Aydınlık Karartır…
Şu hayatta hiçbir şey başlangıçtaki amaca uygun olarak gelişmez; hatta tam zıddını ifade etmeye başlar zaman içinde. Ebeveynlerin çocukları için çizdikleri ideal hayat yolunu hiçbir çocuk izlemez, hatta onların isteklerinin tam tersi yolda gelişirler. Ama aslında verdiğim bu örnek olumlu bir örnektir. Siyasi ve ideolojik alandan verilecek örnekler ise bunun tersidir çoğunlukla. Belli ideallerle kurulan örgütler ve kuruluşlar zaman içinde tam tersi bir noktaya varırlar.
Konuyu Aydınlık gazetesine getirmek istiyorum. Bu gazetenin, manşetinin altındaki “KURULUŞ:1921” ibaresinden geriye sadece bu tarih kalmıştır. Zamanın uzunluğu (neredeyse 100 yıla yakın) ilk kuruluş hedefinden ne kadar uzakta olunduğunu da imler gibidir adeta. Almanya’daki Spartaküs isyanından feyz alıp o ideallerle Türkiye’ye gelen Şefik Hüsnü ve arkadaşları gazeteyi kurar ve ona “Aydınlık” adını verirken, inanıyorum ki, gerçekten de aydınlığı, aydınlanmayı, aydınlatmayı hedefliyorlardı. 1968 yılında aynı adı ve geleneği benimsediğini düşünerek aylık “Aydınlık-Sosyalist Dergi”yi kuran genç bir kadro da (aralarında ben de vardım) aynı ideallerle yola çıktıklarını düşünmüşlerdi başlangıçta.
Bu geleneği izleyerek bugünlere gelen Aydınlık’ın vardığı yer ise tam zıddıdır: Karartma.
7 Ekim 2014 tarihli Aydınlık’a bakalım:
Manşet: “Ayn el Arap’tan (Kobani) yükselen feryat: Türk Askeri Bizi Kurtarsın”.
Aydınlık sayesinde Kobani’nin “esas adının” Ayn el Arap” olduğunu öğreniyoruz. Müthiş bir “aydınlatma”. Adeta bir işaret fişeği gibi. İşaret fişeğinin işaret ettiği ise şu: “Burası Suriye devletine aittir, dolayısıyla ismi de Kürtçe değil, Arapçadır”. Öyle ya, Dersim’in Tunceli, Roboski’nin Uludere olduğu gibi. Aydınlık’a göre, yer adlarını oralarda yaşayan halklar koymaz, bölgesel hegemonyacı ve kolonyalist devletler koyar. Neyse, bunu geçelim. Esas mevzumuz başka.
Aydınlık devam ediyor alt manşette: “IŞİD saldırılarının şiddetlenmesi üzerine bölge halkında ‘Türk ordusu müdahale etsin’ beklentisi oluştu. Bölge kaynakları, PKK/PYD’nin direniş gösteremediği için korku yaşandığını belirtiyor”.
Haberle devam edelim: “PKK’nın sözde özerklik ilan ettiği Ayn el Arap (Kobani), IŞİD tehdidiyle karşılaştığından bu yana160 bin kişi Türkiye’ye sığındı. PKK/PYD ise sürekli mevzi kaybetti. Suriyeli ve Türkiyeli Kürtlerde, ‘Türk askeri duruma müdahale etsin’ beklentisi artmaya başladı. Sınırdaki eylemlerde, askere yönelik taşlı saldırıların azalması da dikkat çekiyor”
İç sayfalarda aynı nitelikte bir haber daha var. Başlık çok ilginç (o derece de iğrenç): “PKK’nın Ayn el Arap’ta hesabı tutmadı”. Bu sefer parantez içinde Kobani diye yazmamışlar. Artık Ayn el Arap’ın Kobani olduğunu öğrendiğimizi düşünmüş olmalılar.
Haberde şunlar var:
“BİR TAŞLA İKİ KUŞ VURACAKTI (ara başlık) IŞİD’in iki hafta içinde püskürtülmesiyle, Kamışlı’ya kadar olan bölgede fiilen kurtarılmış bölge oluşturulması amaçlanıyordu. PKK/PYD’nin, IŞİD saldırılarının başlamasından hemen sonra uluslararası toplumun hızla devreye gireceğini, askeri ve lojistik desteğin de artmasıyla güçlü bir direniş ve karşı harekât yapılabileceğini düşünüyordu. Örgüt, böylece uluslararası alanda hem daha fazla meşruiyet kazanmayı hem de PKK’nın Avrupa’daki yapılanmaları aracılığı ile yoğun bir propaganda faaliyeti yürütülmesini amaçlıyordu. Ancak PKK’nın bu hesabı tutmadı. ABD’nin hava operasyonları IŞİD’in Ayn el Arap’a yönelik saldırısını engelleyecek düzeye ulaşmadı, silah desteği de sağlanamadı. Örgüt, IŞİD karşısında ‘mutlak başarı’ elde edemediği gibi, Ayn el Arap’ın düşmesi an meselesi haline geldi.
BAŞARISIZLIĞA KILIF ARIYORLAR (ara başlık)- Aydınlık’a ulaşan bilgilere göre, tablonun giderek ağırlaşması üzerine Kandil’den ‘başarısızlığın üstünü örtecek’ adımlar atılması talimatı geldi.”
Aynı nüshanın ön sayfasında, Başbakan Davutoğlu’nun, CNN International’e verdiği demeç, “Hedef Esad olursa kara birliği göndeririz” başlığıyla, haberin içinde hiçbir eleştiri yapılmaksızın verilmektedir.
Şimdi, yapılan karartmaları baştan alalım.
Birincisi, “bölge halkında” (Kürt dememek için böyle denmiş) Türk ordusunun müdahalesinin beklendiği tam bir karartma ve çarpıtmadır. Aydınlık kendi niyetini “bölge halkının” beklentisi olarak sunmuştur.
İkincisi, PKK/PYD güçlerinin bir başarısızlığı söz konusu değildir. Kobani, batıdan da, bölge devletlerinden de herhangi bir yardım almaksızın, bugüne kadar, üstün IŞİD silahları karşısında (ki, bu silahların önemli bir kısmının Türkiye tarafından verildiği bilinmektedir) büyük bir direniş göstermiştir. Burada da Aydınlık kendi isteklerini (yani PKK/PYD’nin IŞİD karşısında yenilmesini) durumun kendisi buymuş gibi öne sürmüştür. Aydınlık’ın haberi, PKK’nın IŞİD karşısındaki yenilgisini arzuladıklarını, gizleyemedikleri bir açık sözlülükle ortaya koymaktadır. Şu işe bakın ki, bütün bu kargaşalıkta Aydınlık’ın hedefi, ne ABD, ne de IŞİD’dir. Tek bir düşmanı vardır, o da Kürt halkıdır. IŞİD’in Kobani’de ilerliyor olmasına üzülmemekte, tersine sevinmekte ve bunu PKK’nın hezimeti olarak şimdiden lanse etmeye çalışmaktadır. Aydınlık’ın, PKK ile IŞİD arasındaki savaşta, içten içe IŞİD’i desteklediği son derece açıktır. İnsan tuhaf ve bir yerde de iğrenç bir varlıktır. Kendi gizli hedeflerine ulaşabilmek için yapmayacağı pislik yoktur. Bu örnekte görüldüğü gibi, en büyük düşmanına karşı başka bir düşmanını bile destekleyebilir gizliden gizliye.
Ben bugüne kadar Aydınlık hareketinin, milliyetçiliği bir iktidara gelme taktiği olarak benimsediğini düşünürdüm. Bugünden itibaren bu görüşümü değiştiriyorum. Bunlar gerçekten, tam anlamıyla Türk milliyetçisi ve ırkçısı olmuşlar. Tabii ki, benimsenen taktik, sizi sonunda kendine tabi kılar. Buradan çıkarılacak ders budur.
Son derece Suriye dostu geçinen Aydınlık’ın, TSK’nın Kobani’ye müdahale beklentisi dolayısıyla, Davutoğlu’nun hedefin Esad olması şartıyla kara harekâtına girişebilecekleri sözlerini tek bir eleştiri yapmaksızın nakletmesi de son derece ilginçtir.
Şu anda TC devletinin ve onun TSK’sı ile AKP yönetimindeki hükümetinin planı çok açıktır ve TC devletinin uşağı haline gelmiş Aydınlık’ın da bütün beklentisi bu planın gerçekleşmesinden ibarettir. Plan şudur:
IŞİD Kobane’de PYD’yi yenilgiye uğratsın ve bu şehri ele geçirsin de, TSK da o bölgeye gidip IŞİD’i Suriye’nin içlerine doğru itelesin. PKK değil ama TC devleti bir taşla üç dört kuş vurmayı hesaplamaktadır. TC devleti hiçbir çaba harcamaksızın güneydeki Kürt tehlikesinden kurtulacak, Suriye’nin içinde “tampon bölge” adına defacto bir alan işgali yapacak, böylece Suriye’nin içine doğru bir adım atmış olacaktır. Bundan sonraki adım ise, El Nusra ve IŞİD’le gizli veya açık ittifaklar yoluyla Esad rejimini devirmek üzere daha ileri harekâtların yolunu açmaktır. Hiçbir devlet ve hiçbir ordu, savaş koşullarında doğan boşlukları doldurmamazlık, imkân ve fırsatları değerlendirmemezlik etmez.
Aydınlık’ın karartmalarına rağmen durum apaçık gözlerimizin önündedir.
Gün Zileli
7 Ekim 2014
BU YAZINIZ SADECE AYDINLIKÇILARIN DEĞİL, SAĞDUYULU BÜTÜN VATANDAŞLARIN AÇIKTAN VEYA İÇİNDEN DÜŞÜNDÜĞÜDÜR. HATTA İNGİLTERE’DEKİ GİBİ BİR REFERANDUM YAPILSA, Kİ YAPILACAK, TEK BAYRAK ALTINDA YAŞAMAK İSTEYEN YÜZDE 80 KÜRT VATANDAŞLARIMIZINDA DİLEĞİDİR…SİZ(LER) YILLARDIR ACIMASIZCA KAN DÖKEN IRKÇI KÜRT HAREKETİNİ DESTEKLEYEREK, ŞİMDİ SUÇLADIĞINIZ AYDINLIKÇILARDAN FARKINIZ MI VAR?
Aydınlık’ın kök motivasyonu ırkçılık değil bence. Irkçılık zincirin ortalarında ortaya çıkıyor. Bence zincir şöyle, nihai amaçtan geriye, bugüne dönük olarak:
Stalinist devlet-sosyalizmi < 3. dünyacı ulusal kurtuluşçuluk < (Ata)Türk Milliyetçiliği < anti-emperyalizm < ABD-karşıtlığı (Reel siyasetin belirleyeni bu) < ABD-yanlısı görülen herkese düşmanlık (Kürt karşıtlığı, ırkçılık) < ABD'ye karşı olan herkese destek (IŞİD – ŞU AN BURDAYIZ, "Paralel Yapı"ya karşı AKP'ye destek de burdaydı)
"Temel Çelişki"ye kainat kurban anlayışın devamı işte. Soğuk Savaş siyasetine aynen devam.
Bu arada, diktatörün sopası da yok dimi.. Süruç’ta askere, İstanbul’da polise bir türlü diktatör istediğini yaptıramıyor..
bir “arkadaş”, birilerinin gizlediği hissiyatlarına da tercuman olmak için olsa gerek, gerçekler yerine temennilerini şöyle ifade etmiş:
“kobani düştü, düşüyor…”
hatırlatma zamanı “her yer taksim, her yer kobani”
yukardaki notta bahsettiğim gibi, bir “arkadaş” , geçenlerde de (mealen değil aleni) şöyle bişey söylemişti:
“teröriste yardım eettiğimiz iddia ediliyor…açık açık söylüyorum, teröriste yardım eden, namussuzdur”…
ben anarşist bir müslüman olarak “terör” denen bu kelimeden hiçbişey anlamıyorum…zira benim anladığım terminolojiden farklı, “frankofil” bir ibare…
benim inancımdaki ifade ise şudur:
zalim ve mazlum….
eğer söylenmek istenen, “zalime yardım eden namussuzdur”…ise, amenna….Allah için doğru laf, demek lazım…
ama zalim kim, mazlum kim…kobani halkı mı ışid maşaları mı…bunun açıklığa kavuşturulması gerekmez mi….
gizli niyeti diline vurmuş 🙂
meraklanmayınız yoldaşlar,yakın askeri kaynaklardan aldığımız haber, g.doğu illeri ve beldelerinde yeni bir sıkı yönetim yolda. demek ki her köşe başına tanklar konuşlanacak. hoşgeldin sıkıyönetim…
işidle ilgili hesaplardan ziyade bu yazıyı yazan kişinin düşünce dünyasını sorgulamak istiyorum..şimdi şöyle bir durum oluştu..türkiyenin şimdiki sınırları içinde kalmasını ve ankaradan yönetilen yerel özerk hükümetlerin olmamasını savunmak “türk ırkçısı olmak” anlamını aldı, fakat hal böyleyken, kürtlerin türkiye merkezi yapısından ayrı olarak hatta diğer ülke sınırları içindeki kürt halklarıyla yarı bağımsız bir yapı kurmasını savunmak, “sosyalist ve özgürlükçü bir tavır” oldu..yanlış..o da kürt ırkçısı olmaktır..yanlışı nerde yaptığınızı fark etmiyosunuz..Türkiyeyi dünyadan bağımsız düşünmekten vazgeçin..türkiyenin kuruluş amacı dünyanın emperyalist büyük güçlerine karşı olmaktır.. bu yüzden onun kendisinin de örgütlü olması ve bugünkü sınırları içerisinde kalması gerekir..çünkü, çok uluslu bir yapıyla emperyalizme (dolayısıyla kapitalizme) direnmek mümkün olmamıştır..devlet fikrine karşı olmak bir tavırdır, ama türkiye devletine karşı olmak başka bir devletin adamı olmaktan başka ne anlam ifade eder? işte o yüzden türkiye de yıllar içinde kuruluş amacından uzaklaştı ve direnişini kaybetti..
Sokağa çıkma yasakları, OHAL, her gösteriye rutin polis saldırısı, islamcı saldırılar, 90’ların bütün karanlığı geri geliyor. İşkenceli sorgu ve faili meçhul haberleri var sırada.
Kürdistan Karıştı; Provokasyonlara Dikkat!
Kürdistan’ın her tarafında halk sokaklara çıkarak IŞİD barbarlığını ve bu barbarlığın arkasındaki sömürgeci güçleri protesto ediyor. Kuşkusuz ki Kobanî’de yaşanan barbarlığa tepki göstermek “ben insanım” diyebilen herkesin görevidir. Bu insani ve aynı zamanda Kürdistani tutum sergilenirken Kime, neye ve niçin tepki gösterildiğinin bilincinde olmak hayati önemdedir. Şayet halkın öfkesi doğru kanalize edilmezse her zamanki gibi kaybeden Kürdler olacaktır.
Haklı tepkinin/öfkenin doğru yöne kanalize edilmesi siyasetçilerin görevidir. Ancak yaşanan kaostan sorumlu olan siyasetçilerin aynı zamanda sokakta da söz sahibi olması kaygı vericidir ve haklı tepkinin doğru kanalize edilebileceğine dair umutları azaltıyor.
Kürdistan’da yaşanan tüm insanlık dışı olayların sorumluları birincil dereceden sömürgeci devletlerdir ve bu sorunların yaşanma nedeni de Kürdlerin devletsizliğidir. Kobanî’de yaşanan trajediyi de bu genel tespitin dışında değerlendirmek olanaklı değildir.
Yıllardır Esad rejiminin bekçiliğini yapıp Batı Kürdistan’ı Kürdlere (ulusal talepli Kürdlere) dar eden PKK/PYD’nin, Kürdlerin devletleşmesini engellemek için ortaya attığı “kanton” aldatmacası yaşanan çaresizliğin en önemli nedenlerinden biridir. Güney Kürdistan’a yönelik IŞİD saldırılarından sonra dünya devletleri nezdinde girişimlerde bulunan Güney Kürdistan Yönetimi meşru statüsüne dayanarak gerekli askeri yardımları aldı ve Güney Kürdistan’ı IŞİD çetelerine adeta dar etti. Bu gün Güney Kürdistan Pêşmerge güçleri IŞİD’e karşı inisiyatifi elinde bulunduruyorsa, bunda meşru (Federal) statünün sağladığı avantajların belirleyici rolü vardır.
PKK/PYD, “kanton” ilanıyla sadece ve sadece tabanı kandırmış oldu ve Kürdleri devletleşme hedefinden saptırdı. Kobanî’de katliamla baş başa kalan Kürdlerin yardımına gitmek kuşkusuz ki insani bir sorumluluktur. Ancak bu insani sorumluluğu sömürgeci devletlerden beklemek aptallıktır. Zaten insai değerlere saygıları olsaydı Kürdistan’ı işgal altında tutmazlardı.
“Halkların kardeşliği” ve “Ortadoğu konfedaralizmi” gibi abus subuk hayallerle Kürdleri kandıran ve onbinlerce Kürd gencini cellatlara yem yapan PKK açıkça siyasi bir iflas yaşadı. Kürdistan’da bir kasabayı bile koruyamayan PKK’in “dünyayı kurtaran örgüt” havası halkla alay etmekten başka bir şey değildir. Kobanî’de yaşanan trajedi bunun en somut örneğidir.
Sokaklara çıkan halk direkt sömürgeci devlete yönelmelidirler. Ve aynı zamanda bu halkı sömürgecilerin “yanaşması” yapmaya çalışan siyasi anlayışa da karşı bir duruş sergilemelidir.
Sömürgeciliğe yönelmenin ve Kürdistani bir duruş sergilemenin yolu Kürdistan bayraklarını sallamak, ey Reqip’i haykırmak ve ‘yalşasın bağımsız Kürdistan’ ortak sloganıyla ortalığı cehenneme çevirmektir.
Sömürgecilere ve entegrasyoncu anlayışlara yönelmeyen sokak hareketleri Kürdlere hiçbr şey kazandıramayacaktır.
Yaşanan trajediye rağmen Selahattin Demirtaş’ın “Atatürk hassasiyeti” sokak ile siyaset arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi göstermektedir. Sömürgeciliğin simgesi olan Atatürk putlarına saldıran göstericilere devletten önce Selahattin Demirtaş tepki gösteriyorsa bu eylemlerin HDP tarafından Kürdistani olmayan “özel bir amaçla” kullanılacağının göstergesidir.
Yaşanan bazı olaylar PKK/HDP’nin sorunu ulusal zeminden kaydırıp “laik-dinci” kvgasına dönüştürmek istediğini gösteriyor. Bu amaçla Hüda-par (Hizbullah) ile PKK’liler arasında yaşanan bazı olaylar kaygı vericidir. Devletin en çok istediği şey, Kürdleri ulusal taleplerden uzaklaştırıp rejim kavgası içinde eritmektir.
Kürdleri bir birine kırdırtma noktasında “uzmanlaşan” devletin oyununa gelmemek için herkes dikkatli olmalıdır. Sokak eylemlerini “laik-dindar” veya PKK-Hizbullah çatışmasına dönüştürmek isteyen herkes şu veya bu şekilde devletin görevli elemanıdır.
Kürdler devletsiz oldukları için Kobanî’de trajedi yaşıyorlar; Kürdistan’da yaşanan tüm diğer trajediler gibi.
Bu nedenle sokaklar ‘bağımsız Kürdistan’ şiarıyla hareket etmelidir ve direkt sömürgeciliğe yönelmelidirler. Bunun yolu da direkt devleti ve sömürgeci simgeleri (Türk bayrağı ve Atatürk putları gibi) hedef almak; tüm duyarlı Kürdleri birleştirecek olan Kürdistan bayraklarını ortak simge olarak kullanmak ve ey Reqip’i haykırmaktır.Bu haklı davada devletin MİT’i ile haşır neşir olanların sözü dinlenerek bir şey elde edilemez.
Kürdleri bu duruma düşüren entegrasyoncu politikalara hayır demeden gösterilecek her haklı tepki yine sömürgecilerin ellerini güçlendirecektir. Ve Kürdlere statüsüzlüğü reva gören işbirlikçilerin ömrünü uzatacaktır. Devlet istemeyen siyasi bir anlayışın öncülüğünde sadece ve sadece Kürd gençleri kurban edilir; şimdiye dek on binlerce Kürd genci kurban edildiği gibi…
Kürdlerin sorunu ulusaldır, rejim sorunu değildir.
Bu gerçek dikkate alınarak devlet dışında hiç kimse hedef yapılmamalı ve devletleşme amacıyla birlikte hareket edilmelidir. HDP gibi Kemalist/devletçi bir siyasi organizasyona güç verecek her eylem yeni yeni Kobanî’leri önümüze koyacaktır.
Unutmayın!
Dün Şengal trajedisinden siyasi rant elde etmek için çırpınan; Pêşmerge için “korkak-kafa kesen ve tecavüzcü” sıfatlarını kullanacak kadar adileşen anlayışın medyası (ANF- İMC TV ve benzeri yapıların ) isyana çağrısı Kürdlerin devletleşme isyanı olamaz! Olsa olsa sistem içi kavgada Kürdlerin enerjisini tüketme isyanı olur.
Kürdler sadece ve sadece bağımsız Kürdistan için isyan etmelidir ve devletleşmeyi savunan anlayışların politik öncülüğünde hareket etmelidir…
BIJÎ KURDİSTAN
BIJÎ SERXWEBUN…
Haber/Yorum
07.10.2014
http://www.nasname.com/a/kurdistan-karisti-provokasyonlara-dikkat
Asagida yazdiginiz satirlari birde ABD acisindan degerlendirseydiniz Sayin Zileli. Bölgede ISiD ne Kadar bir alani denetliyor. Bu alan daha sonra kimin denetimine birakilacak? ISiD bölgede kalici bir “Devlet” olmayacagina göre, bölgeden temizlenecek, Kim temizleyecek ve kime birakacak? soruyo böyle soralim ISiD bölgesel halk destegi olan bir örgüt mü? Degil mi? soru bu! Aydinlikcilar icin size birsey söylemem siz o hareketin gövdesini olusturan damarlardan birisiniz. Suriyede yasananlarda PKK nin tutumunun hic mi sucu yok? Pastadan pay kapmak adina Suriye rejiminin güc kaybetmesini istemediler mi? ISiD kendilerine yönelene Kadar ne is yaptilar?
“IŞİD Kobane’de PYD’yi yenilgiye uğratsın ve bu şehri ele geçirsin de, TSK da o bölgeye gidip IŞİD’i Suriye’nin içlerine doğru itelesin. PKK değil ama TC devleti bir taşla üç dört kuş vurmayı hesaplamaktadır. TC devleti hiçbir çaba harcamaksızın güneydeki Kürt tehlikesinden kurtulacak, Suriye’nin içinde “tampon bölge” adına defacto bir alan işgali yapacak, böylece Suriye’nin içine doğru bir adım atmış olacaktır. Bundan sonraki adım ise, El Nusra ve IŞİD’le gizli veya açık ittifaklar yoluyla Esad rejimini devirmek üzere daha ileri harekâtların yolunu açmaktır. Hiçbir devlet ve hiçbir ordu, savaş koşullarında doğan boşlukları doldurmamazlık, imkân ve fırsatları değerlenmemezlik etmez.
Aydınlık’ın karartmalarına rağmen durum apaçık gözlerimizin önündedir.”
ABD nin bölge üzerindeki politikalarini ve niyetlerini de siz karartmayin lütfen!
Abi bunu izle (komedi niyetine!):
http://www.dailymotion.com/video/x27d0ta_dogu-perincek-sanliurfa-da_news
http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/53389-bu-topraklarda-artik-huzur-istiyoruz.html
Zeynep Adali´ya… Ey Zeynep Adali, ben Dersimli bir Kürdüm. Normalde ne bayragi kutsarim, ne devleti… Ama sen ve Perincek gibilerin irkcilik kusan, mide bulandiran laflarinizi okuyunca Kürt milliyetcisi olasim geliyor. Sizin gibilerin yüzüne tükürmek isterken, Gün Zileli gibi namuslu Türkleri de candan kucaklayip bagrima basmak isterim. Sen kalk her sabah Kürt cocuklarina okulda “Varligim Türk varligina armagan olsun” dedirt, “Bir türk dünyaya bedeldir” de, “Ne mutlu türküm diyene” de… Sonra da utanmadan, sikilmadan Kürt milliyetciliginden bahset.. Tek bayrak altinda yasamaktan bahset… Sen al o bayragi …………
Dünyanın en mazlum milletlerden biri olan Kürdlerin son derece haklı olan onurlu mücadelesini üstlenen hareketin, soğuk savaş döneminden kalmış argümanlarla ve 21. yy da hiç bir karşılığı olmayan ortodoks sosyalizm ve komünizmin sınıf perspektifiyle Ortadoğu gibi insanlığın, erdemliliğin ve vicdani kuralların olmadığı ve etrafı kendisini köleleştiren düşmanlarla çevrili bir çoğrafya da ütopya peşinde bu toplumu koşturmasının, kendi stratejilerine zıt olan küresel güçler tarafından gösterilen dirençleriyle alakalı bir durum olduğu kanısındayım. Kürd siyasal temsilcilerinin daha önce denenmiş fakat insanlığa mutluluk ve refah getirmesi şöyle dursun acı, katliam ve trajediler yaşatmış bir ideolojinin peşinde koşmaktan bir an evvel vazgeçtiklerini samimiyetleriyle ortaya koymalıdırlar. Kürdler için bir hedef şaşırtmaktan başka bir şeye yaramayan Amerika ve İsrail ile kronik düşmanlığı gibi halkların çıkarlarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan politikalarından vazgeçerek insanlığın kazanımlarını yeryüzünde silmeye çalışan bu barbarlara karşı insanlığın dişiyle tırnaklarıyla 55 milyon yılda elde ettiği kazanımlarını korumak adına herkesle işbirliği içine girmelidirler. İnsanlığın binlerce yıldır bedel ödeyerek elde ettikleri bütün kazanımlarını 1400 yıl öncesinde kalma vahşiliğin ve barbarlığın sınır tanımadığı, kimin gücü kime yetebilen, yakan, yıkan, talan eden ve köleleştirmeye karşı insanlığın var olma veya yok olma mücadelesiyle şu an karşı karşıyadır. Bunu hak hukuk ile modernizmin sınıf kavramlarıyla sadece ideolojik taraftar toplamaya çalışmak bu vahşilerin amaçlarına hizmet etmekten başka bir şeye yaramaz.Bütün Kürdler. Türk devletinin Kobani halkının tek nefes alacağı borusu olan sınırı, sözüm ona tarafsızlık görüntüsü altında yardımları engelleyerek, onları bu vahşilere yem olarak tutma kararlığını her yönüyle protesto etmelidir. Bu seferde ayağa kalkmadığı taktirde. Yolun sonuna geldiğini kabul etmiş olacak ki Düşmanlarının dinini onlardan daha fazla sahiplenen Kürdler, artık mezarlarını da kazıyıp “Ruhumuza el fatiha” diye okumaya başlasınlar.
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/gencettin-oner/997-duenyanin-en-yalniz-ve-dostu-olmayan-tek-halki-kuerdler
Şaşırdık mı? Hayır!..
izledim. güleyim mi ağlayayım mı bilemedim.
“türkiye devletine karşı olmak başka bir devletin adamı olmaktan başka ne anlam ifade eder?” Söylediklerinizi kulaklarınız duyuyor mu? Bu, tarihteki ve bugünkü bütün devrimcileri başka bir devletin adamı olmakla suçlamaktır. Ayıptır. Siz kendi devletinizin NATO üyeliğini sorgulayın önce.
Sn. gün Zileli, Aydınlıktan Kaçanlar kitabını okudunuz mu? Okuduysanız ne düşündüğünüzü merak ettim. Yazınızın başlığı bir an o kitabı hatırlattı.
“IŞİD’i protesto” eylemlerinde Atatürk heykellerini yakmak… Orantısız zeka budur!
İP karşıtlığı yine gözünüzü kör etmiş. IŞİD konusunda bizim kafamız nettir. Bu dergileri bu ay yayınlıyoruz:
http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/53384-islamin-tarihselligi-emperyalizm-ve-laiklik.html
https://www.facebook.com/TeoriDergisi/photos/a.162126543810745.34037.162126410477425/793995203957206/?type=1
Kobani’nin arkasından ağlayacak en son kişiler sizlersiniz. Siz ve sizin gibiler “Suriye Devrimi”, “zalim Esad”, “Rusya-Çin emperyalizmi” edebiyatı yaparken, daha en başından (2011’den) beri AKP’nin savaş politikasına karşı en ön cephede biz mücadele ediyorduk.
okudum ama pek kayda değer bulmadım doğrusu. Kitabın yazarı da sanırım fetullahçı kesimdendir.
”Yükselen yöneticisinin konumu ve aldığı açılar, güç kullanımının maksadı aşan boyutlara varabileceğine, ya da hüküm ve güç sahibi olma iddiası ile ortaya çıkan kişilerin, göründüğü kadar sağlam bir kaynağa/niyete/özgüvene sahip olmayabileceklerine işaret etmektedir.
Bu DOLUNAY, atacağımız adıma, edeceğimiz lafa, savunacağımız fikre zemin oluşturan ALGI ve NİYETLERİ çok iyi incelemeden, ne yapacağımıza karar vermemek gereken bir zamandır ”……diyor Juno…
—
Benim de üzerime 3 gündür bir DUR ,SESSİZ DİNLE..sadece suya kulak ol hissi geldi ki sormayın…Yönümü her sabah doğuya cevirirken dün sabah batıya, suya döndüm yüzümü…. güneş arkamdan doğdu…Konuşasım yok ,sadece bütün varlığımla anda öylece durasım var…Algılarım tavan..telefonum bile beni yansıttı dün.. Komple kilitlendi..
Büyük tabloyu görmeden hareket dahi etmemek zamanlarındayız.. Ortalık kara çakal gölge enerjisi kaynıyor.. Kendini var kılmak için üzerine her an yapışması olası…şaşmış beşer kendini insan sanıyor…Allah için insanlık için savaştığını söylüyor.
İnsan olmak için ne olur bir adım geri dur ve nerede ve kim olduğunu hatırla…net göreceksin hüküm ve güç sahibi olma iddiasında olan aslında ne 🙂 Sahte benliklerin gümbürtüsü kopuyor ..ya sabır… ….
Sevgilerrr xoxo
“IŞİD’i protesto” eylemlerinde sadece Atatürk heykelleri ve büstlerinin, Türk bayraklarının ve okullarının yakılması yeterli değil. Türk terör devletinin yıkılması gerekir.
”Karanlık”grubunun bu işbirlikçi tavrı bu gün ortaya çıkmış bir durum değildir.Sizinde gazetenin başında bulunduğunuz dönemde,mahalle mahalle devrimci hareketlerin etkinlik alanlarını ve militan kadrolarının isimlerinin yayınlandığı bir dönem yaşandı bu gün gelinen nokta çok anlaşılır karanlık bir geçmişten aydınlık çıkmaz
Yorum, bir halka hakaret içerdiği için yayınlanmadı.
Dodğru. O süreç 1975’te başlamıştı. İhbarcılık yapıldığını Havariler adlı kitabımda açıkça belirtmiştim. Beni hatırlattığınız iyi olmuş ama ben bunları on yıldan fazla zaman önce yazdım.
bu sitede her gun turk halkina hakaret edilecek,siz yayinlayacaksiniz bu nasil cifte standarty..ıyy nefrett
—
YILIN YAZISI….
Bayrak – Yılmaz ÖZDİL
Elim varmıyor.
Yazmıyorum.
İlla ısrar ediliyor…
“Bayrağı yaz!”
*
Nesini yazayım birader…
PKK’nın tanık, TSK’nın sanık olmasına şaşmadınız da,
bayrağımızın indirilmesine mi şaştınız?
Habur’da havayi fişekle karşılamalarını,
UEFA kupası kazanmış gibi
otobüsün üstünde tur attırmalarını yadırgamadınız da,
bayrağın indirilmesini mi yadırgadınız?
Diyarbakır’a karışırız diyen Barzani’yi
AKP kongresinde onur konuğu yapıp,
Türkiye seninle gurur duyuyor diye alkışlamalarından
rencide olmadınız da,
bayrağın indirilmesinden mi rencide oldunuz?
*
Saçılıma karşı çıkanlara “iki cihanda lekeli” demediler mi?
Türkülerinde “barutun kokusu düştü burnuma,
dört bir yana istiyorum dibinden patlatayım,
adamlar gibi dağlara düşeyim,
tutmak istiyorum Kürdistanımı” diyen Şivan Perver’e,
barış güverciniymiş gibi, düet yaptırmadılar mı?
*
DEP kongresinde,
HADEP kongresinde,
DEHAP kongresinde,
DTP kongresinde,
BDP kongresinde,
Ankara’nın göbeğinde, bayrağımız indirilmedi mi?
BDP milletvekilleri, kameralar önünde, göstere göstere,
Kalaşnikoflu teröristlerle sarılıp kucaklaşmadı mı?
Tayyip Erdoğan’ın akıl hocalarından olan AKP milletvekili
“PKK’nın zulme karşı mücadele ettiğini” söylemedi mi?
AKP yöneticisi “Türk yoktur” demedi mi?
“Ulus devlet Allah’ın belasıdır” diyeni,
“Türk üst kimliği bölücüdür” diyeni,
“devletten yana değil, dağdakiyle birlikte yaşamak isterim” diyeni,
“Türk bayrağı demeyelim,
Türkiye bayrağı diyelim” diyeni…
“Akil adam” yapmadılar mı?
*
“PKK’yla masaya oturduğumuzu iddia edenler şerefsizdir” diyen
Tayyip Erdoğan, kiminle masaya oturdu?
Apo’ya Diyarbakır meydanında
“Ulusa Sesleniş” konuşması yaptırmadılar mı?
“TSK cami bombalayacaktı” iftirasını aylarca manşet yaparlarken,
“isteklerim yerine getirilmezse 50 bin kişiyle halk savaşı olur,
bundan önce yaşananlar devede kulak kalır” diyen Apo’nun,
İmralı tutanaklarını sansürlemediler mi?
Apo açık açık “AKP’yle ittifaka gireceklerini,
kendi isteklerinin yerine getirilmesi karşılığında
Tayyip Erdoğan’ın başkanlığını destekleyeceklerini” söylemedi mi?
Bizim yalaka basın, koşa koşa gidip,
Kandil’deki basın toplantısını naklen yayınlamadı mı?
Devletin valisi “Abdullah Öcalan’ı takdirle karşılıyorum” demedi mi?
*
Apo posteri taşımak suç olmaktan çıkarılırken,
otomobiline Atatürk posteri yapıştıranlara trafik cezası kesilmedi mi?
19 Mayıs yasaklanırken, TC kaldırılırken,
PKK bayrağı serbest bırakılmadı mı?
PKK bayrağıyla alakalı suç duyurusunu inceleyen savcılık,
“sarı kırmızı yeşil renkler, PKK sembolü manasına gelmez,
Senegal’in
Gana’nın
Kamerun’un bayrağı da yeşil kırmızı sarıdır” deyip,
takipsizlik vermedi mi?
*
PKK kurşunuyla tekerlekli sandalyeye mahkûm olmuş,
şeref madalyalı subayımız,
PKK itirafçısının yalanlarıyla intihar ettirilmedi mi?
Oslo kepazeliği yüzünden MİT Müsteşarı’nı ifadeye çağıran savcı,
anında uçurulmadı mı?
*
İsmet İnönü’ye “Hitler” denmedi mi?
Sabiha Gökçen’e “soykırımcı” denmedi mi?
Şehitlere “kelle” Apo’ya “sayın” denmedi mi?
Şehitlere kelle dediği için Tayyip Erdoğan’ı
“üç kuruş” tazminata mahkûm ettiren avukatı,
Silivri’ye göndermediler mi?
Bu tarihi kararı veren kadın hâkimi,
adalet bakanının talimatıyla yargılamaya kalkmadılar mı?
Gazilere haciz gelmedi mi?
Şehit babasının kapısına icra dayanmadı mı?
10 şehidimizin toprağa verildiği gün,
Tayyip Erdoğan şarkıcılarla beraber Somali’ye gitmedi mi?
8 şehidimizin toprağa verildiği gün,
dışişleri bakanımız, başbakanımızın eşi ve kızıyla beraber
Myanmar’a gidip, Myanmarlılara ağlamadı mı?
15 şehidimiz varken,
AKP milletvekili stadyumda sünnet düğünü yapmadı mı,
bakanlar kirve olmadı mı?
25 şehidimiz varken,
AKP’nin valisi AKP’nin Necdet beyine sucuk hediye etmedi mi?
*
Libyalıları, Filistinlileri, Yemenlileri, Mısırlıları, Suriyelileri
ambulans uçaklarla Türkiye’ye getirip,
özel hastanelerde ücretsiz tedavi ederken,
Cumhurbaşkanına hediye edilen beygiri bile
özel uçakla Ankara’ya getirirken…
Şehitlerimizin tabutlarını kamyonet kasasında taşıyıp,
gazilerimizi şehirlerarası otobüsle göndermediler mi?
Gaziler, otobüs biletlerini bile kendi cebinden ödemedi mi?
*
“Parası olan var, olmayan var, parası olan bastıracak parayı,
askerlikten kurtulacak,
parası olmayan askerlik yapacak,
ben şahsen Tayyip Erdoğan olarak böyle bir sorumluluğun altına girmem, referandum yaparım,
çünkü biz kimsesizlerin kimiyiz” dedikten sonra,
şak diye, bedelli çıkarmadılar mı?
“Ensesi kalınsa, canı sağ olsun,
garibansa, vatan sağ olsun” demediler mi?
Analar ağlamasın ayağıyla,
kaçanın anası ağlamaz’a getirmediler mi?
*
Anayasa Mahkemesi önündeki “adalet nöbeti”nden
tek kelime yayın yapmayan şerefli(!) basınımız,
Diyarbakır belediyesi önündeki anneler nöbetinden
7 gün gün 24 saat canlı yayın yapmıyor mu?
Diyarbakır’daki anneler anne de,
Ankara’dakiler kelaynak sürüsü mü?
Diyarbakır’daki annelerin evlatları PKK’nın elinde esirken,
subay annelerinin evlatları kendi ordusunun elinde esir değil mi?
*
Hukuku eğip büküp, İmralı’yı Kandil’i meşru hale getirirlerken…
Anayasa Mahkemesi gayrimilli ilan edilmedi mi?
*
TÜSİAD’a vatan haini diyenlerin,
PKK’ya vatan haini dediğini duydunuz mu?
*
PKK cirit atarken,
ömrünü terörle mücadeleye adamış Genelkurmay Başkanı
terörist suçlamasıyla müebbet hapse mahkûm edilmedi mi?
“Bayrağı korumaya yeminli” kuvvet komutanlarımız,
pırıl pırıl subaylarımız hapse tıkılırken,
AKP’nin cankuşu Hilmi efendi
“kasaptaki ete soğan doğramam” demedi mi?
*
İmralı’yla muhabbete gıkını çıkarmayan Necdet bey,
Hasdal’da söyledikleri afişe edildi diye
CHP’yi mahkemeye vermedi mi?
İmralı legal de, Hasdal illegal mi?
*
Kışlaya molotof atıp, askeri üsteki bayrağımızı indirdiklerinde,
Necdet bey’in sabrı taşmazken…
Aynı Necdet bey,
sessiz çığlık eylemine katıldı diye,
emekli tümgeneralin eşi Derya Beştepe’ye
“orduevine giriş yasağı” koymadı mı?
*
Ve, hâlâ diyorsunuz ki,
indirilen bayrağımızı yaz…
Neyini yazayım birader?
Sıkmayın canınızı,
Hindistan’da Pakistan’da olur böyle şeyler mi diyeyim?
*
Bayrak düşerse…
Vatan düşer.
*
Saklı gizli yok, her şey gözünün önünde cereyan ediyor…
Bir daha oy ver,
Türk bayrağını indirdikleri askeri üsse
Kürdistan bayrağı diksinler mi diyeyim? / Yılmaz Özdil
…
İşinize geldimi katil t.c. İşinize gelmedimi korbanını kurtar dimi
Provokatör “Tilki” İş Başında!
Derin devlete (üç kuşaktan beri) göbek bağı ile bağlı olan Ertuğrul Kürkçü, Kürdistan’da iç kargaşa çıkarmak ve Kürdleri bir birine kırdırtmak için harekete geçti.
Kürkçü, Kürdler içine yerleştirildiği gün Nasname olarak bir değerlendirme yapmıştık ve Kürkçü’nün, Doğu Perinçek ve yalçın küçük’ten boşalan kadroya atandığını; “Kürdistan’ın yeni sömürge komiseri” olduğunu söylemiştik.
Kürdleri ulusal sorundan uzaklaştırmak için ortaya atılan “halkların kardeşliği” söyleminin mlitanlığını yapan Kürkçü, sömürgeci devleti korumak için PKK’li Kürdleri “Kürdlük adına” devlete hizmetçi yapıyor ve onları adeta kobay olarak kullanıyor.
Kobanî’de yaşanan trajedinin Kürdler üzerinde yarattığı etki haklı tepkilere neden oldu ve Kürdistan’ın her yerinde halk adeta ayağa kalktı. Bu ayağa kalkış, devletten çok PKK/HDP’yi tedirgin ettii. Çünkü PKK/HDP’nin ön gördüğü entegrasyon projesini sekteye uğratacak ve mücadeleyi ulusal bir zemine oturtacak şekilde halk isyan etmeye başladı. Belki de ilk kez PKK’li olmayan Kürdler bu kadar yoğun olarak sokaklara çıktılar ve yine ilk kez ulusal simgelerle eylemlerini gerçekleştirdiler. PKK tabanının öfkesi de devlete ve IŞİD çetelerine yönelikti ama yaşananların devletsizlikten kaynaklandığının da bilincine varıyorlardı. Bu nedenle devletsizliği” kurtuluş” olarak sunan PKK/HDP politikaları da bir anlamda darbe yedi.
Sömürgeciliğin simgeleri olan Türk bayrağı ve Atatürk büstlerine karşı yapılan eylemler, eylemcilerin sorunun özüne yöneldiğini gösteriyordu. Ne var ki bu haklı eylemlere ilk tepki HDP’den/Selahattin Demirtaş’tan geldi. Demirtaş, bu haklı eylemleri kınamakla kalmadı aynı zamanda eylemcileri “provokatör” olarak ilan etti.
Devletin sömürgeci simgelerine yönelmeyi “provokatörlük” olarak gören HDP, kendilerini “kanları pahasına” TC Meclisine gönderen PKK tabanını “provokatörlük” ile suçlayacak kadar devletçi olduklarını bir kez daha kanıtladılar.
Kürdlerin öfkesi devlete yönelmişken her zamanki gibi karanlık güçler devreye girerek hedef şaşırttılar ve devlete derin bir nefes aldırttılar. Devlete derin bir nefes aldırılırken aynı zamanda Kürdistan’ı kaosa sürükleyecek çok tehlikel adımlar da atılmış oldu.
Özellikle Diyarbakır’da yaşanan olaylar, sömürgeciliğe karşı gelişen ulusal tepkilerin “PKK-Hizbullah” çatışmasına dönüştürülerek zeminini kaybetmesi amaçlıyordu.
Kürdistan’ı kaosa sürükleyecek olan böyle bir çatışma, Kürdleri bir birine kırdırtacağı gibi ulusal sorunu da sistemin rejim kavgasına dönüştürerek haklı davayı/tepkiyi özünden koparacaktır.
Kürdlerin Türk bayrağını ve Atatürk büstlerini hedef alması provokasyon değil, sömürge bir halkın haklı mücadelede yönelmesi gereken öncelikli hedefleridir.
Şayet bir provokasyondan söz edilecekse, Ulusal sorunu “laik-dindar” kavgasına dönüştürmek isteyenlerdir esas provokatörler. Bu provokatörler Kürdlere ve Küdlerin ulusal haklarına karşı devletçi bir refleksle hareket ediyorlar.
Bunun en somut örneği de, Teşkilatı Mahsusa’dan beri devletin istihbarat birimlerinin kadrosunda yer alan bir kültürün ürünü olan Ertuğrul Kürkçü’nin yaptığı açıklamadır.
Kürkçü yaptığı açıklamada, “ Kimi kentlerde ve kentlerin ilçelerinde sokağa çıkma yasağı ilan etmek, orduyu kentlere sokmak, halkı askerle karşı karşıya bırakmanın yanı sıra, IŞİD paralelindeki silahlı çetelerin de ellerini serbest bıraktı. Dünden bu yana pek çok ölüm olayının arkasında bu Hizbullah saldırıları var.” Dedi…
Kürkçü’nün bu tilkice/kurnazca açıklamasında iki nokta dikkat çekicidir.
Birincisi; halkın asker ile karşı karşıya getirilmesinden duyduğu rahatsızlıktır. Sömürge bir halk devletin askeri gücüyle doğal olarak karşı karşıya gelecektir. Kürkçü’nün bilinç altında 68’lerden kalma “Ordu Millet el ele” sloganı ve “devrimci Türk ordusu” algısı vardır hala.
Kürkçü’nün, kutsadığı ve zarar görmesini istemediği Türk ordusunun Kürdistan’daki tüm katliam ve soykırımlarda başrol oynadığı gerçeği Kürdler ile HDP anlayışı arasında uzlaşmaz bir karşıtlık olduğu gerçeğini çok net olarak göstermektedir…
İkincisi; Kürkçü’nün sorunu Hizbullah sorununa indirgemesi ve açıkça Hizbullah’ı (HÜDA-PAR’ı) hedef göstermesidir. Devletin değişmez politikalarından biri olan ve ne yazık ki bu güne kadar başarılı olan “Kürdü Kürde kırdırtma” politikasının sözcülüğünü yapan Kürkçü, Kürdleri hedeflerinden şaşırtarak “bir birinizi yiyin” politikasının başarısı için açıkça provokatörlük yapmıştır.
Böyle mimli ve kirli insanlar “Kürdlerin sözcülüğünü” yaptığı sürece başarı elde etmek olanaklı değildir. Dahası şimdiye kadar olduğu gibi yine Kürdler zarar görecek ve yine devlet/devletçiler kazanacaktır. Doksanlı yıllarda yaşanan “PKK-HİZBULLAH” çatışmasında ne Kürkçü gibi Kemalist devletçiler ne de Türk-İslamcı devletçiler zarar görmedi. Sadece ve sadece Kürdler zarar gördü. Yine aynı oyunu sahnelemek isteyen devlet ve devletin siyasetteki sözcülerine bu fırsat verilmemelidir. Olası PKK-HİZBULLAH çatışmasında Kürdistan kaos yaşayacaktır; Kürdistan’da kaos yaşandığında da Kürkçü ve benzeri provokatörler Bodrum’da tatil keyfini çıkaracaklardır.
En başta PKK tabanı bu kirli oyuna karşı dikkatli olmalıdır ve Kürkçü gibi atanmış devlet komiserlerini devre dışı bırakmalıdır. Aynı şekilde ortamı kışkırtmaya çalışan Türk-İslamcı devletçileri de HÜDA-PAR tabanı dışlamalıdır.
Kürdlerin ulusal sorunu tüm olumsuzlukların temel nedeni iken, mücadeleyi mecrasından çıkarmak ve “rejim” kavgasına dönüştürerek Kürdleri piyon olarak kullanmak provokatörlüktür ahlaksızlıktır.
Şayet birilerinden hesap sorulacaksa, PKK, Türk-İslamcı devletçilere; HÜDA-PAR’da Kemalist devletçilere yönelmelidir. Birbirlerinin tabanına yönelerek sadece Kürdlere zarar vermiş ve devlete hizmet etmiş olurlar.
Bu konuda herkes duyarlı davranmalı ve devletin/devletçilerin kirli oyununa karşı soğukkanlılığını koruyarak olaylara bakmalıdır…
Özgür Bireyler Topluluğu olarak, Sömürge komiseri Ertuğrul Kürkçü’nün açıklamalarını/provokatörlüğünü lanetlerken herkesi de bu tür provokatif açıklamalara karşı net tavır almaya çağırıyoruz; provokasyon uyarısının etkili olması için provokatörleri teşhir etmek şarttır…
Haber/Yorum
08.10.2014
http://www.nasname.com/a/provokator-tilki-is-basinda
Bu sitede Türk halkı da dahil hiçbir halka hakaret edilmesine izin verilmez. Bu yüzden Kürt halkını aşağılayan mesajınızı yayınlamadık. Ama bu mesajınızı yayınlıyoruz.
Türk halkına değil Türk devletine karşıyız. Ama bu halkın ezici çoğunluğu bu devleti destekliyorsa kusura bakmasınlar ben bir Türk olarak devlet yanlısı Türklere de karşıyım. Türk devleti ırkçı, soykırımcı bir devlettir. 21.yüzyılda dünyanın hiçbir ülkesinde 1930 Kemalizmi gibi herkese dayatılan bir resmi ideoloji saçmalığı yoktur. Kemalizm faşizmdir. Bunu kendileri söylüyorlar;
1932 ve 1941 tarihli iki gazeteyi gösteriyorum. Başlık: “Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler.” Bundan daha önemli belge olur mu? Bitmedi, diğer bir gazete. “Kemalist Türkiye’den faşist İtalya’ya selam” altında İnönü’nün İtalya’ya gideceği yazıyor.
http://www.patronlardunyasi.com/haber/Tarihi-mansetlerle-CHP-yi-vurdu/124302
Adını anmak bile istemediğim -RTE’nin deyimiyle bu insan müsveddesinin- soykırımcı, işgalci bir ordunun askerlerine “şehit” demesiyle Nazi askerlerine şehit demek arasında hiç fark yoktur.
PKK’yi suçlamadan önce Dersim, Ermeni, Rum katliam ve tehcirlerinin hesabını verin.
“Kürdistan’da yaşanan tüm insanlık dışı olayların sorumluları birincil dereceden sömürgeci devletlerdir ve bu sorunların yaşanma nedeni de Kürdlerin devletsizliğidir. Kobanî’de yaşanan trajediyi de bu genel tespitin dışında değerlendirmek olanaklı değildir.”
Irak, Libya, Mısır Devleti de ne oldu? Böyle ezbere sarılmış yazıp duruyor… Keşke bu kadar kolay olsa… Olsa ne güzel olurdu! Ama olmuyor işte… Kürdistan Devleti olmakla her şey bitmeyecek; belki çok daha korkunç şeyler yaşanacak… “Nasıl bir Devlet” yanıtını içeren bir devlet açıklanmak zorunda; Her devletin “bir tür mafyatik şebeke” olduğuna inanarak ama Kürtlerin acısını biraz olsun azaltma ihtimali olan bir Devletten mi söz ediliyor?
***
“Kürdler için bir hedef şaşırtmaktan başka bir şeye yaramayan Amerika ve İsrail ile kronik düşmanlığı gibi halkların çıkarlarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan politikalarından vazgeçerek insanlığın kazanımlarını yeryüzünde silmeye çalışan bu barbarlara karşı insanlığın dişiyle tırnaklarıyla 55 milyon yılda elde ettiği kazanımlarını korumak adına herkesle işbirliği içine girmelidirler.”
Bu “55 milyon” bir yazım hatası olmalı ama bu cümle ne anlatmak istiyor; “Amerika ve İsrail ile kronik düşmanlığı gibi halkların çıkarlarıyla uzaktan, yakından ilgisi olmayan politikalar” … İslamcı Fanatizme karşı ABD-Batı yanlısı olmak… Moderniteden yana olmak!
***********************************************
Ne kafa karışıklığı ama! Ayrı devlet, federe devlet, otonom yapılar, ABD-Batı yanlısı Devlet… Türkiye içinde Ankara’da iktidar paylaşımlı devlet………….
İstenilen de bu! Kürtler paramparça olsun; Recep TC kazansın!
***
Açılım yapan “adamdan” beklenirdi ki, “analar ağlamasın” diyen adamdan… “Kobani’ye saldırırsanız, sizi ezerim!” Böylece Türk Kürt birlikte kader ortaklığı yolunda yol alınırdı! Olmadı! Samimiyetsiz adamdan, bu samimiyeti bekleyen var mıydı?
Görüldü ki, “açılım” da, Kürt’lerin aşına katılmış bir “müsekkin’miş!” “Çocuğun” yalancı memesine sürülmüş bal! RTE’nin işi “oyuna getirmektir!” Yalan, avutma, “ucunu gösterme”, ümit verme… Adamları eliyle “pembe hayal-ufuklar”… Bu hayaller içinde “mest olmuşken” sırtına inen bıçağı bile hissetmezsin!
Buna “usta siyaset” diyorlar…. Tipik Orta-Doğu riyakar siyaseti… Arap-Muhibbi’lik elbette böyle olmak zorunda değil ama tarihsel olarak da yakışıyor ama!
Kürt meselesi sö konusu olduğunda Türk statükocunun çeşitli fraksiyonları nasılda tespih tanesi gibi yan yana dizilip ittifak yapıyor.
Ha aydınlık ha barbar işidir.açın dersim jenosidine bakın.işidle aynı soykırımcı çizgide buluşuyorlar.
Örnek verdiğin Arap ülkeleri bu duruma uymuyor. Çünkü bunlar aslında ulus ve ülke değildir, yapay uluslar ve ülkelerdir. Kürtleri birleştirecek bir ulus kimliği ve bir ülke var.
Mısır ve Fas, siyasi mevcudiyeti oldukça eskiye dayanan devletler olmakla birlikte uzun süre kolonyal vesayet altında yaşamışlar ve iç işlerine hakim olamamışlardır. Afganistan öteden beri iç işlerinde bağımsızdır; ancak bu ülkenin, hiçbir devirde gerçek bir devlet niteliğine kavuştuğu söylenemez. 1912’de bağımsızlığa kavuşan Arnavutluk, daha önce bir siyasi birim olarak varolmamış bir yerdir. Suudi ve Haşimi krallıkları 1920’lerde yoktan var edilmiş; Suriye ve Irak’ta ise, 700 yıl aradan sonra ilk siyasi kurumlar, 1920’lerde kolonyal yönetim altında şekillenmiştir. Öbür İslam ülkelerinin tümü, 1945’ten sonra tarih sahnesine çıkmış siyasi oluşumlardır.
http://nisanyan.com/?s=soru-17
Taner Akçam: Irak, İngiliz salaklığının ürünü, suni bir yapıdır!
Taraf Gazetesi yazarı Taner Akçam, Irak’ta ortak kimlik olmadığını ve ancak bir diktatörlük tarafından bir arada tutulabileceğini söyledi
10 yılı aşkın, konuyla ilgili her yazımda bu fikri tekrar ettim. Irak diye ortak bir kimlik yoktur; Irak İngiliz salaklığının ürünü ortaya çıkmış ancak bir diktatör tarafından birarada tutulabilecek suni bir yapıdır. Bu diktatörlük kalktığı an Irak kendi doğal yapısına dönecek ve etnik- dinsel kimlikler etrafında bölünecektir. Olan budur. Şimdi Batılı- Doğulu tüm güçlerin timsah gözyaşları dökerek, Irak’ın birlik ve bütünlüğü üzerine nutuklar atmalarına gülsem mi ağlasam mı bilemiyorum.
Basit ama gerçekten çok basit gerçekler var ve bunları alt alta sıralamakta fayda var:
1) Osmanlı eğer Irak denen coğrafyayı yüzyıllarca yönetimi altında tuttu ise, bunu bu bölgeyi üç ayrı yapı olarak ele alarak ve bu üç yapı ile merkezden ayrı ilişki kurarak başarmıştır. Kuzeyde Kürtler, Bağdat merkezli Sünni Araplar ve Basra merkezli Şiiler. Bu tablo değişmez. Irak üçe bölünecektir, bölünür. Bu üç ayrı topluluk, Irak denen bir kolektif kimlik altında ileride birleşir mi, zannetmiyorum, birleşse de biz görmeyiz zaten…
2) Lübnan, Suriye, Ürdün, Irak denen devletler suni yapılardır.İngiliz ve Fransızların yedikleri haltın ürünü olarak ortaya çıkmışlardır. İngiliz ve Fransızların kör çıkarları olmasa idi, Yahudiler de dâhil, bölge halkları belki biraz birbirlerini boğazladıktan sonra, coğrafi şartlara da bağlı olarak bazı makul sınırlar içinde birlikler kurabilirlerdi.
Olur mu canım diyeceklere ve de bilmeyenlere hatırlatmak isterim; dönemin Arap hareketinin siyasi lideri Emir Faysal ile Yahudilerin sözcüsü sayılan Chaim Weizmann Ocak 1919’da bir anlaşma imzalamışlardı; ve Ortadoğu’daki (Filistin’deki) toprakların Arapların ve Yahudilerin birarada yaşamalarına yetecek kadar geniş ve büyük olduğunu dünyaya ilan etmişlerdi. Acaba bu Yahudi-Arap ortaklığını kim bozdu dersiniz?
3) Ortadoğu’da iflas eden İngiliz- Fransız dayatması Sykes- Pichot antlaşmasıdır. Sykes-Pichot düzeninin iflas ettiği ve bu antlaşmanın ürünü oluşmuş uyduruk ulus-devletlerin dağılacağı sağır sultanın bile duyduğu, bildiği bir gerçeklik hâline gelmişti. Bunu söylemeyen Ortadoğu uzmanı kalmadı galiba… Bu nedenle, Irak nasıl kurtulur, etrafında yapılan tartışmalar havanda su döğmekten başka bir şey değildir.
4) Tayyip Erdoğan ve Davutoğlu son derece dar kafalı ve beceriksiz siyasetçilerdir. Akıl havzaları ve siyasi ufukları Sünni- İslam dünyası ile sınırlıdır. Bunun ötesine gidecek bir evrenselliğe sahip değildir. Daha önce de yazdım. Sykes- Pichot düzeninin çöktüğü bir ortamda, Ortadoğu’daki farklı etnik din yapıların eşit özgür ve demokratik bir tarzda birarada tutulması ve yeni bir Ortadoğu evi yaratılması mümkün idi. Ama bunun için soruna, etnik- din kimliğinin dar ufuklarının ötesinde, ulus-devlet anlayışının ötesinde bakan geniş vizyona sahip yöneticiler gerekirdi.
5) Erdoğan ve Davutoğlu’nda bu birikim ve ufuk yok. Onlar İslam’ın temel değerlerini insanlığın evrensel ve bölge insanının ortak değerleri olarak formüle edebilecek yetenekten uzak olduklarını gösterdiler ve bundan dolayı da kaybettiler. Bölgedeki güçlü etnik- din kimliklerinden sadece bir tanesi oldular. Alevileri, Hristiyanları, Arap seküler çevreleri açıktan karşılarına alacak kör bir Sünni- İslam fanatizmine düştüler. Esad rejimine karşı demokratik değerleri değil, Sünni- İslam değerlerini öne çıkartan akımlara sınırsız destek vererek etnik- din çatışmasını körüklemekten başka bir şey yapmadılar.
http://t24.com.tr/haber/taner-akcam-irak-ingiliz-salakliginin-urunu-ortaya-cikmis-suni-bir-yapidir,261392
İslamcı Fanatizme karşı ABD-Batı yanlısı olmak… Moderniteden yana olmak!
demişsin.
Rabia Kadir ve ekibinin ABD’den destek alması, solun kafasını karıştıran temel konulardan biri. Bu kafa karışıklığı, ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihsel anlamını kavrayamamaktan ve tümüyle yanlış bir anti-emperyalizm anlayışından kaynaklanıyor. Oysa ulusal sorun üzerine yazdığı sayısız makaleyle Lenin konuya çok büyük bir açıklık getirmişti. Ulusal kurtuluş hareketlerine boyundan büyük anlamlar yükleyen, onları toplumsal kurtuluş hareketiyle karıştıran, ulusal hareketlerin taleplerini sosyalist devrimin görevleri mertebesine yükseltenlere karşı Lenin, döne döne, ulusal hareketlerin özünde burjuva demokratik hareketler olduğunu vurgulamıştı. Bu berrak kavrayıştan hareketle, ulusal bir hareketin başında burjuva bir önderliğin bulunmasının ya da bu hareketin “büyük devletlerden” destek almasının, konunun özünü değiştirmeyeceğini, ulusal sorunun varlığını ortadan kaldırmayacağını ve ulusal taleplerin meşruluğuna halel getirmeyeceğini belirtmişti: “… bir emperyalist güce karşı ulusal kurtuluş mücadelesinden, bazı durumlarda bir başka «büyük» gücün aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanması hali de, sosyal-demokratların ulusların kendi kaderini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.”[2] Bu bakış açısı kaybedildiğinde, diyelim ki Avrupa ya da ABD’den destek alan ya da almaya çalışan ulusal kurtuluş hareketleri bir çırpıda “işbirlikçi”, “gerici”, “emperyalizmin uşağı” vb. ilan edilebilirken, konjonktürel olarak ABD dış politikasıyla ters düşen burjuva hükümetler ve hatta eli kanlı burjuva diktatörlükler bile anti-emperyalist ilan edilip bu gerekçeyle desteklenebiliyor. Bu durumda, diyelim ki, Çeçenler, Kosovalılar, Uygurlar, Iraklı Kürtler vb. “satılmış işbirlikçi halklar” olurken, Hizbullah, Hamas, Saddam Hüseyin, mollaların İran’ı, emperyalist Çin vb. de bir çırpıda anti-emperyalist oluveriyor!
Sonuç olarak, tekrar vurgulayalım ki, ezilen bir ulusun ayrılma ve bağımsız bir ulus-devlet kurma hakkını tanımak şu ya da bu koşula bağlı değildir. Bu hakkın ne yönde kullanılacağı bütünüyle ezilen ulusun bileceği bir iştir. Diğer taraftan bu hakkın koşulsuz bir şekilde tanınması başka bir şeydir, sözkonusu hak için mücadele eder gözüken her ulusal hareketi desteklemek ya da her durumda ayrılık ve bağımsızlık propagandası yapmak bambaşka bir şeydir. Lenin bu tutumu, genelde ayrılık hakkının koşulsuz tanınması, bir ulusal hareketin ise somut duruma göre koşullu desteklenmesi şeklinde formüle etmişti. Komünistlerin Uygur sorununa yaklaşımına da bu formülasyon ışık tutmalıdır!
http://marksist.net/oktay_baran/dogu_turkistan%E2%80%99da_ulusal_sorun.htm
“Ezilen ulus-ezen ulus” ayrımı ulusal soruna dair bir ayrımdır. Siyasal olarak bağımsızlığına ulaşmış, yani kendi ulus-devletini kurmuş bir ulusun hala “ezilen ulus” olarak nitelenmesi doğru değildir. Çünkü ulusal sorunun çözümlendiği yerde “ezilme” kavramı artık çok daha net bir biçimde burjuvaziyle proletarya arasındaki temel karşıtlıkta ifadesini bulur.
http://marksist.net/marksist_tutum/temel_goruslerimiz.htm
DERSİM SORUNU, RADİKALİZM, GERİCİLİK VE HÜMANİZM
Mehmet YILDIZ
Bir süreden beridir Dersim sorununun çözümü için mücadele eden arkadaşların çabalarına bir katkıda bulunmak üzere makaleler yazıyorum. Bu makalelerin bir kısmı Munzur Haber gazetesinde yayınlandı. Yayınlanan makalelerimin biri çok ciddi bir biçimde sansüre uğradı. Bir makalem ise hiç yayınlanmadı (Dersim nasıl kurtulur?). Dersim Forum için de birkaç makale yazdım. Anladığım kadarıyla bu makaleler büyük bir ilgiyle karşılandı. Bunu övünmek için değil, Dersimlilerin çok önemli bir kesimiyle olan fikir birliğimi belirtmek için söylüyorum.
Bir dizi insandan çok olumlu tepkiler aldım. Ben bu işte bir amatörüm. Buna karşın beni bir hayli övenler oldu. Bu insanlara göre ben onların dertlerini iyi dile getiriyormuşum. Beni epeyce yerenler de oldu. Bana küfredenler ve beni tehdit edenler de oldu. Tehdit ve küfür radikal sol gruplara mensup olduğunu tahmin ettigim insanların baştan beri tercihi oldu. Buna hiç şaşırmadım. Çünkü bu insanlar nihayetinde devrim yapmak istiyorlar. Devrim yapmak isteyen insanlar rasyonel tartışmanın politik çelişkileri çözmenin en uygun aracı olduğuna inanmazlar. Sonuçta politik muarızlarına şiddet uygulamayı zorunlu ve en etkili yol olarak görürler. Seninle şiddet uygulamadan tartışmayı ancak belli bir süre için (bazı “objektif ve subjektif koşullar”ın bir sonucu olarak) doğru bulurlar. Bunlar en yakın müttefiklerini bile nihayetinde haklamayı düşünürler. Her grup kendini genellikle Ekim Devrimi öncesindeki Bolşeviklerin pozisyonunda görür. Diğerlerine biçilen ömür en fazlasından Menşeviklerin veya Sosyalist Devrimcilerin ömrüdür.
Ne Türkiye’de ne de Avrupa’da bu gibi “devrimciler”in bir kıymeti harbiyesi vardır. Bunların fikirlerini ve radikal retoriğini kimse ciddiye almamaktadır. Bunların marjinal dünyasına girmek bir züldür. Politika yapacaksanız politik güçlerle ilgilenmek ve onların düşünce ve programlarını esas almak zorundasınız. Politik dünyada esamesi okunmayan marjinal kişi ve gruplarla uğraşmanın mantiki, rasyonel bir açıklaması yoktur. Onun için ben bu grup ve kişilerle tartışmak istemiyorum. Benim o dünyada bir işim yoktur.
Birkaç gün önce Seyfi Cengiz beni gericilikle suçlayan bir yazı yazdı. Şiddete dayalı radikal projeleri yahut devrimleri tehlikeli, ütopik ve yararsız bulmam Seyfi Cengiz’e göre benim gerici olduğumun kanıtıdır.
Hümanizm gericilik değildir. Bence gerici olan, hayal aleminde yaşayan retorik (insanları etkilemek veya ikna etmek üzere dizayn edilmiş ancak samimiyetten uzak ve abartılar içeren dil rhetoric demek istiyorum) devrimcisi Seyfi Cengiz’in kendisidir. Seyfi Cengiz tsunamiden kurtulan Sri Lankalılara veya Endonezyalılara benzeyen Dersimliler arasında sınıfsal ayrım yapmadığım, yani felaket mağdurlarını büyük burjuvazi, küçük burjuvazi, proletarya, zengin köylüler, yoksul köylüler vb. gibi sınıfsal kategorilere ayırmadığım için beni bilim ve devrim adına ayıplıyor. Ben Seyfi Cengiz’in bu sınıfsal analiz metodunu Dersimliler için çok abes buluyorum. Dersimliler tsunami mağduru Sri Lankalılara veya Endonezyalılara benziyorlar. Pılı pırtıdan başka bir şeyi olmayan Dersimlileri sosyal sınıflara ayırarak sınıf kavgasına tutuşturmayı tasarlayan Seyfi Cengiz’i aklı selime davet ediyorum. Sırf proleter bir devrimin öncüsü olacaksınız diye tsunami mağdurlarının arasına fitne-fesat sokmayın. Ayıptır, günahtır!
On yıldan fazladır politikayla uğraşmıyorum. Yukarıda da belirttiğim gibi, bu tip politik polemiklerden hiç hazzetmiyorum. Tekrar politikaya soyunmak yahut bazılarının ömür boyu süren takıntısı olan “büyük lider olma” arzusu gibi bir arzum da yoktur. Beni ilgilendiren tek konu Dersimlilere yönelik siyasal-etnik baskıların son bulması ve Dersimlilere etnik-kültürel kimlik özgürlüğünün verilmesidir. Dersim’in kültürel kimliği bütünüyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Dersim’de Kırmanciye’nin çekirdek ailesi fiilen yok olmuştur. Yani Dersim’de artık çocuklar Kırmancki öğrenerek konuşmayı öğrenmiyorlar. Dersim’in geleneksel köyleri de yok olmuştur. Keza Dersim çok büyük göç vermiş ve sonuçta özellikle Dersim’in kırları tamamen insansızlaştırılmıştır.
Dersim’in bu durumu yukarıda da belirttiğim gibi bana tsunamiye maruz kalmış ülkelerin durumunu hatırlatıyor. Hatta Dersim’deki tahribat daha ağırdır, çünkü kültürel tahribat fiziksel tahribattan daha zor onarılır.
Benim zihnimdeki Dersim portresi budur. Dersim’in mevcut portresi beni çok endişelendiriyor. Sorun şu: bu koşullar altında ne yapabiliriz? Bu konudaki düşüncelerimi bir kez daha özetlemek istiyorum. Bu düşüncelerimin Dersimliler tarafından iyi anlaşılması benim için her şeyden önce gelir. Bu nedenle bu makalede Seyfi Cengiz veya diğer radikal solcularla bir polemik yapmak yerine, bağımsız olarak düşüncelerimi daha anlaşılır kılmayı hedefledim. Bunun daha yararlı olacağına inanıyorum. Yer yer Seyfi Cengiz’in düşüncelerini söz konusu etsem bile, bu durum asıl amacımın bu olduğu gerçeğini karartmayacaktır.
Marjinal, bağnaz, ilkel, irrasyonel ve asosyal kişi ve grupların Dersim sorununu doğru buldukları yöntemlerle ele almaları onları ilgilendirir. Benim arzuladığım demokrasi, insan hakları ve hümanizmi esas alarak Dersimin etnik-kültürel kimliğinin tanınması için Avrupa hukuku çerçevesinde mücadele eden güçlü bir kitle hareketinin örgütlenmesidir. Bu gibi bir örgütlülük yaratılmadan etkili bir mücadele yürütülemez. Marjinal grup ve kişilerin bu hareketin omurgasını oluşturması davamızı etkisizleştirir ve hatta meşruyetine zarar verir. Demokrasi, hukuk, insanhakları, hümanizm, rasyonalizm bizim için geçici araçlar değil, her zaman bağlı kalınması gereken değerlerdir. Benim önerdiğim mücadele biçiminin “devrimci” olmadığı doğrudur. Devrimcilik, sağlam ahlaki temellerinin olup olmadığını bir yana bırakınız, biz fukara Dersimlilere mi kaldı? Bizim öncelikle yapmamız gereken yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan etnik-kültürel kimliğimiz için özgürlük talep etmek ve bu özgürlügü fiiliyatta iyi kullanmaktır. Konuyla ilgili düşünce ve önerilerim kısaca şunlardır:
1) Dersimliler genetik yahut kültürel mirasları/yapıları gereği her zaman belirli veya homojen politik bir eğilime sahip değildirler. Dersimliler kültürleri gereği özgürlük, demokrasi ve insan haklarından yanadırlar. Dersimliler, özellikle okumuş Dersimliler, toplumsal adaletten yanadırlar. Bu nedenle Dersimliler genellikle anti-kapitalisttirler diyebiliriz. Ancak bütün bu eğilimlerinin mantıki bir sonucu olarak Dersimliler devrim ve komünizm yanlısıdırlar veya öyle olmak zorundadırlar diyemeyiz. Her solcu, anti-faşist veya anti-kapitalist devrim ve komünizm yanlısı olmak zorunda değildir. Örneğin Batı Avrupa’da çok sayıda solcu, anti-faşist, anti-emperyalist, anti-kapitalist politik kişi ve kuruluş var. Buna karşın Batı Avrupa’da devrim ve komünizm yanlısı politik bir parti yoktur. Politik bir parti olabilmek için hatırı sayılır kitlesel bir desteğe sahip olmak gerekir. Bu nedenle kendini “parti” olarak tanımlayan “devrimci” grupcuklar gerçekte parti sayılmazlar.Avrupa’da devrim ve komünizm yanlısı olan insan sayısı hemen hemen yok denilecek kadar azdır. Öyle gözüküyor ki, Batı Avrupa’da devrim ve komünizm yönünde yapılan çok önemsiz sayıdaki kişisel tercihleri sosyal bir fenomen olarak değil, daha çok psikolojik bir feomen olarak tanımlamak gerekir. Sonuç olarak Dersimlilerin geleneksel solculuğunu devrimcilikle özdeşleştirmek abesle iştigaldir. Dersimliler solcu eğilimlerini devrimden veya komünizmden yana olmak gibi bir aşırılığa vardırmadan da sürdürebilirler. Bunda utanılacak bir yan yoktur. Bu son derece normal, medeni ve humanist bir tutumdur. Örneğin dünyanın en ünlü solcularından biri Amerikalı profesör Noam Chomsky’dir. Chomsky kapitalizme, emperyalizme faşizme vb. karşıdır. Fakat Chomsky devrim ve komünizm yanlısı değildir.
2) Zülmün veya tiranlığın hüküm sürdügü her yerde isyan meşrudur. Dersimlilerin tarihlerinin çoğunlukla isyan tarihi olması, Osmanlının ve Cumhuriyetci Türklerin adil davranmamalarından kaynaklanmıştır. Osmanlılar ve Türkler Dersimlilerin kültürel kimliklerini tanımış olsaydılar, Dersimliler silaha sarılmazlardı. Örneğin İsveçlilerin Norveçlilerin bağımsızlık talebi karşısında ortaya koydukları medeni tutumu Türkler benimsemiş olsaydı, o bölgede tam bir barış hüküm sürerdi. Tarihimizin isyanlarla veya katliam yapmak isteyen güçlere karşı direnişlerle dolu olması, bizim halk olarak her zaman tercihimizi silahlı çatışmalardan veya devrimlerden yana yaptığımız anlamına gelmez. İsyanların veya katliamcı ordulara karşı ortaya konulan direnişlerin istatistiğinden hareketle Dersimlinin politik tercihi açıklanamaz. Kaldi ki Dersimliler kan dökülmemesi için her seferinde elinden gelenin azamisini yapmışlardır. Tarihimizdeki isyan sayısına bakarak Dersimi devrimci çalışma için elverişli bir saha olduğunu saptayanlar bizi politik projelerinin ömür boyu kölesi haline getirmişlerdir. Her normal halk gibi, bizim de (durum ne kadar elverişsiz olursa olsun) barışcı veya reformcu yolu tercih etme hakkımız vardır. Barışçı, reformcu veya pasifist yolu tercih edemiyoruz. Bizim rızamız alınmadan kapımızın önüne kadar getirilmiş olan çatışmalardan çok zarar gördük ve hâlâ görüyoruz. Türk toplumunu hiç ilgilendirmeyen küçük bir grup insanın çevrede silahla dolaşması Devlet terörünün Dersim’de had safhaya ulaşmasına yetiyor. Dersimlilerin Türk devletine karşı hiç bir zaman sempatileri olmadı. Dersimliler her zaman güçsüzden yana oldular. Ancak Dersimlinin bu eğilimi onun değişmeyen devrimci savaşcılığını ortaya koymaz. Hiç bir halk sürekli çatışma ortamında kalarak mutlu bir yaşam kuramaz. “Aslanlar diyarı Dersim”deki ve İstanbul, İzmir, Mersin ve Ankara gibi büyük şehirlerdeki Dersimlilerin büyük çoğunluğu şu anda aç, işsiz ve perişandır. Geçim derdi Dersimlinin belini bükmüştür. Dersimlinin Marks, Lenin, Stalin, Mao veya Seyfi Cengiz ile ilgilenecek hali kalmamıştır. İsveç’ten veya Almanya’dan “aslanlar diyarı Dersim”e gecenin tam ortasında methiyeler düzmek kolaydır. Dersimlilerin yararlandığı bir sosyal güvenlik sistemi yoktur. Avrupa’nın sosyal güvenlik fonlarından geçinerek gerginliklerden uzak ve yorucu olmayan bir hayat süren ve Dersimliler için ömürboyu devrimci olmayı uygun, mümkün ve hatta zorunlu gören insanları ciddi ve saygın politik düşünürler olarak kabul etmek mümkün değildir. Hiç bir halkın politik tercihi yıllar ve asırlar boyu aynı kalmaz. Dersimlilere süreklilik arzeden bir devrimcilik atfedenler Dersimlileri adeta aptal yerine koyuyorlar. Dersimliler normal, vicdan sahibi, hümanist ve rasyonel insanlardır. Sürekli biçimde devrim yanlısı olma gibi radikal bir tercih üzerine normal bir yaşantı kurmak mümkün değildir. Her an ölmeyi veya öldürülmeyi beklemek çok ağır bir iştir. Dersimlilerin her türlü gerginlikten uzak, normal ve sıradan insanlar olarak yaşama arzuları ve hakları vardır. Bu hakkın ihlali temel bir insan hakkı ihlalidir.
3) Devrimcilik sadece bir düşünce olarak kaldıktan sonra (yani tıpkı Seyfi Cengiz’in devrimciliği gibi) demokrasilerde bunun en aşırı biçimdeki sözsel ifadesine bile müsaade ediliyor. Devrimcilerin parti, dernek, konferans, seminer, eğitim çalışması, liderlerin “bilimsel” çalışmaları, teorik açıklamalar, karşıdevrimci güçlerin bu liderler tarafından ideolojik olarak teşhir ve tecrit edilmesi, yayın, piknik, kamp, gece, anma, kutlama, gösteri, yürüyüş vb. gibi faaliyetleri bu sınırlar içinde kalmak koşuluyla tam bir özgürlük içinde sürdürülüyor. Bu düşüncedeki insanlara verilen kitlesel bir destek söz konusu olmadığı için kimse bu grupların düşüncelerini umursamıyor. Bu insanlar talep ettikleri zor kullanma ve öldürme hakkını fiiliyatta kullanmak isteseler, kendilerini yargıç karşısında bulurlar ve uzun yıllar toplum içine çıkamazlar. Cezalarını tamamlayıp dışarı çıktıklarında da bunların ayak bileklerine elektronik bir cihaz bağlanarak kontrol altında tutulurlar. Diktatörlüklerde durum farklıdır. Hukuk devleti olmayan bu devletler adeta birer işkence ve cinayet şebekesidirler. Örneğin Türkiye’de retorik devrimcileri bile öldürüldü, işkence edildi ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Türk devleti ırkçı-faşist bir katliam, işkence, tecavüz ve baskı örgütüdür. Bu gibi bir devletin mensuplarına silah çekmeyi yadırgamak onun içindir ki kolay hazmedilir bir şey değildir. Devletin kolluk kuvvetlerini oluşturan caniler canilik yapmakta tamamen serbest oldukları halde, onlara karşı silah kullanmamayı hangi ahlaki veya hukuki temelde açıklayabiliriz ki? Türkiye’de 1980-2002 yılları arasında uygulanan ve herkes tarafından bilinen devlet terörünün bir bilançosunu çıkarmak bu makalenin amacı değildir. Ancak faşist terörü silahla durdurmak isteyen küçük veya büyük gruplar bu amaçlarında başarılı olamadılar. Üstelik giderek hasımlarına benzediler. Toplum onları desteklemedi. Devlet bu gibi örgütlerin mensuplarına karşı akla gelebilecek her türlü insanlıkdışı “mücadele” yöntemini kullandı. Bu insanlar feci bir travma yaşadılar. Baskılar ve toplumun onları desteklememesi bu grupları daha da hırçın ve acımasız yaptı. Kendilerine karşı bile çok acımasız oldular. Korkunç acılar çekerek tuttukları orucu, ölüm veya tedavisi mümkün olmayan ciddi sakatlıklarla sonuçlandırdılar. Örgüt içinde ajan sayısı da arttı. Gerçekte ajan olan kimdi? Bunu bilen de yoktu. “Araştırmalar”da giderek artan bir biçimde Türk devletinin metod ve tekniklerini kullanmaya başladılar. Trabzon’da bildiri dağıtan sempatizanlar linç edilmek istendi. Bu olay Türk toplumunun ne kadar iğrençleştiğini ve sol düşmanı haline geldiğini gösterir. Fakat bu insanlar (yani “silahlı Devrimci gerilalar”) Dersimlilerin onları evine almama veya ekmek vermeme hakkını tanımıyorlar. Dersimlileri kurşuna diziyorlar, kulak ve burunlarını kesiyorlar. Bunu dile getirdiğiniz zaman bunların en adaletlileri bile “hatadır ancak herkese maledilemez”. Yahut “elbette adı geçen grup bir özeleştiri yapmalıdır. Hıdır Akçicek amcanın onuru iade edilmelidir” gibi hiç bir vicdan sahibi insanın kabul edemeyeceği Stalinci veya Pol Potcu zalim şeyler söylüyorlar. Özetle, Türk devrimcilerini şiddet yolunu bırakıp hümanizme dönmelerini önerirken: a) Devrim büyük ve tehlikeli bir projedir. Devrimcilik öldürmek yetkisini talep etmektir. Barbarlıktan sonra neyin geleceği belli değildir. Bütün devrimler barbarlıkla sonuçlandı. Devrimin liderleri birbirlerini bile yediler. İnsanlığı koşulsuz bir biçimde bu liderlere teslim etmek çılgınlıktır. İşleri şiddet aracılığıyla çözmeyi program edinenlerin kirleneceklerini ve normal insan olmaktan uzaklaşacaklarına inanıyorum, b) Türk toplumu devrim istemiyor. Tüm devrimci çalışmalar sonuçsuz kalıyor. Türk toplumunun 70 yıldır bir türlü emaresi gözükmeyen gelecek devrimciligini nerden biliyorsunuz? Siz tanrı mısınız? Devrim ve komünizm kaçınılmaz değildir, c) bütün bu söylediklerim sizin için bir sey ifade etmiyorsa bile lütfen Dersimlilerin yakasını bırakın!
4) Ben insanoğlunun eşitsizlik, adaletsizlik, yoksulluk, özgürlükten yoksunluk vb. gibi büyük sorunlarının nasıl çözülebileceğini bilmiyorum. Ben, diğer bir deyişle, Seyfi Cengiz’in bildiğini iddia ettiği şeyleri kesinlikle bilmiyorum. Altı milyar insanın sorunlarının nasıl çözülebileceğini bilmesi için insanın, takdir edersiniz ki Einstein’dan da daha zeki olması gerekir. Oysa sosyal bilimlerle Andreski’nin söyledigi gibi, çoğunlukla ortalama bir zeka düzeyine sahip olan akademisyenler ilgileniyor. Bundan olmalı ki, ben akademik dünyada Seyfi Cengiz’in bildiğini iddia ettiği şeyleri bilen bir Allahın kuluna rastlamadım. Benim Dersimlilere önerim şudur: Siz küresel çözümleri Seyfi Cengiz’e bırakıp AB’nin Türkiye ile olan ilişkilerinden yararlanarak etnik-kültürel kimliğinizi yok olmaktan kurtarmaya çalışın. Size hiçbir ideoloji, devrimci tasarı, kehanet, peygamber, mesih gerekmiyor. Siz siz olun ve kültürünüzü kullanın bu size yeter. Avrupalılara neyi kurtarmak istediğinizi söyleyin bu yeter.
Saygılarımla,
Mehmet YILDIZ
http://www.geocities.ws/dersimsite/dersimsorunu.html
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/dogu-perincek/53640-dogu-perincek-turkiyeyi-birlestirenler-iktidar-olacak.html
Bugüne kadar yanlı yapılan yayınlara çok güzel bir cevap olmuştur. Ben de okuyan, yazan insanların kendi yaşadıkları coğrafyanın insanlarını nasıl tanımamış ollduklarını, aynı zamanda – kardeş derken – düşman olarak gördüklerini anlamış değilim gerçekten. Yıllardır bunları yaptılar da ellerine ne geçti. Geçmişi gözden geçirsinler. Ama unutmamak gerek Gün Zileli, onun gibi düşünenler az değil.
IŞİD yetmedi kürtlerarası savaşmı emredildi size?
Kürtlerin ülkesi kanla ve vahşetle kuşatılmışken, kadınlarına ve çocuklarına kadar öldürülürken her kimki Hizbullah’a PKK yandaşlarını hedef gösteriyorsa kürtleri katledenlerin müttefiki ve suç ortağıdır. Yine aynı şekilde her kimki PKK yandaşlarına Hizbullah’ı hedef gösteriyorsa pratikte kürtlerin yanında durmak yerine kürtleri kuşatan güçlerin suç ortağı haline gelmiştir.
Önce şiddet yöntemleri kesin bir şekilde insanlıkdışıdır, şiddetten bunalan, şiddetle kuşatılan bir toplumun asla iltifat etmemesi gereken bir yoldur. Kürtler hak ve özgürlükleri için meşru savunma durumundadırlar, şiddet hak ve hürriyet kazanmanın yöntemi değildir. Şiddet ve hele kürtlerarası şiddet kürtlerin dünyaca kabul gören haklılığına gölge düşürür, kürtleri destekleyen halklarda tereddüt yaratır, hatta desteklemekten caydırır.
Kürtlerin kendi aralarında tam birlik sağlama imkanları yoksa bile kürtlerarası nedensiz ve gereksiz çatışmalar yaratarak zorlukla yaşamda kalmaya çalışan milletin enerjisini üstelik IŞİD barbarlığını çağrıştıracak şekilde birbirlerine tevcih etmelerini istemek, kürtlerin dikkatini maruz kaldıkları zulümden alarak birbirleriyle çatışmaya, varolan takatini bölünmeye ve güçsüzleşmeye yöneltmektir.
Bizatihi PKK ve Hizbullah tarafından kürtlerin karşıtlıkları kaşınarak, kışkırtılarak, kürtler arasına kan davaları sokularak güçsüzleştirilmiş kürtleri bugün gösterdikleri ölüm-kalım direnişinde içerden vurmak, kürtleri meşru savunma pozisyonundan çıkararak birbirleriyle savaştırmak, kürtleri bilinçli bir şekilde katlettiren devletlerden başka hiç kimseye fayda getirmez. Kürtlere en büyük zararı getirecek olan kürtlerarası çatışmalardır.
Kürtlerin uygar olduğu kadar sekuler bir yaşamı seçmeleri ve bu konuda ısrarlı oluşları anlaşılır olduğu kadar doğru bir tercihtir. Unutulmasınki şiddet karşıtlığı da uygar ve sekuler yaşamın olmazsa olmaz kuralıdır.
Kürtler arasında radikal islama karşıtlığın ivme kazanması bugün önümüze konmuş tabloya bakıldığında kaçınılmaz bir sonuçtur. Ortadoğu’da radikal islamın sabıkaları hesaplandığında karşı çıkmanın doğru bir muhakemeye dayandığı, anlaşılır nedenleri olduğu aklı başında her kürt tarafından kabul görür. Ancak bu karşıtlık siyasi karşıtlıkla sınırlanmak zorundadır. Şiddet yöntemleri her biri kürt olan siyasi islamcıların dönüştürülmesi imkanlarını ortadan kaldırdığı gibi giderek kemikleşmelerine ve büyümelerine hizmet eder. Sömürgeci devletlerin istediği tam da budur; gelişen kürt hareketi karşısına bir kalkan dikmek, kürtlerarası çekişmeyi ve şiddeti teşvik ederek kürtlerin bu kalkana çarpmasını sağlamak ve böylelikle ardan sıyrılmak..
Hizbullah ve benzeri sair örgütler bu nedenle kurulmuştur, devlet bu örgütleri eğitmekle kalmamış bir dönem silahlandırmış ve bizzat yönetmiştir. Daha kısa zaman önce tüm yöneticilerini baraj kapağını açar gibi cezaevinden çıkarıp bu nedenle piyasaya salmıştır. Tüm bunlar kürtler tarafından biliniyor. Kürtlere düşen tüm bunların nedenlerini bir kez daha düşünüp devletin hazırladığı tuzaktan sakınmaktır. Kürtlerin Hamas’a ihtiyacı yoktur, amansız karşıtlıklarla, kan davalarıyla Hamas büyütmeye ihtiyacı yoktur. Bu nedenle kürtler her halükarda şiddet içeren yöntemlerden kaçınmak, iç ihtilafları şiddetle çözmeye kalkışmaktan kaçınmak, kürtleri şiddetle sindirmeye yeltenmekten kaçınmak zorundadırlar.
Kürdistan’a bunca savaş, bunca zulüm, bunca katliam yetmiyormu bir de iç karşıklık isteniyor sorusunu her kürt önüne koymak zorundadır.
Hizbullah’ı fazla suçlamanın gereği de yoktur. Kürdistan’da iç ihtilafları kanlı yöntemlerle kışkırtan, kürt muhalifleri kaçıran, katleden, PDK’nın kürtlere yardımını engelleyerek kürtleri ölüm kuşatmasının kucağında bırakan parti de en az Hizbullah kadar devletin yedeğine düşmüştür ve iç çekişmeleri teşvik etmiştir. Yurtsever kürtleri ister Hizbullah yandaşı olsun isterse PKK yandaşı bu tesbitimizin dışında tutuyor ve kendilerine zulme karşı direnmeyi emreden yüreklerindeki kürt ve Kürdistan sevgisinin gereklerine uymaya davet ediyoruz.
Aynı mahallelerde, yanyana evlerde, aynı yoksulluk ve zulümle büyüdünüz, hepiniz aynı inkara ve haksızlığa maruz bırakıldınız. Birbirinize ellerinizi uzatın ve omuzdaşlık edin, yek diğerinizi sırtından vurmak kürtlerin felaketi olur ve zaten felaketin tam da ortasındayız. Sizlerin göreviniz felaketi büyütmek değil bertaraf etmektir. Hepiniz bu felaketin altında kalırsınız, zira bu felaket herhangi bir örgüte değil kürtlerin tümüne yöneltilmiş, kapsamlı, çok aktörlü, her parçada icra edilen bir felaket olarak bugüne kadar yaşananların en büyüğü en kanlısıdır.
Kendine yurtsever diyenler binbir dereden su getirip şiddet amigoluğu yapacaklarına eğer bir nebze yurtseverlik varsa bu felaketi başımıza getiren kapıya tepki yöneltmelidir. Kapı sahibi kapısına köpek dikmişse onunla dalaşmak sizin amaçlarınıza ulaşmanızı engeller. Kürtlerin birbirleriyle dalaşı bundan başka sonuç yaratmaz.
*
Öcalan ihanetimi zayıflıyor?
Bir Salih Müslim bularak kürtleri parçalar ve kuşatmaya düşürürsünüz, yanan her kürt yüreği Öcalan’ın safına meyleder.
Hizbullah bu oyunun farkına vararak kendi içinde devlete tavırlı olmayı öngören bir kamplaşma, giderek bölünme işaretlerimi veriyor?
Saldırtırsınız PKK yandaşlarını Hizbullah’ın üzerine, örgüt savunma refleksiyle yekpare kalır ve devlet bu örgüt üzerinde tesis ettiği patronluğunu sürdürür.
Devlete böylesi lazım.
Kürtler sizin neye ihtiyacınız var, size lazım olan nedir?
http://cebaxcor.blogspot.com/2014/10/isid-yetmedi-kurtleraras-savasm.html
Hizbullah yanlısı bir yazı bu. Fakat işin ilginç yanı, Hizbullah da MİT’in hazır kıtası.
Hizbullah yanlısı değil. Aksine Hizbullah-PKK çatışmasının provoke edilerek Kürdü Kürde kırdırma tehlikesine dikkat çekiyor.
HA İŞİD HA İP, İKİSİ DE SOYKIRIMCI
1938 Dersim Katliamı Belgeseli – Part 1
http://www.youtube.com/watch?v=GkR2Yb64vVI
1938 Dersim Katliamı Belgeseli – Part 1
Dersim 38 Belgeseli – Çayan Demirel
dersımın kayıp kızları belgeselı full
http://www.youtube.com/watch?v=295tyDGsDYI
GÜN ZİLELİ SEN HALA ANLAMADIN TÜRK HALKININ BAŞTA KÜRT HALKI OLMAK ÜZERE DİĞER HALKLARLA EŞİR OLDUĞUNU VARSAYMAK BİLE BAZILARINA HAKARET GİBİ GELİYOR.
BİRGÜL AYMAN GÜLER VARDI CHP Lİ VEKİL NE DİYORDU BANA KÜRT HALKIYLA TÜRK ULUSUNUN EŞİT OLDUĞUNU SÖYLEYEMEZSİNİZ DİYORDU.
Hizbullah’ı kayırarak olmaz bu.
B.A.Güleri günahım kadar sevmem, ama doğru bilgi verin. Söylediği şey “kürt halkı” değil, “kürt milliyeti” idi. “Türk ulusu” ile “kürt milliyeti” dedi. Bu da ayrı bir sorun olarak görülebilir elbette ama asla kastettiği “türkle kürt eşit değildir” gibi aptalca birşey değildi. Anlamak istediğiniz gibi anlamayın lütfen.
Ne farkı var anonim 9
Türk ulusunun devlet dahil statü Hakkı var ,Kürt milliyetinin yok demek.ulusların kendi kaderini Amentü etmiş Türk soluna duyrulur
Kürdü Türk görmeye devam ediyor Birgül ayman,eskiden bu Kürtler dağ Türk’ü diye formüle edilip çarpıtılıyordu.mızrak çuvala sığmayınca bu noktaya geldi.”kürt milliyeti”
sadece açıklamak için söylüyorum, katıldığım için falan değil. B.A.Güler açıklamaları ile şunu kastediyordu.
Türk ulusu, bütün etnisitelerin (kürt, türk, laz, çerkes vb) ortak adıdır. Türk ulusu derken bu ülkedeki bütün etnisitelerin üst kimliği kastedilmektedir. Kürt milliyet, türk milliyeti, çerkes milliyeti vb ise alt kültür tanımlamalarıdır.
Bu doğrudur yanlıştır ayrı konu. Zaten fiilen de böyle birşey başarılamadı, buna kalkışılmadı bile.
Ancak söylediğini doğru aktarmak zorundayız. Karikatürize etmeden. O sözünde “kürt halkı türk halkıyla eşit değildir” gibi bir anlam yoktu.
BA.Gülerin söylediği şu:
Kürt milliyeti,
Türk milliyeti,
Laz milliyeti, vb
Bütün bunların hepsinin toplamına “Türk ulusu” denir. Adına Türk ulusu demeyelim mesela Anadolu Ulusu diyelim. Ama üst vatandaşlık sıfatını kast etti “Türk Ulusu” olarak.
B.A.Gülerin mantığındaki sakatlık “türk kürde eşit değildir” değildi. Oradaki sakatlık ne peki? Sözleri gayet iyi:hiçbir alt milliyet, üst vatandaşlık kimliğine denk olmamalı, “kürt milliyeti türk ulusu” na denk olmamalı. Ama mesele şu ki “türk milliyeti türk ulusuna denk ve eşit”. Sen Türk ulusu diye sadece tek bir “milliyet”in kültürünü tarihini Oğuz Kaanları Mete Hanları okutuyorsun, diğer milliyetleri yok sayıyorsun.
Bu kadar asimilasyonun olduğu bir ülkede söyleyince komik oluyor tabi BA.Gülerin sözleri.
Bunları niye yazıyorum: düşmanınız bile olsa sözlerini doğru aktarmalıyız, karikatürize etmemeliyiz.
Atatürk milliyetçiliği, vatandaşlığa dayalı bir ulusal kimlik öngörür mü?
Ve bu ülkenin liderliğine kalkışan bir Cumhuriyet çocuğu “Bu ülkenin sorunu ‘Ne mutlu Türküm diyene’ dememizden kaynaklanıyor. ‘Ne mutlu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım’ desek mesele bitecek” diyor.. Atatürk’ün bu sözünün ne anlama geldiğinin dahi farkında değil.. “Ne mutlu Türk olana” ile, “Ne mutlu Türküm diyene” arasındaki o çok ama çok önemli farkı dahi göremiyor, görmek istemiyor.. Atatürk ırkçılık yapmıyor.. Atatürk Orta Asya’dan gelenleri ayırmıyor.. “Türküm” demek yeterli.. Anayasa’ya da onu yazmış zaten.. (Hıncal Uluç, Sabah 2.9.1994)
Atatürk tarafından formüle edilen ve Türkiye Cumhuriyetinin resmi düşüncesine esas teşkil eden “Türk” kavramının, TC vatandaşlığı koşuluyla sınırlı, objektif ve kapsayıcı bir kimlik tanımı olduğu tezi son zamanlarda sık sık duyulur olmuştur. Bu görüşün, kısmen kavram kargaşasından, kısmen de tarihi olgulara ilişkin eksik bilgilenmeden ileri geldiği kanısındayız.
I.
“Türk olan” ile “Türküm diyen” deyimleri arasındaki ayırımı 1970’lerin başında Türk düşünce hayatına kazandıran, yanılmıyorsak, Bülent Ecevit’tir. Daha önceki yaklaşık kırk yıllık literatürde böyle bir ayırıma hiç değinilmemiş olması ilgi çekicidir.
Türklerin Orta Asya’dan dünyaya yayılarak çeşitli ulusları egemenlikleri altına almış bir üstün ırk oldukları görüşünü, Atatürk 1930 yılından itibaren büyük bir ısrar ve ciddiyetle savunmuştur. Bu görüşü savunan ders kitapları yazılmış, marşlar ve operalar bestelenmiş, reisicumhurun direktifiyle Anadolu’da onbinlerce insanı kapsayan kafatası ölçümleri yapılmıştır. Orta Asya kökenli olmadığı halde bir insanın Türk – ya da en azından “öz” Türk – olabileceği fikrini, Atatürk’ün 1930’dan sonraki beyanlarıyla bağdaştırma olanağı yoktur. “Ne mutlu Türküm diyene” ibaresini kullandığı Onuncu Yıl (1933) söylevinde de Gazi’nin “Türküm” deme yetkisini lalettayin herkese mi verdiği, yoksa aslen Türk olup, Türklük bilincini, gururunu, ülküsünü vb. yeniden keşfedenleri, ya da ünlü ifadesiyle “titreyip kendine dönenleri” mi kastettiği, sanıldığı kadar belirgin değildir.
II.
Son derece bariz, ve bariz olduğu kadar önemli bir mantıkî ayrıma yeterince dikkat edilmediği kanısındayız.
“TC vatandaşı olan herkes Türktür” şeklindeki objektif (hukuki) tanım ile, “Türk dilini, kültürünü, ulusal ülküsünü benimseyen herkes Türktür” şeklindeki subjektif (iradî) tanım arasında ciddi bir anlam ve kapsam farkı bulunur. Kemalist literatürde yaygın olarak kullanılan tanım bunlardan birincisi değil ikincisidir. Birtakım muğlak ve istisnai ifadeler dışında, birinci tanıma ne Kemalist ideolojide, ne resmi uygulamada, ne günlük kullanım dilinde rastlanmaz.
Kemalist ideolojide rastlanmaz: TC vatandaşlarının bir kısmı Türkçe konuşmazlar; “Türk kültürünü ve ulusal ülküsünü benimsemek” şeklinde tanımlanan siyasi iradeye de sahip olmayabilirler. Yakın zamana kadar, özel yaşamında Türkçe konuşmak (ve çocuklarına Türkçe adlar vermek) Türk ülküsüne bağlılığın başlıca belirtisi sayılmıştır. Bu anlayışla sık sık “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları başlatılmış; Türkçe konuşmayanlar sokaklarda ve basında taciz edilmiş; devlet memuriyetinden çıkarılmaları, üniversitelere alınmamaları, hatta sınırdışı edilmeleri yönünde baskılar görülmüştür.
Bu tür eğilimler, ilginçtir ki, kamuoyunun “Kemalist” diye bilinen kesiminde daha çok rağbet görmüştür. Özellikle 1930 ve 40’lı yıllarda “Kemalizm” – ya da o dönemde daha sık kullanılan deyimiyle “idealistlik” – hemen münhasıran bu temalar etrafında şekillenmiştir. 1950’lere doğru nisbeten tavsamış gözüken ulusal-ülkücü irade, özellikle 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 ihtilallerini izleyen yıllarda Atatürkçü söylemle birleşerek yeni bir hayatiyet kazanacaktır.
Günlük dilde rastlanmaz: Bin yıldan beri dile yerleşmiş olan “Türk” kavramı, TC vatandaşlığı koşuluna indirgenemeyecek kadar güçlüdür. Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya vatandaşı olan birtakım “Türklerin” bulunduğu bilinmektedir. Buna karşılık TC vatandaşı olan gayrımüslimlere “Türk” denmesi, çok küçük bir devletçi-idealist zümre dışında, kulağa doğal gelen bir hal değildir. Örneğin Osmanlı devrine ilişkin yazılmış hemen her kitap ve makalede, “Türkler ekonomik olarak gerilerken azınlıklar zenginleşmişti” gibi ifadelere rastlanır. Azınlıkların “Türk” olmadıkları varsayılmıştır.
Resmi uygulamada rastlanmaz: TC yasalarının bazılarında TC vatandaşı olmayan “Türklerin” ve “Türk” olmayan TC vatandaşlarının varlığı kabul edilmiştir. Örneğin 1934 yıl ve 2510 sayılı İskân Kanunu, “Türk ırkından olan” muhacir ve mültecilerle, “Türk ırkından olmayan” fakat TC vatandaşı olanlar arasında, hak ve özgürlükler açısından önemli ayrımlar getirmiştir. Günümüzde dahi devlet memuriyetine kabul koşullarında, “TC vatandaşı olmak” ile “Türk olmak” arasında, resmen olmasa bile zımnen tanınan ve herkesçe bilinen bir ayrım vardır.
Özetle: Türklük ile TC vatandaşlığı arasında bazı yazarlarca kurulmaya çalışılan özdeşliğin, gerek Kemalist düşünce evreninde, gerekse resmi ve gayrıresmi kullanımda fazla rağbet görmediği anlaşılıyor.
III.
Vatandaşlığa dayalı Türklük tanımının başlıca kanıtı olarak gösterilen 1924 anayasasının 88.ci maddesi, sanıldığı kadar vazıh değildir. Madde, “Türk” terimini şöyle tanımlar:
“Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur. […] Türklük sıfatı kanunen muayyen olan ahvalde izae edilir.”
Bu madde, 1876 Kanun-u Esasisinin Osmanlılığı tanımlayan 8.ci maddesinden uyarlanmıştır.
“Devlet-i Osmaniye tabiiyetinde bulunan efradın cümlesine herhangi din veya mezhepten olursa olsun bila istisna Osmanlı tabir olunur ve Osmanlı sıfatı kanunen muayyen olan ahvale göre istihsal ve izae edilir.”
Burada dikkati çeken husus, 1924 metnine eklenen “vatandaşlık itibariyle” deyimidir. Virgüllerle ayrılmamış olan bu deyimin cümledeki fonksiyonu belirsizdir: “Türk” sözcüğünü mü, yoksa “ıtlak olunur” fiilini mi belirlediği anlaşılamaz. Acaba “vatandaşlık itibarıyla Türk” diye – “asıl Türk”ten ayrı – bir hukuki kavram mı yaratılmıştır? Örneğin “şanlı Türk milleti” deyimindeki Türk kavramına, vatandaşlık itibariyle Türk olanlar dahil midir?
İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 2 numaralı askeri mahkemesinin 31.3.1947 tarih ve 947/3 esas sayılı hükmü, bu kuşkuları pekiştirir. Mahkeme ırkçılık ve turancılık suçu isnat edilen sanıkları beraat ettirirken, anayasada sözü edilen “vatandaşlık itibariyle Türk” kavramının “ırk ve soy bakımından ifade olunan Türk milleti” anlamına gelmediğini, ayrıntılı hukuki kanıtlarıyla savunmuştur. Mahkeme kararına göre,
“[Anayasanın 88.ci maddesindeki] ‘vatandaşlık bakımından’ tabiri de, millet halindeki topluluğa ‘Türk’ adının verilmesinin, ancak bu bakımdan [yani vatandaşlık bakımından S.N.] ibaret bulunduğunu anlatmaktadır. […]
“Türk vatandaşı olup kendisine Türk denilen bu kişiler, hakikatte Türk ırkından ve soyundan değildirler. […]
“Bütün bu kanuni hükümler, Anayasa kanununun 88. maddesinde yazılı ‘Türk denir’ tabirinin, yalnız vatandaşlık bakımından olduğunu göstermektedir.”1
Görüldüğü gibi mahkeme, Atatürk’ün bizzat redije ettiği 1924 Anayasasındaki tanımın, “TC vatandaşı olan herkes (mutlak anlamda ve kayıtsız şartsız) Türktür” şeklinde yorumlanamayacağı kanaatini savunmaktadır.
IV.
Türk vatandaşlığının, tıpkı Amerikan veya Fransız vatandaşlığı gibi, birleştirici bir ulusal kimliğe esas teşkil ettiği görüşü, yukarıda belirtilen ayrım ışığında eleştirilmelidir. Bunun için, önce Amerikan ve Fransız ulusal kimlik tanımlarının farklı ve ortak yönlerine, sonra her ikisini Türk millî düşüncesinden ayıran ortak özelliğe kısaca değinelim.
“Amerikalı nedir?” sorusunun cevabı basittir: a) ABD vatandaşı olan herkes Amerikalıdır, ve b) ABD vatandaşı olmayan kimse Amerikalı değildir. Bir başka deyimle ABD vatandaşlığı, “Amerikalı” olmanın gerekli ve yeterli koşuludur. ABD vatandaşı olup Amerikalı olmamak, veya Amerikalı olup ABD vatandaşı olmamak mantıken bir anlam ifade etmeyen deyimlerdir.
Yabancı bir kimsenin ABD vatandaşlığına (ve dolayısıyla Amerikan ulusal kimliğine) kabulü için, “İngilizceye vakıf olma” veya “Amerikan ulusal ülküsüne sadakat” gibi bazı koşullar aranabilir. Fakat Amerikada doğmuş olan bir kimse, bu koşullardan bağımsız olarak, doğum itibariyle vatandaşlık hakkına sahiptir. Bir kez ABD vatandaşı olmuş birinin, “Amerikalı” olmak için uymak zorunda olduğu başkaca bir koşul yoktur. Sözgelimi İngilizce bilmese, kavuk giyse veya ferace taksa, George Washington’dan nefret etse ve bunu yüksek sesle ifade etse de “Amerikalılık” sıfatı zayıflamaz. Aksini ileri sürmek temel insan haklarına karşı ağır bir saldırı kabul edilir ve uygar insanlar tarafından ayıplanır; hatta bazı koşullarda cezai kovuşturmaya konu olabilir.
“Amerikalılık” kavramına bir siyasi irade koşulu (“Amerikan değerlerine” bağlılık, devlete sadakat vb.) ekleme girişimlerine Soğuk Savaşın ilk yıllarında rastlanmışsa da, aklı selim kısa sürede galip gelmiş; Senatör McCarthy’nin adıyla özdeşleşen bu eğilim hızla bertaraf edilmiştir.
Avrupa uluslarının birçoğu, yukarıda verdiğimiz tanımın (b) şıkkından şu ya da bu ölçüde uzaklaşırlar. Ancak tanımın (a) şıkkını reddettiği halde “uygar” sıfatına layık bulunan herhangi bir ulus gösterilemez.
Fransa vatandaşı olmayan Fransızlar vardır. Fakat tüm Fransa vatandaşları, kayıtsız, şartsız, kuşkusuz ve tartışmasız bir şekilde Fransızdır. Fransa devleti, kendi vatandaşlarına Fransız dilini, kültürünü, ulusal ülküsünü vb. benimsetmek için çeşitli gayretler gösterebilir ve nitekim gösterir: ancak herhangi bir nedenle bu gayretlere cevap vermemekte ısrar eden bir Fransa vatandaşının “Fransızlığından” kuşku duyulamaz. Çünkü böyle bir kuşku, eninde veya sonunda, o kişinin temel vatandaşlık haklarının inkârı sonucunu doğurur; bunun da anlamı, en iyi ihtimalde bir çeşit “ikinci sınıf” vatandaşlık statüsü, en kötü ihtimalde ise sınırdışı edilmek veya daha kötüsüdür.
Aynı gözlemler çağdaş Almanya için geçerlidir. “Alman ırkı” kavramının ve dolayısıyla “Alman vatandaşı olmadığı halde ırken Alman olmak” fikrinin oldukça güçlü bir tarihe sahip olduğu bu ülkede, Alman ırkından olmayan bir kişinin Alman vatandaşlığına (ve “Almanlığa”) kabulü hayli katı koşullara bağlıdır. Fakat güçlükleri aşıp vatandaşlığa bir kez kabul edilen birinin, adı Ahmet veya Ayşe dahi olsa, artık Almanlığından şüphe edilemez. Böyle bir şüpheyi ifade etmek dahi, 1949 yılından bu yana, kanunla tayin edilmiş bir suç sayılır. Nazi döneminin talihsiz deneyimleri böyle bir tedbiri zorunlu kılmıştır.
Almanya’da son yıllarda kısmen siyasi kesimin de teşvikiyle yaygınlaşan yabancı düşmanlığı olayları, ülkedeki yabancıları – yani vatandaş olmayanları – hedef almıştır. Buna karşılık Türkçe isim taşıyan bazı Almanlar, parlamentoya ve belediye başkanlıklarına seçilebilmişler, Alman ordusunda görevler alabilmişlerdir.
Almanya’nın vatandaşlık hukuku alanında İkinci Dünya Savaşından sonra başardığı dönüşümü Türkiye’nin ne derece gerçekleştirebildiği ise, tartışmaya açık bir konudur.
Cumhuriyetin ilanını izleyen döneme ait resmi ve siyasi metinlerin birçoğunda “Türklük”, vatandaşlığa ek birtakım kayıt ve şartlara bağlanmıştır. Dolayısıyla TC vatandaşlarının bir kısmının “Türk”, ya da en azından “öz Türk” veya “ırk ve soy bakımından ifade olunan Türk” olmadıkları kabul edilmiştir. Sözkonusu kayıt ve şartların neler olduğunu bir sonraki soruda ele alacağız.
Notlar
1. Aktaran Sançar, İsmet İnönü ile Hesaplaşma, s. 95-96.
http://nisanyan.com/?s=soru-40
HDP/KCK’den Kürdistani Duruşa Hakaret!
Son günlerde PKK/HDP yöneticilerinin açıklamaları yaşanan kafa karışıklığını ve tutarsızlığı göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Herkes farklı bir şey söylüyor; aynı kişi iki farklı açıklamada bambaşka şeyler söylüyor. Tutarsızlık/çelişki ve düşünsel bunalım had safhadadır. Bunun nedeni “Kürdler adına” hareket etmelerine karşın Kürdlüğe dair her türlü ulusal talebi ret etmeleri ve iradeleriyle/düşünceleriyle hareket etme özgürlüğüne sahip olmamalarıdır. En kritik anlarda bile “acaba İmaralı ne der” kaygısı taşıyan iradesiz siyasetçiler, kazara doğru bir açıklama yapsalar da hemen sonra karanlık delhizlerden gelen uyarı sonucu bu kısmi doğrularından çark edip karşıt bir görüş ileri sürebiliyorlar.
Kobanî’de yaşanan Kürd trajedisinden Türkiye’yi sorumlu tutan HDP, halkı sokaklara dökerek amaçsız bir kitlenin kontrolsüzce nasıl savrulabildiğini ve farklı yerlere sapabildiğini acı bir şekilde göstermiş oldu. Devletin/Hükümetin resti karşısında afallayan HDP geri adım atmakla kalmadı, devleti/Hükümeti aklayan açıklamalar da yapmak zorunda kaldılar.
Selahattin Demirtaş’ın açıklamaları dikkatle irdelendiğinde, Kürdlerin siyasi temsiliyet noktasında ne kadar zavallı bir duruma düşürüldüğünü görmek zor değildir.
Demirtaş, ‘Kobanî’de yaşananlardan Koalisyon güçleri sorumludur’ diyerek önceki söylemlerini yalanlamakla kalmadı, açıkça Türk devletini de aklamış oldu.
Öcalan ile “mesajlaşmanın” içeriğini aktaran Demirtaş, her zamanki gibi son sözün İmralı’da söylendiğini bir kez daha ispatlamış oldu. Son sözü İmralı söylediğine göre ve Öcalan MİT direktifleri dışında hareket etmediğine göre son sözü MİT/Devlet söylemiş oldu; her zamanki gibi.
Hem Demirtaş’ın hem de KCK’nin gösterilerle ilgili açıklamaları ise devletçiliklerini göstermekle kalmıadı açıkça kendi tabanlarını da devlet hatırı için harcadıklarını gösterdi.
Gösterilerde en çok eleştirilmesi ve üzerinde durulması gereken nokta ‘iç çatışma’ (PKK-HİZBULLAH) için yapılan provokasyonlar olması gerekirken, en büyük üzüntüleri “Atatürk büstleri ve TC bayrağına’ karşı yapılan eylemler oldu. Oysa gösterilerde Kürdistani olan en güzel ve anlamlı eylemler direkt işgalci zihniyetin simgelerine yönelen bu eylemlerdi.
Gösterilerde Kürdlere karşı yapılan eylemleri önemsemeyen HDP/KCK, devletin kirli simgelerine (Atatürk ve bayrak) karşı yapılan haklı eylemi mahkum etmekle kalmadılar eylemcileri de “provokatör ve soytarı” olarak suçladılar.
Devletin elinde oyuncak olan en büyük soytarıdan aldıkları talimatla kendi kendilerini yalanlayan ve HDP içindeki Kürdistani damarı da “provokatörlükle/soytarılıkla” suçlayan Demirtaş, devleti memnun etmek için çırpınan gerçek bir soytarı olduğunu kanıtlamış oldu.
PKK/HDP öyle bir noktaya gelmiş ki, kendi tabanlarının en ufak Kürdistani bir tutumuna bile tahammül edemiyorlar. Bir devlet projesi olarak kurulan ve Kürdlerin Ulusal Hakları’nı engelleme misyonunu eksiksiz yerine getiren PKK/HDP’den de bu onursuz duruş beklenirdi.
Özgür Bireyler Topluluğu olarak, Devlete karşı gelişen tepkilerde Kürdistani duruş sergileyen yurtseverleri kutluyoruz.
PKK tabanı dahil tüm duyarlı insanlara çağrıda bulunuyoruz: Her eylem direkt devlete ve simgelerine yönelmelidir. Her eylemde ortak değer olarak Ala Rengin taşınmalı ve Ey Reqip haykırılmalıdır. Bağımsız Kürdistan talebi dışında kalan tüm talepler bir şekilde entegrasyonculuğa vardıracağı için “Yaşasın Bağımsız Kürdistan” tek ve ortak slogan olmalıdır.
Tavanda siyasi soytarılar ne kadar döneklik ederse etsin, yurtsever taban Kürdistani bir duruş sergilediğinde Kürdlerin gerçek birliği alanlarda sağlanır ve bağımsızlık yolunda hızla ilerlenir. Özellikle gençlere bu noktada sorumluluk düşüyor. Olgun davranarak halka zarar vermemelidirler ve Kürdler arası bir çatışmanın zeminini oluşturacak devlet kaynaklı provokasyonlardan uzak durmalıdırlar.
Gençler, (hangi siyasi yapıda yer alırsa alsın) yöneticilerini dinlememeli ve Kürdistani tutumda ısrar etmelidirler.
Sorun sadece PKK/HDP yönetimi değildir. Kürdistan’da kendilerine parti/örgüt/hareket diyen tüm oluşumların yönetici kadroları mutlak bir teslimiyet içindedir.
Bu nedenle gençler ve bağımsızlıktan yana olan taban, şefleri/liderleri tarihin çöp sepetine atarak inisiyatifi ellerine almalıdırlar. Ve farklı düşüncedeki tüm Kürdistanlı gençleri bağımsızlık ortak paydasında buluşturarak yaşanan tarihi trajediyi tarihi bir kazanıma dönüştürmelidirler.
Gençler bunu yapmazsa, tüm fedakarlıklarına karşın soytarı yöneticileri tarafından “provokatör-soytarı” olarak suçlanmaktan kurtulamayacaktır. Hep harcanan ve kanları üzerinden politika yapılan Kürdistanlı Gençler artık siyaset cambazlarına kan vermemelidir. Hem düşünsel hem de pratik olarak inisiyatifi eline alma zamanıdır…
Haber/Yorum
09.10.2014
http://www.nasname.com/a/hdp-kckden-kurdistani-durusa-hakaret
Anonim teknik bir kavram üzerinde takılma .meselenin espirisi önemli.tabi bu teknik kavram tarihle birlikte ele alınmalı.kavram senin Dediğin gibi.ben kavramı birebir o dönemin kupürlerine bakarak aktarsaydım tam olurdu.asimilasyon Kürt milliyetinin tarihinin bir parçasıdır.aktüel olarak da devam etmektedir.daha dün Kürt yoktur diyen birgülgiller bu gün kürt milliyeti demektedir.bu bir tarihi süreçtir.
Kürtler şiddetten kaçınmak zorunda, şiddet bir nevi pusudur..
En gelişmiş demokrasiler olan ingiliz ve fransız demokrasilerinde bile irlandalılara, iskoçlara, basklılara yansıyan demokrasiden çok totalitarizmdir. Sömürgelerin demokrasiyi yaşamaları kendi demokrasilerini kurmalarıyla mümkündür. Demokrasi seçme ve seçilme hürriyeti, demokrasi çoğulculuk, demokrasi düşünce ve inanç hürriyeti, demokrasi ifade hürriyeti, demokrasi özgütlenme ve örgütlü siyaset hürriyeti ise buna kendi içimizde yer vermeli kendimizden başlamalıyız.
Mazlum bir milletin egemen millet demokrasisi içine hapsedilmesi yabancıların tarihini yaşamasına koşuttur. Bu şartlarda şiddet süreklidir ve sistematiktir, mazlum milleti sindirmeyi ve şiddete itmeyi amaçlar. Egemen demokrasiler bu yolla kendilerine meşruiyet temin ederler.
Şiddete karşı meşru savunma pozisyonunu seçmekle şiddeti esas alan bir tarzı siyaseten hakim kılmak birbirinden farklıdır. Şiddet siyasetin başlıca aracı değildir, siyaset hiç değildir. Kaldıki meşru savunma sadece şiddete karşı ölçülü ve meşru mukabele tarzını esas almaz. Siyasi ve sivil yöntemler çoğu kez şiddetten daha etkili ve sonuç alıcıdır. Birkaç gün önce kürt milletvekillerine ve belediye başkanlarına çağrım vardı. Türk hükümetinin kanlı politikalarına karşı türk devletinin egemenliğini kabul etmemelerini önermiştim. Kürt seçilmişleri sıfatıyla kendilerini kürt parlamentosu ilan etmeleri, kürtlerin kendi geleceğini kendi devletlerini kurmak şeklinde belirlediklerini ilan etmeleri hem kürtlerin ezici ekseriyetini bileştirirdi hem de bugünkü danışıklı şiddete yol verilmemiş olunurdu.
Kürtlerde seçilmişlik yerine atanmışlık var. Kürtlerin karar ve irade mercii yeryüzünde hiçbir benzeri olmayan bir despot. Bu despotun muhtar olarak bile halkın oyunu bir defa olsun almışlığı yok. Kürtlerde demokrasi olmadığı gibi kürtlerin bir kültür olarak bir yaşam tarzı olarak demokrasiyi önemsediği yok. Demokrasinin olmayışı demokratik yol ve yöntemlerin alternatif olamayacağı anlamına gelmez. Şüphesiz ileri bir demokrasi tecrübe işidir ve gelenek haline gelmesi zaman gerektirir. Bunun için de bir yerden başlamak gerekir. Halk mücadelesi demokratik yöntemlerle zenginleşir ve kazanım sağlamaya başlar, her kazanım demokrasiye olan inancı artırır halkı demokrasi konusunda cüretlendirir. Cılız bir demokrasi bile kaybettiren despotluktan ve şiddetten defalarca daha iş görücü ve kazandırıcıdır. Kürtler, bu gün tam aksi bir yol izledikleri için ilerlemiyor, kazanmıyor, kaybediyorlar. Kazanıma tam yaklaştıkları anda tepe taklak oluyor, gerisin geri gidiyorlar.
Kürt şiddetine bakınız. Kürtler dünyanın hemen her milletinden akın edenlerce öldürülürken kürtler birbirlerini öldürmekle meşgul.
Kürt didişmesi tahammülün değil, tahammülsüzlüğün ve hoşgörüsüzlüğün yarattığı bir sonuçtur, ortaçağ zorbalığından farklı olmayan despotluğun kürt halk kitlelerini bu modern çağda bile hem düşünsel olarak hem siyaseten güdükleştirip zaptu rapt altına almasının yarattığı bir sonuçtur.
Kürtlerin ittifakı yok, çünkü kürtlerin istişaresi ve uygarca mutabakatı yok. Kürtlerin mutabakatı yok, çünkü kürtlerin birbirlerini anlamaları için gerekli tahammül ve tolerans yok. Tüm bunların olması kürtlere şiddetten daha güçlü ve kazandırıcı yol ve yöntemler sunar. Kaldıki kürtlerin bin yıldır savaştıkları ve şiddete şiddet temelinde karşılık verdikleri, buna rağmen ülkelerini muhafaza etmeyi bırakınız bölünmesini ve sömürge statüsünden de geri bir statüye itilmesini engelleyemedikleri tecrübelerimiz arasında.
Sizce kürtlerin neyi eksik?
*
Ulusal siyaset olmadan kendi demokrasimizi kuramaz başkalarının demokrasisine mahkum oluruz. Demokrasi egemenliğin, diğer bir deyişle devlet olmanın bir biçimiyse, kendisi için ulusal devlet istemeyen aslında kendisi için demokrasi filan da istemiyordur.
Egemen ulus demokrasisinin sömürgeye her koşulda antidemokrasi olarak yansıdığı dünya tecrübeleri tahtında apaçık ortada. Devlet istemeyen kanlı ve baskıcı yönetim sürsün, mazlum millet ışık bile görmesin demek istiyordur.
Sömürge olmaktan kurtulmak için tahammül ve tolerans şarttır, çatışma ve şiddet ortamından kaçınmak şarttır. İlk ve asgari şarttır. Böyle olmadığında ulusal siyaseti hakim kılmak şöyle dursun, kürt parti ve grupları arasında ulusal mutabakat bile sağlanamaz.
*
Tayyip Erdoğan’ın “IŞİD’le PKK aynı şeydir” mealindeki demecinden hemen sonra ona hak verdirircesine bir kapışmanın zuhretmesi bir yandan bu kapışmayı kimlerin buyurduğunu açıkça ortaya koyarken, diğer yandan kürtlerin içerisinde parti yönetim kademelerine kadar tırmanmış devlet görevlisi bolluğuna işaret ediyor. Öyleki Erdoğan nezleyim dediğinde hapşırmaya başlıyorlar, her iki cenahın bir orkestra uyumuyla devlet buyrultusuna intibakı başka hiçbir şey değildir.
Erdoğan PKK’ye terörist dedi diye PKK’nin bunun da üzerine çıkarak vandalist olduğunu kanıtlama mecburiyeti yok ama sızdırılmışların devlet adına bu bu sonucu istihsal etme ihtiyacı var.
Erdoğan “PKK ile IŞİD aynı şeydir” sözünü batı koalisyonuna söylüyor, ABD ve sair koalisyon ortaklarını Kobani’ye yapılan müdahaladen caydırmaya çalışıyordu. Bu sözü bu maksatla söylediği açık. Zaten Kobani kuşatması dört bir taraftan bir Türkiye kuşatmasıydı. Öcalan’ın işbirlikçi çizgisine aykırı davranması muhtemel kürtler böylece topyekun ya teslim olacak yada imha edileceklerdi. Ağır basan talep imhaydı, zira teslim olmaları halinde bile imha edileceklerdi. Batı koalisyonu bunun farkında ve Merkel’in ağzından Avrupa’da selefileri seferber edenin, çatışmaya teşvik edenin Türkiye olduğunu açıkça ilan etti. Türkiye içerisinde ise farklı örgütlerin her birine sızdırdığı görevliler nedeniyle eli daha güçlü olan türk hükümeti tek çıkar yol olarak PKK ve Hizbullah çatışması yaratmayı buldu. Her iki kesimin yandaşları da kendi mensuplarını vuran kim olursa olsun vurduranın türk hükümeti olduğunu ve vandalizm yaftasının türk hükümetinin boynuna asılması gerektiğini unutmasın.
*
Son söz yerine;
Şiddet insana saygısızlıktır, şiddet yaşama saygısızlıktır, şiddet topluma saygısızlıktır. Bir insana, bir topluluğa, bir millete uygulanan şiddet insanlığın tümüne karşı işlenmiş suçtur, vahşettir, uygarlığa saygısızlıktır.
Kürtler şiddete başvurmak yoluyla dünyada itibar kaybetmeye ve yalnızlaşmaya itiliyor, tıpkı pusuya itilir gibi. Şiddetten kaçının, şiddetin babası Türkiye’nin kucağına düşmeyin. Bırakın şiddet suçu ve yaftası terörizmden medet umar hale gelmiş türk devletinin boynuna asılı kalsın. Tarihi boyunca aynı suçu işlemiş bu vahşi ve terörist devleti kanemcilik suçundan aklamaya vasıta olmayın. Türkiye aklandığında insanlık nezdinde siz mahkum olursunuz.
http://cebaxcor.blogspot.com.tr/2014/10/kurtler-siddetten-kacnmak-zorunda.html
Bazı arkadaşların Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya yönelik politikalarını çeşitli gerekçelerle göz ardı eden tutumlarını yanlış, dahası tehlikeli buluyorum.
PKK-PYD yöneticilerinin ABD’den Kobane’deki IŞİD mevzilerine hava saldırısı düzenlemesini talep etmelerini kınadığımızda, “her taşın altında ABD’yi aramakla”, “ikide bir asıl tehlikenin ABD olduğu uyarısı yapmakla”, “siyasetsiz ve hareketsiz kalmakla, analizle yetinmekle” eleştirilebiliyoruz. “Saldırı altındayken böyle bir talebin ‘doğal’ olduğunu”, “savaşan odakların ABD’yle de, AKP’yle de pazarlık masasına oturabileceğini” söyleyenlere de rastlanıyor.
Oysa bu bölgede dahi, ABD emperyalizminin girişimlerine karşı mücadele etmeyi gündemin ilk sırasına koymayacaksak, dünyanın başka hiçbir bölgesinde koymamıza gerek yok. ABD’nin 25 yıldır direkt saldırılarla yeniden düzenlemeye çalıştığı, Irak’ı iki kez işgal ederek parçaladığı, şeriatçı çakal sürülerini örgütleyip iç savaş çıkararak Suriye yönetimini devirmeye çalıştığı, şimdi de kendi beslediği bu çeteleri bahane ederek bölgeye yeni bir müdahaleye hazırlandığı, İsrail saldırganlığına koşulsuz destek verdiği, bölge ülkelerinin ve halklarının başına bela olacak ve ikinci İsrail anlamına gelecek kendi hegemonyasında bir “Kürt koridoru”nu açmayı planladığı bir bölgeden söz ediyoruz.
Üstelik ABD’ye göbekten bağımlı, onun her türlü politikasının taşeronluğuna gönüllü, neredeyse ABD’den çok ABD’ci bir iktidarın 12 yıldır hüküm sürdüğü bir ülkenin sosyalistleriyiz. Böyle bir bölgede ve ülkede, ABD emperyalizmine karşı uyanıklığın törpülenmesine yol açacak bir politik tutum -hangi gerekçeyle olursa olsun- tehlikelidir ve bizi sonradan utanacağımız saflara sürükleyebilir.
Bu birinci konu; çok yazdığımız için uzatmaya gerek yok.
İkinci bir konu, çubuğu Kürt hareketine doğru fazlaca büken yaklaşımlardır. Bazı arkadaşlar Kürt hareketi ile “eleştirel bir diyalog” kurma gerekliliğinden söz ediyorlar. “Kobane’de verdiği ölüm kalım mücadelesini ‘Stalingrad direnişi’ne benzeten bir halk gerçekliği ortadayken, ‘sol müdahale’de bulunmamak ve bu eleştirel diyalogdan kaçmak, tarihsel bir sorumluluktan kaçmak anlamına gelmekte”ymiş ve Türkiye solunun bazı kesimlerine özgü “kibirli” tutumun yansımasıymış.
Net yazayım: Ben de o “kibirli”lerden biriyim. Bu arada, 30 yıllık deneyimimin ışığında, Türkiye solunun Kürt hareketi ile ilişkisinin -nerede kaldı “kibirlilik”- “aşağılık duygusu” nitelemesiyle daha iyi açıklanabileceğini düşünüyorum.
Kürt hareketi (PKK-PYD) eleştirilecek yönleri de bulunan bir “sol örgüt” değildir (o günler çok geride kaldı). Kürt hareketi, legal-illegal, silahlı-silahsız her türlü aracı kullanarak kendi davasını güden, kendi stratejisini süren bir bölge gücüdür.
Herkesin bildiği ve kendilerinin de açık açık söylediği gibi, Kürt hareketi, ABD’nin ilk Irak saldırısından beri stratejisini “ABD müdahalesinin yarattığı ‘olanaklar’dan faydalanmak” olarak çizdi. Böylece nesnel olarak emperyalist safın yanına düştü.
Irak’a yönelik iki emperyalist saldırıda milyonlarca Arap katledilirken, çakal sürüleri toplanıp silahlandırılıp Esad yönetimine karşı bir iç savaş örgütlenirken, Türkiye halkının AKP iktidarına karşı ayaklandığı Haziran Direnişinde, Kürt hareketinin aldığı tutumları hep bu strateji belirledi.
Dahası bu strateji, bölgede kayaya çarpan ve yenilmeye başlayan ABD’nin, şimdilik başarı kazandığı iki alanda (Kuzey Irak’ta kendi hegemonyasında bir Kürt devleti kurmak ve Türkiye’de ulusal güçleri tasfiye ederek AKP iktidarını pekiştirmek) izlediği politikalarla tam uyum sağladı ve AKP ile birlikte ABD’nin koçbaşı oldu.
ABD’nin bölgede hakim olduğu tek alanda konuşlanıp da, ABD’ye tek bir kurşun atmadan ve ABD’den tek bir kurşun yemeden “halk savaşı” veya “ulusal kurtuluş mücadelesi” verildiği şimdiye kadar görülmemiştir.
Bu stratejinin Türkiye’nin emekçi halkının çıkarlarıyla ve onun öncüsü iddiasındaki sosyalistlerin stratejisiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Bu kalın hattı kaybedersek ve genel sürecin dinamiklerini göz ardı edip tek tek muharebelere göre politika tespit etmeye kalkışırsak hata yaparız.
Stratejik bir yakınlaşma veya en azından kalın hat çizildiğinde aynı safta kalma durumu var ise “eleştirel diyalog”lardan (ki bunun bir adım ötesi eleştirel ittifaktır) söz edilebilir. Kürt hareketinin 20 yıldır izlediği stratejide bir değişiklik (veya değişiklik belirtileri) var mı? Ben göremiyorum. Hatta işi ABD müdahalesi talep etmeye kadar vardırdılar.
Hemen belirtelim ki yanlış anlaşılmasın: Bu yazdıklarımızın IŞİD çetesinin Kobane halkına yönelik saldırısını protesto etme gerekliliğiyle hiçbir ilgisi yok. Dün nasıl ABD emperyalizminin Bağdat’a bomba yağdırmasına, İsrail faşistlerinin Filistin halkına yönelik katliamına, emperyalist beslemesi şeriatçı sürülerin Suriye’yi kan gölüne dönüştürmesine karşı tepki verdiysek, bugün de IŞİD çetesinin Kobane halkına yönelik saldırısına karşı aynı tepkiyi vereceğiz.
Bu tepkiyi vermek ABD’den hava saldırısı talep edenleri desteklemek değildir. Canı pahasına direnen ve bir katliam tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir halkı desteklemektir. Bir parçamızı, kanımızı, canımızı, ortak geleceğimizi savunmak anlamına gelir.
Bu tepkiyi vermeliyiz ki, yarın “kurtarıcı” rolüyle bölgeye müdahale edebilecek emperyalistlere karşı da mücadele etmeye hakkımız olsun. Bu tepkiyi vermeliyiz ki, yarın Türkiye’de de kapımıza dayanabilecek IŞİD benzeri şeriatçı-faşistlere karşı direnirken bize omuz verecekler olsun.
Üçüncü bir konu, ittifaklar meselesiyle ilgili.
İttifak hiç yapılmaz mı? Tabii ki yapılır. Yeri gelir şeytanla bile ittifak yapılır, politikanın gereğidir bu.
Bir, sağlam bir analize ve stratejiye sahip olarak; iki, bu stratejinin arkasına ciddi bir güç yığabilmişsek, (yukarda yazdığımız gibi kalın hat çizildiğinde aynı safta kaldıklarımızla) ittifaklar gündeme gelebilir.
Özgücün yoksa ittifak yapamazsın, sadece kuyrukçu olursun. Elinde kozun yoksa poker masasına oturamazsın; oturmaya kalkarsan en iyi ihtimalle başkasının kozu olursun.
Türkiye solunun 12 Eylül sonrası tarihi bu tür deneyimlerle dolu. Hemen akla gelenler: İP’in 1985-95 arası Kürt hareketi ile ittifak arayışı; İP’in 1999-2007 arası devlet ve ordunun ulusal kesimleriyle ittifak arayışı; bazı sosyalist parti ve grupların Kürt hareketi ile hâlâ devam eden ittifakı; liberal solcuların 2002-2010 arasında AKP ile ittifak arayışı; İP’in CHP ve MHP ile milli cephe ittifak arayışı… Bunlardan her biri ya hayata geçemedi ya hüsran ile sonuçlandı ya da hiçbir güç kazancı yaşanmadı, hatta güç kaybedildi. Çünkü hepsi güçsüzlükten kaynaklanan ve güçlünün kuyruğuna takılarak güç kazanılacağının sanıldığı arayışlardı. Strateji hatalarından söz etmiyorum bile.
Bu noktada hep Çin Komünist Partisi’nin Japon işgaline karşı Kuomintang (Çin Milliyetçi Partisi) ile yaptığı ittifak örnek verilir. Fakat ÇKP bu ittifakı önerip gerçekleştirirken Çin’in üçte birinde (kurtarılmış bölgeler) iktidardı ve milliyetçi ordudan daha güçlü bir halk ordusunu komuta ediyordu. Böyle bir gücü bulunmasaydı ittifak gündeme bile gelemezdi.
Peki, ne yapacağız? “Bu terazi bu sıkleti çekmez” deyip kenarda mı duracağız? Yapabileceklerimiz şimdilik oldukça sınırlı, çünkü gücümüz sınırlı. Fakat bu durum hızla değişebilir.
12 Eylül sonrası Sol’un başarı ve güç kazandığı, kısa süreli de olsa ülke çapında politika yapabildiği birkaç konak var: 1989 Bahar Eylemleri, 1991 Zonguldak-Ankara yürüyüşü ve 2013 Haziran Ayaklanması. Aslında bu örnekler neye öncelik vermemizi ve ittifak yapmak istiyorsak da ne yapmamız gerektiğini gösteriyor.
Karşı safın ülkemizdeki asıl temsilcisi AKP iktidarına karşı -daha geçtiğimiz yıl yaşanan Haziran Direnişinin gösterdiği gibi- eylemli olarak mücadele eden bir emekçi halka sahibiz. Bu mücadele daha da genişleyerek devam edecek gibi gözüküyor. İşimiz gücümüz Türkiye emekçilerini AKP rejimine karşı örgütlemeye çalışmak olmalıdır. Bizim özgücümüz budur. Emekçilerin güvenini kazanmış, onları yönlendirebilen bir devrimci siyasal odak, bu büyük güçle kurtlar sofrasına girebilir ve hem ülke hem de bölgenin siyaset arenasını alt üst edebilir. Türk-Kürt-Arap bütün emekçileri birleştirmenin ve yeniden duygudaş yapmanın tek yolu da budur.
Abi vaktin varsa bunu da izle:
http://www.youtube.com/watch?v=ZPx6QV-SejM&list=PLhu97IZKUWndM92ftx6O226dWQsYwJiKI
izledim. Devlet yaltakçılığı böyle bir şey demek ki. devletlerin dışında hiçbir şeye hak tanımıyor.
Ender Helvacioglu eline saglik. Ama bir noktayi anlamadim: seytanla bile niye ittifak yapilsin? Ya da; egemen sinifin her hangi bir siyasi kanadiyla ittifak neden gereksin?
Bu arada kuyrukculuk elestirisinden bir adim daha ilerleyip sunu da soralim; PKK hangi toplumsal sinifin cikarini guduyor? Eger isci sinifinin degil ise hangi sinifin? Bu sorunun cevabinda destek sorununun cozumu de sakli sanirsam…
…Yani en azindan marxistler ve sinif mucadeleci anarsistler icin diyorum bunu. “Demokrat” ve liberal politik unsurlar elbette her zaman oldugu gibi prensipsiz hareket edecektir, ediyor ve etmistir.
“Üstelik ABD’ye göbekten bağımlı, onun her türlü politikasının taşeronluğuna gönüllü, neredeyse ABD’den çok ABD’ci bir iktidarın 12 yıldır hüküm sürdüğü bir ülkenin sosyalistleriyiz. Böyle bir bölgede ve ülkede, ABD emperyalizmine karşı uyanıklığın törpülenmesine yol açacak bir politik tutum -hangi gerekçeyle olursa olsun- tehlikelidir ve bizi sonradan utanacağımız saflara sürükleyebilir.”
Bu doğru değil. ABD ile TR arasında önemli açılar oluştu. En basitinden işte bugün, ABD IŞİD’i kontrol altına almak önceliğine sahipken, TR Esad’ı indirin diye tutturuyor. Bu örnekte neden böyle oluyor? Konumuzla birebir alakalı. Rojava/PYD/PKK yüzünden. IŞİD koalisyonca ezilir ise Esad’a da bir miktar taviz verip, Rojava’da PYD bölgesinin de varlığını koruduğu bir uzlaşı oluşturabilir ABD. TR ise bunu kesinlikle istemiyor, gel sırasıyla PYD, Esad’ı ezelim, sonra “Arap’ın işi bitti, Arap gidebilir” diyeceği IŞİD’i de makul bir iktidar alanına hapsederiz diyor.
Bakın uzun vadede ne Şam hükümeti (Esad düşsün düşmesin), ne de IŞİD varlığı bitmeyecek. Rojava düşse de, Kürtler’in varlığı da, büyük ihtimalle sürecek. Tıpkı Bağdat hükümetinin varlığı sürerken Barzanistan’ın da yaşaması, Sünniler’in de kendi devletçiklerini oluşturması gibi (IŞİD). Uzun vadede ağır ağır olan şey, Arap-milliyetçi rejimlerin ABD tarafından tasfiyesi, ve her biri ABD’nin petrol politikaları ile daha uyumlu küçük etnik/mezhebi devletlerin bunların yerine geçmesi. Esad, eski Arap-milliyetçi rejimin budanmış hali, IŞİD ise budanıp-hortlamış hali (Tüm Araplar yerine sadece Sünni Araplar).
TR ise Sünni güçlerin liderliğine dayalı kendi mini-emperyal hedefleri var ve ABD’yi bu çizgiye çekmeye çalışıyor, barış süreci – Barzani yakınlaşması ile birşeyler denedi, şimdi o planın süreç kısmen oyalamacaydı ve yattı, Barzani kısmı da nezaketen dondurucuda. IŞİD çok daha faydalı oluyor AKP için, biraz haşarı olsa da sonunda IŞİD’in de disipline edileceğini varsayıyor AKP. Ancak elbette büyük güç ABD’dir ve ABD’ye rest çekerek bir şey yapması mümkün değil TR’nin. Daha çok koşulları ABD’nin TR çizgisine gelmek zorunda kalacağı şekilde el altından ayarlamaya çalışıyor.
Tüm bunlar ABD ile TR’nin arasında çok önemli farklardır ve “ABD’ye göbekten bağlı ABD’den çok ABD’ci” ifadesi ile yakalanamaz. Sanıyorum ulusalcı çizgiden eleştirel bir pozisyona sahip bir yazar Helvacigolu. Zaten “TR’de ulusalcı güçlerin tasfiyesi”nden şikayet etmesinde de belli. İşte bu ulusalcı dünya görüşü bu konuda doğru analizi imkansız kalıyor. TR, AKP altında kısa vadede ABD’den daha pislik kendine yontulmuş bir takım politikalar peşinde, bunu görmek lazım. Aslında daha beter olduğunu hissediyor zaten ama dünya görüşü bunu analizine yedirmesine izin vermiyor “ABD = en kötü şey” ise “TR, ABD’den de kötü görünüyor” ise bunu ancak “TR, ABD’den ABD’ci” gibi garabet bir ifade ile dile dökebiliyor ancak.
“Bu sitede Türk halkı da dahil hiçbir halka hakaret edilmesine izin verilmez. Bu yüzden Kürt halkını aşağılayan mesajınızı yayınlamadık.”
Vay be ne Demokrat ve ilerici bir tutum! Hicbir halka hakaret edilmezmis…. Mesele Isci Partisi olunca onun bünyesihalk kitlesi degil küfür et gitsin, Kendinden nefretini ve ic dünyanin tatminsizligini iP hareketine yükleyip bu yazilari kitaplari kalame almasan kim seni okuyacak sayin Zileli? daha önce size “cöpünü kapimiza dökme” dedim anlamadigini yazdin. Mit´in yillarca önce Aydinlikcilara karsi baslatigi piskolojik savas malzemelriyle siz bu savasi devam ettiredurun. Tarih bir kez daha kim nerede nasil Durmus bize gösterecek.
vay be yeni sansür yöntemleri! ayni yorumu yapmistiniz at gitsin
Su son 2 yaziya verilecek tek cevap..Abd sizlerden hayirlidir..
Aslında kısa, orta ve uzun vadeye göre politikalarımızı netleştirip ve kısa vadeden uzuna doğru bir “yol” çizmeye çabalayamaz mıyız?
Kısa vadede Rojava’nın savunulması (ne kadar çelişki içerirse içersin), orta vadede tüm güçlerin (PYD, Esad, IŞİD, Barzani, Bağdat) kendi bölgelerinde durması (fetihçiliğe karşı savunma konumunu öne çıkarmak), uzun vadede sınıf mücadelesi ile tüm güçlerin içeriden aşınmasını ve yeni bir ortaklaşma ummak?
Mevcut savaş halinde olmayan ulus-devletlere yaklaşımımız da böyle değil mi zaten. Gidip de 12 adanın kime ait olması gerektiği ile, Kashmir sorunu ile, Transilvanya meselesi, veya İskoçya bağımsızlığı ile vs. uğraşıp ulusal-adalet dağıtmaya çalışmıyoruz. Kan banyosuna dönüşmediği sürece, bu çelişkileri önemsemiyor, olan oldu herkes yerinde otursun diyor ve sınıfsal çelişkileri öne çıkarıyoruz.
Bir cadı kazanında kaynayan, acılı bir yeni-mikro-uluslaşma süreci gibi birşey olan biten.
Böyle yaparsak hem Rojava’daki görece ilerici düzeni korumuş, hem IŞİD (veya fırsat bulursa Esad’ın) fetih hamlelerine karşı çıkmış, hem de ABD’nin uzun vadeli stratejisi olan IŞİD’in Rakka’daki sivil merkezini, petrollerini filan bombalamaya dayalı savaşına karşı çıkmış oluruz.
E. Helvacıoğlu’nun güzelim analizi bu cümle ile yaralanıyor, kendini inkar etmiyor m?
“İttifak hiç yapılmaz mı? Tabii ki yapılır. Yeri gelir şeytanla bile ittifak yapılır, politikanın gereğidir bu….”
Tamam işte AKP ve Kürt-Barzani hareketi de bunu yapıyor, denilse….
“Özgücü”, “kozu” olduklarını iddia edenlerin bu tür “ittifakları” o zaman nasıl eleştirilecek?
Bu bağlamda da HDP-AKP ittifakı da, tam da “yerli şeytanla” yapılan bir ittifak ise….
Bu cümle çok sorunlu….
http://www.kaynakyayinlari.com/isid-kara-teror-p363678.html
Burada aydınlık da dahil kimseye küfür edilmez. Yalnızca eleştirilir. Bir tane küfür gösterin eleştirinizi kabul edeceğim.
Tamamen katılıyorum. Ben de tam bu konuda bir yazı yazmayı düşünüyordum. Kuru kuruya “anti-emperyalizmin” bölgedeki mücadeleyi devrim lehinde geliştirmeye hiçbir yararı yok, tersine zararı var. Bugünkü objektif durumda AKP ve IŞİD, ABD’den de, Esad’dan da daha olumsuz ve tehlikelidir.
Kobani’yi savunmanın düzinelerce ilerici ve gerici yöntemleri vardır. Kobani’yi savunurken, içinde yığınla MİT elemanı barındıran YDG-H gibi şaibeli bir örgütle aynı kadraja girilmemelidir. Bu örgütün eylem tarzı ve genel perpektifi, şehirli emekçiler ve Aleviler başta olmak üzere AKP rejimine muhalif olan ve Rojava’nın doğal müttefiki olma potansiyelini taşıyan bütün kesimleri Kürt hareketinden soğutan bir faktördür. Öte yandan Kobani’yi sadece Kürt hareketinin hassasiyetlerini gözeterek savunmak da yanlış bir taktiktir; bu taktik hem soldaki özneleri Türkiyeli emekçilerden daha fazla koparır, hem HDP’nin “süreç” bağlamındaki ılımlı-muhalefeti için koz haline getirir, hem de “koalisyon güçlerinden” (emperyalizmden) medet uman bir mevziye sürükler. Kürt hareketinin pratiğini ayrı bir küme olarak alırsak; Türkiye solu Kobani’yi, yarın Türkiye halklarını da tehdit edecek olan IŞİD’i ve içerideki AKP hegemonyasını geriletecek yöntemlerle savunmalıdır. Yani Kobani’nin düşmesi halinde yarın öbür gün şehirli emekçilerin ve Alevilerin başına ne geleceğini anlatan distopik senaryolar üzerinden propaganda yapmak daha uygun bir taktiktir.
http://ilerihaber.org/isid-ve-akpyle-mucadele-bir-butundur/3384/
“ABD ile AKP’nin ittifakı bozuldu” tezi liberaller ile ulusalcıların birbirinden bağımsız bir şekilde üzerinde uzlaştıkları bir palavradır. Bu palavra sayesinde liberaller ABD’yi “AKP’den bizi kurtaracak bir demokrasi gücü” olarak, ulusalcılar ise AKP’yi “emperyalizmden kopmuş millici bir kuvvet” olarak yansıtmaktadır. Gerçekte ise AKP ile ABD’nin çıkarları arasında esas olarak önemli bir çatışma yoktur. Halihazırdaki kayıkçı dövüşleri, NATO üyesi hemen her ülke ile ABD arasında görülebilecek dozajdadır ve bu dozajın üstüne çıkamaz. Çünkü:
1) TSK, Ergenekon ve Balyoz tasfiyelerinden sonra her zamankinden daha NATO’cu bir yapı kazanmıştır. Kılıcı elinde tutan, iktidarı da elinde tutar.
2) Türkiye ekonomisi, tarihinin her döneminden daha fazla kırılgandır ve dış finansal kaynağa muhtaç hale gelmiştir.
Bu faktörler ABD’nin istediği zaman AKP’nin üzerine sifonu çekmesi için yeter de artar bile. ABD’nin bu seçeneği şu anda kullanmamasının nedeni, AKP’den daha “feasible” bir iktidar alternatifi bulamamış olmasıdır. ABD, AKP’yi komple yıkmak yerine CHP-MHP-Fethullah değneğiyle onu dizginlemeyi ve ona karşı birikmiş toplumsal öfkeyi “ılımlı muhalefet” yoluyla sistem içinde tutmayı tercih etmektedir. Türk ve Kürt ulusalcılarından ve liberallerinden bağımsız, devrimci bir odak oluşturmak isteyen özneler “ABD ile AKP’nin ittifakı bozuldu” tezine bu aşamada prim vermemelidirler.
Kobane ve bir bütün olarak Rojava’nın direnişi bir başka hayati öneme sahip. Rojava ayakta durduğu sürece AKP’nin “tampon bölge” vb. laflarla ifade ettiği Kuzey Suriye işgali ve Esad (+ IŞİD?) ile savaş planı da askıda kalmaktadır. Yani Kobane’de direnenler şu anda TR halkını bir bütün olarak savaşın dışında tutmaktadır.
Kobane (ve akabinde Rojava) düşerse, üçlü bir çatışma tehditi altında kalacağız.
1) PKK ile olan çatışmasızlık durumu bitebilir.
2) Esad’la savaşa girilebilir, bu Rusya ve İran’ın da öfkesini dolaylı olarak üzerimize çekecektir.
3) IŞİD’le savaşa girilirse IŞİD TR içinde terör eylemleri yapacaktır.
Kobane, adeta bir depo dolusu suyun etrafa dökülmesini önleyen bir tıpa görevi görmektedir.
Gün zilleli,ender helvacıoğluna Berlin Duvarı’nın yıkıldığını haber et de soğuk savAş kafasının günümüzde pek bir işe yaramadığını öğrensin.
PKK kuyrukculuğu,bir yandan Amerikan işbirlikciliği,diğer yandan gericilikle bağlaşma temelinde yürüyor.
Öcalan’ı,MİT-in yönlendiriyor ve AKP derin devletinin hizmetinde.
Zileli ve diğerleri bunu göremeyecek durumda mı?
Okullara,kitaplıklara,müzelere saldıran,esnafın dükkanlarını yağmalayan dar-milliyetci/gerici unsurlara karşı çıkamayanlar artık en gerici konumlara savrulmuşlardır.
PKK,AKP ile birlikte en Amerikancı akımdır.
Bu durum öncelikle Kürt halkımız tarafından görülmektedir.
PKK,Amerika-dan,İsrail-den,MİT-den yardım dilenir duruma gelmiştir.
Bu durumu savunmanın adı nedir ?
Zileli,Stalin eleştirisiyle başlayıp Troçki,Lenin ve Marx’ı inkar etti.İnkarın da inkarının inkarını yol olarak benimsedi.Bakunin-le anarşist oldum,demesi yanıltmasın.Anaşizmi de inkar ettiği bir olgudur.
Zileli inkar ede ede son çözümleme de kendini de inkar etti.
Şu anda yaptığı vicdanını rahatlatma uygulamalarıdır.
Zileli ,Dorian Gray’in Portresidir.
Bakıyorum da Ender Helvacıoğlu Aydınlık hareketinden eski yoldaşın diye pek laf etmiyorsun Gün Zileli. Başka birisi o lafları etse ulusalcı sosyalist derdin.
Ayanoğlu, Kobane serhildanında alt sınıf Kürtler’in milli bir bilinç ile de eylediğini, bunun isyanın yıkımında bazı onaylayamayacağımız hedef seçimlerine de yol açtığı gerçeğine işaret etmiş. Etmiş ama bunlar isyan edilen durumun vehameti, ve isyancıları katleden güçlerin aşırı-sağ dinci/milliyetçi pozisyonu karşısında üzerinde durulmaması gereken, banal şeylerdir.
Maksist…. Anarşist…Leninist…Troçkist,…
Anlamadığım şey…
Hangi “izm” hayatı kucaklıyor ve geleceğimizi aydınlatıyor…
Malum Peygamberlerden ne fayda bulduk ki, bu “seküler” ve kendi tarihleriyle sınırlı insanlardan peygamberler arıyoruz kendimize…
Herbirinden öğrenilecek çok şey vardır ama hiç biri de geleceğin dünyasının peygamberi değildir!
Kendimizi bir “ist” olarak görmezsek “hiç” mi olacağız… Belki de en doğrusu “hiç” olmak! Ve tek insanda her şeyin olup-bittiğini-sürdüğünü anlamak…
Kendimize insanlardan; “gökyüzü” ya da “yer yüzü” peygamberlerinden değil
son elli bin yıllık insanlık hikayesinden öğrendiğimiz
ödün verilemez İLKELER-TEMEL VAZGEÇİLEMEZLER/GEREKSİNMELERİ içeren
bir “İZM” çerçevesi
yapmamız gerekiyor….
“İnsani olanın bize yabancı” olmayacağı….
Örneğin 1 ve 2. ilke…
Hiç kimse doğal, eğitimsel vb kabul edilebilir nedenler/mazeretleri dışında, emeğinin hak ettiğinden daha fazla tüketimde bulunamaz. (Doğaya ve herhangi bir insana zarar vermeden…Politik önderler dahil! )
Bilerek ve isteyerek bir insanı öldürenler en “insani/acısız” bir şekilde öldürülmeliler…(Politik cinayetler dahil!)
…..
şimdilik bu kadar….
***
İst’lere, izmlere sığınmaktan ve sığınmayanları suçlamanın zamanı geldi… Henüz geldi!
Bu O. Gürsel’in herkesle iyi geçinmeye çalışan, “biz”li ifadelerle kanaat önderliğine soyunan, yazılarının çıktığı ortamlarda kimseyle kötü olmamak, dışlanmamak için ortalama, beylik laflar sallayan, yani neticede hiçbir şey söylemeyen ama akıl dağıtmaktan, burnumuza strateji dayamaktan da vazgeçemeyen, vicdansatar üslubu bir tek beni mi gıcık ediyor acaba?
İçinde her türlü ajan-provokatörü barındıran, sık sık kendi yoldaşlarını ve rakip örgütleri vuran silahlı-külahlı tuhaf tuhaf örgütlerin; tarihinde hiçbir terör eylemi olmayan Aydınlık Hareketi’ne “kontrgerillacı” demeleri…
http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/54171-yargida-birlik-platformu-sozcusu-ozden-biz-cumhuriyetin-hakim-ve-savcilariyiz.html
http://ilerihaber.org/yazarlar/erkan-bas/statukocu-liderliklerin-sonu-ornek-perincek/297/
http://www.ulusalkanal.com.tr/haziran-ayaklanmasi-ve-kobanê-eylemleri-arasindaki-fark-makale,3296.html
https://twitter.com/fuatavnifuat/status/521422076755050496
Amaçsızlığın Çaresizliğini Aşmak!
Kuşkusuz ki savaşanların/direnenlerin belli ve çok açık bir amacı vardır. Bu amaç da özgürlüktür. Sömürge bir halkın özgürlüğünü devletleşmesinden koparamazsınız. Bu nedenle savaşanlar/direnenler teorisini yapmasalar da, uygun kavramları kullanmasalar da özgürlük ve özgürlüğün zorunlu şartı olan devletleşme amacına sahiptirler.
Yıllardır kavram hokkabazlığı yapan PKK, tabanın/savaşanların amacına karşı açık bir tavır almaktan kaçınıyor. Özgürlük söylemini dilinden düşürmeyen PKK ve türevleri, Kürdler için özgürlüğün ön şartı olan devletleşmeye karşı durarak dillerinden düşürmedikleri özgürlüğün önünde açıkça barikat kuruyorlar. PKK’nin yaşadığı paradosk ve özgürlük söylemlerinin anlamsızlığının anlaşılması hem düşünsel hem de pratik olarak çok ciddi bir bunalım yaratmış durumda. Öyle bir bunalım ki, yönetim kadrosunda kimin ne dediği veya ne yapmaya çalıştığı anlaşılamıyor. Her bir yöneticinin veya kurumun açıklaması bir diğer yönetici/kurumun açıklamasıyla çelişkili, hatta karşıt olabiliyor. En önemlisi de sahada olan/savaşan insanların dost-düşman algısı ile yönetenlerin dost-düşman algısı tamamen farklıdır/karşıttır.
Tüm sosyal teorilerin deney alanı toplumsal pratiktir. Toplumsal pratik teorileri/düşünceleri/inançları/ideolojileri ya çürütür ya da doğrular. Toplumsal pratik PKK/HDP ve bağlantılı yapıların teorilerini/söylemlerini çürüttü/yok etti.
Taban ve savaşanlar ölüm-kalım savaşında düşmanların dost, dostların da düşman olduğunu çıplak gözlerle gördü. Kobanî pratiğinden sonra tabanın/savaşanların PKK/HDP yönetimiyle uyum içinde kalma ve birlikte hareket etme koşulları ortadan kalkmıştır.
Sömürgeci devletlerin taşeronluğunu/memurluğunu yapan; Kürdlerin devletleşmesi önünde en büyük engeli teşkil eden ve PKK ile birlikte tüm yan kurumlarına ideolojik rengini veren yöneticilere göre;
‘En büyük düşman Amerika ve diğer Batılı devletlerdir. Ortadoğu halkları birlikte mücadele ederek bu emperyalistleri Ortadoğu’dan kovacak ve halkların kardeşliğini sağlayarak özgürleşecekler. Kürdlerin devletleşme çabası onları Amerika ile birlikte hareket etmeye sevk ettiği için en büyük yerel düşmanlar İsrail ile birlikte Güney Kürdistan Yönetimi/Berzanî’dir. Anti emperyalist mücadelede Suriye ve İran (sömürgeci) devletleri başat rol oynamaktadırlar. Irak merkezi Hükümeti de halkların kardeşliği projesinin bir parçasıdır. Türk devleti de aslına rücu ettiğinde anti emperyalist blokun en önemli aktörü olacaktır…)
PKK ve türevlerinin özetlenen anlayışına göre Kürdler özgürleşmek için Kürdistan’ı işgal eden sömürgeci devletlere dokunmamalı; dahası onların bekası için çalışarak ve devletsiz kalarak özgürleşmelidir(!)
Yerel sömürgeci devletler IŞİD cellatlarını Güney Kürdistan’a yönlendirdiklerinde PKK/HDP adeta IŞİD’in basın ve propaganda kolu işlevini gördüler. Çünkü Kürdlerin tek ulusal kazanımı olan Güney Kürdistan Yönetimi ve bu yönetimin varlık kazanmasında belirleyici rol oynayan PDK/Berzanî’nin yok edilmesi PKK anlayışına göre en önemli yerel engelin ortadan kalkmasıydı.
IŞİD’in Kobanî’ye saldırması, PKK söylemlerini çürütmekle kalmadı aynı zamanda PKK/HDP yöneticilerinin kimyasını da bozdu. En büyük müttefikleri olan Esad, Suriye’nin her yerinde kadın-çocuk demeden katliamlar yaparken Kobanî kuşatmasında sessizliğe büründü. Aynı şekilde İran devleti de yaşanan trajediyi keyifle izlemekle yetindi. Irak Merkezi Hükümeti Musul’da ağır silahlarını IŞİD’e “hibe” ederek Kürdlere iştahla yönelmesini sağladı.
Kobanî’de savaşanlar Kürd yurtseverleriydi ve duyarlı her Kürd bu savaşçılara sahip çıktı/çıkıyor. IŞİD barbarlarına karşı canlarını feda eden Kürd savaşçılar, PKK/HDP yöneticilerinin kanlı saltanatlarına feda edilmemeliydiler ve bağlı oldukları kurumların kimliği dışında (Kürdistan yurtseverleri kimlikleriyle) sahiplenilmeliydi.
Burada çok ince bir çizgi söz konusudur. Savaşan Kürd gençlerini sahiplenirken, bu savaşçıları ölüme gönderen/harcayan ve savaşçıların amaçlarının karşıtına hizmet eden PKK/HDP’nin kurumsal kimlikleri aklanmamalıydı. Çünkü PKK/HDP’nin aklanması savaşçıların amaçsız bir savaşta harcanması demekti. Zaten bu tehlikleli süreçte bile PKK/HDP yaşanmış ve yaşanacak ölümlerden çok kurumsal olarak kendi politik anlayışlarına/ideolojilerine puan kazandırma derdindeydiler. Ne kadar çok insan ölse PKK/HDP için o kadar iyiydi. Çünkü ölümlerden beslenen bu yapılar, bir yandan savaşçıları bile bile ölüme gönderirken diğer yandan da duygu sömürüsü/şehit edebiyatıyla kurumsal kimliklerinin ömrünü uzatma ve gelişen tepkiden yararlanarak güçlerine güç katma politikasını yürütüyorlar. Bu nedenle Kobanî kuşatmasında olası ölümleri engellemek yerine ideolojik propaganda derdine düştüler.
Kobanî’de Kürd savaşçılar ölüm-kalım arasında gidip gelirken Başkan Berzanî koalisyon içindeki etkisini kullanarak Amerika’yı devreye soktu ve IŞİD çetelerinin bombalanmasını sağladı. Bu arada savaşanların Kobanî’den Hewlêr’e ilettiği bilgilerle Güneyli ve Amerikalı uzmanların ortak değerlendirmesinden geçerek bombalanacak IŞİD mevzileri tespit edildi/ediliyor. Yani Kobanî’de IŞİD mevzilerinin vurulmasında savaşanlar-Güney Yönetimi ve Amerika işbirliği içindeler. Bu kargaşada Güney Hükümeti bir yandan insani yardımları Kobanî’ye ulaştırırken diğer yandan da tüm engellere ve zorluklara karşın yeni elde ettiği etkili silahları da Kobanî’deki savaşçılara ulaştırıyordu.
Amerika’nın bombardımanı ve Güney’in sağladığı ağır silahlar Kobanî savaşçılarının cesaretiyle birleşince IŞİD canavarları şimdilik durdurulabildi.
Tüm dünyanın gözleri önünde cereyan eden ve ortalama zekaya sahip her insanın zorlanmadan görebileceği gerçekleri PKK/HDP yöneticileri hâlâ ve utanmadan çarpıtmaya çalışıyorlar. Hâlâ “anti emperyalizmden” ve “halkların kardeşliğinden” dem vuranlar olduğu gibi, savaşanların elinde Güney’den gönderilen “anti tanklar” görüldüğü halde “Berzanî silah göndermedi” diyecek kadar çirkefleşenler de var.
Her sıkıştığında ve deşifre olduğunda “şehit edebiyatına” sarılan PKK, tam da ideolojik olarak iflas ettiği bu günlerde yine ölümlere sığınmaya başladı. Kobanî’de (PKK politikalarına rağmen) hayatlarını feda eden Kürd gençlerinin sırtından “zafer” destanları yazan; romantik paylaşımlarla yaşanan ideolojik ve politik iflası gizlemeye çalışan ve direnenlerin ölümleri üzerinden oluşan sempatiyi PKK’nin kirli kurumsal kimliğinin hanesine yazmaya çalışan PKK, en kritik anda savaşanların yanında yer alan Berzanî’nin tabanda gelişen saygınlığını yok etmek için de her türlü yalan ve hileye başvuruyor.
Kobanî direnişi ne halkların ne de PKK/HDP’nin direnişidir; Kürdlerin ve ulusal talebi olan Kürdistanlıların direnişdir.
Kobanî’de “halkların kardeşliği” teorisini yapanlar savaşmıyor!
Esad-İran-TC ve Irak savaşmıyor!
Sadece Kürdler savaştı/savaşıyor. (bireysel kararıyla bu savaşta yer alan istisnalar bu genel doğruyu değiştirmiyor)
Kobanî’de savaşanların çembere alınıp yok edilmesini engellemek için Küba, Venezuella gibi “sosyalist devletlerin” uçakları değil, PKK/HDP’nin en büyük düşmanı olan Amerika ve müttefiklerinin uçakları IŞİD barbarlarını bombalıyor…
KobanÎ’de ölüm-kalım mücadelesi veren savaşçıların ‘IŞİD’in ağır silahlarına karşı koymamız için ağır silah lazım’ feryadına, PKK’nin bel bağladığı ve taşeronluk yaptığı devletler/istihbarat örgütleri değil, PKK/HDP’nin “en büyük düşman, ikinci İsrail” dediği Güney Kürdistan yönetimi/Berzanî yetişti.
Kobanî’de Kürdler IŞİD barbarlığına karşı savaşırken aynı zamanda PKK’nin kurumsal kimliğine/ideolojisine karşı da savaşıyorlar.
Bu karmaşanın ve yaşanan paradoksların en önemli nedeni PKK’nin taşeron bir yapı olması ve “Kürdler adına” hareket etmesine karşın Kürdlük/Kürdistanilik adına hiçbir amaca sahip olmamasıdır. Dahası her türlü ulusal talebe karşı şekillenmiş kirli bir yapı olmasıdır.
Bu gerçeklik, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını gösteriyor. Bu noktada herkesin çok çok dikkatli olması gerekiyor; özellikle de Güney Kürdistan Yönetimi’nin. KobanÎ’de Kürdlere sahip çıkarken PKK ve türevlerinin kurumsal kimliğini kimse aklamamalıdır. Çünkü böyle bir aklama PKK’nin ömrünü uzatır ve amaçsız savaşla Kürdleri yok etmeye ve ulusal hedeflerini saptırmaya devam etmesini sağlar.
Bilindiği gibi Amed zindanında direnenler Bekaa’da her türlü hakarete uğramışlardı. Öcalan direnenler için “bir kaşık çorba için eylem yaptınız; Diyarbakır cezaevinde direnen sizler değil, benim ruhumdu” diyecek kadar küstahlaşmıştı.
Şayet KobanÎ’de yaşamlarını yitirenleri PKK kimliği dışına çıkarmadan sahiplenirseniz yarın öbür gün yine Öcalan veya benzeri hasta bir yönetici kalkıp ‘Kobanî’de ölenler bir parça ekmek için öldüler. Orada direnenler savaşanlar değil, PKK önderliğinin ruhuydu’ diyebileceklerdir. Dahası PKK’nin yaşadığı iflasa rağmen “şehit edebiyatı” ve “romantik hikayelerle” KobanÎ’ye yaklaşırsanız sadece ve sadece ihanetin ömrünü uzatmış olursunuz.
PKK amaçsız savaşında her zaman Kürdlere çaresizliği dayatarak ömrünü uzattı. Öyle bir çaresizlik ki ‘savaşanlara/tabana sahip çıkmak için PKK’nin kirli yapısını onaylamak’ zorunda bırakıldı Kürdler.
Bu çaresizlikten kurtulmak için duyarlı Kürdler PKK’ye kendi gerçeklerini dayatmalıdırlar;
PKK’ye ‘Ya devletleşmeyi savunursun ya da Kürdlerin yakasını bırakırsın’ dayatmasını yapmak her namuslu Kürdün kaçınılmaz görevidir.
Kürdler bu dayatmayı yapmadıkları sürece “şehit edebiyatına” yenik düşecekler ve MİT elemanı Öcalan’ın vereceği direktiflerle devletleşme amacından da Kürdlükten de uzaklaşmaya devam edeceklerdir.
Kürdler; sadece Kürdistan için savaştıklarında anlamlı/saygın bir iş yapmış olurlar. Kürdistan için savaşmak ise Kürdlerin Ulusal Hakları’nı savunmaktan geçiyor.
Kürdler arasında yapılan ve yapılacak her türlü ittifakta, Ulusal Haklar (devletleşmek) ilk ve zorunlu şart olmalıdır. Bu şartı yerine getiremeyenlerle “Kürdlük” adına ittifak yapmak Kürdlerin devletleşme amacına ihanet etmektir.
Kürdler; PKK’nin amaçsız savaşının bedelini çok ağır ödediler bu güne kadar. Bu nedenle Kürdlük adına amacı olanlar ile amaçsızlar mutlaka ayrışmalıdır…
Haber/Yorum
15.14.2014
http://www.nasname.com/a/amacsizligin-caresizligini-asmak
73 no’lu yorum için………
***
Gerçekten çok “gıcıklanmış” olmalısınız ki, üç beş cümle içinde kendi kendinizi yalanlayan, çelişkili ifadeler yazdığınızın farkında bile değilsiniz.
“Herkesle iyi geçinmeye çalışan”, “kanaat önderliğine” soyunmaz.
“Kimseyle kötü olmak istemeyen”, “buruna strateji dayamaz.”
***
Kuşkusuz kimi zaman çala kalem yaptığım yorumlarda üslupta, beyanda hatalarım olabilir.
İki tür eleştiri yapılabilir; birincisi sizin yaptığınız gibi kişiden tümüyle umudu kesmiş, “adam olamayacağına kanaat getirilenlere”, yöneltilecek özensiz ve aşağılayıcı genel eleştiri…Ki bu özünde eleştiri de değildir; eğitilmemiş bir duygusal tepkidir…
İkincisi, bence her zaman olması gereken, somut bir örnekten yola çıkılarak, somut bir analize dayalı yargı üretmektir…
***
“Hatalarımla” ilgili somut eleştiri getirirseniz, hiç olmazsa yazacaklarımda sizi “gıcık edecek” daha az şey bulabilirsiniz belki….
Kurt solcularının kendilerini dünyanın en buyuk solcuları zanneden şu yazıları dünyanın en sıkıcı yazıları. Okumaya yelteneyim diyorum ıyyy… Soylemeye utanıyorum ama Bir aşağılık kompleksi gizli her yanlarında.tum çabaları gün zileli gibi turk entellektuellerine kendilerini ıspat etme ve siyasal hareketlerinin başarısını burada arayış. Bir arkadaşım var kurt sabahtan akşama savaşan kurt kadınlarını oven yazılar videolar filan yayınlıyor. Kendisinin karısı beyaz Türk ve ara ara karısını dovuyor kufur ve bağrışmaları apartmanda herkesin dilinde. Ama internette demokrasi. Abidesi. Kurt hareketinin onderliği senelerdir Amerikan planlarının bir parçası. hiç bir kurt eyleminde kahrolsun Amerika diye slogan vs duydunuz mu.. Atamazlar ….o çok teorik beyler kobanide savaşmaya neden gitmezler de hep akıl verirler . Türk ordusu ikinci barzanistan kurulsun diye mi savaşsın. Işid neyse pkk odur. Dünyada hiç bir sol orgutun yapmadığı okul yakma eylemi kurtlere nasıp olmuştur..ziya gokalp muzesini vahşi şekilde talan etmişler. Kobanide neden savaşmayıpta sürekli teorik vambazlık içinde olduklarının cevabını bekliyorum.serkan…
IŞID’la PKK’nın aynı olduğuna kesinlikle katılmıyorum. Bu RTE’nin söylemidir.
HSYK’da AKP kazandı, Perinçek zafer çığlıkları atıyor!
AKP-Ergenekon ittifakı anlaşılan cemaat derin devletten bütünüyle temizlenip eski kadrolar, Veli Küçük’ler, Hasan Atilla Uğur’lar (bu isim İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısıdır) ve yandaşları derin devletin kalelerini yeniden ele geçirene kadar devam edecek. İşçi Partisi’nin Genel Başkanı Doğu Perinçek ve Aydınlık gazetesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) Adalet Bakanı ve onun müsteşarının elinde bir araç olarak kolaylıkla kullanılacağını belli eden seçimlerden sonra sonuçları sevinç çığlıklarıyla karşıladı.
Karikatürlerdeki “yazısız” ibaresi gibi, haberleri yorumsuz aktarmak yeterli! Twitter hesabından açıklama yapan Perinçek, “HSYK seçimlerinde Cumhuriyet yargısı kazandı. Türk Devrimi’nin büyük Adliye Bakanı Mahmut Esat Bozkurt’un hâkimleri ve savcıları kazandı” diyor. “Seçilen yargıçların ve savcıların, hükümetin emrinde olmayacağı garantisini ben veriyorum. Hepsi pırıl pırıl Cumhuriyet yargıçları. Ergenekon şüphelisi hakimimiz Metin Yandırmaz 5836 oy aldı, bana 3 kez müebbet hapis cezası veren Ergenekon yargıcı Hüsnü Çalmuk 35 oy. Türkiye Cumhuriyeti’nin taraftarları olarak, Cumhuriyet cephesi olarak Ergenekon tertibini yapanlara karşı 5836’ya 35 üstünlük sağladık. Yargıyı parçalayan, tertiplere alet etmek isteyen Fethullah Gülen grubu yerle bir oldu, bozguna uğradı. Türkiye’nin önü açıldı” diyor.
Cumhuriyet ve Sözcü gazetelerinin HSYK seçim sonuçlarıyla ilgili halkı aldatan başlıklar attığını öne süren Perinçek, “Açık söylüyorum yalan yazıyorlar. Seçilen yargıçlar ve savcılar, gerekirse Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan kişiyi Yüce Divan’a götürebilecek vicdana sahipler. Seçilen yargıçlar ve savcılar, başbakanlık koltuğunda oturanları yargı önüne çıkartacak adalet duygusuna ve bilince sahipler. Yargıda Birlik Platformu Başkanı Sayın Abbas Özden, İşçi Partisi’nde yapılan aramaların yasadışı olduğunu saptamış ve soruşturma açmıştır. Sayın Abbas Özden diyor ki; ‘Biz Atatürk’ün resimlerini öpe öpe büyüdük.’ Türkiye’yi tertiplere sürükleyen Gladyo için, kumpasçılar için HSYK seçimleri tam bir bozgundur. Yurttaşlarımızın gönlü ferah olsun” ifadelerini kullandı.
Biz sadece bir cümleye dikkat çekelim: “Seçilen yargıçlar ve savcılar, gerekirse Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan kişiyi Yüce Divana götürebilecek vicdana sahipler.” “Gerekirse” imiş! Tayyip Erdoğan’ı yargılamak mutlak bir gereklilik değil Doğu Perinçek için. Ona verilen destek süresince yargılanmaması bu cephe için çok önemli. “Yerle bir olan, bozguna uğrayan” cemaat bitirilene kadar sakın Tayyip Erdoğan’ı yargılamayın! Budur Perinçek’in dediği!
İşte size Tayyip Erdoğan’ın askerleri!
http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/hsykda-akp-kazandi-perincek-zafer-cigliklari-atiyor
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/241-yavuzalogan/54853-yavuz-alogan-stalingrad-barselona.html
etnik devletçi yalogan tenceresi yuvarlandı perinçekte kapağını buldu. artık etno-faşist devletlerini kollamak ve kurtarmak için, muhafaza ve müdaafaa etmek için damarlarındaki asil kanla ve canla-başla çalakalem “parlak düşünce”lerini döktürsünler…
“tez”e bakın hele…”ispanya-barselona uluslararasıydı…stalingrad da (ise) muazzam bir insani bedel öden”miş…” saygısızlığın bu kadarı!
Kobanide ödenen bedelin “muazzam” olmadığına nasıl karar vermiş bu yazar? artı barselona uluslararası idi de Kobani “ulusal” bir savaş mı? şu anda KOBANİDE VEKALETEN ÜÇÜNCÜ DÜNYA SAVAŞI YAŞANDIĞININ FARKINDA BİLE DEĞİL…bu savaşta rusya-suriye-iran cephesini de amerika- ab cephesini de göremiyorsa? ne diyelim.
ışidin içindeki 86 ülkeden gelen İSLAM DEVLETİ İÇİN SAVAŞAN CANİLERİN ARKASINDAKİ “ULUSDEVLETİMİZİ” BÜTÜN DÜNYA BİLİYORKEN DAHİ “SAKLAMAK, ADINI ANMAKTAN İMTİNA ETMEK”
işte çok zaman düşman bellense de; gerektiğinde marksizmin bu ulusdevlet için uygun bir aparat olarak kullanılma sebebi “aydınlıkçı karartma” tarafından böylece bi daha ortaya serilmiş oluıyor.
bir türk atasözüne uygun bir durum:
“tencere kapağını, kör kız çapağını…”
Sayin Zileli olay artik tam anlamiyla ortaya cikmistir. Bu seviyesiz karalama yazinizi kaldirmaniz, azicik vicdan ve akil sahibi oldugunuzu da gösterecek. ABD Emperyalistir ve bölgeyi dizaynda devam etmektedit. Nokta.
Anti-emperyalizm ve demagojiler…
Abit Gürses
ABD ve müttefiklerinin 1990 başlarında Saddam rejiminin katliamlarından kaçarak Türkiye ve İran’a sığınmak zorunda kalan milyonlarca Kürdistanlının evlerine, barklarına dönmesini sağlayan 36. Paralel üzerinde Irak uçaklarına uçuş yasağı getiren karar o dönem “anti-emperyalist”lerin tezlerini yerle bir etmişti.
Kürd ve Kurdistan kurtuluş mücadelesinin siyasi nirengi noktalarını bir türlü kavramayan, kavrayamayan Kürd, Türk, Avrupalı velhasıl her milletten birçok solcu Kürdleri koruyan “Çekiç Güce” karşı çıkmıştı.
Türkiye’de konuşlanan bu gücün kalış süresini her 6 ayda bir uzatılması gerekiyordu.
Konu TBMM geldiğinde her defasında DEP’li HEP’li Kürd milletvekilleri MHP ve DSP ile birlikte ret oyu kullanarak izahı ve anlaşılması güç bir yanlışta yıllarca ısrar etmişlerdi.
O dönem (Irak’ın Kuveyt işgali döneminde) ABD liderliğindeki uluslararası koalisyonun Irak’a müdahalesine ‘’haklı savaş, haksız savaş’’ şablonuyla karşı çıkan Kürd siyasetçileri de olmuştu. Söz konusu partiler ve siyasetçilerin isimlerini burada anmaya gerek yok. Merak edenler arşivlere bakabilirler.
Aslında bu yüzeysel solcular, Kürdistan kurtuluş hareketinin amacı ve bu amaçtan dolayı taşıdığı anti-emperyalist niteliği anlayıp, kavramaya çalışacaklarına, Kürd hareketinin uluslararası güçlerle daha da açıkçası ABD, İngiltere, Fransa vb. devletlerle buluşmasına ve siyasetlerinin üst üste düşmesinden ödleri patlamaktaydı. Oysa Kurdistan’ın son bölünme ve paylaşılması İngiltere, Fransa, Osmanlı artığı TC ve İran gibi emperyalist sömürgeci güçler eliyle gerçekleştirilmiş ve Lozan’da bu anlaşma mühürlenmişti…
Kurdistan’ın uluslararası bir sömürge olmasından kaynaklanan anti-sömürgeci ve anti-emperyalist özünü ve niteliğini kavramadan, Kurdistan kurtuluş hareketinin söz konusu devletlerle kurmaya çalıştığı ilişkileri emperyalizm işbirlikçiliği ile itham etmek bayatlamış bir sömürgeci taktiktir. Sömürgeci devletlerinden dersini almış olan ezen ulus solları, milliyetçi ve dincileri her zaman Kürd hareketini ya gericilikle, ya emperyalizm işbirlikçiliğiyle ya komünist işbirlikçiliğiyle veya terörizmle suçlayarak yıpratıp, gözden düşürerek izole etmeye çalışmışlardır…
Ta 1920’li yıllarda polis ajanlarını İngiliz diplomat kisvesi altında Seyyid Abdulkadir’e yutturmaya çalışan sömürgeciler, benzer taktikleri birçok kez denemiş ve kendilerine göre belli başarılar da elde etmişlerdi. Hakeza komünist geçinen bazı örgütler Şeyh Said hareketini Komintern’e ‘’ilerici anti-emperyalist Kemalist rejime karşı gerici reaksiyoner bir hareket olarak’’ kabul ettirmişlerdi. SBKP’ye bağlı dünya komünistleri ve solcuları da onlarca yıl Kürd hareketlerine bu pencereden bakmışlardı…
Daha hazin olanı ise, ideolojik gıdasını soldan hem de ezen ulus solundan alan bazı Kürd solcuları da, Kurdistan kurtuluş hareketine bu pencereden bakmayı bir marifet addetmişlerdi. Irak BAAS diktatörlüğüne karşı özgürlük mücadelesi veren Molla Mustafa Barzani önderliğindeki hareketi gerici, BAAS rejimini de petrolleri millileştiren, SSCB ile dostluk anlaşması imzalayan ilerici bir hareket olarak lanse edip, şimdi unutturulmaya çalışılan ‘’parça-bütün’’ adlı herzeleri Kürd hareketine kabul ettirme şaklabanlığına girişmişlerdi!
1975 yenilgisini ABD, SSCB, Türkiye, İran ve Irak arasında sağlanan Kurdistan’a karşı yapılan uğursuz bir anlaşma olarak göremeyip, Molla Mustafa Barzani’nin bir lider olarak ABD Başkanı ve Dışişleri Bakanı’na yazmış olduğu masum mektupları ‘’ihanet belgeleri’’ olarak çarşaf çarşaf Özgürlük Yolu Dergisi’nde yayınlamışlardı.
Bundan daha trajik olanı, Güney Kurdistan hareketine daha olumlu yaklaşan Komal ve Rızgari çevresinde yaşanan zikzaklardır. 1991 yılında yapılan Rizgari Konferansı’nda ben de Güney Kurdistan’daki gelişmeleri konu alan bir sunum yapmıştım. Özet olarak Güney Kurdistan hareketi ile ABD ve müttefiklerinin Irak’a karşı siyasetlerinin çakışmasının Kurdistan için bir fırsat olduğunu belirttiğim bu sunumun tartışılması sırasında görüşlerim bir kısım delegeyi oldukça şaşırtmıştı ve tepkiyle karşılanmıştı. Güney Kurdistan siyasi liderliğini emperyalizm ile işbirliği içinde olmakla suçlayan bazı delegelerin görüşlerine Divan’ın veya Genel Sekreterin müdahale etmesi gerektiğini belirterek, Çekiç Güce neden karşı olduklarını sormuştum? Görüşlerime karşı çıkan delegelere, biraz da karikatürize ederek şu mealde konuşmak zorunda kalmıştım, ‘’… benim babam, Amerika elinde dürbün yüksekten bakıyor, Saddam Kurdistan’a saldırmak için kafasını kaldırdığında ‘’TIK’’ diye kafasına çekici vuruyor, e size ne oluyor?’’
Tabii aynı dönemde ‘’emperyalistlerin kurduğu Federal Kurdistan’ı yıkmayı’’ kendine strateji olarak saptayıp, Botan-Behdinan Cumhuriyeti, Zap Cumhuriyetleri kuran Abdullah Öcalan ve PKK’nin tavrını anlatmaya ve eleştirmeye kitaplar yetmez.
Bütün bu yaklaşımlarda ideolojik şaşılık olmasının yanında bilinçli düşman yönlendirmelerinin olmadığını söyleyebilmek için saf olmak değil, ahmak olmak gerekir…
Zira başta TC devleti olmak üzere bütün sömürgecilerin derdi Kurdistan kurtuluş hareketinin onları aşarak, dünya ile ilişkiye geçip kendisine müttefikler bulmasını engellemeye matuftur…
Bundan dolayı Türkiye’nin ‘’New Ottoman Imperum’’cu Başbakanı Davutoğlu, Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelerin ’ Milli Müzakere’’ olması, işe yabancıların, üçüncü bir tarafın karışmaması için can atıyor…
İşte bu noktada anti-emperyalistlere gerçekten önemli bir görev düşüyor. Madem anti-emperyalistsiniz o zaman emperyalist bir paylaşım sonucu Türkiye hudutları dahilinde kalan Kuzey Kurdistan’ın bu statükosunu bozacak olan bir tavır neden geliştirmiyorsunuz… Neden biz bize çözeriz bu sorunu deyip, olayı TC devletinin insafına bırakıyorsunuz?
Toparlayacak olursak.
Şimdi sıra Şingal ve Güney Kurdistan’da …
Kobanê ve Suriye Kurdistanı’nda…
ABD ve Müttefikleri DAIŞ cephelerine vurmamış olsaydı, Kurdistan boşalmış olacaktı…
Kürdlere anti-emperyalizmi öğretmeye çalışanlar bunu yapacaklarına Kurdistan kurtuluş hareketini ve tarihini iyice öğrenirlerse daha faydalı bir iş yapmış olurlar. Ayrıca çok elzemse anti-emperyalist mücadeleyi neden kendileri yapmıyorlar da Kürdlere yüklüyorlar?
PKK, YPG çevresine ve basınına çöreklenmiş sicili bozuk bazı Türk solcuları şimdi de Güney Kurdistan ile YPG arasında gelişen olumlu ilişkileri bozmak, zehirlemek ve yok etmek yarışındalar… Kobanê’yi DAİŞ saldırılarından koruyan ABD ve müttefiklerinin bombardımanından rahatsızlık duyuyorlar. Oysa orada en kıymetli varlıkları olan canlarını feda ederek direnen Kürd kızları, kadınları, delikanlıları, 70’lik dedeleri ve nihayetinde gerillaları bu tür boş laflar oyalayamıyor!
Onları ilgilendiren varlık yokluk mücadelesi verdiklerinde onlara uzatılan yardım elidir!
Evet, bu kez o destansı direnişi sergileyerek dünyanın sempatisini ve sevgisini kazanan kahramanlara Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri yardım elini uzattı!
İşte bu nedenden dolayı TC ve onun gönüllü işbirlikçileri hepsi aynı makamdan çalmaya başladı…
Vay efendim emperyalistlerle işbirliği imiş!
Vay efendim Kobanê direnişi kirletiliyormuş!
Bir milletin kaderini ilgilendiren büyük ve önemli meseleler romantik solculuk hezeyanlarını tatmin aracı değildir!
Bizim de bir devletimiz ve ordumuz olduğunda gerekli olursa anti-emperyalisttik yaparız…
Şingali, Kobanê’yi kısaca Kurdistanı hangi güçler bombalıyorsa düşman, buna karşı olanlar da dosttur. Bunun A’sı, B’si yoktur!..
—————————————
EK
Yukarıdaki konuyla ilgili, birkaç gün önce Facebook’ta kısa bir yazı paylaşmıştım. Bazı arkadaşlardan gelen talep üzerine olduğu gibi buraya alıyorum.
Kurdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesini sürdüren siyasi güçlerin Kurdistan’ı sömürgeleştirerek askeri işgal altında bulunduran devletleri (ki bir kısmı emperyal olan Iran ve Türkiye gibi) bir tarafa koyarak ve belki de onlarla aynı saflarda yer almak zorunda kalarak, ABD ve Avrupa devletlerine karşı mücadele vermelerini beklemek, Kürdlerin köleliğinin devamını istemek demektir…
Kürdlerin Lenin’den (Alman emperyalizmi ile işbirliği yaptı)
Stalin’den (başta Hitler Almanyası 1939, sonradan ABD ve Ingiltere)
Mustafa Kemal’den (Lozan’da ne yaptı?)
Velhasıl dünyadaki bütün devletlerden ve milletlerden daha çok anti-emperyalist olması nerden icap ediyor!?
Kendisi henüz sömürge olan, bırakalım devlet olmayı hala kendi anadilinde eğitim alma hakkına sahip olmayan, kimliği olmayan bir millete okyanus ötesi devletlere ve dünyanın güçlü devletlerine karşı bayrak açmasını önermek en insaflı ifade ile saflık değilse, planlı bir tuzaktır….
Bu tuzak içinde mevzilenen güçlere bakıldığında ezen ulus solcuları, İslamcıları ve milliyetçileri olduğu görülebilir…
Kürd hareketi bu herzeleri yemeyecek kadar gelişmiş bulunuyor.
Kim ki Kurdistan’a yardım ederse dost, kim ki Kurdistan’ın mevcut statüsünde ısrar ediyorsa düşmandır.
Ayrıca ezeli dostlar olmadığı gibi, ezeli düşmanlık da yoktur…
Kurdistan’ın menfaatlerinin çakıştığı devletler dost, çatıştığı devletler ise düşmandır.
Kısacası Kürdlerin ABD’ye, Israil’e, Avrupa devletlerine, Çin veya Rusya’ya karşı olacağı nokta bu devletlerin Kurdistan’ı sömürgeleştirmiş bulunan devletleri desteklediği noktadır.
Anti-emperyalizmi çok seven İslamcılara, solculara ve milliyetçilere söylenecek söz şudur; Buyurun siz yapın…
Çünkü Kürd milleti bu işi gereksiz yere çok yaptı bedelini de köleliğinin pekişmesiyle ödedi…
Uykudan uyandığında bir de baktı ki onu sömürgeleştiren devletlerle “emperyalist” devletler aşna fişne, aralarından su sızmıyor…
Kürdlere anti-emperyalizmi öneren hınzırlar ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar…
Ama artık Kürdler de onları çok iyi tanıyor…
Onun için hep beraber diyelim ki, yaşasın kahraman Türklerin, Arapların ve Farslıların anti-emperyalizmi…
Biz Kürdler sömürgecilikten kurtuluncaya kadar anti-emperyalizmi askıya alalım… Bırakalım biraz da bu kahraman milletler anti-emperyalizm yapsınlar…
http://gelawej.net/index.php/yazarlar/abit-gurses/1090-anti-emperyalizm-ve-demagojiler
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/dogu-perincek/56329-dogu-perincek-muhalefet-boslugu-mu-yoksa-iktidar-boslugu-mu.html
http://devrimcidemokrat.com/cevat-sabri/1177-cevat-sabri-ayd-nl-k-hareketinin-karanl-g.html
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/dogu-perincek/56517-dogu-perincek-algiya-teslim-olmak.html
http://www.ulusalkanal.com.tr/sistemin-kendini-savunma-refleksi-makale,3467.html
hem kemalist hem marksist olunmaz
bir devlet büyüğü sözü.
“hem kemalist hem marksist olunmaz, ya marksist olacaksın ya kemalist. ikisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar. mümkün değil ikisinin bir arada olması. durum böyle olunca ben marksistim diyenin aynı zamanda da gelip ben kemalistim demesi mümkün değil. çünkü kemalizmin yaratıcısı olan statüko kesin hakimiyet sahibidir.”
http://eksisozluk.com/hem-kemalist-hem-marksist-olunmaz–2549702
“Tabii ki, benimsenen taktik, sizi sonunda kendine tabi kılar”
KUYRUĞUNA TAKILDIKLARINA BU MİNVALDE ÖNERİLER SUNSAN. Amerikan silahlarıyla devrimcilik kasıyorlar da.
Ortadoğuda bütün aktörler (iktidarlar ve terör örgütleri) bir şekilde kenarından köşesinden küresel yönetmenlerin kontrolünde. Kimse pak değil. Esad rejimi de geçmişiyle sorgulanmalı ama Suriye’deki mevcut iktidar boşluğu kaos yarattı. ABD ve arkasındaki karanlık güçlerin istediği de bu. Herkes birbirine düşman olsun ve Ortadoğu’da hiçbir güç kendi yerinde söz sahibi olmasın. İran’a 35 yıl önce yaptıkları darbeden bu yana bu politika değişmez. Öldürmem süründürürüm politikası. Böl-parçala-yönet çok basit. Siz ve benzerleriniz de halen Türk-Kürt, Alevi-Sünni merkezli bir sorun-çözüm politikası ile kısır döngü içinden çıkamıyorsunuz. Fransa’da parlementonun sağındakilerle solundakiler ayrılmış, 200 küsür yıldır bütün poltika akımları peşinden gitmiş. Asıl statükoculuk, baskıcılık, bu tip politikadaki kategorizasyon zorunluluğu. Adamın teki çıkmış ülkesini emperyalistlerden kurtarmış kendi uygulanabilir yerel rejimini oluşturmuş, bütün üçüncü dünya halklarına örnek olmuş. Siz (bütün karşıt görüşler) halen yok faşist, yok dinsiz vs vs. Bu ülkede ve Ortadoğu coğrafyasında ana sorun eğitim ve ekonomi. Bunlar çözülmeden tali sorunlarla boğuşmak akıntıya kürek çekmektir. Küresel karanlık aktörlerin istediği bölgenin ekonomik ve bilimsel geri kalmışlığını uzun süreye yaymaktır. Romantik romantik devletler faşisttir baskıcıdır vs diyeceğinize çözüm üretin. Hiçbir sol görüşlü insanın çözümden bahsettiğini görmedim duymadım. Sağdan bahsetmiyorum bile, onların derdi her zaman maddi manevi sömürüdür. Yukarıda eleştiren ben bile sağ sol diye kategorize ettim. Toplumları böyle dizayn ediyorlar işte. Kalıba tornaya sokarak. Övündüğünüz solda statücülük var mıdır? Yoksa sürekli devrim sadece slogan mıdır? Atatürk’e biraz saygı duyalım, yaptıklarına hak verelim, 600 yıllık karanlığı yıktı. Bu bile büyük devrimdir.
Anonim arkadaş, demişsin ki,
Atatürk’e biraz saygı duyalım, yaptıklarına hak verelim, 600 yıllık karanlığı yıktı. Bu bile büyük devrimdir.
600 yıllık karanlığın yıkılması süreci önceden başlamıştı zaten. Hayır, Osmanlı’nın reformlarını ve dönüşümünü değil, asıl bu dönüşüme yol açan dünyadaki değişimden, ilerlemeden ve dünyanın giderek bütünleşmesinden söz ediyorum. Bu süreç bugün de Kemalizmin karanlığını yıkıyor. Artık Kemalizm’e de gerek yok, Anti-Kemalizm’e de. Olması zorunlu olan zaten olacaktır.
günün haberi. osmanlıca zorunlu dersi geliyormuş. cumhuriyet kurucu kadrosuna toplum mühendisi gibi yakıştırma yapanlar 600 yıl öncesine tornistan yapanlara ne der? asıl toplum mühendisleri halkın konuşmadığı sanal bir dil yaratanlardır. ve bugüne o yapay dili dikte etmeye çalışanlardır. kemalizmin karanlığı falan yokta asıl zifiri karanlık bir film adıyla: “pek yakında”
işçi partisi ajan bir hareket çok net bu…tiikp savunmayı okumayı okuyorsun kürtler kürtlerindir kürtlerin kader tayin hakkı vardır deniliyor…sosyalist partiye geliyorsun perinçek efendi türbanlı bir öğrenci ile yürüyüşte türban ile üniversiteye girilsin deniliyor…hatta pkk nin açlık grevleri sosyalist partide yapılıyordu…hatta o dönem cumhuriyet gazetesi ile kavgalılar cumhuriyet gazetesi manşet atıyor mehmetçiğe atılan kurşun bize atılsın diye 2000 e doğru öanşet atıyor memoya(gerilla)atılan kurşun bize atılsın diye…bir hareket bu kadar savrulmaz…bilinçli kendi kontrolü içinde bir yönlendirme vardır ve bu çok nettir…hayır dışarıdan konuşmuyorum genel merkez profesyonelliği yaptım il yöneticiliği ilçe yöneticiliği öncü gençlik yöneticiliği gibi şimdi anlamsız gelen saçma sapan işler yaptım…