1. Savunduğunuz toplum biçimi çok ütopiktir. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Hayal ettiğiniz yaşam güzeldir ama gerçekleşmesi mümkün değildir.
İşe, öncelikle, “anarşistlerin iflah olmaz ütopyacılar” oldukları imajının silinmesiyle başlamak gerekir. Nedir ütopya? Hayal ülkesi, yani gerçekleşmeyecek bir şey, hayal edilmesi güzel olsa da. Evet hayallerimiz olduğu doğrudur, ama bu komünistlerin bilinmeyen bir gelecekteki “sınıfsız toplum”ları gibi geleceğe ertelenmiş bir hayal değildir. Anarşistlerin, hayal dünyaları ne kadar zenginse, bu hayallerini gerçeğe dönüştürme güdüleri de o kadar güçlüdür. Anarşistler, komünistlerden farklı olarak, bilinmeyen bir gelecek için bugünü israf etmezler.
Onların bir talebi de, “hemen, bugün, şimdi”dir. Yaşanan an, yaşanan gerçeklik, yarının düşleri kadar önemlidir ve bu düşlerin bugünden küçük küçük gerçekleştirilmeye başlanması, koca ovalarda umut ateşlerinin bugünden yakılmaya ve yaşatılmaya başlanması geleceğin de ne ölçüde fethedilebileceğinin belirtisidir. Bu yüzden diyoruz ki, anarşistler, geleceği bugünden kurmaya giriştiklerinden ve bugünü yarına feda etmediklerinden, örneğin gelecekte daha iyi ekonomik koşullar doğacağı hayalleriyle kitlelerin önüne yem uzatan bugünün politikacılarından ve liberallerinden bile daha gerçekçi ve hayattandırlar.
Öte yandan, anarşistlerin savundukları, hiç de öyle gerçekleşmeyecek ve yapay bir ütopya değildir. Anarşistlerin yaptıkları, yüzyıllardır özgürlükleri gaspedilmiş halkların özlem dağarcıklarında sakladıkları özgürlük tutkularının akılcı bir formülasyonundan ibarettir. Bu anlamda, halkların özgürlük istem ve talepleri ne kadar ütopik ve gerçekleşmeyecek bir şeyse, anarşistlerin idealleri de o kadar ütopik ve gerçekleşmeyecek bir şeydir.
Özgürlükle-ceberrutluk arasındaki mücadele, insanlık, hatta doğa var olduğundan beri devam etmektedir. Bu mücadelede, özgürlüğün kazandığı bir çok zaferler de olmasına rağmen, ceberrutluk hakim düzen haline gelmiştir ve bugün insanlığı yönetmekte ve insanlık da esasen bu ceberrutluğa boyun eğmiş bulunmaktadır. Ama bu demek değildir ki, bu sonsuza kadar devam edecektir.
Ceberrutluk, insanın kötülüğü, özgürlük, insanın doğa olarak iyiliği üzerine inşa edilir. Bugün ceberrutluk hakimiyetini kurabilmişse bunun nedeni, insanlara, kendi kötücül düzenini ve insanların kötü olduğu tezini kabul ettirmiş olmasındandır. Böylesine kötücül bir düzene rağmen, insanlar hâlâ, dostluk, iyilik, dürüstlük ve özgürlük gibi değerleri yaşatabilmektedirler. Ancak toplum denen devasa yapı içinde yabancılaşma had safhaya ulaştığından, insanlar bu değerlerini birbirlerine ancak küçük topluluklar içinde aktarabilmekte, birbirlerine ancak küçük birimlerde güvenebilmektedirler. Bunun dışına çıkıldığı zaman, yabancılaşma başlamakta ve insanlar birbirleriyle kötücül ve düşmanca bir ortamın gerektirdiği şekilde ilişki kurmaktadırlar. Bu da, kaçınılmaz olarak ceberrut düzenlerin kurallarının geçerli olduğu bir sistemi gündeme getirmektedir.
İnsanları tek tek alalım. Herkes kendisinin aslında dürüst olduğunu düşünür, ama ne yazık ki başkaları dürüst değildir. Kendisi iyidir, ama başkaları kötüdür. Kendisi paraya önem vermez, ama başkaları önem vermektedir. Kendisi özgürlüğü sever, ama başkaları sevmemektedir. Aslına bakılırsa bu, yüzde doksan için doğrudur da. Ama hep iyi, dürüst, özgürlükçü olmak, başkaları tarafından istismara yol açacaktır. O halde bu değerleri korumakla birlikte, toplumsal alanda, kötüye kötü davranmak gerekmektedir. Başkası kötü olduğu için ben de kötülük yapmak zorunda kalıyorum. Başkaları paraya düşkün olduğu için ben de elimi biraz sıkı tutmalıyım. Ben kötü duruma düşsem başkaları beni düşünecek mi? O halde niye ben başkalarını düşüneyim. vb. vb.
Buna benzer bir başka örnek: Bir köy ya da fabrika düşünelim. Buradaki insanlar hakları için mücadele etmek istiyorlar. Ama tek başlarına bu mücadeleye girerlerse ezileceklerini düşünüyorlar. Haklılar da. Acaba bu mücadeleye başka yerlerdeki fabrikalar da katılacak mı? Ya başka şehirler? Bu bir genel grev halini alacak mı? Tek başımıza greve girişmek ezilmek anlamına gelecek. O halde enayi gibi ortaya atılıp ezilmenin alemi yok. Öyleyse bekleyelim. Ancak ne tuhaftır ki, bütün fabrikalardaki işçiler aynı şekilde düşünmektedirler. Sonunda herbir fabrikanın diğerine güvensizliği nedeniyle direniş bir türlü başlamamakta ve küçük bir azınlık, düzenini sürdürmektedir. Bir başka örnek de ordudan verebiliriz. Hiç kimse tek tek askerlerin, zulüm yapmaktan çok hoşnut olduğunu düşünmesin. Küçük bir azınlığın dışında çoğunun içi kan ağlıyor. Ama asker şöyle düşünüyor: Ben emirlere uymazsam cezalandırırlar ve diğer askerlere ezdirirler. Ve böyle düşünerek emirlere uyuyor. Bütün askerler böyle düşünerek emirlere uyuyor ve bu askerler birbirlerinden korktukları için hem halkı hem de kendilerini kendi elleriyle ezmiş oluyorlar.
Bu örneklerden sonra tekrar topluma dönelim. İnsanların çoğu kötü değil, ama başkalarının kötü olduğunu düşünerek kötülüğe göre davranıyorlar. Bu kötülükler dizisinin kuralları ceberrutluk tarafından düzenleniyor ve giderek herkes bu kötülüğe göre davranış biçiminin normal bir şey olduğunu düşünüyor. İyiliği içinde bir ütopya olarak yaşatıyor, ya da yalnızca yakın çevresi için uygulamaya çalışıyor. Çok küçük bir azınlığın dışında çoğunluk böyle davrandığı için sanki çoğunluğun rızasına dayalıymış görünümü veren bir sistem çıkıyor ortaya. İşte devrimler, bu sanının yıkıldığı ve insanların, çoğunluğun kötülüğü hipotezine göre davranmayı reddettikleri noktada ortaya çıkıyor. Bu ortaya çıktığı zaman ceberrutluğun düzenini sürdürmesi imkansız oluyor. İnsanlar, benim gibi başkaları da iyidir, dürüsttür, diye düşünmeye, emirleri dinlememeye başladıkları ve birbirleriyle dayanışmaya girdikleri anda ceberrut düzen işlemez oluyor. Paranın hakimiyeti yıkılıyor, ordular parçalanıyor, zulüm çarkları dönmüyor. Bir de bakıyorsunuz, yıkılması o kadar zor gibi görünen zulüm çarkı işlemez, ceberrut düzen elini kolunu kıpırdatamaz hale gelmiş. Meğer doğal, olası ve olması gereken buymuş. Ama bu devrim dönemleri çok kısa sürüyor. Yeni iktidarlar yeni ceberrut düzenleri kuruveriyorlar hemen. Halkın birbirine güvenmesine izin ve fırsat vermiyorlar.
Anarşizmin önerdikleri hiç de ütopik değildir. Bilakis insanın gerçek doğasına uygun olandır. Büyük çoğunluğun isteklerine ve özlemlerine uygun olandır. Akıl dışı, tuhaf ve hazmedilmesi güç olan ise bugünkü düzendir. İnsanın doğasıyla tamamen zıtlık içinde olan bugünkü kapitalist, ceberrut sistemdir.
Anarşizmin, yani özgürlüğün gerçekleşmesi sorununa gelince. Bunun kolay olduğunu söyleyen yok elbette. Güçtür. Gerçekleşebilip gerçekleşemeyeceği de hiç belli değildir. İnsanlık bir atılım yapabilirse gerçekleşemeyecek hiçbir şey yoktur. Biz, Marksistler gibi cennet vadetmiyor ve bir kaçınılmazlık teorisi de ortaya atmıyoruz. Ama insanlık, kötücül ve ceberrut düzenlerden bir kere kurtulmaya görsün, o zaman görülecektir ki, anarşizmin öngördükleri, insanlığın gerçek, doğal eğilimlerine çok daha uygundur ve bugünkü akıldışı, karmakarışık toplumsal düzenlerden çok daha sade, rahat ve kendiliğindendir, uygulanması çok daha kolay ve basittir. Bütün iş, insanlığın bunu kuvvetle arzu etmesindedir. Bunu hayal edebilmesindedir. İnsan, hayal ederek yapan bir yaratıktır.
2. Savunduğunuz toplumsal yaşam gerçekleşse bile beraberinde çok büyük sorunlar getirecektir. Toplumsal yaşamı düzenleyen yasalar ve yasa uygulayıcıları olmadığı için yaşam, kargaşa, kaos ve pek çok diğer çatışmaya sahne olacaktır ki bu da eninde sonunda yeni otoriteleri tekrar doğuracaktır.
Ne kadar uğraşsak herhalde bugünkünden daha çok sorun yaratamayız.
Öte yandan, toplumsal kargaşalığı (kaostan söz etmiyorum) doğuran yasasızlık ya da yasa uygulayıcıların bizzat kendileridir. Eğer böyle olmasaydı, herhalde yüzlerce yıldır uygulanan yasa ve yasa koyucular-koruyucular sultası altında toplumlar bir huzura kavuşurlardı. Yasalar toplumları düzenlemezler, toplulukların kendiliğinden ve doğal uyumunun yerine küçük bir azınlığın çıkarları doğrultusunda yapay bir merkezi aygıtın dayatmalarını gündeme getirerek, doğal, kendiliğinden ve kaotik uyumu bozarlar ve toplumları kargaşalığa sevkederler. Ama bununla da kalmazlar, kendi sebep oldukları kargaşalığı önlemek adına yeni yeni kurallar ve yasalar koyarlar. Bu yasaları korumak ve uygulamak için yeni kargaşalıklara yol açan yeni kurallar getirirler ve bu, bir kar topunun çığa dönüşmesi gibi büyüyerek devam eder.
Güncel bir örnekten hareket edelim: Yeni Trafik Yasası. Kime sorarsanız sorun, bu yasanın çok gerekli olduğunu söyleyecektir. Aslında bu yasa, trafik katliamını önleyemeyeceği bir yana, ceberrut kapitalist düzenin kendi yasalar sisteminin doğrudan bir ürünü olarak doğmuştur. İşin aslına bakılacak ve kökenine inilecek olursa, Türkiye’nin (baz olarak bu ülkeyi alalım) hiç de böyle korkunç bir trafik düzenine/düzensizliğine ihtiyacı yoktu. İnsanların doğal ihtiyaçlarına ve yaşamlarına bakacak olursak, altlarına araba alarak böylesi bir çılgınca yolculuğa çıkmaları bir ihtiyaç değildi. Ama kapitalist düzen, a. üretim, endüstri ve çalışma çılgınlığı ortamı yaratarak insanları doğal çevrelerinden kopartmış, uzak yerlere çalışmaya gitmek zorunda bırakmış ve yapay bir seyahat trafiği yaratmış; b. Yine üretim çılgınlığına bağlı olarak korkunç bir süratle hareket etme zorunluluğunu gündeme getirmiş; c. Turizm sektörü, yapay bir tatilcilik ve gezginlik yaratmış; d. İnsanlığın ihtiyacının çok ötesinde bir üretim sistemi yaratarak buna uygun bir mal ve işçi nakli gereksinimi yaratmış; e. Otomativ sanayii insanlarda çılgınca bir lüks araba özentisini körüklemiş; f. Buna uygun bir alt yapı yaratmak oldukça masraflı olduğundan, reklamlarla körüklenen lüks araba ve sürat özlemi, bu alt yapının çok ötesinde bir hızla gelişmiş; g. Para düzeninin hakimiyeti, rüşveti normal bir uygulama haline getirdiğinden, trafik düzeni kendi kendisinin iflasını hazırlamıştır. vb vb. Bu listeyi çok daha fazla uzatmak mümkündür. Şimdi ise insanlar, kötülüğün kökenleriyle mücadele edeceklerine, bizzat bu kötülüğün koruyucusu yasa düzeninden medet ummakta ve “Yeni Trafik Yasası” diye dua etmektedirler. Gerçekten acıklı bir durumdur bu. Yeni trafik yasası hiçbir şeyi önleyemeyecek. Yalnızca daha çok araç gereç, daha çok görevli için daha fazla paraya ihtiyaç olduğundan vergilerin artmasına neden olacaktır.
Bunun gibi binlerce örnek verilebilir.
Gelelim anarşistlerin önerdikleri yasasızlığa. Yasa, ceberrutluğun, bizzat kendi yarattığı kötülükleri ebedi ve kaçınılmaz kabul edip sınırlama çabasından ibarettir, ama aslında bu kötülükleri sınırlamaz, tersine daha da katmerleşmesine hizmet eder. Biz ise, kötülüğün sınırlanmasını değil, doğrudan doğruya ortadan kaldırılmasını öneriyoruz. Aynen, “iktidarın istismarını” önlemeyi değil, bizzat istismardan ibaret olan iktidarın kendisini ortadan kaldırmayı önerdiğimiz gibi. Kötülüğün kendisi ortadan kalkarsa, onun getirdiği olumsuzlukları kısıtlamak için bir yasaya da gerek kalmayacaktır. Para ortadan kalktığı zaman, bankalar ve o karmaşık bankalar sisteminin ortadan kalkması gibi. Savaşlar ve sınıf istismarı ortadan kalktığı zaman orduların ortadan kalkması gibi. Suçun ve suçlunun ortadan kalkmasıyla, polisin, yasanın, hapishanenin ortadan kalkması gibi.
Yasanın ve yasa koyucunun ortadan kalkması kargaşalığı getirmeyecek, tam tersine bu yasa koyucuları zorunlu kılan kargaşalığın tamamen giderilmesine yardımcı olacaktır. Ceberrut düzenin savunucularıyla aramızdaki fark şudur: Onlar kötülüğün, kargaşalığın kaçınılmaz olduğunu, bunları sınırlamak için yasa ve yasa koyucunun gerekli olduğunu söylüyorlar. Biz ise, kötülüğün ve kargaşalığın kaçınılmaz olmadığını, tam tersine bunların ortadan kaldırılmasını kaçınılmaz olduğunu, bunlar ortadan kaldırılırsa, bunların zorunlu sonucu olan ve aynı zamanda bunları pekiştiren yasa ve yasa uygulayıcılarının da ortadan kaldırılacağını söylüyoruz.
Eğer iyimserliğimiz boş umut değilse bizim söylediğimiz çok daha mantıki ve insanidir. Ama biz, kapitalizmin bütün kötülükleri ve kargaşalığı devam ederken, yasanın ortadan kaldırılmasını talep ediyor değiliz. Bu mantıksız olur. Bizim söylediğimiz bu tür kurumların kaldırılması için öncelikle kapitalizmin ve ceberrutluğun ortadan kaldırılmasıdır. Bunlarla birlikte yasa ve koruyucuları da gereksiz hale geleceklerdir.
Bir toplum yasasız ve bekçisiz, uyum içinde yaşayabilir mi? Cevabımız şudur: Bir toplumun uyum içinde yaşayabilmesinin tek koşulu yasasız ve yasa koruyucusuz olmasıdır.
Açlık ve para hırsı yoksa, hırsızlık da büyük ölçüde yok olacaktır. Olan kadarı ise, toplumun rahatlıkla tolere edeceği bir düzeyde kalacaktır. Yasaya, hapishaneye, resmi görevlilere ihtiyaç olmayacaktır.
Trafik katliamına yol açan düzlemde bir seyrü sefayin gereksiz hale gelince trafik yasalarına ve kurallarına da gerek olmayacaktır. Para kazanmanın tek hırs olduğu bir toplum yerine insan yaşamının herşeyden aziz tutulduğu bir toplumda yasaların değil, bu değerlerin hakimiyeti yeterli olacaktır.
Bunun dışında, düşündüğümüz toplum elbette bir kuralsızlıklar ve başıboşluk toplumu olmayacaktır. Toplumun ve insanların yararına asgari düzlemde bazı kurallar olacaktır. Ancak: 1. Bu kurallar bütün toplumu kapsamayacaktır. Yerel ve ademimerkeziyetçi olacaktır. Çünkü her yerin koşulları farklı farklıdır; 2. Bu kurallar, yerel toplulukların doğrudan oylarıyla kabul edilecek ve yürürlükten kaldırılacaktır; 3. Kurallara uymamak suç olmayacak, yalnızca iknaya dayanılacaktır. Bugünkü toplum gibi objektif işleyen bir mekanizma söz konusu olmadığından küçük topluluklar bu tür ihlalleri rahatlıkla tolere edebileceklerdir.
Böyle basit bir toplumu bugünkü devasa ve objektif işleyen bir toplum içinde hayal edebilmek bile zordur elbette.
Öte yandan, özgürlükçü bir toplumda herşeyin güllük gülistanlık olacağını da iddia etmiyoruz. Elbette o zaman da birçok sorunlarla karşılaşılacaktır. Ama en azından bugünkü kargaşalık ve acımasızlıktan çok daha olumlu bir ortam olacağını düşünebiliriz.
3. Savunduğunuz toplumsal yaşam ilkelliğe dönüştür. Toplum bugün geçmişten çok çok farklı olan bir noktaya kadar ilerlemiş olduğu için, tekrar geriye gitmesi mümkün olmayacaktır. Ayrıca bu doğal gelişim yasalarına aykırıdır.
İlkellik nedir? Bugünkü vahşet ortamı insanlık açısından en ilkel aşamayı temsil etmektedir. Bütün insanı değerlerin yok olduğu bir toplum düzeninden daha ilkeli düşünülebilir mi?
Eğer teknoloji kastediliyorsa, insanı köleleştiren ve özünü söndüren bir teknolojiyi reddetmek ilkellik değil, insanın yeniden ayağa kalkması demektir.
İleri-geri kavramları da tartışılmaya değer. Kanımca bugün insanlık, kendine en yabancılaştığı noktada en geri bir konuma sürüklenmiştir. Modernist kavramları kökten reddetmemiz gerekiyor.
Doğal gelişim yasaları! Neymiş bu? İnsanlık bugün doğal değil, yapay gelişimin etkisi altında. Kendi yarattığı düşmanlar onu eziyor, özünü yok ediyor. Ya bunları altedecek ve gerçek doğal gelişimine dönecek, ya da yok olacak.
4. Devrimde aşama kabul etmiyorsunuz. Böylece birinci basamaktan beşinci basamağa atlamış oluyorsunuz. Mevcut toplumu tasfiye edip yerine tasarladığınız toplumu pat diye kuramazsınız. Önce binanın temeli kurulur, sonra birinci, ikinci, üçüncü katları inşa edilir. Siz ise birdenbire binayı inşa etmeye çalışıyorsunuz. Bu, mantık dışıdır.
Bu soruyu soran arkadaş, eğer gerçekten de bir bina söz konusu olsaydı haklı olurdu. Ama toplum bir bina değildir.
Ayrıca aşamalar teorisi, halkın gerçek devrim özlemlerine uygun bir şey değildir. Bu, iktidara oynayanların, önce müttefiklerini kandırma, sonra da haklama planlarının ortaya çıkarttığı bir taktikten ibarettir. Aşamalar teorisini ortaya atan Marksistlerin pratiğine baktığımız zaman bunu daha iyi görürüz.
Lenin, Rusya’da önce bir burjuva demokratik devrim, sonra da sosyalist devrim öngörmüştür. Ancak koşullar, Bolşeviklerin doğrudan doğruya iktidarı ele almalarını gündeme getirdiği an, birdenbire bu teorisini unutmuş ve iki aşamanın bir anda gerçekleştiğini söyleyerek işi kılıfına uydurmuştur. Hani, nerde kaldı toplumun izleyeceği iki aşama? Hiç de öyle olmamıştır. Bunun, hayali bir durum ve taktiksel bir şey olduğu ayan beyan ortaya çıkmıştır. Aynı şey Mao’nun milli demokratik devrimi için de söz konusudur. Mao iktidarı ele geçirdikten sonra iki ayrı aşama diye bir şey uygulamamış ve “özünde proletarya diktatörlüğü olan milli demokratik devrim” teorisini ortaya atmıştır. Çünkü iktidarı ele geçirdiğinde artık müttefiklere ihtiyacı kalmamıştır.
Bizim devrimde aşama kabul etmek ya da etmemek diye bir sorunumuz yok. Önemli olan, devrimle iktidarları yıkan halkın özlemlerini pratiğe geçirmesidir. Bu, bir programa, ya da herşeyi önceden bildiği kabul edilen kerameti kendinden menkul bir partinin önceden çizdiği plana göre olmaz. Halkın neleri nasıl yapmak istediğine göre olur. Eğer halk parayı ve devleti bir çırpıda kaldırmak istiyorsa bunu kim engelleyebilir ve niçin engellensin. Bunu başarıp başaramaması ayrı bir sorun. Bu, onun durumuna, koşullarına vb. bağlıdır. Ama önemli ve tayin edici olan kitlelerin isteğidir, kararlılığıdır. Bu kararlılık, Marksistler tarafından bol bol sözü edilen “bilinç” “eğitim” “ekonomik koşullar” gibi engelleri de aşabilecek bir güce sahiptir. Devrim gibi büyük bir işi beceren halk, eğer isterse ve yenilmezse bunun da pekâlâ üstesinden gelebilir. Herşey istemekle başlar. Bu irade yoksa, hiçbir “aşama” bunu yaratamaz.
5. Savunduğunuz toplumda herhangi bir otoritenin olmayacağını söylüyorsunuz. Oysa sizin toplumunuzda da anarşizm egemen olacak ve örneğin sosyalizm ya da başka düşüncelere izin vermeyecektir. Örneğin dinsel kurumlara, bilim ve eğitim kurumlarına, teknolojik çalışmalara izin vermeyeceksiniz. Bu da anarşizmin diktatörlüğü olmuyor mu?
Bir kere “bizim toplumumuz” diye bir şey olmadığını belirterek başlayalım. Anarşizm, diğer doktrinler gibi, kendi “program” ya da “planlarına” göre bir toplum düzeni öngörmüyor, yani toplum mühendisliği yapmıyor. Nitekim, anarşizmin, geleceğin özgür toplumu üzerine belirlenmiş bir programının, aşamalarının, sabitleşmiş önerilerinin bile olmaması bunun göstergesidir. Çünkü anarşizm, kendisinin iktidarını öngörmüyor, örneğin komünizmden farklı olarak. Onun önerdiği tek şey, özgürlüğün sınırsızca gerçekleşmesi ve halk kitlelerinin istediği gibi karar verip uygulamasıdır.
Bu açıdan, anarşizmin, sosyalizme ya da diğer düşüncelere izin vermemesi diye bir şey de olamaz. Anarşizm, iktidar olmayacağından kimseye izin vermek ya da vermemek durumunda olmayacaktır. Tersine, anarşizmin öngördüğü gibi sınırsız özgürlükçü bir toplum oluşursa, hiçbir düşüncenin yasaklanması söz konusu olmayacaktır. Böyle bir toplumda “yasak” olan tek şey yasak’ın kendisi olacaktır.
Dinsel kurumlara, bilim ve eğitim kurumlarına, teknolojik çalışmalara izin vermemek diye de bir şey söz konusu değildir. Eğer böyle özgürlükçü bir toplumda dine inanmak isteyen insanlar varsa, inanacaklar ve kendi dinsel kurumlarını da, kendi çabalarıyla özgürce yaşatacaklardır. Ama yalnızca kendi çabalarıyla. Örneğin bugün olduğu gibi, inanmayan insanların vergileriyle dinsel hizmetlerin yürütülmesi gibi bir istismar elbette olmayacaktır.
Müminler, yalnızca kendi çabalarına dayanacaklardır dinsel kurumlarını yaşatmakta. Ama ateist komünist devlette olduğu gibi, dinin baskı altına alınması söz konusu değildir, özgürlükçü bir toplumda. Ne dinin baskısı, ne de dinin baskı altına alınması. İkisi de olmayacaktır.
Özgürlükçü bir toplumda, elbette tek merkezci eğitim olmayacaktır. Çünkü devlet olmayacaktır. Tek merkezci eğitimi dayatan devlet düzenleridir. Ama bunun ötesinde, şunu tahayyül edebiliriz ki, böyle bir özgürlükçü toplum bir eğitim, bilim ve sanat kampına dönüşecektir. Ama ayrıcalıklılara özgü bir eğitim değil, herkese yönelik bir eğitim. Sınıf hakimiyetine yönelik bir eğitim değil, her türlü ayrımcılığı yok etmeye yönelik bir eğitim. İnsanları yok etmeye yönelik bir bilim değil, gerçekten insanlara hizmet eden bir bilim. Tek düze ve tek merkezci bir eğitim değil, farklı okulların birbiriyle yarıştığı bir eğitim. İsteyenin istediği gibi eğitim yapabildiği, çeşitli pedagoji okullarının birbiriyle rekabet ettiği, herkese açık bir eğitim. Anarşizmin öngördüğü özgürlükçü toplum, eğitimin, bilimin, sanatın bugünküyle kıyaslanmayacak ölçüde fışkırdığı bir kültür toplumu olacaktır aynı zamanda. Ama kimsenin kimseye zorla kendi görüşünü ya da eğitimini dayatamadığı bir toplum. İşte böyle bir toplumda, insanın insanı yok ettiği ve bugün pek övülen “rekabet” değil, insanlığın gelişmesine hizmet eden, binbir farklı görüşün, okulun birbiriyle mücadele ettiği geliştirici bir rekabet söz konusu olacaktır.
Öte yandan savaş sanayiini geliştirmeye, insanları öldürmeye, hayvanlara işkence yapmaya yönelik “bilimsel” araştırmalar olmayacaktır elbette böyle özgürlükçü bir toplumda. Yasaklandığı için değil, anlamı kalmadığı için ve böyle devasa boyuttaki ölüm makinalarını finanse edecek patronlar ve sermaye düzeni ortadan kalktığı için.
6. Modern teknolojiyi ve ağır sanayiyi reddediyorsunuz. Öyleyse, iletişim, ulaşım, üretim ve tüketimin koordinasyonu ve dolaşımını, bilim, sanat, eğitim vb. etkinlikleri nasıl gerçekleştireceksiniz? Net çözümler sunamıyorsunuz.
Net çözümler sunmak gibi zorunlululuğumuz da yok. Çünkü biz iktidar olacak falan değiliz. Bu sorular, hep bir iktidar adayına sorulacak sorular. İnsanlar, iktidarlara öylesine alışmışlardır ki, anarşistleri de herhangi bir iktidar adayı olarak görmekten bir türlü vazgeçemiyorlar.
Bizim öngördüğümüz toplumu, elbette bugünkü toplumlara bakarak tahayyül edebilmek zordur. Çünkü biz, bugünkü “gelişmiş” toplumları tamamen ve kökten reddediyoruz. İnsanlığa “yoldan sapmasını” öneriyoruz.
Şunu bunu nasıl gerçekleştireceksiniz, diye soruluyor. Bir kere biz gerçekleştirecek değiliz. Daha iyi bir yaşam kurmak isteyen halk kitleleri gerçekleştirecek, eğer istiyorsa. Üstelik, halklar onbinlerce yıldır nasıl yaşamışlardır, nasıl üretmişlerdir, nasıl çoğalmışlardır, nasıl iletişim kurmuşlardır? Bunlar herhalde bugüne kadar hep bugünkü çok bilmiş toplum mühendislerince ya da modern devletlerce yapılmamıştır. Eski çağ devletleri, bugünkü modern devletlerle karşılaştırıldığında, düzenleyicilik açısından çok zayıf kalırlar. Aşağı yukarı ondokuzuncu yüzyıla kadar üretim, tüketim, iletişim, ulaşım, hatta sanat, bilim, eğitim işleri büyük ölçüde halkların kendi çabalarıyla yürütülmüştür. Toplumun kendiliğinden işleyişi içinde, ihtiyaçlar son derece kendiliğinden, kaotik bir uyumla yerine getirilebilir. O ilkel denilen çağlarda, büyük salgın hastalıkların dışında, örneğin açlıktan toplu kırımlar olmazdı. Ama bugün oluyor. Neden? Savaşlar yüzünden, yoksa insanların üretim yapamamasından, ya da ulaşımı sağlayamamasından değil.
Bu evrenin bir yaratıcısı olmadığına göre, özgür toplumun da bir planlayıcısı ve yaratıcısı olmayacaktır. Kaotik kendiliğindenlik evrenin eşsizliği gibi, özgür bir toplum yaratabilecektir.
Hele hele devrim yapmış bir halk, özgürlükçü ve dayanışmacı bir toplum sorunların üstesinden çok büyük kolaylıkla gelebilecektir. Yeter ki, iktidar düşkünleri halkı bölüp yeni iktidar kavgalarına alet etmesinler. Küçük komünal toplulukların birbiriyle yatay ilişkiler kurarak oluşturdukları kendiliğinden bir ağla topluluklar ihtiyaçlarını karşılıklı olarak karşılayacak ve barış içinde yaşayabilecektir.
7. Merkezi örgütlenme yerine, komün, kanton, federasyon ve konfederasyon gibi mekanizmalar öneriyorsunuz. Ancak bu mekanizmalar da sonuçta belli oranda temsil/seçim yöntemini kullanacaklardır. Bu da bir çeşit bürokrasi değil midir?
Anarşistler her türlü temsile karşı değildirler. Temsilin yabancılaşmasına ve yozlaşmasına karşıdırlar. Temsilcim benimle her an yüzyüzeyse, bana her an bilgi verebiliyorsa, ben her an ondan hesap sorabiliyorsam, diğer arkadaşlarımla anlaşarak onu her an görevden alıp bir başkasını yerine getirme şansına sahipsem sorun yoktur. Ancak bu, çok küçük birimlerde söz konusu olabilir. Yani ancak bir köy, küçük bir mahalle ya da sokak ya da küçük bir (örneğin yüz kişiyi geçmeyen) fabrika ya da atölye çapında söz konusu olabilir. Ama 1. Temsilciliğin alanı büyüdüğü an; 2. Temsilciler topluluğu bu sefer daha üst bir organizma için kendi aralarından daha üst temsilciler seçtiği an, yabancılaşma da başlar. O halde, temsilcilik alanları bireylerin yüzyüzeliğini ve tanıdıklığını aşmayacak ölçüde dar tutulmalı ve temsilcilik sistemi hiyerarşik bir yapıya dönüştürülmemelidir. Bu, yalnızca bir kademenin söz konusu olması demektir.
Biraz açalım (eski bir örgütçü konuşuyor, dikkat!): Yukardaki öneriye göre gidecek olursak, temsilcilerden oluşan bir meclis bin kişiyi geçmeyeceğine göre (çünkü bundan daha kalabalık meclislerde sorunları tartışmak ve karar almak iyice güçleşecektir) bir kanton ancak bir kasabayı kapsayabilir. İkinci bir temsilciler kademesi, yani bir üst meclis yaratmayı sakıncalı bulduğumuza göre kantonlar arasındaki konfederal bağ nasıl sağlanacaktır? Bu, kantonların ve kanton meclislerinin birbirleriyle kuracakları kaotik ilişkiler aracılığıyla olmalıdır. Bir merkez yaratmaya gerek yoktur. Dolayısıyla o ülkenin (tek ülkede anarşizm!) konfederasyonu yalnızca hayali bir konfederasyon olmalıdır. Daha doğrusu bu konfederasyon, kantonların birbirleriyle kurdukları karmakarışık bağlantıların bütünü olmalıdır. Peki hiç mi merkezi bir karar, bütün konfederasyonu ilgilendiren bir karar almak gerekmeyecektir? Gerekecektir elbette. O zaman da temsilciler sistemi yerine, bütün kantonlar o konuda genel oylamaya gideceklerdir. Plebisit türü bir oylama. Diyelim ki ülkede beş bin kanton var. Kantonların üç bini çoğunlukla şu yönde karar aldı. Kantonların çoğunluğunun aldığı karar konfederal karar olacaktır. Ama ters yönde karar alan kantonlar bu konfederal karara uymak zorunda olmamalıdırlar. Onlar bildiklerini okuyabilirler. Kendi keyiflerine kalmış. Ancak savunma vb. türü (örneğin özgürlükçü konfederasyona dışardan bir saldırı var ve bir halk seferberliği gerekiyor) bütün konfederasyon açısından hayati olan konularda bağlayıcı kararlar olmalıdır. Herhangi bir kantonun bu bağlayıcı karara uymaması halinde, diğer kantonların da o kantona karşı belli yaptırımlar uygulama hakları olmalıdır.
Yani sonuç olarak, yabancılaşmamış temsilciliğe evet! Temsilciliğin yabancılaşmasına yönelik her türlü uygulamaya hayır!
8. Zorunlu çalışmaya karşı çıkıyorsunuz. Kimseyi çalışmaya zorlayamayacağımıza göre, çalışmak istemeyen insanlara ne yapacaksınız? Bu durum pek çok insanın tembelleşmesine, üretimden tamamen soyutlanmasına ve böylece yeni sorunlara yol açmayacak mı?
Çalışmanın insanlara bir yük, bir angarya, yaşamını karşılamak için katlanılması gereken bir kötülük olduğu bugünkü toplum açısından baktığımız zaman haklı bir soru. Ama özgürlükçü bir toplum açısından da bir o kadar mantıksız.
Bizim düşündüğümüz toplumda bugünün üretim çılgınlığı olmayacağından bugün sanki ihtiyaç gibi görünen üretimin yüzde sekseni olmayacaktır. İnsanların gerçek ihtiyaçları için gereken üretimin sağlanması için gerekli çalışma ise insanların günde ancak iki üç saatini alacaktır. Bu üretimin yüzde sekseni de insanların kendi eğilimleri ve zevklerine uygun olacağından siz yapma deseniz de onlar bunu zaten yapacaklardır. Bunun dışında kalan ve kimsenin yapmaktan zevk almayacağı bir takım işler de kalacaktır geriye elbette. Örneğin hastanelerde gece nöbetleri, bir takım pis bakıcılık işleri, başka zor işler gibi. Bu tür işler de küçük topluluklarda eşitlikçi bir nöbet sistemiyle pekala yerine getirilebilir. Bu tür işlerden kaytaranlar olmayacak mıdır? Olacaktır elbette. Bu da yine küçük topluluklarda kınama, ayıplama, karşılığında başka sosyal yardımlardan yoksun bırakma gibi önlemlerle kolayca giderilebilir. Giderilmeyen kadarı da topluluğun daha gelişmiş ve sorumlu üyeleri tarafından kolaylıkla kapatılabilir. Günümüzde batıda iyice yaygınlaşmış olan yardım kuruluşlarındaki gönüllü çalışma, insanların aslında bu tür bir çalışmaya yatkın olduklarının bugünkü hayatta gözlenen örneklerinden biridir.
Bütün mesele, çalışmanın insanın kendine ve diğer etkinliklere ayırdığı zamanları kapsamayacak bir hafiflikte olması ve kendi eğilimlerine uygun bir zevk haline getirilmesidir. Kimbilir, bizim düşündüğümüz toplumda belki de çalışmaktan men etmek diye bir “ceza” (!) söz konusu olabilir.
9. Savunduğunuz toplumda suça benzer durumların olabileceğini kendiniz söylüyorsunuz. Hukuk ve ceza sistemi olmayacağına göre, suç işleyenlere karşı ne yapılacak? Yeni suçlar işlemelerinin önüne nasıl geçilecek?
Öncelikle, suç denen şeyin bugünkü toplumsal düzenlerin doğal ve zorunlu sonucu olduğu noktasında anlaşmamız gerekir.
Bunda anlaştıktan sonra önerdiğimiz özgürlükçü toplumdaki “suç”lara gelebiliriz. Başından da belirttik, herşeyin güllük gülistanlık olacağını söylemiyoruz. İnsanların edindikleri kötü alışkanlıkların bir çırpıda ortadan kalkacağı gibi bir safdillik içinde olmadığımızdan, özellikle başlangıç dönemlerinde bu tür vakalar elbette olacaktır.
Ama önce şunda anlaşalım. İnsanlığa karşı hapishane kurmak, bir bireyin işleyebileceği en korkunç suçtan daha korkunç bir suçtur. Bir birey en fazla beş kişiyi öldürebilir diyelim. Ama hapishane kurmak, bütün toplumu öldürmek, insanlığın ruhunu öldürmek, yalnız hapsedilenlerin değil, dışarda olanların da özgürlüğünü katletmek anlamına gelir.
Bu noktada anlaşıyorsak tek tek bireylerin işledikleri “suç”lar konusunda ne yapacağımıza gelebiliriz. Bir kere, toplumsal koşulları ortadan kalktığından bu tür vakalar bugünküyle kıyaslanmayacak ölçüde azalacaktır. Nispeten hafif vakalar, birbirine yabancılaşmamış, aşağı yukarı birbirini tanıyan bireylerden oluşan topluluğun kınama, ayıplama türü ahlaki davranışlarıyla cevabını zaten bulacaktır. Daha ağır vakalar ise (örneğin cinayet, tecavüz vb.) zorunlu olarak bazı yaptırımları gerektirecektir. Kantonun bütün üyeleri ya da kanton meclisi böyle vakalar karşısında toplanır, durumu inceler, eğer kaçıp ortadan yok olmamışsa zanlıyı dinler, tanıkları dinler ve sonunda bir karara varır. Eğer zanlının olayı gerçekleştirdiği kesin olarak ortaya çıkmışsa ve bu kişinin iflah olmazlığı ayan beyan ortadaysa, örneğin kantonun dışına çıkarılmasına karar verilebilir. Böyle bir toplumda bu oldukça ağır bir “ceza”dır. Ama bu kişi başka bir kantona gidebilir ve orada da aynı suçu işleyebilir denecektir. Doğrudur. Ama bu tür insanların sayısı ve yapabileceği kötülükle, cezaevlerinin ve ceza sistemlerinin toplumda yarattığı kötülüğü terazinin iki kefesine koyalım bakalım. Hangi kefe daha ağır basıyor?
10. Anarşizmin tek ülkede mümkün olamayacağını söylüyorsunuz. Dünyanın her yerinde aynı anda devrim olamayacağına göre, mücadele ülkeden ülkeye yayılma temelinde olacaktır. Bu da bir tür aşama değil midir? Ayrıca herhangi bir coğrafyada ortaya çıkacak olan bir anarşist toplum mevcut dünya dengeleri arasında devlet mekanizmasını kullanmaksızın nasıl ayakta kalabilecek?
Anarşizmin tek ülkede mümkün olamayacağını ben şahsen söylemiyorum. Bugüne kadar devrim olan ülkelerde eğer komünistlerin tekelci iktidarı kurulup özgürlük alternatifi daha başından boğulmasaydı, bu ülkelerde anarşizmin öngördükleri pekala uygulanabilirdi. Tek ülkede sosyalizm tartışması, elbette gelişmiş sanayi temelini öngören komünizm açısından mantıkiydi, ama basit ve özgürlükçü bir yaşamı öngören anarşizm için böyle bir temel hiç de gerekli değildir. O halde bir halk, özgürlükçü ve kendi yağıyla kavrulan bir yaşamı, hiç kimseye ihtiyaç duymadan gayet güzel kurabilir. Yalnızca devrimin savunulması problemi kalır geriye ki, bu da halkın topyekün seferberliğiyle pekala üstesinden gelinebilecek bir şeydir. Hatta ben, bırakın tek bir ülkeyi, bütün toplumu kapsamayan bölgesel devrimlerle bölgesel olarak da özgürlükçü toplulukların kurulabileceği kanısındayım.
Özgürlükçü bir toplumun yaşaması ve dış saldırıya karşı direnmesi için dünya dengeleri değildir gerekli olan. Halkın kararlılığı ve seferberliği, devlet mekanizmalarından çok daha etkilidir.
11. Amaç ile araç arasındaki uyumdan ve tutarlılıktan söz ediyorsunuz. Ancak açıktır ki, bugün amaçlarınızla taban tabana zıt bir biçimde yaşıyorsunuz, karşı çıktığınız çok şey yaşamınızın içinde var. Siz bunu “mevcut koşulların bir anda değişemeyeceği” gerekçesiyle açıklıyorsunuz. Böylelikle hem reddettiğiniz aşama durumunu kabullenmiş hem de “politika” yapmış olmuyor musunuz?
Anarşistlerin insani zaaflardan arınmış peygamberler ya da havariler olarak görülmesi saçmadır. Böyle insanüstü bir peygamberliğe soyunmayı, “çelik disiplinli öncü”lere bırakalım. Anarşistler, diğer insan oğullarından ve kızlarından farklı yaratıklar da değildirler. Onların diğer insanlardan farkı, herkesin içinde bölük pörçük yaşayan özlem ve duyguları daha bütünlüklü bir şekilde ifade edebilmeleridir, amaç süper insan falan da yaratmak değildir.
Diyelim ki, anarşistlerin yaşamları, söyledikleriyle tutarlı olmasın, bu onların söylediklerinin doğruluğunu ortadan kaldırır mı? Anarşistlerin illa halkın gözüne gireceğiz, örnek insanlar olacağız diye bir dertleri yoktur.
Anarşistlerden bir tek noktada tutarlılık beklemek gerekir. Anarşizmin ahlaki tavrını yaşamlarının her anında uygulamaları. Yaşam tarzını demiyorum, ahlaki tavrını diyorum. Yani şu: Bir anarşist, ekmek parası için bile olsa, devletin herhangi bir baskı organında (polis, ordu, sansür vb) çalışamaz. Bir anarşist, yalan ve aldatmaca makinası bir medya organında doğrudan yalan üretim mekanizmaları içinde aktif rol alamaz. Bir anarşist, kimden gelirse gelsin ve hangi gerekçeyle yapılırsa yapılsın, özgürlüğü bastıran hiçbir eyleme sessiz kalamaz. Bir anarşist, hiçbir yerde haksızlığa karşı sesini yükseltmemezlik edemez. Bir anarşist hiçbir zaman şuna ya da buna yalaklık yapamaz. Bir anarşist, korku vb. nedenlerle fikirlerini açıklamamazlık edemez. Bir anarşist, otoriter, baskıcı, istismarcı, hotzotçu, vb. tavırlar karşısında sessiz kalamaz. Bir anarşist hiçbir gerekçeye sığınarak halka karşı eline silah alamaz. Bir anarşist asla ispiyonculuk yapmaz ve ispiyonculuğa göz yumamaz. Bir anarşist asla ayrımcılık ve ırkçılık yapamaz. Bu listeyi daha da uzatabiliriz. Bunlar ve bunun gibi şeyler bir anarşistin tutarlılığının, onun birey olarak tutarlı kalmasının baş koşullarıdır. Bunun dışında, yaşamın karmaşıklığı ve zorunlulukları dolayısıyla hepimizin elbette anarşizmin öngördüklerine uymayan birçok zaafımız var. Ama bu zaafların karşısında ezilmenin alemi de yok. Onlarla mücadele ederiz. Ama herhangi birine daha iyi imaj vermek için değil. Kendi tutarlılığımız açısından.
12. Liderliğe karşı olduğunuzu söylüyorsunuz. Oysa sizin de geçmişten gelen pek çok lider kültünüz var. Daha da önemlisi, herkes aynı anda mücadeleye katılamayacağı için, ilk başlayan fedakar kişiler ister istemez gelecekte yeni liderlere dönüşeceklerdir. Bunlar, herhangi bir yetkisi olmayan, sizin tabirinizle “doğal lider” olsalar bile, sonuçta lider kültü yerli yerinde durmuş olmuyor mu?
Anarşistlerin eşitlikçiliği çoğu zaman yanlış anlaşılıyor. Bilgi ve deneyimde eşitlik olmaz. Bazı insanlar doğal olarak, daha bilgili, daha kavrayışlı ve deneyimlidirler. O zaman bilgili, kavrayışlı ve deneyimli olanla bu özelliklerden yoksun olanı eşit almak yapmacık bir tavır olur. Ben lider demiyorum. Çünkü liderlik, özellikle Leninistler tarafından iyice yozlaştırılmış ve bürokratik diktatörlüklerin dayanağı haline getirilmiştir. Biz kerameti kendinden menkul liderlerin sultasına ne kadar karşıysak, gerçek bilgi, deneyim ve kavrayış sahibi, ön plana çıkmış insanlara karşı da o kadar saygılıyız ve onlardan öğrenmek isteriz. Lider kültüne ve sultasına karşı olmak, neden değerli insanların fikirlerine önem vermemeyi gerektirsin?
Ancak bu, o deneyimli ve bilgili insanlara körü körüne tapmak, onları körü körüne izlemek, onları eleştirmemek, ya da işler tersine döndüğü zaman yerin dibine batırmak anlamına gelmez.
Kropotkin örneğini alalım. Anarşistler, ona her zaman büyük öğretmenleri olarak saygı göstermişler ve ondan öğrenmişlerdir. Ama birinci dünya savaşında emperyalistleri destekleyen tavrını da benimsememiş, onu izlememiş ve eleştirmişlerdir. Fakat buna rağmen Kropotkin’i diğer değerli yanlarıyla sevmeye devam etmişler ve onu tamamen çamura batırmamışlardır. Bu, anarşizmin bireye, insana değer veren yanıdır. Ne tapınma, ne karalama, ama öğrenme. Marksistlerde ise durum tam tersidir. Onlar lider kültünü, devlet mekanizmasının ihtiyaçları çerçevesinde yaratırlar, lider bu mekanizmayı çalıştıracak bir tutum içinde olduğu sürece onu göksel bir varlık haline getirir ve eleştirilerden azade tapılacak bir yaratık olarak sunarlar. Ama işler tersine dönüp, lider, devlet çarkıyla çatışmaya düştüğü anda da bu sefer onu cehennem ateşine atarlar (Troçki örneği). Soruna böyle bakınca görülüyor ki, lider kültü bir neden değil, sonuçtur. Devlet aygıtının bir sonucudur. Devlet çarkı oluşturmak niyetinde olmayan anarşistlerin, kendi bilgelerine değer vermesinde, onlara tapmadan ve eleştirel bir tavırla onlardan öğrenmesinde olumsuz bir durum yoktur, bunda bir tehlike de yoktur. Bilakis bu, normal ve olması gereken bir durumdur.
13. Her türlü otoriter ilişki ve eğilimlere karşısınız. Ancak açıkça otoriter olan sosyalistlerle aynı alanlarda (bazen de aynı platformlarda) bulunabiliyorsunuz. Hatta bazen ortak eylem bile yapıyorsunuz. İslamcıları ve faşistleri düşman ilan ederken, sosyalistleri niçin ayırıyorsunuz? Üstelik sosyalistlerin geçmişte anarşistlere yaptıkları ortada ve ayrıca gelecekte tekrar iktidara gelebilirlerse aynı şeyleri yapacaklarına kuşku yok. Buna rağmen niçin onları ayrı bir kefeye koyuyorsunuz, onlar da bilinen iktidar güçlerinden biri olmayacaklar mı? Kısacası siz sosyalistleri diğer totaliter hareketlerden ayrı tutmakla aslında kendinizi sol yelpazeye dahil etmiş oluyorsunuz. Oysa sol da otoriter, hatta tarihte görüldüğü gibi epeyce de totaliterdir. Buna rağmen bir şekilde solla hareket ederek veya en azından solu düşman, karşı-devrimci ilan etmeyerek pragmatik bir politika yapmış olmuyor musunuz? Yani size göre, “yeni bir otorite”den başka birşey olmayan sosyalistleri niçin devrimci görüp ayrı bir yere koyuyorsunuz? Onlar bugün sizden çok daha güçlü oldukları için mi? Sosyalistlerle ilgili tavrınız tutarsızlık ve politika yapmak değilse nedir peki?
“Açıkça otoriter olan sosyalistlerle aynı alanlarda… bulunabiliyorsunuz.” Bunun nedeni, o andaki daha büyük otoritelere karşı mücadele ihtiyacıdır. Bir güç, kendi içinde ne kadar otoriter olursa olsun, o anda benimle ortak bir özgürlük kavgasına geliyorsa, ona gelme, ya da ben seninle ortak mücadele yapmam demek saçma olur. Nasıl, kendi evinde karısını, çocuklarını döven bir işçiyle, patrona karşı mücadelede ortak hareket etmeyi reddetmiyorsam. Ama bu, o işçinin karısını ve çocuklarını dövmesini onayladığım ya da buna karşı mücadele etmeyeceğim anlamına gelmiyor elbette.
Şahsen ben, islamcıların bütününü düşman ilan etmekten yana değilim. İslamcılar bugünkü devletle birleştikleri noktada düşmanımdır (aynen, kemalist devletle birleşen solcuların düşmanım olması gibi) ama devletle çatıştıkları noktada onlarla dostum. Örneğin, İsrail’e karşı gösteri yapan islamcılar polisle çatıştıkları zaman onlarla beraberim. Koşullarım olsa onlarla birlikte ceberrut polis güçlerine karşı dövüşürdüm. Ama aynı şekilde, Sıvas’ta otel yakan namertlere karşı da saçımın son teline kadar dövüşürüm. Bu, o anda kimin mazlum, kimin ceberrut olduğuna bağlıdır. Bir yerde mazlum olan, bir yerde ceberrut olabilir. Anarşistler ise (bence) politik ve ideolojik önyargılardan arınmış olarak o anda kim mazlumsa onunla birlikte özgürlük mücadelesini sürdürmelidirler. (İslamcılar konusunda çoğu anarşist yoldaşımın bana katılmayacağını biliyorum.)
Hatta ben, faşistlerin bile mazlum olduğu noktada onlarla aynı safta yer alınabileceğini düşünüyorum. Örneğin Rus devletinin Çeçenlere karşı ceberrutluğunu protesto eden faşistlerle birlikte yürürüm, elbette kendi kara bayrağımı çekerek. Bundan en ufak bir rahatsızlık duymam. Faşistler bu yürüyüşü kendi aşırı milliyetçi tezlerini güçlendirmek için yapıyorlarmış. Hiç önemli değil. Önemli olan yürüyüşün içeriğidir (elbette faşist sloganlar hakimiyetinde bir yürüyüşse katılmamak gerekir, ama Çeçen özgürlüğünün sloganları hakimse katılmamak yanlış olur, elbette bize karşı herhangi bir engelleme yoksa).
Eğer soruna böyle bakmazsak, o zaman yukardaki soruyu soran arkadaş haklı olur. Çünkü bir çok Marksist-Leninist örgüt de aslında kendi diktatoryal amaçları için yürümektedirler. Biz nasıl onların bu tür amaçları var diye ortak yürümekten çekinmiyorsak, faşistler var diye haklı bir yürüyüşe katılmaktan çekinmemeliyiz (bu sözlerimle birçok anarşist arkadaşım tarafından taşa tutulacağımı biliyorum).
Kendi tavrımı açıklayarak, en azından kendi adıma, soruyu soran arkadaşın tutarsızlık ithamını karşılamış olduğumu sanıyorum. Bu, aynı zamanda, arkadaşın, bugünkü anarşistlere yönelik tutarsızlık ithamına kısmen hak verdiğim anlamına da gelmektedir. Anarşizmin kendini klasik “sol” içinde görmesi ve bu şekilde hareket etmesi, büyük bir hatadır.
14. Legalizme, legal partilere, legal kurumlaşmaya karşı çıkıyorsunuz. Ancak siz de dergi, kitap ve genel legal propaganda yöntemlerini kullanıyorsunuz. Hatta sendikalizmi benimsemiş olmakla, devletle ilişkiyi bile kabul etmiş oluyorsunuz. Peki nerede kaldı sizin legalizmi reddeden tavrınız?
Legalizme, legal partilere, legal kurumlaşmaya karşı çıktığımız doğrudur. Ama bu, legal alanda yayın çıkartmak ve faaliyet göstermekle aynı şey değildir. Yanlış anlaşılmamızın nedeni ise, yine bizim hatalı bir şekilde “legal”e vurgu yapmamızdan ileri geliyor. Oysa bizim derdiğimiz, legallik ya da illegallik değil, kurumlaşmak ve dolayısıyla düzene oturmaktır. Legal partilere karşı çıkmamızın nedeni, bu partilerin legal alanda kurumlaşmalarının ve düzenin bir kurumu haline gelmelerinin daha kolay olmasındandır. İllegal partilerin düzene oturmaları ve düzenin kurumları haline gelmeleri daha zordur. Yani işin aslına bakacak olursak, legallik ya da illegallik, kurumlaşmayı ve düzene oturmayı kolaylaştırmanın ya da zorlaştırmanın ötesinde bir etkiye sahip değildir. Esas olan, o gücün kendi iç niyeti ve yönelimidir. Bu yüzden illegalite de bir sigorta olmayabilir.
Bunun ötesinde legal propaganda olanaklarından yararlanmanın hiçbir sakıncası yoktur. Bilakis bizi halktan gizli bir tekke haline gelmekten koruyacağı ve kitlelerin önüne çıkmamızı, sınanmamızı sağlayacağı için olumlu bir yanı bile vardır.
Geçerken bir düzeltme yapmak isterim. Sendikalizmin (devrimci sendikalizmin) devletle ilişkiyi kabul etmekle bir ilgisi yoktur. Tersine, devrimci sendikalizm, bugünkü, devlet kurumları haline gelmiş sendikalizmin tam zıddıdır ve devletle her türlü ilişkinin kesilmesini savunur.
15. Tek devrimci sınıf işçi sınıfıdır teorisine karşısınız. Sizce işçi sınıfı devrimci değil midir? Ya da toplumda başka hangi devrimci sınıflar var? Sizin savunduğunuz toplumsal devrimin güçleri hangileridir öyleyse?
Hiçbir sınıf kendiliğinden devrimci filan olamaz. Bu, Marksistlerin kendi bürokratik diktatörlükleri için yarattıkları bir mistifikasyondur. Onlar, kendi rejimlerine haklı bir temel yaratabilmek için böyle bir mistifikasyona başvurmuşlardır. Ezilen sınıfların devrimci bir potansiyel taşıdıkları doğrudur. Ama bu doğrudan doğruya devrimciliğe yol açmaz. Nitekim bugünkü kapitalist sistem işçi sınıfını da belli ölçülerde doyurarak düzen içi bir sınıf haline getirmiştir. Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında henüz sistem dışı bir sınıf olan işçi sınıfının devrimciliğinden söz etmek biraz daha mantıki olabilirdi. Ama bu, bugün iyice saçma olmaktadır.
Bugünün kapitalist toplumunda hiçbir sınıf devrimci değildir ve aynı zamanda bütün sınıflardan insanlar devrimci bir potansiyel taşıyabilirler. Çünkü kapitalist sanayi toplumları bir bütün olarak yıkıma gitmektedir ve bunun en fazla farkında olan da kapitalizmin nimetleri konusunda bir doyuma ulaşmış sınıflardır. Modernist hayallerle gözü karartılmış işçi sınıfı ve köylü kökenli yeni işçiler ise büyük bir açlıkla kapitalizmin nimetlerine saldırmakta, sarılmakta ve dolayısıyla kraldan fazla kralcı, kapitalistten fazla kapitalist bir görünüm arzedebilmektedirler.
Bu koşullarda devrimciliği şu ya da bu bu sınıfa atfetmek son derece yanlış olacaktır. Bunun yerine, her kesimden, her sınıftan, uyanık, yürek sahibi, düzenin yarattığı değer erazyonunun farkında olabilecek insanlara, bireylere seslenmek daha akıl kârıdır. Öte yandan, modernizmle çatışma içinde olan köylük yöreler, kapitalizmin absorbe edemediği işsiz gecekondu bölgeleri de başta yönelmemiz gereken alanlar olsa gerek.
16. Hiyerarşik örgütlenmeye karşısınız. Savunduğunuz yatay örgütlenme modeli, herkesin denetimini gerektirdiğine göre, birincisi, herkese açık olan bir yapılanmanın güvenlik sorunu nasıl aşılacak? İkincisi, herkesin katılımı, her olay için herkesin onayını gerektirdiğinden ve bu da ancak herkesin katılacağı tartışmalarla sağlanabileceğinden, bu durum yapının işleyişini felce uğratıp mücadeleyi hantallaştırmaz mı? Üçüncüsü, merkezi direktifler olmayacağına göre, herkesin herhangi bir olay karşısında ortak bir tavır koyması nasıl sağlanacak? Dördüncüsü, kişilerin veya grupların keyfi, sorumsuz ve yanlış eylemlerinin önüne nasıl geçilecek?
Bir yapılanmanın güvenliğinin güvencesi, herkese açık olmasıdır. Herkese açık olan bir örgüt, polis provakasyonlarına ve aynı zamanda bilginin ve insiyatifin yaygınlaşması ve çok-merkezleşmesi oranında polisin bilgi toplamasına en kapalı örgüttür. Öte yandan en komplocu ve en gizli, en hiyerarşik örgütler bile (tarih boyunca ispatlandığı gibi) polisin denetimine ve provakasyonuna daima açık olmuşlardır. Gizli ve hiyerarşik kapalı örgütlenmeler halkın denetimini engeller, ama polisin denetimini engelleyemez.
İkinci nokta, soruyu soran arkadaş, “herkesin onayı, herkesin katılımı” diyerek aslında kafasında hâlâ merkezi bir örgüt yapısı olduğunu ortaya koymaktatır. Oysa anarşist bir örgütlenmede esas olan mahalli insiyatiflerdir ve bu mahalli insiyatifler de ordaki insanların kolayca toplanması yoluyla harekete geçebilir. Daha merkezi düzlemdeki kararlarda ise illa herkesin katılımı diye bir dayatma yanlıştır ve gerçekten gereksiz bürokrasiye ve hantallaşmaya yol açar. Anarşist bir örgütlenmede, daha merkezi düzlemdeki kararlar yalnızca genel bir tavsiye niteliğinde olacağından ve esas olarak yerel bölgelerdeki özgün uygulamalarla hayat bulacağından bu merkezi karara herkes katılmasa da olur. Görüldüğü gibi, anarşist örgütlenme, Marksist örgütlenmenin tam zıddıdır. Marksist örgütlerde herşey merkezden belirlenir ve yukardan aşağı gelir. Anarşist örgütlerde ise herşey yerel bölgelerde belirlenir ve aşağıdan “yukarı” (yukarı tırnak içindedir, çünkü aslında yukarı diye bir şey yoktur, yalnızca yenel bölgelerin koordinasyonunu sağlayan küçük ve hatta etkisiz bir federal merkez vardır) gelir. Bu yüzden Marksist örgütlerde denetim sorunu büyük bir tartışma konusudur ve bunun sağlanması imkansızdır. Ama anarşist yapılanmalarda bu son derece basittir. İnsiyatif gerçek mücadele alanlarındaki insanlardadır, kendi mücadeleleri için kimseye hesap vermek durumunda değildirler ve koordinasyon merkezinin kararları da bağlayıcı olmadığından bu kararlara illa herkesin katılımı gerekmez.
Üçüncü nokta, herkesin herhangi bir olay karşısında aynı tavrı alması zorunlu değildir. Buna yine yerel bölgeler karar verecektir. Eğer kendi mücadeleleri açısından gerekli görüyorlarsa ortak mücadeleye katılacaklardır, gerekli görmüyorlarsa katılmayacaklardır. Bu da yerel insiyatifi güçlendiren ve sorumluluk duygusunu geliştiren çok önemli bir husustur.
Dördüncü nokta, keyfi, sorumsuz, yanlış eylemlerin önüne geçilemez. Ayrıca neyin keyfi olup olmadığına kim karar verecektir? Ya merkezin kararı keyfiyse ne olacaktır? O zaman bütün örgüt bu keyfi kararın peşinden sürüklenecektir. Ama diyelim ki, bir yerel bölge ya da bir kişi böyle keyfi bir karar aldı, bu yalnız kendini bağlar, bütün örgütü peşinden sürükleyemez. Bu sorular bile, Marksist-merkezi örgütlenme anlayışının ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.
Gün Zileli
8 Ekim 1996
1. ve 13. Soruların yanıtları Apolitika’nın Mayıs 1997 tarihli 6. Sayısında yayımlandı.