakan’ın oğlu tekrar ediyor: ”..Mücahit Erbakan tezarühatlarıyla kürsüye gelen Fatih Erbakan, bir saati aşkın salona hitap etti.Necip Fazıl’ın ” surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!Ey kahpe rüzgar, ne yandan esersen es” dizelerini hatırlatarak, “şuurlu, samimi ve sadık bir toplantı olan bu toplantı, ikinci 40 yılın şahlanışıdır” dedi.Erbakan, şöyle konuştu:”Milli Görüş’ün misyonu, sadece oruç tutarak sadece namaz kılarak, bir hayır kurumu gibi çalışmak değildir.Avrupa’da bir çalışma olacağı zaman bunun Almanya’dan başlaması çok doğal çünkü insanlarımız burada neredeyse bir Belçika Hollanda kadar nüfus yoğunluğuna ulaşmış durumdalar. Almanya bizim olacaktır…” Görüldüğü gibi AKP’nin politik ideolojik motoru olan bu Milli Görüş, mazlum fakir işçi, iş arayan saf göçmenler, dinine sadık iyi vatandaşlar adı altında resmen 5.kol olarak örgütleniyor… Erdoğan’ın non-stop çocuk yapma taktiği esasen bu hedefe yöneliktir. Türkiye’de milyonlarca işsiz varken, çocuk istemeyen kadınları aşağılayan Erdoğan, ”.. siz merak etmeyin, Allah için en az 3 olsun,.., AKP olarak ekonomik mucizeler yaratıyoruz.”, diyerek Milli Görüş ideolojisine biraz diplomasi katıp 2071 parolası altında eski Osmanlı hedefinden vaz geçmediklerini vurguladı.
Avrupa’ya sokulan Milyonlarca kara cahil kitle ise ”giriş, çıkıştan”: ”…Bundan sonra Türkiye’de ve Dünyada Muhammed Ali Fatih Selim Erdoğan rüzgarı esecek inşaallah. En yakın zamanda Erdoğan’ı Avrupa Birliğinin başında görmek istiyoruz. Allah’ın rızkıdır…” ”, diyerekten, sabah Camilerine girecek, akşam ise çıkacaklardır. Kafirin malı yemekle bitmez!
Zavallı Avrupa halklarının bu yiyicilerden çekecekleri var: Berlin, Paris, Brüksel, Viyana, Londra vs.. artık uygarlık yerleri değil, İslamcı tarikat ve cemaatlerin üniformalarını taşıyan, rütbeleri, yıldızları, Türbanlarının bağlanışı ile simgelenen yağma ve talancıların korkunç yıkım sürecine sokulan, uygar insanların boşalttıkları alanlara dönüşen birer kenttirler artık…
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
———————————————————————-
Esin Duran,
Selda Suner,
N. Gök,
Ferdi koçkar
Yeliz seren
S. Aktaş
Pelin Moda,
Bedri Engin,
Nazmi Dogan,
Sevda Suner
Sezer Aşkın,
H. Datvan,
Salih Demir,
Nizamettin Duran
A. Demir
Melahat Baykara,
ismail çekmez.
Aydin Nizam
Uğur Demir
Ismail B. Cenk,
Tekin Balkic
Selma Altuntaş,
Murat Koç
Filiz Serin,
Nedim Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Erdal Cömert
Ismail Bulak
Ahmet Meriç
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman B.
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
Aynur Balkaya
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burhan Kulakçı
Oğuz Duran
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
M. Oktay
Kemal Aktas
Yelda tekinoglu
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
esma yıldız
Murat Çetindal
Ali OkyarMusa Tekin
Aslı Birdal
Nazmi Doğan
İnci Gür
L. Okar
Mustafa Karkaya
Omer Aytac
Mürsel Bozkır
Zeynep Şengül
Gülcan Iğsız
Murat Nidar
şemsi Kaya
Ayten Ekşi,
Eda leman
nermin ışıl
D. Polat
Kadir Erdem
Serdar OKTAY
Mehmet Özdemir
Mustafa Erkan
Nuri AKTAS
Emine AKTAS
O. Kadir Ergun
Metin Kurca
Sedat Isiklar
Filiz Bag
Kadir Baskale
Sevim Varlik
Hasan Mesut Akkaya
Necmi Guler
Erhan Isguz
Meral Okur
Bilge Okyaz.
Kemal Koç
L. Mirakoğlu
Oktay Kızılcık
Mehmet Yavuzgil
Erdal Polat
Hüsnü oktay
k. Sankay
Ahmet tekin.
Semra Kaya
Mustafa Çiçek
Kayhan Göçkaya
Erdal Solgun
Mehmet Solgun
Esra Solgun
N. Altik
Oguz Karakış
Leyla Mert
Işık mert
D. Öksüz
Erdem Yılmaz
Ayse Eltan
S. Guner
M. Deniz Ok
Mehmet İnce
Huseyin Cinar
Meltem Cinar
Berk Cinar
L. Demirkaya
Huseyin Çilek
Ayten Irmak
D. Okdere
Ali Uskan
Berdan Temiz.
H. Baskale
Murat Gülay
Esra Gülay
Mustafa Akyol
A. jale Kol
M. Kol
Tamer Oktay
Aslan Burukoglu
I. Demir
Nurettin Akdal
Uzan Kara
ismail Igdır
Ali Serin, Gül Akın, esra Serin
Nuri Şen
Hasan.Y. Balci
Mehmet Yucel
İsmet C. Koray
salih Söğütlü
Nuri Akçay, Gül Akçay, Esra Akçay
Ali Dem. Sarahoğlu
***********************************************************************
TAKSİM’E VE ÇAMLICA’YA CAMİ İSTEMİYORUZ. YENİ SULTANLARA HAYIR!
İMZA KAMPANYASINA KATILALIM…
http://www.change.org/petitions/başbakan-yuksek-bina-yapmayın-demis-peki-ya-camlica
Çamlıca ve Taksim’e kazma vurmanıza rızamız yok, bu sizi ilgilendirmiyor mu? #Camlica – Kampanyaya İmza Ver!
Kampanyaya İmza Ver
Sevgili Entegrasyon Komitesi. Kendinize blog açsanız da burayı spemlemeseniz. Gün bey çok hoşgörülü ve herşeyi yayınlıyor, benim blogumun yorum kısmını copy/paste manifestolarla doldursanız çoktan şutlanmıştınız.
KOMPLOCULUK GELENEĞİ VE TÜRK İSLAM SENTEZİ DARBESİ!
Çeşitli çetelerin koalisyonu olarak ortaya çıkan AKP, Askeri darbelerin geliş süreçlerini örnek alıyor!
Askeri guruplarca kuvvetlendirilmiş İslamcı vesayeti sağlamlaştırmaya çalışan AKP, saray darbesine ortam hazırlamaya çalışıyor! Başta Nakşibendiler olmak üzere Türkiye’de ki bütün şeriatçı akımlardan türeyen cemaat ve tarikatları birleştiren Erdoğan kliği, tüm militarist çetelerin üst kurumu olan MGK’de, AKP hükümetinin besleyip büyüterek halkın başına bela ettiği barbar Cihatçı örgütlerin kullanılarak bir kaos ortamının yaratılmasına karar verdi.
Kullanılan metotlar hemen hemen aynı…En son olarak Kenan Evren cuntasının hazırlanış biçimini kendisine örnek alan AKP oligarkları, mutlak iktidarları için her yolu mübah görüyorlar…
TSK, 1970-80 lerde cunta yapmak için, sağ-sol kavgası adı altında,kitleleri piskoojik alanda hazırlamak için, MİT ve diğer Kontra güçleri,hem sağcı hemde solcu kılığına girip kanlı eylemler gerçekleştiriyordu! İlk Kontrgerilla davası 31 yıl önce katledilen savcı Doğan Öz tarafından açılmıştı, ancak ne varki , devleti elinde bulunduran TSK, Doğan Öz’ü katletti.
AKP, SARAY DARBESİ İÇİN KİTLE ÇALIŞMASI YAPIYOR!
Erdoğan’ın saray terörü,TSK kurmaylarından aşağı kalmadı, eski bütün Kontr-Gerillacılar iş başında! Kimin kimi öldürdüğü belli değil artık…! Erdoğan’ın gladyatörü, sol gösterip sağ vuruyor!
Bu darbeci kirli sistemin öncüllerinden bir farkı kalmadı. Askeri darbeler öncesinde sıkça kullanılan komplolar yeniden devreye sokuldu. Mesela MİT ajanlarının İŞİD kılığında eylem yapmaları bunun en basit örneğidir.
islam dininin iktidar savaşı ve diktatörlüğün tesisinde kullanılması da yeni değil! Aynen şimdiki gibi komplolarla iktidara gelen darbeci Kenan Evren şimdiki Erdoğan gibi cumhurbaşkanı sıfatıyla yaptığı miting konuşmalarında dini motifler kullandı. Meydanlarda Kuran’dan ayetler okuyup İslamist ajitasyon yapan askeri diktatör, imam hatip liselerinin yaygınlaşması,her köye bir cami,Kuran okulu ve din dersinin zorunlu hale getirilmesini sağladı.
1980-83 arası askeri iktidar döneminde Türk-İslam Sentezi Milli Güvenlik Konseyi tarafından ana doktirin haline getirildi.
Benimsenen yeni devlet politikasının temelinde Türklük ve İslam’ın milli kültürün iki temel kaynağı olduğu bu politikaya göre Türkiye’nin eski osmanlı topraklarında genişleyebilmesi en etkili yolun Türk-İslam Sentezi olduğu önerildi. işte AKP’nin temelleri ta o zaman atıldı.. Buna göre İslam olmadan Türklerin kimliklerini korumaları mümkün olmadığı savunularak,İslamizmin her alanda genişletilmesine karar verildi..,
Kenan Evren, darbe sonrasında pek çok konuşmasında, şimdiki AKP yöneticileri gibi dine ve Kuran’a referans vermiş, “İslami değerler” ile “milli değerler” dediği pan İslamizm-pan Türkizm şarlatanlığı yapmıştır. 19 Ekim 1981 tarihinde okullarda din dersi zorunlu hale getirilmiştir. İmam Hatip liselerinin ve öğrencilerinin sayısı arttırılmıştır. 1983 tarihinde imam hatip lisesi çıkışlılara, üniversitelerin her bölümüne girme hakkı tanınmıştır. Bu dönemden itibaren Alevi köylerine camiler yapılmaya başlanmıştır.
Şimdi AKP’yi oluşturan Cemaat ve tarikatlar,Türk İslam Sentezi ideolojisi etrafında şekillendirilen kültürel ve siyasal ortamla, Pakistan benzeri bir yapının alt yapısını oluşturmuşlardır. AKP iktidarı, imam hatiplerle, çok sayıda dini derslerle, kurslarla, okullardaki şeriat uygulamalarıyla Talibanlaştırmaya çalıştığı eğitime, dolaylı bir biçimde, Afganistan’da Taliban’ın ortaya çıktığı dönemin Taliban kafa dini liderlerinden, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın gençliğinde önünde diz çöktüğü Gülbeddin Hikmetyar’ı de soktu.Bu alt yapı hazırlandıktan sonra, gelinen noktada Suriye’de kanlı radikal dinci terör örgütleri destekleyen AKP iktidarı, 7 haziran seçimlerinde umduğunu bulamayınca MGK kararları ile El Kaide ve İŞİD bağlantılı elemanlarına kitle katliamları yaptırtarak oluşacak kaos ortamına bel bağlamıştır…
‘Muhalif denilen’ Barbar terör örgütleri, Nusra ve IŞİD ile birlikte yönetimi devirmeye çalışan dinci örgütlerin desteklenmesine devam ediliyor…Bu durum, Türkiye’nin, aynı zamanda kendi içinde de savaş kıvılcımlarını tutuşturması anlamına gelmektedir.
Sevgi ve Saygılarla
Entegrasyon Komitesi İsviçre- Vevey
———————————————————————-
Esin Duran,
Selda Suner,
N. Gök,
Irem haloglu
Ferdi koçkar
Yeliz seren
Vedat Konak
S. Aktaş
Pelin Moda,
Bedri Engin,
Hasan Sirtan
M. Eskici
Nazmi Dogan,
Sevda Suner
R. Adalı
Sezer Aşkın,
H. Datvan,
Salih Demir,
FERDİ KADER
Erhan Vural
Necmi Derinsu
Ahmet Kaymaz
Aslan IŞIK
Nizamettin Duran
A. Demir
hasan kayısoğlu
Melahat Baykara,
ismail çekmez.
Aydin Nizam
Uğur Demir
Ismail B. Cenk,
Tekin Balkic
Selma Altuntaş,
Murat Koç
Filiz Serin,
Nedim Serin,
Vedat Koçak,
Salih Birdal,
Erdal Cömert
Ismail Bulak
Ahmet Meriç
Mustafa Gur,
Hasan Zafer
Bahar Ünsal
Osman B.
Ayse bahar
Metin Maslak
H. Maslak
Dilek Solak
zeynep içkaya
Sevda maslak
Sercan Gezmiş
Aynur Balkaya
İpek Doğan
Nazım Doğan
Murat Doğan
esin erkan
Beyhan erdem
n. erdem
İsmail Deniz
Ayten BARAK
Ugur Birdal
Ahmet Tan
İsmet Yelkenci
Yıldırım Kongar
Selma Kongar
Birol Aytekin
Hatice Gül
Ibrahim Erkin
Kemal erdem
Rıza Akdemir
Mehmet Coskun
Hüseyin demir
fethi killi
Yeliz Ender
Mustafa Ender
Ugur Basak
Kemal Dektaş
Ayten Ilkdal
Nuri Aktanır
Metin Koc
Sevgi Ender
Burhan Kulakçı
Oğuz Duran
Burcu Kanter
Aysel kanter
Erol kanter
Layla SOLGUN
M. Oktay
Kemal Aktas
Yelda tekinoglu
Orkun Keskin
T. Vural
Oğuz şen
Nur Şen
Ismail çaykara
Burhan Orkal
D. Kahan
Seher Yıldız
Esra akkaya
Mehmet Uzan
Yeliz IŞIK
Murat Bakır
O. Dem
Salih Aktaş
Seyhan İlknur
Osman Çekiç
esma yıldız
Murat Çetindal
Ali OkyarMusa Tekin
Aslı Birdal
Nazmi Doğan
İnci Gür
L. Okar
Mustafa Karkaya
Omer Aytac
Mürsel Bozkır
Zeynep Şengül
Gülcan Iğsız
Murat Nidar
şemsi Kaya
Ayten Ekşi,
Eda leman
nermin ışıl
D. Polat
Kadir Erdem
Serdar OKTAY
Mehmet Özdemir
Mustafa Erkan
Nuri AKTAS
Emine AKTAS
O. Kadir Ergun
Metin Kurca
Sedat Isiklar
Filiz Bag
Kadir Baskale
Sevim Varlik
Hasan Mesut Akkaya
Necmi Guler
Erhan Isguz
Meral Okur
Bilge Okyaz.
Kemal Koç
L. Mirakoğlu
Oktay Kızılcık
Mehmet Yavuzgil
Erdal Polat
Hüsnü oktay
k. Sankay
Ahmet tekin.
Semra Kaya
Mustafa Çiçek
Kayhan Göçkaya
Erdal Solgun
Mehmet Solgun
Esra Solgun
N. Altik
Oguz Karakış
Leyla Mert
Işık mert
D. Öksüz
Erdem Yılmaz
Ayse Eltan
S. Guner
M. Deniz Ok
Mehmet İnce
Huseyin Cinar
Meltem Cinar
Berk Cinar
L. Demirkaya
Huseyin Çilek
Ayten Irmak
D. Okdere
Ali Uskan
İrem Haloğlu
Berdan Temiz.
H. Baskale
Murat Gülay
Esra Gülay
Mustafa Akyol
A. jale Kol
M. Kol
Tamer Oktay
Aslan Burukoglu
I. Demir
Nurettin Akdal
Uzan Kara
ismail Igdır
Ali Serin, Gül Akın, esra Serin
Nuri Şen
Hasan.Y. Balci
Mehmet Yucel
İsmet C. Koray
salih Söğütlü
Nuri Akçay, Gül Akçay, Esra Akçay
Ali Dem. Sarahoğlu
Ayten Karaman, Mehmet Azal
L. Uzan, Harun Tabaklı
Ertekin Sancak, mehmet değerli.
Kemal Güler, Zeynep Güler
B. Urak.
Ismail Duygu, Erdem Duygu
Hasan Incedemir.
N. kayıkçı.
Bayram Akçak
İsmail Dilpek.
Kemal Uzunyayla
Zeynep Olgun, Mustafa Gülay, Nuri gülay, Arzu Gülay
Mehmet Gülçiçek. Seher Gülçiçek.Mustafa E. Sırat.
Oktay Baykuş. Ezra Seren. Nuray Karaçay.Ali karaçay