Derginin, ilk iki sayısına göre oldukça bozulmuş mizampajı (herkes gider Mersin’e biz gideriz tersine) ve artık eleştiri sınırlarının ötesine geçmiş bulunan düzeltim hataları üzerine ukalalık yapmıyor ve bu konuda teslim bayrağını çekiyorum. Esas yazıların içeriği üzerinde durmak istiyorum:

1. Tayfun’un “Aleviler! Bunu ancak Siz yapabilirsiniz” yazısı:
Birinci paragrafta Gazi mahallesinde kahvelerin kimler tarafından tarandığı ile ilgili, birbiriyle bir hayli çelişen bütün olasılıklara “olabilir” denmiş. Belki de bu konuda spekülasyon yapanlarla -ben de bu spekülatörlerden biriyim- dalga geçilmek istenmiş. Oysa bu nokta önemlidir. Türkiye’nin şu karışık ortamında anarşistler, eğer devrimci bir mihrak olarak varolmak istiyorlarsa, akıldaneliğe kaçmamak koşuluyla, hepimizin kafalarındaki sorulara yanıt aramak zorundadırlar.

Öte yandan, Tayfun, bu işi yapanların Dev-sol ya da PKK olabileceği yönündeki spekülasyona -İçişleri Bakanının ve bazı devletçi fraksiyonların dışında kimse bu spekülasyona itibar etmemiştir- da hiç gereği yokken yer vermiş. Ardından “onların yaptığına inanmıyorum” demiş ama kefil olamayacağını da söyleyerek böyle bir olasılığa açık kapı bırakmış. Böylece insanların kafalarının, paragrafın diğer kısımlarındaki olasılıklardan çok bu noktaya takılmasına yol açmış. Böylece belki bilerek belki de bilmeyerek bu grupları şaibe altında bırakmış. Daha aşağıdaki satırlarda  Ümraniye olaylarından söz ederken ise “bu kez sahnede gerçekten de bir provakatör vardı. Sivil giyimli bu şahsın ateş ettiğini gördük. Sonuç dört ölü. Böylece polis aklandı” diyerek insanda bu “provakatörün” sözü edilen gruplara dahil olduğu imajını yaratıyor. Oysa Ümraniye’de ilk ateşi açan kişinin ve ardından silah atan sivillerin polis olduğu nerdeyse bütünüyle açığa çıkmış ve yaralıların TV kanallarına yaptıkları açıklamalar bunu çok net ortaya koymuş durumda. Tersine, Ümraniye’deki ateş açma olayından sonra polis aklanmadı, Gazi Mahallesinde de, Ümraniye’de de resmi polisten de çok sivil polislerin ateş açtığı ortaya çıktı. Nitekim, Ümraniye olaylarına ilişkin çatışma görüntülerinin devletin baskısıyla TV kanallarından kaldırıldığı ve gösterilmesinin yasaklandığı da bilinen bir gerçektir.

Ümraniye çatışması polisi aklayacak nitelikte değil ama Tayfun’un dikkatsizce kullanılmış ifadeleri polisi oldukça rahatlatıcı nitelikte. Örneğin Tayfun “radikal sol grupların mutlaka (altını kendisi çizmiş) polisle çatışma çizgisi” izlediklerinden söz ediyor. İşte bu ifade polisi aklayıcı niteliktedir. Demek ki, medyanın ve hükümetin bir ağızdan söylediği gibi, halkın içinde kışkırtıcılar var ve bunlar polisle çatışma çizgisi izliyorlar, dolayısıyla ilk olayı çıkartan polis değil, bu unsurlar oluyor. Ayrıca bu suçlama herkese yöneltilebilir. Bayram çocukları gibi elele tutuşup polise masumiyet gösterisi yapmak yerine, halkın katillere karşı tepkisini ifade etmek üzere yürüme ve gösteri yapma haklarını kullanan insanların önüne polis dikildiği zaman ne olur? Elbette çatışma çıkar. Halkın yürüyüşünün önüne dikilen polisle çatışmak da o kitlenin en doğal hakkıdır. Böyle bir durumda polis barikatına yüklenenler “polisle çatışma çizgisi” mi izlemiş oluyorlar yani? Ayrıca bana sorarsanız, ben polisle çatışma çizgisini savunmakta dahi bir olumsuzluk görmüyorum. Defolup çekilsinler karşımızdan? Onlar gayri-meşru iktidarların gayri meşru güçleridir. Devlet onlara meşruluk atfetti diye bunu tanımak zorunda değiliz.

Tuhaf olan nokta şu ki, Tayfun, devlet güçlerince ileri sürülen saçma sapan ve hiçbir tutarlılığı olmayan bir spekülasyona yer verip “kefil olamam” diyerek eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürürken, BSP ve Dev-Yol gibi grupların “özgürlükçülüğüne” bir çırpıda kefil olabilmiş ve bununla da kalmayıp anarşistleri de bu burjuva solcularının oluşturduğu bloka dahil etme çabasına girmiş: “Anarşistler dahil, özgürlükçü sol gruplar; BSP çevresi, Dev-Yol çevresi …”; “Ne ki, biz (diğer özgürlükçü solcuları da içine alacak geniş bir biz) orada yoktuk.” Bütün arkadaşların önünde, Tayfun’un, bir anarşist olarak beni lütfen bu “biz”in dışına çıkartmasını rica ediyorum. Yeni Demokrasi Hareketinin yan kolu durumundaki Avrupacı burjuva solcularıyla, anarşistlerin, hele hele böyle “biz” türü samimi ifadelerle ortaklaştırılmasını da kendi adıma protesto ediyorum.

Daha teorik tartışmalara geçecek olursak: Tayfun; “Türk-Kürt, Alevi-Sünni çatışmalarından ve ekonomik krizden bugün bir devrim çıkmaz. Olsa olsa kitlesel boğazlaşmalar çıkar. Nerede devrimin ahlaki öznesi (altını kendisi çizmiş)” diyor ve günümüz koşullarında bu öznenin oluşumunu tayin edici görüyor. Ama gelin görün ki, ortada bir Türk-Kürt, Alevi-sünni çatışması yoktur. Hele hele bu saptamanın alevi kitlesinin devletle çatıştığı bir olaydan sonra yapılması iyice tuhaftır. Gözüken çatışma; Kürt-devlet; alevi-devlet; yoksul kitleler-devlet, hatta radikal sünni-devlet çatışmasıdır. Bu yüzden de kitlesel boğazlaşma değil, sonuç olarak halkın belli kesimleriyle devletin ve egemen blokun boğazlaşması sözkonusudur.

Şu “ahlaki özne” sorununa gelince. Doğrusunu söyleyeyim, bu anlayışın, Marxistlerin “ideolojik öncülük” anlayışından pek bir farkını göremiyorum. Bu, arabayı atların önüne koşmaktır. Kitleler hiçbir yerde, daha “iyi bilenlerin” ahlaki ya da ideolojik öznelerinin tepelerinde oluşturulmasını bekleyip devrime kalkışmamışlardır. Devrimci özneyi de ayaklanan kitleler devrim mücadelesi içinde ve kimsenin akıl hocalığına ihtiyaç duymadan yaratırlar ve yaratacaklardır. Önce fikirleri oluşturalım, sonra devrime kalkışalım demek, kitleleri güdüm altında tutmak isteyen ayrıcalıklı aydınların ipleri ellerinden kaçırmama çabasından başka birşey değildir.

Bence esas “hayal görmek”, “sivil itaatsizlik” adı altında Tayfun’un ileri sürdüğü tasarıdır. Yerlere oturup bekleyeceksiniz. Polis yanıbaşınızdakileri öldürecek, yine sabırla oturuşunuzu sürdüreceksiniz. “Katillerin bulunması” talebinizi tekrarlayıp oturmanızı sürdüreceksiniz! Sanırım buna “itaatsizlik” değil, şiddeti tekelinde gören devlete saygı ve itaat demek daha doğru olur. Kaldı ki, sizin bu yüksek ahlaksal davranışınızın polisin daha da küstahlaşmış saldırılarıyla bozguna dönüşeceğinden ve pasifleştirilmesi önerilen kitleyi daha da pasifleştirip demoralize edeceğinden endişeniz olmasın.

Tarihten verilen örnekler hiç de isabetli seçilmemiştir. Neron’a karşı Hristiyan zaferinin ve sömürgecilere karşı Gandici direnmenin sonucunda ortaya çıkan “bağımsız” Hindistan’ın sonuçlarını hepimiz biliyoruz. Tanrı bizi böyle zaferlerden korusun!

Ayrıca alevi kitlesine aşırı anlamlar yüklenmesine de karşıyım. Bu konuyu, daha fazla bilgi sahibi olanların ele alması daha doğru olur.

2. Halil Atak’ın yazısı: Bu yazının genel telaş havasına ve sosyalistlere, komünistlere, sosyal demokratlara, ilerici ve demokratlara fazla paye verilmiş olmasına katılmamakla birlikte şu saptamaya gönülden katıldığımı belirterek geçmek isterim: “Son Küçükköy olayları anarşistler için bir mihenk taşı işlevi görecek ve mücadeleyi sürdürecekler (başlatacaklar) ile bar anarşistleri ayrışacaktır.”

3. Apolitika – Katiller devletin içinde! yazısı üzerine: “Katiller devletin içinde” saptamasının ardından gelen “tarikatçı polisleriyle yapar” belirlemesi, insana ister istemez, bizatihi devletin değil, devletin içinde yuvalanmış bazı olumsuz unsurların hedef alındığını düşündürüyor (gerçi daha alttaki satırlarda “katil devlettir” denerek bu hata kısmen düzeltilmiş oluyor). Oysa ister tarikatçı olsun ister laik, polis polistir ve devletin bütünü gibi, polisin tamamı da egemen blokun aygıtları olarak işlev görürler. Olaya diğer türlü bakış, demokratların bakışıdır ve “devletin kötü unsurlardan arındırılması” talebini gündeme getirir. Ayrıca “katil… faşistlerdir, islamcı faşistlerdir” ibareleri de doğru hedef göstermiyor. İşin doğrusunu söyleyecek olursak, katil, sosyal demokratların da ortak olduğu liberal-muhafazakar hükümetin emrindeki devlet güçleridir (elbette bu güçler içinde faşistler de var ama illa faşist olması gerekmiyor.)

İkinci olarak bu yazıda genel bir panik havası dikkati çekiyor. Oysa panik içinde olması gereken biz değil, egemen blok ve onun devletidir. Nitekim gerçek durum da budur. “Her taraftan geliyorlar… kana susamışlar, geliyorlar…” Durun canım! O kadar telaşa mahal yok. Bu bir mücadeledir. O da gelebilir, sen de gelebilirsin. Onlar geliyor da biz gelmiyor muyuz yani. Biz de geliyoruz. Nitekim Gazi mahallesindeki bu patlama bunun bir göstergesi. Biraz da onların bulunduğu yerden bakarsak bunu görebiliriz. Ayrıca bu “geliyorlar” edebiyatı fazlarıyla “insan hakları” ve “demokrat” kokuyor. “Geliyorlar özgürlüğü boğmaya!…” Hangi özgürlüğü? Özgürlük mü var ki boğacaklar? Öyle bir durum yok. Halk zaten köle gibi yaşıyor. Tersine belki bu karşılıklı “gelme”lerden (iki taraf da birbirinin üzerine geliyor çünkü) halk için bir özgürlük fırsatı doğar. Bu yüzden korkacak bir şey yok. “Cellata boynumuzu mu uzatacağız yoksa en azından postu pahalıya mı satacağız?” Bu kadar yenilgici bir mantık olabilir yani! İki alternatif de pek parlak değil. Yani ya teslim olarak ölmek ya da direnerek ölmek? Başka bir alternatif yok mu? Durum gerçekten böyle olsaydı “postu pahallıya satmak için” dövüşmek şövalyece bir manevi tatminin ötesinde halk açısından fazla anlamlı olmayacaktı. Böyle asil duygular için dövüşecek birkaç kişi çıkabilir elbette, ama geniş kitlelerden bir katılım beklemeyin. Bu satırları okuyan halktan bir insan şöyle düşünecektir: “Bunlar zaten hapı yutmuşlar. İyisi mi ben de oturayım oturduğum yerde. Bedava kahramanlığın lüzumu yok.” Bununla, boş ve aldatıcı zafer naraları atalım demiyorum elbette. Ama gerçek durumu saptayalım. Aslında “geliyorlar”, en azından “gelebilirler” diye huzursuzlanan egemen blokun ve devletin temsilcilerinden başkası değildir ve sertlikleri de buradan kaynaklanmaktadır.

Önerilen çözümlerden bazıları gerçekçi değil: İnsanların gazete almayı bırakıp, televizyonu camdan aşağı atması, ancak küçük bir azınlığın gerçekleştirebileceği bir şeydir. Çünkü bir yandan da insanlar, kötü mötü bilgilenmek istemektedirler. Bunun yerine “medyanın yalanlarına ve manüplasyonuna karşı bilinçlen, uyanık ol” demek daha gerçekçi ve daha aktif bir tutumdur. Çünkü birşey, ancak zıddıyla çarpıştığı zaman gerçekten güçlenir. Medyayı izlemeyen bir insandansa, izleyip ona karşı kendini bilinçli kılan insan medyanın sahtekarlıkları karşısında daha güçlüdür.

“Bak adam okula türbanla gelmek için neler yapıyor…” deniyor. Burada, anarşistlerin sahip çıkması gereken bir mücadeleye çok olumsuz bir yaklaşım söz konusudur. Geçmişte bu mücadeleye en katı Kemalistlerden bir kısmı bile olumlu baktıklarını beyan ederken şimdi bize ne oluyor. Sen o insanın türbanla okula gelme hakkını savunmazsan din derslerini reddetme mücadelesini de hakkıyla yürütemezsin. Diğer şeylerin yanısıra çift standarta en fazla gelmeyen şey özgürlük mücadelesidir. Ayrıca okula türbanla gelmek için mücadele eden “adam” değil, kadındır.

4. Ütopyamız ve biz, yazısı: Yükselen Umut gerçekten de umudumuzu yükseltti, ellerine sağlık, güzel bir yazı olmuş, şahsen çok yararlandım.

5. Ahmet İnam’ın yazısı: Bu yazıyı Bilim ve Ütopya’da çıktığı zaman okumuş ve hatta bir arkadaşla birlikte cevap yazmayı düşünmüştük. Sonra, o gazeteyi çıkaranlar basmazlar diye düşünüp vazgeçtik. Yazıyı, üstelik hiçbir not konmaksızın (örneğin basında anarşizm konusunda çıkmış yazıları koyuyoruz diye bir not konup objektif anlamda konduğu belirtilseydi sorun yoktu) Apolitika’da görünce çok şaşırdım. Ahmet İnam, yer edindiği çevrenin dergisinde Türkiye’li ve Kürdistan’lı anarşistleri yüksek ahlak ilkeleri adına azarlıyor aklınca. Şöyle üstünkörü bir okuma bile bu yazının anarşizme ve anarşistlere karşı yazılmış kurnazca bir yıpratma yazısı olduğunu anlamaya yeterdi.

6. Robotlar(lar) (Son “lar”ın ne anlama geldiğini anlayamasam da koydum)  hepimizi kurtaracak, yazısı : Güzel bir yazı bence. Ama şu ünlü, evlendikten sonra karısının sütyeniyle sapan yapıp vuran deli fıkrasında olduğu gibi, son satırlarda genel perspektife uymayan bir saptama var. “Aydınlanma devriminin” gerçek izleyicilerinin sosyalistler ve kemalistler değil, anarşistler olduğunu söylüyor Gökşan. Allah korusun! Bir kere, “Aydınlanma Devrimi” diye bir şey yoktur. Bu ad burjuvazi tarafından, kendi bilimci-sanayici reaksiyoner dönemine sonradan verilmiştir ve aydınlanma çağı, Fransız devriminin gerçek sahipleri baldırıçıplakların yenilgisi üzerine inşa edilmiştir. Monarşiyi yerle bir eden aydınlanma felsefesi değil, Paris yoksullarıdır. Aydınlanma felsefesi ise ilerlemeci burjuva aklının zirvesidir. Nitekim Osman Konur’un yazısında da aydınlanma çağı Gökşan’dan çok farklı ele alınıyor.

7. Zaten yayınlanmış olan Gün Zileli’nin yazısından bir bölümü neden koyduğunuzu anlayamadım. Yazı sıkıntısı mı çekiyorsunuz?

8. Devletli Enternasyonalizm Palavrası yazısı: Bence derginin yüzünü ağartan yazılardan biri. Tahlilci ve bilgi verici. Batılı anarşistlerle ilgili tespite genel anlamda katılmakla birlikte, bunun dışında kalan kesimler de olduğunu belirtmek daha iyi olurdu diye düşünüyorum.

9. Osman Konur’un ekoloji yazısı: Osman Konur’un daha önce okuduğum yazıları gibi güzel bir yazı. Bu arkadaşın hep eski yazıları basılıyor. Günümüzde yazmıyor mu? Yoksa öldü mü? Böyle yetenekli arkadaşların yazmaması gerçekten kayıp. (Aman düzeltim hatası yapıp  “kayıp”ı “ayıp” diye dizmeyin, ayıp olur).

10. Anti-militarist insiyatiften çağrı, yazısı: Bu “insiyatif” ikinci kez aynı hatayı yapıp kendisiyle nasıl temas kurulacağını belirtmeyerek ve herhangi bir adres koymayarak bir insiyatifsizlik örneği veriyor. Ayrıca içerik olarak katılmadığım fazlasıyla demokratça saptamalar var. Örneğin: “Sivil itaatsizliğin etkili olabilmesi için belirli koşullar gerekir. Bunların başlıcaları serbest basın, sınırsız düşünce özgürlüğü, adil yargı, insan haklarına duyarlı kamuoyu ve demokratik meclistir” deniyor. Bu arkadaşların burjuva demokrasisi illüzyonuna bir hayli kendilerini kaptırdıkları açıkta bu satırlarda gözüküyor.

“Serbest basın”: Bir anlamda serbest basın vardır. İsteyen basın organı istediği haltı yazabilmektedir. Hatta kanımca,  en başta anarşistlerin şikayetçi oldukları gibi, basın fazlasıyla serbesttir, örneğin fotoğraf makinalarını ve kameralarını sokmadıkları yer kalmamıştır. Bir hayat kadınını istedikleri an teşhir edebilecek kadar yüzsüzleşmiş olan bu basın organlarının serbestliği artık halkın duygularını rencide edecek düzeyi de çoktan geçmiştir. Diğer yandan, sermayenin egemenliğinden kurtulmuş bir ortamda isteyenin istediğini yazıp, basıp dağıttığı bir özgürlük ortamı ancak parasız ve devletsiz bir anarşist toplumda olabilir. Öyleyse serbest basın denen şey bir palavradır ve burjuva anlamda serbestlik halka karşıdır, devrimci anlamdaki serbestlik ise burjuva toplumunda gerçekleşemez.

“Sınırsız düşünce özgürlüğü”: Bu da yanlış bir kavramdır. Düşüncenin ifadesi özgürlüğü demek gerekir. Böyle bir özgürlük de burjuva toplumunda gerçekleşemez. Çünkü düşüncenin ifadesi, ancak maddi olanaklarla mümkündür. Bugün düşüncenin ifadesi özgürlüğü olduğu iddia edilen batılı kapitalist toplumlarda milyonlarca insan düşüncelerini ifade edecek maddi araçlardan ve olanaklardan yoksundurlar ve bunun acısını çekmektedirler. Bu araçlar ve olanaklar olmadan kağıt üzerindeki düşünce ifadesi özgürlüğü ise seyahat özgürlüğü kadar sahte bir şeydir. Çünkü seyahat özgürlüğü de maddi olanaklara bağlıdır.

“Adil Yargı”: diye bir şey olamaz burjuva düzeninde. Yargı devletin kılıcıdır, kesti mi fena halde acıtır. Bütünüyle özgür bir toplumda ise zaten yargı diye bir şey olmayacak, yani adalet o zaman gerçekleşecektir. Adil yargıdan söz etmek “oyun oynamayan kumarbaz”dan sözetmek kadar işlevsiz bir şeydir. Yargı adaletsizliktir.

“Demokratik Meclis”: Aşağı yukarı bütün meclisler demokratiktir ama demokratik olmak pek matah bir şey değildir. Demokrasi burjuva sömürü düzeninin, devletinin ve hegemonyasının bugünkü varolmuş biçimidir.

Öte yandan, eğer bir “sivil itaatsizlik” (aslında bu deyimi de pek sevmiyorum, anti-militarist eylem dense daha iyi olur) hareketi etkili olacaksa, yukardaki aldatmacaların iyice komik bir hal aldığı ve kimsenin yutmadığı despotik rejimlerde olacaktır. Bu yüzden de vicdani red hareketini ertelemeyi doğru bulmuyorum.

Bütün arkadaşlara dayanışma duygularımla.

Gün Zileli
16 Mayıs 1995