Blow-Up!
Bu yazı, 22 aralık 2011 tarihinde yazılmış ve Yeni Harman dergisinin Ocak 2011 sayısında yayımlanmıştır. Yani Hrant Dink davasındaki karardan yaklaşık on beş gün önce.
Michelangelo Antonioni’nin 1966 yapımı Blow-up filmi, beni en çok etkileyen filmlerden biridir. Julio Cortazar’ın bir öyküsünden senaryolaştırılan filmin baş rollerini David Hemmings, Vanessa Redgrave, Sarah Miles oynuyordu. Film, Londra’da geçiyordu. Filmin atmosferinden ve genç oyuncuların davranış biçimlerinden, giyimlerinden vb., yaklaşmakta olan 1968’in havasını almak mümkündür.
Bir model fotoğrafçısı olan Thomas (David Hemmings), bir nevi meslek sendromu olarak, yanından ayırmadığı fotoğraf makinesiyle Londra’nın sokaklarını, parklarını arşınlar. Alışkanlıkla her görüntüye çevirir kamerasının objektifini ve art arda deklanşöre basıp durur.
Bir akşam alacasında, Londra’nın o pek kendine özgü parklarından birinde yine ağaçlara, fundalıklara yönelttiği kamerasının deklanşörüne neredeyse bilinç dışı bir şekilde basarken gözüne bir şey takılır. Bir kadınla bir erkek ilerdeki bir fundalığın berisinde ya itişmekte ya da sevişmektedir. Daha doğrusu kadın (Vanessa Redgrave) adamı çekiştirerek fundalığa götürmeye çalışmaktadır. Thomas, deklanşöre basmayı sürdürür. Kadınla adam fundalığın arkasında yok olurlar. Thomas, birkaç dakika sonra merakını yenemeyerek o tarafa doğru yürür ve fundalığın arkasında şok edici bir manzarayla karşılaşır: Deminki adam bir çalılığın içinde yatmaktadır, ölmüştür. Birisi ya da birileri, adamın cesedini, en azından ilk bakışta görünmemesi için, ıslak çimenlerin üzerinde sürüyerek bir çalılığın içine sürüklemiştir, ancak adamın ayakları açıkta kalmıştır. Thomas, cesedin fotoğrafını birçok açıdan çektikten sonra stüdyosunun yolunu tutar. Stüdyoya gelince ilk işi filmleri banyo etmek olur. Hepsini, bir film şeridi gibi, ipe yan yana asar. Bu arada, ilk çektiği karelerden birinde, bir fundalığın içinde silah tutan bir eli fark eder. Ortada planlı bir cinayet olduğu açıktır.
Filmin bundan sonraki seyrine ve sahnelerine değinmeden sona geleyim. Thomas, ertesi gün stüdyosuna geldiğinde ilgili karelerin yerinde yeller estiğini görür. Sadece kadınla adamın itişme sahnelerini ve yerde yatan adamın cesediyle tabancalı eli gösteren kareler yoktur yerinde; daha önce çektiği, parkın ağaçlarını ve fundalıklarını gösteren kareler ise yerli yerindedir.
Thomas hemen parka koşar. Cinayet yerinde cesetten eser yoktur; çimenlerin üzerinde bir cesedin sürüklendiğini ya da yattığını gösteren hiçbir belirti de.
Thomas, büyük bir şaşkınlık içinde bir başka parka gidip dolaşmaya başlar. O sırada bir kamyonete binmiş, palyaço kılığındaki kızlı erkekli bir grup sağa sola el sallayarak ve bağırarak yaklaşır (işte Avrupa ‘68’inin işaretlerinden biri de budur; gençlerden ’68’e özgü varoluşçu esintiler almamak mümkün değildir). Gençler kamyonetten atlar ve hemen oradaki, tellerle çevrili tenis sahasına dalar, ellerindeki raketlerle tenis oynamaya başlarlar ama hayali bir tenis oyunudur bu, çünkü ortada bir tenis topu yoktur. Derken, palyaço oyunculardan biri hayali tenis topuna hızlı bir vuruş yapar, rakibi telleri aşıp otlara düşen topun arkasından bakakalır. Sonra gelip tellere dayanır ve işaretlerle, oyunu seyretmekte olan Thomas’a topu tellerin üzerinden kendisine atmasını ister. Thomas, bir palyaço kıza, bir de otların içindeki hayali topa bakar, sonra ağır adımlarla gidip hayali topu otların arasından alır ve kıza atar.
Susurluk çetesiyle ilgili önemli açıklamalar yapan ve MİT görevlisi Tarık Ümit’in öldürüldükten sonra gömüldüğü yeri göstereceğini belirten Ayhan Çarkın, bugün (22 Aralık 2011 günü) savcının ve polisin nezareti altında Silivri’ye götürüldü ve birkaç yerde kazı yapıldı. Ne var ki, kazıların sonucunda herhangi bir bulguya rastlanmadı. Tarık Ümit’in cesedi ortaya çıkmadı.
Thomas’ın tanık oldukları gerçek değil miydi? Ya çektiği fotoğraflar? Onlar nasıl yok olmuştu? Gördüğü cesetin en ufak bir izi bile yoktu ortada. Cinayeti nasıl ispatlayabilirdi ki? Her şey uçup gitmiş, gerçek, hayali bir topa dönüşmüştü.
Devlet uçmaz, delilleri uçurur. Yoksa delilleri yok etme veya karartma ihtimalinden dolayı devleti mi tutuklamak gerekir?
Gün Zileli
22 Aralık 2011
Muhtesem bir yazi.
Gormediler/duymadilar/soylemediler/yapmadilar!!!!!!!!!!!!!!!!!!
Devlet tutuklanamaz ama ortadan kaldırılabilir. Yani yokedilebilir.
benim devletim iyidir diyenlerle ben devleti daha iyi yönetirim diyenler devletçi ve oteriter hegemonyacı değilmidir.bütün devletler kirli,katil,sorunlu ve özgürlük düşmanıdır diyerek siyaset yapıp iktidarı asıl sahibi halka devredecek kural kurum ve işleyişler gerçekleştirmek için iktidar hedefi koyan özgürlükçü siyasi programa devletçileri tercih eden zileli ne anlama geliyor?ne biçim anarşi bu?savunduklarınmı özgürlüçü kim her türden otoriteyi ve hegemonyayı reddediyor hangi program hayatımızı ve bizi özgürleştirir?perinçekinkimi?berktayınkimi?huyela ergenekoncu darbecilerin programı en özgürlükçüsü olabilirmi?belkide en iyisi en milli ve zilli olanıdır?
Milli, Zilli ve de İki Dilli!
lüpçülüğü en iyi efendilerin bilir galiba yeni efendiler kölelerinede lüplemeyi öğretmişler.nasıl gidiyor deniz feneri,toki,ihaleye fesat karıştırma ihaleye fesattan öğrenmişsiniz siyasetede fesat karıştırıp siyaseten elinizden 103 belediyeyi alan BDP lilerin en yetenekli 6 bin siyasetçisini hapsedip siyasetede ihale gibi fesat karıştırdın bu bile tükenmeye başladığınızın işaretidir sağ olun biz beceriksizdik sizi tüketmekte böyle devam edin bölgeden kürt seçmeni rol çalıp kandırıldığını şimdi daha iyi anladı bdp sizi yolcu edecek bütün belediyeleri kaybedeceksiniz.insanlar isterse ikide dörtte dil olur merak etme şimdiden başarılmış işlerden fesatlanma kürt özgürlük hareketi başardı şimdi kürtlerinde türklerinde hepimizin özgürleşmesinide halkların demokratik kongresi HDK başaracaktır
“özgürlüpçü” adiyla sana yazan Gün Zileli’nin ta kendisi. Sana hakaretler ve emirler yagdiran da o. Sen bunu anlamadan davranip o laflarini da yedin ya, demek ki bir türlü kurtulamiyorsun birilerinin sana liderlik taslamasindan,.
Böyle bir yazıyı yazmak ne zamandır aklımda olsa da şu sıra yazmayı düşünmüyordum. Ne var ki, bugün Oral’ın “’Fethullahçılık Tehlikesi’ ve Hukuk” (Radikal, 29 Ağustos 2010) başlıklı yazısını okuyunca bu yazının yazılmasının zamanı geldiğine karar verdim.
Oral çok eski arkadaşım olur, 1968 yılından beri tanırım. O beni daha önceden, 12 Kasım 1966 anti-Amerikan mitinginden de hatırlıyor. O mitingde yakalanmış, polislerce bir hayli hırpalanmış ve diğer beş arkadaşla birlikte, 1960 sonrasında hapse giren ilk öğrenci grubunda yer almıştım. Bana daha sonradan anlatmıştı. Oral, Cemal Gürsel Meydanından Kızılay’a yürümek isterken polis tarafından önü kesilen kalabalığın içindeymiş ve benim polisler tarafından yakalanıp dövülüşüme tanık olmuş.
Oral’ı 1968’in o hareketli günlerinde DTCF’ye geldiğinde tanımıştım. Sanırım o sırada henüz ODTÜ öğrencisiydi. Daha sonra SBF’ye geçti ve kısa süre sonra SBF Fikir Kulübünün başkanı oldu. Ankara’ya gelmeden önce İstanbul’da okumuş bir yıl. Orada, Deniz Gezmiş’in Devrimci Öğrenci Birliği (DÖB) çevresinde yer almış. Deniz’in yakın arkadaşlarındandı.
Oral’la tanıştığımızda gençlik içinde MDD’ci akım almış başını gitmekteydi. İkimiz de MDD’ciydik. Ne var ki, o günlerde MDD’ci gençler arasında da ayrılıklar baş göstermeye başlamıştı. Oral, MDD’ci gençlerin en ateşlilerinin bulunduğu bir yerde SBF Fikir Kulübü Başkanlığı gibi zor bir görevi yerine getiriyordu ve daha o zamandan ihtiyatlılığı, hatta “aklıselimi”yle dikkatimi çekmişti. Tuslog binasını bastıktan sonra SBF Yurdunun bir odasında toplanmıştık. Deniz, benim de desteklediğim bir öneri atmıştı ortaya; “Çıkıp okulun önünde turlayan polislerle çatışalım.” Neredeyse çıkmak üzereydik ki, Oral bunu önledi. Bunun istenmeyen olumsuz olaylara yol açabileceğini söyledi. Haklıydı. Gitmekten vazgeçtik. Sanırım, keskin solculuğun alıp başını gittiği dönemde Oral gibi insanların varlığı harekette bir sağduyu dengesi olarak olumlu işlev görüyordu.
NEDEN İNKAR EDİYOR
Oral, belki de bu ihtiyatlılığı ve “maceracı” eğilimlerden uzak duran tavrı nedeniyle, “maceracılığı” eleştiren “Beyaz Aydınlık”’ın ve daha sonra da Doğu Perinçek’in önderliğini yaptığı Maocu Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) örgütlenmesinin en ön saflarında yer aldı. TİİKP, her ne kadar “Kırmızı Aydınlık”çılar ve soldaki diğer rakipleri tarafından “pasifist” ve “yeni oportünist” olmakla suçlanıyor idiyse de, aslında silahlı mücadeleyi savunan keskin bir sol örgüttü o zamanlar. Bu bakımdan, Oral Çalışlar’ın günümüzdeki, “Siyasette şiddeti bir yöntem olarak hayatımın hiçbir döneminde benimsemedim.” (“Kürtler içindeki farklılıklar ve PKK”, Radikal, 18.8.2010) sözleri gerçeği yansıtmamaktadır. Belki “ben bu konuda en geride gelenlerden biriydim” dese gerçeğe biraz daha yakın olurdu söylediği ama “hayatımın hiçbir döneminde benimsemedim” demek hem gerçek değil hem de geriye dönük bir inkârcılık. Ama neden?
Gerçekten de, silahlı mücadele de dahil, biz keskin solcuların ve Maocuların içinde belirgin bir şekilde ihtiyatlılığın ve ılımlılığın sesiydi Oral. Örneğin, biz hapiste, İbrahim Kaypakkaya’nın da savunduğu o zamanki anti-Kemalist fikirleri savunmaya başlayıp, bu fikirleri, daha sonra Doğu Perinçek tarafından rafa kaldırılan ilk Dev-Genç savunmasına nakşetmeye çalışırken, bu çabamıza en çok ayak direyen Oral Çalışlar olmuştu.
1974 yılında hapisten çıktıktan sonra Oral, TİİKP’nin illegal kesiminde görev aldı ve o dönem bu kesimde görev alanların hepsi gibi evlerde pineklemek zorunda kaldı. 1976 yılında, TİİKP’nin yanlış örgütlenme siyasetine karşı bir mücadele açtığımda beni ilk destekleyen Oral oldu. Oral daima aşırılıklara karşı bir insan olduğundan bu aşırı saçma örgütlenme siyasetinin sakatlıklarını da görmüştü. El ele verdik ve Doğu’nun direnişine rağmen “dar kapıcılıkla mücadele” kampanyasının başlatılmasına önayak olduk.
Oral, 1978 yılında, Partinin günlük gazetesi Aydınlık’ın yöneticisi oldu. Bu gazetenin izlediği devlet işbirlikçisi ve solu ihbar politikasında Doğu Perinçek ve benim de dahil olduğum TİKP merkez komitesinin diğer üyeleriyle aynı sorumluluğa sahip olduğu, ayrıca gazetenin yöneticisi olarak ek bir sorumluluk da taşıdığı halde, sanırım bu politikayı daha sonraları eleştirmekle birlikte, şahsı adına ciddi bir özeleştiri yapmış değildir.
Oral Çalışlar, 12 Eylül’den sonra iyice sağa kaymış TİKP yönetiminin daha da sağ kanadında yer aldı. O zamanki parti yönetiminin cuntayı “ara güç” gören politikalarını destekledi. Bu politikayı 1982 yılında değiştirmeye kalkan, benim de içinde bulunduğum “dışarıdaki” yönetimin bu girişimini önlemek için Doğu’yla birlikte hapishaneden dışarıya uyarı mektupları yazdı. Keza, Stalin konusunda açılan parti içi tartışmada Stalinist Doğu Perinçek kanadını destekledi ve ideolojik tartışmaların yasaklanması yönünde fikir beyan etti. Dışarı çıktıktan sonra Doğu’nun önergesiyle yapılan bir oylamada “Stalin meselesinin parti içinde tartışılmasının yasaklanması” yönünde oy kullandı.
Birkaç yıl sonra, Partinin 1970’lerin sonlarında benimsediği, Çin tarafından empoze edilen, “Sovyet sosyal emperyalizmine karşı ABD ile ittifak” ve “milli çelişmenin baş çelişme olduğu” siyasetinin parti yönetimince değiştirilmesi oylamasında bu eski politikanın değiştirilmemesi için neredeyse tek başına diretti, fakat siyasetin değiştirilmesinin kaçınılmaz olduğunu anlayınca, her zamanki uzlaşmacılığı ve ihtiyatlılığıyla, politikanın değiştirilmesine leyhte oy vermek zorunda kaldı.
1983 yılında, Doğu’lar ikinci kez tutuklandı, Oral bu tutuklama duruşmasına gitmediğinden benim gibi kaçak duruma düştü. 1984 Şubat’ında Oral Çalışlar ve Aydoğan Büyüközden’le birlikte Saçak dergisini çıkartmaya başladık. Oral ve Aydoğan bu derginin “Kemalist kanadı”nı oluşturuyordu ya da ben, Kemalist eğilimleri dolayısıyla onlara şaka yollu bu adı takmıştım. Gerçekten de Oral o sıralar oldukça Kemalistti.
1984 yılında PKK’nın ilk gerilla eylemleri sonucunda Oral’ın önerisiyle derginin bu konuda bir tutum açıklamasına karar verildi. Tutum yazısını yazmayı Oral üstlendi. Yazı, yazı kurulunun önüne geldiğinde şiddetle itiraz ettim. Oral, yazısında, PKK eylemlerini kınamakla kalmıyor, “Ordumuz”a ağıtlar yakıyordu. Benim itirazlarımla bu ibareler değiştirildi ama yazı yine de devlet yanlısı özünü korudu ve bu haliyle yayımlandı. Daha sonra, Doğu Perinçek, biz “dışarıdakileri” köşeye sıkıştırmak için bu yazının teslimiyetçiliğini eleştiri konusu yapmıştır haklı olarak.
1986 yılında, Doğu Perinçek yönetimine karşı bir sol muhalefet gelişti. Bu muhalefetin önderliğini ben, Necmi ve İlkay Demir yapıyorduk. Oral da bir süre sonra muhalefete katıldı. Ancak onun muhalefeti, bizim Stalin konusundaki ideolojik netliğimizden uzaktı, o sıralar hâlâ Stalin’i savunmaya devam etmekte, Hitler-Stalin paktını “dahiyane” bulmaktaydı. Daha sonra Stalin’i reformist tarzda eleştirmeye başladı. Aynı dönemde Oral eski gazetecilik günlerini hatırlayarak, serbest kaldığında bir medya organında yer almaya hazırlanan bir yönelim içine girmişti. 12 Eylül’den sonra “Dil Okulu”nda birlikte yattığı siyasi liderleri anlatan Liderler Hapishanesi kitabı bu gazetecilik yöneliminin ilk örneklerindendir. Bu kitapta, Oral, Türkeş’in “insani” yönlerini anlatmak gereğini duymuştu.
1988 yılında muhalefet Aydınlık hareketinden koptu ve o sırada artık legale çıkmış Oral Çalışlar ve Halil Berktay’ın başını çektiği Sosyalist Birlik dergisi yayımlanmaya başladı. Sosyalist Birlik, Moskova eğilimli TKP ile örgütsel birlik aramayı hedefleyen reformcu bir çizgiye girince 1990 yılı başında, bir grup arkadaşla birlikte bu dergiden koptum ve bu tarihten itibaren Oral Çalışlar’la yaklaşık yirmi yıl süren örgütsel birlikteliğim de sona ermiş oldu. Bundan sonra Oral Çalışlar’ı gazetelerden izleyebildim.
1980’li yıllardaki yönelimine uygun olarak medya alanına geçip köşe yazarı oldu, uzun yıllar Cumhuriyet gazetesinde yazdı. Bu gazetede, temel yönelimlerine uygun olarak dengeci bir çizgi izledi. Eski Kemalist eğilimleri dolayısıyla gazetenin temel yönelimleriyle çatışıyor değildi zaten ama bugünkü liberal-muhafazakâr eğilimlerini de dengeli bir şekilde ortaya koymaktan geri kalmadı. Doğrusunu söylemem gerekirse, en azından gazete sayfalarından izleyebildiğim kadarıyla, İlhan Selçuk’un ulusalcı çizgisine yalakalık yaptığına tanık olmadım.
FETHULLAHÇILIĞI SAVUNURKENKİ CESARETİ
Oral, son iki yıldır, şu andaki ideolojik yönelimine daha uygun düşen Radikal gazetesinde yazmaktadır. Buradaki yazılarında da geleneksel ihtiyatlılığı ve dengeciliği oldukça belirgindir. Bir yandan solu, Alevileri, Kürtleri kollamakta, bir yandan da bu kesimleri Fetullah-AKP taraftarı liberal-muhafazakâr çizgiyle uzlaştırmaya çalışmaktadır.
Yaklaşık bir yıldır beni en çok şaşırtan, Oral’ın Fetullahçılığı savunurken, kırk yıldır çok iyi tanıdığım ihtiyatlılığına hiç de uymayan bir “cesaret” ve ihtiyatsızlık içinde görünmesidir.
İşte örnekleri:
“Artık yeni kampanyalar birilerinin Fethullahçı olarak suçlanması üzerinden kuruluyor.” (“Ergenekon Davası ve Solcular”, Radikal, 21.7.2009)
“Son dönemde ‘yükseltilen’ en önemli korku ise, ‘Fethullahçılar devleti ele geçiriyorlar’ korkusu… Bu korkuya kapılan kesimlerin duydukları yoğun endişelere ve konuyu konuşmaya ayırdıkları zamanın genişliğine rağmen sahip oldukları bilgilerin son derece yüzeysel, tutarsız ve tarafsızlıktan uzak olması da işin ayrı bir boyutu… ‘Gülen cemaatı’ eğitim kurumları örgütleyerek, yurt dışında okullar açarak, yatırımlar yaparak genişliyor. Etkin bir medya ağına da sahip.” (“‘Fethullahçılık tehlikesi’ ve hukuk…”, Radikal, 29.8.2010)
“Fethullah Hoca, dikkatli bir insandır.
Söylediği sözün nereye gideceğini, nasıl sonuçlar doğuracağını iyi bilir. Hoca’nın sözleri; Türkiye’deki İslami kesim içindeki farklı bir sesi, farklı bir yaklaşımı ortaya koyuyor.
Fethullah Gülen, son dönemde tırmanan İsrail-Türkiye gerginliğini doğru görmüyor. Bunun bölgedeki gelişmelere zarar vereceğine inanıyor. Dediklerini hükümete ‘gerilimi daha fazla tırmandırma’ şeklinde yapılmış bir uyarı olarak da okumak elbette mümkün.
Gülen’in bu hamlesini yalnızca Türkiye bağlamında düşünmek yüzeysel olur. Gülen hareketi küresel bir hareket. Dünyanın dört bir yanında okulları, işadamları bulunuyor. Buna bağlı olarak yaygın siyasi ilişkilerinden de söz edebiliriz.
Gülen hareketi belli ki Türkiye-İsrail ilişkilerinin bu kadar sertleşmesini kendi küresel ilişkileri açısından da yararlı görmüyor.” (“İsrail-Türkiye denkleminde Fethullah Gülen”, Radikal, 8.6.2010)
En az Fetullah Gülen kadar dikkatli ve ihtiyatlı bir insan olan Oral Çalışlar’ın satırlarındaki bu “ihtiyatsızlık”, ideolojik yönelimlerin çok çok ötesinde, bugünkü “reel dünya”nın gerekliliklerinden kaynaklanıyor olabilir mi? (Gün Zileli)
Odatv.com
İşte Zileli’nin kaleminden Cengiz Çandar’ın haritası başlıklı yazı:
Bu yazının başlığını, daha önce Halil ve Oral hakkında yazdığım yazılarda olduğu gibi, “ideolojik yol haritası” diye düşünmüştüm önce. Hem de böylece, eski arkadaşlarım hakkında bir seri oluşmuş olacaktı. Ne var ki, Cengiz’in “ideolojik” bir “yol”u olmadığını görerek bu başlığı koymaktan vazgeçtim. Sonra “yolsuzluk haritası” koyayım dedim başlığı, biraz da espri olsun diye. Ondan da “yolsuzluk”un yapacağı yanlış çağrışımlar dolayısıyla vazgeçtim. Böylece “ideoloji” ve “yol” çıkınca geriye sadece “harita” kaldı. Tabii ki, coğrafi değil, siyasi harita.
Cengiz Çandar’ı, 1967 yılının sonlarında, MDD’cilerin atağa geçtiği dönemde tanıdım. Ben 1967 yılında henüz MDD’ci değildim ama artık MDD’ci denen gençler gözüme çarpmaya başlamıştı. Örneğin, “Mihri’nin askerleri” denen, hep birlikte dolaşan, hep birlikte yiyip içen bir grup vardı. Ersen Olgaç’ı, Serpil Çelenk’i, Tuncer Yanar’ı, Fehmi Erbaş’ı ve Cengiz Çandar’ı hatırlıyorum bu gruptan. Henüz MDD’cilik gençlik içinde esas akım haline gelmediğinden, hatta TİP’liler tarafından tecrit edilmeye çalışıldığından bu sıkı Mihrici grup, tecrit edilmeye çalışılan bütün gruplarda olduğu gibi özel bir dayanışma ve dışa kapalılık ruh hali içindeydi.
1968 yazında, benim de içinde yer aldığım MDD yanlısı Doğu Perinçek yönetimi TİP yönetiminin baskısıyla devrildiğinde, iç odada TİP’lilere karşı direnenler arasında Cengiz de vardı. O yaz, Doğu’nun yönetimini deviren TİP yanlısı Zülküf Şahin yönetimini zor duruma düşürmek ve bu yönetimin “pasifistliğini” kanıtlamak için Amerika aleyhindeki eylemlerimizi arttırmıştık. Bir seferinde Dedeman oteli çevresinde bir Amerikalı askerin yolunu çevirmiştik bir grup FKF’li olarak. Çocuğun korkudan dili tutulmuştu. Onunla İngilizce konuşan Cengiz’di. Çocuğu dövmeye gönlümüz razı olmadı, Cengiz ona sıkı bir Vietnam savaşı aleyhtarı propaganda çekti.
Doğu Perinçek ve Vahap Erdoğdu tarafından 1968 Kasım ayında çıkarılan aylık Aydınlık Sosyalist Dergi’nin yazı kurulunda Cengiz’le birlikte yer aldık. Ben, Cengiz, Atıl Ant ve Münir Aktolga, yazı kuruluna gençlik hareketinin rüzgârını temsil etmemiz için alınmıştık.
MDD’nin gençlik hareketine hakim olduğu 1969 yılında Cengiz Çandar da SBF Talebe Cemiyeti Başkanı seçildi solcu SBF öğrencisinin oylarıyla. Fakat bu arada, 1969 yılının ortalarından itibaren MDD’ci harekette de kamplaşma başlamıştı. 1969 yılının 21 Mayıs’ında, o zamanki gençlik önderlerinin Mihri Belli’nin annesinin Demirtepe’deki evinde yaptıkları tartışmalı bir toplantının ardından, Kızılay Park’ında o gece Doğu Perinçek, Ömer Özerturgut, Oral Çalışlar, Cengiz Çandar ve benim katıldığım alelusul ve kendiliğinden bir görüşmede, daha sonra TİİKP adını alacak illegal örgütlenme kararlaştırıldı.
1970 yılında MDD hareketi bölündü. Aydınlık Sosyalist Dergi yazı kurulunun benim de içinde bulunduğum çoğunluğu ayrılıp Proleter Devrimci Aydınlık dergisini çıkartmaya başladı. Bu çoğunluğun içinde Cengiz Çandar da vardı. Gerçi yazı kurulunda çoğunluk olmak genelde çoğunluk olmak anlamına gelmiyordu. PDA’cılar bu bölünmenin azınlık kanadını oluşturuyorlardı aslında. Bu azınlık psikolojisi bizde, itibarlı ve sert solcu bir ideoloji arayışına yol açtı ve bölünmeden birkaç ay sonra Maoculuğu benimsedik. Cengiz de hepimiz gibi ateşli bir Maocu olmuştu doğal olarak. Ne var ki, dil bilmesine rağmen Cengiz, Halil Berktay ve Şahin Alpay gibi, bizi Maocu literatürle “aydınlatmak” konusunda o zaman çok büyük bir performans göstermemişti diye hatırlıyorum. Çünkü Cengiz, işin teorik faslındansa “caka”sıyla daha çok ilgiliydi. “Caka”sı derken şunu söylemek istiyorum: Onun için önemli olan, Maoculuğun göz alıcılığının bize de bulaşması ve bizi de olabildiğince parlak göstermesiydi. Bu yüzden daha çok Mao’nun başının etrafından yayılan “güneş ışıklarıyla” ilgileniyordu.
Bu, iktidarın parlaklığıydı. O sırada Mao, dünyanın en kalabalık nüfuslu ülkesinin en zirvedeki tartışılmaz lideriydi, dolayısıyla, Çin elçiliğinden size aktarılan o Mao rozetlerinde Mao’nun başından çevreye sarı güneş ışıklarının yayılıp göz kamaştırması çok doğaldı. Fakat bir süre sonra Cengiz’in gözlerinin bu güç ve iktidar ışıklarıyla hepimizden fazla kamaştığını, adeta ışığa koşan kelebekler gibi bu iktidar ışıklarına kanat çırptığını fark etmekte gecikmedim. Cengiz, sadece Mao’nun başındaki iktidar ışıklarıyla ilgilenmekle kalmıyordu, ÇKP parti hiyerarşisinde yer alan 2. adam, 3. adam ve 4. adamın başındaki ışık huzmelerini saymaya da büyük önem veriyordu. Yazı kurulu toplantılarında vb. bizi de içine kattığı ufak tartışmalar hep bu konuda olurdu. Acaba Mao’nun halefi, 2. adam Lin Biao’dan sonraki 3. adam kimdi? Çu enlay 3. adam mıydı, yoksa bu görünüşten ibaret miydi, geri planda başka 3. adamlar pusuda beklemekte miydi? vb.
Daha sonra 12 Mart geldi. Aranmaya başladık ve hepimiz bir yerlere savrulduk. O zamanki parti yönetimi (yani fiiliyette Doğu) yazı kurulu üyelikleri dolayısıyla aranmaya başlayan ve aslında ülke içinde hiçbir işe yaramayacaklarını, hatta başa bela olacaklarını düşündüğü Şahin Alpay ve Cengiz Çandar gibi bazı arkadaşları “eğitim” adı altında Filistin kamplarına göndererek başından savmaya kalkmış. 1972 yılında ortaya çıkan İbrahim Kaypakkaya bölünmesinin ve onu takiben TİİKP’nin ülke içinde ağır darbe yemesinin ardından kamptaki TİİKP’li grup arasında büyük bir bunalım ortaya çıkmış. Bu bunalım, bölünme ve karşılıklı suçlama ortamında aklını kaçıranlar bile olmuş.
Cengiz Çandar, bu bölünme ve kriz ortamında parti ile olan bağlarını gevşetmiş, hatta kopartmış ama orada bulunduğu sırada Filistin hareketinin üst düzey yöneticileriyle yakın bağlar geliştirmekten de geri kalmamış. Öyle ya, Yaser Arafat ve diğer Filistin liderlerinin kafalarından Mao’nunki kadar parlak sarı ışıklar yayılmıyor olsa da onların da kendilerine göre bir iktidar alanları vardı ve iktidar alanlarına düşkün olduğu eni konu belli olan Cengiz bu alanlara doğru kanat çırpmaya başlamıştı bile. Böylece Cengiz, 1974 affından sonra Türkiye’ye döndüğünde artık bir “Ortadoğu uzmanı”ydı. Hem de “Yaser’e dedim ki” diye konuşan cinsinden.
Cengiz’i 1970’li yıllarda izlemem mümkün olmadı. Ama 1980’li yıllarda uzaktan da olsa (zaten yakından izlemek mümkün değildi artık onu) izleyebildim. Cengiz, hem Ortadoğu’dan Amerika’ya uzanan bir süreçte tam bir “dış politika uzmanı” olmuş, hem de “Yaser’e dedim ki” repertuvarını, “Bill’e dedim ki”, “Ronald bana dedi ki”, “Margaret’le bir seferinde” noktalarına kadar genişletmişti. İnsan bu kadar uzmanlaşınca iktidar odaklarının dışında kalması mümkün değildir, katiyen değildir. Kaldı ki, Cengiz’in iktidar odaklarının dışında kalmak gibi bir isteği ya da direnci de yoktu. Tam tersine.
Cengiz, bir “dış politika uzmanı” olarak 1980 sonrasında Turgut Özal’ın ve ANAP’ın dış politika danışmanı oldu ve devlet adamları repertuvarını genişletmeye “Turgut’a söyledimdi” biçiminde devam etti. Tuhaf bir beyin yapım vardır, sözcükleri birbirine karıştırır, her seferinde birinin yerine bir başkasını kullanır ve bu yüzden beni tuhaf bulan bakışların hedefi olurum. Örneğin ıspanakla pırasayı, bezelyeyle mercimeği, Serhat’la Serkan’ı daima karıştırırım. En çok karıştırdığım şeylerden biri de “uzman”la “azman”dır. Yukarda “uzman” derken “azman” dememek için azami dikkat gösterdim ve sanırım başardım. Beynimdeki bu karışıklığın bazı gerçekçi temelleri olup olmadığını bilemiyorum tabii ki.
Daha sonra Cengiz, gazeteciliğe intisap edip uzmanlığını bu alanda da sürdürdü. 1990’lı yıllarda bir gün gazeteci yeğenim Ümit Zileli’ye rastladığında beni sormuş, “amcan ne yapıyor” diye. Ümit de, “anarşist oldu” demiş. Cengiz’in cevabı şöyle: “Hâlâ mı?” Fıkra gibi değil mi, fıkralar da gerçeklerden kaynaklanır zaten.
Cengiz’in yazılarının çoğu dış politika ve “dünya ahvali” alanındadır. Cengiz’in uzmanlık dünyası siyaset azmanları diyebileceğimiz yöneticiler çöplüğünün unsurlarıyla doludur. Onun için önemli olan, dünyayı yöneten en tepedekilerdir. Onlar ne düşünüyor, ne yapıyor, hatta özel hayatları bile bu merakın dışında değildir. Onun yaşamında da, beyninde de normal hayatlarını yaşayan, bin bir günlük dertle boğuşan insanlara yer yoktur. Onlar, büyük liderlerin yönettiği kalabalıklardır. Dünyanın nasıl bir gidişat izleyeceğine o liderler karar verir. Cengiz’in de görevi bu belirleyici unsurların eğilimlerini tespit edip aktarmaktan ibarettir.
Bu yazıda Cengiz’i Amerikancılıkla vb. suçlayacağımı umanları hayal kırıklığına uğrattığımın farkındayım. Oysa Cengiz’in Amerikancılığı sadece en büyük olana tapmasından kaynaklanır, yarın dünya iktidarı diyelim ki Çin’e ya da Rusya’ya geçsin hemen onların en yakınında (zaten bugünden de pek uzaklarında değildir) yer alacaktır. Cengiz sadece ve sadece iktidarcı ve “büyük adamcı”dır. Küçük bir ruha sahip olanların onulmaz hastalığı.
twitter hesabını siz mi kullanıyorsunuz?
https://twitter.com/#!/gunzileli
türkeşin ‘insani’yönlerini anlatan yazısını fark ederek eleştirebilen zilelinin ‘insani’yönlerini anlatıp güzelleme yaptığı faşistleri,devrimci ve halk düşmanı sistemin efendileri ve hizmetkarlarını bu sitete aylardır övmekten başka yazacak yazımı bulamadın eleştirisi yapan özgürlükçü gibi yorumlara cevap veremedin senin oraldan ne farkın var.can yakan asıl gündemi ve toplumsal muhalefetin asıl dinamiklerinin sisteme tam cepheden itiraz edip ağır bedellerle mücadele ederken o yzılarla bilip bilmeden neye hizmet ettiğini şimdi düşünürsen oraldan çok farkın olmadığınıda anlayacaksın
Evet Ertan.
Hangi faşiste güzelleme yapmışım. Onu da söyle bari de öğreneyim:)
“Özgürlüpçü” mahlasıyla yazan katiyen ben değilim, ben böyle ifadeler kullanmam. Kuvvetli bir ihtimalla bu mahlası kullanan AKP-masası. Bu YORUMU DA YAZAN O. Böylece kafa bulandırmaya çalışıyorlar. ayrıca Parti-Devlet yazısına “sana Silivre’den selam gönderiyoruz diye yazan da AKP-masasından başkası değildir. Yani kısacası provakasyon yaparak kafaları bulandırmaya çalışmaktadırlar. Tüm arkadaşlar uyanık olmalı.
“özgürlükçü” adıyla yazıp duran kardeş, eğer “görevli” değilsen senin ciddi sorunların var, gün zilei ile bozmuşsun kafayı, bu kadar obsesyon iyi değil, söyleyeyim.
yunan eski devrimcisi hidayete erip faşistleşmiş,cin tonikten diğer eski efendileri çok güzel hareketler babında az gündeme getirmedin.hiç dikkatini çekiyormu oral dan cengize belgeden berktaya bu sitede eleştirip yazdıklarının yeni efendilere güzellemesini eleştirdin aynı güzellemeleri eski efendilere perinçeke ve resmi edeoloji kemalizme ve onun aparatları ergenekona güzelleme anlamına gelmezmi.onlarla arandaki fark onlar yeni efendileri olumlu işlere davet eden daha özgürlükçü demokrat olabilmelerinin beklentisinde yazılar yazıp bu ihtimalın eski efendilerde olamayacağı ön kabülü ile eski anlayışı eleştirendiler.sen ise tam tersine yeni efendilerin eskilerinden daha özgürlük ve demokrasi düşmanı olup eski efendilerin ve anlayışının daha olumlu olabilecekleri umudu ve beklentisinde izlenimi veren yazılar çıkardın.arada bir hepsinin sistemin anlayışı olduğunu sistemi gayrımeşru ilan edip alternatifini 3.yolu öneren yazıların olmasına rağmen aslında nüve seviyesinde bile olsa iyot gibi açık olan 3.alternatif özgürlükçü anlayışı ya görmemeye çalıştın yada yalan yanlış eleştirilerle itibarsızlaştırarak sistemin efendilerinin yapıp herkesime yaptırmak istedikleri tuzağa düştün.körle yatan şaşi karkar derken solun ulusalcı ve kemalizmle arasına net çizgi çekememişleri ile ilişkinden bahsetmiştim bu senide şaşi yaptı diye uyarmıştım tam tersine F.Başkaya gibi özgürlükçülerle ilişki geliştirerek daha özgürleşmeni umuyorduk hala umudumuz var dilimizin sokak jargonundan etkilenmesi ve türkçe sorunlarımız bazan muradımızı açık etmesini engellesede bu dil aslında günlük hayatı halkın içinde geçen sokak dili olup muhatabına incitici gelmesine rağmen aslında böyle bir niyet taşımayan ortalama halk dilidir.bunları yazınca beklentimiz olumlu eleştiriden yararlanma olmasına rağmen geleneksel refleks eleştiriliyorum tepkisi olmamalıdır.tam tersine bilinen tükenmişler değil yeni ve farklı düşünceler eleştiri alırki bu da olumludur daha yeni ve alternatif verimli tartışmaları zenginleştirir
ne görevi arkadaşım evet bir görevimiz olabilir belkide hepimizin olmalı hem kendimizi zihnimizi ve yaşadığımız hayatı özgürleştirmek görevine ne dersin eee biraz zor iştir ağır bedeller gerektirir hem bu ağır bedellere katlanacaksın bir de senin gibi devlet ve sistemin görevlileriyle uğraşacaksın haklısın bir görev varda kim neyle görevli orası belli gibii
Tarsus’ta Zilli Perihan’ın 40 entarisi varmış birini kendi giyer 39’unu başkalarına giydirirmiş.
Denktaş’ın cenazesi, CHP için özlenen bir tabloya da fırsat verdi.
Genel Başkan Kılıçdaroğlu, CHP’nin daha önce genel başkanlığını yapan
Altan Öymen, Hikmet Çetin ve Deniz Baykal’la birlikte katıldı bu
törene.
Bu görüntü elbette her şeyin toz pembe olduğu anlamına gelmiyor. Ama
yine de, önümüzdeki dönemde, fazla yıkıcı olmayan bir parti içi
muhalefetin olabileceği yönünde -zayıf da olsa- umut veriyor…
Oysa CHP içinde bazı keskin muhalifler tarafından yakılmaya çalışılan
ateş, ürkütücü bir hava yaratıyor. Kurgulanan senaryonun, hem kısa ve
hem de uzun dönemde, CHP’nin kamuoyundaki imajına zarar verici nitelik
taşıdığı görülüyor…
****
Rahmetli Denktaş, bize böyle bir bu mutluluk tablosu hediye etti ama
ne yazık ki bu bir fotoğraf karesinden öteye geçmeyecek gibi
görünüyor.
Çünkü olağanüstü tüzük kurultayının eli kulağında…
‘Olağanüstü tüzük kurultayı toplanmasını sağlayacak 256 imzanın fazla
bir önemi yok. Seçimli kurultay için gerekli sayıya nasılsa
ulaşılamaz!’ diye düşünülebilir.
Ancak CHP’yi yıpratmak isteyen malüm medya şimdiden CHP içinde ‘altın’
bulmuş durumda. CHP içindeki her olumsuzluğu manşetlerine çıkarıp,
Kılıçdaroğlu’nu yıpratma görüntüsü altında CHP’ye zarar vermeye
çalışıyorlar…
****
CHP’de, “Biz sadece demokratik bir tüzük hazırlanması için yola
çıktık!” söylemiyle yola çıkanların istekleri sadece üzüm yemek
olsaydı elbette onlara hak vermek mümkündü.
Ama temel amacın, aslında seçimli olağan kurultayın yolunu açarak,
genel başkan ve parti meclisini yeniden seçmek olduğu anlaşılıyor.
Yani ‘demokratik’ denen isteklerin ‘egosantrik'(kendilerine dönük)
olduğu görülüyor…
Genel başkan ve parti meclisi seçimi gündemiyle toplanabilecek bir
olağanüstü kurultay için 625 delegenin imzası gerekiyor.
Oysa muhalefet bunun ancak yarısına sahip durumda.
Tüzük kurultayında, tüzükte eğer küçücük(!) bir değişiklik
yapabilirlerse amaçlarına ulaşacaklar.
Nedir bu küçücük değişiklik?
Olağanüstü seçimli kurultay toplanması için gerekli olan 625 imza
sayısının 256’ya indirilmesi…
Tüzük kurultayında bu maddeyi değiştirmeleri elbette çok zor.
‘Hele bir tüzük kurultayı toplayalım! Amacımıza tam olarak ulaşamazsak
bile, orada çıkaracağımız gürültü ile toparlanma sağlar ve geleceğin
hazırlığını yaparız!’ diye düşünüyor olabilirler. Bu düşünce kişisel
çıkarlar için doğru olabilse de, partide oluşturacağı tahribat az
olmayacaktır…
****
CHP içindeki mücadeleyi, demokratik bir hoşgörü ile değerlendirmek
elbette mümkündür…
Ama demokrasinin de bazı kuralları vardır…
Bu partide genel başkanlık seçimi daha dün yapıldı. Ve bu genel
başkan, geçen kısa süre içinde bir referandum ve bir genel seçim
geçirdi. Her ikisinde de inanılmaz bir performans gösterdi. Hatta CHP
örgütünün, Genel Başkanına ayak uyduramadığı yönünde eleştiriler oldu…
Kılıçdaroğlu, gösterdiği bu performansa rağmen beklediği sonucu
alamadı elbette.
Ancak, seçimlerde beklediği sonucu alamayan ilk CHP Genel Başkanı
Kılıçdaroğlu değildir. Geriye doğru gidilirse görülecek tablo, hiç de
iç açıcı olmayacaktır…
Kaldı ki Kılıçdaroğlu, beklediği sonucu alamadıysa da, CHP’nin oyunu
geriletmemiş -yine de bu durumu savunmamış!-bir genel başkandır…
****
Neyse, korkularımızı bir tarafa atalım ve Rahmetli Denktaş’ın cenaze
töreninde gördüğümüz tabloya yeniden sarılalım…
Kılıçdaroğlu, Baykal, Öymen ve Çetin’i bir arada görmek çok güzeldi…
Tüm kurultaylarda bu tabloyu görebilmek dileğiyle…
İKİ AYDA BİR KURULTAY
Aktif örgüt demokratik tüzük…256 rakamı aşılmış… 45 günlük bekleme
süresi…Amaç genel başkan ve pm seçimlerinin olağan kurultaydan önce
erken yapılması… olağanüstü TÜZÜK kurultayı…
İstenen tüzük değişikliği şu: seçim gündemli olağanüstü kurultay
toplanması için gerekli imza sayısının %51 den yüzde yirmiye
indirmek…625 imza 250 ye
İki ayda bir kurultay…
özgürlükçüye görev verecek seviyede zeka taşımıyor 13.yorumdaki espiri.ordaki ironi anladıysan zillide ilk yorumlara dikkatli bakarsan senin gibi milli lerle zilliyi beraber ben kullandım eee ne de olsa devlet-iktidarsınız ve hepiniz milli siniz akp gibi rol çalarken zilliyide çalabilirsin siyasete fesat karıştırıp rakiplerini hapsedince takıp oynamayda müsaittir ziller.entariyi cinsiyetçi zehirlenmiş zihninle bana giydirmek istediğine göre kendince hakaret ettiğini sanıyorsun ama üzülme entariden de fistandanda gocunmayız o entari ve fistanlardaki özgürlükçü yüreklerden ödün patladığı belli efendilerine hizmet için entariyede dolandın