Can Başkent/Türkiye’de Yayınlanan Ön Dönem Anarşist Dergiler

 

 

Bütüncül bir yaklaşım

 

 

Can Başkent

 

www.canbaskent.net

can@canbaskent.net

 

 

 

Giriş

 

Bu makalede, ön dönem olarak adlandırdığım 1986 – 1999 yılları arasında Türkiye’de yayınlanan anarşist dergilere yönelik bütüncül bir çözümleme sunacağım.

 

Ön dönem olarak adlandırdığım periyot, 1986’da Türkiye’de yayınlanan ilk anarşist dergi Kara’nın ilk sayısından, Ateş Hırsızı dergisinin son sayısının yayınlandığı 1999 yılına kadarki süreci kapsıyor. Bu süreçte yayınlanan dergilerden Kara, Efendisiz, Amargi, Ateş Hırsızı ve Apolitika’yı bu makalede ele alacağım. Bu dergilerin ‘dergi’ olarak adlandırmamın en önemli nedeni, yasal, hukuki ve izinli zeminde hareket etmeleri, fanzinlerden büyük oranda farklılık göstermeleri ve imkanlar el verdiğince yerel ve kısmen de ulusal dağıtıma girmiş olmalarıdır.

 

Makalenin ele aldığı sürecin 1999 yılında nihayetlenmesinin birkaç nedeni var. Türkiye’de İnternet’in yavaş da olsa yaygınlaşmaya başlaması ve 90‘ların sonlarında iyice artan fanzinlerin yavaş yavaş başka dergilerin oluşumunu yol açması, 12 Eylül’in hemen sonrasındaki ön döneme nazaran istibdatın zayıflaması ve buna bağlı olarak anarşizmin duyulur ve ciddiye alınır olması, sonuç olarak da Türkiye’nin birçok büyük kentindeki gösteri ve yürüyüşlerde anarşist grupların görünür olması bu ön dönemin sonuçlanmasını tanımlayan niteliklerdir. Ön dönem sonrasında, 2000’li yıllarda, gerek İnternet’in kullanımının artması, bu minvalde, 90‘lara dek pek de detaylı bilinmeyen anarşizmin artık, en azından kuramsal olarak, daha da bilinir ve tartışılır olması, buna koşut olarak özellikle sol cenahta yer alan siyasi yayınların da anarşizmi ele alır olması, tüm bu gelişmelere bağlı olarak birçok başka anarşist ya da anarşizan derginin neredeyse paralel olarak çıkması bu makalede kendimizi 2000 yılına kadar sınırlandırmamızın başlıca nedenleridir.

 

Değineceğimiz dergilerden Kara, Ekim 1986’dan Kasım 1987’ye dek 12 sayı, Efendisiz Kasım 1988’den Ekim 1989’a dek 6 sayı, Amargi Aralık 1991‘den Ağustos 1994’e dek 13 sayı, Ateş Hırsızı Aralık 1992‘den Mayıs 1999’a dek 10 sayı ve son olarak Apolitika ise Mayıs 1994‘ten Aralık 1997’ye dek 7 sayı yayınlanmıştır. Bu makalede sunacağımız incelemede, dergilerin periyotlarına, yayınlanma sürelerine de eğilecek ve yeri geldiğinde kimi istatistiki bilgiler de sunacağız. Bu çalışmada öncelikle, tanımladığımız ön dönemin temel karakteristiklerini tartışacak, sonrasında da bu beş derginin teker teker niteliklerini (ve nisbeten de niceliklerini) inceleyeceğiz. Sonrasında da, bu beş dergiye dair bütüncül bir yorum ve analiz sunacağız.

 

Bu makalenin en büyük eksiğini hemen belirtmeliyiz. Bu çalışmada anarşist fanzinlere değinmeyeceğiz. Bilhassa ön dönemin, bir süreç olarak tanımlanmasında kuşkusuz fanzinlerin rolü bulunmaktadır. Türkiye’nin çeşitli illerinde, özellikle Konya ve Mersin gibi şaşırtıcı şehirler dahil olmak üzere, yayınlanan ve dağıtılan fanzinler, bir bütün olarak ele alındığında apayrı bir çalışmayı hak ediyor. Dolayısıyla, gerek konunun hakkını verebilmek, gerekse bu çalışmadaki odağımızı yitirmemek adına, fanzinleri bu çalışmama kapsamına dahil etmeme gerekliliğini hissettik.

 

Yukarıda değindiğimiz gibi, ön dönemin sonları, Türkiye’ye İnternet’in girdiği yılları kapsıyor. Bu minvalde, ön dönemde yayınlanmaya başlayan ve bir dergiye ve hatta kitaba dönüşme potansiyeli misli misli olabilen kimi İnternet sitelerini de (örneğin Anarşist Bakış ve savaskarsitlari.org) bu çalışmaya dahil etmedik. Benzer şekilde, 80‘lerin sonlarında kısa bir dönem yayınlanan, etkisi ve kapsamı diğer dergilere göre oldukça sınırlı olan ‘Kara Sanat’ dergisi de bu çalışmanın kapsamında değil.

 

Son olarak, ön dönemin sonlarına doğru yayına başlayan, ilk sayısını 1999 yılında yayınlayan Efendisizler dergisini de bu çalışmamıza dahil etmedik. Bunun birkaç nedeni var. En önemlisi derginin yayınının hemen hemen tamamının tarihsel olarak, tanımladığımız ön dönemin sonrasında gerçekleştirmiş olmasıdır. Ayrıca, ileride daha da net bir şekilde tartışacağız, bu beş dergi bir şekilde bir gelenek oluşturabilmiş, zigzaglı da olsa bir süreklilik taşıyabilmiştir. Oysa ki Efendisizler dergisi, neredeyse tamamen farklı bir grup tarafından, bütünüyle apayrı bir geleneği temsilen yayınlanmaya başlamıştır. Efendisizler dergisi, sonrasında dönüştüğü Kara Toprak dergisi ve bağlı olduğu Anarşist Gençlik Federasyonu (AGF), bu nedenle bu yazının kapsamında değil. Ancak, kuşkusuz, ön dönemi nihayetlendiren bu derginin, ön dönem dergileriyle mukayesesi oldukça manalı olacaktır. Benzer şekilde, Efendisizler dergisi, Türkiye’deki anarşizmin yeni bir döneminin başlangıcını temsil etmektedir. Gerek örgütsel, gerekse siyasi olarak yukarıda değindiğim ve ön dönem dergilerinin analizinde sunacağım analizde de kendini açık edecek olan gelenekten kopuşun bir başlangıcı olarak görmek mümkündür bu dergiyi. İşin ilginci, Efendisizler dergisi ve AGF, ön dönem dergilerin kimi önemli isimlerinin de içinde barındırmaktaydı. Bu anlamda, çetrefilli ve zigzaglı bir süreklilik teşkil eder Türkiye anarşizm tarihinde.

 

Bu yazıda beş derginin başat kaynakçası olarak Propaganda Yayınları’ndan çıkan seçkileri kullanacağız [1, 2, 3, 4, 5]. Bunun en büyük nedeni, bu beş derginin kişisel koleksiyonlar ve arşivler dışında, kütüphanelerde dahi bulunamamasıdır. Dolayısıyla, atıflarımızı Propaganda Yayınları edisyonlarına yapacağız. Bu, gerek çalışmamızın akademik tutarlığı için (böylece atıflarımız kontrol edilebilir), gerekse akademik olmayan okurun kaynaklara kolayca erişimini sağlamak için gereklidir.

 

 

Ön Dönemin Karakteristikleri

 

İlk bakışta, 1986’da bir anarşist derginin yayınlanması şaşırtıcı gelecektir. Askeri bir darbenin izleri hala sürüyor, sosyalist sol ciddi bunalımlar içinde, siyasi iklim bir harabe halindeyken kendine açıkça anarşist diyemese de anarşist/anarşizan bir derginin çıkması şaşırtıcıdır. Bu şaşkınlığın en büyük nedeni, aslında anarşist bir dergi yayınlamanın gerektirdiği politik ve bürokratik cesaret değil, anarşist eserlerin ve kaynakların yok denecek kadar az olmasıdır. Bu minvalde, anarşizmi öğrenmek, ön dönemin en önemli karakteristiğidir. Anarşizmi öğrenmek, bu manada, hem dergiler için hem de okurlar için neredeyse koşut bir şekilde gerçekleşmiştir. Derginin yazarları, okuduklarını dergiye yazmış, okurlar okuduklarından öğrendiklerine dayanarak yazarlarla tartışmış ya da dergiye kendi yazı ve mektuplarıyla müdahil olmuş, bir döngü yaratarak, dergi ve okurları ve yazarları kolektif bir öğrenme süreci gerçekleştirmiştir. Bu aynı zamanda, biraz önce de kısaca değinmiştik, dergi çevrelerinin daha doğal ve ivedi bir şekilde teşekkül etmesini sağlamıştır. Değindiğimiz süreçte öne çıkan kimi engeller bu gruplaşmayı güçlendirmiştir. Örneğin, kaynak eksikliği, anarşist kuramı ciddi bir şekilde tanımama, diğer ülke ve kültürlerdeki kuramsal ve pratik tartışmaları oldukça yavaş ve geriden takip edebilme, anarşist öğrenme sürecinin önündeki engellerdendir. Dolayısıyla, bu engelleri beraber aşan, bu engelleri aşarken de beraber okuyan, yazan ve öğrenen bir grubun, küçük ve geçici de olsa bir geleneğe ya da gruplaşmaya yol açmaması düşünülemez. Bu kolektif öğrenme sürecinin sonlarına doğru, yukarıda da değindiğimiz gibi, İnternet’in ülkeye girmesi ve yaygınlaşması, İngilizce bilen kitlenin misli misli artması ve buna bağlı olarak da İngilizce kaynaklara İnternet aracılığıyla erişilebilmesi, ön dönemin sonlanmasını sağlayan en önemli neden olarak belirmektedir.

 

Diğer bir ifadeyle, ön dönemin en büyük karakteristiğinin, a priori bir şekilde tarihsizlik ve geleneksizlik olarak görmek mümkündür. Ancak, bu satırların yazarı bu niteliklerin içkin bir olumsuzluk taşıdığına inanmamaktadır. Yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi, bu geleneksizlik zaruri bir kuruculuk/inşacılık misyonu yüklemiştir bu dergilere. Bu minvalde, bu topraklardaki fiili tarihi aşağı yukarı otuz yıl olan bir hareketin gelecekteki literatürlerinin de, bilinçli ya da değil, kendini ön döneme atfetmeden tanımlaması mümkün değildir.

 

Kara Dergisi Seçkisi’nde yer alan söyleşisinde, derginin editörü Ahmet Kurt, bu süreci anlatırken, adım adım literatürle tanışmalarını şöyle betimler:

 

“12 Eylül darbesinin hemen ertesinde çeşitli politik vesilelerle tanışan ve Marksizm’in kıyısına varmış dokuz kişiydik. (…) 1984 yılında Sokak yayınlarını kurduk, Sorel’ in ‘Marksizm’e Eleştirel Yaklaşımlar’, Orwell’in ‘Aslan ve Unicorn’ adlı kitaplarını bastık. Herkesin yabancı bir dil bilmesi şansımızdı; Karl Korsch, Otto Rühle, Andre Gorz derken Bakunin ve Kropotkine rastladık. İlk kaynağımız Boğaziçi Üniversitesi’nin kütüphanesiydi. 1936 İspanya Devrimiyle karşılaştığımızda rengimiz belli olmuştu. Kendimizi anarşist olarak adlandırmaya başlamıştık. Victor Serge ve Paul Avrich ve Kronstadt’ı keşfettik. Ida Mett’in Kronstadt 1921 isimli kitabını Ümit Altuğ’un kitap kadar etkileyici önsözüyle bastık. İspanya ile ilgili kitap basmaya niyetlenmiştik ki, dergi çıkaralım dedik. Bir zaman, kim okuyacak, kimin için çıkarıyoruz, çoğalmak, manipülasyon, dergicilik üzerinden politika tartışmaları yaptık ve dergiyi imzasız yazılarla bir grup dergisi olarak çıkardık. Avrupa’da kimler var diye bakınmaya başladık. CIRA’ya (İsviçre’de anarşist kütüphane ve arşiv) ulaştık. O dönemde İsviçre’de MA! (Magazin Anarchist) dergisini çıkaran arkadaşlar ve CIRA’dan Marianne Enckell, her istediğimiz kitabı, dokümanı ve bir o kadar da İsviçre çikolatasını Kara’ya yolladı.”

 

[s. 11, 1]

 

Dolayısıyla, ön dönemde yayınlanan dergilerin, anarşizmin ortodoks ve Marksizm’den nisbeten çok da farklılaşmamış bir yorumunu yansıttığını fark etmek zor değil. Buna koşut olarak, belki bir heves ya da öğrenme şevkiyle, Kara dahil bir çok dergide Dadaizm’den nihilizme ve primitivizme dek anarşizan düşüncenin birçok kanadına da yer verilir. Her ne kadar, ön dönemin ağırlıklı olarak büyük üçlünün (Bakunin – Kropotkin – Proudhon) etkisinde olduğunu iddia etsem de, aynı zamanda sayısız nüansı da barındırdığını fark etmek gerekmektedir.

 

Fakat, heterodoks geleneklere özenmenin ötesine geçemeyen bu heveslenmeler kuşkusuz Türkiye ikliminde maya tutturamamıştır. Bunun nedenini görmek zor değil. Örneğin, Sorbonne gençliğini peşinden sürükleyen yapısalcılığın etkisinin neredeyse hiç görünmediği Türkiye siyasi sahnesinde, postyapısalcı anarşizmin entelektüel bir egzersiz olmanın ötesine geçemeyeceği de bir gerçektir. Keza, Dadaizmin ilham veren bir entelektüel çaba olmanın ötesine geçemediğini de görebiliyoruz.

 

Fakat, tüm bu meselenin en önemli sonucu, Türkiye’de bir anarşist geleneğin ya da akımın yaratılamamış olmasıdır. Bir ‘Türk işi anarşizmden’ söz etmek mümkünken, örneğin reaktif Yunanistan anarşist hareketi gibi ya da isyancı İtalyan anarşizmi gibi, kendi tadı ve kokusu olan, özgün, doğduğu toprakların sosyopolitik ihtiyaçlarına ve amaçlarına hizmet edebilen bir anarşizmden yoksun olmamızın nedenini de, ön dönem dergilerde arayabiliriz. Dolayısıyla, bu çalışmadaki analizlerimi okurken, aklınızın bir köşesinde bu gelenek noksanlığının nedenini aradığımı tutmanızda fayda var.

 

Bu noktada dikkatli bir parantez açma zorunluluğumuz var. Ön dönem anarşist dergiler ve bu dergilerin dolaylı olarak eklediği son dönem dergilerinde (örneğin Siyahi) dikkat çekici bir anarşizm algısı göze çarpmaktadır. Bu algı, anarşizmin evrenselliğine vurgu yapan, anarşist yerelliğin bu topraklarda, Marksist lezyonlar haricinde, nasıl yeşereceğine dair bir ipucu vermeyen , kendini kuramsallıkta kısıtlamış olan ve hatta, siyasi bir dille ifade etmek gerekirse, yenilgiyi baştan kabul etmiş bir kurgulamadır.

 

Bunun arkaplanını ön dönem dergilerde görmek mümkündür. Bu dergilerde, felsefi anarşizm algısı fonksiyoneldir. Diğer bir deyişle, bu dergilerin yazarları, endüstriyel toplumlarda, o toplumların koşulları ve önkabulleri altında kendini var etmiş anarşizmin tek ve biricik anarşizm olduğunu var saymışlardır. Kuşkusuz, özellikle Asya ve Afrika anarşizmine dair kimi kısa notlar ve atıflarda bunun böyle olmaması ve olamayacağına dair sezgileri hissediriz bu dergilerde. Ancak, politik sıkıntı, hele anarşizm gibi kendini eylemle var etmeye vakfetmiş bir siyasette, anarşist felsefenin yerelleştirilmesinde göze çarpmaktadır. Ancak, bu niteliğin de ön dönemde yer almanın içkin ve a priori özelliklerinden biri olduğunu vurgulamak gerekmektedir.

 

Her ne kadar a priori olsa da, anarşizmi yerelleştirememenin nasıl yapılamadığı nevi şahsına münhasır bir tablo arz etmektedir. Bu sıkıntıyı, ön dönemin son dergisi Apolitika’da dikkate değer bir şekilde gözlemleyeceğiz. Apolitika, anarşizmi o zamanlarda tüm vahşeti ve yoruculuğuyla gündemde olan Kürt sorununa uygulamaya çalışırken çektiği sıkıntı dikkate değerdir.

 

Ön dönem, aynı zamanda anarşistlerin ilk defa sokağa ve eyleme çıktıkları dönemi kapsamakta ve bu nedenle apayrı bir önem taşımaktadır. Özellikle Ateş Hırsızı dergisinde, bu eylemlerin raporları ve fotoğrafları yayınlanmış, 1 Mayıslara katılan anarşist gruplara yer verilmiştir. Dolayısıyla, ön dönem, anarşizmin sadece kitaplardan öğrenildiği değil aynı zamanda elden geldiğince pratiğe geçirildiği dönem olarak da kendini şekillendirmiştir. Fakat, bu noktada gerçekçi olmakta fayda var. Yukarıda da değindik, anarşist pratiğin Türk (ve Kürt ve Türk-Kürt) siyasi hareketindeki yeri bu yazıda değinmeyeceğimiz ilginç meselelerdendir. Fakat şunu söylemekle yetinelim, anarşist siyaset Türkiye politik arenasının utangaç veledidir. Anarşist birçok birey ve grup, kendilerini adlandırmadan anarşizan ögelere sahip gruplaşmalar oluşturmuş, Türkiye’de aktif olan türlü türlü harekette (siyanürlü altın karşıtlığından, antinükleer harekete, antimilitarizmden feminizme) var olmuştur. Fakat, anarşizm, tüm bu çabanın ‘ekmeğini yiyememiş’, biraz önce de değindiğimiz gibi, bu nedenle bir gelenek oluşamamıştır. Ön dönem bu ikilemlerin ve bocalamaların belirgin olduğu dönem olarak belirmektedir. Bunun nedenlerine dair, öte yandan, elimizde net bir bulgu yoktur. Anarşizmin çekici geldiği demografinin örgütlü eylemliliklere daha yeni yeni başlamış olmasından tutun da, anarşizan mahçupluk olarak nitelendirebileceğimiz, kökü Sufizm ile antikapitalist ahlak yaratma çabası arasında salınımlanan moral felsefe kurgusu, anarşizmin kimi zaman anonim kalmasında rol oynamıştır.

 

Bir kuram ve pratik olarak anarşizmi öğrenmenin yeni nesil okurun belki de hiç deneyimlemediği bir zorluğu İnternet’in ön dönemde var olmamasıdır. Anakronik olarak ele alındığında, şimdilerde bunu büyük bir şaşkınlıkla ve belki de umarsızlıkla karşılıyor olabiliriz, ancak, İnternet zemininde önem arz eden bilgiye doğrudan erişim, kah Türkiye koşullarının içkin zorlukları, kah 12 Eylül istibdatının ilave zorluklarıyla sekteye uğramıştır. Yukarıda yer verdiğimiz alıntıda da değinildiği gibi, Kara dergisini çıkaran ekibin dahi ilk kaynağı bir üniversite kütüphanesi olmuştur. Benzer şekilde, Türkiye’deki anarşizm (ve belki de kooperativizmin ve nihilizmin) tarihinin imparatorluk dönemine kadar geri götürülebilecek tarihsel köklerinin, bilhassa Baha Tevfik’in keşfi, on yıllar alacaktır.

 

Ön dönemin yarattığı en önemli sosyal oluşum bir anarşist cemaatçiliktir. Makalenin başlarında da dikkatle altını çizdiğimiz gibi, öyle ya da böyle, ön dönem bir bütünlük ve süreklilik arz etmektedir. Gerek, bu dergilerde yazanların benzer kişiler olması, gerek dergileri çıkartan ekibin hemen hemen aynı olması, daha da önemlisi, anarşist grupların zaten küçük ve dar olması, belki de ister istemez bir cemaatçiliğe yol açmıştır. Bu cemaatçiliği ön dönem dergilerin sayfalarında görmek mümkündür. Ön dönem sonrasında da, Efendisizler (‘Efendisiz’ değil) ve AGF grubu da belki bu kemikleşmiş cemaatin dışında bir çıkış aramış, ancak kendi cemaatini oluşturmaktan başka bir yere varamamıştır.

 

Kuşkusuz bu cemaatçiliği, bir geleneğin oluşması önünde bir engel olarak da görmek mümkün. Zira, cemaatçiliğin sosyal bağlarının, olası bir geleneğin gerektirdiği kuramsal ve eylemsel iklimi oluşturma önünde gayrı ihtiyarı bir engel olduğunu öne sürebiliriz. Bu nedenle, belki de ‘Türk işi anarşizmin’ bir vechesidir bu, ön dönem anarşist dergilerde birçok kişisel, duygusal, hezayanlarla dolu, öfkeli yazı bulmaktayız. Bu duygulanımları ve duygu paylaşımlarını, iradi ya da değil, bir cemaat oluşturmak için gerekli yakınlığı hissetmek için paylaşıldığını tahmin etmek zor değil.

 

Keza Ahmet Kurt bir röportajında bu cemaate şöyle atıfta bulunmuştur:

 

“Birlikte dergi çıkarmaktan ziyade birlikte yuvarlanıyorduk. Her zaman cümbür cemaat olmasa da birlikte yiyip içip birlikte geziyorduk. Üç ev aynı semte taşınmıştık, dergi biraz da evlerde hazırlanıyordu.”

 

[s. 12, 1]

 

Kısacası, ön dönemi, klişe tabirle bir emekleme dönemi olarak görmek mümkün. Ancak, uzun süren bir emekleme döneminin aksine, bu süreç sonrasında, anarşist dergiciliğin ve siyasetin yürümeye veya koşmaya başladığını söylemek zor. Belki bu satırların yazarının bu dönem dergilerine olan manevi bağı, belki de 2000‘lerde yayınlanan dergilerin etkisi ve öneminin ön dönemdekiler kadar derin ve sürekli olamaması, bu beş dergiyi daha da önemli kılıyor. Dolayısıyla, sunacağımız çözümlemeleri okurken, yukarıdaki noktaların izini sürmek, hem anarşizm tarihinin hem de kültürel medyanın tarihini daha iyi kavramak açısından önemli olacaktır.

 

Kara

 

Zileli ve Özkaya’nın da değindiği gibi Kara dergisini “bir milat” olarak ele almak mümkündür [6]. Ekim 1986’da yayınlanan ilk sayısıyla Kara dergisi Kasım 1987’de son sayısını yayınlayarak bir yıldan biraz daha uzun bir sürede 12 sayı yayınlamış, neredeyse kusursuz bir periyotta yoğun ve çalışkan bir sinerji yaratmıştır.

 

Kara dergisinin belki en ilgi çekici biçimsel özelliklerinden biri anarşist ya da anarşizm yerine liberter ve liberterizm sözcüklerini kullanmasıdır. Kuşkusuz, bunu nedeni açıktır. Kar’nın editörü Ahmet Kurt bu noktaya şöyle değinmektedir:

 

“Dergi çıkarken renkte bir sorun yoktu ama ‘anarşi’ kelimesinin kullanılmasında kafamız karışıktı. Trafik keşmekeşine ‘trafik anarşisi’, yumurtaya yapılan zamma ‘yumurta anarşisi’ , her türlü negatif olaya şu bu anarşisi denilen, darbecilerin dilinden yıllarca düşürmedikleri bir ‘terör ve anarşi ortamı’ gevezeliklerinin pek revaçta olduğu bir dönemdi. Soldan yeni kopmuşuz, otorite, birey, tahakküm gibi konularda kendi çapımızda keşiflerde bulunuyoruz ama ‘halkımız ne der’ gibi bir kaygımız da var bir yandan. Bir de tırsıyoruz, hiçbir toplumsal şemsiyemiz yok. İllegal örgütlenmeye karşıyız, legal alanda polis anarşiye ne kadar tahammül gösterir bilemiyoruz. Liberter kelimesi sokaktaki insana hiçbir anlam ifade etmese de bizi de bir kadar korur diyerekten kendimizi yazılı alanda böyle adlandırdık.”

[s. 11, 1]

 

Daha önce yer verdiğimiz alıntıda da Kurt’un değindiği gibi, Kara’nıın ilk sayısı bir grup dergisi olarak imzasız yazılarla çıkmıştır. Yer verilen yazıların kimisi (‘Sosyalist Parti Tartışmaları Üzerine’) güncel meseleler üzerine eğilmiş, kimisi anarşizmin tarihini (‘İspanya İç Savaşı’) tartışmıştır.

 

İlk sayısında Kara, başat kimi anarşizan meseleleri tartışmıştır: temsiliyet ilkesi, teknolojinin erki ve kapitalist çalışma ahlakı.

 

Bununla beraber, ilginç bir nokta olarak değinmemiz elzemdir, Kara’nın ilk sayısında, görebildiğimiz kadarıyla anarşist ya da liberter sözcüğü hiç geçmemektedir. Bu da kuşkusuz Kurt’un yukarıda değindiği anekdotuyla örtüşmektedir.

 

Türkiye’de yayınlanan anarşist dergilerin naif bir mizah ya da alaycılığı olduğunu Kara’dan itibaren görmek mümkün. Bu alaycılık, kimi zaman burjuvazi karşıtlığından, sarkastik bir özeleştiriye değin çeşitli biçimlerde kendini belli etmektedir. Örneğin, meraklı okur için burada yer verelim, Kara’nın ilk sayısında, çalışma üzerine yazılan bir makalede, şöyle tuhaf bir paragraf vardır: “Ama herhangi bir zorunluluktan kurtuluş sürecinin; kimi insanların kafasında zorunluluk olmadıkça koyundan farksız göründüğü için; insanların en ‘temel’ ihtiyaçlarını bile karşılayamayacakları bir duruma düşüreceğinden korkanlar, huzur içinde video seyredip tatil yapsınlar.” [s. 26, 1]. Mizahi yaklaşımsa kendini, son sayıdaki Ahmet Arslaner imzalı ve “İdeal Bir Birey Nasıl Olmalıdır?” başlıklı makalede kendini açık eder [s. 99, 1]. Bu makalede ironik bir şekilde, madde madde, egemen sistemin dikte ettiği birey prototipi betimlenir. Bu birey, “Şairlerden Edip Cansever’i, müzisyenlerden Bach’ı, Miles Davis ve Mustafa Kandıralı’yı sevmelidir” ve “Programlı bir hayatı hiç sevmediginden programsız yaşayabilmek için uzun uzun programlar (tabii ki) yapmamalıdır”. Ekseri değindiğimiz anarşizan öfkenin, ötekini nasıl gördüğü, onu ironik bir şekilde eleştirebilmek için nasıl bir zemine kendini oturtmaya çalıştığını, en ham haliyle Kara’da bulabiliriz. Kara, bu minvalde, sadece kendini değil, ötekini de tanımlamaktadır.

 

Ancak, bu tuhaf mizahın arkasında yatan, önceki bölümde de değindik, ham ve kibirli bir anarşizm algısıdır. Püriten bir teknoloji karşıtlığını ve de Protestan çalışma ahlakına karşı anarşizan olduğu düşünülen bir muhalefetin dile getirildiğini Kara’nın ilk sayısında görebiliyoruz. Benzer şekilde, Kara sıklıkla anti-entelektüelist bir proje olarak da adlandırılagelmiştir [9]. Nitekim, bu argümanlar 25 yılı aşkın süre sonrasında, günümüzde oldukça ilginç ve beklenmedik bir şekilde algılanabilmektedir. Örneğin, “(…) teknoloji de bir iktidar biçimlenişidir. Bu nedenle de teknoloji, toplumsal mücadelelerin hedeflerinden biri haline gelmektedir” [s. 19, 1] veya “okuma-yazmayı bilgisayardan öğrenen çocukların ülkesi Japonya’da, 5. kuşak kompüterlerin insan beyninin pek çok faaliyetini üstlenebilecek fonksiyonlarını geliştirebilmek için, akıl hastaları ve mahkumlar lobotomi ameliyatlarıyla ‘bitki’lere döndürülmektedir” [s. 19, 1] ya da “Tenya olman bir seçenek” [s. 33, 1] gibi argümanları, sosyal ve dijital medyanın baskın ve egemen olduğu, hatta anarşist grup ve bireylerin de ekseri bu medyumları kullandığı bir dönemde yeniden ele almak yerinde olacaktır. Bu yeniden ele alış, hem 1986 yıllarındaki anarşizm algısındaki yalınlığı hem de günümüzde pek tartışılmayan ve hatta unutulmuş anarşist argümanları anımsamak anlamında önemlidir. Tüm bu süreç de, tarihsellik zemininde anarşizm algısının nasıl gelişip değiştiğini betimleyecektir.

 

Öte yandan, değindiğimiz bu makaleleri irdelerken, gereğinden fazla bir nostaljiye kapılmamak da gerekmektedir. Tahmin etmek zor değil, değindiğimiz bu satırları yazan yazarların neredeyse hiçbirinin günümüzde benzer düşünceleri savunduğunu sanmıyorum. Türkiye’deki anarşist düşüncenin gelişimi macerasının, en fazla tebessüm yaratan mecralarından biri olan Kara, bu anlamda hem işlevsel hem de şaşırtıcıdır.

 

Bu işlevselliğin belki de en çok burun kıvrılan yönlerinden biri dergide yer alan kişisel denemeler ve fıkralardır. Oldukça kişisel yansımaları anlatan, çoğunlukla nihilizme varabilen bu makaleler de post-endüstriyel toplumun dertleri ve eziyetleri, yarattığı bunalımları varoluşçu bir tınıyla, neredeyse Sartre’ın Bulantı’sını, Camus’nun Yabancı’sını andırır bir şekilde anlatılır. Örneğin, ikinci sayıda Can Burak müstear ismiyle yayınlanan, endüstriyel dünyada maaşlı çalışan ortasınıfın bir gününü betimleyen bir makale şöyle sonlanmaktadır: “Bu işkenceye neden katlanırsın? Zorunlu mu köleleşmen, yoksa istemeyi beceremeyen sen misin suçlu?” [s. 29, 1]. Fanzinlerden alışık olduğumuz, kendinden nefret etme derecesine varan bunalımlı bir iç hesaplaşmayı anlatan benzer makaleleri Kara’nın hemen her sayısında ve sonrasın da diğer ön dönem dergilerde yer yer görürüz. Bilhassa, üçüncü sayıda yayınlanan, Can Burak imzalı “Tenya Olman Bir Seçenek” başlıklı yazı da bu konuda dikkate değer ilginçlikler içermektedir [s. 33, 1]. Yazı “Fazla seçenek yok. Ya isteyeceksin yaşamı ya da geberip gideceksin” cümlesiyle başlayıp

“Yaşamı istemek bir diger seçenek. Ya da geberip gitmek.” cümlesiyle sonlanmaktadır.

 

Bu sızı, şikayet ve öfke halet-i ruhiyesinin, anarşizmle nihlizmin bu topraklarda denk ya da akraba gibi algılanmasının ardında yatan nedenlerden biri olduğu öne sürülebilir. Bu akrabalık bağının ne kadar müsbet olduğu tartışması apayrı bir yazının konusudur. Ancak, şunu demekle yetinelim, anarşizminex nihilo yaratıldığı bir siyasi iklimde, bu ikisi arasında oluşabilecek bağ anlaşılabilir bir nitelik göstermektedir.

 

Bu ‘bunalım yazıları’ aynı zamanda, yazarın içsel hesaplaşmalarını yansıtmasının ötesinde, okurlarla yüksek derecede bir empati bağı kurmaya çalışmaktadır. Bu empati, genelde yazının sonlarına doğru artmakta, nihayetinde de vurucu bir cümleyle su yüzüne çıkmaktadır. Bazen bu empati, arkadaşça, kardeşçe bir öfkeye dönüşür, kimi zaman da bunalımı kabullenen bir edilgenliğe. Anarşistin varoluşçu bunalımı olarak adlandırılabilecek bu duygulanımlar ve hezeyanlar, anarşist dergilerin önemli bir parçası haline gelmeye, çok önceleri, Kara dergisi döneminde başlamıştır. Ön dönemin karakteristiklerini incelerken değindiğimiz gibi, bu ruh hali paylaşımlarının anarşist cemaatçiliğin inşasında da önemli bir rolü bulunmaktadır.

 

Kara dergisinin politik içeriğini ve kapsamını daha detaylıca değerlendirmek gerekmektedir. Kah çocukça, kah klişelerle örülü beylik yazılarla dolu olsa da Kara, önemli bir tarihsel işleve yerine getirmiştir. Bu işlevi yerine getirirken de, işlevselliğini üst bilincine taşımamış, dergiyi sırf dergi çıkarmış olmak ve tarihsel bir misyona hizmet etmek için değil, tam da aksine, yazılan makalelere ve emeğe inandığı için var olmuştur. Siyasi örgütlenmelerin “dergi çevreleri” üzerinden yürütüldüğü bir şemanın var olduğu bir zeminde kuşkusuz önemli bir açılımdır bu.

 

Ancak, Kara’nın ilk sayılarında görülen naifliğin, derginin ömrünün ikinci yarısında değiştiğini, Kara’daki makalelerin olgunlaştığını ve kuramsal manada ilerlediğini söyleyebiliriz. Örneğin, 6. sayıda yayınlanan “İktidar Nerede” başlıklı, M. Kazmacı imzalı yazıda, anarşist algısının belli başlı önyargılarından olan “özgürlük fetişizmine” dair ilginç değinilere rastlamak mümkündür:

 

“Renklilik ve çeşitlilikten kesinlikle yanayım. Ama bu renklilik kendisinde varolan özgür eğilimi sapmış insan doğasının varolan durumunu veri alan, tenya gibi yaşamayı giderek ideleştiren; özgurlük kavramını ‘savrukluk’, ‘düzensizlik’ diye ideleştiren; başka bireylere varlık hakkı tanımayan bir renklilik değildir. Hiççiliği (nihilizmi) varoluş biçimi görmek ne komik! Bence hiççi (nihilist) söylem, otoriter söylemle dalga geçmek için çok güzel ve yararlı bir silahtır, ama hiççi olmak bir varoluş biçimi değil, yok olmanın dayanılmaz ağırlığıdır.”

[s. 48, 1].

 

Benzer şekilde, 7. sayıda yayınlanan Ali Kürek imzalı “Liberter Düşünce (sic.) (ve) Harekette Devrim Kavramı Üzerine” adlı oylumlu makalede de dağınık bir üslupla da olsa anarşist devrim fikri ve projesi basit bir dille betimlenmiş, anarşist devrimin kendiliğindenciliği, yaratıcılığı gibi merak ve ilgi uyandırıcı konular tartışılmıştır [s. 51, 1].

 

Kara dergisinin eşcinsel özgürlüğü, feminizm gibi yeni sosyal hareketlere eklemlenmesi de ilerleyen sayılarda kendini gösterir. Örneğin, derginin 10. sayısında “kadına dayağa ceza verilmesi” talebinin, devlet ve iktidar ilişkileri açısından ele alınması [s. 72, 1], benzer şekilde anarşizm (Kara’nın diliyle liberterizm) ve feminizm arasındaki bağı inceleyen yazılar dikkat çekmektedir [s. 76, 1]. Keza, aynı sayıda Tayfun Gönül imzasıyla yayınlanan “Eşcinsellik Hastalık Değildir!” başlıklı makale, eşcinsel özgürlüğünün radikal sol kanatta tartışıldığı ilk makalelerdendir [s. 80, 1]. Bu yazıda, aynı zamanda bir hekim olan Gönül, meseleye şimdilerde yadırganabilecek bir yaklaşımla değinmektedir. Klasik sol kanatın eşcinselliği hastalık olarak gördüğüne değinen Gönül, yazısını şöyle sürdürmektedir:

 

“Liberterler eşcinselligi sadece bir hastalık olarak görmemekle kalmazlar. Eşcinseller üzerindeki toplum baskısını da lanetlerler. Toplum ve zaman zaman da devlet baskısına gerekçe hazırlamaktan başka bir işlevi olmayan bilimin ve psikiyatrinin iki yüzlülügünü teşhir ederler. Özgürlükçü etik açısından eşcinsellik, heteroseksüellikle eş deger bir cinsel seçimdir ve tamamen bireylere ilişkin bir konudur.”

 

[s. 82, 1]

 

Bu alıntıyı ve bu çerçevede yazıyı eleştirmek oldukça kolay. Eşcinselliğin bir “seçim” olmasının iddia edilmesinin yarattığı hassasiyetlerden tutun da, toplumsal cinsiyet zemininde eşcinselliğin sadece bireysel ve “eş değer bir seçim” olamayacağına dair muhtelif eleştirileri yöneltmek mümkün. Bu alıntıya yer vermemizin başat nedeni, anarşizmin emekleme devrinin yaklaşık 25 yıl sonrasından bakıldığında, kuramsal olarak nasıl değiştiğine dair önemidir. Anarşizmi, çiğ bir tercih okuması olmaktan çıkarıp, sosyopolitik bir güç ve iktidar siyaseti üzerinden okuyabilmek için epey bir zamanın geçmesi gerekmişti.

 

Benzer şekilde, beşinci sayıda Osman Konur imzasıyla yayınlanan “Doğrudan Demokrasi, Doğrudan Etkinlik” başlıklı makale de ilginçtir [s. 42, 1]. Evvela biçimsel açıdan, “doğrudan eylem” yerine “doğrudan etkinlik” sözünü kullanması, o dönemlerde Kara’da gördüğümüz anarşizm/liberterizm dikotomisinin bir uzantısıdır. İstibdat dönemi şartları anımsandığı çok şaşırtıcı değildir bu elbette. Bu makalede Konur, doğrudan demokrasi tarihinin kısa bir betimlemesini yapıp, anarşizmle bağına değinir.

 

Benzer bir şaşkınığı, derginin altıncı sayısında yer alan “İktidar Nerede” başlıklı yazıda da yaşarız. Anarşizmin neredeyse bir trade mark‘ı olan kaos – düzen – düzensizlik tartışmasının ilginç bir okumasını, makalenin yazarı M. Kazmacı bize şu şekilde sunmaktadır:

 

“İktidar tarafından savunulan hep kaostur (karmaşa/düzensizlik), kosmos (düzen) adına! Ben hiç inanmıyorum buna. Yani karmaşayı, düzensizligi özgürlük taraftarları yaratmadı demek istiyorum. Liberterler (özgürlükçüler) karmaşayı istemedikleri, sevmedikleri bir11 ‘miras’ olarak görmüşlerdir. Çünkü ‘düzen’ diye sözü edilen şey ‘karmaşa’nın ‘düzen’idir. Ben bu kaotik kosmosa karşıyım. Ben ‘düzen’den yanayım. Ama varlık sartı birinin veya birilerinin veya bir sınıfın mutlak iktidarına dayanan, mutlak düzenli bir düzene karşıyım: Yani faşizme, nasyonal ‘sosyalizm’e, İslami ‘sosyalizm’e ve her türlü otoriter ‘sosyalizm’e. Ben düzen taraftarıyım, ama bu düzen bireyin düzenine saldıran, böylelikle bireyin kendi dogasında kendine özgü olarak varolan insani yeteneklerini parçalayan, otoriter bir düzen degildir.”

 

[s. 48, 1]

 

Anarşizmin politikanın vicdanı olduğu iddiasını desteklercesine, anarşist ahlaka hatta daha da genel geçer bir şekilde ahlaka yapılan atıflar dikkat çekicidir. Şüphesiz 25 yıl sonra kulağa tuhaf gelen kimi ahlaki ve politik argümanlar yer yer büyük bir enerjiyle savunulagelmiştir:

11

11″Özgürlük; yoksulların sırtından geçinmeyi adalet sayan ve servet biriktirmeyi ve onu ba ̧ kalarına miras bırakmayı hırsızlık saymayan; zorunlu çalışmayı kutsayan ve insanları acımasız koşullar altında çalıştırmayı ‘erdem’ diye yutturan; kadın vücudunu teşhir etmeyi ‘cinsel özgürlük’ veya ‘cinsel tabuları yıkmak’ zanneden; yalanı ve haber uydurmayı ilke edinmiş; sosyal dayanışmayı sakatlara yardım fonundan ibaret gören; bireyciliği materyal-egoizmle veya para gibi bir nesneye tapmakla karıştıran; şeyleşmiş, modern çağımızın nesnesel, aşağılık ahlâkına karşı; temellerini kendisinin de parçası olduğu doğadan alan devrimci bireyin sosyal ahIakının, çagımız cehaleti üstüne aydınlatıcı parlayışıdır.”

 

[s. 56, 1]

 

Benzer şekilde, onbirinci sayıdaki “Özgürlükçü Bir Etik Yaratalım” başlıkı, Esin Kahraman imzalı makale de ahlaka değinmektedir [s. 94, 1]. Makale, “özgürlük mücadelesinde, özgürlükçü bir etiğe” çağrı yaparak sonlanmaktadır.

 

Kara’nın hızlı yayım periyoduna rağmen kimi polemiklere de yer vermiş olması dikkate değerdir. “Dayağa Ceza” meselesi tartışması (ki o yıllarda binlerce kadın, kadına şiddete ceza verilmesi talebiyle yürümüştür), ontolojik bir bakış açısıyla “eşitlik” konusuna değinilmesi, öğrencilik üzerine bir seri yazı, derginin son yarısını ilkinden ayıran belirgin özelliklerdendir.

 

Kara’nın 10. sayısında yayınlanan “Kara Bildirge”, Türkiye anarşizm tarihi açısından önemlidir. Bu bildirgede dergi, yayınlama koşullarının zorluğundan dem vurup, kimi yanlış anlamaları gidermeye gayret eder [s. 69, 1]. Bu zorluklar, şu şekilde sıralanır:

 

Birincisi ‘KARA’ Türkiye’nin geçmişinde yer almayan, yer tutmayan ve bilinmeyen ya da düşmanlarının ağzından bilinen bir toplumsal hareketin, düşüncenin, yani liberter düşünce ve hareketin bir tezahürüdür. (…) ‘Kara’ hem güncel sorunları yakalamaya çalışırken (aylık çıkmasının bir nedeni de buydu) hem de liberter düşünce ve hareketin geçmişini, şimdisini tanıtmak gibi ağır bir yük yüklendi. Başlı başına birer kitap konusu olabilecek konuları, kısa dergi makalelerinde deşmeye çalıştı.

İkincisi, KARA yayınlanmaya başladığında 12 Eylül’ün koşulları, yeni yeni yerlerini ‘başka şeylere’ bırakmaya başlamış ve Türkiye devrimcileri bıldırcın fırtınasını henüz atlatmaya girişmiş, bir şeyleri alenen yazmaya (alenen yazılanlar azın azı da olsa) başlamıştı. (…) Devrimci Marksistlerin birçoğu ise ya ‘içerdeydi’ ya da yurtdışında. Bu nedenle onlara getirdiğimiz eleştirilerin ‘savunmasız görüşlere saldırı’ olarak değerlendirilebileceğini biliyorduk. Ama yaşanan sürece müdahale etmeksizin sürecin bir parçası ve suç ortağı olmaktan da kurtulamayacağımızı biliyorduk. (…)

Üçuncusü, başta da söyledik ‘Kara’ geleneği Türkiye’ye, Türkiye’de bu geleneğe yabancıydı. Fakat bu geleneğin Turkiye’de yaratımı şablonlama yöntemiyle olamazdı. Bizim öyle dışarıdan alıp, Türkçe’ye çevirip burada harfiyen uygulayacağımız programlarımız filan olamazdı. ‘Kara’ evrensel bir düşünce ve hareketin yerli bir ürünü, yapıtı olmalıydı. Bunun için çalıştık. Bunun hakkını verebildiğimizi sanmıyoruz, çalışmaya devam edeceğiz.

[s. 69, 1]

 

Bu zorlukların ardından Kara kendisini tanımlar: “Artık biliniyor ki KARA: Anti-otoriter, Anti-militarist, Anti-seksist ve politikanın -yani iktidarı ele geçirme ve kullanma sanatının- her türlüsüne karşı toplumsal devrimci, kısacası liberter bir yayın organıdır” ve “KARA liberter-ekolojist,anarko-feminist, devrimci-sendikalist bir dergi değil, yani kısmi bir dergi değil, ama kelimenin en geniş anlamıyla liberter bir dergidir” [s. 70, 1].

 

Kendini tanımlayan Kara, kimi yanlış anlaşılmaları, derginin ilk on sayısını okuyanların kapılabileceği kimi intibaları düzeltmeye girişir. Bu yanlış anlaşılmalar “Kara’nın apolitik bir dergi olması”, “Kara’nın liberter bir hareket yaratmayı hedeflemesi”, “Kara’nın ilkesiz açık bir kürsü olması”, “Kara’nın antikomünist bir yayın olması” ve “Kara ve liberter düşüncenin bireyci ve toplumsal örgütlenmeyi reddiyor olması” olarak sıralanmıştır [s. 70-71, 1]. Dergi, bu yanlış anlaşılmaları gidermeye ve düzeltmeye çalışır, bu argümanlara tek tek yanıt verir.

 

Bu çaba iki açıdan önemlidir. Bu bildirgeyle Kara, kendi siyasi konumunu belli etmekle kalmaz, amacını ve çizgilerini aleni bir şekilde duyurur. Ayrıca, Kara bu şekilde aktif siyaset de icra eder. Sadece bir yayın olmakla kalmadığını, bir grup ve örgütlülük olduğunu ilan eder. Bunda mütevazidir: anarşizm başat kollarını kapsadığını ama örgütlenmeyi reddeden ya da bireyci ve Stirnerci akımları kapsamadığını açık eder.

 

Kara’nın bu bildirgesi, diğer anarşist dergilerde de göreceğiz, bir Türkiye geleneğinin tekrarıdır. “Dergi çevresi” olarak adlandırılabilecek bir siyasi örgütlenme yöntemi, anarşizmin ilk yıllarında seçtiği yol olarak görülmektedir. Belki sol/Marksçı geleneğin yarattığı bir alışkanlık, belki de darbe sonrası dönemin iklimi içerisinde başka bir yöntem bulmanın zorluğu olabilir bu yönelim kuşkusuz. Fakat, bu gelenek Kara sonrası dergilerde de kendini belli etmiş, anarşist gruplar dergi çevrelerinde örgütlenmeye devam etmiş, hemen her grup kendi konumunu ve duruşunu dergiler ve/veya fanzinler aracılığıyla duyurmuş ve tartışmaya açmıştır.

 

Kara’nın ilk eleştirileri, kendisinden sonra çıkan ikinci anarşist dergi Efendisiz’de kendini göstermiştir.

 

“Kara’nın geri planında koskoca bir tarih yatıyordu. Dünya çapında bir düşünce ve hareket geleneği. Oysa Türkiye’de bu gelenek hemen hemen hiç tanınmadıgı gibi, dil bilmeyen okurların da bu geleneği kendi ağzından tanıması imkansızdı. Çünkü Türkiye’de daha önce yeterli ölçüde yayımlanmış liberter eserler, yazılar ve gerçekleşmiş hareketler yoktu. Bu nedenle ‘Kara’ ilk olarak atladı okyanusa. Hem geleneği tanıtmaya, hem bu ‘yabancı’ önermelerden, hareketlerden ‘Yerli’ olanı çıkarmaya, hem de güncel olanı yakalamaya çalışacaktı. ”

[s. 11, 2]

 

Yukarıda da değindiğimiz gibi, Kara’nın misyonu büyüktü. Ancak, gerçekçi bir yaklaşımla Efendisiz’de bunun dürüstçe dile getirilmesi önemlidir. Efendisiz’in Kara’ya yönelttiği eleştirileri şöyle sıralayabiliriz.

 

“Politik olmanın gereklerinden biri üzerinde yaşanan ülkeyi çözümlemekti. 1930’ların Nazi Almanyası, 1980’lerin ABD’si ve 1980’lerin ikinci yarısının Türkiyesinde ‘Tahakkümün her biçimine karşı mücadele etmenin’ yolu yordamı birbirinden çok farklı olurdu, olacaktı. Kara, bu sorunu gündeme getiremedi. Bir mücadele tarzı tartışması yaratamadı.

(…)

Öte yandan eger değiştirmek istedigimiz, düşlerimiz değilse sadece, bu da bize erki zorunlu kılar. Biz erksizlik istemiyoruz ama herkesin eşit erke sahip olmasını istiyoruz. Yani erkin ‘yeniden bölüşümünü’. Bu da bize politikliği zorunlu kılar. ‘Kara’ bu gerilime kendini ‘politik’ olarak tanımlarken adaylığını koymuştu. Ama bu yaklaşımın hakkını verebildigini ileri sürebilmek çok zor.

(…)

Politika eylemini üstlenmek ‘kitlelerde’ hala devrimci bir gücün, bir dinamiğin olduğuna inanmayı gerektirir. ‘Kitlesel’ davranmanın yollarını aramaktır çünkü. Peygamberler ve kahramanlar yaratmak istenmediği zaman bu sorunun biricik cevabı yine hassas bir dengeden oluşan liberter politika uygulamasından geçecektir. Ama bu, birlikte yaşanılan ‘kitleleri’ tanımayı gerektirir. Ortamı oluşturan kültürün başkaldırı ögelerini çözümlemeyi gerektirir. Çözümlemelerin ve önerilerin tercüme öneriler ve çözümlemeler olmamasını gerektirir. Kısacası tek kelimeyle ‘yerli’ olmasını gerektirir. Kara’nın başaramadığı hedeflerinden biri de budur.”

[s. 12-13, 2]

 

Kuşkusuz, bu eleştiri ve özeleştiri yazının başından beri dile getirdiğimiz ve ötelediğimiz eleştirilerle örtüşmektedir. Benzer şekilde, bir “cemaat” olarak ele alındığında, Efendisiz dergisinin Kara’dan grup ve cemaat olarak ayrışmasının müsbet vesikasıdır. Elbette, bu yazının kapsamı her iki derginin gruplarını karşılaştırmak değil. Benzer şekilde, isim isim, kafa hesabı olarak bu dergilerin grupları ve “cemaatleri” arasındaki benzerlik ve farklılıklar da bu yazının kapsamında değil. Fakat, yine de bu eleştirilerin, özeleştirilerin ve farklılaşmaların uzun uzadıya dergi sayfalarında tartışılması, gerek bir politik ve siyasi hareket, gerekse bir düşünsel hareket olarak anarşizmin ilerlemesinde ve kuvvetlemesinde önemli rol oynadığı açıktır.

 

Benzer şekilde, Amargi dergisi de, hareketin Türkiye’deki sürecini incelerken Kara üzerine kimi yorumlar yapar:

 

“Bir-iki sayı sonra her derginin başına gelen kısırlık gerek direngenlik ve gerekse anarşist düşünceyi açıklayan ilk dergi olması nedeniyle ilerki sayılarda aşıldı. Ancak bu sefer de belli bir politik tarzı seçen Kara’yı oluşturan kişileri rahatsız etmeye başladı. Kara’nın Türkiye’deki ilk oluşum olması, anarşizmin yelpazesinin pek çok kesiminden insanları bu oluşumda toplamıştı. Kara Bildirge Kara’yı oluşturan kişilerin düşüncelerinin diger düşüncelere bir dayatması idi. Bunları yazarken yanlış anlamalara fırsat vermemek için, kişilerin haklılığından yada haksızlığından söz etmek değil, olanları anlatmak niyetinde olduğumuzu bildirelim.”

 

[s. 32, 3]

 

Bu temkinli ama hedef gözeten eleştirinin Amargi dergisinde yayınlanması, Amargi’nin de, Efendisiz gibi, Kara’dan bir kopma gerçekleştirdiğini, bunu hevesle yaptığını ve kendini tanımlamak için kimi diğer önkabulleri kullanacağını gösterir. Bu önkabullere sonra değineceğiz.

 

Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Ateş Hırsızı’nda da Kara’ya dair kimi eleştiriler okumaktayız [s. 18, 4]. Bu eleştirilerden belki en serti, Kara ve sonrasındaki Efendisiz dergisine yönelik şu sorunları dile getirmiştir.

 

“Kara ve Efendisiz’de ifadesini bulan liberter sürecin olumsuz yanlarını, su başlıklarla sıralamak mümkündür.

– Sorumsuz bireysellik.

– Umursamaz kendiliğindenlik.

– Bireyler arasındaki siyasal kopukluk ve dağınıklık.

– Komün ve kolektif davranışın bilinç düzeyinde işlenmemiş olması.

– Sistemle uyumluluk.

– Yasal çalışma alışkanlığı.

– Toplumsal alanı niteleyememe.

– Militan radikal ruhun işlenmemesi.

– Ulusal sınırlar içinde mücadele.

– Ulusal kurtuluş hareketleri karşısında belirsizlik vb.”

 

Bu yazıya, yayınlanmış olduğu derginin, Ateş Hırsızı’nın, ileriki sayılarında polemiksel yanıtlar da verilmiştir, ancak biz tartışmayı daha da uzatmamak için bu polemiğe bu satırlarda değinmeyeceğiz.

 

 

Efendisiz

 

Efendisiz dergisinin Türkiye’de yayınlanan anarşist dergilerden en az bilineni olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Kasım 1988’den Ekim 1989’a dek süren yayın hayatına altı sayı sığdırmış olması derginin nisbeten yakından gündemi takip edebilmesini sağlamıştır.

 

Dergi ilk sayısında, kendi misyonunu tanımlamıştır 15[s. 11, 2]. Bu tanımlama, Kara dergisine vakfettiğimiz önceli bölümde de değindiğimiz gibi, kendini Kara dergisi üzerinden, nisbeten diyalektik bir şekilde yürütmüştür.

 

“Kara’ya getirdigimiz eleştirilerden görüldüğü gibi Efendisiz, önce politik bir dergi olacaktır. Liberter düşünceyle ilgileri öncelikle politik olanların dergisi. Efendisiz, ‘Nasıl yapmalı’ ve

Nereden başlamalı’ soruların cevaplarını öncelikle Türkiye’de yaşadığımızı bilerek arayacak, Türkiye’de uygulanabilir tarzlar sorununa 15yönelecektir. Yok edilen toplumsal örgütlenme alanlarının nasıl açılabilecegini tartışacaktır.

 

(…) Sorunumuz, üç çocuklu işçiyle, bütün gün patlıcan doğrayan ev kadınıyla, vize kağıdı tırtıklayan öğrenciyle, kravatını düzelten memurla, kısacası ‘veri’ insanla, ilgili bir sorundur. Sorunumuz bu durumları yaratan yaşam örgüsünün topyekun dönüştürülmesi sorunudur. ‘Sıradan’ insanların hep seçkin yanları, ‘seçkin’ insanların da hep sıradan yanları vardır. Türkiyeli liberterler ‘sıradan’ işçi, memur ya da işsizin ‘kendi kendimin patronu olmak istiyorum’ cümlesindeki özgürlük ve efendisizlik istemini görmek zorundalar. Onu tanımak, kendi kendilerine sokaklarda niye bu kadar çok seyyar satıcı, havalı tüfek attırıcısı, tombalacı, sucu vb. oldugunu sormak zorundalar. Aksi halde devrimin bu tek dayanağını, çağımızda toplumsal devrimin gerçek tek savunuru olan liberterler de gözden yitirmiş olacaklardır.

 

(…) Efendisiz, efendisizlerin değil ama efendisiz olmak isteyen ve bunun için mücadele edenlerin çıkardıgı bir dergidir. (…) Kısacası ilk sayısı elinizde olan Efendisiz, her tür tahakküme ve iktidarı ele geçirme ve kullanma sanatının her türlüsüne karşı toplumsal devrimci bir yayın organıdır.15”

 

[s. 15, 2]

 

Efendisiz’in kendini tanımladığı enerjik ve hevesli gündemin, ilerleyen sayılarında kendini nasıl gösterdiğini inceleyeceğiz. Ancak, tüm bunlara başlamadan önce, yukarıdaki satırların yarattığı kuşkuları dillendirmek gerekmektedir kanımızca.

 

Öncelikle, Efendisiz, kuram yaratmaktan ziyade, bir “uygulanabilirlik” sorunun tartışmaktadır. Bu, “ecnebinin donu bize uyar mı?” sorunudur. Ancak, Kara dergisini ele alırken yoğunlaştığımız gibi, mesele proje ve fikir ithal etmenin ve bunların ön fizibilite çalışmasının ötesinde, yerel projeler ve fikirler üretebilmektir. Efendisiz’in dile getirdiği eleştirinin, bizim dile getirdiklerimizi kapsayıp kapsamadığı şu aşamada belirsizdir.

 

Efendisiz’in ilk sayısı da bu anlamda, Kara’nın eksiklerini gidermeye kalkışır. İlk sayısında dikkat çeken yazılardan biri Osman Konur’un “Toplumsal Örgütlenme Sorunu” başlıklı yazıdır. Bu yazı, anarşist toplumun örgütlenmesine dair yazarın sıraladığı kimi ilkeleri içermesi açısından önemlidir. Bu ilkeleri sıralayalım şimdi.

 

“1. Herhangi bir devrimci toplumsal örgütlenme, gizli bir örgütlenme olamaz. (…)

2. Efendisiz toplumsal örgütlenmeler adı ister sendika, ister dernek olsun, mahalli temelli ve otonom olmalıdırlar. (…)

3. Bu toplumsal örgütlenmeler özerk oluşlarından da anlaşılabileceği gibi, kendi içlerinde de ademimerkeziyetçi ve doğrudan demokratik olmalıdırlar. (…)

4. Bu dernek ya da sendikalarda zorunlu haller dışında sürekli ücretli görevliler bulundurulmamalı ve bu görevlilerin ücretleri üyelerin oybirliğiyle belirlenmeli, belirli sürelerde zorunlu rotasyon sistemi uygulanmalıdır. (…)

5. Bu toplumsal örgütler iktidarı ele geçirmeye çalışmamaları gibi, iktidarı ele geçirmeye çalı ̧ an siyasi parti, grup ya da kişilere kapalı olmalı onları saflarında barındırmamalıdır. (…)

6. Efendisiz toplumsal örgütlenmeler temellerini maddi çıkarlar birliginde aramamalıdır. Unutulmamalıdır ki ne özgürlük ve ne de eşitlik salt ‘maddi’ kavramlar degildirler. (…)

7. Efendisiz toplumsal örgütlenmeler, toplumsal yapı içinde politik davranan ahlaki öznelerdir.”

 

[s. 18-20, 2]

 

Kuşkusuz sosyopolitik ve kuramsal anlamda “ele gelir” ve ciddi bir önermeler zinciridir bu. Derginin kendini tanımladığı misyonuyla örtüşmesinin ötesinde, kuramsal ciddiyet zemininde önemli bir aşama kaydedildiğini ispatlamak çabasındadır. Bir meşruiyet çabası, bir ikna gayretidir.

 

Bu anlamda, Kara’dan bir kopuşu da işaret eder. Benzer şekilde, derginin ilk sayısı yayınladığı uzun makalelerle, emekleme döneminden çıktığını, rüşdünü ispatlamak gayretindedir. Bir çaba ve emek olarak, kuşkusuz bu gerçekleşmiştir. Ancak, beynelmilel literatürle ve kuramsal derinlikle mukayese edildiğinde, kuşkusuz bir fatometre değildir. Bu minvalde, Kara dergisiyle karşılaştırıldığında, günümüze, güncel sorun ve politikaya daha çok seslenmektedir.

 

Bu açıdan, liberalizm ve liberterizm (yani anarşizm) karşılaştırması olarak okunabilecek “Özgürlüğün Doğası” yazısı, özellikle günümüzde önem taşımaktadır. Altını çizerek yinelemek isteriz ki, özellikle liberalizmin misli misli yanlış okunduğu, politik literatüründe “liboş” gibi bir sıfat bulunan bir iklimde bu ve benzeri yazılar ufuk açıcıdır. Efendisiz de bunu, zamanın ruhunu aşarak yerine getirebilmiştir. Hulki Çelebi’nin yazısı, analitik bir yöntemle önce liberalizmin özgürlük anlayışını tanımlar ve bunun liberterizmden nasıl ayrıştığını çözümler.

 

Zamanın ruhunu aşan bir yazının günümüzdeki manalarından biri de, her ne kadar zamanında cinaslı bir şekilde kullanılmış olsa da, liberterizmi, gerçek liberterizmi anlaması ve araştırması için okuru teşvik etmektir. Özellikle ABD zemininde liberterizm önemli bir harekettir [malum referanslar]. Özellikle anarkokapitalizm gibi oksimoronik bir ideolojinin dahi felsefi ve politik periferisini anlayabilmek için liberalizm – liberterizm çizgisini daha iyi kavramak için, anarşizmin bu konudaki yaklaşımını bellemek kuşkusuz önemlidir. Bu minvalde, bu düşünce sistemlerinin Türkiye’deki gelişimini anlamakta da bu yazıların önemi, gerek tarihsel gerek analitik manada mevcuttur.

 

Efendisiz’in ilk sayısında, Kara’nın eleştirileri üzerinden kimi makaleler bulmak da mümkündür. Teknoloji, tüketimcilik, refah toplumu eleştirisi üzerine kendini kurgulayan Kemal Demir imzalı makalede anarşist düşünceler üzerine kimi çeşitlemeler sunulur. Gaffar Çapanoğlu’nun emparyalizm temalı uzun ve kapsamlı makalesi de benzer bir kapsayıcı çabanın ürünüdür. Kuşkusuz hemen her oylumlu makalede olduğu gibi kimi beylik ve genel geçer argümanlar da bulunmaktadır bu yazılarda. Çapanoğlu, örneğin, tüketim kültürünü ele alırken şöyle demektedir:

 

“Hastalıklara hasta bulunduğu, yumurta çırpma makinasının zorunlu ihtiyaç haline getirildiği çağımızda, herkes, kendine yeterliliği oturup yeniden düşünmeli ve neyin ihtiyacımız olduğunu neyin bize hastalıklı bir biçimde ihtiyaç gibi sunulduğunu, yanılsamalardan kurtularak değerlendirip yeterlilik hesaplarını bunun ışığında yapmalıdır. Ardından ’tarihsel olarak zorunlu aşaamaları’, ’azgelişmişlik komplekslerinin’ vs. vs, hepsi insanlığın bir uzun dönem yakalandığı bir hastalığın yan etkileri olarak anılmaya başlayacaktır.

 

Tahakkümün olmadığı, kendine yeterliliğin insan-doğa ve insan-insan ilişkilerini özgürlükçü bir ahlak çerçevesinde sürekli yeniden kurmaya engel olmayacak bir biçimde ayarlandıgı bir dünyada ortadan kalkabilir ancak emperyalizm.”

 

[s. 40, 2]

17

17

Efendisiz’in diğer bir oylumlu makalesi, üçüncü sayıda yayınlanan Ali Kürek’in yazdığı “Mücadele Yöntemleri Üzerine” yazısıdır. Efendisiz’in ekonomik sayfa tasarımında küçük puntolarla dizilmiş uzun makaleler, Efendisiz’in karakteristik biçimsel özelliklerindendir.

 

Efendisiz’in dikkate değer makaleleri denince, altıncı sayıda yayınlanan Ömer Belgesel’in “Bir Pazar Sohbeti” başlıklı yazısı akla gelmektedir [s. 77, 2]. Semt pazarları ve pazarcılar üzerine dökümantatif tarzda yazılan bu yazı, pazarcılarla yapılan görüşmelere 18ve gözlemlere dayanmaktadır. Aynı sayıda yayınlanan, Esin adlı yazarın yazdığı “Çocuk ve Özgürlük” adlı makale, bebeklerin kundaklanmasından annelik politikalarına kadar geniş bir kapsama hitap etmektedir [s. 80, 2].

 

Genel olarak değerlendirmek gerekirse, yaklaşık bir yıllık ve altı sayılık yayın sürecinde, Efendisiz dergisi, anarşist kuramın ve söylemin olgunlaşmaya başladığı ve yerelleşme çabalarının açık ve aleni şekilde tartışılmaya başlandığı bir dönemdir. Kuşkusuz, bu çabanın ne kadar verimli ve pragmatik olduğu apayrı bir tartışmanın konusudur. Ancak, gerek biçimsel gerekse içerik anlamında, Efendisiz’in kendini nasıl ayrıştırdığını görmezlikten gelmek mümkün değildir.

 

Amargi

 

Amargi dergisi, ön dönem dergileri arasında kendini diğerlerinden çok önemli bir parametreyle ayırır. Amargi, bir kolektif tarafından yayınlanan, gerek politik gerekse sosyal manada cemaatçiliğin neredeyse zirve yaptığı bir yayındır. Kuşkusuz eleştirel yaklaşımımız bahsettiğimiz cemaatçiliğin zorunlu bir olumsuzluk olduğunu ötelememektedir. Ancak, bir komün ve dergi çevresi olarak Amargi grubunun politik ekseni apayrıdır.

 

Bu eksenin en önemli noktası, Amargi grubunun antimilitarizm, vicdani ret ve pasifizm politikalarına verdiği önemdir. (Dipnot: Örneğin, 2013 yılında çıkanAsker Doğmayanlar kitabında, Amargi’ye dahi atıfta bulunulur [8]. Bu, Amargi’nin vicdani ret hareketindeki rolünü görmemiz için küçük bir anekdottur.) Amargi, ayrıca18 ön dönem dergileri arasında İzmir’de çıkan tek dergidir. Bu anlamda, Amargi grubunun İzmir Savaş Karşıtları Derneği’yle (İSKD) olan dirsek temasını ve organik ilişkisini göz ardı etme lüksümüz yoktur. (Dipnot: Bu manada, İzmir Savaş Karşıtları Derneği üzerine Propaganda Yayınları’ndan yakında çıkacak eser incelenmelidir.)

 

Bu eksenin diğer bir önemli noktası, Amargi’nin heteredoks anarşizm anlayışıdır:

 

“Amargi’nin farkı, anarşizmin içindeki değişik düşüncelerin bir arada olmasından rahatsızlık duymamak, daha da ileri giderek düşünceler bir diğerine dayatmadığı sürece birlikte hareket edebilme alanları açmaktır. Bundan dolayı Amargi’yi anarşist düşüncenin belli bir yanına sokmaya çalışmak yanlıştır”

 

[s. 32, 3]

 

 

Amargi, Aralık 1991 ve Ağustos 1994 arasında düzensiz olarak 13 sayı yayınlanmıştır. Derginin ismi olan Amargi sözcüğü, Sümercede “özgürlük” anlamına gelmektedir. İsim, Türkiye politik ikliminde nisbeten popülerdir, zira 2001 yılında İstanbul’da kurulmuş olan bir “Amargi Kadın Kooperatifi” de bulunmaktadır.

 

Amargi bir otonom dergisidir. Bu otonomun kırmızı çizgileri, ideolojik periferisi ve amaçları, üçüncü sayıda yayımlanan imzasız bir makalede tarif edilir [s. 34, 3].

 

Amargi otonomunun da en hararetle tartıştığı konu şiddet ve pasifizmdir. Bu nedenle, Amargi’de vicdani ret, şiddet ve pasifizm üzerine, önceki iki dergiye kıyasla çok daha fazla makale görürüz. Bu nedenle, dergi Osman Murat Ülke gibi birçok vicdani retçinin hukuki süreçlerini ve sonrasında gelen mahkumiyet süreçlerini takip etmenin, o zamanlar İnternet’in de olmadığını düşünürsek, tek yolu olmuştur. Amargi otonomunun birçok katılımcısı aynı zamanda İzmir Savaş Karşıtları Derneği’nin organik katılımcıları ve aktivistleri de olduğundan, bu meseleler Amargi’de kayda değer bir hacim kaplamıştır.

 

Derginin anarşizmi algısı ilk sayıdaki sunuş yazısında kendini açık eder. Amargi’ye göre “anarşizm, bilimsel veya nesnel bir söylem-hareket değildir. Sonuna kadar ahlaki bir hareketliliktir” [s. 12, 3] ve “anarşizm ahlaki bir yaşam biçimidir. Çifte standartlara düşmemek anarşizmin erdemidir” [s. 5019, 3]. Bu kuşkusuz yukarıda değindiğimiz pasifizm vurgusuyla da doğrudan ilintilidir., pasifizm ahlak-yoğun bir felsefi anlayış olduğu akla getirildiğinde.

 

Benzer şekilde, biçimsel olarak, dergi “anarşizm” terimini hür olarak kullanan ilk yayındır:

 

“Dikkat ederseniz, liberterlik-özgürlükçülük gibi kavramların dışında, anarşizmi özellikle kullanmış oluyoruz. Zira Türkiye’de yazın hayatında bu terimin meşrulaşması gibi bir derdimiz var. İkincil olarak da Lenin’den miras kalan, ‘her olumsuz halta’ anarşizm yakıştırmasına karşı terimin aslına sahip çıkmak…19

 

[s. 12, 3]

 

Derginin ilk sayısında, otonomun ve dergi grubunun antimiliarizmle olan dirsek teması kendini ifşa etmektedir. Daha sonra vicdani reddini de açıklayacak olan Ahmet Nazım Hür, ilk sayısındaki makalesinde anarşizm ve benzeri ideolojilerin kendilerini negatifist terimler üzerinden tanımlamalarını ele alır. Diğer bir deyişle, anarşizm kendini, genel söylemde, karşı oldukları üzerinden tanımlar. Yazar da, bu negatif söylemin bir özgürlük alanı olduğunu, olması gerektiğini öne sürer ve bu okumayı antimilitarizme bağlar:

 

“Anti-militarizm, militarizmi red etmekle özgürlükçü negatif söylemi, militarist yapılara ragmen kendini var ederek negatif söylemin pozitivitesini oluşturdugu bir alandır. Anarşist/Özgürlükçü mücadele biçimleri bireyin iktidarla ilişkisini net olarak kopardıgı başka alanlar bulamadıgı sürece, devletin sınırları içinde, zaman zaman moda olan mücadele biçimlerine mahkum olacaktır.”

 

[s. 18, 3]

 

Bu yazı ve diğerleri, Amargi’nin polemikçi içeriğine güzel bir imlemedir. Amargi, önceki iki dergiden farklı olarak polemik yazılarına, yazarların birbirlerini eleştirmelerine ve yanıtlamalarına daha fazla yer verir.

 

Türkiye’nin ilk vicdani retçilerinden Vedat Zencir de Amargi’nin ikinci sayısında yazdığı oylumlu makalesinde antimilitarizme ilişkin kimi detayları belirginleştirir [s. 19, 3]. Bu yazı ve sonrasındakiler, Türkiye antimilitarist ve vicdani ret hareketini yıllarca daha meşgul edecek şiddet problemine bir girizgahtır. Şiddet, felsefi bir problem olarak anarşizm ve antimilitarizmde kilit bir rol oynamaktadır. Makalede de bilhassa bireysel şiddet ve kurumsal şiddet makalesine değinilmekte, şiddetin kurumsallaşmasında devletin zorunlu rol oynadığına dair anarşist argüman tarif edilmektedir. Bu argüman, anarşist antimilitarizmin ana tezlerindendir. Amargi dergisi de bu tezi verili kabul edip, söylemini bu tez üstüne inşa eden birçok makale yayınlayacaktır. 20Bu makalelerden bazısı da Kürt sorununa ışık tutmaya çalışacaktır.

 

Kürt sorununa değinen ilk makalelerden biri Ahmet Nazım Hür imzalı “Devrimcilik ve Kürt Sorunu Üzerine” başlıklı makale 1992 yılında Kürt sorunu henüz tazeyken bu konuya, yüzeysel de olsa, değinmiştir [s. 26, 3]. Zira, Kürt sorunu, Amargi’nin misyonu olarak addedebileceğimiz antimilitarizm ve pasifizm için, güncel ve acil bir zemin olarak belirmektedir. Bu zemin, dördüncü sayıda da Vedat Zencir tarafından işlenmiştir [s. 40, 3]:

 

“Şiddet, ancak tam anlamıyla savunmacı ve anlık olduğu, bireysel oldugu ölçüde, yaşamsal ve ahlaksaldır. Bu durumda meşruluğunu, karşı çıktıgından farkıllığını ortaya koyma şansı vardır. Fakat yine de bu onu militarizme yaklaşmanın tehlikelerinden koruyamaz. Onun içindir ki, gerek devletin güçlenmesini önlemek, gerekse sağlıklı bir özgürlük mücadelesi için; ahlaki temelde pasifist yol en anlamlısı olacaktır. Bu yol legallik illegallik gibi girdaplara düşmez. Eyledikleri yasalara uygunlugu, uygunsuzlugu, çoğunluğun desteğine sahipliği- değilliği üzerinde değil: ilkelerinin saşmaz meşruluğuna dayanır. Açıkça eyler ve eylediğini savunur. Ne legallik ne illegallik gibi yönelimler bir çıkış oluşturabilir. Yasallık yada yasa dışılık gibi bir derdi olmayan ‘ahlaki meşruluk’ devrimcilerin özgürlükçü çıkışını oluşturabilir. Bu anlayış her türlü kurumsal şiddete karşı çıkarken, devletin istedigi konuma düşmekten de kurtulur.”

 

[s. 46, 3]

 

Bu ve alıntılamaya gerek görmediğimiz diğerleri, anarşizmin ön dönemini belirleyen ahlaki vurgunun temellerindendir. Anarşizmin ön dönemi, bir öğrenme süreci olmuşken, bu süreçten öğrenilen de ahlakçı bir anarşizm olmuştur. Bu manada da, ahlaki vurgunun misli misli olduğu vicdani ret hareketi de, ki Amargi’nin en aktif olduğu sahalardandır, anarşizmin provası ya da sahnesi için en uygun zemini oluşturmuştur. Hele bu zemin, konjonktürel manada, o yıllarda süregiden Türk Ordusu – Kürt gerillaları çatışmasında daha da aciliyet oluşturur ve bir zemin olarak kendini kuvvetlendirir.

 

Pasifizme yapılan derin vurgu beşinci sayıyla birlikte kendin daha da belli eder. Özellikle beşinci sayıda yayınlanan “Pasifizm Non Plus Ultra”, “Şiddete Çifte Standart” ve birincisine yanıt olarak kaleme alınan “Pasifizm Non Plus Ultra Üzerine” başlıklı yazılar bu tartışmaları daha da alevlendirir [s. 51-55, s. 63, 3]. Bu polemiğe verilen, klasik anarşizan yanıtlardan biri de Gün Zileli’nin yazdığı “Pasifizm Boyun Eğiştir” başlıklı makaledir. Her ne kadar Zileli, o yıllardan bu yana pasifizm meselesinde görüşlerini değiştirmiş olsa d21a, bu yazı dikkate değerdir (dipnot: Kişisel iletişim.). Zileli, o aylarda yaşanan Sivas Katliamı’nı örnek vererek, şiddetin bağlamsal olduğunu göstermeye çalışır:

 

“Yazımı bitirirken güncel ve acı bir olaydan örnek vermek istiyorum. [Pasifizm Non Plus Ultra makalesinin yazarları] Serdar ve Osman arkadaşlardan bir an için kendilerini, Sivas’ta yakılan otelin içinde farzetmelerini rica ediyorum. Otel henüz yakılmamış ve dışardaki güruh devlet güçlerinin himayesinde saldırısını sürdürüyor. Yüz insanın, gencecik kızlarımızın yaşamı söz konusu. Otelden çıkmak ve güruhun arasına düşüp linç edilmemek için bir çıkış yolu arıyoruz. Biraz sonra, aşağıda gaz bidonlarının döküldüğünü ve binanın ateşe verildigini de gördük. Bu arada içimizden biri, elini beline attı ve bir tabanca çıkarttı. Tek kurtuluş yolu var, o da silahı kullanarak kalabalığı dagıtmak ve otelin kapısından çıkmak. Bu durumda şiddet aracı tabancayı kullanıp yobaz sürüsünü dağıtarak içerdeki insanların kurtulmasını sağlar mıydınız, saglamaz mıydınız? Şiddete başvurur muydunuz vurmaz mıydınız? Yaşamın kendisinin yanıtları, teorik önermelerden çok daha güçlüdür.”

 

[s. 72, 3]

 

Bu verdiğimiz örneğin, Amargi’de sık sık görülebilecek polemiklerin şekli açısından dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Kuramsal zeminde de, bu örnek, anarşist polemiklerin basitliğini de gösterir. Bu basitlik, argümantatif bir ilkellik değil, tartışılan meselelerin ne kadar temel ve basit olduğunu gösterir. Zileli’nin örneği ürkütücüdür. Ancak benzer örneği, yani pasifizm tartışmalarının klasik nefs-i müdafaa örneklerini başkaca şekillerde formülleştirmek mümkündür.

 

Bu tartışmalar, İzmir Savaş Karşıtları Derneği’nin bir elementi olarak Amargi’nin kendini örgütlenmişlik zemininde kendin nasıl konumlandırdığıyla doğrudan ilişkilidir [s. 65 , s. 73, s.78, 3]. Amargi, kendini neden otonom olarak tanımlandığını birkaç makale üzerinden anlatır. Amargi’ye göre “otonom politik olarak, politik alanın şeyleşme, nesnelleşme tehlikesine bir cevap, bir alternatif olarak vardır” [s. 65, 32222222222].

 

Bu minvalde, Amargi otonomluk tartışmaları üzerinden, kendini de tartışır. İlk birkaç sayı sonrasındaki hemen her sayıda, Amargi üzerine, gerek eleştiri, gerek özeleştiri gerekse polemik içeren yazılar bulunmaktadır. Bu yazılarla, Amargi, Kara ve Efendisiz’de göremeyeceğimiz bir hypertext inşasına başlar. Bu da Amargi’nin düşünsel ufkunu genişletir.

 

Bu polemikler, Amargi’nin güncele olan müdahale arzusunu da sembolize eder. Kürt sorunu üzerinden şiddet ve pasifizm tartışmaları bunun başat göstergesidir. Benzer şekilde, onüçüncü ve son sayıda yayınlanan “Saçma Sorulara ‘Makul’ Yanıtlar” makalesi de bunun örneklerindendir [s. 92, 3].

 

Ancak, unutulmamalıdır ki, sözü edilen güncele ve gündeme müdahale edebilme kabiliyetini geliştirme hevesi ve arzusu, özellikle sonraki dergilerde kendini iyice belli edecektir.

 

 

Ateş Hırsızı

 

Ateş Hırsızı, Aralık 1992’den Mayıs 1999’a dek toplam 10 sayı yayınlanmıştır. Bu anlamda, anarşist dergilerin aperiyotikliği geleneğini başlatmış, bir yandan da kapsadığı 7 yıllık zaman diliminde Türkiye’deki anarşist düşünce içinde oldukça önemli bir yer almıştır.

 

Format olarak, Ateş Hırsızı diğer dergilerin “ciddiliğine” sahip değildir. Aktüel bir dergi formatında kuşe kapakla ve dikkat çeken bir logoyla tasarlanmıştır. Logosu, ateş almış yanan, sol üst köşesinde anarşizmin sembolü çember içinde ‘A’ olan kara-bayraktır. Görsel dilin, ön dönem dergilerinden daha verimli kullanılmaya çalışıldığı, Ateş Hırsızı’nda görülebilmektedir.

 

Ateş Hırsızı’nı kendisinden önceki diğer dergilerden ayıran en önemli özelliklerinden bir diğeri Kürtçe makalelere de yer vermiş olmasıdır. Yayınlandığı dönemin politik zorlukları düşünüldüğünde bu, dikkat çekici bir tavırdır. İlk sayısında hatta Türkçe’nin yanında, Kürtçe ve İngilizce yazılara yer verilmiştir.

 

İlk sayısında dergi kendini şöyle tanıtır:

 

“Ateş Hırsızı felsefi, teorik ve politik bir esin kaynağı olacak. Bu bağlamda; teoriyi sistematikleştirip şematize eden yaklaşıma karşıdır. Filozofların öngörülerinden, yola çıkarak gelecek toplumu düzenlemek gibi soyut bir teori degil, bugünü yaşayan, bugünün pratiğinden hareket eden ve düşlerini bugüne dönük kuran pratik bir teoriden söz ediyoruz. Toplumu statü ve kategorilere bölerek yaşamı yapay alanlarla parçalayan bugünkü sistem, kitlelerin dışında ve onların iradesi üstünde başlıbaşına bir politika alanı yaratmıştır. Anarşizm dışındaki bütün siyasal düşünceler, politikayı, iktidarı ele geçirmenin bir yolu, bir sanatı olarak benimser. Politik partiler kitlelerin iradesi üstünde oluşan bu yapay alanlara çekilip tahakküm aygıtını ele geçirdiklerinde, artık uzman yöneticiler olarak kitlelere hükmederler.”

 

[s. 11, 4]

 

Ateş Hırsızı’nın aperiyodikliğine rağmen bu amaçlarını, diğer dergilere nazaran çok daha başarılı bir şekilde başardığını şimdiden söyleyebiliriz. Anarşist eylemlilikler, 1 Mayıs katılımları gibi gündemi olabildiğince yansıtan haber ve makalelere Ateş Hırsızı’nda yer verilir.

 

Ateş Hırsızı ilk sayısında, okuruna da çağrıda bulunur. Sonraki dergilerde ve sayılarda sık sık atıfta bulunulan “Ey Hitapsız”, Ateş Hırsızı’nın gözüne kestirdiği okur kitlesini şöyle tanımlar:

 

1. Çünkü; kendimi çok küçük (bir toz zerresi kadar) ve güçsüz hissediyorum. (…)

2. Çünkü; bu düzende, oyunun kurallarına uyamadım ve kelimenin tam anlamıyla başarısız oldum. (…)

3. Çünkü; biliyorum ki sen de benim gibi bu zamanda ve bu mekanda yaşamaktan memnun değilsin. (…)

4. Çünkü; ben bir muhafazakarım. Özgürlügümü ve devrimci romantizmimi hala muhafaza ediyorum. (…)

5. Çünkü; simdiye kadar sana toplumculuk, ortaklık, demokratlık ve eşitlik nutukları atanların, kendi kariyerizmleri uğruna insanları nasıl koyun gibi güttüğünü, ne kadar çıkarcı, bencil tahakkümcü olabildiklerini çok iyi biliyorsun. (…)

6. Çünkü; herhangi bir politik oluşum içinde yer almak daha baştan bireyselliğinden özgürlüğünden ve özgünlüğünden vazgeçmek olacaktır. (…)

7. Çünkü; geçmişte Marksizme sempati duymuş ya da ona bayağı inanmışsındır. (…)

8. Çünkü; her şeye rağmen bir şeyler yapmaya, kendini ifade etmeye çalışmışsındır. (…)

9. Çünkü; ‘Çalışmayıp da ne yapacaksındır?23

 

[s. 12, 4]

 

Bu, Ateş Hırsızı’nın artık üzerine kendini inşa edebileceği bir geçmişi olduğunu ima eder. Öte yandan yine ilk sayısında Ateş Hırsızı, kimi makalelerde pozitif ve negatif argümanlar arasındaki asimetriye atıfta bulunarak (diğer bir deyişle anarşizmin negativist bir ideoloji olduğu önyargısını eşeleyerek) kendin nasıl tanımlaması ya da tanımlamaması gerektiğine de değinir [s. 14, 4].23 Bununla birlikte, kuramsal ve üslupsal olarak, bundan sonra kendisinden neler beklememiz gerektiğini de bize açık eder. Anlaşılır ve erişilebilir bir dilde yazılmış, kuramsallık kaygısını akademik düzeye eriştirmemeye gayret eden, popüler yazılar Ateş Hırsızı’ndaki makalelerin kimi karakteristiğidir. Bu noktanın altını şimdi çizmeliyiz, zira Apolitika kendini bu noktalarda Ateş Hırsızı’ndan ayıracaktır.

 

İkinci sayının ilginç makalelerinden biri anarşizm ve güncel politika ilişkisi üzerinedir. Anarşizmin güncel siyasete müdahalesi, güncel meselelere anarşizan yorumlar getirmek, anarşist politikanın en başat problemlerinden biri olagelmiştir. Yazıda, “ezen bir ulusun milliyetçiligine (şovenizmine) karşı çıkıp milliyetçilik yapmak, ulusal söylemler oluşturmak ‘dinime küfreden müslüman olsa’ deyişini akla getiren bir paradokstan başka bir şey değil” gibi tespitler dile getirilmektedir [s. 4, 28]. Benzer şekilde, ulus-devlet üzerine başka bir yazı derginin dördüncü sayısında da yayınlanmıştır [s.37, 4]. Dönemin siyasi ikliminde, sol ve sosyalist cenahın Kürt meselesine dair analizlerindeki klişelik, anarşizmin kendini bu kanattan ayırdetmekte gösterdiği çabanın birincil motivasyonudur. Bu minvalde, anarşizm, gerek güncele müdahale, gerekse politik rüşdünü ispatlama amacıyla, ulus-devlet meselesine, bu meselenin Kürt hareketiyle ilişkisine sıklıkla değinmeye çalışır. Daha önce de değindiğimiz gibi, aktüel bir dergi olma amacı taşıyan Ateş Hırsızı da, bu kulvarı boş bırakmaz. Andığımız her iki yazı da Celal Süveyda imzasıyla yayınlanmıştır. Aynı sayıda, tespitimizi destekleyecek bir kanıt olarak ele alınız, Kürt meselesi üzerine başka yazıları da okumak mümkündür. Ancak bu makalelerin de, olgun anarşist çözümler öne sürdüğünü iddia etmek zordur.

 

Primitivizm ve teknoloji-karşıtı, klişe bile diyebileceğimiz, makalelere de Ateş Hırsızı’nda rastlarız. Halil Beytar’ın bu konudaki makalesi, günümüzde hala dikkate değer birkaç argüman sunar:

 

“24Bugün birçok ekolojist, toplumsal bir ütopya oluşturmak yerine, doğaya duyulan 24 24piknik bir özlemle ‘tutsak kentler’den kişisel kaçışları düşlemektedir. Ekolojiyi anti- 24 24endüstriyel, toplumsal bir içerikle2424 ele almadığımız sürece, karşımıza kapitalizmin 24 24mıntıka çöpçülügü olan çevrecilik çıkar.24”

 

[s. 58, 4]

 

Dikkatli okur, yukarıda alıntıladığımız bölümün anarşizmin sonraki dönemlerinde nisbeten önemli bir konum arzedeceğini görebilmiş olmalıdır. Ekolojizm, Türkiye’deki anarşist hareketin belli başlı ivmelenme noktalarındandır.

 

Ateş Hırsızı’nda yayınlanan ilginç makalelerden biri, anarşizmin gündelik hayata yaşam tarzı düzeyinde de müdahale edebileceği inancını pekiştirmeye yöneliktir.

 

Sonuçta bizler varlıklarıyla sisteme muhalif, alternatif bir yaşam sunan bireyler olarak, doğru olduğuna inandıgımız düşüncelerimizi bugünden gündelik hayatımıza sokup, özgürlüğünü arzuladığımız insanlara, illa da bize ögretildigi gibi yaşamak zorunda olunmadığını bunun dışında da bir şekilde paylaşarak, baskıya karşı müdahale ederek ayak direterek yaşanabileceğini göstermeliyiz.

[s. 85, 4]

 

Bu, anarşizmin başat tartışmalarından birine bir değinidir. Yaşamtarzı anarşizm mi, toplumsal anarşizm mi tartışması, sonrasında Kaos Yayınları’ndan çıkan Bookchin’in kitabıyla da pekiştirilmiştir [7]. Benzer tartışma, anarşizmin yaşamtarzı eğilimlerinin hobi anarşizmine dönüşmesi olarak da okunur [s. 93, 4]. Yarı-alaycı şekilde bu kaygılar da dile getirilir.

 

Fetişizm[i] […] o kadar ilerletmişler ki, neredeyse koca bir endüstri doğ252525muş. Boy boy siyah tişörtler, kolyeler, bileklikler üzerine işlenmiş anarşist semboller, çantalara, ceketlere, kot pantolonlara ve postallara çizilen-yazılan A şekilleri, sloganlar, şiirler ve saire ve saire… İnanır mısınız, bir arkadaşın burnuna taktığı bir hızmanın üzerinde bile daire içinde A işareti gördüm! Bu ne telaş , bu ne fetişizm, bu ne doyumsuzluk allah aşkına?

 

[s. 93, 4]

 

Yaşamtarzı anarşizm mi, toplumsal anarşizm mi tartışmasını, Türkiyeli anarşistlerin siyasi ve toplumsal kökenleri üzerinden de okumak mümkündür. Marksist / sosyalist kökenden gelen anarşistlerin, anarşizmi diğer siyasi görüşlerden bağımsız şekilde öğrenen gruplarla mukayesini yapmak, bu tartışmada şüphesiz bir açılım sunacaktır. Bu makalenin kapsamına girmemesi nedeniyle bu meselenin takibini bu satırlarda yapmaktan imtina edeceğiz.

 

Nisan – Mayıs 1999 tarihli onuncu sayı, gündeme müdahale anlamında Ateş Hırsızı’nın dikkate değer sayılarındandır. Yaklaşan genel seçimler (Nisan 199925), Abdullah Öcalan’ın Kenya’da yakalanmasına dair yorumlar derginin sayfalarında kendini gösterir.

 

Seçimler geldi çattı. Tasası bana düştü: Kime oy verecegim? Biliyorum, doğrusu herkesin oyunu kendine saklaması, kimseye vermemesidir. Ama bunu nasıl yaparsın, bunca oy vericiler arasında? İnsanlar oy vermeye öyle teşne ki, senin seçime katılmayışın anlamını yitiriyor.

 

[s. 95, 4]

 

Bu yorumlarn kimi ilginçtir. Zira, klasik anarşist yaklaşım seçimleri boykot etmekte ve bu tavır da dışlayıcı yahut apolitize bulunabilir. Ateş Hırsızı’nda yayınlanan kimi makaleler bu konuyu ele almaktadır [s. 104, 4]. Benzer şekilde, Kürt sorunun çözümü için “glasnost ve perestroyka” önerilir [s. 99, 4]. Aynı sayıda, yaklaşan Kurban Bayramı’na dair bir değini de mevcuttur.

 

Hiçbir Tanrı için, hiçbir cennet düşü için, herhangi bir canlının yaşama hakkına kastedilemez. Bu barbarlığa dur demenin zamanı çoktan geldi.

 

[s. 108, 4]

 

Bu, anarşizmin bilhassa batıda kuvvetli bir kolu olan yeşil/vegan anarşizme dair kısa bir değinidir. Yazıda, ilginçtir, kurban kesiminin vahşetine değinilirken, etoburluğa aynı eleştiri getirilmez. Kurbana karşı olmak dile getirilirken, bizzat aynı gerekçelerle et yemenin reddi sonucu çıkartılmaz. Bu şaşırtıcı ufuksuzluğu, her zaman değindiğimiz gibi, anarşizmin emekleme dönemi olarak nitelemek mümkündür. Bir yandan da Ateş Hırsızı, nisbeten bilinen yazarlara da sayfalarını açmıştır. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde felsefe bölümünde öğretim üyesi olan Ömer Naci Soykan’dan, halen anarşizm üzerine makaleler yazan Gün Zileli’nin yazıları Ateş Hırsızı’nda yayınlanmıştır.

 

Değindiğimiz emekleme devrinden çıkılmaya başlandığını, anarşizmin kendini ciddiye almaya başladığını göstergesi, Ateş Hırsızı’nın son dönemlerinde yayınlanmaya başlanan Apolitika dergisinde gözle görülür hale gelir.

 

Apolitika

 

Apolitika dergisi, Mayıs 1994’ten Aralık 1997’ye dek sadece yedi sayı yayınlanmıştır. Bu nedenle ön dönem dergileri arasında en seyrek yayınlananıdır.

 

Biçimsel manada, Apolitika (kimi yerlerde A-Politika olarak da yazılır [5]), ön dönem dergileri arasında en “ciddi” görünenidir. Bu ciddiyeti, kuşkusuz mizanpajını örnek aldığı Birikim dergisine yormak da mümkündür. Dahası, ön dönemin diğer dergileriyle karşılaştırıldığında, Apolitika’da oldukça fazla sayıda uzun makaleler vardır. Bu uzun makaleler, üzerinde çalışılması gereken zaman dilimi nedeniyle derginin neden seyrek bir periyotla yayınlandığını da açıklar. Öte yandan, diğer ön dönem dergileriyle karşılaştırıldığında, o dönemin koşulları altında, bunun bir entelektüel ziyafet olduğu da inkar edilemez. Dergi, ilk sayısında bunu, derginin teorik ağırlıklı olmasını da itiraf eder [s. 11, 5]. Dahası, dergi ilk sayısındaki manifestosunda kimliğini, daha doğrusu niyetlendiği kimliğini ilan eder.

 

Sultani tembelliğimizden sıyrılıp, şimdiye kadar fazlasıyla yaptığımız bireysel farklılıklarımızı vurgulamanın ötesine geçip (tabi bu farklılıkları silmeden) toplumsal kimlik oluşturmanın gereklerini yerine getirmeliyiz. Bu bağlamda, ’örgütlenmeye karşı anarşistlerle’ tartışmaya girmeyi tamamen gereksiz görüyoruz. Ayrıca anarşist toplumsal devrimi (içeriğini ayrıntılandırmak koşuluyla) savunma konusunda da netiz. Somut alanlarda pasifist direniş önerilerine açık olsak da bir tarz olarak ’pasifizmle’ yollarımızı ayırıyoruz.

 

[s. 12, 5]

 

Bu, Apolitika’nın tarz ve eylemlilik olarak Amargi’den koptuğunu, örgütlenme temelli bir anarşist devrim projesi kuramını işlemeyi amaçladığını gösterir bize. Bunun ipuçlarını da daha ilk sayıdan itibaren görmek mümkün.

 

“İslami Faşizme Karşı Otonomlar Oluşturalım” başlıklı makale Apolitika’nın gündeme kuramsal ve pratik içerikle müdahale çabasının başat örneklerindendir [s. 12, 5]. O günün koşulları düşünüldüğünde, yükselen İslami hareket ve onun bilfiil elinde tuttuğu iktisadi gücün anarşistlerin de müdahil olmaya çalıştığı bir politik gündem yarattığı anımsanacaktır. Ancak, yine de Apolitika’nın önerileri (makale imzasız yayınlanmıştır) yüzeysel ve muğallaktır.

 

Yapılması gereken, sivil toplum içinde faşizme karşı ‘ideolojik hegemonya’ mücadelesidir. Bu mücadelenin yoğun bir biçimde şiddet içerecegi şimdiden öngörülmelidir. Faşist saldırılara hak ettiği sertlikte karşılık verilmelidir. Ancak, at izinin it izine karışmamasına da dikkat edilmeli, hedef iyi tespit edilmeli, meşru zeminden ayrılmamalı (buradaki meşruiyetin ölçüsü anarşist ahlaktır), İslami faşist odaklarla bu düşüncelerin etkisi altındaki kişiler ayırt edilmelidir.

 

[s. 17, 5]

 

Dikkatli incelendiğinde, gerek politik gerek felsefi olarak anarşizmi yanlış temsil ettiğini düşündüğüm bir metindir yukarıdaki. Metinde, bir anarşist eylemlilik olarak ahlak öne sürülmüş, ancak bu ahlak, gerek parametreleri gerekse kriterleri bazında boş bırakılmıştır. Diğer bir deyişle, İslami harekete karşı mücadeleye geçmesi gereken anarşist hareketin ahlaki kriterleri nedir? Anarşist ahlak, mutlak ve değişmez bir kurallar silsilesi midir?

 

Anarşizmi dizginleyen bir küme olarak ahlakın öne sürülmesi ve olumlanması, Apolitika’da sıklıkla görülecektir. Bu, aynı zamanda, Türkiye anarşist hareketinin ön dönemlerini de belirleyen karakteristik bir anlayış olarak birçok yerde karşımıza çıkacaktır [9].

 

Apolitika’nın ilk sayısı, İslami hareket ve İslami faşizm üzerine analiz yazılarına yer verir ve bu yazılar ileriki sayılarda da devam eder [s. 39, 5]. Bununla birlikte, feminizm ve cinsiyet politikalarına dair de ilginç yazılara rastlarız. Özlem imzalı, bir yazıda, anarko-feminizme giriş yapılır. “Asıl Erkek Olan Devlete Karşı Anarko-feminizm” başlıklı bu yazı, “kahrolsun erkeklik, kahrolsun kadınlık; yaşasın birey” sloganıyla biter [s. 29, 5]. Bu slogan, bugün bile şaşırtıcıdır. Anarkofeminizmin ve genel olarak feminizmin kadınlığa bir gender ve toplumsal cinsiyet olarak yaptığı vurgu hatırlandığında, bir kadının yazdığı anarkofeminist bir makalenin “kahrolsun kadınlık” demesi ilginçtir.

 

İlk sayısında İslami harekete karşı otonomlar öneren Apolitika, ikinci sayısında da Kürt sorunu için fedaral kantonları önerir [s. 31, 5]. Bu öneri, yıllar sonra 2013’te yayınlanan bir röportajda da umut ve saygıyla yadedilir [9].

 

“Kürt Ulusal Sorununda Çözüm: Devletsiz Federal Kantonlar” başlıklı uzun makalede, yazar Bert Alan, anarşizmi üçüncü yol olarak önerir. Bu öneri, önce anarşizmin Kürt meselesi ve daha genel olarak ulus kavramı ve pratiği karşısındaki başarısızlığını ve zayıflığını itiraf etmesiyle başlar ve sonrasında desantralize bir çözüm fikriyle nihayetlenir.

 

Ben bu ülkenin -ve bütün ülkelerin- parça parça bölünmesini istiyorum. Yalnızca ülkelerin mi? Kentlerin, kasabaların da mahalle mahalle, köy köy küçülmesini, küçülüp özgürleşmesini istiyorum!

 

[s. 35, 5]

 

Bu öneri, şüphesiz yazarın da dile getirdiği gibi, Kent Devlet fikrini çağrıştırmaktadır. Bu açıdan, merkezi otoriteye bağlı büyük ve geniş devletler yerine, özyönetime dayalı “mahalli idareler”, belediyeler, yani kantonlar önerilmektedir. Her ne kadar zamanında çok tartışılmış olmasa da, yerel yönetimler ve özyönetimler, sadece anarşist değil sosyalist ve yeşil politikalarda da günümüzde tartışılmaya başlanmıştır.

 

İkinci sayıda dikkat çeken diğer bir makale de, anarşist entelektüelizmin anarşist devrimciliğe zararlı olabileceği tezinin kusurlarına dikkat çeker. Hatırlanacaktır, Kara dergisi anti-entelektüelizmi savunmuş, kendini bu sıfatla da tanımlamıştı. Apolitika ise, belki teorik hevesleri nedeniyle, anti-entelektüelizmi “popülist” bulmaktadır kimi yazılarında [s. 41, 5]. Sözünü ettiğim “Otonomlar Nasıl Oluşacak?” başlıklı Yükselen Umut mahlasıyla yazılan oldukça uzun makalede, anarşist kuramın doktriner olmayan karakterinden de söz edilir [s. 42, 5]. Bu anarşist epistemoloji anlamında da ilginçtir.

 

Benzer şekilde ikinci sayıda, otonomların nasıl oluşturulacağı ve örgütleneceği tartışılırken, bir yandan da anarşizmin örgütlülük olduğu da öne sürülür [s. 57, 5]. Hızır Yetiş mahlasıyla yayınlanan “Çünkü Anarşizm Örgütlülüktür!” makalesi de bunun kanıtlarındandır. Bu makalede, anarşist örgütlülüğün ilkeleri sıralanır. Bunlar, “araç amaçtır”, “süreç sonuçtur” ve “örgüt bireylerin toplamından fazla değildir” şeklinde verilmiştir. Bu ilkeler ışığında aynı makalede, anarşist örgütlülüğün ilkeleri de sıralanır: “örgütlü kendiliğindenlik, kolektif bireysellik, merkezsiz koordinasyon ve yasallık ötesi meşruiyet” [s. 57-64, 5]. Şüphesiz, anarşizm ve özgürlükçü solun kimi diğer kollarında bu ilkeler ve yöntemler örgütlenmenin esasıdır. Anarşizmin de bunları Türkiye realitesine önermemesi düşünülemez. Bu bağlamda Apolitika, ikinci sayısındaki birçok makaleyle bu ilkelerin uygulanacağı realiteyi, yine bu ilkeler ışığında çöz

 

Apolitika’nın ikinci sayısında, benim de hala kuramsal olarak çok ilgimi çeken makale, Gün Zileli’nin “Kapitalizmin Gelişmesi Devrimi Yakınlaştırır mı?” başlıklı oylumlu yazısıdır. Zileli, bu soruya “evet” yanıtını veren Marksizm’i eleştirerek yazısına başlar ve anarşistlerin devlet hakkındaki saptamalarının tarih tarafından doğru olduğunun her zaman kanıtlandığı iddiasıyla sona erer. Yazı, devrimlerin ön-kapitalist devlet ve toplumlarda ortaya çıktığı tespitiyle de, Marksizm’in başat argümanını, yani burjuva toplumlardan beklenen sosyalist devrim hülyasını, çürüttüğünü iddia eder. Kuşkusuz, bu satırlar ne kadar bunun yeri olmasa da, yazıda iddia edilen hemen her tez üzerine uzun uzadıya tartışmak mümkündür. Bu minvalde, karşı olunanın kapitalizm değil devlet olduğu, kapitalizmin anarşistleşebileceği ya da Marksizm’in de kapitalizmin detaylarına daha da sahip çıkabileceği bir natüralizmle beslenebileceği gibi türlü türlü fikir proveke edici argüman sunulabilir, yazıyı okuduktan sonra. Dolayısıyla, gerek anarşizm, gerekse klasik sol açısından yazı tartışmalar yaratacak birçok tez taşımaktadır ve işin doğrusu bu tezler hala anlamlıdır.

 

Apolitika’nın Nisan 1995 tarihli üçüncü sayısı, 1995 yılı başlarında patlak veren Gazi Mahallesi olaylarına değinir. Bunu kuşkusuz, Apolitika’nın gündemi anarşist pencereden yorumlamasına olan ihtiyacına yorabiliriz. Gün Zileli ve Tayfun Gönül’ün mesele üzerine yazdıkları ateşli yazılar üçüncü sayıda okunmaktadır.

 

Mart 1997’de çıkan beşinci sayıda İslami anarşizm tartışılır. Yazıda, İslami hareketle anarşizmin ilk yılları arasındaki benzerliklere de dem vurulur [s. 117, 5]. Bu manada, ön dönem anarşist dergilerin önemli bir figürü olan Reha Çamuroğlu da yadedilir. Çamuroğlu, Kara dergisinden beri anarşist grupların içinde yer alan bir figürken Adalet ve Kalkınma Partisi’nden milletvekili seçilir ve hatta bir dönem Recep Tayyip Erdoğan’ın danışmanlığını da yapar. Bu manada, tarihsel olarak oldukça ilginç ve hatta belki trajik bir yörüngeyi takip eder Çamuroğlu.

 

O günlerin diğer bir gündem maddesi de Osman Murat “Ossi” Ülke’nin vicdani ret açıklamasıdır. Bu nedenle, Apolitika, Ossi’nin savunmasını, meseleye dair, daha önce Amargi’de yayınlanmış olan Serdar Tekin’in uzun bir makalesini ve Tekin’in makalesinden de uzun olan, Türkiye’nin ilk vicdani retçisi Tayfun Gönül’ün bir değerlendirme makalesini yayınlar [s. 120-150, 5]. Bu yazılarda tutsak vicdani retçilerle dayanışmadan, savaş karşıtlığı zemininde yasal örgütlenmenin durumu, bir insan hakları olarak, ki bu terim anarşizm açısından oldukça problematiktir, vicdani ret gibi konular detaylıca tartışılır. Bu nedenle, bu yazılar, günümüzde logaritmik olarak büyüyen vicdani ret hareketi için hala ufuk açıcı özelliğini korumaktadır. Dahası, vicdani ret hareketinin ilk yıllarını öğrenmek ve anlamak isteyenler için başucu kaynağı görevi görmektedir.

 

Derginin altıncı sayısı Bergama’daki siyanürlü altın sorununa ayrılmıştır. Bu konuyu da, Apolitika’nın gündeme müdahale ihtiyacına yormak mümkündür. Ancak, makale okunduğunda anlaşılacağı gibi, yazı, bir grup anarşistin politik çalışma yapmak için Bergama’ya gitmesi ve konuyu “yerinde incelemesi” sonrasında yazılmıştır. Dolayısıyla hem pratik hem de kuramsal anlamda dikkat çekicidir. Bu sayının belki de en provakatif yazısı “Hepimizi özgürlüğe götüren her yol mübahtır” cümlesiyle biten Gökşan Göker’in “Özgürlük İçin Her Yol Mübahtır” başlıklı yazısıdır [s. 158, 5]. Bu yazıda tuhaf bir analojiyle anarşist devrimcilik, tutsak bir vahşi hayvanın kafesinden çıkması için her şeyi denemesinin mübah oluşuna benzetilir. Bu anlamda, yazara göre, nasıl o vahşi hayvan özgürlüğün ne olduğunu biliyorsa, bizler de o özgürlük için elimizden gelen her şeyi yapmalıydık. Söylemeye bile gerek yok, bu kusurlu uslamlamanın eleştirilecek birçok noktası mevcut. Ancak, ben, bu yazıyı daha önce de değindiğim “anarşizm ve ahlaki öznellik” tartışması içinde değerlendiriyorum. Belki bu yazıda, bu ahlaki öznellik alışıldık şekilde püriten bir anarşizm önermez. Bir açıdan da belki bu fikri anlamda daha da ufuk açıcıdır, zira yazıda pasifizmi dışlamayan bir özgürlük mücadelesi tasvir edilmiştir.

 

Apolitika’nın Aralık 1997’de çıkan yedinci ve son sayısı, belki de en zayıf sayısıdır. Bu sayıda dikkat çeken makaleler , gene güncele müdahale zemininde, anarşist bir üniversite siyaseti girişimiyle, kapitalizm üzerine birkaç analizdir. Üniversitelere dair analiz, her ne kadar günümüzde pek anlamlı olmasa da, reel politikaya değinmesi açısından dikkate değer [s. 167, 5].

 

Apolitika’nın tarihte önemli bir yer tutmasının en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz, kapsadığı yazıların çeşitliliğiydi. Güncele müdahale eden yazılardan tutun da, aile ve cinsiyet kavramına değinen yazılar, ütopik anarşizm tartışmaları yapanlar, postmodernizmle anarşizm arasındaki ilişkiye değinenler, eğitimin gereksizliğini savunan yazılara dek geniş bir teorik ve pratik çerçevedeki yazılar Apolitika’da yer almıştır. Dahası, bu yazılar, kendilerini okutmayı da başarabilmiştir. Gerçekçi olmak gerekirse, 15 yıl sonrasında bakıldığında bu fikirlerin çoğunun orijinal olmadığı, Türkiye realitesine ne kadar hitap ettiği uzun uzadıya tartışılabilir. Ancak, yine de bu Apolitika’nın bir ön dönem dergisi olarak önemini azaltmaz.

 

 

Bütüncül Bir Yorum

 

Ön dönem dergilerinin tarihsel önemi, kuşkusuz günümüze ışık tutmalarıdır. Bu ışığı halen, yeni çıkan kimi kitaplarda görüyoruz. Özellikle Barış Soykan’ın mesele üzerine hazırladığı kitapta sık sık bahsi geçen dergileri anlamak için, bu döneme bütüncül bir bakış sergilemek elzemdir [9].

 

Sıklıkla dile getirilen, dile getirdiğimiz “anarşizmin emekleme dönemi” yaklaşımının yapı-bozumunu sunmanın artık vakti gelmiştir. Bu yaklaşım, sadece anakronik değil, anarşizmin ön dönemini ve ön dönem anarşist yayıncılığın önemli özelliklerini göz ardı ettiği için de kusurlu ve yanlıştır.

 

Evvela, emekleme benzetmesi ve beklentisi, lineer bir gelişmecilik varsayar. Nasıl emekleyen bir insan, yürümeye ve koşmaya başlıyorsa, anarşist hareketin ve yayıncılığın da benzer bir dizge takip etmesi gerektiğini ima eder bu benzetme. Kuşkusuz, bu yanlıştır.

 

Dahası, ön dönemin tarihi önemini kibirli bir şekilde reddeder bu “emeklemeci” yaklaşım. Zira, öyle ya da böyle bu dönemde birçok iş başarılmış, beş dergi kotarılmış ve hala önem arzeden birçok konu tartışılmıştır. Bu tartışmaların “emekleme” döneminde üretilmiş olması, onları küçümsememezi ya da basitleştirmemizi gerektirmez. “Emeklemeci” yaklaşım, bu manada bu yazıların değerini azaltmaya çalışır ister istemez.

 

Bu yazıda, yer vermekten imtina ettiğimiz başlıca konu, ön dönemin kültürel antropolojisidir. Bu dönemin aktörlerinin yer yer aramızdan ayrıldığı (Tayfun Gönül), yer yer de başka mecralara kaydığı (Reha Çamuroğlu) günümüzde antropolojik yaklaşım daha da yüksek bir aciliyet arzetmektedir.

 

Dolayısıyla, ön dönem dergilerini okumak ve anlamak, bu dönemin kültürel ve siyasi iklimini hissetmek için yok sayılamayacak bir adımdır.

 

 

Kaynakça

 

[1] Can Başkent (editör), Kara Dergisi Seçkisi, Propaganda Yayınları, 2011.

 

[2] Can Başkent (editör), Efendisiz Dergisi Seçkisi, Propaganda Yayınları, 2011.

 

[3] Can Başkent (editör), Amargi Dergisi Seçkisi, Propaganda Yayınları, 2011.

 

[4] Can Başkent (editör), Ateş Hırsızı Dergisi Seçkisi, Propaganda Yayınları, 2012.

 

[5] Can Başkent (editör), Apolitika Dergisi Seçkisi, Propaganda Yayınları, 2012.

 

[6] Gün Zileli, Emine Özkaya, Türkiye’de Anarşizm, “Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce”

  1. Cilt: Sol içinde, 2007. Web erişimi: gunzileli.com/2007/11/08/turkiyede-anarsizm

 

[7] Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi, Kaos Yayınları, İstanbul, 1998.

 

[8] Pınar Öğünç, Asker Doğmayanlar, Hrant Dink Vakfı Yayınları, İstanbul, 2013.

 

[9] Barış Soykan, Türkiye’de Anarşizm, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013.

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

Comments are closed.