Barış Süreci mi, Seçim Süreci mi?
Siyasi Partiler, şirketlere benzerler. Nasıl şirketler, ekonomik alanda faaliyet gösterip sermaye biriktirmeye çalışırlarsa, siyasi partiler de siyasi alanda faaliyet gösterip oy biriktirmeye çalışırlar.
AKP de iki yıl sonra yapılacak seçimler için şimdiden “oy birikimi” için “start” vermiş bulunmaktadır. Bu “start”ın birinci hedefi, Kürt bölgelerinde BDP’nin sahip olduğu oy potansiyeline el atarak BDP’yi mümkün olduğunca geriletmek ve bu bölgelerdeki oyları kendine çekmektir.
Bunun en mantıklı yolu, Kürt sorununda yeni bir atılıma girişmektir. Bu atılımın belkemiği ise, “barış süreci” adı verilen süreci başlatmak ve Kürt seçmeninin sempatisini kazanmaktır. AKP’nin yeni düzenlediği doğu ve güneydoğu teşkilatları toplantısında bu yönde talimatlar verilmiştir teşkilatların sorumlularına.
BDP, öyle sanıyorum ki, bu oyunun farkındadır. Bu yüzden, hem gerçekten Kürt halkının talebi olan barışa taraftar olduğunu ortaya koymakta, hem de AKP’nin “barış yemi” yoluyla doğudaki oy potansiyelini avlamasına karşı uyanık olmaya çalışmaktadır.
Yani anlaşılması gereken şudur ki, AKP’nin niyeti, gerçekten barışı gerçekleştirmekten çok, seçimlere kadar, oyalamacı bir tutumla da olsa “barış sürecini” yürütüyormuş gibi bir izlenim yaratarak doğudaki oylara sahip olmaktır. Eğer bunu başarırsa, o zamana kadar izlediği oyalama siyasetini de bir yana atıp, seçimleri kazanmış bir partinin güveniyle, Kürtlere karşı savaş sürecine hız verecektir.
Bugün en akıllıca tutum, bir yandan barışı savunmaya devam ederken, AKP’nin oyunlarına karşı da uyanık olmaktır. Kısacası, BDP’liler daha iyi bilirler, akıl vermek gibi olmasın ama, bu dar boğazdan ustalıkla geçmek gerekmektedir. Eğer barışa karşıymışız, yan çiziyormuşuz gibi bir görüntü verirsek, bu da AKP’nin işine yarar. O zaman dönüp Kürt seçmenine şöyle diyeceklerdir: “Bakın gördünüz mü, biz bütün iyi niyetimizle barış için çalıştık ama BDP yöneticileri, bizim bu iyi niyetimizi ellerinin tersiyle bir kenara ittiler. PKK başkanı bile barış süreci konusunda bizimle anlaşmaya varmışken, BDP’li politikacılar, sırf politik hırsları yüzünden bu süreci baltaladılar.” Bu demagojiye izin vermemek için, bence karşı tarafın taktiği olduğunu düşünsek de, her barış çağrısına olumlu cevap verilmelidir. Zaten BDP yöneticileri de bugün böyle yapmaktadırlar.
Öte yandan, BDP, AKP’nin gerçek bir barıştan yana olmadığını, olmayacağını akıldan çıkarmamalıdır. AKP’nin taktiksel yaklaşımlarını açığa çıkartmanın en iyi yolu, gerçek barış yolunu göstermek ve bu konuda Kürt halkının desteğini almaktır.
Gerçek barışın yolu ise son derece açıktır. Bunun tek şartı, taleplerden falan da önce, her iki tarafın da karşılıklı olarak silahlı eylemlere ve operasyonlara derhal son verdiklerini açıklamaları ve bunu kamuoyuna hem sözlü olarak bildirmeleri hem de fiilen göstermeleridir.
TSK’nın operasyonları devam ederken, kesinlikle barıştan söz edilemez ve “barış süreci” lafları sadece ve sadece bir taktik ve oyalamacadan öteye geçemez. Bu yüzden, her iki taraf da silahları susturmadan, operasyon ve eylemlere son vermeden hiçbir barış görüşmesi yapılmamalıdır. Hatta ben olsam, Öcalan’la görüşme talebinde de bulunmazdım. Net olarak söylenecek olan şudur: “Önce silahlar sussun, ondan sonra görüşmeler başlasın. Silahlar kesin bir biçimde susmadan hiçbir görüşmeye girilmeyecektir.”
Kürt halkının bu net tavrı kesinlikle anlayacağını ve destekleyeceğini düşünüyorum.
Her iki taraf da silahların sustuğuna ikna olduktan sonra barış görüşmeleri başlamalıdır.
Ben şahsen, AKP’nin buna asla yanaşmayacağı kanısındayım. Başbakan’ın, operasyonların devam edeceği yönündeki son beyanları da bunu göstermektedir. İnşallah yanılıyorumdur.
Ama yanılgıların en büyüğü aldanmaktır.
Gün Zileli
24 Ocak 2013
Sürecin “akçeli” boyutu hakkında:
http://mustafasonmez.net/?p=2714
http://mustafasonmez.net/?p=2717
Yani anlaşılması gereken şudur ki, AKP’nin niyeti, gerçekten barışı gerçekleştirmekten çok, seçimlere kadar, oyalamacı bir tutumla da olsa “barış sürecini” yürütüyormuş gibi bir izlenim yaratarak doğudaki oylara sahip olmaktır. Eğer bunu başarırsa, o zamana kadar izlediği oyalama siyasetini de bir yana atıp, seçimleri kazanmış bir partinin güveniyle, Kürtlere karşı savaş sürecine hız verecektir.
gün bu öngörünü arkadaşlarla geçenlerde konuşurken biz de yapmıştık.ve çok önemli buluyorum bunu.akpnin gerçek niyetini gösteriyor.kaldı ki akp her secim öncesi böyle oyunlar oynamıştır.dolayısıyla kazanmış olduğu her seçimden sonra kürtlere daha azgınca saldırmıştır.bu süreç de yine buna benzer saldırıların daha şiddetli bir şekilde yapılacağının işaretlerini veriyor aslına bakılırsa.
Barış süreci değil, seçim süreci de değil, TASFİYE süreci!
Eski ama yeniden güncel bir yazı:
http://www.asimalpturk.com/index.php?view=article&id=193%3Acehennemn-reklam-flm&option=com_content&Itemid=64
Baris süreci ile seçim süreci aynidir, 27 Mayis çocuklari, “ordu göreve” pankartlarinin sözde devrimci özde darbeci 68 magazincileri, vatan kurtaran “saban” subay çocuklari, siyasi partileri “oy avcisi” olarak suçlayan kafa bunu anlayamaz, haydi tarihin çöplügüne sizi gidi Kemalist hotzotçular, bir de kendinize “anarsist” susü vermiyor musunuz, sevsinler sizin gibi anarsistleri.
Baris süreci en çok savas agalarini, eroin kaçakçilarini, irkçi-fasist ve insanlik düsmani komünistleri rahatsiz ediyor, kandan beslenememek vampirlerin sonunu getirir, bu nedenle komik bir sekilde PKK ve BDP’yi baris sürecinden vazgeçirmek için çirpiniyorlar, hatta AKP’ye ve Tayyip’e bile yalvarmaktalar, su cümlenin baska bir anlami olabilir mi:
Hatta ben olsam, Öcalan’la görüşme talebinde de bulunmazdım. Net olarak söylenecek olan şudur: “Önce silahlar sussun, ondan sonra görüşmeler başlasın. Silahlar kesin bir biçimde susmadan hiçbir görüşmeye girilmeyecektir.”
Iste bu.L Ergenekon da ayni seyi söylemekte, son kullanma tarihi yaklasinca hepsi kendini desifre eder böyle.
Al sana AKP’nin ileri demokrasisi; Pınar Selek ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum oldu!
AKP’nin mahkeme kararlarini etkileme gücü oldugunu sanir, iste bu çagda bu kafa.
“Hatta ben olsam, Öcalan’la görüşme talebinde de bulunmazdım. Net olarak söylenecek olan şudur: “Önce silahlar sussun, ondan sonra görüşmeler başlasın. Silahlar kesin bir biçimde susmadan hiçbir görüşmeye girilmeyecektir.”
Bu sözler AKP’ye ve Tayyip’e söylenmiyor, polis masası, BDP’lilere söyleniyor. IQ’nu bir ölçtürüver istersen.
Mahkemeye etkime gucu mu? Adamlar yasalari yapiyor yasalari. Yasayi yapan, degistirmeyen, isine oyle gelen bundan tabi ki sorumludur. Ister gitsin mahkeme uyelerine etki etsin, ister etmesin. Ister bu cagda olsun ister Hititlerde olsun, yasa yapicisi yasalarin etkilerinden sorumludur.
Yasa olarak, cikar muebbet hapiste oy cokluguyla karar alinamaz diye, cikar iddia makaminin kanitlari ve iddialari yalan cikarsa cezalandirilir diye, cikar orgut uyeligi degil, fiili islenen suc asil suctur diye yasalari, bak bakalim ne olacak. Yer mi ama? Yemez… Neden? Isine gelmez. Muhalefeti baska turlu nasil susturacaksin di mi ama? Kafaya bak, hem suclu hem guclu.
Selek masum mu, suçlu mu bunu bilmem ama diyelim ki masum , Selek’i kurtarmak için nasil bir yasa çikarmak gerek? Babasi ünlü bir avukat olan, kendisi solcu olan, sol aristokrasi mensubu kadinlar suçlu olamaz diye bir yasa mi çiksin? Nedir yani? Bombayi koydu mu, koymadi mi? Soru bu. Somut bir olgu ve hukusal yorum. Örnegin Mit mensuplari Basbakan’dan izin almadan yargilanamaz seklindeki yasa gibi (ki bu durum bile AKP’nin yargiya müdahale etmedigini göstermektedir) adi Pinar olanlarla ilgili bir yasa mi gerekiyor?
Somut olgu mu istiyorsun? Ortada bomba var mi yok mu? Var diyemezsin, yok demezsin zaten. Maazallah ceza verilmeden gitmemeli. O halde kanit manit hak getire. Aha senin somut olay, aha senin yasan. Selek’i kurtarmak icin degil, insanlara esit ve hakkaniyetli muamele icin yasa cikar. De ki mahkeme heyeti verdikleri hukumden sorumludur de, birileri iftira attiysa, kanit olmadigi halde suclama yapmissa, sahte kanit yaratmissa sonuclarina katlanir yaz kanununa, bir daha yargila, bak bakalim ne olacak.
Birinin mensei, geldigi kultur, parasi, mali, mulku ya da mulksuzlugu o kisinin aleyhine kanit da degildir bu arada. Avare filmini cevirmiyoruz. Stalin mahkemeleri de degil bunlar, vay sen zengin bir koyluymussun diye yazsin ceza.
dönem için önemli tesbit ve öneriler içeren bu yazı bir de doğru yorumlar (örneğin eylem ve yusuf cemal) için teşekkürler.
kafamı netleştirmede işe yaradı doğrusu
AKP’nin mahkeme kararlarını etkileme gücü yoksa o zaman tutuklanan generaller, Ergenekoncular üzerinden AKP’yi savunma.
bu tuzağa kürt hareketinin de önderliğinin de düşmeyeceğini ummak gerekiyor bir de işin içinde suriye gelişmeleri boyutu ve rojava kürdistandaki ypg nin en azından “birilerince” beklenmeyen direnişinin etkileri de önemli görünüyor.
Aliser’in ilk yazdiklarini uyari olarak algilayip, yaziyla ilgili dogru durust bir seyler yazayim kisaca.
Gercek baris, en azindan karsilikli iki halkin birbirine guven duymasi durumu ancak Batidaki bizlerin cogunlugunun Dersim’den Seyh Sait isyanina, Diyarbakir cezaevinden koylulere bok yedirme olaylarina, iskencelere, “Bildigin Gibi Degil”deki acilara, Ozgur Ulke’nin bombalanmasindan 1992 Nevruz’una, Roboski’ye kadar Kurtlere yapilan eziyetleri kabul etmesi ve lanetlemesiyle gelebilir. Bunun yolunun insanlarin egemen ideolojiden koparilmasi oldugu da goruluyor sanirim. Televizyonda aglama efekti yapan spikerlerin savas medyasinin senaristlerinin kalemlerinden cikan sozlerini, eko yapar gibi tekrarlayan bir cogunluk oldugu surece karsilikli guvenin saglandigi bir baris, ham hayal. Kurgumuzu Devlet versus Kurtler olarak kurmak guzel ve rahatlatici da, gercekci degil. Batinin sovenizmi cok cok cok buyuk bir ayakbagi gercek bir baris icin. Aslinda ayakbagi degil, gercek problem tam da bu sovenizm su an. 1990larda yasamiyoruz.
Silahlarin susmasina gelirsek eger Kurtlere mesru ve demokratik yollarla kendi haklarini savunma sansi verilmezse bu olanaksiz gorunuyor. Zaten onlar silahlari bir nevi sigorta gibi gorduklerini soyluyorlar. Ama problem su: Eger o sans verilirse, yani gosteri ozgurlugunden orgutlenme ozgurlugune kadar ve hatta “boluculuk propagandasi” ozgurlugune kadar mesela siradan bir Avrupa ulkesindeki haklar verilirse, o haklar yalnizca Kurtler tarafindan kullanilmaz. O haklar butun ezilenler tarafindan kullanilmaya baslanir. Ve mesela iscilerin grev yaptiklari sirada terorle mucadelenin ekiplerinin gelip korku salmaya calismadigi, isteyenin istedigi gibi orgutlenebildigi bir Turkiye, hele hele de Kurt sorununu hali yoluna koydugu icin korku unsurunun kullanilamayacagi Turkiye, zenginler tarafindan yonetilemeyecek bir Turkiye olurdu. Bu kadar buyuk gelir farklarinin oldugu, zenginle fakir arasindaki celiskinin bu kadar net oldugu bir ulke ne AKP tarafindan ne baska bir cikar koalisyonu tarafindan yonetilemez. Boyle bir durumda zenginler, mulk sahipleri kaldiramayacaklari bir basinc ve nefret dalgasiyla kendilerini cevrilmis olarak bulacaklardir.
Sizce Batida egemen ideolojiyle bagini kesmis, mucadele eden, hakkini almaya calisan ve bu sebeple medya maymunlarinin laflarini takmayip kendi fikirlerini yaratmaya baslamis bir calisanlar hareketi, bir sol dalga olmadan bu gibi bir duruma itilebilir mi herhangi bir burjuva hukumet? AKP buna evet diyebilir mi? “Kurtlere ozgurluk verirsek Lazlar da, Cerkezler de ister” sozlerinin altinda aslinda “Turkler de ozgurluk ister” korkusu yatmiyor mu? Bu olmadan biz bu tarafin cogunlugunu Kurtlerle az bucuk empati kurmaya ikna edebilir miyiz? Hukumeti soven politikalar uygulamamaya zorlayabilir miyiz?
AKP samimi olsa ne olacak? Oylarindan olacak adamlar, sokak birlikleriyle MHPsi, sol demagoji takviyeli kemalist ulusalci CHPsi pusuda bekliyor soven oylari toplamak icin. Ulkede kim milliyetcilik yapsa prim yapiyor. Boyle bir ortamda samimi olan kisi, herseyi goze alir, cikar ve tarihsel ve bugune iliskin gercekleri anlatir. AKPnin ecdadina toz kondurdugunu gordunuz mu son bir iki yildir? Adamlar irkciliga karsiyiz diyor, sonra da Kurtler kacak elektrik kullaniyor diyor. Var mi bundan daha iki yuzlu bir “samimiyet”?
Polis amirlerin kızacak sana gene kendini gülünç duruma düşürecek yorumlar yazmışsın. Pınar Selek davası hakkında yazdıkların cehaletin son perdesi..Amirlerine sorarsan sana gerçeği anlatırlar ama ben sana biraz yaşanan hukuki süreci anlatayım;
Pınar Selek üç kere ilk derece Mahkemesinden beraat etti. Son gelinen aşamada ise ilk derece Mahkemesi beraat verdiği bir dosyayı yargıtaya göndermeden (Yerel Mahkeme Başkanının raporlu olmasından faydalanarak) verdiği beraat kararını değiştirerek açık bir hukuksuzluğa imza attı. Hatta Raporlu Mahkeme başkanıda bu nedenle karara muhalif kaldı. Olayın doğal gaz patlamasından kaynaklandığını gösteren kesin bilirkişi raporlarıda dosyada mevcut. İlk derece Mahkemesinin 3 Kere beraat kararı vermeside bu bilimsel tespitler nedeniyle Pınar Selek’in kara kaşı kara gözünden veya aile geçmişinden değil. Dosyada Polis yazısı ve diğer sanığın işkence altında verdiğini söylediği ifadeden başka Pınar selek aleyhine delilde yok. ÇHD Avukatlarının nasıl tutuklandıkları ortada(Baro ve ÇHD’nin açıklamalarını bir oku zahmet edip); Hrant Dink davası ortada… Böyle bir adli sicil her iktidara nasip olmaz. Sen kalkmış Pınar Selek’in babası ve ailesel geçmişinden bahsederek aklınca itibarsızlık yaratıyorsun. Bu kadar açık hukuki mağduriyet yaşayan bir kişiye bel altından vurmaya çalışacak kadar zavallılaşma, bu sana bile yakışmaz
14 no’lu yorum ise sürece dair tartışılmaya değer bir konu. Ben toplumun geldiği aşamada sürekli her türlü geçmişle yüzleşmenin hataları kabul etmenin, söylemlerden feragat etmenin batıdan beklenmesini doğru bulmuyorum. Bu süresiz barışması istenenlerin sürekli bir tarafına vururken sorunun diğer tarafında Kürtleri tüm hatalarından, her türlü öz eleştiriden, geçmişleri ile yüzleşmekten muaf tutuyor.
Yorumda yazılan; kürtlere 90 yıllık süreçte yapılan açık haksızlıkların sıralarken aynı süreçte Kürtlerinde masumiyetlerini çok fazla koruduklarından bahsedemeyiz. Kürtlerin işçi haklarına, toplumun diğer ezilen kesimlerine ve batının diğer sorunlarına, diğer halkların sorunlarına ilgisi konusundaki karneleride çok başarılı değil.Kendileri dışında tüm toplum kesimlerine duyarsız bir çizgileri var. Batının şövenizmini teşhir ederken Kürtlerin şövenizmi, yaşanan konjektürel süreçte emperyal güçlerle olan ilişkisini ortaya koymazsak barışın bir ayağı eksik kalır.
İspanya iç savaşından sonra yanlış bilmiyorsam İspanyollar (Franko dönemi bittikten sonra) yaşananları toplumsal bilinç altına atarak ve konuşmamayı tercih ederek, iki taraflı/karşılıklı yok sayarak tekrar toplumsal barışı ve konsensüsü yakalayabildiler. Doğru yöntem budur demiyorum ama eğer Türkiye Halkları bunu/unutmayı ve yeni bir başlangıcı değilde geçmişle tamamen yüzleşerek ve hesaplasarak yürünecek barış yolunu seçecekse o zaman öz eleştiri ve itirafları, empati kurmayı sadece batıdan beklemek doğru bir tavır değil karşılıklıklı olarak bu sorumluluğun yerine getirilmesi ve Kürtlerinde aynı sorumlulukları paylaşması lazım. Halklar arasında bir tarafa galibiyet diğer tarafa ağır mağlubiyet hissi veren tek tarafı yücelten barışlar hiçbir zaman kalıcı ve uzun süreli olamamıştır.
Ya tabi boyle anlatinca oyle algilanmasi normal, kusura bakmayin. Ben o tarafin acilarini bu tarafa anlatmak derken, aslinda Bulent Arinc kriterinden bahsediyordum, yani “onlarin cektiklerini ben ceksem, ben de daga cikardim” dedikten sonra uyarilip, “biz de aci cektik ama daga cikmadik” dedigi sirada rasyonel muhalif bir hayali politikacinin Arinc’a vermesi gereken cevaptan: Acaba daga cikma kriteriniz nedir? Yan hucredeki arkadasiniz cop sokulup oldurulurken dinlemek zorunda kalsaydiniz (Diyarbakir cezaevi), kardesiniz karakola cagirilip bir daha oradan cikamasaydi ya da babasinin gozu onunde kizi tecavuze ugrasaydi ve siz de bunlari karakolun yan hucresinden makatinizdan kan gelirken dinleseydiniz (Bildigin gibi degil adli kitaptan) daga cikar miydiniz acaba?
Bu durumu tabi sansurleyerek, tabi korkunclugu bilinc altina atilarak normallestirmek, simgelestirmek mumkun. Ama biz Turkler ve batidaki Kurtler icin mumkun. Oralarda ya da bunlar basina gelen insanlarin yakinlarinda ise henuz mumkun degil. Yani soylemek istedigim bu taraftaki bizlerin problemin cozumune katki koyabilmek icin insanlarimizin gercegi butun ciplakligiyla gormelerini saglamak zorundayiz. Ama bu bir zamanlarin populer ve aptalca cumlesi olan “Kral ciplak” denilerek yapilabilecek bir sey degil. Insanlarimizi, yani bizi daha fazla dinleyecek insanlari egemen fikirlerden kurtarmamiz gerekiyor. Nasil? Elbette gercekleri anlatarak. Ama yetmez. Onlarin egemen fikirlerle bagini da kesmek gerek. Yani politik olarak o fikirlerin yayicilarina duyulan guveni kirmamiz, onlarin gercek yuzunu baska alanlarda da gostermemiz gerek.
Benim anlatmak istedigim buydu. Yoksa cekilen acilar arabeskciliginde Turk fasistlerinin ve islamcilarinin eline kimse su dokemez. Solda sifir kaliriz onlarin yaninda. Tayyip de iskence gormusmus. Tabi tabi. Doncem sana. Optum.XOXO
Bu yorum, siyasi nitelemelerin ötesinde hakaret içerdiği için kaldırılmıştır. Admin.
SİNAN İZMİRİN SONLİBERTERS SİTESİNDEKİ KÜRT MESELESİYLE İLGİLİ DUYGULARINI İFADE ETTİĞİ YAZISI SAMİMİYETİYLE BENİ DE DUYGULANDIRDI. İLGİLİSİNE….
nihayet zilelide kürt özgürlük hareketini anlamaya başlıyor,anladıkça kürt özgürlük hareketinin son süreçteki hamle ile devlet-iktidar hegemonyasının ne yapmaya çalıştığını gördükçe bdp ve genel olarak siyasi kürt özgürlük hareketinin yaşadığı sıkıntılarıda anlamış oluyoruz.zileli haklı imralı sürecinden önceki iklimde son roboski ve devamındaki imha ve katliam siyasetinin sonucunda kürt seçmenide akp iktidarının eski efendilerden farkı olmadığını anlayıp bütün doğu güneydoğu kürdistan illerinden yerel seçimde akp yi yolcu edeceğini akp bölgede yaptırdığı araştırmalarda gördü hatta bir çok ilde seçime götürecek parti yönetimi bulamaz hale gelince suriyedeki kürtlerin kendini özerkleştirip yönetmesinin de etkisi ile bu süreci başlattı.aslında başlatılanın kürt özgürlük hareketinin silahlı kanadını tasviye etmek olduğunu iktidar açıkça söylediğine göre bdp ve kürtlerin bunu bilmemesi imkansızdır.anladığım kadarıyla siyasi kürt hareketi gerçek kürt sorununun onurlu bir çözümünün akp ve benzeri sistemin partilerince çözülemeyeceğinin asıl çözümün siyasi kürt hareketininde öznesi olduğu HDP gibi toplumsal muhalefetin politik partisinin iktidar yada iktidar ortağı olduğunda çözülebileceğini bildiğinden sorunun kandöküldüğü silahlı çatışma zemininden siyasi mücadele alanına çekilmesini bile mevcut durumdan ileri bir aşama görüp kürt özgürlük hareketinin silahlı kanadının tasviyesine zımmen ve belli koşullarda desteklediği şeklinde anlıyorum.kuşkusuz bu önemli karar ve kürt özgürlük hareketinin bu politika değişikliği bizzat kendilerinin temsil ettikleri halkının iradesinin belirleyiciliğinde verecekleri ve kimsenin eleştiremeyeceği sadece ağır bedellerle bu günlere bu hareketi getiren kendi halkının beklentilerine uygun davranacaklarından kuşkum yoktur.bu konudaki pratikleri sürekli halkından beslenip öğrenerek politik pogram üretip karar süreçleri izlediklerini bunca engellemeye rağmen sürekli kendi halkında yükselen bir grafikle kitleselleşip neredeyse kürtlerin tamamının taleplerini temsil etmeyi başarmışlardır.sürecin başlangıcını aralık öncesinde anlarsak aralıktan bu güne kadar lice,mardin,kandil,amed,bingöl,fransa gibi operasyonlar ve minübüs muavinin bir yılda 15oo terörist öldürdük övünmesi bitiriyoruz bitireceğiz açık söylemleri başlangıçta şeffaf açık süreç diye tarif edilenin ne olduğu bilinmemesi oslonun şeffaf olmasının kimin ne söylediğinin açık olmamasının nedeni masayı devirenin devlet-iktidar olduğunu gizleme olduğu şimdi açığa çıkmasından olsa gerek şu andada görüşen tarafların dne deyip demediğini sadece devlet-iktidarın söylediği kadarını bildiğimiz sürecin müzakere olmadığı açıktır demirtaş bu müzakere değildir dediğinde bütün hegemonya demirtaşı olumsuz nitelemişti aslında olup bitenin bir müzakere bile olmadığı belli oluyor anlaşılan kürt özgürlük hareketi devlet-iktidar hegemonyasının imha-şantaj(tutuklu binler)barışın engeli anti peopagandanın kıskacında silahsızlandırılmaya çalışılıyor.aslında asıl kürt sorununun çok derinlerde demirtaşın oğluna ‘en zeki çalışkan türk benim (kürt)varlığım türk varlığına armağan olsun’dedirten ırkçılıktan kan vermeye gidilen kızılayın türk kızılayı,fırlatılan uydu bile göktürk olup asıl asimislasyonun şehirleşmenin %70 lere gelip okullaşma ve iletişimin en ücra yerlere ulaştığı günümüzde olduğunu düşünürsek asıl asimilasyona zaman kazanmak için yapılan bu hamlenin bile mevcut durumdan ileri bir nokta olarak görülüp mücadelenin siyasi zeminde kürtlerin özgürleşmesinin bütün türkiyenin özgürleşip insanlık ailesine katılabileceği toplumsal muhalefetin politik partisi HDK nın gelecek iktidarında mümkün olacağı gerçeğinden hareketle silahlı direnişi kürt özgürlük hareketi kendi rızasıyla bitirecekmiş izlenimi edindim bu durumun mevcut durumdan ileri bir durum olduğunu söylemeliyiz.sılahı imhaya karşı güvence görmesine gelince kürt siyasi hareketinin geldiği kitleselliği ve örgütlü gücünü düşününce artık bu örgütlü siyasi gücünün silahtan daha çok güvenceli olduğunu gördüklerini düşünüyorum
Ulus-Devlet Karşıtlığı Egemen Devlet(ler)e Hizmettir!
Toplumların gelişimi de bireylerin gelişimi gibi zorunlu bazı evreler barındırıyor. Bu zorunluluk toplumsal yasalardan kaynaklanıyor…
Kürdlere, “devletleşme evresini yaşamayın, kötüdür! Devlet özgürleştirmez ve sürekli yeni sorunlar yaratır. Biz yaşadık da ne oldu” demek ile bir bireye, “Ergenlik evresini yaşama kötüdür; biz yaşadık biliyoruz. İnsanın dengesini bozan sorunlu bir dönemdir” demek arasında hiçbir fark yoktur…
Nesnel yasaları ortadan kaldıramayız ama onların bilincine vararak olumsuz etkilerinden korunabiliriz ancak!
Bir bireye, “ergenlik evresini yaşama” demek yerine, ergenlik evresinin özellikleri, artı ve eksileri anlatılarak/ öğretilerek en az zararla bu evreyi geçirmesi sağlanabilir.
Aynı şekilde sömürge bir halka, “ulus-devlet evresini yaşama” demek yerine, kurulacak devletin en az sorun barındıracak şekilde olması için gerekli bilgi, deneyim aktarılabilir…
Sorunsuz hiçbir ergenlik evresi olmadığı gibi sorunsuz hiçbir devlet de yoktur!
Ergenlik nasıl ki bireyin gelişiminde yaşanması gereken zorunlu bir evre ise, devlet de toplumların gelişiminde yaşanması gereken zorunlu bir evredir.
Her türlü otoriteye karşı bir duruş gibi gösterilmeye çalışılan ve entelektüel bir görüntüyle süslenen “Ulus-devlet” karşıtlığı, doğanın, toplumun ve düşüncenin gelişim yasalarını yok sayan tutucu, gerici bir anlayıştır. Dahası, mevcut egemen/sömürgeci devletlerin politikalarına açıkça hizmet etmek demektir ulus-devlet karşıtlığı…
Bir şeyin aşılması için önce var olması gerekiyor…
Sınırların ortadan kalkması için de önce sınırların varlık kazanması gerekiyor…
Olmayan bir şey aşılamayacağı gibi olmayan sınırlar da kaldırılamaz…
Kürdler ve tüm devletsiz halklar için devletin gerekliliğini savunmak, devlet tapımcılığı değildir. Devletin gerekliliğini savunanlar, en az devlet karşıtları kadar devletin ne olduğunu/olmadığını biliyorlar.
Şayet Jean-Jacques Rousseau’ya özeniyorsanız; uygarlığı mahkûm edip doğa/ilkel yaşamı kurtuluş olarak görüyorsanız önce var olan (iki yüzden fazla) devletleri yıkmaya çalışırsınız.
Var olan devletlere dokunmayıp, olmayan Kürd devletinin doğal gelişimi gereği varlık kazanmasını “felaket” olarak sunuyorsanız sizin derdiniz özgürlük veya başka toplumsal bir kaygı olamaz.
Özgürlük(!) adına “ulus-devlet” karşıtlığına soyunanların unuttuğu, bilmediği ya da bilerek çarpıttığı bir gerçeklik vardır. Bu gerçeklik, ‘özgürlüğün, zorunluluğun bilincine varmakla’ olanaklı olduğu gerçeğidir…
Ulus-devlete karşı çıkmakla, nesnel yasalara karşı çıkmış oluyorsunuz…
Özgürlük, zorunluluğun bilincine varmaksa eğer, zorunluluğu yok sayarak özgürlükten dem vuramazsınız.
Bu gerçekliğe rağmen özgürlük havarisi kesilirseniz, tüm süslü laflarınıza, gelişmiş egonuza, ukalalığınıza rağmen doğru bilginin ışığında maskara olmaktan kurtulamazsınız…
Açıkça “biz devlete hizmet etmeye hazırız” demeniz, maskara olmaktan daha iyidir. En azından açık sözlü, mert bir hizmetkâr olursunuz ve ulusal duygularından yararlandığınız insanları daha fazla kandırmamış olursunuz.
Merak etmeyin! Siz devlete hizmet etmeye hazır olduğunuzu açıkça söyleseniz de, oluşturduğunuz saltanat sayesinde yine birileri Kürdlük adına sizinle “birlik” kuracaktır. Siyaset arenasında bu kadar kaygan bir zemin varken hiç yalnız kalmazsınız korkmayın!…
31.01.2013
Berzan BOTÎ
http://www.nasname.com/Yazarlar/bboti/11826.html
Su sozler, sozleri soyleyenler Kurtleri ezenler oldugu durumda, arkadaki sovenizmi sezdigi icin cok dogru: …uygarlığı mahkûm edip doğa/ilkel yaşamı kurtuluş olarak görüyorsanız önce var olan (iki yüzden fazla) devletleri yıkmaya çalışırsınız. Var olan devletlere dokunmayıp, olmayan Kürd devletinin doğal gelişimi gereği varlık kazanmasını “felaket” olarak sunuyorsanız sizin derdiniz özgürlük veya başka toplumsal bir kaygı olamaz.
Geri kalani ise cok komik. Ergenlik genetik tarafindan onceden programlanmis bir surec. Toplumsal varliklar genler gibi islemez. Bir toplulugun devlet asamasindan gecmesi zorunlu degildir. Ulus, millet ya da ne zimbirtiysa, hayal edilen bir topluluktur sonucta. Yani durmadan o sekilde dusunulmesi, bunun icin devamli bir haber ve bilgi akisi saglanmasi, bu bilgi akisinin “ulusal” sinirlarin altini cizmesi, iceriginin ise o “ulus” tarih boyunca gercekten varmis ve su anda da var olmaya devam ediyormus gibi doldurulmasi gerekiyor. Yani kisacasi bir ulus olmanin en azindan dusunce uretimi, dusuncelerin yayginlastirilma araclari, erk ve dolayisiyla para sahipleri tarafindan istenmesi gerekiyor.
Bu Ibn-i Haldun’cu metaforlama yerine, duzgun duzgun eger bir devletimiz olmazsa kendimizi koruyamayiz, devletsizligin buradan dunyaya yayilacagini da dusunmuyoruz, dolayisiyla ezilmemek icin ayri devletimizi istiyoruz deseydi, daha durust olurdu yazi. O zaman sozde “ilkel milliyetcilik” yapmis olurdu ama on acici bir tartisma olurdu. Simdiki haliyle sovenistlerin anarsizmi bile kullanabileceklerine iliskin bir uyari disinda pek bir sey ifade etmiyor.
Yazi olarak kastettigim 20inci yorum tabi ki.
aslında her halk devleti hak eder siz kürtlerin buna hakkı yok diyenlere bu eleştiri haklı olabilir.burada unuttuğumuz hem genel olarak kürt halkı hemde onu temsil eden kürt özgürlük hareketinin anlaşılan anlamda ulus devlet talebi olmadığını bildiğimize göre bu eleştiriyi kim yapar sorusuna cevap aramak gerek.bence bilinen enlamda kürt ulus devletini objektif olarak kürt burjuvazisi savunur.kürt özgürlük hareketinin sınıf karakteri kürt yoksulları,köylüleri ve genel olarak en mağdur kesimleri olduğunu söylesekte politik organizasyon yetmezliklerinden olsa gerek kürt burjuvazisininde ulusal taleplerinin bir anlamda taşıyıcısıda olan kürt özgürlük hareketi kendi sınıf karekterine rağmen kürt burjuvazisi ile arasındaki farkı netleştirememiştir.mücadelenin ret,inkar,imha ve asimilasyon karakterinin keskinliği ve savaş boyutunda bu gibi netleşmelerin zorluğuda ortadadır.ayrıca devlet-,iktidar hegemonyasının kürt özgürlük hareketinin sınıf karakterinede müdahaleleride bu durumu engelleyen iklim yaratmıştır.özellikle 10 bin tutuklama ile kürt özgürlük siyasetinin kürt yoksulları pleplerinin elinden kürt burjuvazisinin hegemonyasına geçmesi için devlet-iktidar efendilerin çok maksatlı operasyonu olduğunu düşünürsek bütün bu çabalara rağmen kürt özgürlük hareketi kürt burjuvazisinin projesi olan kürt ulus devletine karşı çıkması demokratik özerklikle rojova deneyi gibi devletçi karakter değil özgürlükçü,kömüncü sınırları aşan seviyede yerel halkların kendi özgür iradeleri ile birlikte kendini yönetmesini temel alarak bir anlamda devlet-iktidar hegemonyası talebi olmadığınıda kanıtlamıştır.biz anarşistleri bütün devlet ve iktidarlar sorunludur diyebilen kürt özgürlük hareketinin teorik ve pratikleri heyecanlandırması gerekirken bu pratikleri önemsizleştirip görmemeye çalışması ironidir?belkide en çok bizim söyleyip yapmak istediklerimizi efendilerin öcü diye gösterdiği kürt özgürlük hareketinin söyleyip yapması en çok bizim zorumuza gidip fesatlanmamızdan olabilirmi?
Yusuf Cemal arkadaşın eleştirisine;
Dünyada devletler ve uluslar kural, devletleşememiş veya uluslaşamamış toplumlar istisna değil midir? Ergenlik döneminden önce ölen insanların durumunu düşünürsek bu benzetme yanlış değildir. Bütün insanlar ergenlik dönemini görmediği için ergenlik de bir zorunluluk değildir bu açıdan.
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc131_6.html
Ne demek istedigimi anlatamamisim. Soylemek istedigim konunun anlasilmasi icin gosterilen modelin olayin kendisine denk dusmemesi. Bir insan bireyinin kisisel tarihi yani “dogum, cocukluk, ergenlik, olgunluk, yaslilik, olum” cizgisi, topluluklara denk dusmuyor. Dolayisiyla ergenlik asamasi bir birey icin -dediginiz gibi olmezse- sart oldugu halde, topluluklar icin sart degil. Ibn-i Haldun Mukaddime’de devlet/cemaatler icin bunun gibi bir modelleme kullanir, o zaman icin bu tur dusunusler ilkti ve gercekten bir cok sosyolojik problemi bu modellemeyle cozmek mumkundu. Ama simdi artik daha karmasik dusunmek gerekiyor.
Ibn-i Haldun islam cografyasinin neden kenarda kosede kalip orta asyadan kacan yan kabilelere (Turklere) ihtiyac duyuldugunu cok guzel betimliyor. Yeni bir enerji vs. Ama Ortaasyadan neden kactiklarini bilmiyor. Onun modellemesi, neden kactiklarini ve kactiklari sey arap cografyasina gelince ne yapilabilecegini soylemiyor. Bildiginiz gibi aslinda gercekten de hicbir sey yapilamiyor ve 200 yil Mogol akinlariyla geciyor ve hicbir devlet yok olmadan cikamiyor o zamanlardan.
Neyse, bunlar modellemedeki problemler. Siz devletlesememis, uluslasamamis toplumlarin istisna oldugunu dusunuyorsunuz. Bunu soylerken de aslinda ortak dili olan toplumlari kastediyor olmalisiniz. Fransiz devrimi sirasinda Fransizca azinlikti ama devlet diliydi. Bretonlar, Korsika dilini konusanlar vs. Fransiz baskisi/iknasi karsisinda eridiler. Su anda belli miktar ozerklikleri var ama cogu Fransiz oldu bile. Turkiyede de onlarca etnik koken Turkce konusmaya baslayarak eridi gitti. Benzer sekilde Hindistanda su anda 1000 civari dil var ve tek bir devletleri var. Soylemek istedigim asil devletlesmis toplumlar istisna.
Hangi toplumlar devlet yaratir, hangi toplumlar yaratmaz? Hiiic oyle Stalin efendinin ilkokul cocugu mantigina girmemek gerek. Ama devlet otoritesine karsi olanlarin devletlesmeye calisan ezilen toplumlar karsisinda alacaklari tavir hayati. Cunku devlete karsi olma sebebiyle ezilen topluluklar karsisinda ezenin sozcusu konumuna dusmek mumkun. Evet, Ozgurlukcu’nun soyledigi gibi simdilik, en azindan Kurtlerin bir bilumunun bildigimiz anlamda bir devletlesme istegi yok. Ama Berzan Boti’nin yazisi, devlet istemeyen Kurtlere yonelmis degil mi biraz da? Dolayisiyla acaba gelecekte anlasilacagini varsayip “ilkelerle” yuruyup, gecici de olsa sovenist damgasi yemek mi, yoksa devlet karsitligini yumusatmak ve toplumlara ozne olarak bakip onlarin yolu bulmasina yardimci olmak mi gerek? Bunu dusunmek gerek. 🙂
Son birkaç yılda olanlar, ulus devletlerin zamanla çoğaldığını gösteriyor. 2011’de, Güney Sudan, Sudan’dan ayrılıp kendi bağımsız devletini kurdu. 2008’de Kosova, 2006’da Karadağ bağımsız oldu. Filistin BM nezdinde “üye olmayan gözlemci devlet” statüsünü elde etti. Kosova resmen tam bağımsız. Kosova’da 4,5 yıldır görev yapan Uluslararası Yönlendirme Grubu’nun Viyana’da yapılan son toplantısında, Kosova’nın koşulsuz tam bağımsızlığı resmen ilan edildi.
sayısal olarak devletlerin çoğaldığı ve daha da çoğalabileceği doğrudur. ancak bu, bu devletlerin küreselleşen ekonomik ilişkilere aykırı düşmeyen yapılanmalar olduğu gerçeğinin görülmesine engel olmamalı.
burada önem arz eden nokta, sermayenin küresel döngüsünün önünde köstek- engel teşkil edip-etmediğidir.
20 nolu yazında nesnel yasalardan söz etmişsin?
“nesnellik” nedir, anlatırsan çok sevinirim. doğa yasalarının bizim bilincimiz hatta varlığımız dışında da var olmasını kast ediyor olabilir misin? bunun “nesnellik” gibi bir kavramla açıklanabileceğinden beni de bilgilendirirsen memnun olurum.
ikinci olarak toplumsalın da tıpkı doğal gibi yasaları mı yoksa düpedüz insan iradesine bağlı gelişen oluşum seyrinden mi bahsediyorsun?
şimdiden teşekkürler….
Doğa yasalarının bizim bilincimiz ve varlığımız dışında mı, yoksa insan iradesine mi bağlı olduğu sorusunun yanıtı, hangi zamanı esas aldığımıza bağlıdır. İnsan türünün ortaya çıktığı ilk dönem ile günümüzün koşulları tamamen farklı, hatta karşıttır.
İnsanlık 7 milyarı geçen ve hızla artan nüfusuyla son 200 yıldaki doğanın ekolojik yasalarına uygun olmayan kendi kurguladığı yasalar çerçevesinde gezegenimizin doğal sistemini bozdu.
7 milyar insan, her geçen gün sayıları artan milyonlarca fabrika, otomobil, her gün milyonlarca ton katı, sıvı ve gaz halinde atıkları dünya ekosistemine bırakıyor.
1980’li yıllardan beri gezegenimizin kendini yenileme gücünü yok etmeyi başardık.
İkinci sorunun yanıtının da aynı şekilde koşullara bağlı olduğunu düşünüyorum.
Sırası gelmişken, Malthus’un nüfus teorisine katıldığım için Marksizm’in bu konuda yanıldığı görüşündeyim.
Zaten gezegenin kendini yenileme gücü yoktu. Asla da olmadı. Bu, hristiyan teolojisinden tüm dinlere yayılan ve her dinin sonradan kendisinde de böyle bir şeylerin olduğunu hatırladığı “her doğanın, rızkı hazırdır” mealindeki düşünüşün devamı. Mesela 252 milyon yıl önce Permiyen-triyas yok oluşu denen hadisede, o zamanki deniz türlerinin %95i, karadakilerin de %70i ortadan kalkar. Buzul çağları bile güdük kalır o yokoluşa göre. Burada denge düşüncesinin kullanılabileceği bir yer yok. O yıkımı denge kelimesiyle açıklamak yerine “dünya, sırtını kaşındıran canlılardan kurtulmaya çalıştı” desek, daha mantıklı bile olabilir. 🙂 Doğanın dengesi düşüncesi, “kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette” teolojisiyle aynı kökenden gelme bana kalırsa.
Biz Androposen çağında yaşıyoruz. Ve bu çağ, kolektif iradenin her türlü doğal ya da insani prosesten daha önemli olduğu bir çağ.
Neyse, ana konuya dönersek, evet, böyle bir eğilim SSCBnin çözülüşüyle inanılmaz hızlandı. Yalnızca yeni devletler değil, özerklikler, azınlıklara verilen haklar vesaire de arttı. Bu “kimlik” politikalarının ne kadar çok güç kazandığını gösteriyor. Ama kimlik politikalarının yetersiz olduğunu düşünen bizler, kimlik politikalarının, bastırılmışın geri dönüşü olduğunu hatırda tutmalıyız. Bastırılan, bilinçten çıkarılmaya çalışılan şeyse ekonominin çalışanların sömürüsü üzerine döndüğü yalın gerçeği. Ve tabi, bastırılanın geri dönüşü modellemesi buradan bir adım sonra elimizde patlıyor, çünkü kimlik politikaları yalnızca sorunu işaret eden politikalar (kadınların ezilmesi, eşcinsellere duyulan mantıksız nefret, ırkçılık vs.) olabileceği gibi, ulus inşası üzerine kurulu “imagined communities” politikaları da olabiliyor. Şimdi kim çıkıp da, “Kürtler eziliyorsa soruna işaret eden politikaları uygulasınlar ve kendi problemlerini bireysel problemler, mesela ırkçılık başlığı altında görsünler” gibi saçma bir sözü söyleyebilir ki? Tabi ki yalnızca o topluluğun hayal edilmemesini isteyen, bunu engellemeye çalışan Tayyipgiller!
Yani, geri dönen şey o kadar basit bir şey değil. Dolayısıyla yalnızca biyolojik evrime, bir bireyin yaşamındaki sıralamalara, hatta tarihsel yasalara verilen referanslar, Kürtlerin dolayısıyla dünyanın geleceğine o kadar da ışık tutmuyor diye düşünüyorum.
Ha ne olacak? Sonuçta bir şekilde devletleşme süreci gelecek, ama ergenlik yüzünden değil, kaderlerini şu andaki devletlerin başındakilerin iki dudağı arasında hissetmek istemedikleri için. “Kaderleri” kelimesi çok önemli, çünkü “onlar” diye bir gruba referans veriyor ve bu da, evrimsel bir süreç değil, “onlar”ı dışlayan ana kültürün yarattığı bir duygu bütünlüğü. Eğer bu “ergenlik dönemini” politik olarak istemiyorsak, yani devletlere karşıysak, biz Türk diye çağırılanların yapması gereken, onları dışlayan ana akım kültürle hesaplaşmak ve Kürtlere güven vermekti. Bunu becerebilir durumda olsaydık, ergenlik ya da çelikten nesnel toplumsal evrim yasalarını vesaire dinlemeden, onları takmadan, “devletsizlik” düşüncesini rahatlıkla savunup, ikna bile edebilirdik. Ama gerçekçi olmak gerekirse, bu konuma gelemeyeceğimizi kabullenmek gerek.
söylenen şeyleri önemsizleştirmek değil amacım. asıl derdim, nesnellik denen kelimenin ve kavramın ne olduğunu anlayamamış olmam. bu bana anlamsız bir ifade gibi geliyor.
algılanmamış bir gerçekliğin olup olamayacağını merak ediyorum.
çok spesifik bir felsefi sorun bu ama, taktım ve öğrenmek istiyorum.
bence algılayamadığımız bir gerçeklik var değil ve olamaz. bir örnekle ifade etmeyi deneyim:
bilim bize, insandan önce doğanın ve bitkilerin, hatta hayvanların bile var olduğunun sayısız kanıtını sunuyor, değil mi? bu günkü algımız üzerinden kurduğu bir zihin-özne inşa etmeden (en azından varsaymadan) bu ifadeyi anlamlı kılmak mümkün müdür?
açıkçası şu:
algılayan bir özne varolmadığı için insandan önce doğa vardı demek, (bahsettiğim türden bir özne varsaymadan) böyle bir cümle kurmak ya anlamsız ya da başka (tanrı vb) bir özneyi işaret etmeyi gerektirir.
aksi halde algılayan olmasa da varlık vardır ibaresi kendi içinde çelişik olacak gibime geliyor. varlığın “var”lığından bahsetmek için algılanmış olması , bunun da bir yargı olarak bir algılayanı gerektirmesi nedeniyle buöyle bir mantıksal sonuca ulaşıyorum.
ve diyorum ki “nesnellik” bir saçma iddiadan ibarettir.
yuauf cemalin bahsettiği konuma gelememezin en güzel örneklerinden biride biz türk diye çağrılanların kan verdiğimiz kızılayın türk kızılayı,aldığımız eğitimin türk milli eğitimi,uzaya gönderdiğimiz uydunun göktürk olmasından en ufak bir rahatsızlık duymayıp içimize sindirmemiz belkide altan alta höşumuza gitmesi olabilirmi?
aslında kimlik konusunda günümüzün değerlerinde en verimli açıklamayı hökümet kadın filminin yapımcısı Midyatın ntv de bana sözver programındaki açıklamasından duydum harika bir açıklama yaptı midyat kimliği soran gazeteciye kürt olmasına rağmen insan kimliğini ve kimlikler,sınırlar,devletler,suç ve aşkın tanımı bizden önceki dünyada tarif edilmiş biz bu tarif edilmiş dünyaya doğduk bütününe itirazım var ne kimliği ne suç tanımı kim yapmış neye göre yapmış hepsine itiraz ediyorum bütün bunlar sistemin öğrettikleridir diyerek örnek bir anarşist birey profili çizde harikaydı site takipçilerinin dikkatini çekmemesi enteresan zaten sitenin anarşizminin sorunlu olduğunu çok yazdım anlayana
Alişer, nesnellik iddiasını bir niyet açıklama olarak algılamak lazım sanırım. Yani nesnel bilgi veriyorum diyen birisi aslında şunu diyor:
Evet, ben size o gerçeklik denen “gri sis”in kendisini veremem, çünkü onu kendim anlamak için bile simgeleştirmek zorundayım, size anlatırken de simgeleştirmek zorunda kalacağım (Ya anlatacağım, ya çizeceğim, ya beynimin o bölümünü çıkarıp size takacaklar) ve simgeleştirdiğim anda, insanın yaratacağı her türlü simgeden çok daha karmaşık olan gerçekliğin bir bölümünü kırpmak zorunda kalacağım ve size aktaramayacağım. Ama lütfen şundan emin olun, bu deneyimleri size aktarırken inançlarımı, düşüncelerimi, korkularımı ya da çıkarlarımı yansıtmamak için çok çaba sarfettim.
Böyle diyen birisine, ben olsam bu iddia saçma demezdim, eyvallah abi, anlat gördüklerini derdim… 🙂
Öznenin içinde yer almadığı bir bilgi türü olarak nesnel bilgi iddiası senin de söylediğin gibi idealist bir kurgu. Dolayısıyla aslında isim şehir hayvan bitki materyalistleri aslında bal gibi de idealist. Ama, benim daha önceki tartışmadan anladığım nesnel yasalar var mı yok mu tartışması, ki Gün Zileli ne kadar hayır dese de, o tip yasalar var. Yalnızca bazılarımızın sandığı kadar determin değil, aynı zamanda “ben yaptım oldu” türünden durumlara da açık ve bu sebeple yasa sıfatını hak etmiyor diye düşünülebilir. Ama günümüzde en azından çift yarık deneyinden beri yasa ünvanını hak edecek hiçbir kuram yok.
Kimlik politikalarının yetersizliği ve hataları konusunda size katılıyorum. Topluluklar, aynı anda ezen ve ezilen olabilliyor. Taraf yazarı Namık Çınar, “Yugoslavya’da Boşnak’ken, Türkiye’de Sırp olmak” diyerek bu konuya çok güzel değinmiş. Aynı durum Türkiye’deki Türk Alevileri ile Sünni Kürtlerin bir bölümünün yekdiğerine karşı tutumları için de kısmen geçerlidir.
Son olarak, tartıştığımız konuda yine İbn Haldun’cu bir metaforla, insanlığın başlangıcındaki sınıfsız toplumun durumuyla, dünyaya gelen her insanın başlangıçta masum olması, kötülüğün doğuştan gelmemesi arasındaki benzerliğe dikkat çekmek isterim.
bu açıklamalara bir itirazım yok ve olamaz. nesnel doğa yasaları misali toplumun da tabi olduğu nesnel ” yasalar” fikrinin anlamsızlığını belirtmek istedim, o kadar. niyet açıklakdan daha fazla bir şey gibi anlaşılıyor da , o yüzden…
http://www.marksisttutum.org/kurt_sorununda_yeni_muzakere_sureci.htm
Sonra tekrar baktim da Aliser, sen hakliymissin. Anonimin anlattigi sey, Newtoncu fizik gibi isleyen bildigimiz makro duzey doga yasalarinin tarihte ve toplumda da varoldugu dusuncesiymis. Bunu niyet beyani gibi ele almamak, boyle yasalarin var oldugu fikrine kapilan arkadaslara durumu anlatmak lazim. Daha onceki tartismalari bilmedigim icin bu fikrin hala yogun olarak sahiplenildigini gorememisim. Ozur…
http://cebaxcor.blogspot.com/2013/02/bars-ve-cozumden-ne-anlyoruz.html
http://www.yurtgazetesi.com.tr/bir-donem-kapaniyor-mu-makale,3462.html
Ek olarak, bu yazı da okunmalı:
http://birgun.net/writer_index.php?category_code=1186995376&news_code=1361006428&year=2013&month=02&day=16
Kaç Akif Beki, bir Arato etmez? – İnci Hekimoğlu
23 Şubat 2013, 12:15
Hukukçu Prof. Dr. Andrew Arato, Macar asıllı Amerikalı. Ama sanırsınız, Türkiye’de doğup, büyümüş. Bizim politikacıları bizden iyi tanıyor desek, abartmış olmayız. Türkiye’deki liberal entelektüelleri 12 Eylül referandumundan önce uyarmış, adeta Başbakan’ın zihnini okuyarak, bugünkü ‘dikta’ hevesini daha o günden, sıfır hata payıyla tahmin etmişti.
“Aslında paketin hazırlanışı çok akıllıca. Liberal muhalefeti bertaraf ediyor ve paketin referandumda kabul edilmesini kolaylaştırıyor. Tıpkı bir soğana benziyor: Dış halkaları var ve bunlar savunulması gayet mümkün ilerici maddeler Kendi içlerinde liberal ve ilerici olan bu değişikliklerin paketteki amacı tamamıyla araçsal”.
Milliyet’ten Devrim Sevimay’ın 2010’daki röportajında Arato, Avrupa’ya da Lagendijk üzerinden önemli uyarılar yaparak “Lagendijk’in aklında olan, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bütün bir anayasanın parçası olarak iyi olan hükümler, Avrupa’dakiyle aynı anlama gelmeyebilirler. Ayrıca bir demokratik sistemde adil ve iyi olan, başka bir sistemde haksız ve otoriter olabilir. Gerçekten de farklı liberal demokratik devletlerden belirli düzenlemeleri seçip bir araya getirerek oldukça otoriter bir sistem oluşturulabilir. Üstelik Türkiye’deki mesele daha vahim” demişti.
Hükümetin en kısa zamanda, başta Anayasa Mahkemesi dahil üst mahkemeleri ve yargıyı kontrol edecek yeni hamleler yapacağını da ekliyor ve sonucun, liberallerin inandıkları gibi olmayacağını vurguluyordu. En önemli uyarısı da; ordunun vesayetinden çıkarken, demokrasi için eşit ölçüde tehdit oluşturacak bir başka otoriteryenlikle karşı karşıya kalabileceğimizdi.
Bu sözlerin üzerinden çok geçmeden, tıpkı Arato’nun dediği gibi, önce üst mahkemeler ve tüm yargı kontrol altına alındı, hemen ardından da başkanlık tartışması gündeme geldi. Bu öngörüsü ve Türkiye vatandaşı olmayışının ‘özgürlüğü’ ile değerlendirmelerinde sözünü sakınma gereği duymaması, doğal olarak, onu yeniden başvurulması gereken önemli bir kaynak yaptı.
Radikal’den Ezgi Başaran’a verdiği röportajda, Prof. Arato, bu kez de Başbakan’ın hiper-başkanlık istediğini belirterek, AKP’nin önerisini Chavez ve Fransa’daki De Gaulle dönemine benzeterek, şu hatırlatmayı yapıyor: “Mitterand, De Gaulle dönemi için ‘sürekli darbe dönemi’ demişti.”
Tekrar edelim “sürekli darbe dönemi’, yani istenen.
Arato’nun yaptığı bir diğer tespit, Kürt meselesiyle ilgili. Geçen yazımda dikkat çektiğim, Başbakanın asker ve Kürt cephesini bölme manevrasına “Kürt sorununu çözsün de, varsın başkan olsun, argümanı aydınları 12 Eylül referandumundan çok daha fazla böler” sözleriyle dikkat çekiyor. Referanduma götürülmesi planlanan paket için; “Barış karşılığında başkanlık” sorusunu zekice bir hamle olarak değerlendirmesine rağmen, iktidarın atması gereken adımları atamayacağını da ekliyor. O da benim gibi bu konuda karamsar.
Ama bugünlerde birdenbire bizden çok daha fazla ‘barışçı’ kesilen yandaşların başta da Başbakan’ın eski basın danışmanı (sıfatından da tahmin edileceği üzere) Akif Beki’nin hiç hoşuna gitmemiş. Dünyaca tanınan saygın bir hukukçuyu aklı sıra ‘ti’ye almaya çalışmış, yetmemiş “piyasaya sürüldü” falan türünden sözlerle neredeyse ‘Ergenekoncu’ demeye vardırmış.
Peki adama sormazlar mı, AKP dönemine kadar kimsenin haberdar olmadığı Akif Beki ve versiyonlarının, bu hızlı yükselişinin arkasında hangi müthiş gazetecilik başarısı ve becerisi var diye… Yarın iktidar değiştiğinde nerede olacakları belirsiz bir devşirme güruhun bugün ‘gazeteciden’ sayılıp, ekranları ve köşeleri doldurması, bizim pek çok dönemde tanık olduğumuz bir medya zavallılığı.
Bu bir yana da bunlar yeni bir dikta rejiminin bunca yalakalığa rağmen kendilerine de ‘bir miktar’ dokunacağını hiç mi akıl edemiyorlar? İnsan sormadan edemiyor, ya kaç Akif Beki bir araya gelse bir Prof. Arato eder ya da yine de etmez?
(Yurt)
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/kck-saldirilar-oldugu-muddetce-kendimizi-savunacagiz-haberi-68973
http://www.yurtgazetesi.com.tr/gundem/iste-imrali-gorusmesinin-tutanaklarinin-tam-metni-h30179.html
http://serbesti.net/?id=2706
http://www.duzceyerelhaber.com/kose-yazi.asp?id=14581&mehmet_yildiz-pkk_silah_birakirsa
http://cebaxcor.blogspot.com/2013/03/isgal-kosullarnda-somurge-bars.html
Barışa karşı değilim ama…
Hayır, barış mutlak bir değer değildir. “Önemli olan sadece barış, gerisi teferruat” diyenlere de asla kanmayın derim. Otoriteye tapanların tarih boyunca klasik sloganıdır. “Barış ve huzura her zamankinden fazla ihtiyacımız olan şu zor günlerde…” “Ne lüzum var şimdi tekneyi sallamaya…” “Polis kardeşlerimizin de hassasiyetleri var…” Vesaire. Tanıdık geliyor mu?
Zorbalığa karşı şiddet kullanmak meşrudur ve haktır. Gerekirse adam da öldürülür. Bunu topyekün inkâr ettiğin zaman, BİR, güçlüye teslim olmayı savunmuş olursun; İKİ, güçlüye teslim olmayıp bunca zaman savaşanları aşağılamış, aptal yerine koymuş olursun. Barış eğer tek ve mutlak toplumsal değer ise, otuz sene dağda o meşakkati boşuna mı çektiler? Yoksa barış bugün pek kıymetliydi de 1984’te yahut 1993’te değil miydi?
Kaldı ki boşuna mücadele etmemiş oldukları da besbelli ortada. Bilek gücüyle sonuç aldılar. Koca devlete pes ettirdiler. Neyin karşılığında mücadeleyi bıraktıklarını henüz bilmiyoruz. Ama tatminkâr bir şey almadan sahadan çekilmiş olacaklarına ihtimal vermem.
Demek ki neymiş? Şiddet bazen faydalıymış. Barışalım diyen, barışın neden daha iyi olduğunu göstermekle mükellefmiş.
*
“Barış süreci” denen şeyin öyle aman aman kırılgan bir şey olduğuna inanmıyorum. Şüphesiz bizim bilmediğimiz bazı riskleri, belirsizlikleri vardır. Ama Baskın Hoca yahut İsmail Hoca “aman dikkat, Osmanlı’da oyun çoktur, bunlar satar adamı” dedi diye rayından çıkacak narinlikte bir şey olduğunu hiç sanmam.
Bir kere, şu anda, ucu açık bir pazarlığın sürdüğü yanılgısını aklınızdan çıkarın. Öyle görünüyor ki pazarlık en azından 2007-2012 döneminde sürdü, 2012’nin son günlerinde – belki de açlık grevlerinin sonlandırıldığı gün – noktalandı. Zanneder misiniz ki başbakanın pat diye 180 derece dönüş yapması, PKK şeflerinin oy birliği ile silah bırakmaya razı gelmesi, Almanın Amerikalının yüzünde gülücükler belirmesi, İsrail’in “e peki bari” deyip yılda beşyüzbin turistten dem vurması, ucu sonu belirsiz bir “barış sürecine” güvendikleri için oldu? İnşallahla yürür mü bu işler?
Şu anda yaşadığımız şey bir halkla ilişkiler operasyonudur. Vitrin çalışmasıdır. Pişmiş aşın törenle sofraya getirilmesidir. Bunu bilince riskleri ve imkânları daha iyi değerlendirebilirsin.
*
Zannederim sürecin bir noktasında, meselenin demokratik hak ve özgürlükler gibisinden bir entel dantel meselesi olmadığı, bir iktidar paylaşımı meselesi olduğu anlaşıldı. Kürtleri KİM yönetecek? Nasılı da önemli elbette, ama öncelikle, KİM? TC yönetiminin bugüne kadarki yapısıyla bu işi sürdüremeyeceği 1990’larda kafalara dank etmişti. Bölgede sivil otoriteyi tesis edebilecek yegâne gücün PKK ve onun sivil uzantıları olduğuna da zamanla uyandılar.
Bu kadar provokatif olmayalım, peki. Şöyle diyelim: Bölgede sivil otoriteyi ancak PKK ve onun sivil uzantılarının rızasıyla yeniden tesis edebileceklerini anladılar. Aynı şey, ama kulağa daha yumuşak geliyor.
2003’ten sonra Kuzey Irak’ta oluşan durum, Kürt meselesinin Türkiye açısından sadece risk unsuru değil, aynı zamanda bir fırsat unsuru da olabileceğinin görülmesini sağladı. Erbil’de iktidarı oranın Kürdüyle paylaşabiliyorsan Diyarbakır’da niye paylaşmayasın?
Meslenin çözümü, devlet erkinin kutsallığı ve bölünmezliği üzerine kurulu arkaik TC anayasasının revizyonunu gerektiriyordu. O yüzden “Kürt açılımı” ilk günden bu yana daima anayasa reformu projesiyle birlikte anıldı. Yeni anayasa, Türklerle Kürtler (ve muhtemel diğerleri) arasında yeni bir sosyal kontrat olmak zorundaydı. O yüzden anayasayı Kürtlerin onaylaması, hem de ezici bir ittifakla onaylaması, hayati önemdeydi.
Şöyle düşün. CHP ile MHP yeni anayasaya hayır derse ne olur? Hiçbir şey olmaz, millet gülümser geçer. Kürtler hayır derse ne olur? Kıyamet kopar. Proje kökünden çöker. Bana sorarsanız bu ülke bir daha su tutmaz, dörtnala bölünmeye gider.
Ciddi pazarlık sanırım 2007’de, generallerin tasfiyesiyle eşzamanlı başladı. 2009 yazında bir iyimserlik noktasına varıldı. Ama her iki tarafın da bazı şeyleri içine sindirebilmesi için zaman geçmesi gerekiyordu. Aralık 2009 KCK operasyonuyla hükümet cüretkâr bir blöf denemesine girişti. BDP resti gördü, cevabını Eylül 2010 mini-anayasa referandumunu boykot ederek verdi. Sanırım ölümcül hamle buydu. Sürecin çıkmaza girmiş göründüğü bu noktada, Ekim-Kasım 2010’dan itibaren başbakanın söylemi olmadık bir yöne savruldu. İki sene süren esip üfürmelerin ne kadarı hesaplı blöftü? Ne kadarı çaresizliğin hırçınlığıydı? Bilmiyoruz, muhtemelen hiç bilemeyeceğiz.
Sonuçta anlaşmaya elleri mahkûmdu. PKK kısa vadede bağımsızlığın gerçekçi bir hedef olmadığını görüyordu; belirsiz bir hedef uğruna elemanlarını ilanihaye dağda tutamayacağının farkındaydı. TC, karşı tarafla anlaşmadan bölgede sivil itaati sağlayamayacağını, içeride askeri vesayeti tasfiye edemeyeceğini, Irak ve Suriye’deki çıkarlarını gereği gibi savunamayacağını anlıyordu. Anlaşmaları zaman meselesiydi. Anlaştılar. Anlaşmış görünüyorlar.
*
Anlaşmaları iyi bir şey midir? İllaki iyidir. Hatta çok iyidir. Umulduğu gibi yürürse yalnız Türkiye ve Kürtler açısından değil, bölge ve dünya dengeleri açısından güzel sonuçlar doğurmaya adaydır.
Türkiye açısından: Ekonomi rahatlar. CHP ve MHP adı verilen iki zavallılıktan nihayet kurtuluruz. Askerin içe dönük hotzotuna zemin kalmaz. İdari ademimerkeziyet Kürdistanla sınırlı kalmayacaksa, fırsattan istifade, bütün memlekette özgürlükler artar. Irak ve Suriye’de Türkiye’nin oyun gücü katlanır.
İtiraf edeyim ki bu memlekette iş güç ve çoluk çocuk sahibi biri olarak Türkiye’nin güçlenmesi bana iyi gelir, sizi bilmem.
Kürtler açısından: Ulusal gurur patlaması yaşanır, yıllar süren aşağılama ve ezilmişliği aşma azmi güçlenir. Ekonomi rahatlar. Tek parti egemenliğinin sakıncaları neler olur, rövanşizm nereye kadar kontrol altında tutulabilir, bilmiyorum. Ama görebildiğim kadarıyla BDP içinde Türkiye ortalamasının çok üstünde, açık fikirli, kaliteli insanlar az değil. Allahın izniyle belki onlar bir fark yaratabilirler.
Dünya açısından: İç sıkıntılarını aşmış, kendine güvenen bir Türkiye’nin Kuzey Irak ve Suriye’ye hakim olması sanırım Batı dünyasının da, İsrail’in de işine gelir. Belki bu noktada Rusya ile pazarlık masasına oturularak, Suriye üzerindeki vetosunu kaldırması sağlanabilir. Bölgesel istikrar açısından en büyük çıban başı olan İran, biraz tehdit ve biraz pazarlıkla, daha uyumlu bir politikaya razı edilebilir.
*
İşin iyimser yanı böyle. Madalyonun diğer yüzü ise, şüphesiz, Tayyip Erdoğan’ın padişahlığıdır. Başkanlık sisteminin Türkiye için en iyi sistem olacağını yirmibeş seneden beri savundum ve hala savunurum. Ama Diyarbakır fatihi ve Halep galibi bir Erdoğan’ın rakipsiz egemenliğinden de, ne yalan söyleyeyim, ben korkarım.
Yukarıda “umulduğu gibi yürürse” dedim. Umulduğu gibi yürüyeceğine dair bir güvence yok elimizde. Osmanlı’nin iktidardaki kibri gem tanımaz. Yunanistan’ı kaybeden de o kibirdir, Sırbistan’ı, Bulgaristan’ı, Makedonya’yı, Arnavutluğu, Arabistan’ı kaybeden de o kibirdir, Ermenileri kesmekten başka çare üretemeyen de o kibirdir. Bu sefer o kibir nerede hortlar, ne kadar saçmalar? Muhatabını Türkün ezeli şanından gözleri kamaşan bir kara böcek sayma gafletinden kendini ne kadar arındırabilir? Bunları bilmiyoruz.
Şansımız varsa geçmişten ders alınmıştır. Osmanlının iki asırlık dağılma sürecinde ilk kez bir ayrılıkçı hareket başarıyla kontrol altına alınır, gurur duyarız. Şansımız yoksa 1913’ü, 1878’i, 1828’i bir defa daha yaşar, öğreniriz.
*
Okuduğum gazetelerdeki “süreç” şakşakçılığı bana işte bu sebeplerle sinir bozucu geliyor.
“Süreç” muhafızlığına soyunan bu arkadaşlar gazetecilik mi yapıyorlar? Yok, perde arkasındaki mutabakat hakkında senden benden ve kahvedeki Recai Efendiden bir gıdım fazla bildikleri yok.
Barışın içini dolduracak fikirler, kurumsal çözümler mi öneriyorlar? “Ben bilirim sen sus” diyen iktidara karşı, kibir yatıştırıcı projeler mi üretiyorlar? Yok, anayasa tartışmaları rafa kaldırılalı neredeyse iki sene oldu, o işlere şimdi Cemil Çiçek bakıyor.
Barış gerçekleştiği takdirde heyula gibi karşımıza dikilecek olan padişahlık ihtimaline karşı pozisyon mu geliştiriyorlar? Belkemiğini güçlendirecek sporlara mı başladılar? Yok, büyüklerimizin sağduyusuna olan güvenleri sonsuz.
Görünürdeki tek kaygıları, iktidarın koyduğu kırmızı çizgilere uyma kaygısı. Nedir? Aman “süreç” zarar görmesin! Örtmenim İsmail Beşikçi çok oluyor, hem maksimalist, hem Kürt bilem değil. Örtmenim Kürt anaları barış istiyor bunlar bozguncu. Örtmenim bunlar kendileriyle barışık değil, iç dünyalarında huzur yok, vatana ne faydaları olacak? Örtmenim bunlar Boğaz’a karşı viski, pardon alttan ısıtmalı cafelerde ahkâm kesmesin, şehit anaları rencide oluyor.
Acıklı, bence. Okuduğum gazeteleri değiştireceğim galiba. Sabah sabah hiç çekilmiyor.
http://nisanyan1.blogspot.com/2013/04/barsa-kars-degilim-ama.html?view=classic
http://www.youtube.com/watch?v=qBxUtQemrYA
Barış süreci mi, emperyalistleşme süreci mi?
http://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/bar%C4%B1%C5%9F-s%C3%BCreci-mi-emperyalistle%C5%9Fme-s%C3%BCreci-mi/540057959378571
Rucan Keleş: “Çözüm Süreci”
“Çözüm Süreci”
AKP devleti(devlet kavramını bilerek kullanıyorum) Abdullah Öcalan’ı denetimine aldıktan sonraki sürece “Çözüm Süreci” diyor. AKP devleti “Çözüm Süreci’nde” İmralı’nın denetime alınması, PKK’nin sınır dışına Güney Kürdistan’a çekilmesi olarak görüyor. Abdullah Öcalan da “bana bir fırsat verin, PKK’yi sınır dışına çıkaracağım ve hepsini kuzu-kuzu bir yere toplayacağım” dedi. Böylece karşılıklı birbirlerine fırsatlar verildi ve çekilme süreci başladı.
Bu süreçte Abdullah Öcalan ile MİT’in hazırladığı raporları, mektupları Qandil ve Avrupa’daki örgütlere postacılık yapma görevi BDP yöneticilerine düştü. Abdullah Öcalan ile MİT’in BDP/PKK’ye önerdiği çeşitli toplantılar yapıldı. Bu doğrultuda kamuoyuna 21 Mart Diyarbakır Newroz’unda olduğu gibi “İslam kardeşliği” çerçevesinde açıklamalar yapıldı. “Akil Adamlar” Türkiye ve Kürdistan’ın dört bir yanını dolaşarak “Çözüm Süreci’nin” faydalarını anlatılar.
Muhalefetin ufak tefek göstermelik tepkisinin dışında herhangi bir ses çıkmadı. Herkes süreçte memnundu. Çünkü “vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğüne”, Misak-i Milli sınırlara kimse helal getirmiyordu. İmralı ile Qandil arasında postacılık yapan BDP’liler görevlerini harfiyen yerine getirdiler/getiriyorlar.
Her şey MİT’in denetiminde pürüzsüz sürüyor. Kürdistan’da ulusal güçlerin zayıflığı sessizliğe ve muhalefetsizliğe neden oluyor. Yıllardır süren danışıklı savaşta yorulmuş Kürd Ulusu, savaşın bir an önce bitmesini istiyor ve sürece karşı sesiz kalıyor. Bu, Kürd halkının kendi doğal Ulusal Hakları’nda vazgeçtiği anlamına gelmez.
Sömürgeciler; Ulusal ve toplumsal olayları yönetirken, toplumun algısını da süreç ile beraber yönetmek isterler. Yönetilen sürecin toplumsal ve sosyal bağları yoksa bu durum yönetenleri riske sokar. Bunun için de AKP devleti süreci bir tarafta sürdürürken, diğer tarafta Kürd ulusun nabzını da bölgedeki araştırmalarla elinde tutmaya çalışıyor. Olur ki Kürd Ulusu “çözüm süreci” dışına çıkar ve kendisi için Ulusal hedefleri amaçlayan arayışlara girer. Onun için de sözüm ona ” Çözüm Süreci’ni” sürdüren tarafların sürece hareketlilik sağlaması için bazen danışıklı dövüşmeleri gerekir. Bazen birileri diğerinin söylediğine karşı çıkar. Bu tamamen tarafların bilgisi dâhilindedir. Taraflar İmralı da plan/programlar yaparken birbirlerine nelerin ne zaman uygulanacağının/konuşulacağının plan ve takvimini de sunarlar. Silahlı güçlerin sınır dışına çıkışının durdurulması bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Yoksa süreç kitlelerden kopuk monoton bir hal alır ve kitleleri kendi peşinde sürükleyemez. Bu da sömürgeci Türk devletin hedeflediği, Kürd Ulusu’nu kendisine entegre etme politikasını boşa çıkarır. Böyle bir gelişme sömürgeci devletin hiç istemediği bir durumdur.
Bundan dolayı ister AKP devleti/ister başkası olsun sömürgeci Türk devleti hiç bir zaman kendi elindeki PKK enstrümanını boşa harcamak istemez ve bu enstrümanı Kürd Ulusu var olduğu müddetçe de Kürdlere karşı kullanacaktır. Mesele burada hangi ideoloji ve dünya görüşün devlete egemen olduğu değildir. Mesele sömürge ve sömürgeci ilişkisidir. Sömürgeciler hiç bir zaman kendi sömürgelerini gönül rahatlığı ile terk etmek istemezler.
Bunun en bariz örneği Amed’de Kürd gençlerin Kürdistan (Tevgera Ciwanên Kurdistanê) adında bir dernek kurmuş olmalarıdır. Sömürgeci devletin Savcıları, kurumları, yasaları hemen devreye giriyor ve “hayır siz Kürdistan adına, yani kendi adınıza dernek kuramazsınız” diyorlar. Bu geçmişten beri süregelen Kürd Ulusu’nun ve ülkesi Kürdistan’ın reddi politikasıdır. Sömürgeci Türk devletinin sömürge Kürdistan’ı kaybetmemek için yerli işbirlikçilere ihtiyacı vardır. Sömürgeci devletin “tek devlet, tek bayrak, tek millet” politikasına ve Misak-i Milli sınırlarına itirazı olmayanlar, sömürgeci devletin işbirlikçilerdir. Bu politikayı günümüzde en iyi yapan da PKK ve yandaş örgütleridir.
Hiçbir Ulusal talebi olmayan, sorunu yalnız Abdullah Öcalan’ın “stratejik konumuna” indirgeyen bir örgütün konumu başka nasıl izah edilebilir?
Abdullah Öcalan’ın talebi de bana daha fazla yetki ve hareketlilik alanı verin ki (stratejik konum), sizin adınıza Kürdleri daha iyi yöneteyim. Yoksa böyle devasa bir surunu ‘araçsal konumla’ idare edemiyorum. Süreç böyle ‘araçsal yöntem’ ile yönetilirse, Güney Kürdistan’da, Suriye’de (Rojava Kürdistan’ı) olduğu gibi Kürdler başını alır gider. Bu durumu durduracak tek güç benim diyor ve bundan dolayı konumunun “stratejik” olması gerektiğini talep ediyor.
En son Cemil Bayık’ın “çözüm sürecine” ve silahlı güçlerin geri çekilmesinin durdurulmasına ilişkin yaptığı açıklamada; “Bize bazen soruyorlar, neye karşılık geri çekiliyorsunuz. Hiç bir teminat yazılı metin olmadan neye dayanarak savaşı durduruyorsunuz. Doğrusu bu tür sorulara cevap bulmadan zorlanıyoruz” dedi. İşin gerçeği de budur. Resmi rakamlara göre 50 bin (gerçek rakamlar bunun iki misli) insan ölmüş, bir ülke tamamen harabeye çevrilmiş ve hiç bir şey olmamış gibi geri çekiliyoruz, işte 30 yıldır süren danışıklı savaşın sonucu… Kürd Ulusu bunun hesabını mutlaka soracaktır.
Tam da “Çözüm Süreci’nin” sürdüğü şu günlerde Türk başbakanı R.T.Erdoğan devlet kurmak isteyenler varsa başka yere gitsin biz müsaade etmeyiz, Siyasi Kürdcülüğe kulak asmayın” dedi. (sen ne kadar siyasi Türkçü isen, ben de o kadar siyasi Kürdçüyüm bay Erdoğan) Ertelemeye takılan “demokratik Pakette” anadilde eğitim hakkının olmadığını söyledi ve Tek vatan, tek millet, tek devlet tekerlemelerini yineledi. Arınç ise; “bazıları bu Pakete dağ fare doğurdu diyebilir” dedi ve paketin içeriğinin ne olduğu böylece anlaşılıyor. Bülent Arınç, “Anadilde eğitim yapmak isteyenler Kuzey Irak’a (Güney Kürdistan’a) gitsinler” demeyi de ihmal etmedi.
İnsanların doğuşta gelen anadilde eğitim hakkı bütün dünyada bir insan hakkı olarak değerlendirilirken, Kürdler bu doğal haklarında mahrum ve insan olarak görülmüyor. Anadilde eğitim hakkı birilerin sonradan bağışlayacağı demokratik bir hak değildir. Bu insanın en doğal hakkı ve evrensel bildirgelerde garanti altına alınmıştır. Açıkçası bizleri doğal insani haklarımızdan mahrum ettikleri gibi, binlerce yıldır yaşadığımız topraklarımızdan kovuluyoruz. Ancak ne yaparsanız yapın hiç bir zaman Kürd ulusunu topraklarında koparamaya gücünüz yetmeyecektir.
MİT ile PKK arasında arabulucu olan Abdullah Öcalan (aslında taraftır) bulunduğu koşullardan dolayı yapması gerekenleri yapamadığından şikâyetçi oluyor. Ortadoğu’da Kürd Ulusu’nun geldiği stratejik konumdan dolayı, Abdullah Öcalan “araçsal konumdan” dolayı görevini tam yerine getiremediğini, “stratejik konuma” terfi etmesi gerektiğini söylüyor. En son görüşmelerde gelinen aşamayı “yeni bir format” olarak adlandırıyor. Anlaşılan İmralı’da oluşturulan planda Abdullah Öcalan’a bir kaç yıl sonra verilmek istenen görev ve terfi edeceği “stratejik konum’a” kamuoyunu alıştırmak için şimdiden gündeme taşıyorlar.
Mevcut durumda, sömürgeci Türk devletine egemen olan siyasi anlayış Kürdlerin Ulusal Hakları’nı tanıyacağı siyasi kapasiteye sahip değildir. “Çözüm süreci” çerçevesinde gündeme taşınan “demokratikleşme paketi” Kürd Ulusu’nu PKK/BDP eliyle Türklere entegre etme paketidir. Kemalist devlette olduğu gibi, AKP devleti de PKK ve Abdullah Öcalan’ı ‘araçsal’ olarak kullanmaya devam edecek. Onun için zamana oynuyor ve ipe un serip bazı kırıntılarla süreci geçiştirmeye çalışıyor.
Ancak hayatın dayattığı Ulusal ve toplumsal süreçler geçiştirmeye gelmiyor ve bir gün beklemediğin anda karşına dikiliveriyor. Onun için 30 Milyon nüfusa varan Kürd Ulusu realitesini yok sayamazsınız! Böyle bir realite dünyanın başka yerinde nasıl çözülmüşse, Kürdistan’da aynı şekilde çözülmek zorunda. Bunun adı Ulusal Sorun’dur ve çözümü siyasi olmak zorunda. Yoksa bir kaç maddenin rötuşu ve ufak kırıntılarla bu sorun çözülmez.
22.09.2013
Rucan Keleş
http://www.nasname.com/a/rucan-keles-cozum-sureci
20.yorumdaki yazıda toplumların ulus devlet aşamasıyla bireyin ergenlik dönemi arasında kurulan paralellik (Ergenlik nasıl ki bireyin gelişiminde yaşanması gereken zorunlu bir evre ise, devlet de toplumların gelişiminde yaşanması gereken zorunlu bir evredir.) tartışılmış. Ulus devletin aksine, ergenliğin her bireyin yaşaması zorunlu bir evre olduğu söylenmiş. Bu dönemi atlatamayan ve bu nedenle intihar eden gençler de var. Böyle bir gencin şu videosunda söyledikleri buna değindiği için paylaşmak isterim. Bu çocuk daha sonra katliam yapıp intihar etti;
“Those were the best times of my life. I wish I would be a kid again. Those were the happy years. I could just live my life without realizing how cruel the world really is. Life is so much fair when you were a kid. When you were a kid, you don’t have to worry about things like being attractive or how many girls like you. No one has unfair advantages. And then when you hit puberty, your life either becomes a heaven on earth or living hell. It all depends on how many girls like you, or if girls like you at all. My life turned into a living hell. No girls liked me, and I hate them all for it.”
http://www.youtube.com/watch?v=RFmrUl2-1jg
Bu bağlamda, şu görüş doğrudur;
Nesnel yasaları ortadan kaldıramayız ama onların bilincine vararak olumsuz etkilerinden korunabiliriz ancak!
Bir bireye, “ergenlik evresini yaşama” demek yerine, ergenlik evresinin özellikleri, artı ve eksileri anlatılarak/ öğretilerek en az zararla bu evreyi geçirmesi sağlanabilir.