Bir Anarko-kapitalist ile Anarko-komünistin Tartışması!

Anarko-kapitalist: Şu dünyada gördüğün önümüze gelen bütün ürünler kapitalist diye aşağıladığınız insanlar sayesindedir. Kendisi de belki geçmişte işçi olan kapitalist, işçilerin içindeki en zeki ve organize kabiliyeti olan kişidir. İşçi topluluğuna kalsa bu organizasyonu yapamayacak, bu yeteneği gösteremeyecekti. Tarihte başarılar daima bireylere ait olmuştur, topluluklara değil. Onların arasından en zeki olan biri çıkmış ve bu fabrikayı, her neyse işyerini kurmuş, örgütlemiş, kâra sokmuş, gelen kârı yine işletmenin gelişmesi için kullanmış, bundan hem o işyerindeki işçiler hem de toplum yararlanmış. Bütün bu hizmetleri karşılığında da adam kendine müreffeh bir hayat sağlamış. Ama bu istismar değil. Bu onun hakkıdır. Topluma böyle bir hizmeti getiren insanları neden yok ediyorsunuz, neden kovalıyorsunuz ki. Bunun sonu kaos ve üretimin çökmesidir. Bunlar hep yaşandı.

Anarko-komünist: Son söylediklerinden başlamak istiyorum. Eğer yaşanmış deneyleri kastediyorsan bir bakıma haklısın. Üretimi çökertecek, daha da kötüsü patronlardan kurtarma adına bir devlet tekeli kuracak uygulamalar geçmişte yaşandı ve hepsi hüsranla sonuçlandı. Kısacası, fabrikaların, işyerlerinin ya da işletmelerin patronların elinden alınıp devlet tekeline verilmesi hiç de verimli olmadı. Bu yolu reddediyoruz zaten. Biz anarşistler, devlet mülkiyetinden değil, toplumsal mülkiyetten yanayız. Toplumsal mülkiyet derken, işçilerin hem kendi işletmelerini kontrol etmesini, gelir giderinin hesabını tutmasını, planlamasını yapmasını ve diğer işletmelerin işçileriyle birlikte toplumsal mülkiyeti yönetmelerini istiyoruz. Bu bağlamda patronları kovalamak ya da tek başına mülksüzleştirmek veya hatta bazı durumlarda öldürmek hiçbir şekilde çözüm değildir ve bunlar hem kısa hem de uzun vadede olumsuz sonuçlara yol açar, açmıştır. Amaç, artı-değere dayanan emek sömürüsünü ortadan kaldırmak ve bütün emeğin ürünü olan değerleri, müşterekleri işçiler ve toplumun yararı için kullanmaktır. Bu gerçekleştiğinde, kısaca belirtecek olursam, belki kıyılardaki o lüks yatları göremeyeceğiz ama sefaleti de göremeyeceğiz.

Patronların topluma hizmet götürdükleri ise tam bir masaldır. O hizmeti götürenler bizatihi işçilerdir. Her şeyi üreten, yaratan onlardır. Evet, bu emeğin ürünlerinin piyasadaki akışını patron ya da patronların düzeni sağlar, o noktada işçilere zaten rol tanınmaz ama esas üretici onlardır. Bu bakımdan, topluma hizmet götüren patronlar değil üreten işçilerdir.

Diğer yandan, somut uygulamalara gelecek olursak. Özel mülkiyete karşı devlet mülkiyetinin sonuçta başarısız olduğu, hatta üretici güçlerin gelişmesini (başlardaki zora dayanan atılımları saymazsak) engellediği, toplumsal durgunluğu körüklediği bir gerçektir. Ancak bundan, “bakın gördünüz mü, demek özel kapitalizm daha iyiymiş” sonucunu çıkartmak doğru değildir. Çünkü bu iki mülkiyet biçiminin dışında (yani özel kapitalizmle devletçi düzen) çok daha gerçekçi bir alternatif daha var. Bu da toplumsal mülkiyet alternatifidir…

AKA: Herhangi bir yerde uygulandı mı bu? Mesela Sovyetler Birliği’nde?..

AKO: Sovyetler Birliği’nde Bolşevikler henüz iktidarı almadan, işçilerin talep ve uygulamalarına kulak vererek programlarına “işçi denetimi”ni almışlardı. Bu da özellikle Petrograd işçilerinin Bolşevikleri desteklemelerinde etkili oldu. Fakat Bolşeviklerin iktidarı aldıktan sonra yaptıkları ilk iş, işçilerin kendi komiteleriyle fiilen kurdukları işçi denetimini (özellikle patronları kaçmış olan işyerlerinde yönetimi işçiler almışlardı) dağıtmak ve yerine önce “sendika” (dolaylı olarak parti) denetimini, ardından da iyice acımasız “tek kişi yönetimini” kurmak oldu. Lenin, bizzat “işletmelerde tek kişi yönetiminin” gerekliliğini savunmuş, bu konuda makaleler yazmıştır. Dolayısıyla, şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Sovyetler Birliği’nde gerçek işçi mülkiyeti ya da toplumsal mülkiyet başından itibaren uygulanmamıştır ve zaten kısa sürede, devlet mülkiyeti “sosyalist geleneğin” amentüsü olmuştur. Bu durumda, eski düzende patronlara akan değer, Sovyetler Birliği sisteminde parti-devletin ayrıcalıklı kesimine aktı. Onların PX gibi, paranın nominal değer olarak kullanıldığı, lüks mallarla dolu, halkın asla ulaşamayacağı, izinle girilen özel mağazaları vardı.

AKA: Bu durumda senin deyişinle “gerçek toplumsal mülkiyet” dünya yüzünde bugüne kadar hiç uygulanmamıştır diyebilir miyiz?

AKO: Hayır diyemeyiz, çünkü işletmelerde ve fabrikalarda doğrudan işçi yönetimi İspanya’da iki yıl için de olsa uygulandı…

AKA: Pek uzun sürmemiş. Yine de soracağım. Ne oldu orada, anlat. Sonrasında benim de söyleyeceklerim olacak.

AKO: Franko, Temmuz 1936’da, seçimleri kazanarak iktidara gelmiş Halk Cephesi hükümetine karşı darbe yapınca İspanya’nın her yerinde işçiler bir yandan darbeci ordu birliklerine karşı savaştılar, bir yandan da şehirlerde fabrika ve işletmelere, kırsal alanlarda da köylüler büyük toprak sahiplerinin topraklarına el koydular. Anarko-sendikalist sendika konfederasyonu CNT ve solcu Largo Caballero’nun yönetimindeki UGT işçi federasyonu toplam olarak işçi sınıfının %90’ından fazlasını temsil ediyordu. CNT, liberteryan komünizmi uyguladığını ileri sürüyordu; iyice sola kaymış olan UGT de işletmelerde işçi denetimine taraftardı. Aralarında çelişki ve rekabet olmakla birlikte işyerlerini işçilerin yönetmesi konusunda hemfikirdiler. Katalonya bölgesi ve başkenti Barselona başta olmak üzere geniş direniş alanlarında işçiler fabrikaları ve üretimi başarıyla yönettiler denebilir. Zaten eski patronların çoğu fabrikalarını bırakıp çoğunlukla Franko güçlerinin hâkim olduğu bölgelere kaçmışlardı. Fakat…

AKA: Fakat… Bu fakat önemli…

AKO: İç savaşın çetin şartları elbette ekonominin akışında birçok zorluklara ve aksamalara yol açtı. Ona rağmen, iki yıl boyunca bu işçi denetiminin esas olarak yürüdüğünü söyleyebiliriz. Yani işçiler yönetemez gibi bir argümanı bu pratik doğrulamıyor.

AKA: Ama sonuç?..

AKO: Sonuçta yenildiler ama bu, işçi yönetiminin başarısızlığından değil, Batılı kapitalist ülkelerin “müdahalesizlik” siyasetleri artı PCE’nin (yani Stalinist komünist partisi oluyor) kollektifleri zor yoluyla dağıtması ve anti-faşizm adına (savaşı kazanmak için devrimi durdurmak gerekir mantığı) fabrikaları ve toprakları eski sahiplerine geri vermesi, dahası Cumhuriyetçi orduyu ele geçiren ve aynı Sovyetler Birliği’ndeki NKVD gibi İspanya’da da (SIM vb) baskıcı bir polis gücü kuran Stalinistlerin işçi ve köylülerin (köylü kolektiflerini de dağıtmışlardı) moralini bozması sonucu oldu. Yani, Stalinistlerin Franko’dan da önce devrimi ve işçileri bastırması yeniden eski düzeni teessüs etti. Bir nokta daha var söyleyeceğim…

AKA: Söyle, seni dinliyorum…

AKO: Bence şu noktada haklısın. Fabrika sahiplerini “mülksüzleştirme” adı altında kovmak her halükârda hatadır. Sadece fabrika sahiplerini değil, işçilerin nefret ettiği menajerleri ve ustabaşıları da öyle. Bu insanlar her şeye rağmen önemli bir yönetim birikimine ve tecrübesine sahiptirler. Bence onları sınıf kiniyle alelacele kovmak yerine işbirliği yapmak ve deneyimlerinden yararlanmak daha akıllıca olurdu.

Aslında böyle örnekler de yok değil. Mao, elbette bütün komünist yöneticiler gibi, aceleci kalkınma yöntemleri (Büyük İleri Atılım gibi) nedeniyle birçok felakete yol açmış olmakla birlikte aslında birtakım akıllıca işler de yapmıştır. Örneğin, Çin Kızıl Ordusu Çan Kay Şek’in birliklerini 1949 yılında tamamen yenilgiye uğratıp Pekin’i kuşattığında, eski bürokrasi mensuplarının tası tarağı toplayıp kaçmaya hazırlandıklarını haber alan Mao, bunun Pekin’de olağanüstü kargaşalığa yol açacağını düşünerek bu memurlara hitap eden bir bildiri yayınlamıştır. Bildirinin özü şudur: Kimse işini gücünü bırakıp kaçmaya kalkmasın. Eski devletin çalışanlarına kesinlikle dokunulmayacaktır. Herkes yerinde kalsın ve işine devam etsin. Maaşlarınız da ödenmeye devam edilecektir.” Bu bildiri Pekin’deki büyük kargaşalığı önlemiş ve Kızıl Ordu Pekin’i barışçı denebilecek koşullarda ele geçirmiştir. Dahası, Mao’nun eski işletme sahiplerini işletme müdürü olarak istihdam etme politikası da vardır ki, bu da üretimin aksamaması için önemli bir adımdı. Gerçi Çin’de işçiler üretimi ve işletmelerini gerçekten kontrol edebildiler mi, bu oldukça kuşkulu. ÇKP, geleneksel Leninist devlet tekeli politikasını yürürlüğe koydu ve o andan itibaren de (daha başından) işletmeler işçilerin değil, “işçi devleti” denen bürokratik aygıtın yönetimine girdi.

AKA: Ben yine başta söylediğime döneceğim. Bu tür deneylerin başarısızlığından sonra hâlâ işletmelerin işverenlerin elinden alınmasına taraftar mısın? Üstelik işçiler de patronlara sandığınız kadar karşı değiller. Gençken bir keresinde bir fabrikaya bildiri dağıtmaya gitmiştik. Tabii, patrona atıp tutuyordu bildirimiz. İlk tepkiyi o fabrikanın işçileri gösterdi. “Ulan vatan hainleri, nasıl patronumuza öyle laflar edersiniz” diyerek saldırdılar. Böğrüme bir taş yemiştim o zaman. Kısacası, bu adamlar, yani patronlar kötü bir şey yapmıyorlar. Biri gömlek üretiyor, öbürü araba üretiyor, diğeri besin maddesi üretiyor ve bunlar derlenip toplanıp senin benim yararlanmamız için önümüze geliyor. Onca işçinin ücretini ödemek kolay mı sanıyorsun? Kaliteli her mal onların planlamasıyla üretiliyor. Örneğin, şu anda içtiğin şu Jack Daniel’s viskisi. Nasıl tadı? Ne çok işlemden geçerek bu masaya geldi o biliyor musun? Adam yapmasa mıydı bunu yani?

AKO: Evet, doğrusu güzel viski. Eğer hayattaysa ya da mirasçıları belki de aynı üretimin devamı için işçi denetimi organlarıyla işbirliği içinde çalışırlar. Kimseye patron olduğu için kin duymuyoruz. Ya da kendi adıma konuşayım, kin duymuyorum. Öte yandan, size patronları adına taş atan o işçilerin patronun yalakaları olduğunu düşünüyorum. Her yerde çıkar böyleleri. Sonuç olarak, artı-değer, yani sömürü bir gerçektir ve ortadan kaldırılması gerekir. Şu kadehteki viski, rengini amansızca sömürülen işçinin kanından alıyor.

Gün Zileli

20 Mayıs 2024

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

Hakkında Gün Zileli

Okunası

İdeolojik Kaldıraç olarak Kullanılan Bir Kavram: Terörist

Kadir Cangızbay hocaya saygıyla Son derece ilginç ve kendine özgü düşünürlerimizden biri olan Kadir Cangızbay …

17 Yorumlar

  1. Gün bey,

    İki sorum var:

    Anarşizmle ilgili yazılarınızın merkezinde genellikle Avrupa anarşizmi olduğunu gözlemliyorum. Çocukluğunuzdan beri büyük ölçüde “laik (seküler)” ve “Avrupa eğitim sisteminin Türkiye’ye uyarlanmış hâli”ne göre yetiştiğiniz için; bugün 78 yaşında her ne kadar objektif, nötral kalmaya çabalasanız da anarşizmle ilgili yazılarınız Avrupa merkezliliğini sürdürüyor. Yanılıyor muyum?

    Son sorum şu:

    ABD’de de anarşist akımlar var. Bunların çoğu, Avrupa’daki anarşist akımlardan etkilenmişe pek benzemiyor. Yine; salt Amerika merkezli anarşist köklerden, varyasyonlardan besleniyormuş gibi görünüyor.

    Bir YouTube yayıncısı, yaşadıkları lokasyonun tam olarak neresi olduğunu açıklamaması şartı ile ABD’deki bu anarşist akımlardan biri ile röportaj yapmış.

    Röportajda konuşan birkaç kişi var, ama asıl kişi 1979’dan beri o bölgede yaşıyormuş.

    Şunları söylüyor:

    “In the beginnings, hippies and rednecks did not get along. As years pass by, rednecks left the town. Today, only aging hippies live here.

    There is no church,
    We have no sheriff,
    We have no jail,
    So there is not any problem.”

    Video toplam 32 dakika, lütfen dikkatle izleyiniz:

    https://m.youtube.com/watch?v=m9_qwKD3euY

    Röportajda söylediklerinin özeti kısaca şu:

    “ABD federal hükümetinin burnunu bizim hayatımıza sokmasını istemiyoruz. Joe Biden’ın da, Donald Trump’ın da hayatımızda yeri yok. Devlet bize bulaşmasın. Onlar kendi hâlinde yaşasın, biz kendi hâlimizde yaşayalım.”

    Bu ifadeler ile; anarşizmin kolektif dayanışma yönünü değil, daha çok “bireyci anarşizm” yönünü savunuyorlarmış gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. “Bize bulaşmayın da, ne hâliniz varsa görün.” gibi bir sonuç. Katılıyor musunuz? Eğer ben yanlış yorumladıysam, sizin yorumunuz nedir?

    Eğer gerçekten “bireyci anarşizm”i savunuyorlar ise; onların özgürlüğe yükledikleri anlam ile sizin gibi bir anarşistin özgürlük tanımı birbirine pek benzemiyor, yanılıyor muyum?

    ABD’deki genel olarak “sol”dan, özel olarak “anarşistler”den; Avrupa tarihindekilere benzer devrim yapmalarını bekleyemeyiz herhâlde, ne dersiniz?

  2. bir zaman bulup yanıtlayacağım.

  3. “Küçük Gruplar” toplumsal hareketlerin değişmesine büyük katkı sağlar. Bu örgütlerde birlik, beraberlik, arkadaşlık ve yeni fikirler doğar. Tabanda gelişenler daha sonra tavana doğru yayılır. Ancak küçük örgütlerin içinde yaşanılan tahakkümlerden kimsenin haberi olmaz. Uzun yıllar bu ortamlarda yaşadıktan sonra dönüp ardınıza baktığınızda bazı gerçeklerle yüzleşebilirsiniz.

    Buradaki yazıları deneyim aktarımı olarak görebilirsiniz.

    ÖZ FARKINDALIĞIMIZI KORUMAMIZ NEDEN ÖNEMLİ?

    Sol ve gecekondu mahallesinde büyümüş bir genç isen solcu, anarşist, vegan, feminist, lgbti, çevre, hayvan özgürlüğü, ekololoji, doğa vb akımlar içinde kendini daha özgür/mutlu vs. hissedebilirsin. Ancak herhangi bir topluluğun içine girerken yıpranma payı olduğunu bilmeninizi isterim. Aşırı sorumluluk alıp dünyayı kurtarmaya ve değiştirmeye çalışmadan önce buraya düşünce için bazı gıdalar bırakıyorum.

    Sol ve gecekondu mahallesinde büyümüş bir genç isen solcu, anarşist, vegan, feminist, lgbti, çevre, hayvan özgürlüğü, ekololoji, doğa vb akımlar içinde kendini daha özgür/mutlu vs. hissedebilirsin. Ancak herhangi bir topluluğun içine girerken yıpranma payı olduğunu bilmeninizi isterim. Aşırı sorumluluk alıp dünyayı kurtarmaya ve değiştirmeye çalışmadan önce buraya düşünce için bazı gıdalar bırakıyorum.

    Özünde kimsin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun? Haksızlıklara boyun eğmeyen bir DNA’dan ya da mahalle kültüründen mi geliyorsun?

    Üniversitede yeni bir kimlik veya ortam mı geliştiriyorsun? İhmal edilmiş bir aileden ya da gerici bir aileden mi geliyorsun? Bunlar dışında annen, baban solcu ve sen onların bir tık yukarısında bir fauna mı geliştiriyorsun? Bütün bu örnekler çoğaltılabilir. Yaşarken kendi kök kimliğini bulman ve başkalarından aldığın rol modellere, fikirlere dikkat ederek emin adımlarla yürümen gerekiyor. Peki neden gecekondu aktivistine not yazdım? Ne olursa fakire oluyor da ondan! “Fakir Edebiyatı” sandığınız şey hayatın düpedüz gerçeğidir.

    Zengin aktivistler bir müddet toplumsal hareketler içinde olabilir ama daha sonra güvenli alanlarına çekilebilirler. Burada yoksul aile çocuklarına pozitif ayrımcılık yapıyorum çünkü her ağaç kendi köklerini besler! Bu yüzden genele değil lokale bilgi vermek istedim.

    Herhangi bir gruba/platforma katılmadan önce veya katıldıktan sonra buradaki maddelere ve daha da fazlasına dikkat etmeyi unutmayın. Aktivizmde öz farkındalığını ve kendi sınırlarını çizmek önemlidir.

    GRUP İÇİNDE DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER:

    -Gruptaki “lider” bilmem nelere karşı arşı uyanık ol. Dinazorlardan, çok bilmişlerden, fikrini ve kendisini dayatanlardan ve her şeye cevabı olanlardan olabildiğince uzak dur.

    -Dernek, topluluk ve platformlarda “aşırı naif” ve “aşırı narsist” uç kişilikte insanlar bulunabilir. Başta samimi yaklaşıp ardından seni manipüle eden birileri görürsen sınırlarını çizme zamanın gelmiş olabilir. Diyalog devam ettikçe manipüle edilmeye devam edebilirsin. Kısacası Narsistlere karşı uyanık ol.

    -Gruplaşmalara karşı dikkatli ol. Diğerlerinin arasında öteki misin? Bir türlü onlardan olamıyorsan belki de doğru yerde değilsindir? Adını koyamadığın duygularını gözden geçir ve rahatsızlıklarının kaynağını keşfet.

    -Kimsenin yara bandı, koli bandı vs. olma. Mikrobiyatana sahip çık.

    -Dayanışma gösterirken karşındakiyle aşırı empati yapıp kendini ikinci plana atma. Annen, baban, çocukluk arkadaşların vs. seni anlamıyor diye gruptaki manipülatörlere kendini kaptırma.

    -ABD’den, Avrupa’dan veya farklı bir ülkeden alınan akımlara karşı dikkatli ol. Konunun mahalle kültüründe, yerel akımlarda var olup olmadığını araştır. (Pozitif akım ve teknikler yayılırken genelde içte yaşanan sorunlar bilinmeyebilir.)

    -Aktivizm yapıcam diye işinden ayrılma. Doğaya gidicem, komün evde yaşıycam vs derken 2-3 kere düşün. (Her şeyin zorluğu olduğunu cebinde tut). Herkesin farklı bir aile kültüründen geldiğini hatırla.

    “Aynı ideolojiyi” çok farklı bir şekilde savunuyor olabilirsin. En önemlisi ideolojik grupların doğası gereği dağılma özelliği bulunur. Hayatının merkezine koyduğun ideoloji ve kişiler bir gün dağılabilir. Küçük gruplar sosyolojisi dersinde toplumsal örgütlenmelerin bir müddet sonra dağıldığı ve yenilerinin çıktığı anlatılır. Bu yüzden bunun farkına vararak mücadele etmek önemlidir.

    -İdeolojik aşka, özgür aşka, love bombinge vs dikkat etmek önemlidir. Sırf aynı ideolojik görüştesin diye aynı çevreden biriyle olmak zorunda değilsin. Seni kimse anlamaz sanma. Haksızlıklara karşı üzülüp sonunda hüzünlü yaşama. (Aynı ideolojik görüş içinde baskıcı, totatiler sözde özgürlükçü kişiler bulunabilir.)

    -Gecekonduda yetişen ile şehrin göbeğinde yetişen aktivistlerin ayrı kültürleri bulunur. Onlara ayak uydurucam diye kendi değerlerinden ödün verme. Eylem, gruplaşma, sigara, tütün, bar, parti, beslenme, kılık kıyafet, tatil, seyahat, gezi, eğlence vb. kültürlerine karşı dikkat et.

    Emekli Aktivist 

  4. Birinci sorunuza: Evet, anarşizm, İspanya başta olmak üzere daha çok Avrupa’da vücut bulduğundan ben de bu deneylere yoğunlaşmış olabilirim.

    ABD, gerçekten de bireysel anarşizmin merkezi sayılabilir. Bunun nedeni, ABD kültüründe bireyciliğin büyük ağırlığının olmasıdır.

    Ben toplumsal anarşizme daha yatkınım ama bireysel anarizmin de değerli yanları olduğunu görmek gerekir.

  5. İlk devrim ulusalcılığı getirdi, ikinci devrim komünizmi. Kuşkusuz ki, bazı ciddi devrimcilere göre lidersiz bir yere varılmıyor ama lider savunmak sorunlu ve dikenli. Galiba bu nedenden iki devrimci AKA-AKO, kişilikten uzak kalmış, soyutluğa sığınmış, ileriye götüren Avrupa ve Amerika liderliğine sığınmışlar.
    Ulusalcılık Türkiye’ye, nihayet, lider Atatürk ile “yerleşti” ve diğer liderlere şükür, tüm dünya benimsedi. Sonra doğan Komünizm’i de Marks-Lenin-Mao vb. liderler müjdelediler. Zamanla, kısa bir süre için de olsa, ulusalcılık-uluslararacılık ayıp donu ile bezenen ve her nabza göre şerbet dağıtan liderler kapıverdiler. Türkiye solculuğu bu tarih dilimi, bu bağlam içinde doğdu. AKA-AKO şerbet dağıtıcılığı yapanların temsilcileri.
    İlericiler daha ilerde olanların kuyruğuna tutunduğundan hep geride kalırlar. Şu an çaresizliğe çare arayanlar sayısız, sonsuz kısaca politikada demokrasi, bilim diye satılan teknolojide uzay turizminden tut genetik mühendisliğine kadar; seç al beğen al. AKA-AKO tarihte çok rastlanan geri kalmışlığın sohbetleri içinde.
    Biraz, çok az da olsa, Türkiye solcu-devrimcilerinin hikayeleri dışı tarihi bilmekte yarar var. Kısaca.
    – Tarihte ulusalcılığın başını solcular çekerdi. Sağcılar bunun bir hazine olduğunu görüp benimseyince solcular uluslararacılığın sözcüsü oldular.
    – 1968 her ikisini de reddetti ama Türkiye’de ulusalcılıkla daha henüz şimdiki gibi görece büyük ve rahat yaşayan bir orta sınıf yaratılmış olmadığından ve daima Batı kuyruğuna sarılmış olan solcu devrimciler 1968 Batı’sını taklit etmektense fakirlere rahatlık/ferahlık şerbeti dağıtmayı seçtiler.
    Yukarıda dediğim tarihte geri kalmışlık, çok daha doğrusu olanın bilincine varmak, uzun sürmekte. İşi asıl becerenler ürkek ve çekingen olduklarından ve daha da önemlisi eski göbek bağını kökten kesmeleri çok uzun sürdüğünden kendi becerilerinin bilincine varmak çok zaman alıyor.
    Örneğin, erişilmez uzaklarda bir tahta oturtulan tek tanrılı din allahlarının doğdukları sürede, MÖ 1000 ile MS 600 yılları arasında, geçmişe çok sonra bakınca, işi aslında insanın becerdiği bilinci doğdu. Yine de MS on bir-on ikinci yüzyıllarda, yani Rönesans’ın asıl başlangıcına kadar, etraf cin, peri, şeytan, aziz falan filan ile doluydu. Hatta her mesleğin kendi azizi bile vardı. Biraz da olsa ahiliğin ne olduğunu da merak etmediniz mi? Şimdi bile burç vb inanışlar sıradan insanlar arasında yaygın. Annem komşu bekar ve fakir genç kızların kahve fincanlarında subay görürdü. Şimdi yaşasaydı doktor, mühendis, bilgisayarcı, politikacı veya politikacı adayları solcu devrimci falan filan görürdü! Daha da ötede, biraz okuma yazma bilip zamanının akıntısına yüzer ve genç kızların kendilerini doktor, mühendis, bilgisayarcı, bilim kadını, politikacı veya politikacı adayları solcu devrimci falan filan görürdü
    Ama ben bunları ünlü Rönesans’dan bu yana fırlayan laik/seküler cici bici isimli büyük beyinlilere sonsuz tercih ederim.
    Cici bicilerden örnekler:
    AKA-AKO’ların kuyruğuna takıldıkları Amerika’nın başkanını dinleyin:
    “George Bush: ‘Tanrı bana Irak’taki zulme son vermemi söyledi'”
    Kaynak: https://www.theguardian.com/world/2005/oct/07/iraq.usa
    Buna benzer sayısız lider alıntıları var ama tarih bilmek gerekir.
    Bir de sözüm ona bilim adam-kadınları var. Hele eğer satır arası okumasını biliyorsanız, HERŞEY teorileri, dinlere karşı haçsız seferine çıkmışların BENCİL GEN teleolojik saçmalıkları, DÜNYAMIZIN BİR SİMÜLASYON OLDUĞU, YAPAY ZEKA, günümüz bilgisayarından trilyonlarca daha hızlı KUANTUM BİLGİSAYARI, İNSAN-MAKİNE DİYALEKTİK SENTEZİ, EVRİMSEL PSİKOLOJİ benzeri binlerce çılgınlık bilimsel olarak satılmakta! Bence bunlar olacak ve AKA-AKO ondokuzuncu yüzyıl sohbeti bunu fazlasıyla kanıtlar. Eğer her zaman bir düşman olması gerektiğini bilmeseydim, Hindistan Modi’si, tıpkı Lenin-Mao gibi, çok eskilere giden Hindistan yaratıcılık cevherini bulur çıkarır ve yukarıdaki güzel şeyler daha hızlı olur derdim. Tabii, ardından da Orta Doğu yaratıcılık cevheri de kazılıp bulunacak. Gerçi halihazırda her ikisi de mevcut dünyada var ama görmek için at gözlüklerini çıkarmak gerekir.
    Her neyse. Bu çılgınlıkları bilimsel kılığında satıcılığını yapan bilim adam-kadınlarını dile güzel getiren bir alıntı:
    “İnanan kişinin inandığına sadece inanmayan kişi inanır.”
    Açıklama mahiyetinde diğer bir örnek:
    “Eğer Tanrı yoksa,
    Her şey serbest değildir insana,
    O hala kardeşinin bekçisi.
    Üzmemeli kardeşini,
    Tanrı’nın olmadığını söyleyerek ona.”
    Czeław Miłosz
    Diğer bir örnek: Halihazırda bu Batı ve Batı fırlamalarının yaşadığı hubris sendromunun insanları nihilizme sürüklediğini ondokuzuncu yüzyılda görenlerden:
    “Allah’ı öldürdünüz, peki şimdi ne b*k yiyeceksiniz? ”
    Not: Bu sitede AKA gibi diğer paraya tapanlar var. İnşallah, İsrail gibi, paralarının ağırlığını basıp yazımın yayınlamasını önlemezler.

  6. Burcu 27 May24 Emekli Aktiviste Cevap

    Yazınız çok güzel. Yine de bir katkım var. En büyük sorun iyi/kötü ayırımı. Bu ayırım yaşamadan, önsel (a priyori) bilinebilinir mi?

    Acaba bu ikisini, yaşamadan önce veya sonra, ayırt etme imkanı sahtekarların iddiası mı?

    Bu ikilem çok sayıda toplumlarda ve çoktan bilinirdi. Resmi dinlere şeytan olarak girdi. İskambil oyununda joker. Türkiye ve hatta Orta Doğu ile Kuzey Afrika ülkelerinde, çeşitli adlarla tanınsa da, Nasreddin Hoca. Benim en çok sevdiğim şairler ve yazarlara göre yaratıcılık. İyi kötünün iç içe olduğu hayatın kendisi. Bir sıradan örnek: Güneş hayat/ölüm kaynağı.

    Kuşkusuz, özellikle modern toplumlarda, sahtekarlara en büyük yardımı sağlayan ve hemen hemen hepsi iş ve işçi kurumu olan okul/üniversiteler ve aslında teknisyenler ama cici bici adları bilim adam-kadınları var.

    Bir bakıma, bu tuzağı bilen toplumlarda bulunan çare sizin çarenizin aynısı: “bunlardan uzak dur!”
    Bence, ki sizinle ayrıldığım tek nokta: modern toplumlarda “BUNLARDAN UZAK DUR!” bir yana “ONLAR GİBİ OL!” sonsuz daha yaygın. Mesela, hiç değilse son 2-3 yüzyıldaki milliyetçilik ve devrimcilik akımına katılanları korkutan öcü: “YA YÜZ, YA DA BAT!”

  7. Günümüzde sıradan halkın ve özellikle büyük beyinlilerin tüm varlıklarıyla sarıldıkları egemen bir kanı var: Milliyetçilik.
    Bunlar milliyetçiliğin dolandırıcı ile enayiyi kardeş ettiğini, gece gündüz gördükleri halde, sanki hiç duymamışlar. Büyük beyinliler, içte ve dışta bu hastalığın teşhisi ve tedavisi üzerinde laf fabrikası olurlar ve yazarlar da yazarlar.
    Resmi tarihte milliyetçilik Avrupa’da Fransız Devrimi ile başladı ve günümüzdeki ilahilik zirvesine 19’ncu yüzyılda erişti.
    Ondan sonra tüm dünya insanları “ya yüz, ya bat” buyurusuna boyun eğdi ve yerel büyük beyinlilerin dürtüsü ve liderliği ile Batı taklidi hız kazandı.
    “Liderlik” dedim, eyvah! Aman Anarko-kapitalist duymasın! Hemen milliyetçiliğin gökyüzü allahı değil kendisi gibi yeryüzü liderlerine şükür yayıldığını ispat eder.
    Ben bu sitenin özünü, önce Rusya’da Bolşevik darbesi, ardından gelen hayal kırıklığı, sonra da daha yeni ve daha iyi bir kurtarıcı, bir güvenilir ideoloji arayıp bulma peşinde koçma olarak nitelendireceğim, haksızca çok kısa da olsa olacak.
    Tabii tüm dünya milliyetçiliğe sarıldı ama bazıları sadece taklit etmekle kalmadılar, diğerlerine model oldular.
    Milliyetçiliğin etkisi altında kalan, değişiğini savunan, diğerlerini de etkileyen ve hayal kırıklığına uğratan Rusya’yı (Çin diğer bir örnek ama başlangıç aynı değil) kısaca anlatacağım.
    19’ncu yüzyıl Rusya’sında, bir yanda, var olan kozmos karşısında afallayan, şaşkınlığa uğrayan, bir mucize ile karşı karşıya oldukları düşüncesini benimseyen gerçekçi yazarlar; diğer yanda, kesinlik/kuşkusuzluk görüşünü benimseyen 19’ncu yüzyıl Rus entelijansiyası ve özellikle, başarılı olduklarından, halefi ve temsilcisi Bolşevikler.
    Sanırım varmak istediğim sonuç apaçık: Anarko-kapitalist ve Anarko-komünist bu 19’ncu yüzyıl kesinlik/kuşkusuzluk, hatta ve daha da kötüsü, pazar dilinde çok sık kullanılan “EN SON VE EN İYİ ” reklamcılığının kurbanları.
    Bu iki kurtuluş ideolojisi çığırtkanları (AKO & AKA), yukarıdaki kesinlik/kuşkusuzluğun vardığı, Rus ve Çin gibi açıkça, kapitalist-liberal, tatsız tuzsuz orta sınıflardan oluşan tüketici toplumlar yarattığından habersizler gibi. Kesinlik/kuşkusuzluğun yarattığı aşağıda aktaracağım iki olasılıktan da haberleri yok!
    – Kesinlik/kuşkusuzluk benimseyenler hayat düşmanlarına dönüşürler ve dolayısıyla da çevre felaketi ile tüm hayata son verme çılgınlığına kapılırlar;
    – Kesinlik/kuşkusuzluk benimseyenler hayat düşmanlarına dönüşürler ve dolayısıyla da nükleer savaş ile kozmos değilse de, bildiğimiz dünyaya son verme çılgınlığına kapılırlar.
    Rus entelijansiyası ve Bolşevikleri bir manastır tarikatı veya dini mezhep gibi gören bir koyu dinciden Anarko-kapitalist ve Anarko-komünist gibi yeryüzü ilahlarına yukarıda anlattığım devirde yaşayan bir alıntıyı hediye olarak sunacağım:
    ” Anarşizmde mutlak bir hakikat vardır ve bu hakikat devletin egemenliğine ve her türlü devlet mutlakıyetçiliğine karşı tutumunda görülebilir. … Anarşizmin dini hakikati şundan ibarettir: insan üzerindeki iktidar günah ve kötülükle bağlantılıdır, mükemmellik hali insanın insan üzerinde hiçbir iktidarının olmadığı bir haldir, yani anarşidir. Tanrı’nın Krallığı özgürlüktür ve böyle bir gücün yokluğudur… Tanrı’nın Krallığı anarşidir.”
    Nikolai Berdyaev, Kölelik ve Özgürlük (1939),
    (” There is absolute truth in anarchism and it is to be seen in its attitude to the sovereignty of the state and to every form of state absolutism. … The religious truth of anarchism consists in this, that power over man is bound up with sin and evil, that a state of perfection is a state where there is no power of man over man, that is to say, anarchy. The Kingdom of God is freedom and the absence of such power… the Kingdom of God is anarchy.)
    Nikolai Berdyaev, Slavery and Freedom (1939), p. 147

  8. En Mutlu ve En Irkçı: Kuzey Ülkelerindeki Kurumsal Irkçılık
    İskandinav ülkeleri eğitim, eşitlik ve mutluluk düzeylerinde dünya çapında listelerin zirvesinde yer almalarıyla tanınıyor. İskandinav refah sistemleri vatandaşlara sayısız devlet yardımı ve okul öncesinden üniversiteye kadar ücretsiz sağlık ve eğitim sağlıyor. Ancak Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı’nın “AB’de Siyah Olmak” araştırmasında Finlandiya çok daha sinsi bir konuda da listelerin başında yer aldı: ırkçılık.
    2018’de yapılan araştırmaya göre, Finlandiya’daki Afrika kökenli insanların yüzde 63’ü, ankete katılan 12 Avrupa Birliği ülkesindeki grup ortalaması yüzde 30’a kıyasla, ırkçı saikli tacize maruz kaldı. Danimarka ve İsveç’te bu oran yüzde 41’di.
    AB anketinin yanı sıra başka bir araştırma da İsveç’teki koronavirüs ölüm oranının ülke dışında doğanlar arasında yüzde 220 daha yüksek olduğunu gösterdi.
    Benzeri AKA ve AKO zengin kuzeyliler gibi ırkçılar ama farkında bile değiller; gözleri Batı becerileriyle kamaşmış. Atıp tuttukları fanatik dinciler gibi tamamıyla insan tarihi dışı. Kafaya taktıkları bile en fazla son 4-5 yüz yıl. Mesela Endülüs günümüzdeki bir Amerika. Emir bir saray dalkavuğuna dünyanın bir özetini yapmasını ister. Sadece ikisini aktaracağım: Avrupalılar en güzel; Hindistanlılar SİYAH OLMALARINA rağmen en zeki.
    AKA’in ve AKO’in evrim bilgisizliği utandırıcı ama utanmamak zamanımızı simgeleyenlerin başında gelenlerden. Gerçi ben kendim bu evrim teorisini de utanmazlıklar arasında görüyorum ama o ayrı bir konu.
    Evrim teorisinde kıyas götürmez önem taşıyan ateş bulunuşunu ve dil gelişmesini, özür dilerim ama bu iki anarşistin önlerinde secde geldikleri sarışın mavi gözlüler becermediler.
    Ateş ile tüm teknoloji becerileri sıfır ve ateşle pişirmekle beynin geliştiği de bilinir. Sosyal ilişkiler de ateş etrafında konuşarak, yani dil ile gelişti. Kısacası sadece teknoloji sıfır değil, toplumsal yaşam da sıfır.
    Şimdi de bağlama uygun bazı alıntıları aktaracağım:
    “Albert Einstein’ın parlak bir zekâya sahip olduğundan kimsenin şüphesi yok. Ancak özel ve genel görelilik kuramlarıyla ünlü Nobel ödüllü Einstein’ın beyni büyük değildi, ortalamadan daha küçüktü.”
    Not: Büyük beyinlilik de bir göz kamaştırıcı ve benzeri sapıklık.
    “Einstein’ın beyni, işin o kadar da basit olmadığının ipuçlarını veriyor ve son fosil keşifleri de bunu doğruluyor. Küçük beyinli hominin türleri, büyük beyinliler ortaya çıktıktan çok sonra hayatta kaldılar.”

    “Üstelik sofistike olduklarına dair kanıtlar gittikçe artıyor. Bazıları, muhtemelen sadece dil sahibi bireyler tarafından yapılabilecek karmaşık taş aletler yapmıştır.”
    Not: Burada atlayacağım.
    “Beş yıl önce yapılan başka bir keşif, başka bir küçük hominin olan Homo luzonensis’in de aynı zamana kadar Filipinler’de hayatta kaldığını ortaya çıkardı. Bir de küçücük Homo naledi var. 2013 yılında keşfedilen bu canlının beyin hacmi 550 santimetreküp (günümüz insanının ortalama beyin hacmi ise 1350 santimetreküp) en az 235.000 yıl öncesine kadar Güney Afrika’da büyük beyinli türlerimizle birlikte yaşıyordu.”

  9. Bir düzeltme: Bakınız ‘*’ ile başlayan paragrafa.
    En Mutlu ve En Irkçı: Kuzey Ülkelerindeki Kurumsal Irkçılık
    İskandinav ülkeleri eğitim, eşitlik ve mutluluk düzeylerinde dünya çapında listelerin zirvesinde yer almalarıyla tanınıyor. İskandinav refah sistemleri vatandaşlara sayısız devlet yardımı ve okul öncesinden üniversiteye kadar ücretsiz sağlık ve eğitim sağlıyor. Ancak Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı’nın “AB’de Siyah Olmak” araştırmasında Finlandiya çok daha sinsi bir konuda da listelerin başında yer aldı: ırkçılık.
    2018’de yapılan araştırmaya göre, Finlandiya’daki Afrika kökenli insanların yüzde 63’ü, ankete katılan 12 Avrupa Birliği ülkesindeki grup ortalaması yüzde 30’a kıyasla, ırkçı saikli tacize maruz kaldı. Danimarka ve İsveç’te bu oran yüzde 41’di.
    AB anketinin yanı sıra başka bir araştırma da İsveç’teki koronavirüs ölüm oranının ülke dışında doğanlar arasında yüzde 220 daha yüksek olduğunu gösterdi.
    Benzeri AKA ve AKO zengin kuzeyliler gibi ırkçılar ama farkında bile değiller; gözleri Batı becerileriyle kamaşmış. Atıp tuttukları fanatik dinciler gibi tamamıyla insan tarihi dışı. Kafaya taktıkları bile en fazla son 4-5 yüz yıl. Mesela Endülüs günümüzdeki bir Amerika. Emir bir saray dalkavuğuna dünyanın bir özetini yapmasını ister. Sadece ikisini aktaracağım: Avrupalılar en güzel; Hindistanlılar SİYAH OLMALARINA rağmen en zeki.
    AKA’in ve AKO’in evrim bilgisizliği utandırıcı ama utanmamak zamanımızı simgeleyenlerin başında gelenlerden. Gerçi ben kendim bu evrim teorisini de utanmazlıklar arasında görüyorum ama o ayrı bir konu.
    Evrim teorisinde kıyas götürmez önem taşıyan ateşi bulunuşunu ve dilin gelişmesini, özür dilerim ama bu iki anarşistin önlerinde secde geldikleri sarışın mavi gözlüler becermediler.
    *Ateş ile tüm teknoloji becerileri sıfır ve ateşle pişirmekle beynin geliştiği de bilinir. Sosyal ilişkiler de ateş etrafında konuşarak, yani dil ile gelişti. Kısacası sadece teknoloji sıfır değil, toplumsal yaşam da sıfır.
    Düzeltilmişi:
    ATEŞSİZ tüm teknoloji becerileri sıfır ve ateşle pişirmekle beynin geliştiği de bilinir. Sosyal ilişkiler de ateş etrafında konuşarak, yani dil ile gelişti. Kısacası sadece teknoloji sıfır değil, toplumsal yaşam da sıfır.
    Şimdi de bağlama uygun bazı alıntıları aktaracağım:
    “Albert Einstein’ın parlak bir zekâya sahip olduğundan kimsenin şüphesi yok. Ancak özel ve genel görelilik kuramlarıyla ünlü Nobel ödüllü Einstein’ın beyni büyük değildi, ortalamadan daha küçüktü.”
    Not: Büyük beyinlilik de bir göz kamaştırıcı ve benzeri sapıklık.
    “Einstein’ın beyni, işin o kadar da basit olmadığının ipuçlarını veriyor ve son fosil keşifleri de bunu doğruluyor. Küçük beyinli hominin türleri, büyük beyinliler ortaya çıktıktan çok sonra hayatta kaldılar.”

    “Üstelik sofistike olduklarına dair kanıtlar gittikçe artıyor. Bazıları, muhtemelen sadece dil sahibi bireyler tarafından yapılabilecek karmaşık taş aletler yapmıştır.”
    Not: Burada atlayacağım.
    “Beş yıl önce yapılan başka bir keşif, başka bir küçük hominin olan Homo luzonensis’in de aynı zamana kadar Filipinler’de hayatta kaldığını ortaya çıkardı. Bir de küçücük Homo naledi var. 2013 yılında keşfedilen bu canlının beyin hacmi 550 santimetreküp (günümüz insanının ortalama beyin hacmi ise 1350 santimetreküp) en az 235.000 yıl öncesine kadar Güney Afrika’da büyük beyinli türlerimizle birlikte yaşıyordu.”

  10. İklim Değişikliğinin Gerçek Sorumlusu Kim?
    Dost acı konuşur ama sansürü geçmez. İnşallah bu geçer.
    2 Ocak 2020
    “Dünyanın tarihsel sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 70’inden bir avuç dolusu 100 yatırımcı ve devlete ait fosil yakıt şirketleri sorumlu.”
    Kaynak: tps://theharvardpoliticalreview.com/climate-change-responsibility/

    Şirketlerin kirli işlerini yapanlar da AKA’nın yalakacılığını yaptığı ve onu ciddiye alan AKO. İki hızlı anarşist solcu devrimcilerin gözbebekleri büyük beyinli teknisyenler. Bu teknisyenlerin halkla ilişkiler becericiler arasındaki kibar ve antiseptik ile temizlenmiş adı bilim adam-kadınları. Asıl adları ise faydalı enayiler.

    Şirketlerin teknolojik kirli işlerini yapanlar da AKA ve AKO ve benzeri yüz binlerce 19’ncu yüzyılda zirveye ulaşan İLERLEME dinine tapanların gözbebekleri büyük beyinli teknisyenler. AKA bu büyük beyinli teknisyenleri pompalayanın, devlet-endüstri-banka, namı diğer KAPİTAL, üçte bir – birde üç teslisinin açıkça çığırtkanlığını yapar. AKA ise aynı yüzyılda başımıza bela olan solcu devrimci söylemi içinde kaybolmuşa benzer.

    Sonsuz önemli bir ek: Halkla ilişkiler sihirli değnekleriyle teknisyenleri antiseptik ile temizler ve enayilere kibar adı “bilim adam-kadınları” adıyla tanıtır. Bu AKA-AKO biraz tarih bilseler fena olmaz. 19’nu yüzyılda bile Çin, Hindistan ve İslam’da pazarlar arı kovanına benzetilir ve sorulur: Neden KAPİTALİZM’E geçiş olmadı? Bir Batı orta-sınıf bireycilik tanrısı, daha doğrusu süt ineği, cevap verir: DOĞU DESPOTİZMİ!

    Benden bir dam üstünde saksağan vur beline kazmayı:
    Zengin ülkelerin sadece fosil yakıt şirketleri, bankalar, silah alan dost ülkeler ve özellikle silah şirketlerine, çevreyi sonsuz kirleten ve viraneye çeviren şirketlere tüketicilikle gelişmiş ülkelerin gelişmiş mahluklarının, kibar dilde halklarının, vergileriyle yaptıkları sübvansiyonları dünyayı kendi halkları gibi tüketici yalnızlar kalabalığına kolayca çevirirler.
    Çin yapmakta ama taptığı putu SERBEST PAZAR olan Batı (ABD ve uşakları İngiltere, AB, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda, İsrail ve yüzlerce büyüyünce Amerika olmak isteyen silik uluslar) Çin’i düşman ilan eder.

  11. Dünya insanlarının kendileri gibi, gerçi inşallah olmaz ama zaten olmuşlar, anarşist olma hayalleri içinde yaşayan AKA ve AKO bu yazıda, açıkça ifade edilmemiş de olsa, akılları sıra “gerçekçiler” ama insanların anarşist olma rüyalarıyla besleniyorlar. Mantık yoksunluğunun modern zamanlara özgü olduğu çok iyi bilinir ama…
    Bunlar dünyadan diğer bir açıdan bakıldığında da pek öyle gerçekçi değiller. En az 300 bin yıl, daha değişik kıstasla 2 milyon ya da 6 milyon yıldır dünyada var olan insanları tek bildikleri son 3-4 yüz yıllık insana indirgemişler ve farkında bile değiller. Üstelik artık son derece pis kokmuş bir tanrıya taparlar: Tanrılarının adı ÜRETİM-TÜKETİM. Bu tanrı, ilk değilse bile çok tanınan Karl Marks ile ün kazandığından onun yarattığı kurtuluş tanrısı olarak tapılır. Bu kavram bir çeşit totoloji: eğer üretim ile tüketim bolluğuna kavuşursak artık kimse kimseyi boğazlamaz! Amin! Ne var ki cambazlar bunu fakir fukaralara, tıpkı daha önce milliyetçiliği satan cambazlar (bak aşağıdaki Tagore’nin dediklerine, mesela) gibi, sattılar ama zamanla KAPİTALİZM ile insanların çok daha kolayca koyun sürülerine dönüşeceğini çaktılar.
    Bence, Batı (ABD ve uşakları) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, NAZİ metoduyla insanların özgürce koyun olmayı tercih ettiklerini gördüler ve uygulamaktalar. Biz atmışlarda “Hitler Öldü, Yaşasın Hitler” sloganları atardık.
    Neyse. En azından Trump’ın suikast girişiminden sonra meleyen koyunları içeren videolarını görürseniz yeter ama pek emin de değilim, biraz bilgi gerekir. Artık seyircilikle eğlenme insanların genlerinde.
    Gerekli bilgi ne? Amerikan koyun sürülerinin çok ünlü bir deyişi var: “Şef çok, Kızılderili yok!” Hangi Kızılderili’ye sorsalar “Şef kim?” cevabı “Ben”.
    İnsanlık tarihini kendilerine benzeyenlerin tavşanlar gibi arttığı son 3-4 yüz yıla (teknolojik devrim süresi) indirgeyen AKA ve AKO’nun çok derinlerde yatan ırkçılığına bakın! Üretim-Tüketim tanrısına nasıl taptıklarına bakın!
    Âşık Veysel’den ödünç alacağım bir türküsünün iki dizesini liderleri göklere çıkaran AKA’ya hitap etmeye çevirdim.
    Liderliği on par’etmez
    Etrafı senin gibi dalkavuklarla dolup taşmasa.
    ŞİMDİ DE BENİM SAYGIMI KAZANANLARDAN BAZI ÖRNEKLER
    İnsanları kardeşten farklı görmek, ayrıcalığın tek bir ulusa özgü olduğunu düşünmek ve diğerlerini dışlamak anlayışta bir karanlık olduğunu kanıtlar.
    John Woolman (1720- 1772 )
    18’nci yüzyıl Amerika’sının eriştiği sınırlarda dolaşan Quaker vaizi Woolman, sömürge döneminde köleliğe ve köle ticaretine ilk karşı gelenlerden. Üstelik hayvanlara yapılan zulme, ekonomik adaletsizliklere ve baskıya, zorunlu askerliğe de karşı çıkmayı savundu. 1755’te Fransız ve Kızılderili Savaşı’nın patlak vermesiyle, sömürge ordusuna destek verilmemesi için vergi direnişine teşvik etti.
    İnsanları AKA gibi ama tam tersi bir merdivene yerleştiren tarihçi Michelet (1798 – 1874) en üste tarımcı köylüyü koyar ve ondan daha üste de hayvanlara saygılı ve şefkatli davranan, kendilerinden ayırt etmeyen Hindistanlıları koyar.
    Modi, Michelet’nin boş konuştuğunu anlayan bir AKA lideri. Modi, Çin’in Xi JİNPİMP’i, İsrail’in Nat-Yehova’sı ve daha önce gelen tüm Batı sömürge LİDERLİĞİ yapanlar gibi ancak ve ancak Kapital tanrısına kurban vermekle, yani artık alışılmış soykırımla Hindistan’ın da sarışın mavi gözlü olacağına ve İLERLEYECEĞİNE uyananlardan.
    Her neyse.
    Daha sonra, 19. yüzyıl ABD’nde Amerikalı yerleşimcilerce kıtanın doğu kıyısından batı kıyısına kadar genişlemenin mukadder olduğunu ifade eden Açık Kader (İngilizce Manifest Destiny) ideolojisi Woolman’in da ne kadar boş konuştuğunu gösterir. Biraz tarih bilirseniz bu belge Batı’ya giderek insanlığın taptığı Medeniyet’in çıkış yerine varılacağını da ilan etti. Gerçi Medeniyet’e tapan “-ist”ler bunu duymak istemezler. Şu an bile İsrail ve Batı=Amerika’nın Filistin soy kırımına, milliyetçiliğe, gizli saklı ırkçılığa karşı gelenlerin boş konuştuğunu iyi bilen AKA-AKO gibi gerçekçi büyük beyinliler.
    Daha da örnekler:
    – “2009 yılında Norveç Nobel Komitesi, Nobel Barış Ödülü’nün Harvard Hukuk Fakültesi mezunu, Illinois Senatörü ve ABD’nin ilk siyahî Başkanı Barack Obama’ya verilmesine karar verdi. Ancak Başkan Obama, görevdeki ilk yılında, Başkan Bush’un tüm yönetimi boyunca gerçekleştirdiğinden daha fazla insansız hava aracı saldırısını onaylamaya devam etti. Sözde barış yanlısı bu kişi, TIPKI SELEFLERİ GİBİ, uluslararası savaş suçlusu.”
    – “TIPKI SELEFLERİ GİBİ” cümleciğini daha da genişleten ve AKA gibi lider çığırtkanlığı yapanlardan çok daha bilgili ve anarşist Chomsky’ye göre kuruluşundan bu yana tüm ABD başkanları sabıkalıdır.
    En iyisi burada durayım yoksa AKA liderlerini bile ışıklar yılı geride bırakan bir Kapitalist kurtarıcı mesihi Yapay Zeka enformasyon bankasına ihtiyacım olacak. Ancak böyle bir zamazingo ile AKA’nın taptığı, tüm dünyada saymakla bitmez alçakları, özür dilerim insanlığı ileri götüren liderleri sıralayabilirim.
    Not: Bilgisayar da, tıpkı Yapay Zeka gibi, alış-verişçilerin ihtiyacını karşılamak için başladı ama o da uzun bir boş konuşma olacak.
    Hindistan örneğine devam.
    Tagore Milliyetçilik konusunda, Tolstoy gibi, Gandi’ye katılmadı. Anarşist Tolstoy’un Gandi’ye yazdığı açık mektubu, boş laf da olsa, tavsiye ederim.
    Boş konuşan ve boş konuştuğun farkında olan Hindistanlı Tagore’nin (1861- 1941) Milliyetçilik (Nationalism 1917) hakkında yazdıkları:
    ” Ne kozmopolitizmin renksiz belirsizliği ne de ateşli putperestlikle kendi kendine tapılan ulus insanlık tarihinin amacıdır. Hindistan, bir yandan farklılıkların sosyal düzenlemesine, diğer yandan birliğin ruhani olarak tanınmasına çalışır.”
    (AKA’nın lider-adamı Modi bunun boş laf olduğunu bilir.)
    ” … Batı’nın öğretisi ve örneği Hindistan’a başarması için verildiğini düşündüğümüz şeye tamamen ters düşer. Batı’da ulusal ticaret ve siyaset mekanizması, düzgün bir şekilde kullanım alanları ve yüksek pazar değerleri olan sıkıştırılmış insan balyaları üretir. Ne var ki, balyalar bilimsel özen ve kesinlikle demir çemberlerle bağlanmış, etiketlenmiş, ayrıştırılmış. Tanrı insanı insan olması için yarattı; ancak bu modern Ürün, öyle bir geometrik mükemmelliğe sahip ki Yaratıcı bile tanımakta zorluk çekecektir.”
    “Bir halkın siyasi ve ekonomik birliği anlamında ulus, bütün bir nüfusun mekanik bir amaç için örgütlenmesidir. Böyle bir toplumun gizli saklı bir amacı bile yoktur. Kendi içinde bir amaçtır.
    Böylece tüm komşu toplumları maddi refah hırsıyla ve bunun sonucu olarak karşılıklı kıskançlıkla ve birbirlerinin güçlenmesinden korkarak kışkırtır.”
    Bak şu boş laflara!
    AKA, kendisi de bu mahluklardan biri olduğu için, sadece tanımakla kalmaz, bilimsel özen ve kesinlikle balyalara fiyat biçer.
    Benim nakaratım: Cahillik cennettir.
    Matematikte bile sistemin doğru/yanlış olduğu sistemin kendi kavramlarıyla kanıtlanamaz. Bilimde de öyle, o yüzden büyük beyinliler “yetiş ya Hızır” naraları çekerek metafiziği icat ettiler. Üretim-Tüketime özgü kavramlarla Üretim-Tüketimin doğru ve iyi olduğunu ancak cahiller savunurlar.

  12. AKA- AKO Yorumu
    Dünya insanlarının kendileri gibi, gerçi inşallah olmaz ama zaten olmuşlar, anarşist olma hayalleri içinde yaşayan AKA ve AKO bu yazıda, açıkça ifade edilmemiş de olsa, akılları sıra “gerçekçiler” ama insanların anarşist olma rüyalarıyla besleniyorlar. Mantık yoksunluğunun modern zamanlara özgü olduğu çok iyi bilinir ama…
    Bunlar dünyadan diğer bir açıdan bakıldığında da pek öyle gerçekçi değiller. En az 300 bin yıl, daha değişik kıstasla 2 milyon ya da 6 milyon yıldır dünyada var olan insanları tek bildikleri son 3-4 yüz yıllık insana indirgemişler ve farkında bile değiller. Üstelik artık son derece pis kokmuş bir tanrıya taparlar: Tanrılarının adı ÜRETİM-TÜKETİM. Bu tanrı, ilk değilse bile çok tanınan Karl Marks ile ün kazandığından onun yarattığı kurtuluş tanrısı olarak tapılır. Bu kavram bir çeşit totoloji: eğer üretim ile tüketim bolluğuna kavuşursak artık kimse kimseyi boğazlamaz! Amin! Ne var ki cambazlar bunu fakir fukaralara, tıpkı daha önce milliyetçiliği satan cambazlar (bak aşağıdaki Tagore’nin dediklerine, mesela) gibi, sattılar ama zamanla KAPİTALİZM ile insanların çok daha kolayca koyun sürülerine dönüşeceğini çaktılar.
    Bence, Batı (ABD ve uşakları) İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, NAZİ metoduyla insanların özgürce koyun olmayı tercih ettiklerini gördüler ve uygulamaktalar. Biz atmışlarda “Hitler Öldü, Yaşasın Hitler” sloganları atardık.
    Neyse. En azından Trump’ın suikast girişiminden sonra meleyen koyunları içeren videolarını görürseniz yeter ama pek emin de değilim, biraz bilgi gerekir. Artık seyircilikle eğlenme insanların genlerinde.
    Gerekli bilgi ne? Amerikan koyun sürülerinin çok ünlü bir deyişi var: “Şef çok, Kızılderili yok!” Hangi Kızılderili’ye sorsalar “Şef kim?” cevabı “Ben”.
    İnsanlık tarihini kendilerine benzeyenlerin tavşanlar gibi arttığı son 3-4 yüz yıla (teknolojik devrim süresi) indirgeyen AKA ve AKO’nun çok derinlerde yatan ırkçılığına bakın! Üretim-Tüketim tanrısına nasıl taptıklarına bakın!
    Âşık Veysel’den ödünç alacağım bir türküsünün iki dizesini liderleri göklere çıkaran AKA’ya hitap etmeye çevirdim.
    Liderliği on par’etmez
    Etrafı senin gibi dalkavuklarla dolup taşmasa.
    ŞİMDİ DE BENİM SAYGIMI KAZANANLARDAN BAZI ÖRNEKLER
    İnsanları kardeşten farklı görmek, ayrıcalığın tek bir ulusa özgü olduğunu düşünmek ve diğerlerini dışlamak anlayışta bir karanlık olduğunu kanıtlar.
    John Woolman (1720- 1772 )
    18’nci yüzyıl Amerika’sının eriştiği sınırlarda dolaşan Quaker vaizi Woolman, sömürge döneminde köleliğe ve köle ticaretine ilk karşı gelenlerden. Üstelik hayvanlara yapılan zulme, ekonomik adaletsizliklere ve baskıya, zorunlu askerliğe de karşı çıkmayı savundu. 1755’te Fransız ve Kızılderili Savaşı’nın patlak vermesiyle, sömürge ordusuna destek verilmemesi için vergi direnişine teşvik etti.
    İnsanları AKA gibi ama tam tersi bir merdivene yerleştiren tarihçi Michelet (1798 – 1874) en üste tarımcı köylüyü koyar ve ondan daha üste de hayvanlara saygılı ve şefkatli davranan, kendilerinden ayırt etmeyen Hindistanlıları koyar.
    Modi, Michelet’nin boş konuştuğunu anlayan bir AKA lideri. Modi, Çin’in Xi JİNPİMP’i, İsrail’in Nat-Yehova’sı ve daha önce gelen tüm Batı sömürge LİDERLİĞİ yapanlar gibi ancak ve ancak Kapital tanrısına kurban vermekle, yani artık alışılmış soykırımla Hindistan’ın da sarışın mavi gözlü olacağına ve İLERLEYECEĞİNE uyananlardan.
    Her neyse.
    Daha sonra, 19. yüzyıl ABD’nde Amerikalı yerleşimcilerce kıtanın doğu kıyısından batı kıyısına kadar genişlemenin mukadder olduğunu ifade eden Açık Kader (İngilizce Manifest Destiny) ideolojisi Woolman’in da ne kadar boş konuştuğunu gösterir. Biraz tarih bilirseniz bu belge Batı’ya giderek insanlığın taptığı Medeniyet’in çıkış yerine varılacağını da ilan etti. Gerçi Medeniyet’e tapan “-ist”ler bunu duymak istemezler. Şu an bile İsrail ve Batı=Amerika’nın Filistin soy kırımına, milliyetçiliğe, gizli saklı ırkçılığa karşı gelenlerin boş konuştuğunu iyi bilen AKA-AKO gibi gerçekçi büyük beyinliler.
    Daha da örnekler:
    – “2009 yılında Norveç Nobel Komitesi, Nobel Barış Ödülü’nün Harvard Hukuk Fakültesi mezunu, Illinois Senatörü ve ABD’nin ilk siyahî Başkanı Barack Obama’ya verilmesine karar verdi. Ancak Başkan Obama, görevdeki ilk yılında, Başkan Bush’un tüm yönetimi boyunca gerçekleştirdiğinden daha fazla insansız hava aracı saldırısını onaylamaya devam etti. Sözde barış yanlısı bu kişi, TIPKI SELEFLERİ GİBİ, uluslararası savaş suçlusu.”
    – “TIPKI SELEFLERİ GİBİ” cümleciğini daha da genişleten ve AKA gibi lider çığırtkanlığı yapanlardan çok daha bilgili ve anarşist Chomsky’ye göre kuruluşundan bu yana tüm ABD başkanları sabıkalıdır.
    En iyisi burada durayım yoksa AKA liderlerini bile ışıklar yılı geride bırakan bir Kapitalist kurtarıcı mesihi Yapay Zeka enformasyon bankasına ihtiyacım olacak. Ancak böyle bir zamazingo ile AKA’nın taptığı, tüm dünyada saymakla bitmez alçakları, özür dilerim insanlığı ileri götüren liderleri sıralayabilirim.
    Not: Bilgisayar da, tıpkı Yapay Zeka gibi, alış-verişçilerin ihtiyacını karşılamak için başladı ama o da uzun bir boş konuşma olacak.
    Hindistan örneğine devam.
    Tagore Milliyetçilik konusunda, Tolstoy gibi, Gandi’ye katılmadı. Anarşist Tolstoy’un Gandi’ye yazdığı açık mektubu, boş laf da olsa, tavsiye ederim.
    Boş konuşan ve boş konuştuğun farkında olan Hindistanlı Tagore’nin (1861- 1941) Milliyetçilik (Nationalism 1917) hakkında yazdıkları:
    ” Ne kozmopolitizmin renksiz belirsizliği ne de ateşli putperestlikle kendi kendine tapılan ulus insanlık tarihinin amacıdır. Hindistan, bir yandan farklılıkların sosyal düzenlemesine, diğer yandan birliğin ruhani olarak tanınmasına çalışır.”
    (AKA’nın lider-adamı Modi bunun boş laf olduğunu bilir.)
    ” … Batı’nın öğretisi ve örneği Hindistan’a başarması için verildiğini düşündüğümüz şeye tamamen ters düşer. Batı’da ulusal ticaret ve siyaset mekanizması, düzgün bir şekilde kullanım alanları ve yüksek pazar değerleri olan sıkıştırılmış insan balyaları üretir. Ne var ki, balyalar bilimsel özen ve kesinlikle demir çemberlerle bağlanmış, etiketlenmiş, ayrıştırılmış. Tanrı insanı insan olması için yarattı; ancak bu modern Ürün, öyle bir geometrik mükemmelliğe sahip ki Yaratıcı bile tanımakta zorluk çekecektir.”
    “Bir halkın siyasi ve ekonomik birliği anlamında ulus, bütün bir nüfusun mekanik bir amaç için örgütlenmesidir. Böyle bir toplumun gizli saklı bir amacı bile yoktur. Kendi içinde bir amaçtır.
    Böylece tüm komşu toplumları maddi refah hırsıyla ve bunun sonucu olarak karşılıklı kıskançlıkla ve birbirlerinin güçlenmesinden korkarak kışkırtır.”
    Bak şu boş laflara!
    AKA, kendisi de bu mahluklardan biri olduğu için, sadece tanımakla kalmaz, bilimsel özen ve kesinlikle balyalara fiyat biçer.
    Benim nakaratım: Cahillik cennettir.
    Matematikte bile sistemin doğru/yanlış olduğu sistemin kendi kavramlarıyla kanıtlanamaz. Bilimde de öyle, o yüzden büyük beyinliler “yetiş ya Hızır” naraları çekerek metafiziği icat ettiler. Üretim-Tüketime özgü kavramlarla Üretim-Tüketimin doğru ve iyi olduğunu ancak cahiller savunurlar

  13. BENİM SAYGI ve KALBİMİ KAZANANLARDAN ÖRNEKLERE EKLER
    Bu kişiler, daha önce verdiğim öneklerdekiler gibi, elhamdulillah, anarşist değiller. AKA ve AKO Marksist anarşistler. 19’ncu yüz yılın temel taşı İLERİCİLİK mitinin liberalizm, faşizm, Nazizm, kapitalizm, sosyalizm, komünizm vs gibi alt ve ufak ideolojilerinden birine bağlı müminleri.

    Örnekler:
    – Amerikan yazar Nathaniel Hawthorne (1804 – 1864) ‘The Maypole of Merry Mount’ kitabında Avrupalı beyazları Kızılerililerle kıyaslar:
    “Neşe ve kasvet bir imparatorluk için mücadele ediyordu.”

    – Amarikan yazar William Carlos Williams (1883 – 1963) “Amerikan Damarı” kitabında aşağıdakileri ekler:
    “Boşluklarıyla Yeni Dünya’da Avrupalı bir yaşam kurma savaşının en şiddetli kesimiydiler. İlk grup, bu ilk Amerikan demokrasileri, içten fışkıran bir arzuyla gelmişlerdi ve sonunda bunlar her şeyi kendileri gibi yapmayı başardılar.”
    “Toprağı hissetmiyor musunuz? Dışarı çıkıp ölü Kızılderilileri mezarlarından şefkatle kaldırmak, onlardan -sanki cesetlerine bile yapışmış gibi- bazı özgünlükler çalmak istemenize neden olmuyor mu?”

    – J. J. Rousseau (1712 – 1778), 1755 yılında yazdığı “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kökeni” kitabında yüce ruhlu çıplak vahşiyi evcilleşmiş Fransızlarla kıyaslar:
    “Avrupa şehvetini küçümseyen ve bağımsızlıklarını korumak için açlığa, ateşe, kılıca ve ölüme katlanan çıplak vahşilerin isyanlarını gördüğümde, kölelerin özgürlükten bahsetmesinin uygunsuz olduğunu düşünüyorum.”

    – 19’uncu yüzyılın şahane kadın yazarı George Sand (1804 – 1876) aynı Fransızlara, “İyi yaşamak için yaşamaktan vazgeçmişsiniz!” der. Tabii bu ki tüm evcilleşmiş medeniler için geçerli.

    – G. M. Young (1882 – 1959), “Victorian England, Portrait of an Age” kitabında artık zamanımızda alıştığımız çok büyük beyinli faydalı enayilerin doğuşunu anlatır:
    “İçten ve can okşayan düsturu her şey hakkında bir şey bilen ve bir şey hakkında her şey bilen, tarihçi demir ustaları ve bankacıların, teolog jeolojistlerin ve bilgin tütüncülerin dünyasını arkamızda bırakıp rekabet Sınavı’nın kapısından Uzmanlar Çorak Dünyasına giriyoruz. Bunların her biri o kadar az şey hakkında o kadar çok şey bilir ki ne çelişkisine işaret etmek ne de onunla çelişmek zahmete değer.”

    Meister Eckhart (1260 – 1328), “zanaatkar el sanatından bahsetmeyi sever!”, dedi. AKA-AKO’nun mesihi Marks’ın mesihi Amerikalı fabrika işçisi ise maçtan bahsetmeyi sever!

    Bir anekdot. Ivan Illich o zaman yaşadığı Meksika’dan Detroit”e geldi. Fabrika işçilerine gece dersleri veren bir arkadaşa işçilerle tanıştırılmasını istediğini söyledi. İşçiler Ivan Illich’den Meksika pasosunun gücünü, orada yatırım yapmanın imkanları ve avantajlarını öğrenmek istediler.

  14. “Gün bey, cevaplarınız nedir? 22 Mayıs 2024” cevapsız kalmış. Ben cevap vereyim. Zaten Gün bey için evren Big Bang’i Bolşevik Saray darbesi.

    Ben bilerek kibar ve hoşgörülü değilim ama bununla iftihar da etmiyorum, bir gereklilik. En katı dinlerde bile tanrıdan bile daha güçlü olan FELEK var. Gerçi mitolojilerle yaşayanlar arasında da var ama ayıklamak çok zaman ve çok dırdır etmekle sona erir.

    Katı dinlerle tek tanrılı dinleri ima ediyorum. Bu dinlerde TEK TANRI bile FELEĞE boyun eğer. TEK TANRI daha çok Kral-(“politically correct” correct olmak için hemen ekleyeyim) Kraliçe’ye çok benzer. Eğer bu TEK TANRI insana “bana inanıyorsanız korkmadan su üstünde yürüyün; her doğan çocuğunuzun kellesini kesin, kellesi yeniden büyür vb benzeri sarhoş dili konuşsa, inananlar bu iki (AKA-AKO) katılar katısı anarşistlerden daha da çok inançlı olsa bile, insanların ne karşılık vereceğini, ağzım bozuk ama izin yok, dilimi tutup tahmine bırakacağım.

    Dünyayı kendine benzeteli Batı iki FELEK uydurdu: SARIŞIN MAVİ GÖZLÜ-BÜYÜK BEYİNLİ EMİR VERENLER ve önünde diz çöken dalkavuk yararlı enayi MODERN BİLİMCİLER.

    Not: BİLİM kelimesi eskiden kalma bilgi çağrışımı yapan bir ayıp donu, asıl adı teknik (metod) veya Allah kahretsin, katı/fanatik İslam medeniyetinden gelen ve şimdi çok moda olan bir kelime: ALGORİTMA!

    Bir örnek vereyim.
    Bir tarihçi bir brahmine sorar:
    – Kaç tanrınız var?
    Brahmin cevap verir:
    – Ganj nehrindeki kumlar kadar.

    Belki gereksiz ama önemli bir ek: Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam Hindistan’a girdiğinde tanrıları hemen Ganj nehrinin kumlarına katıldı ama şu an her bireyin kendini “tek ve salt tek” görme (tabii her birey tek ama bazıları sonsuz daha tek) fanatikliliği hoş görülmedi. Şimdi Bollywood sarışın mavi gözlü yıldızı Modi bu demokrasi safsatasının yerine gerçek ve güncelleşmiş, bu AKA ve AKO gibi, ÜRETİM-TÜKETİM tanrısının ayıp donu demokrasisi yaratmakta. Bakın mesela en azından Arundhati Roy.

    Uzatmadan temel olan bir gözlemimle sadede geleceğim. Günümüzü simgeleyen bir yaygın gözlem: NEMELAZIMCILIK ve GARAZ.

    Şimdi de dikkatinizi Saray dalkavukları tarafından yazılı tarihi satır arası okumamanın zararlarına çekeceğim.

    Yazdığınız, “ABD federal hükümetinin burnunu bizim hayatımıza sokmasını istemiyoruz. Joe Biden’ın da, Donald Trump’ın da hayatımızda yeri yok. Devlet bize bulaşmasın. Onlar kendi hâlinde yaşasın, biz kendi hâlimizde yaşayalım.”

    İslam’da sufilik, tarikatlar, dervişlik, dergahlar ve hatta ahilik. Hindistan’da kökeni Hindistan’a ilk gelen sarışın mavi gözlülerin yarattığı dünyadan elini eteğini çekme tepkisi olan kast sistemi ve güneyde yaşayanların tanrıça inançları. Çin’de Taoism. Hıristiyanlıkta manastırlar. Yahudilikte Kabala. Ve binlerce diğer benzerleri.
    Bunlara ortak olan devletli toplumlardaki direnişler. Kısacası var olan dünyada yaşamaktansa kafayı Kral-Kraliçe-Saray’a kaptıranların dünya üzerinde akıl yürütme(me)leri.

    Bu site ÜRETİM-TÜKETİM kurtuluş mehdisi Marks yolcuları olduğundan akıl yürütmemeye bir misal vereceğim.

    Gerçi bence insanı asıl biçimlendiren içinde doğduğu kültür ama o ayrı bir konu.

    İnsanın dünyada ilk ve hemen (immediate) bilincine vardığı kendi “materyalist” vücudu. Biliyorum şimdi bunun tek anlamı ÜRETİM-TÜKETİM ama bundan kurtulmak imkansız gibi. Sözüm ona orta sınıf mehdisi sarışın mavi gözlü Marks “materyalist” ama kafayı zamanının dünya lokomotifi olan Joe Bidon- Mac Donald Trump’ı Avrupa’sı ile yediğinden, kendi ilk bilincine vardığı materyal bedenine özen gösteren Yogilerle alay eder! Şimdi kendi torunları orta sınıflılar gece gündüz ya Yoga öğrenir ya da Yoga satar!

  15. Devrimci AKA-AKO o kadar hızlı ki zamanın sonunda erişilecek Cennet’i yeryüzüne indirmişler. Ben buna kısa aklımla sadece iki neden düşünebildim.
    Ya aşırı İLERİCİLER ya da “Cahillik Cennettir” atasözünü ete kemiğe bürümek.
    “Amaç, artı-değere dayanan emek SÖMÜRÜSÜNÜ ortadan kaldırmak ve bütün emeğin ürünü olan değerleri, müşterekleri işçiler ve toplumun yararı için kullanmaktır.”
    Marks bile değerin takas etme kavramından doğduğunu ve kendinden önce gelenlerin bunu gördüklerini kabul etse de asıl tanımının nicesel değil SOSYAL İLİŞKİ olduğu, niceselliğin bir fetiş, bir göz boyaması, bir SÖMÜRÜ aracı olduğunu savundu.
    Karşılıklı sohbet, anne sevgisi, gülümseme ve milyarlarca değiş tokuşların değeri, artı-değeri ne?
    Şimdi de AKA-AKO’nun insanlık tarihini son 4-5 yüz yıla indirgemesi ve bunun insanlara bir hakaret değil, tıpkı çoğunluk olan diğer okur-yazar koca kelleler ve yobaz dinciler gibi, bir AYDINLIĞA kavuşturma inancı içinde olmaları.
    En başta en çok sevdiğim ve daha kısa bir süre önce bir kadının dediği: “Bize ekim-biçim yapın diyorlar, bizim etraftan topladıklarımız yetiyor artıyor bile. Geri kalanını hayvanlara, kuşlara bırakıyoruz!”
    19’ncu yüz yılda biri insan tarihi kadar uzun süredeki bir inancı dile getirir: “(AKA-AKO gibi), beyazlar bize “ekim-biçim yapın” diyorlar. Ben nasıl yeri kazar annemin kemiklerini kırarım. Ölüp ona döndüğümde o bana ne diyecek?”
    Lütfen vazgeçin bu Batı taklitçisi sarışın mavi kör gözlü sağır kulaklı olmayı: En azından Aşık Veysel’in dediğini satır arası anlamaya çalışın. Bu ilerinin izcileri olma hırsınız zenginlerin para kazanma hırsına benziyor.
    Biraz daha gerilersek.
    Binlerce arasında, Marcel Mauss”un dikkat çektiği “Kula takası veya Kula halkası” ile ilgili kısa bir hatırlatma.
    Başıma gelen bir olayı giriş olarak kullanacağım. Bulunduğum yere gelen bir solcu devrimci “buralılar her kişi kendi kahvesini ödüyor, bizde bir kişi herkesin kahvesini öder.” diyerek dert yanar.
    Bende şaka olsun diye “hala Batılı olamamışsınız, eninde sonunda orada da her kes kendi kahvesini öder. Bir hiç ödemezse ona kem gözle bakılmaz mı? Batılılar böyle her şeyi daha kolay yapmayı başardılar. O yüzden önce Atatürk babanız, sonra Marks amcanız sizi de büyük beyinli yapmaya çalıştı!” dedim.
    Kahve ödemenin bir SOSYAL İLİŞKİ olduğu o kadar derine gitmiş ki arkadaş dalga geçtiğimi bile anlamadı.
    Her neyse, işte Kula sistemi:
    ” İnsanları birbirine bağlayan en eski sosyal eylem biçimlerinden biri ve insanlığın evrenselliği ve çeşitliliğinin dikkat çekici bir örneği olarak hediye alışverişi, uzun zamandır antropolojik araştırmaların odak noktası olmuştur.”
    Diğer bir gözlem daha: Üzülerek söyleyeceğim, AKA-AKO bana Müslümanları hatırlatır durur. Onlar da yazı (ve okuma) tarihini sonsuz ciddiye aldıklarından kitapsızları kırımdan geçirdiler. Neyse ki toplum mühendisleri AKA-AKO daha henüz imrendikleri liderler gibi başa geçmemişler.
    Hediye ile ilgili aynı mit, iki değişik tepki.
    1. Yunan Mitolojisi’nde, Prometheus veya Promete Titan ateş tanrısıdır. Prometheus en çok tanrılara ateşi çalarak meydan okumasıyla ve ateşi teknoloji, bilgi ve UYGARLIK biçiminde insanlığa vermesiyle tanınır.
    Uygarlar, tıpkı AKA-AKO gibi, kendilerini dev aynasında görür ama işi asıl becerenler, asıl devler başkaları.
    Bu, tüm devrimci solcuların ve İLERİCİLERİN TAPTIĞI PROMETHEUS Miti.
    2. Diğer bir mitte, insanlar ateşsiz. Dedikodulara göre uzakta ateşi olanlar varmış. Ateş çalıp getirmesi için bir sürü hayvan ve kuş gönderirler ve nihayet karga işi becerir. Halk da her ateşe ihtiyaçları olduğunda ateş karşılığı kargaya bir HEDİYE verirler. Fakat karga gittikçe daha çok hediye ister ve nihayet hep beraber kargayı öldürürler.
    Not: AKA’nın idolü lider olma hevesi olanları da hep birlikte öldürme adetine vahşi çıplaklar arasında da rastlanır.
    Zavallı AKA-AKO, İstanbul gibi bir çirkin denilecek kadar devasa bir şehirde, 21’nci yüz yılda, Platon’un (Eflatun’un) mağarasında kendi gölgelerini gerçek sanmaktalar. Yani “gerçekçiler!”

  16. Bu yazıyı, sürekli o ünlü “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” atasözü düşünerek aktardım.
    Tarihte olanları değiştiremeyiz ama anlamaya çalışmalıyız. Aşağıdaki vaazda adı geçen inançsız, yasasız ve kralsız halkların tam tersi ezilmiş halkların peygamberleri AKA ve AKO’nun “gerçekçiliği” yazıdaki mermer tutumu.
    Lizbon doğumlu Portekizli Cizvit misyoner, diplomat, filozof António Vieira’nın , (1608 – 1697) bir vaazından alıntı:
    “Dünyayı dolaşan ve prenslerin evlerine giren sizler, o odalarda ve bahçe yollarında çok farklı iki tür heykel gördünüz; mermerden yapılmışlar ve mersin ağacından yapılmış olanlar. Malzemenin sağlamlığı ve dayanıklılığı nedeniyle mermer heykelin yapımı pahalıdır; ama bir kez bittiğinde kimsenin ona bir daha dokunmasına gerek kalmıyor: her zaman aynı şekli koruyor ve sürdürüyor. Mersin heykelini kalıplamak, dalları bükme kolaylığı nedeniyle daha kolaydır, ancak şeklini korumak için sürekli olarak ayarlanması ve üzerinde çalışılması gerekir. Bahçıvan bununla ilgilenmeyi bırakırsa, dört gün içinde bir dal kaçar ve gözlerine çarpar, bir başkası kaçar ve kulakları şekilsizleştirir, beş parmaktan iki tanesi kaçar ve yedi eder ve bir zamanlar insan olan şey, çok geçmeden yeşil mersin karışımına dönüşür. Bu, inanç doktrinleri açısından bazı uluslarla diğerleri arasındaki farktır. Bazı doğal olarak dayanıklı, azimli ve istikrarlı milletler vardır; bunlar ancak büyük bir mücadeleden sonra imanı kabul ederler ve atalarının hatalarını geride bırakırlar. Silahla direnirler, aydınlanmadan şüphe ederler, reddederler, içlerine kapanırlar, korkarlar, tartışırlar, sert karşılıklar verirler, teslim olana kadar mücadele ederler; ama bir kez teslim olduklarında, bir kez imanı elde ettiklerinde, mermer heykeller gibi sağlam ve sürekli inanırlar: onlar üzerinde daha fazla çalışmaya gerek yoktur. Ancak aralarında Brezilya’nın da bulunduğu başka uluslar da var; kendilerine öğretilen her şeyi büyük bir uysallık ve kolaylıkla, tartışmasız, karşılıksız, şüphesiz, direnişsiz kabul ederler; ancak bunlar, bahçıvan elini kaldırıp kestiği anda yeni şekillerini kaybeden, eski ve doğal vahşetine geri dönen ve ulusun eskinin ormanı haline gelen mersin heykelleridir. Bu heykellerin sahibi daima onları gözetlemeli: Önce göz çevresinde büyüyenleri kesmeli ki, görmedikleri şeye inansınlar; daha sonra atalarının masallarını dinlememeleri için kulakların çevresinde yetişenleri kısıtlaması gerekir; daha sonra barbarca hareketlerden ve alışılagelmiş davranışlardan uzak durmaları için ayakların etrafındakileri kesmelidir. Ancak bu şekilde daima bedenin doğasına ve köklerin ruh haline karşı çalışır. Bu kültürsüz bitkilerde dalların doğal olmayan şekli ve davranışı korunabilir. Portekiz dilinin imparatoru olarak bilinen Fernando Pessoa, Amerikalılar hakkındaki Cizvit edebiyatı hakkındaki yazılarında bu pasajı detaylandırmıştır. Konu, 1549’da Brezilya’da Cizvit faaliyetlerinin başlangıcında gündeme getirilmişti ve tek bir cümleyle özetlenebilir: Ülke halkının din değiştirmesi son derece zordu. Asi ve inatçı malzemeden yapılmış olduklarından değil; tam tersine, yeni şeyler onları heyecanlandırıyor ama aynı zamanda onlardan silinmez bir şekilde etkilenmeyi de beceremiyorlardı. Her türlü figüre açık ama yapılandırılması imkansız bir halk olan yerli halk, kendilerini çevreleyen orman gibiydi; Avrupa kültürünün tehlikeli bir şekilde ele geçirdiği alanlara yaklaşmaya her zaman hazırdı; budama sanatından daha az Avrupalı bir benzetme kullanırsak. Kendi toprakları gibiydiler, yanıltıcı derecede verimli, her şeyin ekilebilir gibi göründüğü ama yabani otlar tarafından boğulmayan hiçbir şeyin filizlenmediği yer. İnançsız, yasasız ve kralsız bu halk, İncil’in kök salabileceği psikolojik ve kurumsal bir zemin sağlayamazdı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir