Türkiye’deki gelişmeler, artık bugünün siyasi saflaşmalarını, bloklaşmalarını tahlil etmeye yetecek bir netleşmeyi sağlamış bulunuyor.
Önce iktidar Bloku ile başlayalım. Nedir iktidar blokunun bileşenleri? Tabii ki en başta AKP iktidarı ve onun ayrılmaz bileşeni olarak Fetullah cemaati geliyor. Bu iktidar gücü, son dört yılda verdiği çetin bir mücadeleyle devletin en önemli iki kurumunu da yanına katmış bulunuyor: Ordu ve yargı. Bu büyük gücün ardında soldan devşirilmiş entelektüel ağırlıklı bir bileşenler grubu da var. Genel olarak “liberal sol” diyeceğimiz bu grup şu bileşenlerden oluşuyor: Taraf gazetesi çevresi; Devrimci Sosyalist İşçi Partisi (DSİP) ve eğer yanılmıyorsam, birazdan söz edeceğim Kürt Bloku’na karşı alternatif olmak üzere hazırlanan bazı Kürt aydınları. Birikim çevresi bu iktidar blokuna dahil değildir. Ancak iktidar bloku ile, Kürt bloku ve yine birazdan sözünü edeceğim Sol Blok arasında bir yerde durmaktadır (yeri geldikçe böyle aralarda duran başka grup ve örgütlerden de söz edeceğim).
İktidar Bloku’nun karşısında belli başlı üç ana blok bulunmaktadır.
Bunlardan biri Ulusalcı Blok’tur. Özgün Kemalistlerden, ordunun ve yargının kılıç artıklarından, bir kısım eski solcudan oluşan bu blokun en büyük partisi CHP’dir. Güç olarak küçük ama etkili bir çevre olan Aydınlık-İP çevresi bu blokun vurucu gücü ya da koç başıdır. Cumhuriyet gazetesi bu blokun değişmez, ana ideolog organıdır.
İkinci muhalefet blokunu, Kürt Muhalefet Bloku olarak adlandırabiliriz. Bu blokun en önde gelen bileşenleri PKK ve BDP’dir. Yeni kurulan Kongre hareketi, bazı Türk sol örgütlerini seçim öncesi oluşan ittifak yoluyla bu bloka iyice perçinlemiştir. Bunlar: EMEP-Evrensel çevresi ile Ekmek ve Özgürlük hareketidir. EDP hareketi, bu blokla İktidar Bloku içinde yer alan liberal solcular arasında bir yerde durmaktadır.
Üçüncü muhalefet blokuna Sol Blok adını vermek yanlış olmaz. Bu blokun en önde gelen bileşeni ÖDP-Birgün çevresi; bu çevreyle doğrudan örgütsel bağı olmamakla birlikte eski Dev-Yol hareketi kökenli grup ve grupçuklar ve Dev-Yol geleneğine bağlı bireylerdir. Bu blokun bir diğer güçlü bileşeni TKP’dir. Ancak TKP, bu blok içinde Kürt Muhalefet Bloku’na en uzak grubu oluşturduğu gibi, zaman zaman Ulusalcı Blok’a kayma eğilimleri bile göstermektedir. Bunun dışında geleneksel Stalinist dar solcu örgütlerden bir kısmı da bu Sol Blok’a yakın kabul edilebilir. Ancak bunlardan, örneğin DHKP-C grubu, Sol Blok’la Ulusalcı Blok arasında bir yerde durmaktadır.
Bütün bunların dışında küçük Troçkist ve anarşist grup ve çevrelerin nerede yer aldıkları da merak edilebilir. Troçkistler, liberallerle sol blok arasında bir yerlerde durur gibidirler ama bazılarının özgünlüğü de vardır. Örneğin yarı-Troçkist bir örgüt olarak kabul edilebilecek DSİP İktidar Bloku’nda açıkça yerini alırken, Masis Kürkçügil grubu referandum sırasında “Hayır” diyerek Sol Blok’la, hatta ulusalcılarla bile yan yana düşebilmiştir. Bunların içinde en bağımsız gibi görüneni Sungur Savran’ın DİP’idir. O da Kürt Blok’u ile Sol Blok arasında bir yerlerde bağımsız bir konum edinmeye çalışmaktadır.
Anarşistlere gelince… Ciddi bir örgütlenmeden yoksun olan anarşistler geleneksel bireycilikleri nedeniyle darmadağınık bir durumdadırlar ve daha da kötüsü, yukarda sözünü ettiğimiz ana bloklaşmaların ideolojik etkilerinden kendilerini kurtaramamaktadırlar. Örneğin bazı anarşistler, liberallerin ve Taraf’ın etkisiyle İktidar Bloku’na yakın bir konuşlanma içindedirler. Diğer bazı anarşistler ise, Kürt mücadelesinin desteklenmesi gereğinden hareketle Kürt Bloku’nda yer almakta, bazıları da Sol Blok’un kıyılarında bir yerlerde durmaktadır.
İktidar Blok’u, aşağı yukarı beş yıldır çok planlı bir sindirme operasyonu içindedir. Önce Ulusalcı Blok’u hedef aldılar, orduyu ve yargıyı iktidar blokunun denetimine almanın verdiği güvenle bir “Ergenekon davası” imal ederek Ulusalcı Blok’a ağır bir darbe indirdiler. Bu ağır darbeden sadece Ulusalcı Blok’un güçlü partisi CHP nasibini almadı ama CHP bunu sadece parlamenter sistemin içinde ana muhalefet partisi olmasına borçludur. Şimdilik bu partiye dokunulamamaktadır ama CHP durumunu biraz da ulusalcı keskinliklerden uzak durarak dengeleyebilmektedir diyebiliriz. Kaldı ki, CHP’nin tabanını oluşturan epeyce kalabalık bir kesim “Ergenekonculuk”la suçlanma tehdidi altındadır ve CHP kendini muhasara altında hissetmektedir. Öte yandan, İktidar Blok’u, çok akıllı bir strateji izlemiş ve ulusalcıları “Ergenekon davası”yla bastırırken Kürt Bloku’nun ve hatta kısmen sol Blok’un desteğini almıştır. Kürt Blok’u ve Sol Blok, yakın bir zamana kadar Taraf gazetesinin arkasında yer alarak büyük bir gaflet sergilemişlerdir. Neyse ki, son altı aydır bu konuda her iki blokta da bir akıllanma ve “oyuna geldik” bilinci (bunu açıkça ifade etmeseler de) gelişmeye başlamıştır.
İktidar Blok’u, ulusalcıları bastırmanın ardından, bugünlerde KCK davalarıyla, Kürt Muhalefet Bloku’na darbe indirmeye girişmiş bulunmaktadır. Birinci darbe “Ergenekon darbesi”ydi. İkinci darbe, “KCK Darbesi”dir. İktidar Blok’u, 1. Darbeyle ulusalcıları bastırıp muhasara altına almışsa, bu 2. Darbeyle de Kürt Muhalefet Bloku’nu bir iyice sindirip, sindiremediklerini de muhasara altına almayı planlamaktadır ve bu süreç başlamıştır. Burada da İktidar Bloku’nun şansı, Kürtlerin bastırılmasında Ulusalcı Blok’un zımni desteğini alma ihtimalidir. En azından, Kürt Bloku’nun bastırılmasında Ulusalcı Blok’un onlara destek çıkmayacağından emindir. Hatta bu konuda, iktidar Bloku’nun, Sol Blok’u bile kısmen tarafsız bir konumda tutma, en azından zayıf bir itirazla yetinmesini sağlama şansı var gibi gözükmektedir.
Gelelim Sol Blok’un durumuna. İktidar Bloku, Sol Blok’un gücünü Hopa olayları ve davalarıyla şöyle bir yokladı ama ulusalcılara ya da Kürtlere yaptığı gibi topyekûn bir saldırıya geçmiş değil henüz. İktidar Blok’u, Mao’nun, “düşmanı teker teker yok et” taktiğini başarılı bir şekilde uyguladığından, şu sıra Kürt Bloku’yla uğraşırken, Sol Blok’a da etkili bir saldırı yöneltmek peşinde değil. Ne var ki, KCK davalarıyla Kürt Muhalefet Bloku’nu iyice bastırdığına kanaat getirirse sıra Sol Blok’un tasfiyesine gelecektir.
Yazıyı bitirirken, Sol Blok’un ideolojik yönelimleri üzerine de birkaç söz etmek isterim. Bütün bloklar gibi, doğal olarak Sol Blok da “ideolojik saflık”tan uzaktır ve bu son derece doğaldır. Ne var ki, siyasi yönelimi belirlemek için ideolojik konularda da asgari bir berraklık gerekmektedir. Oysa Sol Blok bu konuda tam bir kargaşa içinde olmanın ötesinde, kendini yenilemekten aciz bir tutum sergilemektedir. Sol Blok, ideolojik argümanlarını biraz ulusalcılardan, biraz Kürt hareketinden ve esas olarak da kendi geleneklerinden almaktadır. Bu yüzden ulusalcılarla Kürtler arasında bir sarkaç görünümü sergilemektedir yer yer. Geçmiş gelenekler ise Sol Blok’a son derece muhafazakâr ve yerinden kıpırdamaz bir görünüm vermektedir. Doğrusunu söylemek gerekirse, mesela, fikirlerine ne kadar karşı olursam olayım bir Halil Berktay’ı, bir Doğan Tarkan’ı okumak bana daha ilginç gelmektedir. Sol Blok’ta hiçbir ideolojik yenilenme eğilimi göze çarpmamaktadır. Hâlâ Küba ve Castro güzellemeleriyle durumu idare etmektedirler. Bırakın bunu, Stalin konusunda bile ne dedikleri belli değildir. Üstelik bunca yazılan ve çizilenden sonra. Bir süreliğine izlediğim “Devrimciler Devrim Yolunda” adlı sitede yer alan eski Dev-Yolcular bana karşı, Katin ormanı katliamını Stalin’in yapmadığını savunmuş ve moderatörler, tersini savunduğum için beni hedef almışlardır. Zaten Dev-Yol hareketi bu gibi konuları hiçbir zaman ciddi ve radikal bir şekilde tartışmamış, geleneğin mirasyediciliğini yapmak daha kolaylarına gelmiştir.
Şimdi bütün bu söylediklerimden sonra birisi çıkıp, “tamam da hemşerim, sen bu bloklaşmaların neresindedir” diye soracak olursa, ona açık yüreklilikle verebileceğim bir tek cevabım var: “İktidar bloku’nun karşısında olduğum kesin ama sözünü ettiğim üç muhalefet blokunun hiçbirinin içinde bulmuyorum kendimi. Rahmetli Nimet Arzık’ı anarak söyleyecek olursam, bugünkü koşullarda ‘tek at, tek mızrak’ dövüşmekten başka bir yol göremiyorum. Doğru bir yol mu bu? Elbette değil. Bunca yanlışlık içinde o da benim yanlışım olsun.”
30 Ekim 2011
Gün Zileli
Tipik Stalinci politika anlayisi bu. Sözde anarsist beyefendi ama, özde Stalinci. Hiç kara katrandan olur mu seker? Aslini bildigim aslina çeker. Sen bu yolda devam et.
‘Sol Blok’ta ufak tefek kıpırdanmalar var. Bu blokun önde gelen iki partisi ÖDP ile TKP son bir yıldaki başarısızlıklarının ardından örgütsel yenilenmeye gittiler/gidiyorlar. ÖDP’de dün kongre toplandı; tüzükte ve örgütsel yapıda ciddi değişikliklerin olduğu söyleniyor, sonuçlar yarın açıklanacakmış (bkz. http://twitter.com/#!/odpbilgi ). TKP’de de seçim başarısızlığının ardından kongre toplandı ve “sosyalistlerin meclisi” adlı bir örgütsel yerelleşme projesi kabul edildi, örgütün yenilenmesi ve gençleşmesi (onlar öyle söylüyor) adına yeni kararlar alındı (ayrıntılı bilgi için: http://www.tkp.org.tr/tkp-10-kongre-raporu-1477 ) . Bu kongrede ayrıca TKP’liler Kürt özgürlük hareketiyle olan ilişkilerini de gözden geçirip Kürt hareketiyle daha dostça ilişkiler kurmaya karar verdiler (örgütsel bağımsızlıklarını koruyarak).
‘Sol Blok’un bu iki gelenekçi gövdesinin kendilerini ne ölçüde yenileyebileceğini bilemiyorum ancak bu konuda muvaffak olmalarını temenni ediyorum şimdilik.
SB çökünce tüm bu fraksiyonlar “komünizm kalmadi, fasizm verelim” diyerek fasist oldular ve TSK’nin postallarini yalamaya basladilar. Simdi de generaller içeri girince Kürt postali yalamaya basladilar. Ne solu kardesim, adamlar tasaron, baska bir numara yok, abara, dubara…
yer yer somut gerçekliği görünür yapan yorumda seinin devamı iktidar blokunun sırayla muhalefeti tasviye ettiği görüşün tekrarı olmasına rağmen sonuçlarını anlamayıp göremeyen bir yazıyı zileliye yakıştıramadım.iktidar blokunun tasviye ettiği ulusalcı bloktan sonra kürt muhalefeti bloğunuda tasviye edebilmiş izlenimi vermek ne kadar yanlışsa kürt özgürlük hareketinin asıl dinamiğini oluşturmasına rağmen bu bloğu diğer toplumsal muhalefet dinamiklerini göremeyen yorum olmuş.olup biteni anlamayınca topu topu 200 tutuklama ile ulusalcı muhalefetin nasıl tasviye olduğunu aslında bu tasviyenin anlayış olarak pratikten ve ideolojik olarak zaten karşılığı olamayıp tasviye olmasının ekstra bi gayrete gerek olmadığını anlamayıp kck dan 4 binin üstünde tutuklamaya rağmen kürt muhalefeti blokunun değil tasviye olmak kürdistanda akp yi tamamen tasviye ederek hdk hareketi ile yeni bir sıçrama yaparak toplumsal muhalefeti temsil edecek yeteneklere ulaştığını bile anlamayan yorum olmuş.4 bin tutuklama chp nin aktif kadrolarına olsaydı chp de dükkan açacak siyasetçi kalmazdı bu farkı bile anlamayacak seviyede pratik yaşanan gerçekliği göremeyenler kürt blokunun tasviye edildiğini sanan bu yazıları yazabilirdi
12 eylülün pratik yaşanan hayattan ve halkın içinden çıkardığı devrimci geleneklerin hayatın dışına düştüğü yeri sevip bulunduğu yerden kendinden kalkıp her şeyi sizin içinde ben bilirim vesayetçiliğinden kurtulamayıp tükenmiş pratikte bindelerle bile ölçülemeyen anlayışları toplumsal muhalefet bloğu gibi gösterme aslında asıl yoplumsal muhalefet dinamiğinin görünür olmasını engelleme çabası güneçi balçıkla sıvamaya benzemiş.birkere iktidar bloğunun dışındaki toplumsal muhalefet bloklarını analiz ederken sistemin yarattığı mağduriyeti fikir seviyesinden program seviyesine yükseltmiş muhalefet odaklarından analiz yapılmalıydı.birinci muhalefet odağı 80 yıllık sistemin tektipleştirmek isteyen kimlik mağduriyetinin muhalefeti 2. olarak inanç ve düşünce mağduriyeti,sınıf mağduriyeti,cinsiyet ve nefret suçları mağduriyeti çevre mağduriyeti gibi mağduriyetlerin muhalefetinden analiz yapılıp bu toplumsal muhalefet odaklarının programını politik program olarak birlikte üretebilen siyasi bloklaşmaların analizi yapılmalıyda böyle yapılınca iktidar bloku ile ulusalcı blokun aslında özünde aynı blokta olduğunu görebilip asıl toplumsal muhalefet bloğu ve geleceğin başarı siyasetinin ip uçlarına ulaşılabilinirdi.iktidar blokunun tasviye ettiği tarihin çöplüğüne gitmiş odaklardan hareketle toplumsal muhalefetide sırayla tasviye edeceğini düşünmek olup biteni hiç anlamayıp aslında giderek kendini tüketip tasviye olanın devlet ve iktidar hegemonyasının kendisi olduğunu ilk yerel seçimde anlayınca bu günkü bu analizlere ve durduğumuz yerden toplumsal muhalefet ilişkisinden utanmayalım
Zileli nerde durduğunu açıklamış:
H.Berktay ve D.Tarkan gibi AKP bloğunda olanların yanında yer almış.
“Tek At Tek Mızrak” tavrı ise hikaye !
Anarşizmden ne köy olur ne kasaba !
Zileli seçimini bilerek yapmış ve devrimci savaşımı terk etmiştir.
Devrimci savaşımı,AKP gericiliğine karşı etkili devrimci savaşımı kimin verdiğini Zileli çok iyi bilmektedir.
Zileli,12 Eylül’de korktu ve devrimci savaşımı bıraktı.
Hala orada duruyor.
Siz korktunuz ve TSK’nin fasist generallerine sigindiniz, ama korkunun ecele faydasi yok, generalleriniz de gitti gümbürtüye , siz de. Tarihin çöplügünde çöplük horozlari gibi sarki söyleyin bakalim, kendinize cesaret asilayabilecek misiniz? Bundan sonra bu fasistlik lekesi size yeter de artar bile. Gerç Perinçek’in sabika dosyasi epey kalabalikti: 12 Mart öncesi cuntacilik, Kaypakkaya’ya komplo, 12 öncesi solculari ihbar, 12Eylül’ü fiilen destekleme, terörizmle isbilrligi, Veli Küçük adina provokasyonlar…2011 yilinda hâlâ Perinçekçiler varsa bu da gerçekte Marksizmin degil Kemalizmin korku ve sefaletini gösterir.
( http://www.tersyuz.org )
ÖDP örgütlenme modelini değiştirdi
PDFYazdıre-Posta
Özgürlük ve Dayanışma Partisi Ankara’da düzenlenen ve 2 gün süren konferans-kongre ile örgütlenme modelini tamamıyla değiştirdi. Oy birliğiyle kabul edilen yeni tüzük maddeleri ilk kez Partinin 7. Büyük Kongresinde kullanılacak. Birim örgütlenmesini esas alacak yeni modelde Genel Başkanlık da kaldırılarak eş başkanlık sistemine geçildi. %50 kadın kotası uygulanan partide eş başkanlardan en az birinin de kadın olması zorunlu olacak.
Mevcut il ve ilçe örgütlerine dayalı örgütlenme yapısı yeni dönemde çalışma ve yaşama alanlarında kuruacak birimlere dayandırılacak. Yeni tüzükte üyelerin seçtikleri delegeleri, delegelerin de seçtikleri organ üyelerini geri çağırmasına ilişkin hükümler daha aktif ve işlevsel hale getirildi. Delegelerin birim örgütlenmeleri içerisinden seçecek Parti’de Kongre, PM, MYK Başkanlık Kurulu gibi organlar da tamamıyla değiştirildi. Parti’de sözcüler çoğaltılacak, temsilde daha demokratik bir modele geçilecek.
Alper Taş: Daha kolektif bir modeli gerçekleştiriyoruz
Türkiye’nin dört bir yanından delegelerin katıldığı kongre salonuna “Emperyalizmin Tahakkümüne Son, Bağımsız Türkiye”, “Kürt Sorununda Barışçıl-Demokratik Çözüm İstiyoruz”, “Metin Lokumcu Onurumuzdur” pankartları asıldı. Açılış konuşmasını yapan Genel Başkan Alper Taş Van halkına deprem nedeniyle baş sağlığı dileyerek başladığı konuşmasında bölgeye yaptığı ziyaretteki izlenimlerini aktardı. Devletin eksiklerinin altını çizen Taş, sorunun neoliberal devletin kar hırsı uğruna denetimsiz ve sağlıksız yaşama koşulları yaratmasıyla ilgili olduğunu söyledi. Gündeme dair değerlendirmelerin ardından Tüzük Konferansı’nın esas gündemi olan örgütlenme konusuna geçen Taş, ÖDP’nin Devrimci Merkez çağrısını yineledi. Taş, bunun federatif bir toplanma çağrısı olmadığının altını çizerken, “Çözümü tavanda değil temelde arayan bir arayışın çağrısıdır bizimkisi. Kendimizi de aşacak, tüm toplamları aşacak bir çağrıdır” dedi.
Taş örgütsel yenilenmenin tek başına tüzük değişikliği ile yapmakla mümkün olmadığının bilincinde olduklarını söyledi. Örgütsel sorunları aşmadan toplumsal alanda başarılı olma şanslarının olmadığını belirten Taş, “Toplumsal zeminlerde kendimizi çoğaltan bir parti yapmalıyız. Bütün üyelerin söz karar sahibi olduğu, geri çağırma olgusunun hayata geçebileceği bir örgütsel form bulmalıyız. Kolektif bir yönetim anlayışını ortaya koymalıyız. ÖDP parti içi demokraside önemli bir deneyim. Bunu daha da zenginleştirmeliyiz, geliştirmeliyiz” dedi.
Alper Taş ayrıca ÖDP’nin parti temsiliyeti ve sözcülüğü anlamında çoğalması gerektiğininin altını çizdi. Bu anlamda oluşturacağımız kurullarla sözcülüğümüzü ve temsili yetimiz artırmalıyız diyen Alper Taş, “Bu sözcülük meselesine Merkez Yürütme Kurulu içerisinde değerlendireceğimiz ve hiçbir ayrıcalığa sahip olmayacağı eş başkanlık sürecini de dahil edebiliriz. Çalışma guruplarımızla bu sözcülüğümüz artıracağız. Bu bizi zenginleştirecektir” dedi.
ÖDP’nin gerçekleştirdiği Tüzük Konferansının bir sonuç değil bir başlangıç olduğunu söyleyen Alper Taş, “Gerçekleştireceğimiz kongreye kadar bu tartışmaları zenginleştirecek, geliştireceğiz. Bu süreç esas olarak bugün başlıyor. Tüm ülkede bizi de aşan bir tartışma enerjisi açığa çıkaracağız. Önemli mesafe kaydettik. Ama asla yeterli görmemeliyiz. Önümüzde çok zorlu bir yol var. Bunu hep birlikte yapacağız. Yolumuz açık olsun” diye konuştu.
İsyan dalgası yayılıyor
“Görev Örgütlü Halk Muhalefetini Büyütmektir” başlıklı kongre sonuç bildirgesinin girişinde de Van halkına geçmiş olsun ve başsağlığı dilekleri iletildi. Ayrıca “Kongremiz, iktidarın Hopa’ya saldırıları sonucunda Ankara’da ve Hopa’da tutuklu bulunan arkadaşlarımızı sevgiyle ve özlemle selamlar.” Ifadesine yer verildi. Siyasi belirlemeler ve tüzük değişikliklerinin kaydedildiği sonuç bildirgesinde derinleşen capitalist kriz karşısında Yunanistan’daki toplumsal muhalefetinin kararlı direnişi, İngiltere’deki sosyal patlama, İspanya’dan tüm Avrupa’ya yayılan “öfkeliler hareketi” Şili’de gençlerin başını çektiği özellikle neoliberal eğitim sistemini topa tutan sosyal hareket, İsrail’deki orta sınıfların neoliberalizmden hoşnutsuzluğunu yansıtan kitleselleşme, Wall Street’te ‘%99’u harekete geçmeye çağıran eylemlere dikkat çekildi.
Ortadoğu yaşanan siyasal gelişmelere de değinilen bildirgede “NATO ittifakı ile Ortadoğu’ya Libya ile başlayan yeni müdahale süreci, bölgede yeni işgalleri de haber veriyor.” belirlemesi yapıldı ve “Emperyalizmin bu yeni av sahasının merkezinde bulunan ülkemizde AKP, bölgeye yönelik işbirlikçi bir misyon üstleniyor. NATO’nun Füze Kalkanı Radar sisteminin Kürecik’e kurulması NATO’nun yeni stratejik saldırı konsepti çerçevesinde Türkiye’nin bu misyonun parçası olmasının işaretidir.” denildi. Partinin emperyalist işgallere ve AKP’nin taşeron politikalarına karşı önümüzdeki dönemde aktif mücadele çizgisi içerisinde olacağı vurgulandı.
AKP’ye karşı mücadele öncelikli
AKP’nin 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran seçimlerinden sonra egemenler arası mücadeleden galibiyetle çıktığı ifade edildi ve “bugün bu çerçevede eski rejim aşılarak bir yanıyla piyasacılığın derinleştirilmesi diğer yanıyla piyasacılıkla-emperyalizmle bütünleşmiş bir İslamcılık doğrultusunda yeni bir rejim kuruldu.” denildi. Bu gerçekler ışığında önümüzdeki dönemde mücadelenin temel hattının önceki dönemi yansıtan üçüncü cephe siyaseti değil, AKP’ye karşı mücadele olacağının altı çizildi. Birleşik Devrimci Merkez çağrısının yinelendiği bildirgede KCK operasyonlarıyla Kürt hareketinin siyasi linç ve tasfiyeye uğratıldığı söylendi ve çözüme yaklaşmak için “KCK operasyonları bir an önce durdurulmalı, tutuklular serbest bırakılmalıdır. Devlet operasyonları bir an önce durdurmalı, PKK de silahlı saldırılara son vermelidir.” çağrısı yapıldı.
Yeni dönemin örgütlenmesi: Daha kolektif, daha demokratik, daha güçlü
Örgütlenme anlayışına dair yapılan değişiklikler içinse şu ifadeler kullanıldı:
“Partimiz önümüzdeki dönemde sınıfsal/toplumsal zeminlerde güçlenmeye dönük bir arayışla kendisini bu zeminlerde örgütlemek üzere taban inisayitiflerine dayanan, aşağıdan ve demokratik bir örgütlülüğünü geliştirecek adımları atar. Kongremiz böyle bir örgütlenme temelinde parti tüzüğünü birim örgütlenmeleri temelinde, seçme-seçilme ilişkilerini dolayımsız kılan ve geri çağırma hakkını her düzeyde kullanmaya imkan tanıyacak biçimde yenilemiştir.
Merkezi kolektif bir iradeyi güçlendirme temelinde aşağıdan-yukarıya partimizi yenilemenin parçası olarak Parti Meclisi’nin çalışma alanlarına dayalı sözcülükle temsil ilişkilerini çoğaltır, bu yaklaşımın bir parçası olarak Eş Başkanlık sistemini uygulamayı karar altına alır.
ÖDP, kapitalizmin çelişki ve çatışma zeminlerinde toplumsal iktidar alanları yaratmaya dönük mücadeleyi devrim ve sosyalizm iddiası temelinde sürdürecektir.
Yeni bir yaşamı kurmak, tarihin bu çağrısını devrim ve sosyalizmi yeniden bir kurtuluş umudu haline getirmek için şimdi anti-emperyalist/anti-kapitalist mücadeleyi enternasyonalist dayanışmayla büyütme, örgütlü bir halk muhalefetini yaratarak geleceği kazanma zamanıdır. Şimdi, Tek Yol Devrim çağrısını büyütmenin zamanıdır. “
(ÖDP-içi muhalefetten tüzük konferansı konusunda bir karşı-metin)
ÖDP yine mi bölünüyor?
Çok yakın bir tarihte Birleşik Devrimci Merkez çağrısı yapan ÖDP’de ayrılık rüzgarları esiyor. Tüzük değişikliği için hafta sonu Ankara’da toplanan konferans öncesi Erbay Yucak ve Mahmut Memduh Uyan gibi ÖDP’nin önde gelen isimlerinin de imzacısı olduğu muhalefet bir metin çıkarmış ve partideki sorunların tüzük değişikliği ile çözülemeyeceği, bir politik tartışma ile siyasi yönelimlerin belirlenmesine ihtiyaç duyulduğu ilan edilmişti.
30 Ekim 2011 Pazar
ÖDP yine mi bölünüyor?
Konferansta Mahmut Memduh Uyan’ın bu tüzük aynen geçerse istifa edeceklerine dair sözlerinin ardından, tüzüğün kabul edilmesi ile birlikte muhalefet cephesinden ilk istifaların da gelmeye başladığı bildiriliyor.
İşte ÖDP içindeki muhalefetin metni ve imzacıları:
ÖDP, üyelerine, dostlarına;
Yaşadığımız siyasal süreç, 29-30 Ekim’de yapacağımız tüzük konferansının anlamı ve devrimcilik üzerine!
Son kongremiz de devrimci bir siyaset ve devrimci bir parti oluşturma iddialarımızı hep birlikte ilan etmiş, ideolojik, politik, örgütsel bir yenilenme hedefini önümüze koymuştuk.
Partimiz son kongresinden günümüze bu doğrultuda ne kadar yol aldığını bütünsel olarak ne kadar devrimcileştiğini değerlendirmeden, “tüzük değişikliği kongresine” gidiyor.
Gerçekliğimize baktığımızda;
İdeolojik sorunlar, belirsizlikler bütün ağırlığıyla duruyor. Kapitalizmin gelişim evresi, neo liberalizm, kriz, dünyada, bölgemizde yaşananlar ve Türkiye’nin bu süreçte yaşadığı dönüşüm, yeniden yapılanma vb. konular, ortak sonuçlara varma hedefiyle, kolektif tarzda tartışılamamıştır…
Diğer yandan, Devrimcilikten, devrimden, sosyalizmden, 21 yy devrimci hareketlerinden, toplumsal mücadeleden ne anladığımızı ve örgütlenme-mücadele anlayışı, siyaset tarzı vb..meseleler ise bugünkü örgütsel varoluşumuza ve mücadele pratiğimize ait olmak üzere hepimizin önünde durmakta.
Sol-sosyalist hareket henüz “reel sosyalizmin” tarihsel yıkıntılarının, tozunun altından silkinip çıkamamış, ideolojik sorunlarını çözememiş, toplumsal bağı, dayanakları etkisiz ya da yok, tespitlerini her değerlendirmede yapıyoruz.
Bu koşullarda, bütünsel devrimci bir siyaseti/hareketi oluşturma süreci; ideolojik, teorik, politik tartışma ve çabalarımızla birlikte (olduğumuz ve düşündüğümüz kadarıyla) kapitalizme, neo liberal politikalara, düzene karşı toplumsal-sınıfsal zeminlerde uzun vadeli, alçak gönüllü devrimci çabaların sürdürülmesiyle oluşturulacaktır. Bu mücadelenin gerektirdiği ideolojik araçları ve toplumsal çabaların birikimini, ilişkilerini oluşturmamız günümüzün devrimci görevidir.
21.yy sosyalizmi, devrimci hareketler, mücadeleler geçmiş yaşadığımız süreçleri tartışarak, değerlendirerek, aşarak toplumsal, sınıfsal zeminlerde uzun vadeli, sabırlı alçak gönüllü çabaların sürdürülmesiyle, enternasyonal yaklaşım ve etkileşimle, gelecek tahayyülümüzü oluşturacak ideolojik, politik hat etrafında gerçekleşecektir. “Bizler sosyalizmin tarihsel mirasıyla eleştirel bir ilişki geliştirebilen, çoğulcu bir sol parti ihtiyacının günümüzde hala başat önemi haiz olduğu kanaatindeyiz.” Bugün; bir yandan birleşik devrimci merkez inşası çağrıları yaparken, diğer yandan ÖDP’nin en önemli tarihsel kazanımı olan çoğulluk-çokluk içinde birleşik örgütsel hayat fikrini sakatlayacak düzenlemelere ihtiyaç yoktur. Hatta partinin, birleşik devrimci merkez çağrısının da samimiyetini zedeler.
ÖDP, ideolojik, politik sorunların uzağında kalarak, yokmuş gibi davranarak tüzük değişikliği konferansı ile ne yapabilir? Bu koşullarda ve PM ne bile Tüzük değişikliği önerilerini anlatamayan arkadaşlarımız, tüzük değişikliği ile ideolojik, politik, toplumsal sorunları aşabileceklerini mi sanıyor?
Tüzük değişikliği ile ÖDP’nin “doğrudan demokrasinin hayata geçtiği, toplumsal çabaların yoğunlaştığı ve daha dinamik, mücadeleci, devrimci bir parti” olması mümkün mü? Elbette herkesin yanıtı “hayır” olur. O zaman ne yapılmak isteniyor: Partimizin üye ve dostları bilsin ki, tüzük değişikliği önerisi demokrasiyi geliştirmek ve partimizi devrimcileştirmek için değildir.
ÖDP, “üç kişilik” “mütevelli heyeti” gibi bir başkanlar kurulu ile otuz kişilik bir PM ve altı ayda bir ikiyüzelli delege ile “kongre/konferans” yaparak, yaşam ve iş yeri birimleri etrafında örgütlenerek(!), yukardan kolay yönetilecek dar bir yapı hedeflenmiştir. Başkan ve Başkanlar Kurulu kaldırılarak daha yetkili elit bir kategori olarak “Üç Eş Başkan” heyeti oluşturulmuştur. Başkanı ayrıcalıklı kılan yetkiler varsa onları kaldırmak, politikayı parti bütünselliği içinde oluşturmayı amaçlamak yeterliydi. PM, yarı yarıya düşürülerek daha devrimci, sorumlu, dinamik, hareketli olamaz. Bu yaklaşımla dar, yönetilecek bir organ oluşturulmak istenmiştir. PM, politik karar organıdır. Politikanın üretimini örgüt bütünlüğünü kapsayacak tarzını hedeflemek yerine, kolay denetlenecek bir PM yapısı isteniyor. Partinin birçok il ve ilçe örgütü kongre yapmakta, yönetim oluşturmakta zorlandığı bir dönemde, birim örgütlenmeleri, geri çağırma ve altı ayda bir kongre önermesiyle tümüyle kâğıt üzerinde bürokratik bir yapı ortaya çıkacaktır.
“Küresel kapitalizmde siyaset artık bir avuç seçkin ve teknokratın ayrıcalığıdır.” (Bugün Tahrir referansıyla Madrid’de Puerta del Sol’den, New York’da Zuccotti Park’a her yerde insanların sadece refleks bir tepkisellikle de olsa isyan ettiği bu durum değil midir.) “Emek yanlısı siyaset her şeyden önce ezilenlerin, emekçilerin ve yoksulların öz eylemliliklerin ve öz örgütlenmelerinin yaratılmasının ideolojik ve politik zeminini sağlamalıdırlar. Bu zemin söz konusu kesimlerin kendi özgürleşme pratiklerinin dolayısıyla insanlığın özgürleşme pratiğinin temeli olacaktır. Bu zeminlerin inşası ile bu zeminlerde gelişecek özgürleşme pratiğinin arasında aşamacı bir mantıkla bir öncelik sonralık ilişkisinin kurulması, sonuçta ikameciliğe, yani emekçilerin, ezilenlerin ve yoksulların “temsilcilerinin” temsil edildiği yapıların inşa edilmesine yol açar.” (Böylesi siyasi aygıtlara dayanarak devrimcilik iddiasında bulunmak en hafif deyimle zamanın da tarihin de ruhunu kavrayamamaktır.) “Temsilcilerin” temsil edildiği yapılar bugünün devrimciliğinin ihtiyaçlarına yanıt veremez, bu yüzden hiç varolmamaları evladır. 2007 yılında partideki saflaşmaya dair yapılan bu tespit, son uluslararası gelişmelerin de gösterdiği gibi hala geçerliliğini korumaktadır
Bu tüzük değişikliği kongresi, genel anlamıyla ÖDP’nin toplumsal mücadeleyi kavrayacak bir parti olmasından umudunu kesen arkadaşlarımızın, kendi dar yaklaşımlarını tüzükle hayata geçirme çabasıdır. Özelde ise gençlik alanındaki bir meselenin tüzük yoluyla “halli” gayretidir. Parti madem ki bu sorunu çözmek için inisiyatif kullanacaktı, yapılması gereken partili gençler arasında bir ortaklaşma-politik anlaşılırlık sağlanması için sorunun ciddiyeti ile orantılı bir merkezi çaba gösterilmesiydi. Ama bu tüzük değişikliğinin ruhunu oluşturan, kimi üyeleri ev sahibi kimilerini ise kiracı gören anlayıştır. Ve birlikte yol aramak yerine, tüzük yoluyla dayatma seçeneğini tercih etmiştir.
Biz aşağıda imzası bulunanlar bir kez daha tekrarlıyoruz, solun ve ÖDP’nin önünde ki öncelikli sorunlar ideolojik-politik-sosyaldir. Bu sorunlar tüzük değişikliği ile aşılmaz. Yapılması gereken geniş bir politik tartışma ile siyasi yönelimlerimizin belirlenmesi, bu sonuçlar doğrultusunda örgütlülüğümüzdeki aksak ve eksiklikleri giderecek yöntemleri belirlemektir. Bunun tersi birilerinin zaten bir yönelim belirlediği ama bunu partinin geneliyle paylaşmaya lüzum görmediği anlamına gelir. Bu metin şimdi partideki en önemli mesele olan nasıl bir yolda yürüyeceğimiz sorusunu sahici bir politik tartışma içeriğiyle yanıtlama çabasını başlatmak için kaleme alınmıştır.
Görkem Doğan, Ferdi Cihan, Ulaş Hacımuratoğlu, Sevim Ulaş, İbrahim Ulutaş, Ulaş Koçak, Ali Deliak, Erbay Yucak, Zeki Bulut, Suna Coşkun, Başaran Aksu, Ali Çelik, Hasan Kaya, Gürsel Ulaş, Samet Demir, Hakkı Çakır, Ertuğrul Çelik, Mehmet Karataş, Zeki Savaş, Ramazan Akbıyık, Ayhan Tural, Caner Hacımuratoğlu, Aslı Telli, Ercan Alper, Utkan Yetimoğlu, Emre Karagöz, Erman Birben, Hamza Anlayış, Gamze Aluş, Miray Balık, Zeynep Ezgi Selçuk, Durul Bakioğlu, Erdoğan Işık, Anıl Civelek, Erdinç Korkmaz, Eren Ozan Gümüş, Mahir Saraç, İbrahim Özger, Emel Duru, Faruk Adıgüzel, Savaş Dersim Çelik, Emine Özger, Mehmet Şamgan, Selahattin Tüfekçi, Latife Ulutaş, Hasan Şamgan, Ayşe Coşkun, Yılmaz Göçkün, İpek Şamgan, Altan Köse, Selim Coşkun, Nihat Selçuk, Orhan Sever, Yeter Kaya, Hüseyin Adıgüzel, Veli Boztepe, Hüseyin Fırat, Aziz Atıgan, Barış Akbıyık, Bülent Yıldırım, Harun Aksu, Serdar Aslan, Duygu Gül, Remzi Gedik, Sinan Tekdoğan, Merve Gündoğdu, Tekin Genç, Bülent Bulduk, Sadettin Yücel, Mustafa Işıldak, Sümeye Aynacı, Sercan Aslan, Mahir Şahin, Kazım Aslan, Ömür Tekin, Hande Türkmen Çalıkoğlu, Fulya Türkmen Çalıkoğlu, Kürşat Öztürk, Ozan Taşdemir, Yakup Kekeç, Sezer Karaca, Özkan Açıkgöz, Bedirhan Aslan, Sadık Yıldırım, Hikmet Karakaya,Tolga Dağ, Ufuk Ponpe, Gökçe Dede, Necla Ponpe, Dilek Cevriye Tahtasız, Armağan Aydoğan, Övünç Özcan, Pelin Daş, Osman Çokaman, Hüseyin Uğur Şahin, Ömer Çelik, Ümit Aygün, Buket Sarıçoban, Onur Tekaüt, Selçuk Çakıcı, Semih Esin, Halil Dalkılıç, Melda Gökalp, Zakir Koçak, Mehmet Polat, Candaş Hacımuratoğlu, Oğuz Demirören, Şah İsmail Akkaş, Ülgen Tepe, Hüseyin Akbıyık, Gülhan Akkaş, Ali Koç, Adil Uçuşer, Çağatay Esentepe, Koray Vural, Şükrü Ulucan, Emel Aybey, İsmail Önder, Bünyamin Kıran, İsmail Akman, Mesut Coşkun, Serbay Çil, Ekrem Çil, İbrahim Hakkan, Halim Canbolat, Tolga Buğday, Haydar Yenmez, Serpil Hacımuratoğlu, Mehmet Erol, Mahmut Memduh Uyan, Sabri Cezayirli, Merih Tekin, Şerif Güney, Mustafa Saçan, Şevket İşlek, Sema Solaklı, Nermin Kaplan, Yusuf Yenigül, Nefise Yenigül, Aynur Topal, İsmail Aygün,Tahir Bulut, Osman Berber, Çetin Güloğulları, … … …
( http://www.turnusol.biz)
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/polonya-fasizmi-ve-katin-fabrikasyonu-18909
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/kivilcim-cagla/bir-kez-daha-katin-uzerine-37624
http://www.katyn.ru/index.php?go=News&in=view&id=205
Gun Bey, Katin katliami hakkinda bu uc linki inceleyip, yorumlar misiniz? Ozellikle son linkte sizin de bu sitede olaya iliskin onceden yazdiginiz bir yazinin iceriginde verdiginiz belgenin imalat oldugunu ispatlamaya calisan belgeler var.
Ulaş, aslında yorumlanacak bir şey yok. Ben bunlarla sözünü ettiğim sitede bu konuyu çok tartıştım. Adamın gözüne belgeyi dayıyorsun, sahte diyor. üstelik sahteliğe ilişkin getirdikleri argümanlar saçmasapan şeyler. Yok NKVD k-r diye not düşmezmiş falan. Bir insan var olan bir şeyi reddetmek isterse ne yapsan onu ispatlayamazsın. Bu konuda tonlarla kitap yazılmış, filmler çekilmiş, dünya bunu kabul etmiş. Üstelik komik olan, “bu batı propagandasıdır” diye feryat edenlerin, Nurmberg duruşmaları sırasında, Sovyetler Birliği henüz müttefikleriyken, Katyn katliamını Nazilerin sırtına yüklemede Stalin’le işbirliği yaptıklarını örtbas etmeye çalışmaları. Wajda’nın Katin ormanı filmini görmeyi herkese tavsiye ederim. Bu sitede yer alan benim Wikipedia’dan yaptığım General Blokhin çevirisine tıpatıp uymaktadır infaz biçimleri.
Aslına baükacak olursanız mesele sadece katin ormanı katliamı da değildir. Bu dünya dünya olalı Stalinist zulüm gibi bir zulüm görmemiştir. (Bence hapishaneler hapishaneler olalı nasıl Diyarbakır hapishanesi gibi bir zulüm hapishanesi görmediyse). Bu günlerde Orlando Figes’in, Karanlıkta Fısıldaşanlar-SB’de Özel Hayat kitabını okuyorum. 30 yıldır bu konuda onca okuduğum şeye rağmen hala hayretlerden haüyretlere düşüyorum. Yahu bunlar faşizmin bile yapamadığını yapmışlar. Sırf tutuklananların çocuklarını içeri alabilmek için cezai sorumluluk yaşını 12’ye indirmek ne demek. Daha küçük çocukları alıp yetimhanelere koyuyorlar. 12 yaşına gelinrce de toplama kampınaı gönderiyorlar. Dünyanın nereszinde görülmüş böyle bir şey. Stelin’i hala savunmaya devam edenlerde surat meşin maşallah.
bütün politik deneyler gibi HDK girişimide başlangıçta geçmiş blok deneyinden hareketle yukardan aşağıya inşa edilirken her çalışmasının genel ve yerel düzeyde sorumluluğunu üstlenenlerden biride EDP olmasına rağmen edp yi iktidar bloku ile kürt muhalefeti blokunda tarif etmek stalin konusundaki doğru analiz kadar kesinlikle yanlış bir analiz olmuş.verimli bir analiz için kürt blokunu da HDK girişimi toplumsal muhalefet bloku geneli içinde ele alınırsa daha doğru analiz olabilir.buradaki asıl itirazın bu çabanın diğer bileşenlerinin pratikteki karşılığının zayıf oluşundan toptan kürt muhalefeti şeklinde yorumlanması bile başlangıçta etnik ve kimlik siyaseti genel eleştirisinin sistem hegemonyasının etkisinden olabilir zira bu muhalefet odağının pratik kitleselleşme oranıyla değil hemen bütün sistem mağduriyeti muhalefet odaklarının eşit temsiliyetinden birlikte iş yapma esasına oturması bile şimdiye kadar bildiğimiz ezberin dışında olmasından anlaşılamaması normaldir.her yeni durumun alışıldık bilinenle ters düşmesi ve kendini tekrardan öte yeniye dirençli muhafazakarlık nedeniyle daha fazla tekrara ihtiyaç duyacağı açıktır.analizde temel olarak iktidar bloku ve karşısındaki üç ana blok tasnifide yetersiz eksik ve mevcut durumu açıklamayıp başka amaçlara hizmet eden durumundan kurtulamayan analiz olmuştur.iktidar bloğunu egemen devlet-iktidar hegemonyasından ayrı düşünerek akp ve destekçilerine indirgemek meseleyi hiç anlamayan analiz olduğu gibi iktidar bloğunun karşıtı 3 ana bloğun nekadar devlet-iktidar hegemonyasının karşıtı olduğu konusuda bazı iktidar-devlet aktörlerini o nun karşıtı gibi göstermekten başka bir işe yaramamıştır.ulusalcı kesim içindeki aktörlerin devlet-iktidar hegemonyasının alternatif karşıtı gibi sunma hatası olduğu gibi aslında bilip bilmeden toplumsal muhalefetin engeli organizasyonlarıda toplumsal muhalefet odağı gibi analiz yapmak bu işi hiç anlamayanların işi olmalı.aslında kendiside siyaset ve siyasetçiden nefret eden birinden benimde beklentim fazla olmalı.siyaset yapmak siyasi analiz yapmak pratik siyaset yapmak akademik çaba olamaz sanıyorum on yıl önce tartışılıp tüketildi siyasetin asıl işlevi pratik yaşanan hayata dair oluşu ve onun sorunları ve çözümleri hatta gelecek beklentilerine dair bir işlevi olmasıdır.siyaset tanımında bile farklılaşılan somut gerçeklikte eskimiş tükenmiş bildik siyaset tarifi ile geleceğin başarı siyaseti tarifi arasında bir fark olabilir ama bukadarda farklılaşma olmamalıydı
EDP, DSİP gibi çevrelere (ve bunların yakını Taraf ve Birikim çevrelerine) karşı dikkatli olmak gerekir. Sırf HDK’ye katıldılar diye bu grupları dost olarak görmek naiflikitir. Bu kesimlerin kanaat önderleri Açık Toplum Vakfı (ve onun diğer uzantıları TESEV, Helsinki Yurttaşlar Birliği) fonlarıyla sivil toplumculuk oynayan, muhalefet ufku sadece kimlik sorunlarıyla ve askeri vesayete karşı (böyle bir şey de yok zaten, Türkiye’deki vesayetin adı olsa olsa tekelci sermaye vesayeti olurdu) mücadeleyle sınırlı kesimlerdir. Bu tip aydınlara (esas olarak Birikim kökenliler) Türkiye’deki egemen sınıfların ve küresel sermayenin yüklediği misyon toplumsal muhalefet dinamiklerini (bu dinamikler sosyalistler de olabilir, Alevi hareketi, sendikalar, Kürt mücadelesi de olabilir) kimlik mücadelesine ve düzen-içi mecralara kanalize etmektir (konuyla alakalı birkaç makale: http://jiyan.org/2010/09/enstitu-aydinlari-nasil-birer-devlet-memuruna-donustu/ http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=9006 ). Bu aydınlar uzun bir süre sosyalist hareket içersinde fikri hegemonyayı ellerinde tuttular ve solu Özal döneminden bu yana burjuva reformlarının peşine taktılar. Son yıllarda “Çağdaş Solda Büyük Buluşma” (veya EDP) adıyla Alevi hareketini, KESK, TTB ve bağımsız sosyal demokratları da kendi peşlerine takmaya çalıştılar ve kısmen başarılı da oldular. Bu zevatın bugünkü hedefi Kürt özgürlük hareketidir. Şimdi Kürt özgürlük hareketine de sızıp onu AKP’nin “yeni” statükosu karşısında ehlileştirmeye çalışıyorlar. Dikkat ettiyseniz, BDP’ye “yeni anayasa”, “hükümetle uzlaşma, mutabakat” “mecise dönme” vb çağrıları en çok yapmış olanlar bahsettiğim liberal-sol kesimdir. HDK’nin düzen-içi mecralarda tükenmesini istemiyorsanız bu liberal-sol kesimlerin (ve daha önceden bahsetmiş olduğum Kürt sağcılarının-Barzanici kesimlerin) söylem ve faaliyetlerine karşı dikkatli olmalısınız.
son dönemin teknolojik gelişiminden midir (internet vs etkisi/sörf/fikir uçuşması/toparlayamama vs) bilinmez kitleler halinde insanların bir uçtan diğerine geçişleri mevcut. O yüzden bloklaşmalardan söz etmek bir tür anlık düşünsel rahatlamadan öteye gitmez… Sizin ve benim gibi konumlanamayan/kendini konumlayamayanlar bunun avantaj olduğunun farkındadırlar umarım. Postmodernizm dedikleri şey bir yerde bu değil mi?
“İktidar Blok’u, ulusalcıları bastırmanın ardından, bugünlerde KCK davalarıyla, Kürt Muhalefet Bloku’na darbe indirmeye girişmiş bulunmaktadır.”
bazı öngörülerde bulunacağım eğer site kapanmazsa yıllar sonra bakıp nerede hata yaptığımı görürüm (31 Ekim 2011).
tırnak içi doğru ama şunlar eklenebilir…birincisi, kürtler ve akp arasındaki ilişki (akp pkk’yi asla yok edemeyeceği için ya da tsk gibi etkisizleştiremeyeceği için ve bunun bilincinde olduğu için ve hatta abd akp’ye pkk’yi bitirtmek gibi bir isteğe sahip olmadığı için) tam olarak düşmanca değil, hala değil. neden değil? çünkü akp kürt sorununu (kültürel haklar açısından) çözmek istiyor, erteliyor, kendi işine gelecek şekilde çözmek istiyor, pkk’yi tasfiye ederek çözmek istiyor, bir şekilde buna istekli. çünkü iyice belirginleşen osmanlı rüyasına kürt sorununa ve dağlardan meydan okuyan bir örgüte yer yok. bu nedenle, kürt sorunun çözümünde “abd çözümü” geçerlidir. apo’ya ev hapsi, yeni anayasa ve hatta yapabilirlerse dolaylı özerklik anlamına gelecek değişiklikler (türk kamuoyunun öldürücü tepkisini göze alabilirlerse, etkisizleştirebilirlerse) masada. akp de pkk de durumu aynen böyle okuyor. ve anayasa öncesi kapışıyorlar, bu asla nihai bir savaş değil, kozlar paylaşılacak ki yeni anayasa sonrası güçler dengesi öyle şekillensin. bunca ölen insan akp ve pkk’nin politik hamleleri uğruna ölüyor.
peki neden bir abd çözümünden bahsediyoruz? ergenekon operasyonlarıyla iyice aşina olundu ki abd türkiye’de ulusalcı bir yönelim görmekten oldukça kaygılıydı. akp bu kaygıyı giderdi. daha muhafazakar-islamcı ama ulusalcı-korunmacı ve hatta ulusal bağımsızlıkçı, daha doğrusu “modası eskimiş” bir türkiye’den ziyade akp türkiye’si abd’nin öncelikli tercihidir. yeni anayasa ulusalcılığın muhtemel geri dönüşü kaygısını tamamen gidermek üzerinden şekillenecek. bu açıdan kürt sorunu, yani pkk, hala bir müttefiktir akp açısından. dolaylı müttefiktir. ergenekon’dan olası geri dönüş akp’nin sonu olacağından, bu anayasa bu çerçevede yapılacak ve ulusalcılığın tüm izleri silinmeye çalışılacaktır, mümkün olursa… büyük ihtimalle mümkün olmayacak tabi ki…ya da şöyle, akp’nin devletleştiği bir ortamda anayasadan türklük vurgusunu kaldırmak gibi hem politik açıdan oldukça riskli hem de kendi açısından çok rahatsız edici olmayan bu meselelerle çok uğraşmayacaktır. neyse, yeni rejim için pkk-bdp hala müttefik, dolaylı müttefik akp açısından.
demek oluyor ki, solo test meteforuyla, akp’nin bdp’nin üstünden atlama ihtimali bulunmuyor. bu hem mümkün değil, hem de politik açıdan anlamsız. yeni türkiye’nin yaratıcıları olarak abd şemsiyesi altında toplanan akp-bdp-kürt hareketi dolaylı ittifakı söz konusudur. abd bunun neresinde? daha doğrusu somut tek bir örnek verirsek, ankara’yı ziyaret eden barzani’de…barzaniciler gelip gidiyor, hükümete sundukları çözüm önerileri bizim medyada yazılanlardan çok farklı. bir bakın derim. yukardaki önerileri getiriyor barzani (apo’ya ev hapsi vb.) ve barzani abd’nin ulağı olarak geliyor, gidiyor. yetmiyor abd yolda, o da geliyor zaten.
uzun lafın kısası, akp bdp’nin üstünden atlamayacak, atlayamayacak. solun da. gerek yok çünkü. solu devrimci karargah vb. operasyonlarla yokladı. yine yoklayabilir. ciddiye alırsa. kck veya ergenekon’da meze niyetine kullanabilir.
son bir şey…tüm bu süreç şaşırtıcı biçimde geri dönebilir. yani ergenekonla başlayan süreç, özellikle bu günlerde, tamamen noktalanmış gibi görünebilir. tsk akp’nin karşısında hazrolmuş. cumhuriyet bayramlarında devlet yok, korsan gösteri gibi kutlanıyor. sadece 4 yıl önce tek bir miting için 1 milyon insan toplanıyordu! neyse, mesele şudur. türkiye’de iktidar bloğunun sahip olduğu neredeyse 150 yıllık birlik ve çatışma her an neo-kemalist kliğin hamlesiyle hortlayabilir. kürt sorununda abd çözümü akp’yi bitirebilir. tarihsel türk ulusalcılığı ve bugün uyuyan, sindirilmiş bir dev gibi duran türk milliyetçiliği tüm geleneksel yapılarla misak-ı milli için harekete geçebilir. bu yıllar içinde bir ihtimal olarak görünüyor. ama onun da çözümü düşünülmüş…birincisi lideri yok, ikincisi yalçın küçük’ün deyimiyle “gorbaçov kemal’ler” var…
nokta.
* Ertan arkadaşın öngörülerine katılıyorum. AKP’nin PKK’yi ehlileştirme politikası konusunda Yavuz Alogan’ın harika bir analizi var (şurada: http://www.asimalpturk.com/index.php?option=com_content&view=article&id=193:cehennemn-reklam-flm&catid=46:yavuz-alogan&Itemid=64 ). Yalçın Küçük’ün “Gorbaçov Kemal”in icraatları hakkındaki yazı/yorumlarını da önemli buluyorum.
* KCK davasını da Ergenekon davasına benzer buluyorum. Bu davada tasfiye edilen kesimler Kürt ulusalcıları arasında AKP-Cemaat bloğuyla en uzlaşmaz kişilerden oluşuyor ağırlıklı olarak.
* Bu açıdan “Gorbaçov Kemal” tabiri yalnızca Kemal Kılıçdaroğlu için değil, yakın bir gelecekte Kemal Burkay için de kullanılabilir.
* Türk ve Kürt ulusalcılarının önderlik sorunu aslında devrimciler için yeni fırsatlar/imkanlar da yaratıyor. Kendi yöneticilerinin teslimiyetçi-uzlaşmacı politikalarından bıkacak ve radikalleşecek olan CHP’li ve BDP’li emekçilerin dar milliyetçiliğe meyletmemeleri için, devrimcilerin bugün daha aktif olmaları; Türk ve Kürt muhaliflerdeki AKP karşıtı öfkeyi devrimci bir mecraya yönlendirmeleri gerekiyor.
“Bu açıdan “Gorbaçov Kemal” tabiri yalnızca Kemal Kılıçdaroğlu için değil, yakın bir gelecekte Kemal Burkay için de kullanılabilir.”
Bravo.
işin abd kısmı…
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1068067&Date=31.10.2011&CategoryID=81
Brejnev mi, yoksa Andropov mu iyi idi sizce? Hâlâ eski SB’yi övmeye devam demek ki.
brejnev dünün, gorbaçov bugünün iktidarıdır. bir metafor. senin anlayabileceğin bir şey değil bu. gorbaçov çocukları anlamaz.
Radikal’deki Karayılan haberinden anladığım kadarıyla PKK şu an İran cephesiyle AKP-Barzani-ABD cephesi arasındaki güç dengelerini kollamaya devam ediyor. Sonunda hangi tarafa meyledeceğini kestiremiyorum. PKK’nin Barzanici cepheye tam anlamıyla iltihak edebilmesi için Cemil Bayık-Duran Kalkan-Mustafa Karasu kliğini tasfiye etmesi gerekecek.
çıracı arkadaşın çok güzel geçmiş analizlerini bildiğim için son yorumu hele ertan kemalizmini olumlayan yorumunu okuyunca üzülmedim değil.çıracının site yorumlarını dikkatli okuduğunu bildiğime göre özgürlükçünün yorumunu hiç anlamamış.HDK sinin düzen içi maceralarda tüketilmemesi tavsiyesi ile belirli guruplara karşı dikkatli ve tasviyeci olunması önerisi alternatif başarı siyasetini anlamamaktan olabilir.1.anlaşılmayan toplumsal muhalefetin alternatif başarı siyaseti programı sistem mağdurlarının bizzat kendilerinin aşağıdan yukarıya bu mağduriyetleri üreten sorunların çözüm ve gelecek beklentilerinin gerçekleştirilip yönetilmesi programıdırki çıracı siyasetçi olmadığı yada siyaset teorisi ve pratiğinin içinde olmadığı için bu cümlede kastedileni anlaması güç olmuştur.bunu anlayamayınca toplumsal muhalefetin bu gün geldiği yeri ve diğer bütün mağduriyetler içinde mıknatıs gibi çekim merkezi olacağ hatta zilelinin sol muhalefet bloku diye tanımladığı gruplarıda hızla ana dinamiğin etkisine gireceğini anlayamazsınız.ertanın analizinin neresine katılalım buram buram tarihin çöplüğüne gidip hala bazi zihinlerde karakoldan başka bir işlevi olmayan kemalizmi savunanların analizi olup işkembeden atan yorum olmuş hdk ve bdp ve pkk ninde abd ve akp şemsiyesinde imiş sevsinler seni işte tam burada zileliyi okuyup anlamak lazım zilelinin açıkladığı iktidar-devlet hegemonyasının inandırmaya çalıştığı aslında kendi müttefiki ve amirini toplumsal muhalefeti yıpratmak için uydurulan yalanı bu sitede kime yutturacaksın.dolaylı ittifakmış devlet abd akp iktidar birlikte savaşıp yok etmeğe çalıştıklarıyla dolaylı ittifakmış yalanı bukadarıda ilginç yoksa ertanın milli duyguları zirve yapmış kemalizmi ve uyanmasını beklediği milliyetçi,ulusalcı faşizmi ile devlet-iktidar-akp-abd ve sermaye ittifakı olmasın kendi ittifakı olmasın yaşananlardan hiçbirşey anlamayıp ergenekon ile kck yı aynı görüp toplumsal muhalefetin iyot gibi açığa çıkıp politik fikir seviyesinden alternatif program seviyesine yükseldiğini göremeyenler toplumsal muhalefetinde kendileri gibi tarihin çöplüğüne gönderilebileceğini sanan siyaset bilmeyenlerin yorumu olabilirdi belki birşey özellikle yeni birşey öğreniriz diye takip ediyoruz ne gezer eskinin kötü bir tekrarı olmuş yorumlar gelinen yeride hiç anlamıyorsunuz.siyasi kürt hareketini hiç anlamadınız anlamayada çalışmadınız 40 bin militanı dağda bağda bedel ödemiş 2 milyon insanı pkk üyesi diye hapse girmiş yada çıkmış,1 militanı eksilince cenazesini 30 bin kişi kaldırırken ihtiyaç varsa gönüllüyüm mesajı vermiş partisinin 7000 aktif çalışanı göz altına alınıp 4 bini tutuklanmasına rağmen siyasetini büyüterek yapabilen hareketi anlamanız mümkün değil onu anlamayınca toplumsal muhalefeti ve kimlerin bu muhalefetin dinamiği olduğunu anlamanız imkansız bir ip ucu insanlık tarihindeki bütün değişim dönüşüm ve devrimleri hep toplumsal muhalefet yapmıştır belki bunu anlarsınız
çıracı son pkk nin iran abd yada barzanicilere gibi pkk yi kürt özgürlük siyasetini bilmeden b,irilerinin üretip tezgahladığı operasyonlara alet olmayalım lütfen bu hareketin kimsenin kontrolüne falan ihtiyacı olmayıp kendisi olduğunu ne zaman öğreneceğiz hala onlar için bile en iyisini biz biliriz mühendislikten kurtulamadık bu örgüt merak edin nerden çıktı imha edilip yok sayılan kürtlerin bağrından çıkan bir örgütü kürt halkının dışında kimse kontrol edmez yöneticileri bile halkının reddettiği yere örgütü götüremez bunu bile anlamayanlar bu konuda yorum yapmasın lütfen
ABD, AB, AKP-Cemaat, Barzani, TÜSİAD, TESEV vb grupların “yeni anayasa”, “federasyon” gibi vaatlerine kulak vermeye, bunlara zımni destek vermeye devam ederseniz daha nice gerillanın ve Kürt siyasetçinin yokoluşuna tanıklık etmeye devam edersiniz. Kürt halkının asıl kurtuluşu antikapitalist/antiemperyalist köklere geri dönüştedir. Demokratik özerklik, düzenin temsilcileriyle pazarlık etmekle değil; Anadolulu ve Mezopotamyalı emekçilerin ortak mücadelesiyle kurulur.
özgürlükçü mahlası kullanan kişinin kalıp-ezber teorik uzun cümlelerini çözümlemenin kendisine bile bir hayrı olduğunu sanmıyorum. Ne diyorsa somut söylese de kurtulsak, diyorum.
demokratik özerklik gibi hayatın yaşandığı yerelde yerel dinamiklerin bizzat kendini özgürce yönetebilmesinin kurumlarını inşa etmeye çalışanlara iktidar-devlet hegemonyasının yaptıklarından farklı ne yapıp söylediniz?bu çümle çokmu soyut?biraz insaf yahu kürtler kendi özgürleşmesinin bütün türkiyenin özgürleşerek insanlık ailesine katılması ile olabileceğini bildiğinden toplumsal muhalefetin birlikte inşasına katılıyor.biraz gerisine düşmedikmi?biz bütün devrimleri yapan toplumsal muhalefetin inşası için ne yaptık?kendi dükkanımızı(bindelerle ölçülemeyen)toplumsal muhalefetin aslı hatta halkın devrimci öncüsü görmekten öte yaptıklarımız nedir?siyaseti masa başı pazarlığı anlayanlar bu cümleleri anlamaz?kalıp ve ezberden çok bildik tekrar ettiğimizin dışında başka şeyler olabilirmi bu cümlelerde?o zaman şimdiye kadar bildiklerimizin önemli bir kısmının yanlış olduğunu üzülerek yeniden başarı siyasetinin ne olabileceğini hiç olmazsa şimdiye kadar başaramamış siyasetimizi bırakarak başlayabiliriz.zilelinin haklı olarak stalinizmin anlaşılması gayretinin anlaşılması zorluğu bile bizim kendi yanlışlarımızın anlaşılmasınında ne kadar zor olduğu gerçeğini açıklamazmı?proleterya diktatörlüğünü terk etmemiz ne kadar zor oldu hala terk etmeyenlerin çoğunluğunu görünce sistemin öğreterek zihnimizde oluşan karakollardan kurtulmadan bu uzun cümleleri anlamayız sorunun cümlenin uzunluğunda olduğunu sanırız.özgürleşemeden hiç anlayamayız özgürleşmekten korktuğumuzdanmı yoksa içten içe birilerinin hamisi ve abisi olup yukardan konuşmak işimizemi gelir yoksa sömürgeci asıl unsur olmayı içten içe sindirip sevmeyelim.birileri diyorki sen özgürleşmeden bende özgürleşemem birlikte özgürleşelim özgürleşmek işimize gelmiyor olabilirmi?insanlığın biriktirdiği evrensel özgürlükçü demokratik değerlere uygun ve yakın dili,fikri,projesi ve programı kimin var hangisini toplumsal muhalefet dinamiği diyebiliriz samimi soruya cevabımız nedir?bizim burdaki yerimiz nedir?
(Daha önceden linkini verdiğim bir yazıyı buraya direkt olarak aktarıyorum. Burada Latin Amerika aydınları hakkında anlatılanlar, Türkiye aydınlarıyla da önemli paralellikler gösteriyor. Bu yazı liberal solun Türkiye’deki gelişimini -Birikim, Taraf, DSİP, EDP vs. çevrelerinin gelişimini- ve buradaki aydınların iktidar bloğuyla olan ilişkisini daha iyi anlamamıza katkıda bulunacaktır diye düşünüyorum.)
Latin Amerikalı aydınların dönüşümü-James Petras(Eğitim Bilim Toplum)
24 Aralık 2006 –
20 yıl önce Latin Amerika’da yabancı fonlarıyla beslenen kuruluşlardan mali destek almayı kabul eden solcu bir aydın bulmak neredeyse imkansızdı. Bugünse, az ya da çok, Kuzey Amerika ya da Avrupa vakıfları tarafından finanse edilmeyen bir araştırma enstitüsü ile bağlantısı olamayan bir araştırmacı bulmak oldukça zor. Fon almayanların çoğunluğu da buna karşı olmaları nedeniyle değil, düzenli bağlantıyı henüz kuramamış olmaları nedeniyle bu durumda.
Dönüşümün Kökenleri
1970’li yılların diktatörlük rejimleri, Latin Amerika’nın entelektüel dünyasında yaşanan büyük dönüşümde büyük rol oynadı. İlk aşamada, askeri diktatörlük rejimleri toplumsal muhalefet eylemleri ile bağlantısı bulunan solcu aydınları ya öldürdü ya da hapse attı. Hapse atılanlar (ve daha sonra salıverilme talihi yakalayanlar) üniversitelerinden sürüldü ya da atıldı, böylece ana gelir kaynaklarını yitirmiş oldular. Dergiler yayınlarını durdurdu; muhalif hareketler, sendikalar ve siyasal partiler yasaklandı ve gazeteler kapatıldı ya da ağır sansür baskısı altına alındı. Aydın takımı politik ve ekonomik olarak savunmasızdı ve ayakta kalma biçimi olarak yabancı fonları giderek kabullenmek zorunda kalıyordu.
Diğer taraftan, uluslararası kamuoyunun baskısı nedeniyle (insan hakları aktivistleri, kilise, siyasal partiler de buna dahil) Avrupa ve Kanada’daki hükümete bağlı yardım kuruluşları ile ABD kökenli özel kuruluşlar fonları yükselttiler ve Latin Amerika nezdindeki potansiyel fon alıcılara dair ideolojik ölçütlerini esnetme yolunu seçtiler. Siyasal kurumları ve hareketleri tasfiye eden bu liberalleştirilmiş yardım programları ve rejimler, yeni entelektüel dünyanın
temel ölçütü haline geldi; bu ölçüt yabancı kuruluşlarca fonlanan araştırma merkezleriydi. Siyasal ve ekonomik açıdan zayıflamış aydınlar açısından bu, bazı durumlarda bir cansimidiydi; Avrupa hükümetlerinin yardım ajanslarıyla ya da ABD’li kuruluşlarla olan bağlar siyasal korunma olanağı getiriyordu ve aynı zamanda birçok aydının ayakta kalmasını ve araştırma konuları açısından geniş bir yelpazeye kavuşmasını sağlayan önemli bir gelir kaynağıydı. Liberal, sosyal demokratik kuruluşlarla zor durumdaki aydınlar arasındaki bu evliliğin hızlı sonuçları hep iyi görünüyordu. Üniversiteler ve kamu kaynaklı enstitüler parçalanırken, akılcılık, bilim ve eleştirel çözümleme adacıkları veri toplamayı ve sosyal bilimsel çalışmaları yayınlamayı sürdürüyordu.
Daha da ötesi, giderek daha fazla enstitü, 1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında denizaşırı fon kaynakları ile ortaklıklar ve bağlantılar geliştiren merkez solcu aydınlar tarafından yönetiliyor ve kontrol ediliyordu. Bu araştırma merkezlerinin sayısındaki artış ve bunların başarıları, yeni araştırma enstitülerinin hızla kurulmasına yol açtı. Birçok yazar, siyasallaşmış aydın ve ekonomik analizci, yabancı fonlardan yararlanmak için bu kervana katıldı. Yurtdışına göçen birçok aydının ülkelerine geri dönmeye başlamasıyla birlikte, bu enstitülerin sayısı da katlanarak arttı. Denizaşırı ülkelere giden sürgündeki aydınlar, kurulu varolan sosyal demokrat ve liberal entelektüel iklimle yakın ilişki içindeydi.
Ülkelerini terk etmek zorunda kalmış Latin Amerikalı aydınların liberal/sosyal demokrat refah devletine kurumsal entegrasyonu ile bu aydınların post-Marksist entelektüel iklimi giderek daha fazla solumaları arasında doğrudan bir bağlantı vardı. Latin Amerika’ya dönmeleri ile birlikte bu denizaşırı yapısal ve ideolojik bağlantılar, yeni enstitülerin kurulması açısından temel besin oldu. Bu bağlantılar yaşamsal önem taşıyordu, çünkü askeri rejim sonrası Latin Amerika’da ekonomik ortam oldukça kötüydü. Ekonomik konular özellikle hassastı, çünkü ülkelerine dönen aydınlar, gittikleri Avrupa’da, Kuzey Amerika’da, Meksika’da ya da Venezüella’da sahip olmaya alıştıkları yaşam standardında keskin düşüşler yaşamaktaydılar.
Özetle, ekonomik olarak başarıyla kurulan enstitüler örneği, dış bağlantılardan sağlanan güç, kamu üniversitelerindeki olumsuz ekonomik koşullar ve yaşam standartlarının kötüleşmesine son verme arzusu, ülkelerine dönen radikal sürgünlerin büyük çoğunluğunu dış kaynaklı fon bulmak için proje önerileri hazırlama yönündeki rekabetçi oyuna katılmaya sevketti. Araştırma merkezlerine bağlı bazı aydınlara, paradoksal biçimde, kentsel ve kırsal yoksulluğu ve sefaleti derinleştiren ve böylece dışarıdan fonlanan ajanslarda giderek siyasal kaygılar doğuran ekonomik kriz yardımcı oldu. Yeni bir toplumsal huzursuzluktan ve liberal-muhafazakar rejimlere siyasal bir meydan okumanın (böyle bir meydan okuma borçların geri
ödenmesini iptal edebilirdi) başlayacağından duyulan endişe, vakıfların enstitülere yeni parasal kaynaklar aktarmasına zemin hazırladı.
Dışarıdan gelen fonların ilk dalgası, ekonomik modelin ve askeri diktatörlüğün insan hakları ihlallerini eleştirme hedefine sevkedilirken, ikinci dalga yeni toplumsal hareketlerle ilgili incelemelere, üçüncü dalga ise demokratikleşme sorununa ve borç konusuna yönlendirildi. Diktatörlükle ilgili incelemeler, bu diktatörlüklerin Batı Avrupa ve Kuzey Amerika elitleri ile olan ekonomik ve askeri bağlantılarından çok, onun siyasal açıdan baskıcı yönüne odaklanmaktaydı. Devletin uyguladığı şiddet, sınıf egemenliğinin ifadesi, sınıf mücadelesinin bir parçası ya da sınıf şiddeti olarak değil, insan hakları ihlalleri çerçevesinde ele alındı. Bu incelemelerden doğan siyasal zemin, sorunu liberal demokrasi ile askeri diktatörlük arasında bir çatışma gibi, yani çatışan siyasal kavramlar arasındaymış gibi yansıtıyordu. “Sınıfsal yapı”nın kasıtlı olarak devlet iktidarından ayrı tutulmaya başlanması, siyasal alanın “sivil toplum”dan özerk olduğu fikriyle haklılaştırıldı.
Toplumsal hareketlerle ilgili çalışmalar da aynı doğrultuda ilerledi. Bu çalışmalar, toplumsal hareketlerin sınıf politikalarına karşı geliştiğini, bu hareketlerin içinden doğduğu sınıfsal yapının heterojen olduğunu (türdeş olmadığını) ve toplumsal hareketlerin verdikleri mücadelelerin eski ideolojik siyasetlerden oldukça uzakta durduğunu savunuyordu. Toplumsal hareketlere ilişkin siyasal hat önceleri bu hareketlerin kendilerini ideolojik (radikal) siyasal partilerden ayırmaları gerektiği düşüncesi ile ilerliyordu; daha sonra liberal seçimlere katılan partilerin doğumuyla birlikte siyasal hat değişti ve bu hareketlere dikkatlerini “demokrasi mücadelesi”ne vermeleri tavsiye edildi. “Toplumsal hareketlerin özerkliği”, araştırmacılar kendilerini devrimci soldan ayrıştırmayı hedefledikleri zaman teşvik edildi; “geniş demokratik cephelere katılım” fikri, liberal seçim politikaları sahne aldığında araştırmacıların teşvik ettiği anahtar formül haline geldi.
Fonlamanın üçüncü ayağı demokratikleşme sorununa odaklanıyordu ve en açık ideolojik niteliği bu aşama taşıyordu. Araştırmalar, yerli ve yabancı ordular ve ekonomik elitler ile uyum sağlamanın tek olanaklı seçenek olduğu fikrini haklılaştıracak bir dizi formül üzerinde yoğunlaşmaktaydı; bu da dönüşüm sürecini muhafazakar sivillerle ordu arasındaki etkileşime indirme olanağı doğurdu.
Kısacası, Latin Amerika’daki araştırma enstitüleri tarafından yürütülen araştırmalar bir dizi ortak konu başlığını ve bir dizi ortak siyasal reçeteyi gündeme taşıdı. Araştırmalar geniş ölçüde verilere dayanmakla birlikte, bu veriler ağırlıklı olarak yabancı fon kaynaklarının siyasal öncelikleriyle biçimlendirilen ideolojik bir çerçeve içine sıkıştırılıyordu. Her durumda yabancı fon kuruluşları özellikle kendi dış politikalarına ve şirketlerinin karar vericilerine uyumlu konu başlıklarını seçiyordu. Siyasal açıdan diktatörlüğe karşı benimsenmesi kolay alternatifler yaratmayı ve gelecekte Batılı liberal piyasa hegemonyasına meydan okuyabilecek siyasal güçleri içlerinde eritmeyi hedeflediler. Temel amaçları Latin Amerikalı aydınlar üzerinde ideolojik hegemonya oluşturmaktı, çünkü bu kesim merkez sol siyasal yapılanmada büyük hizmet görüyordu.
Yabancı fon kuruluşları ile araştırma merkezlerine bağlı aydınlar arasındaki ilişki karmaşık ve ustaca. Ültimatom verilmiyor ve açık siyasal denetimin derecesi sınırlı. Sık sık karşılıklı etkileşimin derecesinin bir ölçüde görünür hale geldiği, uygun konu başlıklarının belirlendiği toplantılar ve fikir alışverişleri gerçekleştiriliyor. Fon kuruluşlarının yıllık araştırma önceliklerini açıklaması ise nadir görülen bir şey değil ve bu da sosyal bilimler jargonunda saklı epeyce siyasallaşmış bir sorun. Araştırma merkezlerinin yöneticileri ya da girişimciler, potansiyel hibeci kuruluşun önerdiği projelerle yerel gerçekliği harmanlayacak proje önerileri ortaya koymaları için takımlar oluşturuyorlar.
Yerel araştırma merkezlerinin denizaşırı fon kaynaklarının isteklerini ve siyasal gereksinimlerini tahmin etmesi ve onların çıkarları için ikna edici biçimde argümanlar üretmesi de çok zor değil. Bu bakımdan “yerel özerklik”, hegemonik güçlerin siyasal projeleri yararına kullanılıyor. Dolayısıyla entelektüel özerklik görünümünün uyumsuzluğu ve derin ekonomik bağımlılık hem siyasal hem de psikolojik açıdan önem taşıyor. Çünkü özerklik görüntüsü olmazsa, çok geniş alana yayılan hassas konulardaki verilerin elde edilmesi sorgulanmaya başlanabilir.
Ekonomik bağımlılığın aleni sonuçları, entelektüel söylemin siyasal parametrelerini belirleyen ideolojik düzeyde kendisini açığa vuruyor; bu bakımdan fikri özerklik görüntüsü elde etmek, ekonomik bağımlılığı gözlerden uzak tutmak için büyük önem taşıyor. Halkın katılımı, taban örgütleri, gelir politikaları vb. gibi önemli araştırmalar, fikri özerklik imajı yaratmak açısından bir zorunluluk; bu konuların emperyal-sınıf dokusundan ayrıştılarak ele alınması aynı zamanda yabancı fon kuruluşlarıyla uzun dönemli yapısal bağlantıları daha da ilerleten bir unsur olarak beliriyor.
Latin Amerikalı aydınların dönüşümü sorunu, bu aydınların araştırmacı kimlikleri gereği, yabancı maddi kaynaklara bağımlı araştırma enstitülerine bağlanmaları noktasında merkezileşiyor. Gerçekleştirdikleri araştırmaların sonucunda, fon veren kurumların karşı çıkmayacağı bilgiler sağlamaları ve yönetici sınıf içindeki egemen ideoloji ekseninde fon verenlerin kabul edebileceği fikirleri ve kavramları aşılamaları, yaymaları bu aydınlardan bekleniyor.
Değişen Entelektüel Eksen
Geçmişte Latin Amerika, Gramsci’nin “organik aydınlar” olarak adlandırdığı, emperyalizme ve kapitalizme karşı yürütülen siyasal ve toplumsal mücadele ile doğrudan bağlantısı olan yazarlara, gazetecilere ve siyasal iktisatçılara sahipti. Bu aydınlar sendikaların, öğrenci hareketlerinin ya da devrimci partilerin bir parçası konumundaydılar. Che Guevara, Kolombiya’da Camilo Torres, Peru’da Luis de la Puente, Şili’de Miguel Enriquez, Arjantin’de Roberto Santucho ve Uruguay’da Julio Castro binlerce olmasa da yüzlerce entelektüel içinde, yaşamını ülkelerinin toplumsal mücadeleleri ile birleştirmiş aydınlardan sadece birkaçıydı. Bu organik aydınlar sonuçta, entelektüel kesimin diğer bileşenlerinin davranış normlarını da inşa ettiler. Siyasal ve kişisel anlamda belirginleşen bu organik aydınlar, diğer binlerce aydın için az ya da çok yakınlaştıkları bir ölçüt konumuna geldiler. Latin Amerikalı aydınlar varoluşlarına dair tercihlerle uğraştıkları için, mesleki fırsatçılık ve siyasal adanmışlıklar arasında süregelen içsel bir mücadele söz konusuydu. Bu mücadele artık yok, uzun zaman önce ortadan kayboldu ve araştırma merkezlerine bağlı yeni aydın kuşağı tarafından unutuldu. Şimdi esas sorun, en kolay erişilebilir yabancı fon kaynağından akacak büyük miktardaki paranın en iyi nasıl güvence altına alınacağı.
Bugün enstitüleşmiş aydınlar Foucaultcu anlamda, kendi dar mesleki arzularının tutsakları durumunda (bkz, Foucault, 1979). Yabancı vakıflarla, uluslararası bürokrasi ve araştırma merkezleri ile sahip oldukları bağlantılar, içi boş ve başkaları adına yürütülen ülke içi siyasal yaşama hükmediyor. Geçmişte organik aydınlar, kendi kendine yeten, kendini finanse eden bir entelektüel varoluş için mücadele etmekteydi. Ülkelerinin ekonomik iniş-çıkışlarını yaşadılar ve bunun acısını çektiler. Bugün enstitülü aydınlar yerel ekonomik koşullardan bağımsız olarak elde edilen gelirler ve dış ödemeler tarafından koruma altına alınmış dışa bağımlı bir ortamda yaşıyor ve üretiyorlar. Organik aydınlarla sivil toplum arasındaki derin yatay bağlantı enstitülü aydınlarla yabancı fon kaynakları arasındaki ve sivil rejimlerin gelişmesi ile de yerel devlet ve rejimler arasındaki dikey ilişki ile zıtlık oluşturuyor.
Diktatörlük rejimleri dolaylı olarak yeni bir “uluslararası kökenli aydınlar” takımı yarattı. Bu aydınlar görünüşte neoliberal ekonomik modeli eleştiriyor olsalar da, ihracata dayanan finansal elitler içindeki düşmanlarıyla, yani denizaşırı bağlantılarıyla derinden bağımlılık ilişkilerini sürdürüyorlar. Bu yeni aydınlar katmanının bir önceki organik aydınlar kuşağınınki ile taban tabana zıt bir yaşamı ve iş tarzı var.
Şili’ye ziyaretim sırasında başıma ilginç bir olay geldi. Bir araştırma merkezinin müdürü, annesini taşradan Santiago’ya kendisini görmeye davet etti. Onu karşılamak için Peugeot marka arabasıyla havaalanına doğru yol aldı. Arabadaki gösterge panelindeki ayrıntıları izlerken bir yandan da “bu güzel arabayı nasıl alabildin” diye sordu annesi.
“Enstitü karşıladı. Diktatörlüğü devirmek için gerçekleştirdiğim araştırmalarımda buna ihtiyacım var” diye yanıtladı.
Şehrin dış mahallerinden birinde olan eve vardıklarında, anne merakla aynı soruyu sordu: “Bu güzel evi nasıl aldın?”
“Enstitü karşıladı. Diktatörlüğü devirmek için gerçekleştirdiğim araştırmalarımda buna ihtiyacım var”.
Akşam yemeğinin hazırlanmış olduğu yemek odasına girdiler. Masada midye, ördek eti, salata, meyve ve iyi bir şarap vardı. İştahla yemeği yerken anne şu soruyu sordu: “Böyle mükellef bir sofraya nasıl gücün yetiyor?”
“Enstitü karşıladı. Diktatörlüğü devirmek için gerçekleştirdiğim araştırmalarımda buna ihtiyacım var”.
Bu noktada annesi oğlunun kulağına yanaştı ve fısıldadı: “Dikkatli ol, diktatörlüğü devirmezler ve sen her şeyi kaybedersin”.
Uluslararası vakıflar çevresi içindeki bu enstitülü aydınların kaybedecek çok şeyleri var, ama sosyo-ekonomik sistemi değiştirmeyi amaçlayan halkçı mücadeleye bağlılık sonucu kaybedilecek şeyler cinsinden değil bunlar. Bugünün enstitülü aydınları geçmişin organik aydınlarına tepeden bakıyor, hor görüyorlar. Onları “ideolog” olarak değerlendiriyor ve kendilerini “Sosyal Bilimci” olarak yansıtıyorlar. Kuşkusuz bilim ile ideoloji arasında böylesi bir sınır yok. Enstitülü bu ideologlar, bir önceki kuşak kadar ideolojik kökenli. Onların “bilim”i, yönetilen çatışmalar, seçilmiş elitler, özel piyasalar ve toplumsal mühendislik dünyasının hizmetine sunulmuş durumda. Onlar, emperyalizm karşıtı siyaseti unutulmuş diller mezarlığının ücra bir köşesine sürgüne gönderen ideolojik bekçiler. Onlar kendi entelektüel dönüşümlerini kaba ve dar görüşlü ideolojik zihin uğraşılarını aşan bilimsel bir devrimin zirvesiymiş gibi tarif ediyorlar. Geçmişte organik aydınlar fikirleri tutkuyla tartıştılar, çünkü bu tartışmaların kendi şahsi adanmışlıkları ve katılımları üzerinde doğrudan etkisi vardı. Enstitülü aydınlarsa, iç çamaşırlarını değiştirdikleri sıklıkta fikirlerini değiştiriyorlar. Nesnellik görüntüsü (dışarıdan kabul görmek için gerekli yöntem), daraltılacak ve yönetilecek özneler olarak görülen mücadeleleri gözlemleme imkanı doğuran makul uzaklığı sağlamakta
.
Entelektüel angajman sorunu herbirinin yönlendiği izleyici kitlesi ile bağlantılı. Enstitülü aydınlar diğer enstitü aydınlarının, denizaşırı patronlarının, uluslararası konferanslarının sınırları dahilinde yazar ve çalışır; ayrıca siyasal ideologlar olarak liberal siyasal sınıfın sınırlarını da çizerler. Organik aydınlar, halkın içindeki siyasal aktivistlerin ve militanların dünyasına, burjuva liberal piyasa alanına meydan okuyan geniş bir vizyonla girmişlerdi. Onların çalışmaları, madenlerdeki, bankalardaki ve fabrikalardaki yerel mücadeleleri küresel emperyalist hükümranlığın somut örnekleri ile bağlantılandırmıştı. Onlar toplumsal huzursuzluğu belli bir sınıf devletine karşı siyasal mücadeleye yönlendirmişlerdi.
Enstitülü aydınların üstünlüğü, toplumsal mücadeleyi aydınlatan emperyalizm, sosyalizm, halk iktidarı ve sınıf mücadelesi gibi bir dizi anahtar kavramı da sözlüklerden sildi. Bu kavramlar hafıza boşluğunun derinlerine gönderildi, bunlar artık moda değildi. Bu kusursuz formülasyonların yerine enstitülü aydınların kavramsal aygıtları olarak “katılım”, “borç sorunu” ve “toplumsal sözleşme” gibi kavramlar getirildi. Enstitülü aydınların yeni dil kodlarının ikili bir işlevi var: Bu kodlar ideolojik saldırıları tahliye etmek adına gerekli olan ideolojik bekçileri sembolik sinyallerle donatıyor ve aydınların gözünde kendi görevlerini, liberal fon merkezlerinin hegemonik ideolojilerinin kapıcılığını yapma işini meşrulaştırıyor. Popüler teşvik ve eğitim yoluyla ideolojik dağılmaya katkı veren enstitüler içinde bu tarz entelektüel çalışmaların negatif etkileri büyütülüyor. Halk sınıfları içindeki teşvik etkinliklerinde sorun çözme yerelleştiriliyor ve devlet iktidarı ya da alternatif sınıf temelli demokratik-kollektivist toplumun inşası gibi organik aydınların özgün ve yaratıcı projeleriyle araya mesafe konmuş oluyor.
Organik aydınların enstitü aydınlarına dönüşmesini sağlayan kavramsal ve dilsel değişim, bir dizi farklı biçim altında kendisini görünür kılıyor. Dilin politikası, politikanın dilidir. Enstitüler tarafından yazılıp yayımlanan şeylerde çarpıcı olan yan, aynı zamanda eksik olan yan. Büyük Avrupa ve Kuzey Amerika bankalarının ve şirketlerinin yoğun ve daimi biçimde artı değer transferi gerçekleştirdiği içinde bulunduğumuz şu dönemde Şili’de, Arjantin’de, Peru’da, Kolombiya ya da Uruguay’da bugünkü emperyalizmin sömürü teorisini ve pratiğini derinleştirecek ve bu pratikleri açığa vuracak, dışarıdan fon alan tek bir araştırma merkezi yok her nedense. Bunun yerine, yan çizme dilini ve üzerini örtme sosyal bilimini buluyoruz. Sorun bize ödemeler dengesi ya da “borç sorunu” olarak yansıtılmaya çalışılıyor. Enstitü aydınları borç sorununu “samimi” ve zekice, sınıf politikasından ve dahası sınıf mücadelesinden soyutlayan bir yaklaşım benimsiyorlar. Onlara üstünlük sağlayan yerden bakınca, sınıflardan tecrit edilmiş “devletler” ve bunların temasta olduğu diğer “devletler” var sadece. Enstitü aydınları, siyaset-sonrası metafiziğini yarattılar.
Geniş açıdan bakıldığında, enstitü aydınlarının bugünkü gücü ve organik aydınların gerilemesi, kültürel bir karşı devrimdir, büyük bir gerilemeyi temsil etmektedir bu durum. Bu artık “siyasal danışman”, siyasal uyumun ya da kendi dilleriyle siyasal oydaşmanın yöneticisi olan aydınların dünyasıdır. Geçmişinden pişmanlık duyan eski radikal aydınlar için (siyasal görevden enstitü görevine geçiş yapanlar) siyasetin özü bürokrasidir. Politikanın ekseni, bürokratik güç merkezlerinin şefleriyle bağlantılar geliştiren dar uluslararası çıkarların etrafında döner. Bu yapı içinde temel entelektüel ilgi, biçimciliğin, yasalcılığın ve bağımsız siyasetin marjinalleştirilmesi işinin tazelenerek yeniden öne sürülmesidir.
Siyasal açıdan tükenmişlik (geniş çaplı bir vizyon ortaya koyma isteksizliği ya da beceriksizliği anlamında) Siyasal Teori olarak yeniden inşa edilmektedir ki bu da tarihsel mücadelelerle ilgisi olmayan kavramların sterilize edilerek derlenmesidir. Enstitü aydınlarının ortaya koydukları siyasal seçenekler ve Latin Amerika’nın 80’lerdeki gerçekliği arasında hiçbir bağlantı yoktur. Mutlak ve daimi sosyo-ekonomik gerileme, yoğun kitlesel sefalet ve artan toplumsal huzursuzluk ortamında dilsel ve kavramsal açıdan siyasal ve toplumsal uzlaştırma pratikleri gerçekdışı kalıyor. Bunlar Latin Amerika’nın nesnel gerçeklerini ortaya koymuyor, denizaşırı fon kaynaklarının ideolojik parametreleriyle entelektüel uyumu yansıtıyor.
Fikir ürünlerine daha fazla odaklanan araştırma merkezlerindeyse, ayrıntılarıyla tartışılan derin yapısal sorunlarla, üzeri örtülü bürokratik dilin önerdiği yüzeysel politikalar arasında derin bir çelişme var. Sosyoekonomik eleştiri ile sonuçsuz siyasal tanımlamaların biraradalığı, Latin Amerikalı enstitü aydınlarının içine düştüğü uçurumu belirginleştiriyor.
Bu çelişkinin bazı enstitü aydınları arasında kişisel rahatsızlık uyandırıp uyandırmadığı tartışması varsayımlara dayanmak zorunda kalacaktır. Birçoğu için enstitü ile ilgili işler, günlük hayatlarının egemen gerçekliğidir. Enstitü kuralları çerçevesinde hareket eden ve üreten bu kişiler için önemli olan dünya, uluslararası enstitüler krallığıdır. Prestij ve ödüller, uluslararası konferanslar ve ileri araştırma merkezleri ile ilişkilidir. Anahtar konumdaki uluslararası fon sağlayıcılar ve birden çok ülkede yürütülen büyük çaplı araştırma projelerinin örgütleyicileri, enstitü aydınlarının dünyasında karar alıcı figürler olarak öne çıkmaktadırlar.
Enstitü aydınlarının 1980’lerde sayıca artışı ve bu aydınların giderek hakim konuma gelmeleri, onların artan savunmasızlığının da üzerini örtüyor. Entelektüel ve kişisel yaşamlarında özel çıkarın evrenselleşmesi olgusu o denli belirgin ki, toplumsal çözümler üretemiyorlar ve sivil toplumun daha da parçalara ayrılmasına katkı veriyorlar. Kollektif toplumsal hakları görmezlikten gelmek pahasına bireysel özgürlüklere aşırı değer biçmeleri, onları uzun vadede belirginleşecek bir toplumsal başkaldırının karşısına dikiyor. Enstitü aydınları açısından merkezileşen şey, kendi enstitülerinin yeniden üretimi. Sınıf çatışmasının güçlenmesiyle, denizaşırı ülkelerdeki patronları bu aydınlardan devlet terörünü değil ama, halk ayaklanmasının bastırılmasına yarayacak veriler, varoşlarda oturanların şiddet eğilimleri hakkında açık siyasal yönlendirmeler talep edecek. İronik biçimde, aydınları, zihinler sınıf mücadelesinin yeni dalgasıyla meşgul olacağı için, sınıflarla devlet arasındaki ilişkiyi incelemeye döndürecek olan da yine bu denizaşırı fon sağlayıcılar olabilir. Örneğin, dışarıdan fonla oluşturulmuş en az beş proje şu anda Peru’da Sendero Luminoso’yu (Aydınlık Yol) inceliyor.
Askeri diktatörlük döneminde araştırma enstitüleri, çelişkili bir tutum benimsemişlerdi. İnsan hakları ihlallerini, gelir dağılımındaki eşitsizlikleri, dış borç ödemelerini ve neoliberal birikim tarzını eleştiren çalışmalar yayınlıyorlardı. Ama aynı zamanda bu enstitüler geleceğe dair reform olasılığının önünü kapatacak siyasal ve toplumsal müttefikler oluşturmak adına (bu koalisyon ortakları arasında ekonomik ve askeri elitlerle Batılı kapitalist demokrasiler de bulunuyordu) gerekli siyasal reçetelerini de açıklamaktan geri kalmıyorlardı. Araştırma enstitülerindeki aydınların muğlak biçimdeki sosyo-ekonomik eleştirileri ile uzlaşmacı siyasal reçeteleri, rejimin sivilleşmesi ve seçimlerin başlaması ile çözüldü. Arjantin ve Brezilya gibi bazı ülkelerde enstitü aydınları, seçilmiş sivil hükümet görevlilerinden daha önemli yetkililer haline geldiler. Askeri ve ekonomik elitlerle kurulan ittifakla koşullanan bu rejimler, önceki sosyoekonomik yapıyı benimsedi ve kendilerinden önceki yönetimlerin uyguladıklarına benzer politikaları izledi. Bu koşullarda, rejim içinde yüksek mevkilere erişenleri ve enstitüde kalmakla birlikte rejime danışmanlık yapanları da kapsayacak biçimde enstitü aydınları, araştırma gündemlerini eşitsizliklere, bağımlılığa ve iktidara odaklanan eleştirel incelemelerden uzaklaştırıp, teknokrat ve kalkınmacı eğilime kaydırdılar. Eleştirilerinin odağında artık rejimde ve devlet katında görevli meslektaşları değil, sivil toplumda rejimi seçimlerdeki vaatlerini yerine getirmeye zorlayan sendikalar, toplumsal hareketler, siyasal partiler vardı. Enstitü aydınlarının mesleki siyasal bildirilerinde, yazılarında en çok kullanılan kavram “çifte şeytan”dı. Bu düşünceye göre sivil ve seçimlere dayalı rejim, hem sağ kanat ordu hem de “radikal”, “uç” toplumsal hareketler tarafından birlikte tehdit edilmekteydi. Enstitü aydınları, sivil rejimleri kuran ve bunun için mücadele eden demokratik toplumsal hareketleri askeri ve paramiliter gruplarla kaynaştırma yolunu seçtiler. Bu entelektüel sahtekarlık kesimi, enstitü aydınlarının devlet memurlarına dönüşmesine eşlik eden düşünsel çürümenin ileri aşamalarında belirginleşmektedir.
Birörnek aydınlar, liberal rejimlerinin krizlerini ve toplumsal sözleşme politikalarının başarısızlığını öneleyemezler. Bunu yapabilmeleri için dışarıdan gelen fonların akışını güvence altına alan ideolojik çerçeveden uzaklaşmak gerekir.
Enstitü aydınları bereketli yabancı fon kaynaklarını nasıl ve nereden bulacaklarını bilmekle kalmıyor, aynı zamanda çürümekte olan liberal demokrasilere halk iktidarına sıkı sıkıya bağlı olarak yaratılan toplumsal alternatifleri susturmanın tehlikelerini de biliyorlar. Bu ikilemle karşılaşınca en çok başvurulan tutumsa, diktatörlük sonrası durumun çok zor ve karmaşık olduğunu ve ortada hiç alternatif olmadığını iddia etmek. Bu tutum enstitü aydınlarına, bir yandan devlet adına çalışan meslektaşlarının çekici olmayan politikalarını eleştirmeyi atlama imkanı veriyor, diğer yandansa dışarıdan fon akışının sürmesini garanti ediyor.
Bu bakımdan, sivil rejime geri dönüşün hemen ardından enstitü aydınları seçimleri kutlama konumundan siyasal şaşkınlık konumuna sürüklendiler. Rejimin bekçileri olmaları nedeniyle, eleştirel aydınlara özgü sorumluluklardan el çektiler. Latin Amerika’da liberal demokrasinin mevcut krizi, enstitü aydınlarının krizine de yansıdı; zira özellikle yabancı fon kaynakları yükselen yeni toplumsal güçlerle bağlantısı olan diğer enstitüleri bulma ve onlara fon aktarma arayışlarını hızlandırdı.
Sonuç
Bütünüyle birbirine zıt iki aydın tipi, 1990’ların yeni kuşaklarına model oldu; bu aydın tiplerinden biri 1960’ların organik aydınları, diğeriyse 1980’lerin enstitü aydınlarıydı. Enstitü aydınlarının bugünkü kuşaklar üzerindeki etkisi tutarsızlıklarla yüklü. Bir yandan yönteme dair yetenekleri tebliğ ederken, diğer yandan da gerçekleştirdikleri teorik araştırmalarla alan araştırmaları, yeni yükselen sınıf mücadelesine dahil olmak adına gerekli bir zemini oluşturacak yeterli düşünsel zenginliği sağlayamadı; çünkü bu çalışmalar belirli bir ideolojik dokuya takılıp kalmışlardı. Bununla birlikte, enstitü aydınlarının liberal demokratik rejimlerin karşılaştıkları can sıkıcı sorunların çözümü için yeterli düzeyde yanıt üretme yeteneğininin bulunmaması, siyasal ve toplumsal hareketlerle bağlantıları olan genç aydınlar çekirdeğinin doğuşunun da önünü açtı. Enstitü aydınlarının yeni kuşak aydınlar için ortaya koyduğu negatif rol model, onların yaşam tarzlarında ve araştırmalarına eşlik eden değerlerde bulundu. Latin Amerika’daki mevcut kriz, sistem tarafından emilmeyen ya da emilmeyi seçmeyen genç kuşak aydınları, sisteme karşı savaşmaya ve toplumsal hareketlere organik olarak bağlanmak yoluyla kendilerini yenilemeye zorlayabilir.
Kaynaklar
Foucault, Michel (1979), Discipline and Punish: The Birth of Prison, New York: Vintage
Gramsci, Antonio (1971), “The Intellectuals”, ss. 5-23, Prison Notebooks içinde, New York: International Publishers
Çeviren: Deniz Yıldırım – Eğitim Sen Uluslararası İlişkiler Uzmanı, Ankara Üniversitesi SBF Kamu Yönetimi/Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi – yildirimdeniz79@yahoo.com
Düzelti: Evren Haspolat – Ankara Üniversitesi SBF Kamu Yönetimi/Siyaset Bilimi Doktora Öğrencisi
Yayınlandığı yer: Eğitim Bilim Toplum, 3 Aylık Hakemli Dergi, Sayı 14, Bahar 2006
Not: Bu makalenin özgün biçimi Latin American Perspectives, Cilt: 17, Sayı:2, Bahar 1990, 102-112’de yayımlanmıştır.
( sendika.org )
hakaret içerikli yorum yazacağınıza iki kelimeyi bir araya getirinde okuyalım:)
BaranaS’a yanıt veren ve adını bile yazamayan Fetullahcılara söyleyebileceğimiz,işte sizlerin itirafları,sizlerin Gladyo yalanlarını tekrar etmekte olduğunuzdur.
O çok demagojisini yaptığınız Veli Küçük AKP tertiplerine direniyor.
Sizler de AKP tertiplerinde rol alıyorsunuz.
Viva Veli Guevera!!!!
(şu “Sol Blok’ta kıpırdanmalar” meselesinden devam…)
‘Hem hareket, hem parti olacağız’
02 Kasım 2011
YAŞAR AYDIN/BİRGÜN
Tüzük Konferansını aynı zamanda örgütsel bir yenilenme olarak değerlendiren ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’la dünyada yaşanan gelişmeleri, iç siyaseti ve konferans sonrası partiyi konuştuk.
Tüzük Konferansını bir örgütsel yenileme olarak ortaya koydunuz. ÖDP buna neden ihtiyaç duydu?
ÖDP kurulduğunda dünya tek kutuplu idi. O dönemlerde sorgulanan sosyalimdi. Siyasal söylemlerimiz ve buna bağlı olarak örgütsel formlarımız da o günün dünyasına cevap veriyordu. Artık tek kutuplu dünyadan söz edemeyiz. Her birini emperyalistlerin oluşturduğu çok kutuplu bir dünya var. Bugün bu emperyalist kutupların gerilimlerini ve çatışmalarını yaşıyoruz.
Kapitalizmin mutlak hakimiyeti olan dönemlerden meşruiyeti sorgulandığı ve krizle boğuştuğu yıllara geldik. Dünya büyük bir krizle karşı karşıya. Finansal krizle başladı, reel ekonomiye yansıdı şimdi artık krizin sosyal boyutları ortaya çıkmış durumda. Sokaklarda isyan ve öfke var. Ülkemizde de bu değişime bağlı olarak birçok taş yerinden oynadı. ÖDP bu değişimleri kavramalı, siyasal ve örgütsel olarak yenilenmeliydi. Yaptığımız da budur.
Dünyanın her yerinde isyanlar yaşanıyor. Bu sizin içindeki sosyalizm umudu büyütüyor mu?
Dünyada yaşanan bu isyanlar, öfke hareketleri çok önemli. Oralardan çok şey öğrenmek mümkün ve öğreniyoruz. Öğrenmeliyiz de. Ama bilmeliyiz ki isyanlar şu anda kapitalizmi düzen krizine sokacak boyutta değil maalesef. Mücadeleler başlıyor, büyüyor gelişiyor ama zamanla etkisizleşiyor. Bu durumun en önemli nedenleri mücadelenin siyasal iktidar perspektifine sahip olmaması ve ideolojik temelinin zayıf olmasıdır. Ama biz buralara umutla bakıyoruz. Bu sokaklarda meydanlarda başka bir dünyanın ipuçlarını görüyoruz. Buralarda kapitalizm sorgulanıyor. Bizler ÖDP olarak bu süreçleri izliyor, örgütsel ve politik olarak bu süreci karşılayabilecek bir biriktirme süreci içindeyiz.
Arap Baharı’nı kapitalizmi sorgulayan isyanlar kategorisinde mi değerlendiriyor?
Bölge Emperyalist paylaşımın av sahasına dönüştü. Bölgede yaşanları sol farklı farklı değerlendirdi. Bir eğilim Tunus’ta başlayan ve yayılan hareketlerinin devrimci bir toplumsal uyanış olduğu savunuyor. İkinci eğilim ise orada olan bitenin tümüyle emperyalistlerin bir oyunu olduğunu savunan görüş. Biz bu iki eğilimin dışında bir bakış açısına sahibiz.
İsyanlar, işsizliğe yoksulluğa başkaldırı olarak gelişti. Ama emperyalistlerin bu hareketlilikleri önce kontrol edip sonra da yön verdiğini görmemiz gerekiyor. Yaşanan isyanları, Emperyalizmin bölgede yeniden tahakkümü için bir araç olarak kullanılıyor. Ama süreç bitmiş sayılmaz
Arap baharı ile AKP Hükümeti çok yakından ilgilendi. Bu ilgisi hala devam ediyor. Türkiye’nin bölgeye dair tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’de sağ iktidarlarının hayali küçük Amerika olmaktı. Bugün küçük Amerika olma yolunda çok önemli adımlar attılar. ABD, Irak ve Afganistan işgali öncesi ne yapıyorsa bugün Türkiye onu yapıyor. İnsan hakları, demokrasi konusunda bölge ülkelerine ayar vermeye kalkıyor uyarıyor. Aslında Model Ortaklığının ete kemiğe bürünmesinin adıdır Küçük Amerika.
Türkiye’nin bölgede aldığı rol iç siyasetteki pozisyonu etkiliyor mu?
Birebir bir etkilenme söz konusu. O kadar ki 2000’li yılların başında başlayan iktidar çatışması bile bununla ilgili. Emperyalizmin yeni yönelimine uygun pozisyon alanlarla buna direnenlerin çatışmasıydı yaşanan. Ve yeni vizyonu kabul edip buna uygun adım atanlar kazandı. Artık AKP eliyle yeni bir rejim kuruldu. Yeni rejimin medyası var. Yeni rejimin mahkemeleri var. DGM eski rejimin Özel Yetkili Mahkemeler yeni rejimin hukuk anlayışını temsil ediyor.
Ordu dışa dönük operasyonlarla emperyal vizyona göre örgütleniyor. Artık rejimin güvencesi polis.AKP, emperyalist-kapitalist yönelimin taşıyıcı partisidir. Sıradan bir iktidar değildir. AKP gidebilir ama onların döşediği taşlar kolayca kalkmaz. O yüzden AKP’ye karşı mücadeleyi emperyalizme kapitalizme karşı mücadele olarak algılanmalıyız. AKP devlet olmuş bir partidir.
Ortadoğu’da yaşanan bu gelişmeler ve AKP hükümetinin yönelimi Kürt sorunu nasıl etkiliyor?
Emperyalizm bölgede “istikrar” istiyor. Baş eğmeyen, dik duran bir Kürt muhalefeti istemiyor. Açılımla başlayan süreç örgütlü Kürt siyasetinin tasfiyesine dönüşmüş durumda. Son KCK operasyonları da bunu gösteriyor.
Askeri operasyonlarla silahlı güçlerin tasfiyesi sağlanmaya çalışılırken dik duran tüm Kürt siyasal özneler tasfiye ediliyor.
Kürt bölgesinde bir toplumsal örgütlenme formu olan KCK operasyon aynı zamanda AKP iktidarı ve cemaat için topluma hakim olma kavgasıdır.
Biz ÖDP olarak biliyoruz ki Kürt hareketinin bu düzeyde tasfiyesinin hiçbir devrimci sonucu olamaz. Tersine bölgeyi gericileştirir. AKP Hükümetinin gerçekleştirdiği bu operasyonlara karşı direnmeliyiz. Bu direnişin başarılı olması için Kürt hareketinin de yapması gereken şeyler var. Silahlı mücadele döneminin sona erdiğini bilmeli politik mücadeleyi yükseltmelidir. Silahlı mücadele artık çatışmaları körüklüyor, kardeşliği dinamitliyor.
Kürt siyaseti ile ÖDP nasıl bir ilişki tanımlıyor?
Kürt siyasal yapısına sırtımız dönerek bir süreç yaşamak doğru değil. Onlarla mutlak dayanışma içerisinde olacak daha içeriden bir ilişki kurmalıyız. Kendi özgünlüğümüzü koruyarak bir ilişki geliştirmeliyiz. ÖDP olarak durduğumuz yer doğrudur. Kendimizi ulusal bir hareketin paradigmasıyla sınırlayamayız.
ÖDP olarak Birleşik Devrimci Merkez çağrınız vardı. Burada gelinen nokta nedir?
İsim çok fazla önemli değil. Biz bir strateji tarif ediyoruz. Bunu sadece lafla değil toplumsal bir güç olarak doldurmamız lazım. Birleşik bir mücadeleye ihtiyaç var. ÖDP olarak kendimizle yetinmeyeceğiz. Toplumsal muhalefeti örgütlemeyi önüne koymuş bir parti birleşik mücadele görevlerinden kaçamaz. Kendimizi inşa ederken birleşik mücadelenin ihtiyaçlarını da karşılamaya çalışacağız. Biz aslında birleşik devrimci hareketten söz ediyoruz. ÖDP’yi de aşacak bir hareketten bahsediyoruz. Bu orta vadeye yayılan bir programla olur. Fedaratif olmayan, birleşik bir kadın, emek, gençlik, barış, ekoloji hareketi içerisinde aşağıdan yukarıya örgütlenecek, bunu yaparken de soldaki dizilişleri de sarsacak bir iddia ile olur. Bunun araçlarını ve örgütsel formlarını tartışmalı ve yaratmalıyız. Meseleyi çatıda değil temel de gören bir anlayışla yapmalıyız.
Gerçekleştirilen Tüzük Konferansı’nda bu yenilemeyi ne ölçüde gerçekleştirebildiniz?
Bir örgütsel yenilenme ihtiyacı yıllardan beri tespit ettiğimiz bir sorun. 15 yıldır geri çağrılma ilkesi tüzüğümüzde durur ama nasıl uygulanacağı belli değildi. Altıncı kongrede bir örgütsel yenilenme kararı almıştık. Bunun gereğini yerine getirdik. Amacımız toplumsal zeminlerde çoğalmak, tüm üyelerimizin mahalle ve işyeri birimleri üzerinden örgütleneceği ve seçme-seçilme ilişkisinin de bu birimler üzerinden gerçekleşeceği bir örgüt modeli yaratmaya çalışıyoruz. Geri çağırma ilkesi de bu birimler üzerenden gerçekleşecek. Konferansımızda aşağıdan yukarıya kendisini inşa edecek ve denetleyecek parti olmaya dönük değişiklikler gerçekleştirdik. Ayrıca ÖDP kadın kotası ve cinsiyetçi olmayan sosyalizmi savunan parti. O yüzden eş başkanlık sistemi getirerek en az bir kadın arkadaşın eş başkan olacağı sisteme geçtik.
Bir yanımızla parti olmayı hedefliyoruz. Bu manada parti meclisi çalışma gurupları ülkenin makro sorunlarına yanıt veren guruplar oluşturacağız. Çalışma guruplarımız aynı zamanda bu alandaki sözcülerimiz olacak. Ülke Temsilciler Kurulu ile her zaman denetlenen, politik gelişmeleri en geniş biçimde tartışan parti haline geleceğiz.Diğer yanımız hep hareket olarak kalacak. Toplumsal muhalefet hareketlerini büyütmeyi yen yeni hareketler oluşturmayı bir özgürlük dayanışma hareketi olmayı amaçlıyoruz. Elbette bunun sadece tüzük değiştirmekle olmayacağını biliyoruz.
ÖDP olarak toplumsal zeminlerde çoğalmayı arzulayan bir parti bu değişiklikleri yapmak zorunda. Mahalle ve işyeri birimleri üzerinden örgütlenecek bir form toplumsal mücadele alanlarına dair zorlayıcı olabilir diye düşünüyoruz. Tüzük Konferansı esas olarak bunu yapma konusunda iradenin ifadesidir. Aşağıdan yukarıya denetlenen ve kolektif üretildiği bir parti olma arzusudur.
Bir yanım Erciş’te kaldı
Van’a Erciş’e gittik halkımızla acıları paylaşmaya çalıştık Açık söylemek gerekirse karşılaştığımız manzara hiç iyi değil. Bir kez daha gördük ki devlet bu tür afetlere göre örgütlenmiş bir devlet değil. Bizim devletimiz tam anlamıyla güvenlik devleti. Bu yüzden bu tür afetler ortaya çıktığında ilkel yüzü de ortaya çıkıyor. Bu yetmezmiş gibi hükümet depremi bir siyasi fırsat olarak kullanmaya çalışıyor. BDP’li belediyelerle siyasal hesaplaşmaya gidi. BDP’li arkadaşlarımızın da mevcut örgütlenme yapısının böyle bir afetin sonuçlarını göğüsleyecek yetkinlikte olmadığını da gördü. Her şeye rağmen dayanışma umut verici. Tüm ırkçı yaklaşımlara karşı insanlık galip geldi.
***
29-30 Ekim ÖDP Tüzük Konferansı Sonuç Bildirgesi
GÖREV ÖRGÜTLÜ HALK MUHALEFETİNİ BÜYÜTMEKTİR
Kongremiz, iktidarın Hopa’ya saldırıları sonucunda Ankara’da ve Hopa’da tutuklu bulunan arkadaşlarımızı sevgiyle ve özlemle selamlar.
Kongremiz, Van’da yaşanan felakette hayatın kaybedenlerin ailelerin baş sağlığı diler, Van halkıyla dayanışmayı büyütmeyi önüne koyar.
Kongremiz 29-30 Ekim’de Ankara’da toplanarak, şu kararları almıştır;
ÖDP, krizin faturasının emekçi sınıflara çıkarılmaya çalışılmasına karşı; Yunanistan’da toplumsal muhalefetin kararlı direnişi, İngiltere’de yoksulların öfkesi, İspanya’dan tüm Avrupa’ya yönelin ‘öfkeliler hareketi’, Şili’de başını gençlerin çektiği neoliberal eğitim sistemine karşı gelişen sosyal hareket, Wall Street’e ‘%99’u harekete geçmeye çağıran eylemlerle yükselen mücadeleyi enternasyonalist duygularla selamlar.
ÖDP, AKP’nin emekçilere dönük saldırıları karşısında bir yandan emekçilerin ortak mücadelesinin güçlendirilmesi, diğer yandan da zamlara ve yeni saldırı politikalarına karşı mücadele eder.
ÖDP, emperyalizmin Ortadoğu ve Afrika’da oluşturmaya çalıştığı yeni sömürgeci düzene karşı mücadele eden ileri-bağımsızlıkçı-devrimci kesimlerle dayanışma içinde emperyalist müdahale ve işgallere karşı çıkar. AKP’nin NATO’nun yeni stratejik savaş konsepti çerçevesinde Kürecik’e Füze Kalkanı Radar Sistemi kurulmasına karşı mücadele eder.
ÖDP, Kürt sorununda AKP eliyle geliştirilen ve savaşan güçler arasında bir ‘bilek güreşine’ dönüşen ve artan şiddet karşısında tüm barış yanlıları ile birlikte ortak bir tutum içinde inisiyatif alarak barış mücadelesinin geliştirilmesini görev olarak önüne koyar. Bunun parçası olarak KCK operasyonlarının durdurulması ve tutukluların serbest bırakılması için tutum alır.
ÖDP, doğanın-suyun-toprağın metalaştırılmasına gelişen yerel/lokal direnişlerin ortak bir zemin içinde bir araya gelmesi için çaba içinde olur, bunun için Ekoloji Çalıştay ve Sempozyum’unu Kasım-Aralık ayı içerisinde gerçekleştirir.
Tüm ezme, ezilme, sömürü biçimlerini ve her türlü eşitsizliği ortadan kaldırmayı amaçlayan, eşit ve özgür bir dünyayı, başka bir yaşamı yaratmayı hedefleyen ÖDP, kadına yönelik her türlü şiddete ve giderek artan kadın cinayetlerine karşı verdiği mücadeleyi daha da artan bir sorumlulukla yükseltir.
ÖDP, solun sınıfsal/toplumsal zeminlerinde zayıflığından kaynaklanan zaaflarını aşma noktasında kendisini taban inisiyatiflerine dayanan demokrasi anlayışı doğrultusunda yeniler. Bu kapsamda tüzüğünü bütün üyelerin birim temelinde örgütlenmesi esasa göre değiştirir. Seçme-seçilme ilişkilerini geri çağırma hakkını her düzeyde kullanacak bir şekilde birim temelli örgütlenmeler üzerinden şekillendirir. Merkezi kolektif bir iradenin geliştirilmesi için Partinin yönetim mekanizması il-bölge temsiliyetleri üzerine kurulu Ülke Temsilciler Meclisi ile geliştirilir. Büyük Kongre görev yetkileri Ülke Temsilciler Meclisi tarafından 6 ay bir toplanarak sürdürülür. Ülke Temsilciler Meclisi Partinin temel karar organı haline gelir.
ÖDP, merkezi kolektif yapısını da örgütsel yenilenmesi doğrultusunda düzenler, Parti sözcülüklerini çoğaltır ve bunun parçası olarak Eş Başkanlık sistemine geçer. Feminist bir sosyalizm anlayışı doğrultusunda Eş Başkanlardan en az birisinin kadın olmasını karar altına alır.
ÖDP, bu anlayışla 7. Kongre sürecini politik inşa sürecinin bir parçası olarak 21. yüzyılın devrim ve sosyalizm mücadelesinin güncel sorunlarına ilişkin ideolojik-politik bir tartışma süreci olarak örgütler.
Sınıfsal/toplumsal mevzilerde güçlenerek kendini aşmayı önüne koyan ÖDP, kapitalizmin çelişki ve çatışma zeminlerinde toplumsal iktidar alanları yaratmaya dönük mücadeleyi devrim ve sosyalizm iddiası temelinde sürdürür.
( birgun.net )
(iktidar bloğunun vurucu gücü hakkında…)
Karayılan: “Yeşil Ergenekon belgeleri elimizde”
05 Kasım 2011 –
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, ellerinde “Yeşil Ergenekon” olarak nitelendirdiği Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini gösteren belgeler olduğunu, kendilerine güvenen gazetecilere bu belgeleri verebileceklerini söyledi
KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, her ilde komiteler halinde örgütlenen Gülen cemaatinin emniyet yetkililerini ve valileri yönlendirdiğini kaydetti. Karayılan, “Yeşil Ergenekon” olarak nitelediği Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini, kendisine güvenen gazetecilere vermeye hazır olduklarını da açıkladı.
ANF’ye açıklamalarda bulunan Murat Karayılan, Gülen cemaatinin nasıl örgütlendiğini ve devleti nasıl ele geçirdiği konusunda çarpıcı bilgiler verdi.
Ergenekon’un yerine ‘Yeşil Ergenekon’
Türkiye’de NATO’ya bağlı oluşturulmuş Gladio’nun Ergenekon biçiminde uzun süre rol oynadığını söyleyen Karayılan, bu Gladio’nun bugün kılıf değiştirdiğini belirtti. Ergenekon’un Kürt Özgürlük Hareketi’ne ve Türkiye demokrasi güçlerine karşı kullanılması sonucunda yeterince yıpranması, çeteleşmesi ve devlet içinde ağırlık haline gelmesi nedeniyle devre dışı bırakıldığını ifade eden Karayılan, eski yapının yargılandığını, ama yerine yeni bir Ergenekon’un, Yeşil Ergenekon’un örgütlendiğini dile getirdi.
Her ilde bir komite
Karayılan, Gülen cemaatinin her ilde bir komite halined örgütlendiğini, o ildeki emniyet yetkililerini ve valileri yönlendirdiğini açıkladı. Devlet içinde henüz bu sisteme dahil edilmemiş bazı kesimler olduğunu da hatırlatan Karayılan, hem merkezi hem de iller bazında örgütlenmiş yapının o kesimleri de etkisi altına aldığını kaydetti.
‘Yeşil Ergenekon süreci yönetiyor’
Erdoğan’a suikast planları, Ergenekon ve Balyoz davaları ile güçlenen bu kesimin AKP ile ciddi bir ittifak içerisinde olduğunu da belirten Karayılan, 2asker-devlet’ten ‘polis-devlet’e geçildiğini ve askeri vesayetin yerine yeni bir vesayetin kurulduğunu aktardı.
Karayılan, “Bu süreci Yeşil Ergenekon yönetmektedir. Kesinlikle ‘devletin yargısı, hukuku filan’ bunlar hikayedir. Bu siyasi soykırım operasyonları tek elden yönetiliyor. İspata-belgeye bakmadan, aldıkları istihbarat temelinde ‘Kimi hedeflersek bu hareket çöker, güçsüzleşir ve bize sığınır’ diyerek tespitler yapıyorlar ve polis yoluyla dosya oluşturup yakalıyorlar. Bu, cemaatin işidir” dedi.
Ellerinde belgeler olduğunu iddia eden Karayılan, kendine güvenen gazetecilerin kamuoyu önünde açıkça yazması durumunda belgeleri vereceklerini, Yeşil Ergenekon’un ülkede nasıl örgütlendiğini ve devleti nasıl ele geçirdiğini bu biçimde açığa çıkaracaklarını duyurdu.
‘Gülen katliam talimatı veriyor’
Şeyh Sait ile Fethullah Gülen’i kıyaslayan Murat Karayılan, Şeyh Sait’in “Hiçbir mümin insanın elini Kürt kanına bulaştırmaması gerekir” sözünü hatırlattı. Karayılan, Fethullah Gülen’in ise onun izinde olduğunu söylemesine karşın onun temel prensiplerini tahrip ettiğini, yorumlarını çarpıtarak topluma yansıttığını ve fetvalarında sömürgeciliğin iğrenç kan içici yüzü olduğunu ifade etti.
Gülen’in Kürt halkına yönelik katliam çağrılarına da değinen Karayılan, “O zaman ‘90’lardaki faili meçhuller nerede kaldı? Onları aşan düzeyde bir katliamı savunuyor, onun talimatını veriyor. İşte sömürgeciliğin gerçek yüzü budur; katliamdır” sözlerini sarf etti.
‘Kürt halkı bu politikaları boşa çıkartacak’
Cemaatçilerin amacının iktidar olduğunu, Türk ırkçılığıyla her yerde egemenlik kurmak istediğini belirten Karayılan, Öcalan’a yönelik tecridin, gerillaya karşı yok etme operasyonlarının, Kürt halkına yönelik işkencenin ve Kürt siyasetine karşı soykırım politikalarının sonuçsuz kalmaya mahkum olduğunu söyledi.
Karayılan, Kürt halkının yüzyılların yoğunlaşması olarak bir direniş bilinci edindiğini, demokratik toplum perspektifini esas aldığını ve sömürgeci yönelimleri boşa çıkaracak güçte olduğunu dile getirdi.
Sendika.Org
Yesil ergenekon komikligi bir yana da, Pekeke gerçek yüzü ve sahte gücü açiga çiktikça morarmakta ve mor, mosmor pekeke olmakta, yardakçilari da öyle. Ama bana kalirsa ergenekon ile pekeke zaten bir ve ayni sey.
kimyasal silahla katledilen morarmış cesetler casus faşisti ve ırkçısının iştahını artırmış ama bu topraklar savaş suçu işleyenlerle onların yaltakçılarınıda bir gün halkın önünde bütün çıplaklığı ile açık ve şeffaf bir şekilde yargılayacaktır.
Kimyasal silah palavrasini sen yersin ama kimse yemez, dag basinda kimyasal silah mi olur, sende biraz akil izan var mi? Sen onu birak da canli bombalarin hesabini ver, canli bombadan çocuklari korumak için kendini feda eden gerçek kahraman Hatice Belgin’den haber ver ve en önemlisi: Sen ne zaman canli bomba oluyorsun onu söyle, kendin canli bomba degilken böyle sallamak kolay, ya canli bomba siyasetini elestirirsin, ya da kendin de canli bomba olmayi kabul edersin, tutarlilik bunu gerektirir. Aksi halde ancak özgür lüpçüsün.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Çok merak ediyorum, acaba terörist taziyesinde boy gösterenler, Bingöl’de çocuklarının gözü önünde anne öldüren canlı bombanın evine de taziyeye gidecekler mi” diye sorduğu BDP’liler, canlı bombanın cenazesine katıldı, babasına taziyede bulundu.
29 Ekim günü Bingöl’de üzerindeki bombayı patlatarak iki kişinin ölümüne, 21 kişinin yaralanmasına neden PKK’lı Nazlı Görer’i memleketi Erzurum’un Hınıs İlçesi’ne bağlı Alikırı Köyü’nde BDP’liler toprağa verdi.
Tabutu taşıyan grubun Kürtçe “Şehit namırın”(Şehitler ölmez) sloganı attığı cenazede, Hınıs BDP İlçe Başkanı İrfan Keskin de bir konuşma yaptı. Gece saat 22:00 sıralarındaki cenazeye katılan BDP’liler mezarlıkta PKK’lının babası Hakkı Görer’e de taziyede bulundu.
Evlatları için canını vermişti
Bingöl’de 29 Ekim’de patlayan canlı bomda saldırısında 3 kişi ölmüş 20 kişi de yaralanmıştı. Patlamada ölen 4 çocuk annesi Hatice Belgin çocuklarını korumak için canlı bomba üzerine atlamıştı. Anne Belgin, çocuklarını korumaya çalışırken, büyük bir faciayı da önlemişti. 4 Kasım’da 43 sivil toplum örgütü Bingöl’de bir yürüyüş yaparak katliamı kınamış ve “Kürtleri sevenler, Kürtler için cinayet işleyip öldürmesinler” çağrısında bulunmustu
casus faşisti senin yorumunu okuyan sıradan bir insan bile hiç istemediği halde canlı cansız bomba olma isteği uyandırıyorsun.adi yalaka dağda kimyasal nasılmı olur dağı yolcu uçağı değil savaş uçağı bombalıyor bu memlekette devlet ve devletin kurumlarında dönen dolapları bilen varmı senin gibi devlet ne derse ve yaparsa doğrudur deyip devletten lüplenenlerın dışında.hatırlarsan senin devletin hayata dönüş operasyonu yaptım demişti hatırladınmı?devletle ilgili vatandaşın iddia ettiği her şey doğru çıkmış devletin ve devlet yalakaları iktidarların lüpçülerininde onayladığı bütün sözleri yalan çıktı tabiki yıllar sonra bu gün bu sitede dediklerimi fazla sürmeez yıllar sonra senin gibilerde aynını diyecek benim gibiler o zaman daha başka yeni şeyler söyleyeceğiz senin karakollaşmış zihnin bunları anlayamaz faşo casus lüpçülük nasıl gidiyor deniz feneri tükendi tokileremi devam yoksa deprem yardımlarınımı lüplüyorsun lüplemenin devlete değmeden olmayacağını bildiğinden bilerek bana lüpçü deyip sıyırmak istiyorsun galiba benim gibilere devlet jop,hapishane vergi,şiddet ve devlet terörü ile değiyor sena nasıl değdiği savunduklarından belli lüpçünün önde gideni faşo casus.amirlerine ihbar et büşra hoca gibi bende kürt olmayıp bdp üyesiyip masa görevlisi olarak önerceğin devlet partisi vardır muhakkak nasıl siyasi şiddet bu değilde nedir?en büyük terör ve şiddeti tarih boyunca devletlerin uyguladığını öğrenemeyen hiç bir şey öğrenemez bu siteden bir şey öğrenir de körle yatan şaşi kalkar misali senden bile umutlanmıştım sen beyinsiz asker çiktın
Erdoğan’ın ‘Bilinç Altı’ Gericiliğini Dışa Vurdu!
BDP’nin ‘başörtüsü’ önergesinin samimiyetten uzak ve Kemalistlerin bilinen ayak oyunlarının devamı olduğunu daha önce yazmıştık.
BDP’nin samimi olduğu varsayılsa bile, Kürdlerin bunca sorunu varken “başörtüsü” gibi sistem içi kavgada bir koz olarak kullanılan ve duygu sömürüsünden ranta dönüştürülmek istenen bir konuyu gündeme getirmek, kendisine “Kürd Partisi” diyenlerin işi olmamalıydı.
Nereden bakılırsa bakılsın BDP’nin “başörtüsü” girişimi bir oyundu ve bu oyun Kürdlere bir şey kazandırmıyordu.
Oyunun farkına varan Hükümet, öneriyi geri çekti.
Başbakan Erdoğan’ın konu ile ilgili açıklaması ise, bilinçaltından bir türlü atamadığı gericiliğini çok net ortaya koydu.
Erdoğan, “Benim başörtülü kardeşlerimi niye istismar ediyorsun, yapacaksan yap, gelsin girsinler. Senin böyle bir derdin yok ki. Dini Zerdüştlük olan bir anlayışın böyle bir derdi olabilir mi? Dert istismar, acaba AK Parti’yi köşeye nasıl sıkıştırırız, geç o işi geç, siz bizi köşeye sıkıştıramazsınız. Bu millet kimin ne olduğunu gayet iyi biliyor, bu iş konuşulmaz, bu iş yaşanır, yapılır.” Diyerek Türk-İslam dışında hiçbir inanca saygılı olmadığını/olamayacağını bir kez daha gösterdi.
Zerdüştlük de her inanç gibi bir inançtır ve inançların doğruluğu-yanlışlığı tartışılmayacağına göre, Zerdüştlük hiçbir inançtan ne üstündür ne de aşağıdır. Bu gerçeklik, Zerdüştlük veya başka bir inanca saygısızlık yapan herkesi inanç özgürlüğü gereği kınamak ve lanetlemek gerekiyor.
Özgür Bireyler Topluluğu olarak, İnanç özgürlüğüne saygısızlık eden TC Başbakanı Erdoğan’ı kınıyor ve lanetliyoruz…
http://www.nasname.com/tr/9904.html
BÜYÜK Fransız yazarı Andre Gide eşcinseldi. Biyografi yazarlarına göre, bu hali onu yerleşik değerleri sorgulamaya yönelten etkenlerden biriydi. “Din ve aile ilerlemenin en büyük düşmanlarından biridir” diye yazmasındaki psikoloji bellidir.
1927’de Afrika gezisinden döndüğünde Fransız sömürgeciliğini yerden yere vuran açıklamalar yaptı, yazılar yazdı. Sömürgecilik karşıtı edebiyatın gelişmesinde Gide’in
katkıları önemlidir
Dışlananlardan, ezilenlerden yana olma duygusu onu komünizmi benimsemeye yöneltmişti. Komünizmi felsefi ve edebi dille savunuyordu. Henüz Stalinist olmamıştı, “komünizmi temenni ederim fakat onu getirmek için başvurulan korkunç vasıtaları reddederek” diyordu.
Dikkat, “vasıtaların”ın önemi…
‘Stalinist aydın’
Michel Winck, merhum Ergun Göze tarafından dilimize çevrilen kitabında 20. yüzyılı “Aydınlar Yüzyılı” alarak adlandırır. Sadece felsefi komünist değil, açıkça Stalinist, faşist ve Nazi aydınlar ve akademisyenler vardı.
Teröre, katliama akıl hocalığı yapan kaçık aydınlar az değildi.
Andre Gide de çok geçmeden Stalin Rusyası’nı övmeye başlamıştı. “Çok mesudum ki, Rusya’da keder verici olan o zorunlu dönem geçmiştir” diye yazıyordu…
Totalitarizmin ve terörün “zorunlu” sayılması!.. Ve, fiilen devam ederken “artık geçmiş” sanılarak mutluluk duyulması… Halbuki Gide bunları yazarken Stalinizm en kanlı, en azgın dönemindeydi.
Fakat Stalin ezilen proletaryanın kurtuluşundan, sömürüsüz bir dünyadan, faşizme karşı işbirliğinden, “barış cephesi”nden bahsediyordu. Hatta Stalin, Rusya’da “devletin sona ermekte olduğunu” yazıyordu; Rusya’yı “devlet” değil “parti” yönetiyordu işte!
Devletsiz, sınıfsız bir toplum kuruluyordu!
Gide adeta büyülenmiştir bu sözlerden. Gide’in yazdıkları Stalin Rusyası’nda göklere çıkarılıyor, dünyaya yayılıyordu. Gide bu propaganda faaliyetini, kendi iyi niyetine gösterilen bir ilgi sanacak kadar da naif bir insandı… Stalinci olup çıkmıştı.
‘Sadece Stalin var’
Gide, çağrılsa Stalin’in Bilimler Akademisi’nde ders verirdi şüphesiz; tabii Stalin’in “önderliğini” övme sınırları içinde! 1935 sonlarında Rusya’ya çağrıldı da… Ders vermesi için değil, “örnek fabrikalar”ı, “örnek çiftlikler”i, “örnek mahalleleri”i gezdirmek için…
Michel Winnok, Stalin Rusyası’nda Gide’in “baş tacı yapıldığını” anlatır. Hatta “şark usulü ikramlarda bulunulduğunu” belirtmeyi de ihmal etmez.
Gide büyülenmişti, Fransız Troçkistlerinin Stalinizme yaptığı eleştirileri bile unutmuştu.
Bütün dünyada Stalin’in propaganda makinesi bütün dünyada Gide’i anlatıyordu.
Fakat Gide totaliter dehşet düzenini fark et-mişti… Eşcinselliğin “burjuva yozlaşması” sayılarak ağır cezalara çarptırıldığını da öğrenmişti.
Paris’e dönüşünde o veciz, unutulmaz sözlerini söyledi: “Netice şu: Ortada komünizm yok, sadece Stalin var!”
Gide Rusya’dan Dönüş adlı kitabında totalitarizmin korkunçluğunu anlattı; sadece Stalin’in bulunduğu, başka her şeyin, her kişiliğin, her onurun, her özgürlüğün yok edildiği bir rejim…
Niye mi yazdım bunları? Durup dururken değil… Stalinist modelde bir örgütlenme olan KCK’yı “akademi” zannedenleri görünce Gide’in büyük siyasi tecrübesini hatırladım, hatırlatmak istedim.
Taha AKYOL Hürriyet, 08.11.2011
sistemin devletin iktidarın dalavereci savunucusu casus büşra hocaya yaptığınız gibi bana devletinin önereceği parti nedir diye sormuştum sende senin gibi devletten geçinip onun borusunu öttüren taha akyolu bulmuşsun fransız tarihini incelersen o dönemlerde fransız anarşistleride öğrenebilirsin ‘kaybedenlerin belleği’kitabını oku bonot çetesini fred’i ve anarşistlerin komünist,troçkist,stalinist ve kapitalistlere karşı verdiği onurlu mücadeleden öğrenerek insanlığın ne demek olduğunu öğrenirsin faşist ve düzenin yalakalarından öğrendiklerinle kck,pkk,bdp,HDK si gibi organizasyonları anlayamazsın bunları anlayabilmen için kutsallarını değiştirmen lazım senin kutsalın devlet,sistem,sermaye,iktidar bizim kutsalımız ne yaparsa yapsın insan insan bütün akademiler devletin ve sistemin borusunu öttürürken sistemin dışında söylenenler nerene battı?sende anladın haklısın ilk defa sistemin mağdurları sistem dışından cümle kurup birlikte iş yapması seni çok korkuttuğundan kendi sitelerini ve amirinin önünden yemeyi bırakıp bu siteyi pisliğinle kokutuyorsun.bdp nin baş örtüsü ve kravat gibi meclis kıyafet önerisini neden bdp ye yakışmadığını söylüyorsunuz?bdp gerçek inanç özgürleşmesini savunduğu için bunu yapamazmı?sistem mağdurlarıyetlerinden biride inançların özgürleşmesi değilmi?yoksa insanların inancını sistemin kurumları tarafından belirlenip yeniden üretilmesinimi savunuyorsunuz?
http://www.forum-prinz.com/cgi-bin/forum.cgi?forum_name=1442&message_number=1324&pid=
İslamcı gazetelere “İslamcılar ne diyor?” diye arada bir mutlaka bakarım.
Yeni Şafak Gazetesi’nin köşe yazarlarından Yusuf Kaplan, “Neden?” başlıklı bugünkü (28 Haziran 2010) yazısında Kürt sorununun kökeninde Kürtler arasında “İslam kardeşliği fikri”nin Türk modernleşme/sekülerleşme süreci tarafından “örselenmiş” olmasının yattığını öne sürüyor.
Daha doğrusu bu fikrini yineliyor.
28 Şubat sürecini kanıt olarak gösteriyor.
“28 Şubat Kürtlerin islami duyarlıklarını yerle bir (etti)” diyor.
Kürt sorununda “Tek çıkış yolu”nun “İslam kardeşliği fiki” olduğunu tekrarlıyor.
“İslam kardeşliği fikri”ni Batı’nın sömürgeciliğe ve emperyalizme dönüşen ve iki dünya savaşına yolaçan “ulus-devlet” ve “demokrasi” gibi fikirlerinden daha üstün, daha demokratik buluyor.
Bunlar yabancısı olduğumuz fikirler değil.
Üstelik bunlar Türkiye’de yaklaşık sekiz yıldır AKP şahsında hükümet katında egemen olan fikirlerdir.
Türkiye’yi son sıralarda İsrail’le karşı karşıya getiren de “insani” sebeplerden çok “İslam kardeşliği” söylemi içinde gizlenen emperyal güç olma hevesleriydi.
Kürt sorununda da benzer bir islami söylemle karşı karşıyayız.
Yeni Şafak Gazetesi’nde Kürt meselesinin kökeniyle ilgilenen köşe yazarlarından biri de Cevdet Akçalı’dır.
Kendi anlatımına göre 1972 yılında “Avrupa Konseyi Başkan Yardımcısı” imiş.
Bu görevde bulunduğunu öğrenince “Bakalım o ne diyor?” diye “Kürt sorunu nasıl varoldu?” başlıklı dünkü yazısını sonuna kadar okudum.
Dediği şu:
“Bu sorun ‘Kürt kimliğini tanıyalım’, ‘ülkede bir Kürt sorunu vardır’ denildiği anda başlamıştır….’Türkiye’de Kürt sorunu vardır’ denildiği zaman var olmaya başlamıştır. Sayın Başbakan da ‘Kürt sorunu vardır’, ‘Bu sorun demokratik yoldan halledilecektir’ demek suretiyle bu sonuca katkıda bulunmuştur”.
Belli ki ona göre Kürt sorunu hayal mahsülüdür. Gerçek hayatta karşılığı yoktur.
Yusuf Kaplan’ı unutturan bu yaklaşım İrlandalı papaz ve filozof George Berkeley’i, onun aşağı yukarı, “İnsan da dahil her şey, bütün fikirler yalnızca zihinde/bilinçte vardır. Evren sadece bilinçten, ruhtan (Tanrı’dan) ibarettir” diyen görüşünü hatırlattı.
Cevdet Akçalı’nın gerçek hayatta karşılığı bulunmayan (sadece zihin dünyamızın mahsülü olan), sözgelimi hiç görmediği melekler veya cennet hakkındaki fikrini sorsanız, her gün gördüğünü sandığım Kürtler ve sorunları konusunda söylediklerinin tam tersini söyleyecektir herhalde.
Kimbilir, belki Çanakkale’de meleklerin Müslümanlar safında savaşa katıldığını bile anlatacaktır.
“İslam kardeşliği”nin ne demeye geldiğini bir de aynı gazetenin bir diğer köşe yazarı Hakan Albayrak’a sorsak diyorum.
6 Haziran 2010 günü “Mavi Marmara’da o gece” başlıklı bir yazı yazmıştı.
Bizzat katıldığı bir olaydı anlattığı.
Özellikle o yüzden merak etmiştim ne diyeceğini.
Bir bölümünü aktarsam fena olmaz.
Aşağıdaki satırlar Hakan Albayrak’ın bahsini ettiğim yazısından:
“Diriliş muştusudur Mavi Marmara…Yeniden ümmet olmaya başladığımızın resmidir.”.
“Anadolu çocukları o gemide Allah yolunda mazlum Filistinliler için mücadele ederken can verdiler.”.
“Ümmet titreyip kendine dönüyor.”
“Şehitlerimizin kanı ümmeti titretip kendine döndürüyor”.
“Yaşasın ümmet bilinci ve yaşasın küresel intifada!”.
“Filistin’de birlik hükümeti kurulmazsa, Gazze’deki yönetim ‘Geçici olarak Türkiye mandasına giriyoruz’ desin. Rest!”.
“Allahu ekber ve lillahi’l hamd”.
Bu satırlar “İslam kardeşliği fikri”nin Türk devletinin emperyal ihtirasları uğruna bir cihad çağrısı içerdiğinin kanıtıdır.
Hakan Albayrak’ın aynı gemide bulunan kardeşinin “saldırıya uğradığımızda Türk jetlerinin gelmesini bekledik” (Bkz. 7 Haziran 2010 tarihli Yeni Şafak haberi) şeklindeki sözleri yorum gerektirmeyecek kadar açıktır.
Mesele Filistin olunca böyle.
Kürtler olunca?
Ona yukarda değindim.
Buna, yanlışlığı tartışma götürmez malum PKK eyleminden sonra Yeni Şafak’taki “şehit” ve “gazi” edebiyatı da eklenmelidir.
Örneğin M. Şeker imzalı bir yazıda “Cennete giden en kısa yol şehadet(tir)” deniliyor.
Bu gazetedeki yazılarda “şehitlerimiz”, “hudutlarımız”, “ülkemiz”, “namusumuz”, “gencecik askerlerimiz” demagojisinden geçilmiyor.
Yeni Şafak’ın en çok bilinen yazarlarından Fehmi Koru da “Vuruşmayalım, konuşalım” başlığını koyduğu yazısında (26 Haziran 2010) tıpkı devletin kendisi gibi meseleyi “teröristlere karşı vatan savunması” olarak formüle ediyor.
İyi de onun “terörist” dedikleri de ezici çoğunlukla sözde bu devletin “vatandaşı” değil miydi?
Vatandaşa karşı vatan savunması, öyle mi?
Meseleye bu pencereden bakan birilerinin düşündüğü “Açılım”ın limitleri, “konuşalım” dedikleriyle neyi nereye kadar konuşabileceği şimdiden belli değil midir?
Güne operasyonlarla uyandık
22 Kasım 2011
Türkiye yine bir güne muhalefeti hedef alan operasyonlarla uyandı. Kocaeli’nde Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri, ESP, EMEP ve SDP üyesi 15 kişi terör örgütü propagandası yapmak suçlamasıya gözaltına alındı. Diyarbakır ve İstanbul başta olmak üzere 15 ilde “KCK operasyonu” adı altında BDP’ye yönelik olarak yapılan baskın ve aramalarda aralarında en az 48’i avukat, 70’ten fazla kişi gözaltına alındı. İzmir’de ise CHP’li belediyeye yapılan baskınlarda 42 kişi gözaltına alındı. KCK operasyonunu herkesten önce duyuran Zaman gazetesi ilgili haberinde gözaltı sayısının artacağını yazdı
Bu sabah erken saatlerde Kocaeli’nde yapılan operasyonlarda Halkevleri MYK üyesi Metin Kaya’nın aralarında bulunduğu en az 5’i Halkevleri üyesi 15 kişi gözaltına alındı. Terör örgütü propagandası yapmak suçlamasıyla gözaltına alınan Kaya ve beraberindekiler şu an İzmit Emniyet Müdürlüğü’nde tutuluyor. Halkevleri avukatları konuyla ilgili detaylı bilgi almak üzere Emniyete doğru yola çıktı.
Kocaeli’ndeki baskınlarda bir Dev Sağlık-İş üyesinin de evinin arandığı öğrenildi.
Diyarbakır’da 35 gözaltı
Diyarbakır’da birçok adrese eş zamanlı operasyon düzenleyen polis, 35 kişiyi gözaltına aldı. Oprasyonlar sürüyor. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla bu sabah 05.00’te Diyarbakır merkezde bulunan çok sayıda eve eş zamanlı baskın düzenlendi. Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ve Güvenlik Şube Müdürlüğü ekipleri, aralarında BDP ilçe parti binalarının da olduğu yerlerde arama yaptı.
Operasyonda 30’a yakın kişi gözaltına alındı. Aramalarda çok sayıda bilgisayar ve örgütsel doküman olduğu iddia edilen belgeye el konuldu. Gözaltına alınanlar Diyarbakır Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne götürüldü.
ANF’nin haberine göre operasyon 15 ilde başladı. Diyarbakır, İstanbul’dan başka Ankara, Şırnak, Bursa, Batman ve Hakkari’de birçok eve yapılan baskınlarda 50’den fazla kişi gözaltına alındı.
Gözaltına alınanlar arasında BDP Diyarbakır İl Eşbaşkanı Ömer Ömer, Bağlar Belediye Başkan Yardımcısı Derya Tamriş, Belediye Meclis Üyesi Kadri Gökdemir, avukatlar Baran Pamuk, Fuat Coşacak, Nuri Çelik, Mehmet Nuri Deniz, Bağlar BDP İlçe Başkanı Ali Yüce, meclis üyeleri Fatma Kızılkaya, Şafi Hayme ile Öcalan’ın avukatlarından Ayşe Batumlu’nun da bulunduğu bildirilirken, Yüksekova ilçesinde de 4 avukatın gözaltına alındığı ve operasyonların halen sürdüğü öğrenildi.
“Öcalan’ın İmralı günleri” kitabının yazarı gazeteci Cengiz Kapmaz da gözaltına alınanlar arasında.
Alınak’ın evine baskın
Etha’nın haberine göre eski DEP milletvekili Mahmut Alınak’ın Kars’taki evine de, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kararıya polis tarafından bugün sabah saatlerinde baskın yapıldı.
İstanbul’da bulunan Alınak, baskına ilişkin olarak, “Yastıkların içinin dahi arandığı tarafıma bildirildi. İstanbul’da olup şimdi gözaltına alınmayı beklemekteyim” dedi.
İstanbul’da 24 gözaltı
İstanbul’da yürütülen operasyonda ise aralarında avukatların da bulunduğu 24 kişi gözaltına alındı. Yapılan aramalarda bazı yayın ve evraklara el konulduğu ve aralarında avukatların da bulunduğu 24 kişinin gözaltına alındığı öğrenildi. Zaman “Gözaltına alınan şüpheli sayısının artabileceğini” yazdı.
İmamın ordusu CHP’yi de ihmal etmedi
İzmir Belediyesi’ne ise Kaçakçılık ve Organize Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından operasyon düzenlendi. 42 kişi gözaltına alındı.
Sendika.Org
( birgun.net ) (aynı haber ama daha ayrıntılısı…)
Sıra avukatlara geldi
22 Kasım 2011
Türkiye yine bir güne muhalefeti hedef alan operasyonlarla uyandı. Diyarbakır ve İstanbul başta olmak üzere 15 ilde “KCK operasyonu” adı altında BDP’ye yönelik olarak yapılan baskın ve aramalarda aralarında en az 48’i avukat, 70’ten fazla kişi gözaltına alındı.
Kürt siyasetçilerine yönelik “KCK” adı altında bu sabah birçok ilde düzenlenen baskınlarda çoğu avukatlardan oluşan onlarca kişi gözaltına alındı. İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcılığı’nca başlatılan operasyon kapsamında Özgür Gündem Gazetesi, Asrın Hukuk Bürosu ve BDP binaları yapılan baskınlarla aranırken, baskın ve aramaların devam ettiği belirtildi. Toplam 16 ilde gözaltına alınan onlarca kişinin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürülmesi bekleniyor.
Kocaeli’nde ise, Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri, ESP, EMEP ve SDP üyesi 14 kişi terör örgütü propagandası yapmak suçlamasıya gözaltına alındı.
İSTANBUL
Sabah saatlerinde itibaren 16 ilde “KCK operasyonu” adı altında bazı evlere ve avukatların bürolarına yapılan baskınlar devam ederken, İstanbul ve Bursa’da gözaltına alınanların sayısı 24’e yükseldi. Asrın Hukuk Bürosu, Özgür Gündem gazetesi merkez bürosu, Demokratik Modernite dergisi ile avukatlar Hüseyin Çalışçı’nın bürosuna yapılan baskınlarda aramalar sürüyor. Ayrıca PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatları Cengiz Çiçek, Özgür Erol, Mehmet Sani Kızılkaya, Mustafa Eraslan ve Fırat Aydınkaya’nın evinde de arama yapılıyor. Beyoğlu’nda buluna Asrın Hukuk Bürosu’na çıkan bütün yollarda yüzlerce polis bulunuyor.
Ayrıca Demokratik Modernite ve Özgür Halk dergisinin Beyoğlu’nda bulunan bürosu da basılırken, büroda aramanın sürdüğü bildirildi.
Gözaltına alanlarda isimleri öğrenilenler şöyle; “Gazeteci Cengiz Kapmaz, Asrın Hukuk Bürosu’nun şoförü Hüseyin Karasu, BDP eski İl Başkanı avukat Hüseyin Çalışçı, PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatları Ayşe Batumlu, Cengiz Çiçek, Özgür Erol, Mehmet Sani Kızılkaya, Mustafa Eraslan, İbrahim Bilmez, Doğan Erbaşve Fırat Aydınkaya.”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Asrın Hukuk Bürosu ile ilgili geçtiğimiz günlerde “Asrın Hukuk Bürosu diye bir yer var. İmralı’nın avukatları bu büroya bağlı. Sürekli avukat değiştiriyorlar. İmralı’ya tek avukat gitmiyor. İmralı’ya giden avukatlar bir şekilde Kandil ile İmralı arasında kontak kuruyor. Son zamanlarda bu görüşmeler olmuyor. Bir kaç aydır iletişimin kopuk olma sebebi bu” açıklamasında bulunmuştu. Bu açıklamanın ardından başlayan operasyon dikkat çekici.
DİYARBAKIR
Diyarbakır’da sabah saatlerinde birçok eve düzenlenen baskınlarda aralarında BDP Diyarbakır İl Eş Başkanı Ömer Önen, BDP Bağlar İlçe Başkanı Ali Yüce, DTK Daimi Meclisi Üyesi Bedia Akaya, Bağlar Belediye Başkan Yardımcısı Derya Tamriş ve avukatların da bulunduğu çok sayıda kişi gözaltına alındı. Yapılan operasyon çerçevesinde BDP Bağlar İlçe binasına da baskın düzenleyen çok sayıda polis, binada hala arama yapıyor.
Diyarbakır’da gözaltına alınanlar
Diyarbakır’da gözaltına alınıp şu ana kadar isimleri öğrenilenler şunlar: BDP Diyarbakır İl Eş Başkanı Ömer Önen, BDP Bağlar İlçe Başkanı Ali Yüce, DTK Daimi Meclis Üyesi Bedia Akaya, Bağlar Belediye Başkan Yardımcısı Derya Tamriş, BDP Bağlar İlçe Yöneticisi Erdal Şenadam, BDP Bağlar İlçe Yöneticisi Abdulhamit Durmaz, İl Genel Meclis Üyesi Şafi Hayme, İl Genel Meclis Üyesi Fatma Kızılkaya, Bağlar Belediye Meclis Üyesi Kadri Göktimur, Barış Anneleri İnisiyatifi Üyesi Yüksel Barut, BDP çalışanları İrfan Çelik, Gülşen Çelik, Recep Gümüş, M. Cevat Aydın, Tahir Baran, İbrahim Mercan, Abdullah Yalçın, Mehmet Okur, Recep Gümüş, Canan Güler, Bismil Belediye Başkanı Cemile Eminoğlu’nun eşi Yusuf Eminoğlu, Asrın Hukuk Bürosu avukatları Av. Baran Pamuk, Av. M. Nuri Deniz, Diyarbakır Barosu’na bağlı avukatlardan Serkan Akbaş, Muharrem Şahin, Meral Atasoy, Fuat Çoşacak, Osman Çelik, Mehmet Ayata, Nuri Demir, Baran Pamuk.
Bağlar İlçesi’ne bağlı bazı köylere de baskın yapıldığı öğrenildi. Gozeli Köyü’nde yapılan baskında Şahin Seyyar, Hasavar Köyü’nde yapılan ev baskınında da Nurettin Karataş gözaltına alındı. Taşdilek Köyü’nde de bir eve baskın yapıldığı ancak gözaltının olmadığı öğrenildi. Gözaltı sayısının daha fazla olduğu belirtiliyor.
ANKARA
Ankara Barosu’na bağlı Mehmet Nuri Özmen gözaltına alındı.
URFA
Urfa’da evine yapılan baskınla Av. Cemo Tüysüz gözaltına alındı.
KOCAELİ
Kocaeli’nde Halkevleri, Öğrenci Kolektifleri, ESP, EMEP ve SDP üyesi 14 kişi terör örgütü propagandası yapmak suçlamasıya gözaltına alındı.
Bu sabah erken saatlerde Kocaeli’nde yapılan operasyonlarda Halkevleri MYK üyesi Metin Kaya’nın aralarında bulunduğu en az 5’i Halkevleri üyesi 14 kişi gözaltına alındı. Terör örgütü propagandası yapmak suçlamasıyla gözaltına alınan Kaya ve beraberindekiler şu an İzmit Emniyet Müdürlüğü’nde tutuluyor. Halkevleri avukatları konuyla ilgili detaylı bilgi almak üzere Emniyete doğru yola çıktı.
SİİRT
Siirt’in Kurtalan İlçesi’nde oturan Avukat Şakir Demir ile Siirt’te oturan Avukat Sabır Taş’ın evine sabah saatlerinde baskın yapıldı. Ev araması devam ediyor.
MERSİN
Mersin Barosu’na kayıtlı Av. Bedri Kuran’ın evi ve iş yerine sabah saatlerinde baskın düzenledi. Baskında yapılan aramaların ardından Kuran gözaltına alındı.
İZMİR
İzmir’de Asrın Hukuk Bürosu avukatlarının ev ve bürolarına baskın düzenlenirken, avukatlardan Servet Demir, Mehmet Bayraktar, Nezahat Paşa Bayraktar ve Mizgin Irgat gözaltına alındı. Gözaltına alınan avukatların bürolarında aramalar devam ediyor.
ŞIRNAK
Şırnak’ın İdil İlçesi’nde Av. Veysel Vesek ve Av. Hakzan Sadak, evlerine düzenlenen baskınlarla gözaltına alındı.
BATMAN
Batman’da evine ve bürosuna baskın yapılan BDP İl Başkanı Av. Mehdi Öztüzün’ün ev ve bürosundaki aramalar sona erdi. Öztüzün gözaltına alındı.
VAN
Van’da avukatlar Sabahattin Kaya ve Cemal Demir, evlerine yapılan baskınlarla gözaltına alındı. PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yapan Demir ve Kaya Van’daki evi aramadan geçirilirken, Demir’in ise Şırnak ilinde gözaltına alındığı öğrenildi.
HAKKARİ
Hakkari’nin Yüksekova ilçesinde özel harekat polislerinde katılımıyla PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlığını yapan 4 avukatın ev ve işlerine baskın düzenlendi. Baskınlarda Hakkari eski Baro Başkanı ve DTK daimi meclis üyesi avukat Nevzat Anuk, Davut Uzunköprü’ün büro ve evlerine baskın yapıldı. Baskında Uzunköprü gözaltına alınırken, Anuk ise Ankara’da gözaltına alındı. Operasyon kapsamında aranan Hakkari Barosu avukatlarından Ergün Canan ile Erdal Sefalı’nın ev ve işyerlerinde aramaların sürdüğü bildirildi.
IĞDIR
İHD Doğubayazıt Temsilcisi Avukat Şaize Önder’in Iğdır’da bulunan evine polis baskın düzenledi. Aynı zamanda PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlığını da yapan Önder’in evindeki arama devam ederken, Önder ise halen evde bulunuyor.
“Öcalan’ın İmralı günleri” kitabının yazarı gazeteci Cengiz Kapmaz da gözaltına alınanlar arasında.
Mahmut Alınak’ın evine baskın
Etha’nın haberine göre eski DEP milletvekili Mahmut Alınak’ın Kars’taki evine de, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın kararıya polis tarafından bugün sabah saatlerinde baskın yapıldı.
İstanbul’da bulunan Alınak, baskına ilişkin olarak, “Yastıkların içinin dahi arandığı tarafıma bildirildi. İstanbul’da olup şimdi gözaltına alınmayı beklemekteyim” dedi.
Demirtaş: Hukuk cinayeti var
BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, bugün “KCK” adı altında düzenlenen operasyona tepki göstererek, “Suriye ve Mısır’da bile bu kadar yaygın ve kitlesel tutuklanma yaşanmıyor. Başbakan Esad’a ‘tankla topla iktidarda kalınmaz, sende gideceksin’ diyor. Başbakan’ın Esad için söyledikleri kendisi içinde geçerlidir” dedi.
KCK adı altında bugün yapılan ve halen devam eden operasyonlarda, Asrın Hukuk Bürosu ve İmralı irtibatının hedef alındığı belirtilirken, operasyona ilk tepkiyi BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş gösterdi. Demirtaş, kendilerine ulaşan bilgilere göre operasyonların daha çok Asrın Hukuk Bürosu ve avukatlara yönelik yapıldığını ve 16 ili kapsadığını söyledi.
Bu operasyonların süreceğini daha önce Başbakan Erdoğan ve Bakanların açıklamalarından bildiklerini söyleyen Demirtaş, “AKP’nin bakanı da başbakanın kendisi de bu operasyonlar devam edecek demişti. Şimdi aşama aşama bütün kesimlere yönelik bu operasyonlar sürüyor” diye konuştu. Yapılan operasyonları “Çok bariz bir hukuk cinayeti” olarak nitelendiren Demirtaş, “AKP siyasi olarak bu operasyonlarla kendi sonunu hazırlıyor” şeklinde konuştu. Kürtlere, “Bu operasyonlara asla sesiz kalınmamalıdır” çağrısında bulunan Demirtaş, operasyonların Kürtlere geri adım attıramayacağını söyledi. Demirtaş, “Bu operasyonlar AKP’nin çılgınca giriştiği ve panik halinde; suçsuz, silahsız, günahsız insanları tutukladığı son çırpınışlarıdır” diye konuştu. Arap coğrafyasında yaşanan halk ayaklanmaları ve devletlerin bu ayaklanmalara yaklaşımına da işaret eden Demirtaş, durumun Suriye ve Mısır’dan beter olduğunu belirterek, “Şu anda halk ayaklanmalarının olduğu Suriye ve Mısır bile bu kadar tutuklanma yapılmıyor. Başbakan Esad’a ‘tank topla iktidarda kalınmaz, sen de gideceksin’ diyor. Başbakan’ın Esad için söylediklerinin tamamı kendisi içinde geçerlidir” ifadelerini kullandı.
(diha-sendika.org-yüksekovahaber)
Sıra kimde diye sormamak İçin – Fatih Yaşlı
22 Kasım 2011
Soner Yalçın’ın sahibi olduğu internet sitesi Odatv‘ye yönelik ilk operasyon 14 Şubat 2011 tarihinde yapıldı. O tarihe kadar yaptığı haberlerle özellikle Ergenekon operasyonunun arkasındaki gerçekleri kamuoyuna etkili bir şekilde iletmeyi başarmış olan site, Ergenekon hâkimlerinin, savcılarının ve polislerin bir araya geldikleri bir iftar yemeğinin fotoğraflarını yayınladığında kaçınılmaz olarak hedef tahtasına yerleşmiş durumdaydı. (Tesadüfe bakın ki, o fotoğraflardaki isimlerden biri, Resul Çakır, Odatv davasının hâkimliğine atandı.) Baskının bir gün öncesinde ise sitede Zır vadisinde gömülü olarak bulunan silahlarla ilgili bir video yayınlanmıştı. Videodaki görüntüler silahların bir komplonun parçası olarak ve adeta bulunmak için oraya gömüldüklerini açık bir şekilde ortaya koyuyordu.
Odatv’ye yönelik operasyonlarda, sitenin sahibi Soner Yalçın, editörler Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan ile yazarlar Doğan Yurdakul, Müyesser Yıldız, Coşkun Musluk ve Sait Çakır, önce gözaltına alındılar, sonrasında ise cezaevine konuldular. Aynı operasyonlarda Yalçın Küçük, Nedim Şener ve Ahmet Şık da tutuklandılar. Devrimci Karargâh davasından yargılanan Hanefi Avcı ve geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren MİT mensubu Kâşif Kozinoğlu da Odatv davasına dâhil edildiler.
Sonrasında hazırlanan iddianamede, Ergenekon’un bugüne kadar “Ulusal Kanal, Avrasya Tv, Aydınlık Dergisi, Cumhuriyet Gazetesi, Strateji Dergisi, Kanal B, Vatanseverinfo ve Acikistihbarat isimli web siteleri gibi medya organlarının bir kısmını kurdurduğu bir kısmını da kontrol altına alarak yönlendirdiği anlaşılmış, daha önceki iddianamelerde bu medya organları aracılığıyla yürütülen faaliyetler ayrıntılı olarak anlatılmıştır” deniliyor ve Odatv’nin de Ergenekon’un medya yapılanmasının bir parçası olarak faaliyet gösterdiği iddia ediliyordu.
Odatv çalışanlarıysa iddianamenin hazırlanmasında temel alınan belgelerin bilgisayarlarına bir virüslü maille gönderildiğini söylüyorlardı. Bilirkişi olarak ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği bölümünden akademisyenler, yazar Müyesser Yıldız’ın bilgisayarında yaptıkları incelemelerden sonra 21 sayfalık bir rapor hazırladılar. Rapor, iddianameye delil oluşturduğu söylenen dosyaların, iki e-postayla Yıldız’ın bilgisayarına gönderilmiş olduğunu söylüyor ve şöyle devam ediyordu:
“Kaynağı gizlenmiş ve virüs içeren bu iki e-postanın içeriğindeki yazılar, gönderildiği şahsı dosya eklerini açmaya yönlendirmektedir. Dosya ekinde bulunan resim ikonuna sahip virüs, gerçek resimlerin yanına yerleştirilerek şahsın virüse tıklaması ve bilgisayara bulaşmasının sağlanması amaçlanmıştır. Alıcıyı aldatmaya yönelik hazırlanmış virüslü e-postaların içinde gelen virüs/trojen aracılığıyla, saniye farkıyla gönderilme tarihleri yakın olan 4 dosyanın bilgisayara aktarıldığı; daha sonrasında dakikalar mertebesindeki aralıklarla işlem yapılarak dosya tarihlerinin geçmişe alındığı konusunda kanaatimiz oluşmuştur.”
Dolayısıyla bilirkişiler, tıpkı Zır Vadisi ile ilgili görüntülerin ortaya koyduğu gibi, Odatv’den çıktığı iddia edilen belgelerin de, bir komplonun parçası olarak, Odatv’nin bilgisayarlarına virüslü mailler aracılığıyla gönderilmiş olduğunu söylüyorlardı.
Sadece bu bile davanın çökmesi için yeterliydi fakat siyasi mahiyeti bunu engelliyordu. Odatv bir kere hedef tahtasına yerleştirilmişti ve yapmış oldukları haberlerin bedeli kendilerine ödetilecekti. Bu bedeli ödetenin kim olduğu ise aslında herkesin bildiği bir sırdı. Nedim Şener’in Hrant Dink cinayetinde esas faili işaret eden kitapları, Ahmet Şık’ın daha yayınlanmadan imha edilmek istenen “İmamın Ordusu” kitabı, Kâşif Kozinoğlu’nun ölmeden önce Aydınlık’a gönderdiği mektuplarda Orta Asya ülkeleri ile ilgili anlattıkları, Hanefi Avcı’nın “Haliç’te Yaşayan Simonlar” isimli kitabında Emniyet içi mücadeleye ilişkin yazdıkları akla getirildiğinde operasyonun arkasındaki gücün kim olduğu açık bir şekilde ortaya çıkıyordu.
Odatv davası, tıpkı KCK, Balyoz ve Devrimci Karargâh davaları gibi, yeni rejimin, karşısına çıkan/çıkabilecek olan bütün engelleri polisiye ve hukuki mekanizmaları kullanarak tasfiye etme projesinin bir parçası olarak yürürlüğe sokuldu. Bugün, yani 22 Kasım günü, saat 10:30’da, Çağlayan’daki İstanbul Adalet Sarayı’nda davanın ilk duruşması görülmeye başlanacak. Yeni rejimin toplumsal muhalefete yönelik tasfiye projelerini boşa çıkarmak ve arkadaşlarımızın yanında olduğumuzu göstermek için orada olalım, aksi takdirde “sıra kimde” sorusunu sormaya devam edeceğiz.
22 Kasım 2011/Sol.org.tr
İktidarın, muhalefet odaklarını sindirmek için yürüttüğü operasyon ve davalar hakkında Yarınlar dergisinin Kasım sayısında faydalı değerlendirme yazıları var. Yazılara şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.yarinlar.net/sayi-31-kasim-2011/
Nagehan Alçı felaket tellalı gibi konuştu: KCK’de çok daha büyük bir dalga geliyor
Gazeteci Nagehan Alçı, ‘’KCK’de çok daha büyük bir dalga geliyor. Çok kapsamlı bir operasyon daha olacak’’ dedi.
23 Kasım 2011 Çarşamba
CNN Türk programın yorumcularından Nagehan Alçı, istihbarat çevrelerinden aldığı bilgilere göre KCK soruşturmasında çok daha büyük bir dalganın geldiğini söyledi. Alçı, gözaltına alınan ve daha alınmayan ifadeleri avukatlar için ‘hepsi de KCK kurucu meclisi üyesi’ iddiasında bulundu.
Alçı şöyle dedi: “KCK’dE çok daha büyük bir dalga geliyor. Kaynaklarımın bana söylediğine göre bu operasyon asıl büyük operasyondan önce yapılmıştır. Bunda çok kısa bir süre sonra çok daha kapsamlı bir operasyon gelecek” dedi.
Programda yazar Altan Öymen ise Alçı’nın sözlerine itiraz ederken onlarca avukatın aynı anda gözaltına alınmasının savunma hakkına yapılmış bir müdahale olduğunu söyledi.
Öymen, bu kadar hukukçuyu hedef alan bir operasyonun hukukun sınırlarını fazlasıyla zorladığını belirtti.
Öcalan’la avukatları arasındaki görüşmelerin devletin gözetiminde yapıldığını anlatan Öymen ‘hükümet de Öcalan’la görüşüyor ne yapacaksınız?’ diye sordu. Nagehan Alçı’nın avukatlar için ‘hepsi de KCK kurucu meclisi üyesi’ demesi üzerine araya giren Öymen ‘sen mahkeme misin kızım?’ diyerek tepki gösterdi. Öymen, Alçı’nın iddiaları olduğu doğruymuş gibi anlattığını, kendini mahkemenin yerine koyduğunu söyledi.
( http://www.turnusol.biz )
Mahkeme hukuk tanımadı: 34 tutuklama
26.11.2011 – 13:20
KCK operasyonunda gözaltına alındıktan sonra İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edilen 41’i avukat 43 kişiden 34’ü tutuklandı. Avukatların müdafiliğini üstlenen avukatların, yaşananlara tepki göstermek için mahkemeyi boykot etmesiyle yargılama avukatsız devam etti. Sonuç, “hukuk yok” dedirtti.
Tutuklanma istemiyle İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edilen 41 avukatın müdafiliğini yapan avukatlar, “Bu dava hukuki değil siyasaldır” diyerek dün gece başlayan mahkeme sorgusuna girmedi. Mahkeme sorgusuna girmeme kararı alan avukatlar adına Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi önünde, “Savunmayı savunuyoruz” sloganlarıyla yapılan eylemde, ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, “Böyle bir saldırıda cüppelerimizle, kanun kitaplarımızla durabilmek mümkün olmadığı için yargılamayı terk ettik. Siyasal iktidarın hedef göstermesi üzerine savcılar, yargıçlar tarafından oluşturulmuş tiyatrolarda figüranlık yapmayacağız” diyerek boykot kararını açıkladılar.
Ancak mahkemeyi boykot eden avukatlara karşın 41 avukatın mahkeme sorgulaması için, mahkeme heyeti İstanbul Barosu’ndan 5 avukatın görevlendirilmesini istedi. Bu uygulamaya itiraz eden müdafii avukatları, gözaltındakilerin özel avukatları olduklarını belirterek barodan görevlendirilen avukatların savunmadan çekilmesini istediler. Bu istek üzerine barodan görevlendirilen avukatlar savunmadan çekildi. Sınır tanımayan mahkeme heyeti, yargılamaya avukatsız devam etti. Böylece mahkeme, savunma avukatları olmadan yargıladığı 43 kişiden 34’ünü tutuklayarak skandal bir karara imza atmış oldu. Tutuklananların 33’ü avukat, 1 tanesi de Özgür Gündem gazetesi yazarı Cengiz Kapmaz oldu. Avukatlar Nezahat Paşa Bayraktar, Mahmut Alınak, Ayşe Batumlu, Fırat Aydınkaya, Mehmet Ayata, Nevzat Anuk, Yalçın Sarıtaş suç vasfının değişme ihtimali nedeniyle, Ümit Sisligün ise delil yetersizliği nedeniyle serbest bırakıldı. Asrın Hukuk Bürosu sekreteri Zeynep Arat da serbest bırakıldı.
Medya afalladı
Öte yandan KCK operasyonunda gözaltına alınan 42’si avukat 46 kişiden 3’ü dün savcılık sorgusunun ardından serbest bırakıldı. Serbest bırakılan avukat İrfan Dündar hakkında basına, “Kandil’de silahlı eğitim gören avukat” şeklinde Hakkâri’de bir köyde çekilen fotoğrafları servis edilmişti. Tayyip Erdoğan’ın da, “Avukatlar Kandil’de silahlı eğitim görüyor” şeklinde suçlamada bulunduğu avukat Dündar, dün mahkemeye dahi çıkarılmadan savcılık sorgusunun ardından serbest bırakıldı. Kandil’de eğitim gördüğü iddia edilen avukat hakkında hazırlanan haberlerden sonra bu karar, medyayı bir kez daha afallatmış oldu. “Kandil fotoğrafları” şeklinde Dündar’ın fotoğraflarına sayfalarında yer veren basının nasıl bir izahta bulunacağı merak ediliyor.
(soL – Haber Merkezi)
AKP ve Devrimci Söylem
Veli Umut Arslan -(14.11.11)
Türkiye ve dünyada tarihin hızlandığı bir evreden geçiyoruz. Kapitalizmin dipsiz bir kuyuya dönüşen krizi, emperyalist işgal ve savaş rüzgarları ile yükselen sınıf mücadelesi ve isyanlar… 21.yy’da yaşam, bir önceki yüzyılda olduğu gibi savaşlar ve devrimler çağı olarak akıyor.
Kapitalizmin motoru tekliyor, dünya çalkantılı bir süreçten geçiyorken Türkiye de olağanüstü bir süreç yaşadı, yaşıyor, ama Türkiye’de geçilen kritik eşiklerin dinamikleri dünyadakinden farklı. Dünyadaki esas dinamik ekonomik kriz ve buna koşut olarak yükselen emekçilerin sınıf mücadelesiyken Türkiye’nin olağanüstü koşullarını egemen sınıf içerisindeki çatışma ve Kürt sorunu belirledi ve halen de belirliyor.
Egemen sınıf içerisindeki çatışma, çoklarının yanlış analiz ettiği gibi laik sermaye ile (TÜSİAD) yeşil sermaye (MÜSİAD) arasındaki pazar hakimiyeti mücadelesi değil. TÜSİAD patronlarının laik-muhafazakar gibi kalıplar etrafında yaşam tarzları üzerinden saf tutmayacağını, işleri yürüdüğü sürece toplumsal dokunun belirli ölçülerle muhafazakarlaşmasına karşı çıkmayacaklarını defalarca yazmıştık. Zaten AKP ile ters düşmedikleri ölçüde asıl büyük voleleri vuranlar da onlar oldular.
Diğer taraftan TÜSİAD patronlarının Kemalist askeri-sivil bürokrasi ile ciddi problemleri vardı. TÜSİAD bu kesimi uluslararası sermaye ile tam entegrasyon önünde engel olarak görüyordu. Burjuva cumhuriyetin kuruluşuna ve dolayısıyla felsefesine imza atan Kemalist askeri-sivil bürokrasi, tarihsel gelişim içerisinde iktidar odaklarının merkezinde kalmayı hep bilmişti. Ama Soğuk Savaş bittiğinde Kemalist askeri-sivil bürokrasi için işler zorlaştı. Tarihsel gelişimi gereği kendi başına askere ve diğer bürokratik unsurlara karşı kavga yürütemeyecek kadar pısırık olan TÜSİAD’ı 90’lar boyunca ve 2000’lerin başında AB yoğun olarak destekliyordu. Kemalist askeri-sivil bürokrasi ise AB’ye uyum paketleri adı altında ilerleyen süreçte milliyetçilik ve laiklik zırhına sarılarak tutunmaya çalıştı.
Kemalistlerin Tasfiyesi
Gelgelelim tüm Ortadoğu’da taşların yerinden oynadığı 2000lerde Türkiye’deki iktidar odakları arasındaki bu kavga bir “iç kavga” olarak kalamazdı. 1990’lar ve 2000’lerin başında demokratikleşme, sivilleşme adı altında AB’nin dayattığı uyum paketleri başlı başına Kemalist iktidar odaklarını hedefliyordu. Yani çatışma eskiden beri uluslararası bir nitelik taşıyordu. Diğer uluslararası güç ABD ise Ortadoğu’da kendisine ayakbağı olan ulusalcı burjuvaları temizleme derdindeydi. Saddam, Kaddafi, Esad ve İran’daki mollaları ulusalcı burjuvalara örnek gösterebiliriz. Dolayısıyla Türkiye’deki Kemalist iktidar odaklarının temizlenmesini Ortadoğu genelinde milliyetçi burjuvaların alaşağı edilmesi sürecinin bir parçası olarak görmek gerekmektedir.
2000’lerin ilk on yılı tamamlanırken Türkiye’de egemen sınıf içerisindeki mücadelenin galibinin mutlak biçimde ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Kemalist askeri-sivil bürokrasi iktidar odaklarından neredeyse tümüyle temizlendi. Böylece uluslararası sermayeyle ekonomik ve siyasi entegrasyon sürecine ayak uyduramayanlar tasfiye edilmiş oldu. Kemalist odakların tasfiye edilmesi sürecini liberal büyük sermaye yürütmedi, yürütemezdi; ancak yeni bir dinamik; toplumsal desteği sağlayabilecek, enerjik, aynı zamanda ılımlılaştırılarak emperyalist kapitalist sisteme entegre edilmiş, muhafazakar bir güç bu işi halledebilirdi. Bu çerçevede Türkiye, ılımlı İslam rejiminin model ülkesi olarak vitrindeki yerini aldı ve Ortadoğu’daki tarihi dönüşümlerde üzerine düşeni yapması için piyasaya sürüldü. Egemen sınıfın bileşiminde bu köklü dönüşümlerin politik yaşamda önemli yansımalarının olması ise kaçınılmazdır.
Vurgu ve Tonlamalardaki Değişim
Bu değişimlerin yaşanmasıyla Marksistlerin vurgu ve tonlamalarında ne tür değişiklikler yaşanmalıdır? Öncelikle “vurgu ve tonlamalardaki değişikler gerekli midir”, ya da “bu tarz değişiklikler oportünizme giden yola mı varır” gibi soruları cevaplandırmak faydalı olacaktır. Devrimcilerin müdahalede bulunduğu sosyal ilişkiler çelişkiler bütünüdür. Bunlar yeknesak ve durağan değil tersine çok yönlüdür ve hareket halindedir. Dolayısıyla devrimcilerin cephaneliği her duruma uyan, dondurulmuş slogan ve sözde katı ilkeselliklerden oluşamaz. Mekanik ultra solcu ile kıvrak oportünist arasında her daim (izlenmesi zor da olsa) devrimci bir çizgi vardır.
Değişen koşullar ve güç dengeleri çerçevesinde mücadelede öne çıkarılacak unsurların keskin vurgularla ortaya konması ve bu şekilde parti tabanı ve işçi sınıfının ileri kesimlerinin donanımlı hale getirilmesi, Lenin’in “çubuk bükmek” olarak bilinen tipik yöntemiydi. Çarlık Rusyası’nın baskı koşullarında öne çıkardığı profesyonel devrimciler örgütü vurgusu ya da Birinci Dünya Savaşı’nda “asıl düşman içeride” çağrısının ötesine geçerek devrimci yenilgicilik noktasına varması, bu konuda Lenin’den verilecek en bilinen örneklerdendir.
Peki Türkiye’de yaşanan son tarihsel dönüşümle ilgili devrimci söylemde vurgu hangi yöne kaydırılmalıdır? Son sürece kadar Türkiye’de geleneksel olarak iki başbakan vardı. Birincisi hükümetin başı olan, diğeri ise genelkurmay başkanı olandı. TSK hem 12 Eylül düzeninin başı olarak 1980’lerde, Kürt ulusal hareketine yönelen baskı sürecinin yöneticisi olarak da 1990’larda ipleri genel olarak elinde tutmuştur. Bu süreçte devrimciler de sürekli olarak baskılanmış, hapislere atılmış ve katliamlara tabi tutulmuştur. Son olarak 2000’lerin başında yaşanan 19 Aralık katliamı ve F tipi hapishaneler TSK’nın baş aktörü olduğu egemen sınıfın sosyalistlere reva gördüğü şeylerin bir özeti gibiydi. İktidarda da Bülent Ecevit ve DSP’si vardı. Bu sürecin ideolojik boyutundaysa Türk milliyetçiliği temeldi; elitist, laikçi bir duruş, emekçi düşmanı neoliberalizmle harmanlanıyordu. Özellikle 28 Şubat sürecinde kendisine sosyalist diyen birçok unsur da açık veya kapalı, bazen de çelişkili ya da yumuşak karınlı biçimde, özlerinde bulunan Kemalist damarla, yönetici sınıfın bu katmanına eklemleniyordu.
Bütün bu süreç boyunca Marksistler hedef tahtasına ulusalcı burjuvaları koydular. “Kahrolsun ABD İşbirlikçi MGK” sloganları attılar. Bunu yaparken kendilerini karşı cenahın yani AB ve liberal büyük sermayenin uzantıları olan sol liberallerden de ayrı tutmaya özen gösterdiler. Hatırlanacak olursa bu konuda safları iyiden iyiye belli eden tartışma AB’ye katılım konusunda yaşanıyordu. Sol liberaller ya açıkça AB’ye evet diyorlar ya da en azında AB’ye hayır diyemiyorlardı. Kemalizme yedeklenen sosyalistler de hayırlarını vatan millet eksenine yaslıyorlardı. Marksistlerin tutumu ise sınıf merkezli enternasyonalist bir hayırdı.
Şimdilerdeyse devir değişti. Kemalist askeri sivil bürokrasinin kaleleri birer birer düşürüldü. En sağlam kale olarak yıkılmaz diye düşünülen TSK darmadağın oldu. Referandum ardından sayfalarımızda değindiğimiz gibi AKP egemen sınıf içerisindeki çatışmanın sonuca ulaşması sürecini tamamladı. AKP, bu gücü kuşkusuz uluslararası güçlerin desteğinden buluyordu. Ilımlı İslam ülkesi olarak Ortadoğu’ya model olması beklenen Türkiye’de artık burjuva devlet AKP’nin mutlak denetiminde. Gülen cemaatinin de devlet mekanizması içinde hatırı sayılır bir gücü olduğu ortada. Pensilvanya’daki Gülen’in Türkiye’deki sözcülerinin ağzından hangi süreçlerin bizi beklediğini öğrenir olduk.
Muhalefet Baskılanıyor
Bu süreç aynı zamanda emekçi sınıflara karşı çok köklü saldırıların gerçekleştiği bir dönem oldu. AKP hükümeti işçi sınıfına karşı çok yönlü ideolojik ve sistematik saldırılar yürütürken artık hedefte kıdem tazminatları var. Kamu emekçilerinin haftasonu da çalışması gerektiği bakan seviyesinde dillendirilirken öğretmenlerin yaz aylarında artık “yan gelip yatamayacakları” işleniyor. Emekçi sınıflara yönelen bu akıl almaz saldırılar karşısında direnişin kaynaklığını yapabilecek emek örgütleri de ablukaya alınmış durumda. Türk İş, KESK, TMMOB gibi emek örgütlenmelerine yönelik hamleler büyük olgunluk kazanmış durumdadır. İşçi sınıfının haklarına karşı amansız saldırılara sosyalistlere ve muhaliflere yönelik baskı dalgası eşlik etti. İlk etapta Ergenekon süreci ile Kemalistlerin ezilmesinin bunlarla sınırlı olduğu genel kanısı hakimdi. Kemalist solcular ya da Kemalizmden etkilenmiş kimi “sosyalistler” operasyonlar karşısında ayağa kalkerken Kürt ulusal hareketi ve onunla dirsek temasındaki sol ilk etapta tutuklamaların burayla sınırlı olacağını düşünüyordu. Bu kesimler olumlayan bekle görcü bir pozisyondayken liberal sol tutuklamaları demokratikleşme olarak sunmaktaydı. Ne var ki AKP hükümeti “Devrimci Karargah” rezil komplosuyla SDP ve diğer sol gruplara yönelik tutuklamalara gittiğinde işin rengi belli olmaya başlamıştı. Daha önceki Hanefi Avcı meselesi de zaten her şeyi ortaya koyuyordu. Tutuklamalardaki keyfiliğin boyutları sosyalistler açısından Türkiye’deki dengelerin değişmekte olduğunu göz önüne seriyordu. Açık alanda legal çalışma yürüten herkesin bildiği sosyalistler gülünç iddialarla yasadışı örgüt üyeliği kapsamına sokularak tutuklanıyorlar. T.Erdoğan’ı protesto eden Hopa halkına reva görülenler, ardından Metin Lokumcu’nun ölümünü protesto edenlerin başlarına gelenler, HES’lere karşı koyan köylülere yapılanlar, burjuva demokrasinin zaten dar olan alanlarının yeni süreçle beraber iyiden iyiye tehdit altında olduğunu gösteriyor.
Ardından Kürt hareketine yönelik baskı dalgası AKP’nin reformcu yüzünün sadece ve sadece Kemalistlere karşı bir pozisyon alıştan ibaret olduğunu gösterdi. AKP “kimi kültürel hakları veririm, bunlar basit iş, sonra da Kürt sorunu bitmiş olur” diye düşünüyordu. İstenen bu gibi kısmi reformlar karşılığında PKK’nin tasfiyesiydi. Seçimler ve referandum öncelerinde AKP, PKK ile bir takım müzakereler yürütüyor, bu yolla seçimlere çatışmasızlık ortamında giriliyor ve AKP’nin rahat bir nefes alması mümkün oluyordu. Ama seçimlerin ardından verilen sözler tutulmuyordu. Neticede PKK’nin salt kültürel reformlarla tasfiye olmayacağı gözüktüğünde AKP TSK’nın sopasını ele almakta tereddüt etmedi ve yeniden 1990’ları andıran büyük çaplı çatışmalar alevlendi. AKP’nin Kürt ulusal hareketini ayakta kalan tek muhalif güç olarak ezmeye kalkması kaçınılmaz şekilde büyük bir baskı dalgasının gelmesini zorunlu kılıyor. Fethullahçıların “Türk ulusalcılarını ezdik sıra Kürt ulusalcılarında” sözü Kürt sorununu çözmeye odaklanan müzakereci bakış açısını değil, muhaliflerini ezmeye odaklanmış otoriter heveskarlığı anlatmaktadır. Son aylarda çatışmalarda her iki taraftan yüzlerce genç hayatını kaybederken KCK operasyonları kapsamında binlerce siyasi cezaevlerine gönderildiler.
Ahmet Şık, Nedim Şener gibi gazeteciler Ergenekon kapsamında hapiste tutulurken Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı gibi tanınmış aydınların KCK kapsamında hapse atılması bir yandan AKP’nin baskıyı hangi boyutlara vardırdığını ortaya koyarken bir yandan da demokratikleşme adı altında AKP’ye destek olan sol liberallerin de maskesini kesin olarak düşürdü. Artık bu tiplere ancak ruhunu satılığa çıkarmış ikbal avcıları gözüyle bakılabilir.
AKP’ye muhalif olanlar keyfi uygulamalarla yıllardır cezaevinde yatarken yolsuzluklara batmış AKP yandaşları korunuyor, Deniz Feneri davasında olduğu gibi birkaç ay yatıp serbest bırakılıyorlar. Bu gibi davaların üstüne giden savcılar sürgünler ya da görevden el çektirmeler yoluyla cezalandırılırken bir zamanlar Kemalistlerin elinde olan yargı giderek AKP’nin arka bahçesi konumuna dönüşüyor.
Yazılı ve görsel medyanın ana arterleri tümüyle AKP’nin yayın organları durumuna dönüşmüş durumda. AKP’ye eleştirel bakan gazeteci ve televizyoncular ekranlardan ve sütunlardan birer ikişer temizlendiler. Medya eskiden de iktidar partilerine yağcılık yapardı kuşkusuz, ama Kürt sorununu dışarıda bırakırsak bu kadar yoğun bir sansür ve tek yanlılık 1990ların başından beri pek görülmüş bir şey değildir.
Bir NATO ülkesi olan Türkiye’de eskiden de ABD’nin istediği olurdu, ama şimdi bu ilişkiler daha farklı bir noktaya geldi. Eskiden Türkiye’nin şu haliyle Suriye’ye saldırması olacak iş değildi, ama şimdi AKP liderliğindeki Türkiye ABD’den aldığı ilhamla Suriye’de, Libya’da, Kıbrıs’ta emperyalist bir azgınlık içerisinde. Bunun anlamı ABD’nin Türkiye üzerindeki etkisinin eskisine nazaran daha da artışıdır. Kürt ulusal hareketine yönelik büyük çaplı saldırganlığın arkasında ABD istihbaratı ve desteğinin olması da bununla ilgilidir. AKP, Irak’ın ABD tarafından işgalinin hemen öncesinde 1 Mart 2003’te yoğun muhalefetin gücüyle tezkereyi meclisten geçirememişti. Ama şimdilerde Suriye’ye saldırmak konusunda olsun ya da potansiyel İran saldırısına destek vermek konusunda olsun AKP propaganda ve sansür gücüyle her türlü hile ve hurdaya başvurup meseleyi oldu bittiye getirme niyetindedir.
Toparlayacak olursak. Türkiye’de egemen sınıf içerisinde Kemalist odaklar tasfiye edildiler. İşçi sınıfına, Kürtlere, demokratik haklara ve çevre ülkelere yönelik saldırganlığın başını şimdilerde AKP hükümeti çekmektedir. Önceki dönemde egemen sınıf içerisindeki çatışma sürerken gösterilen AKP odaklanması Marksistlerin haklı eleştirilerine vesile oluyordu. Kaldı ki Kemalizm esinli bu odaklanma yaşam biçimi olarak muhafazakar bir çevrede yetişmiş milyonlarca emekçiyi AKP’nin kucağına iterek sosyalistlerin yokluğunda bir çeşit kemikleşmeyi de beraberinde getirmişti.
Diğer taraftan devir değiştiği de ortada, bugün egemen sınıf içerisindeki çatışma sonuca bağlanmıştır. Burjuva devlet aygıtı tüm kurumsallığıyla AKP denetimindedir. AKP hükümeti emekçilere ve Kürtlere karşı yürüttüğü sistematik baskıyı arttırdıkça kaçınılmaz şekilde demokratik haklara ve sonunda da kendisine muhalefet eden herkese saldırmak zorundadır. Bu yüzden devrimcilerin vurgusu AKP’yi hedeflemeye doğru kaymak zorundadır. Bu vurgu emek ve özgürlükler eksenli olacak ve kendisini ulusalcı hezeyanlardan arındıracaktır. Bozuk düzenin efendisi olduğunu artık örtbas etmesi mümkün olmayan AKP giderek geniş halk yığınları nezdinde aşırı sömürünün, vurgunculuğun, iltimasın ve baskının cisimleşmiş hali olacaktır. Bu şekilde biriken enerjiyi Marksistler kendilerinde soğurmayı bilmelidirler. Böyle bir fırsatın kapıyı çalacağını zaman gösterecektir.
( http://www.bolsevik.org )
( http://www.soldefter.com )
KESK’e Gözdağı: Genel Başkan ve 24 Sendikacıya 6′şar Yıl 3′er Ay Hapis
Sol Defter- Haber
İzmir’de görülen ve karar duruşması geçtiğimiz ay bir ay ertelenerek, 28 Kasım’a bırakılan dava sonuçlandı. 5 kişinin beraat ettiği davada 25 KESK yönetici ve üyesine 6′şar yıl 3′er ay hapis cezası verildi.
KESK Genel Başkanı Lami Özgen, Eğitim Sen eski Kadın Sekreteri Elif Akgül ve Gülçin İsbert, KESK eski Kadın Sekreteri Songül Morsümbül gibi merkez yöneticilerinin de içinde yer aldığı davada karar oy çokluğuyla verildi. KESK eski Genel Sekreteri Abdurrahman Daşdemir ise, beraat etti.
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatıyla 28 Mayıs 2009 tarihinde KESK’e yönelik başlatılan operasyonda İzmir’de 28, Ankara’da 3, İstanbul, Manisa ve Van’da 1′er kişi olmak üzere çoğu eğitim emekçisi 34 kişi gözaltına alınmıştı. İzmir’de gözaltına alınan 28 KESK üyesinden 22′si tutuklanmıştı.
KESK üyeleri hakkında “KCK yapılanması içinde faaliyet yürüttükleri” iddiasıyla açılan dava, 18-19 Kasım 2009 tarihinde İzmir 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nde başladı. Haklarında 7,5 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası istenen 22 kamu emekçisi yaklaşık 6 ay tutuklu kaldıktan sonra ilk duruşmada tahliye edilmişti.
İzmir KESK davasında verilen bugün açıklanan ağır hapis cezaları sendikal harekete ve özelde KESK’e gözdağıdır.
AKP yargısı, ağır cezalar yoluyla toplumu sindirmek istemekte, kendisine muhalefet edecek tüm kesimleri cezalandırmaktan geri durmamaktadır.
Bugün için tutuklu bulunan aydın-yazar ve gazetecilerin sayısı 60′ı geçerken, 500′e yakın üniversite öğrencisi ile sayıları 4 bin 500′ü bulan BDP üyeside KCK davalarında tutukludur.
Paralel Devletlerin Savaşı – Fatih Yaşlı
29.11.2011 – 07:30
KCK operasyonlarının avukatlara kadar uzanışına tanıklık ettiğimiz şu günlerde yeni rejimin tetikçisi Vakit gazetesinde yayınlanan bir haberden söz ederek başlayalım istiyorum yazıya.
26 Kasım 2011 tarihli bu habere göre, 19 Ağustos 2011’de güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölen PKK’nın Botan sorumlusu Ali Gezer’in üzerinde Abdullah Öcalan tarafından yazılmış bir mektup bulunmuştu; mektubu iletenler ise Öcalan’ın avukatlarıydı.
Haberin, PKK eylemlerinin bizzat İmralı’nın direktifleri doğrultusunda gerçekleştiği ve bu direktiflerin PKK’ya yıllardır avukatlar aracılığıyla
iletildiği, dolayısıyla tutuklamaların meşru olduğu mesajını vermek için yap(tır)ıldığı çok açıktı.
Oysa mektup olduğu iddia edilen metin, Öcalan’ın avukatlarıyla 27 Temmuz 2011 tarihinde yaptığı görüşmenin notlarıydı ve ertesi gün de çeşitli gazetelerde ve internet sitelerinde yayınlanmıştı. Üstelik, bildiğimiz kadarıyla bu görüşmelerde Öcalan avukatlarına herhangi bir yazılı metin veremiyor, avukatlar söylenenleri dikte ediyorlardı. Ayrıca bu görüşmeler devletin gözetiminde yapılıyor, görüntü ve ses kayıt cihazlarıyla kaydediliyor, tutulan notlar da görevliler tarafından kontrol edildikten sonra avukatlara veriliyordu.
O halde operasyonların Öcalan’ın avukatlarına ve toplatılan “Öcalan’ın İmralı Günleri” kitabının da yazarı olan gazeteci Cengiz Kapmaz’a kadar uzanmasının nedeni neydi?
Bu sorunun yanıtının Bursa’daki dört yerel televizyon kanalının temsilcilerinin 24 Kasım günü Bülent Arınç’la yaptıkları röportajda saklı olduğunu söyleyebiliriz. Arınç o röportajda şöyle diyordu: “Artık İmralı- Kandil ilişkisi ortadan kalkmıştır. Talimatlar gitmemektedir ve örgütün başlarındakiler de bu konuda bir dağınıklık içindedir. Dış destek Türkiye’nin her zamankinden daha fazla yanındadır ve güvenlik güçlerimiz her zamankinden daha iyi bir noktadadır.”
Avukatların tutuklanmasının PKK ile mücadelede yürürlüğe konulan yeni konseptin bir parçası olarak gündeme geldiği anlaşılıyor. Öcalan’ın uzunca bir süredir devam eden tecrit durumunun daha da derinleştirileceğini ve Kürt hareketinin legal ve illegal bütün unsurlarına yönelik yoğun bir tutuklama dalgasının buna eşlik edeceğini tahmin edebiliyoruz. Hareketin böylelikle, koşulları AKP ve cemaat tarafından belirlenen bir barışa, “AKP-cemaat barışı”na razı olmasının hedeflendiği görülebiliyor.
Kürt hareketine dayatılmak istenenin “AKP-cemaat barışı” olduğunu söylememiz boşuna değil, çünkü KCK operasyonlarını organize eden gücün cemaat olduğuna ilişkin iddialar bizzat Kürt hareketi tarafından gündeme getiriliyor.
Tayyip Erdoğan’ın, Dersim özrünün damgasını vurduğu 24 Kasım tarihli konuşmasında gözden kaçırılan “KCK operasyonlarını destekliyorum” şeklindeki açıklaması da bu iddiaları güçlendiriyor. Erdoğan bu açıklamayı “yürütme olarak yargının ve güvenlik güçlerinin arkasındayız” anlamında yapmış olsa da, cemaatin yargı ve Emniyet içerisindeki etkinliği bilindiğine göre, verilen mesajın KCK konusunda AKP ile cemaatin tam bir uyum içerisinde çalıştıklarına yönelik olduğunu söyleyebiliriz.
Söz konusu açıklamayla, geçtiğimiz günlerde Doğu illerine yapılan Emniyet müdürü atamalarının yeni konseptin bir parçası olarak mı gerçekleştiği yoksa AKP’nin cemaate verdiği bir gözdağı mı olduğu sorusu yanıtlanırken, aynı zamanda AKP-C koalisyonunun KCK mutabakatının devam ettiğinin altı da en yetkili ağız tarafından bir kere daha çizilmiş oluyor.
Bu noktada, yazının da adını oluşturan meseleye, paralel devletlerin savaşı ile ne kastedildiğine geçebiliriz sanıyorum. 8 Şubat 2011’de bu köşede yayınlanan “Mısır: Sanıldığından da Yakın” isimli yazımda, Mısır üzerinden siyasal İslam’ın iki farklı stratejisinden söz etmiştim. Seyyid Kutub’un öncü partinin halk kitlelerini ayaklandırarak bir devrim aracılığıyla iktidara el koymasını öngören stratejisine mukabil, Hasan El Benna’nın kurduğu Müslüman Kardeşler örgütü, iktidarı kendi dayanışma ağlarını, kendi kurumlarını, kendi iktisadi aygıtlarını, bankalarını yaratarak, yani bir paralel devlet aygıtı kurarak ele geçirmeyi hedefliyordu, Müslüman Kardeşler’e göre sivil toplum alanı fethedilince devlet de buna karşı koyamayacak ve İslamileşecekti.
Geçmişten bugüne, Müslüman Kardeşler’in paralel devlet anlayışı, Türkiye de dâhil olmak üzere İslam coğrafyasındaki siyasal İslamcı hareketlerin esas stratejisi oldu. Türkiye’de, Nakşibendîliğin İskender Paşa Dergâhı kolu, yüksek bürokrasiye ve siyasete kadro yetiştirerek bu stratejinin daha elitist bir versiyonunu benimserken, Kadiriler ve Süleymancılar daha çok Diyanet İşleri Başkanlığı’nda örgütlenmeyi tercih ettiler.
Gülen cemaati ise paralel devlet stratejisini en başarılı bir şekilde hayata geçiren oluşumdu. Bir yandan devlet içerisinde kadrolaşırken, öte yandan kendi dayanışma ağlarını, medya organlarını, sağlık kurumlarını, dershanelerini, yurtlarını, okullarını ve hatta bankalarını kurmayı başardılar. Günümüzde ise paralel devlet olmaktan çıkıp bizzat devletin kendisi haline gelme eşiğindeler ve ordunun büyük ölçüde siyasi denklemin dışına çıkarılmasından sonra, bu eşiği geçmek için karşılarındaki en büyük gücün Kürt hareketi ve onun yaratmaya çalıştığı “paralel devlet” olduğunu biliyorlar.
KCK, her ne kadar Öcalan ve Karayılan tarafından ulus-devlet modelinden farklı bir model olarak nitelendirilse de, sonuçta yasaması, yürütmesi, yargısı ve silahlı gücü olan bir yönetim aygıtı projesi. Bir yandan sosyalizmin sovyetler, konseyler, meclisler, şuralar gibi geleneksel örgütlenmelerinden esinlenerek oluşturulmuş, “ikili iktidar” durumunu yaratmayı amaçlayan, öte yandan ise merkezi iktidarı talep etmemesi, otonomiye yaptığı vurgu ve ağ şeklindeki örgütsel yapısıyla Meksika’daki Zapatista hareketi ile benzerlikler taşıyan, bu nedenle de “postmodern” olarak nitelendirmemizde sakınca bulunmayan bir yapılanma.
Dolayısıyla, İslami hareketinki gibi olmasa da ortada inşa edilmek istenen bir paralel devlet, bir alternatif yönetim aygıtı var ve yaşananları paralel devletlerin savaşı olarak görmemizi gerektiren olgu işte tam da bu. KCK operasyonları, paralel devlet olmaktan çıkarak devlet haline gelme eşiğindeki cemaat ile kendi paralel yönetim aygıtını inşa etmek isteyen Kürt hareketi arasındaki savaşın şu andaki zeminini oluşturuyor.
AKP-C’nin KCK’dan paralel devlet olarak söz etmesine mukabil, Kürt hareketinin de karşısında bir paralel devlet bulunduğunun farkında olduğu görülüyor. BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Asıl paralel devlet cemaat yapılanmasıdır. Cemaat örgütlenmesinin emrinde polis, medya, yargı gücü vardır. Devlet içinde devlet haline gelmişlerdir. Cemaatlerin liderleri bellidir; seçimle iş başına gelemezler. Kimse cemaatin söylediğinin dışına çıkamaz, kimin nereye atanacağına onlar karar verir. Birileri paralel devlet arıyorsa işte budur” şeklindeki açıklaması bu farkındalığı açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Savaşın sonucunda “AKP-cemaat barışı”nın mı, uzun senelerdir sürmekte olan mücadelenin boşa gitmediğini gösterecek “onurlu bir barış”ın mı tesis edileceği sorusu ise, sadece tarafları değil, hepimizi ilgilendiriyor.
( haber.sol.org.tr )
‘İmamın ordusuna Kıbrıs’ta geçit vermeyeceğiz’
01 Aralık 2011
Cemaatin Kuzey Kıbrıs’ta Kıbrıs İlim Kültür ve Hizmet Vakfı adı altında faaliyet yürütmeye hazırlanması, adada tepkiyle karşılandı. Birleşik Kıbrıs Partisi tarafından konuyla ilgili yapılan açıklamada “İmamın ordusuna Kıbrıs’ta geçit vermeyeceğiz” denilerek mücadele çağrısı yapıldı.
Birleşik Kıbrıs Partisi, Fethullah Gülen Cemaati ve siyasi uzantısı AKP hükümetinin, dini gericiliği, Sünniliği ve islami yaşam tarzını Kıbrıs’ın kuzeyine taşımaya, laik bir toplum olan ve din konusunda mezhep ayırımı yapmayan Kıbrıs Türk toplumunu ise yok etmeye çalıştığını kaydetti.
Birleşik Kıbrıs Partisi Örgüt Sekreteri Abdullah Korkmazhan, yaptığı yazılı açıklamada, DAÜ İlkokulu, Koleji ve Kreşi’ni Doğa Koleji aracılığı ile ele geçiren, YDÜ’de İlahiyat Fakültesi açtıran ve Haspolat Meslek Lisesi bünyesine İlahiyat ve İmam hatip bölümü açtırmaya çalışan Gülen Cemaati ve siyasi uzantısı AKP hükümetinin, şimdi de Kıbrıs İlim Kültür ve Hizmet Vakfı adı altında Küçük Kaymaklı’da Cemaate merkez inşa etme peşinde olduğunu belirterek, “Türkiye’de terör estiren, aydın ve gazetecileri tutuklayarak hapse atan, barış ve demokrasiyi ayaklar altına alan İmamın ordusuna Kıbrıs’ta geçit vermeyeceğiz” dedi.
“ABD’de yaşayan ve CIA’den icazet alan Fethullah Gülen’in, Cemaatin ve siyasi uzantısı AKP hükümetinin adeta “Müritlerine” dönen Eğitim Bakanı ve işbirlikçi UBP hükümeti, Kıbrıs Türk toplumuna ihanetten farksız olan tutumlarının bedelini çok ağır ödeyecektir” diyen BKP Örgüt Sekreteri Abdullah Korkmazhan, İthal Din İşleri Dairesi Başkanı Talip Atalay’a Mersedes marka makam arabası ve Hamitköy’de villa tahsis edildiği yönünde iddiaların bulunduğunu kaydederek, işbirlikçi UBP hükümetini bu iddialar hakkında açıklama yapmaya çağırdı.
“İlahiyat Fakülteleri ve İmam Hatip Liseleri, ne toplumsal bir ihtiyaçtır ne de imam ve müezzin yetiştirme amacı taşımaktadır. İlahiyat Fakülteleri ve İmam Hatip Liseleri, Siyasal İslamın örgütlenmesi ve kadrolaşması için faaliyet yürütmektedir” diyen Abdullah Korkmazhan, “bunun en açık örneği Türkiye’de yaşanmaktadır” dedi.
“AKP hükümeti, neo-liberal sömürü sistemini ve islami yaşam tarzını dayatmalarla ülkemizde zorla hayata geçirmeye çalışmaktadır. Ülkemizi sömürgeleri, Kıbrıslıtürkleri ise “Türkleştirilmesi” ve “Müslümanlaştırılması” gereken aidiyet duygusu eksik bir toplum olarak gören bu muhavazakar sömürgeci anlayışa karşı tüm ilerici demokrasi yanlıları en geniş mücadele cephesinde bir araya gelmelidir” diyen Korkmazhan, ülkede cirit atan tarikat ve yobazların önüne geçilmesi gerektiğinin altını çizdi.
İnanç özgürlüğüne saygılı olduklarını, ancak yapılmaya çalışılanın belli bir dinin belli bir mezhebini dayatmak ve beyinleri dogmalar ve hurafeler ile doldurmak olduğunu belirten Korkmazhan, “inanç tacirleri tarafından halkın saf duygularını sömüren uygulamalar ve süregelen asimilasyon politikaları karşısında kararlılıkla durmaya devam edeceğiz” dedi.
( http://www.birgun.net )
50 kere isbirlikçi, 80 kere hurafe, 100 kere ihanet, 500 kere emperyalizm sözleri, küfür ve hakaretlerle bezenmis, tipik Stalin slogancisi, ilkel, kaba-saba,nefretle dolu bir belge. Rum irkçiliginin, neo-fasist rum gericilerinin, azgin ortodoks köktendincisi kilise isbirlikçilerinin, Milosevoçvari Rum Faso komunist partisinin parali memuralrinin, asiri sagci avrupa partileri destekli sol komedisini burada bildiri diye yayinlayarak elinize ne geçiyor? AKP’ye çaksin da, ne olursa olsun ha? Nefretle hareket eden nefrete layiktir.
Gazeteciler 1001. Günde Sokağa Çıktı…
01 Aralık 2011 Perşembe 22:36:54
Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları (ANGA), Cumhuriyet gazetesi yazarı Mustafa Balbay’ın cezaevindeki 1001. gecesinde, “1001. Gecede Masal Değil, Adalet İstiyoruz” sloganıyla meşaleli yürüyüş düzenledi.
Kalabalık grup, geçtiğimiz günlerde KCK operasyonları kapsamında tutuklanan Özgür Gündem gazetesi yazarı Cengiz Kapmaz’ın serbest bırakılmasını istedi.
Taksim Meydanı’nda toplanan Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları, “Dokunan yansada dokunacağız”, “Balbay çıkacak yine yazacak”, “Özgür basın, özgür toplum” sloganları atarak, Galatasaray Lisesi önüne kadar yürüdü.
Burada açıklamayı yapan Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Genel Sekreteri Alper Turgut, Mustafa Balbay’ın 1001 gündür cezaevinde bulunduğunu belirterek, “Cezaevlerinde şu an 70 gazeteci bulunuyor. Gazeteciler serbest bırakılmadan, memleketin üstüne çökmüş olan korku ikliminin dağıtılması mümkün değildir. Düşünmenin, düşündüğünü yazmanın suç olduğu bir ülkenin demokkratik bir ülke olduğunu söyleyemeyiz” dedi. Turgut, 26 Aralık tarihinde de Odatv davasının görüleceğini belirterek, “Bu davalar ne kadar uzatılırsa uzatılsın, kamuoyunun ilgisi ne kadar dağıtılmaya çalışılırsa çalışılsın gazetecilerin yanında olmaya devam edeceğiz” diye konuştu.
AKP hükümetinin operasyonları sonucunda tutuklanan gazetecilerin serbest bırakılması ve Mustafa Balbay’ın tutukluluğunun 1001. günü dolayısıyla gazeteciler yürüyüş düzenledi. Gündem gazetesi yazarı Cengiz Kapmaz’ın ‘bin bir gün’ tutuklanmaması için meşalelerle yürüyen gazeteciler iktidarı protesto etti.
Son KCK operasyonunda 33’ü avukat 36 krişinin tutuklandığını hatırlatan Turgut, “Bu isimlerden biri Özgür Gündem yazarı Cengiz Kapmaz’dı. Kapmaz hayatını Kürt meselesinin çözümüne adamış barıştan yana bir gazeteci. Bu durum vicdanları sızlatmaktadır. Bunu asla kabul etmiyoruz ve Kapmaz’ın derhal serbest bırakılmasını istiyoruz. Türkiye’nin buna ihtiyacı var gazeteciler serbest bırakılmadan, özgürce mesleklerini icra etmeden memleketin üstüne çökmüş olan korku ikliminin dağılması mümkün değil. Düşünmenin, düşündüğünü yazmanın suç olduğu bir ülkenin demokratik bir ülke olduğunu maalesef söyleyemeyiz. Gazeteciler serbest bırakılana kadar sokakları mesken tutacağız ve biliniz ki yansak da dokunacağız” diye konuştu.
Ardından söz alan Cumhuriyet gazetesinden Şükran Soner ise dünyadaki toplam terör tutuklusunun 4’te ikisinin Türkiye’de olduğunu hatırlatarak, toplum olarak aymak gerektiğini söyledi. Soner, basın özgür olmadan toplumun özgür olamayacağını belirtti.
Daha sonra söz alan Özgür Gündem çalışanı Bayram Balcı da, özgür basın üzerindeki baskılara dikkat çekerek, basın özgürlüğü iddiasının bir terane olduğunu söyledi. Balcı, “Son dönemde artan tutuklamalar dünden bu güne ortaya çıkan şeyler değil. Bundan tam 17 yıl önce Çiller’in emriyle gazetemiz C-4 bombalarıyla bombalandı ve bir arkadaşımız hayatını kaybetti. Bu gün de Erdoğan talimatıyla büroları basılıyor çalışanları tutuklanıyor. Ama şu bilinsin ki bombalandığı gecenin sabahı gazete yine “Bu ateş sizi de yakar” manşetiyle çıktı. Başbakan, bu ateş seni de yakacak. Balbay bin bir gündür tutuklu, öbür taraftan Azadiye Welat gazetesi sahibine 166 buçuk yıl ceza verildi. Basın özgürlüğü artık bir teraneden ibarettir. Özgür gündem anka kuşu gibi küllerinden yeniden kendini yarattı ve o ateş yanmaya devam ediyor” dedi.
(muhalefet.org)
Dersimiz Said-i Nursi
02 Aralık 2011
ÜNAL ÖZMEN
Said Nursi’nin Kuran tefsiri ile ayetlere getirmiş olduğu kişisel yorumlarından oluşan ve adına Risale-i Nur denen öğretileri okullardaki derslerde kullanılmaya başlandı
Sünni İslam gruplardan Nur cemaatinin manifestosu olarak bilinen dini görüşler, öğrencilere, Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü’nde ders konularını anlatmak üzere hazırlanan filmler aracılığı ile ulaştırılıyor.
Risalelerin, Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğünde eğitim amaçlı olarak hazırlanan film ve internet gösterimlerine nasıl yerleştirildiğini aynı kurumun televizyon bölümünde eğitim filimleri çekimi yapan İbrahim Demirkan anlattı. Demirkan, Said Nursi’nin “Risale-i Nur birgün mekteplerde okutulacak” temennisinin kendisi tarafından gerçekleştirildiğini belirttiği konuşmasında, Risalelerin ders kitaplarına da girmesi gerektiğinin altını çizerken bunun yakında gerçekleşeceğini belirtiyor.
MEB görevlisi, İstanbul İlim ve Kültür Vakfında (İİKV)yaptığı konuşmada, Alevilikle ilgili filmler de yapacaklarını belirerek cemaatlerin bu konuya el atmasını istiyor. Konuşmada şu an Türkiye’de buna karşı çıkacak gücün bulunmadığını vurgulayarak bunun için sendikaların milli eğitimi tavsiyeye zorlamaları gerektiğini özellikle belirtiliyor.
KARŞIMIZA ÇIKACAK GÜÇ YOK!
MEB görevlisi, itiraflarını ve görüşlerini İstanbul İlim ve Kültür Vakfının (İİKV) 29 Haziran 2011’de düzenlediği 1. Türkiye Akademisyenler Konferansı “Bediüzzaman Ne Yapmak İstemiştir” sempozyumuna sunduğu “Risale-İ Nur’da Görsellik ve Sinema” konulu tebliğde dile getirdi. Şu an MEB internet sitesinde de yayınlandığını belirttiği risalelerin hangi yöntemlerle öğrencilere aktarıldığının kamera önünde anlatılan kısmı şöyle:
“Filmler okullara gönderildi, lisenin on bölüm senaryosunu ve programını biz yaptık, Ragıp Güç’le beraber. Orda Risale-i Nur’dan cümleler var. Nasıl var, mesela Ankara ilahiyattan bir profesör diyor ki işte, Peygamberimiz niçin önemlidir, din niçin önemlidir? Profosörün sözü duruyo orada, üstadın sözü geliyo ekrandan. Can Atilla var ben ona orijinal görüngülük yaptırdım, oradan üstadın sözü akıyo. İşte böyle; mesela ibadetle ilgili bir tanım yapıyo; çok alakalı olmasa da hocanın sözü bitince hemen o görüntü donuyo ve üstadın, ibadetin tanımını, ama sadeleşmiş biçimde yapıyo. Yalnız ben hayatıma baktığımda üstat hazretlerinin birgün mekteplerde okutulacak Risale-i Nur temennisini; inşallah yakın zamanda gerçekleşecek, görsellik anlamında bunun girişini yaptığımı düşünüyorum. Kendi başıma, kendi imkânlarımla Allah’ın lütfu ve ihsanıyla. Ama inşallah cemaatte… Alevilik konusu olacak, Alevilikle ilgili biz videolar da yapacağız; eğitim filimleri… Cemaate, işte sendikalara söylüyoruz, Risale-i Nur’u özellikle Alevilikle ilgili bahisleri okuma parçası olarak resmen milli eğitimin tavsiye etmesini sağlamalarını istiyoruz. Şu an Türkiye’de buna karşı çıkacak güç vesaire de yok!
SENARYOLAR CEMAATE YAZDIRILIYOR
İİKV’yi bir dost meclisi olarak gördüğünü belirten MEB görevlisi, bağlı bulunduğu TV bölümü şube müdürü Mustafa Yavuz’la birlikte dini cemaatleri, okullara gönderilecek eğitim filmlerinin senaryolarını yazmaya teşvik etmişler. Konuşmasının bir yerinde “Biz milli eğitime film yöneteceğiz, senaryo yazın bize, projeniz varsa getirin bize” diyerek İslami hassasiyeti olan herkese mail attıklarını açıkça söylemekten çekinmiyor.
‘GÖRSEL SANATLAR İHMAL EDİLMEMELİ’
MEB yetkilisi “Sinemanın mantığını ve mantalitesini yakalamamızda birçok veri sunuyor bize. Risale-i Nur, sinematografik olarak bizlerin bir şeyler anlamasını en çok isteyen kitaplar” olduğu görüşünde. Fakat buna rağmen cemaatlerin görsel sanatları ihmal etmesinden de yakınıyor. Cemaatlerin öğrencilere burs vererek hayır işlerine katıldığını fakat sinemaya yatırım yapmamasının sonucu olarak “Yolcu” belgeselini Marksist Leninist adamların çektiğini belirterek cemaatlere sitem de ediyor.
ADI YENİ, KAFA ESKİ
Teşkilat yasasında yapılan son değişiklikle adına “Yenilik” eklenen Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğünün, ancak iletişim alanında akademik eğitim almış bir uzmanın gerçekleştirebileceği bu çalışmaları ilahiyat mezunu bir din dersi öğretmeni ile yapmaya çalışması ise ayrıca düşünülmesi gereken konulardan biri…
İstanbul İlim ve Kültür Vakfı:(İİKV), Gayesi “Milli, ahlaki, dini ve tarihi esaslara bağlı kalarak ilmin ve ilmi çalışmanın yaygınlaşmasını, fertlerin bu esaslara göre yetişip şahsiyet kazanmasını sağlamak.” olan İstanbul merkezli bir vakıf.
Risale-i Nur: Said Nursi’nin Kuran tefsiri ve ayetlere getirmiş olduğu kişisel yorumlarının tümüne verilen addır. Said Nursi’nin Kuran yorumuna ve öğretilerine bağlı olan Sünni İslam grubuna ise Nurcular denmektedir. Nur Cemaati, İslami esaslara (şeriat) dayalı bir devlet düzenini savunmaktadır.
Kim kimdir?
İbrahim Demirkan, din dersi öğretmeni iken MEB’e bağlı Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğünün televizyon bölümünde üç yıl önce göreve başlamış. Bu sürede kurumun ona eğitim amaçlı filmler çekme dışında verdiği bazı görevler şöyle: e-Eğitim ve e-Portal şubesinde video-ses-fotoğraf üretim grubu koordinatörlüğü, Açık Öğretim Lisesinde rehberlik, e-dergi ve tanıtım filmleri hazırlama, Müzik Portalı kurulması ve İntel firmasının Türkiye ayağı olan ‘Sayısal Dünyana Beni Dahil Et’ çalışmalarının komisyon başkanlığı, 2009 “E-Biko Uluslararası Bilişim Olimpiyatları” ve MEB-Oracle firması ortaklığında düzenlenen 2009 “ThinkQuest proje yarışması”nda jüri üyeliği, hizmetçi eğitimlerde eğitmenlik ve akademik sempozyumlara bildiriler sunmak.
( http://www.birgun.net )
‘İleri engizisyon’ – Kadir Cangızbay
03 Aralık 2011
İnsanın midesi bulanıyor: Suriye’ye demokrasi ve özgürlük getireceklermiş, kadınları araba kullandı diye kırbaçlayan insan altı yaratıklarla birlikte; tabiî, süper haydutun direktifiyle, onun bölgedeki kalıcı kahyası olma hevesiyle.
AKP’nin kendisi de ‘insan’ nosyonunun çok uzağında; insanları ancak dinleri, mezhepleri, kabileleri, cinsiyetleri temelinde algılayıp değerlendiriyorlar; yani ‘insan’ kendi başına bir değer değil gözlerinde: Referansları insan-dışından. Her fırsatta tekrarlamıyor mu ki başbakan, “yaratılanı severiz, yaratandan ötürü” diye, şecaat arzederken sirkatin söylemek misali: Sevgisini ‘yaratan’a endeksleyen, aslında, işine/vakti geldiğinde ben yaratılanı döverim, hatta katlederim de yine ‘yaratandan ötürü’ deme vizesi çıkartmaktadır kendisine ya da ‘ılımlı dinci’ ile ‘dinci terörist’ aynı bir fotografın negatifiyle pozitifi kadar birbirlerine yakındır. tehlikelidirler.
Kendi halkına silah doğrultan bir rejim karşısında sessiz kalamazlarmış, sanki Esad sülalesi ilk defa katil oluyormuş gibi; kendi halkını yüz binlerle katleden Sudanlı katili “Müslüman soykırım yapmaz” diyerek aklayıp bağrına basan kendileri değilmiş gibi; ama, en önemlisi, öldürülen PKK’lı/PKK’lı diye öldürülenler 30-40 bini bulmuşken, bunu da yeterli bulmayıp eski ordu yetersizdi, şimdi artık biz daha fazlasını öldüreceğiz diyen, bu yolda kendi lejyoner ordusunu kurmaya koyulan kendileri değilmiş gibi.
Kendileri, terörle mücadele etmektedirler; ama, kendi halkını öldürüp de “onlar zaten teröristti” demeyen despot gördünüz mü? ‘Terörle mücadele’, artık tam tamına bir Engizisyon’dur: Engizisyon, insanları somut fiilleri üzerinden değil, ruhlarını şeytana satıp satmadıklarına göre yargılar ve de şeytan, hiçbir zaman tek başına kendisi olarak değil, daima başka bir kılıkta, hatta bazen melek görünümü altında aramızda dolaşır, sabit bir yeri/mekanı olmadığı için de her yerde olabilir; tıpkı masum görünümlü ‘parasız eğitim’ pankartı arkasına gizlenmiş ‘terör örgütü’ gibi. Ayrıca iyi besili liberal demokratların geliştirdiği ‘ileri engizisyon’ kuramına göre, kişi ruhunu şeytana satmış olmasa bile, şeytan çaktırmadan onun ruhuna sızmış da olabilir; mesela Ergenekon, öyle bir terör örgütüdür ki, üyesi olup da üye olduğunu bilmeyenler vardır; ama, neyse ki ülkemizde artık bir Taraf ve tarafgil taifesi vardır ve işte bu burnu hassas kahramanlar ‘bilmeden üye’ teröristleri bulup ortaya çıkartırlar.
Bugün Türkiye’de tam bir devlet terörü uygulanmaktadır: İnsanlar, o güne kadar suç addedilmeyen, hatta -Öcalan’ın avukatlarının ‘kuriye’likleri konusunda olduğu gibi- doğrudan doğruya devletin telkin, teşvik ve müzaheretiyle gerçekleştiregeldikleri fiillerden dolayı birden bire suçlu durumuna düşürülüp tutuklanmakta, her türlü maddî ve manevî zulme uğratılmaktadır. Bu her şeyden önce, devletin haydutlaşmasıdır; kendi vatandaşını rehin alıp, pazarlıkta elini güçlendirecek bir koz olarak kullanmaya tevessül etmesidir. Ancak çok daha önemlisi, bu tür uygulamalar toplumun tümünü sindirip esir almanın en klasik, o ölçüde de en gayri ahlakî yoludur; hukuktaki terimiyle ‘makable şamil’ (retroaktif, geriye yürüyüşlü) düzenleme yapma, yasa çıkartmaya mümasildir; ki, bu açıdan da en evrenselinden bir hukuk ihlalidir.
Makable şamil düzenleme ve uygulamalar, tam tamına bir terorizmdir; zira, dün suç olmayan fiilinden dolayı bugün insanın başına bela geliyorsa, bugün suç olmayan bir fiilinden dolayı da yarın başına pekala bir bela gelebilecek demektir; ki, hangi fiilinin yarın suç addedileceğini bugünden bilmesine imkan olmadığına göre de, insanlar bu durumda hiçbir şey yapmamaya, daha doğrusu hiç yokmuş, ölüymüş gibi yapmaya yönelecek, söyleyeceğini söyleyemez, yazacağını yazamaz, öğreteceğini öğretemez, kısacası bir toplumsal özne olarak tümüyle mefluç hâle gelmiş olacaklardır; ama, AKP iktidarının hedeflediği de zaten tam tamına budur. ‘Makable şamil’ terörüne ilaveten, insanların neden dolayı ve hangi suç delillerine dayanarak tutuklandıklarını çok uzun süre öğrenememesi, kendilerine uygulanabilecek en büyük zulüm olmanın ötesinde, kendileri dışında kalanları yıldırıp sindirmenin en etkili yoludur da.
AKP iktidarı bilmelidir ki, ‘terörle mücadele’ terörünü uygulamada her ne kadar fevkalade başarılı olsa da, sivil/silahsız siyaseti engellemek ne kelime, en zalimane şekilde cezalandırmakla, bununla da yetinmeyip silahlı güce sahip olan ve/veya silahlara hükmedebileceğini düşündüklerini muhatap almışlığı ve muhatap alacağını göstermekle, aslında silahlı siyaseti ve siyaset için silahlanmayı teşvik etmiş, dolayısıyla çatışma ortamını kalıcılaştırırken dökülen kanın da baş sorumlusu hâline gelmiş olmaktadır.
Vakıa, her şerde bir hayır da vardır: Akan kanın durmaması, tabiî ki, kanı dökülenler açısından kötü bir şeydir; ancak piyasa toplumcusu hükümetimiz için, ‘bedelli’yi istediği fiyata pazarlayıp hazineye anlamlı ve kalıcı bir gelir kaynağı yaratmak açısından nesnel bir fırsat oluşturduğu da açıktır.
( http://www.birgun.net )
Coalition des fonctionnaires (FR). AB’nin tüm ülkelerinde suç olan bir eylemin adi.
Devlet memurlariyla birlikte ülkenin siyasal yönelimini etkilemek amaciyla kanunlarda verilmemis yetkileri kullanarak planlamalar yapmak, uygulama safhasina geçmemis olsalar bile suçtur. Her ülkede. Generallerin dokunulmazligi bulunan (Ask. Iç Hiz. Kn md. 35) Kemalist Türkiye hariç. Ama simdi onlara da dokunuluyor, usaklarina da dokunuluyor, dokunulacak.
Sadece darbe yapmanin babalarindan onlara kalmis bir hak oldugunu sanan Kemalist hanedan ve onlarin solcu valeleri bunu anlamamak için beyinlerini generallere sildirmisler.
Bir daha altini çiziyorum. Darbe olmasini istemek, bu konuda fikirlerini kitaba dökmek, yayin yapmak vs. suç degildir. Hatta Balbay mesela kendisi gibi gazeteci olan Ümit Zileli ile planlamalar da yapsaydi bu da suç olmayacakti. Ama isin içine generaller girince suç oluyor. Iste bu yüzden Ümit Zileli disarda, Balbay içerde. Zileli generallerin davetine uymadi, karargaha gitmedi, Balbay gitti, yandi, normaldir.
Not: Darbe çagrisini kitleleri ayaklandiracak sekilde, halkta panik yaratacak ve ani ayaklanmalar ve siddet doguracak biçimde ajitasyonla yapmak da suçtur. Biline
“Kurtuluş Yok Tek Başına ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz”
03 Aralık 2011 Cumartesi 14:13:30
Emek ve Demokrasi Güçleri’nin çağrısı ile 40 kentte gerçekleştirilen yürüyüş ve eylemlerde “Baskılara ve Tutuklamalara karşı Özgürlük ve Adalet” talebi haykırıldı.
ANKARA
Ankara’da Kolej Kavşaktan Sakarya Meydanına yapılan yürüyüşle başlayan eyleme yüzlerce kişi katıldı. Eylemde ilk sözü alan TMMOB Başkanı Mehmet Soğancı, “AKP faşizmine karşı direniş çağrısı yaptı.
Emek ve Demokrasi Güçleri adına ortak açıklamayı DİSK Genel Başkan Vekili Tayfun Görgün yaptı. Görgün açıklamada, “Seçilmişler, üniversite öğretim görevlileri, Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi muhalif gazeteciler, siyasi parti temsilcileri, demokratik kitle örgütü temsilcileri, gençler, AKP’li olmayan belediyeler AKP’nin hedef tahtasında. Tutukluluk cezaya dönüştürülmüş durumda. AKP, hem tutukluyor hem de savunma hakkından yoksun bırakıyor. Darbe dönemlerinde bile şahit olmadığımız şekilde onlarca avukat aynı gün gözaltına alındı, 33’ü tutuklandı.” diyerek herkezi bu baskı ve tutuklamalara karşı yanyana olmaya karşı durmaya çağırdı.
KESK, DİSK, TMMOB ve TTB’nin çağrısı ile gerçekleşen eyleme ÖDP ve TKP kitlesel olarak katılırken HDK bileşenleri ortak bir şekilde katıldı. Ayrıca eyleme Halkevi, EHP ve ODAK okurları da katıldı.
ÖDP eyleme Menekşe Sokaktan başlattığı bir yürüyüşle katıldı.
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş, BDP İstanbul Milletvekili Sırrı Süreya Önder ve CHP İstanbul Milletvekili Süleyman Çelebi de yürüyüş kortejinde yer aldı.
İSTANBUL
KESK, DİSK, TMMOB ve TTB temsilcileri ile çok sayıda siyasi parti, demokratik kitle örgütünün destek verdiği eylem Taksim Tramvay Durağı’nda başladı. Taksim Tramvay Durağı’nda bir araya gelen yüzlerce eylemci buradan Galatasaray Meydanı’na yürüdü.
Yürüyüşte, ‘toplumla mücadele yasası kaldırılsın’ ‘tutsaklar onurumuzdur’, ‘biji beratiya gelan’ sloganları atılıp, ‘özgürlük ve adalet istiyoruz’, ‘tetikçi AKP Suriye’den defol’, ‘gazetecileri özgür bırak’, ‘padişah Mecliste öğrenciler hapiste’ dövizleri taşındı. Galatasaray Meydanı’na gelindiğinde protestocu eylemciler adına KESK Genel Başkanı Lamiz Özgen, “AKJP’nin ileri demokreasi balonu ve yalanı orta yerde patladı” diyerek bir açıklama yaptı. KESK Genel Başkanı yaptığı açıklamada, AKP için demokrasi kıstasının AKP’li olmaya ve AKP politikalarını kayıtsız şartsız desteklemeye dayalı olduğunu belirtti. Özgen, “AKP’ye göre en tehlikeli iş ise AKP karşıtlığıdır. En tehlikeli düşünce AKP’yi eleştirmektir. VE AKP için ‘bombadan bile tehlikel’ olan şey, politikalarını eleştiren yazılar, kitaplardır. Bu yüzden AKP, muahlif olan herkesi hedef alıyor, düşman görüyor” dedi.
KESK Genel Başkanı Lami Özgen, AKP eliyle ülkede oluşturulan baskıya dayalı gelişmeleri anlatarak, ülkenin devrimci demokratik bir dönüşüme ihtiyaç olduğuna işaret etti. Özgen, “Bu dönüşümü emekten, demokrasiden, özgürlükten, ve barıştan yana olan güçler gerçekleştirecektir. Bu dönüşümü emek ve demokrasi mücadelesinin zor olduğunu bilen bizler gerçekleştireceğiz” dedi. KESK Genel Başkanı Lami Özgen, açıklamasının sonuna şu notları düştü: “Bu nedenle diyoruz ki; Özel Yetkili Mahkemeler ve Terörle Mücadele Kanunu kaldırılmalıdır. Gözlatı operasyonları durudurulmalıdır. Hukuka aykırı tutuklamalar derhal serbest bırakılmalıdır. Taleplerimiz dikkate alınmazsa, okulda, sırada, içeride, dışarıda, fabrikada ve her yerde direnişi yükselteceğiz. Ya onlar ülkeyi cehenneme çevirecek ya da bizler geleceğimize sahip çıkarak eşit, özgür, adil ve barış içinde bir ülkeyi kuracağız”
ADANA
5 Ocak Meydanı’nda buluşan emekçiler, yaptıkları yürüyüşün ardından gerçekleştirdikleri basın açıklamasında AKP’nin ileri demokrasi balonunun söndüğünü belirtilerek gazetecilerin, sendikacıların, Kürt siyasetçilerinin, akademisyenlerin, öğrencilerin ve haklarına sahip çıkanların tutuklandığı ifade edildi. Açıklamada tutuklananların serbest bırakılması, özel yetkili mahkemelerin ve Terörle Mücadele Kanunu’nun kaldırılması talep edildi.
MERSİN
Mersin Eğitim-Sen önünde buluşan Emek ve Demokrasi güçleri, yürüyüşün ardından gerçekleştirdikleri basın açıklamasında AKP’nin ileri demokrasi balonunun söndüğünü belirterek gazetecilerin, sendikacıların, Kürt siyasetçilerinin, akademisyenlerin, öğrencilerin ve haklarına sahip çıkanların tutuklandığı ifade edildi. Açıklamada tutuklananların serbest bırakılması, özel yetkili mahkemelerin ve Terörle Mücadele Kanunu’nun kaldırılması talep edildi.
ESKİŞEHİR
KESK, DİSK, TTB ve TMMOB öncülüğünde bir araya gelen siyasi partiler, sendikalar, meslek odaları ve demokratik kitle örgütleri baskılara ve tutuklamalara karşı adalet ve özgürlük talebiyle tüm kentlerde olduğu gibi Eskişehir’de de sokağa çıktı.
Saat 13.00‘te İl Sağlık Müdürlüğü önünde toplanan Eskişehir Emek ve Demokrasi Güçleri ellerinde AKP faşizmini protesto eden dövizleri ve attıkları sloganlar eşliğinde Hamamyolu saat kulesi meydanına kadar bir yürüyüş gerçekleştirdiler. Yürüyüş sırasında şu sloganlar atıldı: “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar, bizi yıldıramaz!”; “Yaşasın demokrasi mücadelemiz!”; “Faşizme karşı omuz omuza!”; “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz!”; “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek!”; “Zam, zulüm, işkence işte AKP!”; “Direne direne kazanacağız!”; “Gözaltılar durdurulsun!”; “Her yer hopa, her yer direniş”; “İnadına özgürlük inadına adalet”; “Dokunan yansa da dokunacağız”; “Bizi de alın, memleket kurtulsun”; “Lokumcunun katili, AKP nin polisi”; “İmamın ordusu, halkın düşmanı”; “Karanlığa karşı, özgür, demokratik Türkiye”
Saat kulesi meydanında Eskişehir Emek ve Demokrasi Güçleri adına KESK Şubeler Platformu Dönem Sözcüsü Tarım Orkam Sen Eskişehir İl Temsilcisi Habip ALTINPULLUK gözaltıları, tutuklamaları ve AKP faşizmini protesto eden bir basın açıklaması yaptı.
TÜM TÜRKİYE’DE OKUNANA ORTAK BASIN AÇIKLAMASI METNİ
AKP’nin “ileri demokrasi” balonu ve yalanı orta yerde patladı. Bırakalım “ileri”sini, en geri demokrasilerde bile olmayan uygulamalar günlük yaşamımızın bir parçası haline geldi. AKP için demokrasinin kıstası AKP’li olmak, AKP politikalarını kayıtsız şartsız desteklemektir. AKP’ye göre en tehlikeli iş ise AKP karşıtlığıdır. En tehlikeli düşünce AKP’yi eleştirmektir. Ve AKP için “bombadan bile tehlikeli” olan şey, politikalarını eleştiren yazılar, kitaplardır. Bu yüzden AKP, muhalif olan herkesi hedef alıyor, düşman görüyor.
Türkiye bir açık hava cezaevine dönüşüyor. Her yeni güne tutuklama haberleriyle başlıyoruz. İnsanca yaşamak isteyen işçiler, suyunu ve toprağını korumak isteyen köylüler, parasız eğitim isteyen öğrenciler, ülkemizde füze kalkanı istemeyenler, gerçeğin peşindeki gazeteciler, adalet arayan avukatlar yani haklarını arayan herkes tutuklanıyor. Tutuklamalar, seçilmiş milletvekillerine ve belediye başkanlarına kadar uzanıyor. AKP hükümetini eleştiren, AKP politikalarına karşı çıkan herkes tutuklanma endişesi yaşıyor.
İlk kez Hitler Almanya’sında duyduğumuz “eş zamanlı operasyonlar” büyük başarı olarak sunuluyor. AKP yargısı adalet dağıtmıyor, korku salıyor. Özel yetkili savcı ve yargıçlar “özel konumlar” elde etme adına hukuk ilkelerini ayaklar altına alıyor.
“Sıra ne zaman bana gelecek” korkusuyla düşünemez, talep edemez, hareket edemez hale getirilmek isteniyoruz. Emperyalizmin jandarmalığı karşılığında satılan “İleri teknoloji” ile her yerde ve anda kontrol altında tutulmak isteniyoruz. Toplum “AKP karşıtı” ya da “yandaş” olarak fişleniyor.
Yıllarca kadrolaşma politikaları sonucu devlet AKP’lileşti. AKP’li olmayan demokratik kurum ve kuruluşlar, hatta kişiler topyekûn bir saldırı ve baskı dalgasıyla karşı karşıyadır. Yıllarca alanlarda “Susma, sustukça sıra sana gelecek” diye haykırdık! Maalesef öngörümüz gerçekleşti. Bu gidişat durdurulmazsa sıra herkese gelecek!
Çünkü faşist yönelim kurumsallaşıyor. Toplumsal muhalefet önce tehditle, soruşturmalarla, sürgünlerle, copla, biber gazıyla terbiye edilmeye çalışılıyor. Bu yetmeyince her an, herkesi içine alabilecek şekilde toplu gözaltı ve tutuklama ile bitirilmek isteniyor.
Derelerine, çayına sahip çıkan onurlu Hopa halkı, parasız eğitim isteyen, devrimci önderlerin anmasına katılan gençler bu saldırılardan nasibini aldı.
Seçilmişler, üniversite öğretim görevlileri, Nedim Şener ve Ahmet Şık gibi muhalif gazeteciler, siyasi parti temsilcileri, demokratik kitle örgütü temsilcileri, gençler, AKP’li olmayan belediyeler AKP’nin hedef tahtasında. Tutukluluk cezaya dönüştürülmüş durumda. AKP, hem tutukluyor hem de savunma hakkından yoksun bırakıyor. Darbe dönemlerinde bile şahit olmadığımız şekilde onlarca avukat aynı gün gözaltına alındı, 33’ü tutuklandı.
KESK Genel Başkanı, eski Genel Sekreteri, eski Kadın Sekreteri, EĞİTİM SEN eski ve yeni Kadın Sekreterleri, üç Genel Meclis üyesinin de aralarında bulunduğu 25 KESK’li Sendikal faaliyetleri nedeniyle 6’şar yıl 3’er ay ceza ile cezalandırıldılar. Halen 33 KESK’li çeşitli cezaevlerinde tutukludur. İnsan haklarına aykırı şekilde mahkum muayenesine karşı çıktıkları için, çevre kirliliği konusunda halkı bilgilendirdikleri için, Sağlık Bakanlığı politikalarına karşı çıktıkları için doktorlarımız cezalandırıldı.
Tutuklama furyasında bir adım da İzmir’de atıldı. Sendikal faaliyet sürdüren ve taşeron uygulamasına karşı güvenli iş, güvenli gelecek mücadelesi veren DİSK/Genel-İş Sendikası şube yöneticileri Cafer Konca, Memiş Sarı, Yakup Yıldırım, işyeri temsilcileri Necip Binici, Cafer Alt ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bazı çalışanları ve yöneticileri tutuklandı.
AKP’nin operasyonlarına meşruiyet kazandırmak için ortaya çıkardığı yeni “öcü” KCK oldu! Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünü isteyen herkes “KCK’lidir” iddiasıyla tutuklanma tehlikesiyle karşı karşıya. Bunun en son örneği Prof. Büşra Ersanlı, yazar Ragıp Zarakoğlu ve Deniz Zarakoğlu, KESK eski Genel Sekreteri Mustafa Avcı’dır.
Askeri ve sıkıyönetim Mahkemelerinin yerine kurulan DGM’ler eskilerini arattı. DGM’lerin yerine kurulan Ağır Ceza ve Özel Yetkili Mahkemeler ise DGM’lere rahmet okutur durumda. Başbakan ne zaman birilerini hedef yaparsa hemen ertesinde özel yetkili mahkemeler ve savcılar harekete geçiyor. Daha operasyon yapılmadan yalaka medyada operasyon bilgileri yer alıyor, kişiler hedef gösteriliyor. Avukatların bile görmediği, görmesi yasaklanan dosyalar yalaka medyada sayfa sayfa yayınlanıyor. Hiçbir dönem olmadığı kadar yargı siyasi iktidarın yönlendirmesi ve etkisi altında. Hükümet aleyhine en ufak bir soruşturma açan savcı ya da hakimler ya görevden alınıyor, ya da görev yerleri değiştiriliyor. Hükümetin politikalarına uygun hareket edenler ise terfi ettirilerek ödüllendiriliyor. Tuzun koktuğu yer tam da yargının şu an içinde bulunduğu durumdur.
Cezaevleri tıka basa doldu. Başbakan yeni okulların, hastanelerin, yolların yapılacağı ya da insanca yaşayacak ücret müjdesi değil yeni cezaevi yapma müjdesi veriyor!
Artık yeter diyoruz. Bu gidişata son verilmelidir. Onlar son vermese bizler son vereceğiz.
Ülkemizde devrimci bir dönüşüme ihtiyaç olduğu açıktır. Bu dönüşümü emekten, demokrasiden, özgürlükten ve barıştan yana olan güçler gerçekleştirecektir. Bu dönüşümü emek ve demokrasi mücadelesinin zor olduğunu bilen bizler gerçekleştireceğiz.
Bu nedenle diyoruz ki;
Özel Yetkili Mahkemeler ve Terörle Mücadele Yasası kaldırılmalıdır!
Gözaltı operasyonları durdurulmalıdır!
Hukuka aykırı tutuklananlar derhal serbest bırakılmalıdır!
Taleplerimiz dikkate alınmaz, gereği yapılmazsa okulda, sırada, içeride, dışarıda, fabrikada, işyerlerinde, her yerde direnişi yükselteceğiz. Ya onlar ülkeyi cehenneme çevirecek ya da bizler geleceğimize sahip çıkarak eşit, özgür, adil ve barış içinde bir ülkeyi kuracağız…
KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA, YA HEP BERABER YA HİÇBİRİMİZ!
EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİ
( muhalefet.org )
Günün Gözaltı ve Tutuklama Bilançosu…
06 Aralık 2011 Salı 15:29:37
Artık neredeyse günlük bir rutin haline gelen ev baskınları, gözaltı ve tutuklamaların bugünkü dökümünde Devrimci Karargah, KCK ve Ergenekon operasyonları, öğrenci tutuklaması ile Vicdani retçi Halil Savda var.
Kocaeli’nde 2 öğrenci tutuklandı
Kocaeli’nde, füze kalkanını protesto eylemi sırasında avukatlık bürosunu bir süre işgal edip camına füze kalkanına karşı pankart asan iki öğrenci tutuklandı.
Liselilerin, Sabri Yalım Parkı’nda çadır kurup “Füze kalkanına hayır, demokratik lise istiyoruz” adlı çalışması polis ve zabıtanın sert müdahalesiyle karşılaşmıştı. Öğrencilere destek olmak için Av. Hurşit Berk’e ait büroyu işgal ederek füze kalkanına karşı pankart açan Meral Dönmez (24) ve Gülşah Işıklı (24) savcılık sorgusu ardından sevk edildikleri mahkemede tutuklanarak Kandıra F Tipi Cezaevi’ne konuldu.
Vicdani Retçi Savda Gözaltında
Londra’ya gitmek üzereyken havaalanında gözaltına alınan vicdani retçi Halil Savda’nın “halkı askerlikten soğutma” nedeniyle kesinleşmiş cezasından dolayı gözaltına alındığı ifade edildi.
Halil Savda’nın havaalanından Bakırköy Adliyesi’ne çıkarılması bekleniyor.
İtalyan avukat Salerni sınır dışı edildi
Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülecek olan KCK davasına katılımcı olarak gelen, Abdullah Öcalan’ın avukatlarından İtalyan avukat Artura Salerni sınır dışı edildi.
Yüksekova’da bir kişi gözaltına alındı
Hakkari’nin Yüksekova ilçesi’nde yapılan ev baskınlarında Tarkan Çamlı isimli kişi gözaltına alındı.
Yüksekova’da dün gece bir eve yapılan baskında Tarkan Çamlı isimli kişi gözaltına alındı. Çamlı’nın polisin elinde kaçtığı, daha sonra tekrar yakalandığı iddia edildi. Yüksekova Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen Çamlı’nın kaba dayağa maruz kaldığı ve hastaneye kaldırılarak tedavi altına alındığı iddia edildi.
Tarkan Çamlı, daha önce polis tarafından kendisine kötü muamele edildiği ve ajanlık dayatıldığı gerekçesiyle Yüksekova Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştu.
Devrimci Karargah Operasyonu; 13 gözaltı…
Terörle Mücadele Şubesi polisleri tarafından sabah saatlerinde eş zamanlı olarak İstanbul ve Antalya’da birçok eve yapılan baskınlarda 13 kişi gözaltına alındı. Operasyon kapsamında Antalya’da gözaltına alının bir kişinin İstanbul’a getirildiği öğrenildi.
Türkiye Gerçeği Dergisi editörü ve HDK delegesi Mehmet Güneş, İstanbul’da gerçekleştirilen operasyonlar kapsamında gözaltına alındı.
Ergenekon Operasyonu sürüyor…
Operasyon kapsamında Aydınlık gazetesi Genel Müdürü Mehmet Sabuncu, İşçi Partisi MKK Üyesi Zafer Şen ve emekli askeri hakim Bahadır Berk gözaltına alındı.
Aydınlık Gazetesi’ne Ergenekon soruşturması kapsamında operasyon düzenlenerek arama yapıldı.
(muhalefet.org)
Savcılık Halkevleri’nin kapatılmasını istedi!
08.12.2011 – 16:28
Ankara Hopa Davası’nın özel yetkili savcısı Hakan Yüksel, iddianameye ek olarak Halkevleri hakkında, “Silahlı terör örgütü güdümünde faaliyet yürütmek” suçlamasıyla kapatılması talebinde bulundu. Başkan İlknur Birol hakkında da 3 yıla kadar hapis cezası isteniyor.
Artvin Hopa’da Tayyip Erdoğan’ın miting ziyaretinde polis müdahalesiyle yaşamını yitiren Metin Lokumcu’nun öldürülmesine tepki göstermek için Ankara’da eylem yaptıkları gerekçesiyle 22’si tutuklu 28 kişinin yargılandığı Hopa Davası yarın başlıyor. Halkevleri’nin de birçok üyesinin tutuklu olduğu davanın iddianamesini hazırlayan özel yetkili savcı Hakan Yüksel, derneğin “silahlı terör örgütü güdümünde faaliyet gösterdiği” iddiasıyla kapatılmasını ve Halkevleri Başkanı İlknur Birol’un 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmasını istedi.
Gerekçe: Emniyetten gelen dosyalar
Puşi, çizgi film, şemsiye, kitap, el megafonundan delil yaratarak hazırladığı iddianamede 28 kişi hakkında, “silahlı terör örgütüne üyelik” suçlamasıyla 42 yıla kadar hapis isteminde bulunan özel yetkili savcı Hakan Yüksel’in talebiyle Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği’nin Halkevleri hakkında bulunduğu suç duyurusuna yine tuhaf gerekçeler konu oluyor. Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği tarafından Halkevleri’ni “terör faaliyeti” olarak gösteren suç duyurusuna, “Emniyet tarafından imzasız, sicilsiz ‘gizli’ ibareli ‘Halkevleri-2011’ isimli dosyada yer alan ‘Halkevleri Bilgi Notu’ ve ‘Halkevleri Faaliyetleri’ bölümünde yer alan yazılı değerlendirmeler” neden gösteriliyor. Özel yetkili savcılık, bahsi geçen suçlamayla Halkevlerinin kapatılmasını ve Başkan İlknur Birol’un da “Dernekler Kanunu’na muhalefet” suçlamasıyla 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle yargılamasını talep ediyor. İstem üzerine derneklerle ilgili kapatma davalarına bakan Ankara Basın Savcılığı da Halkevleri hakkında soruşturma başlatıyor.
Birol: AKP’nin gerçek yüzünü gösteriyor
Suç duyurusuna ilişkin Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol, soL’a konuştu. Davanın açılıp açılmayacağı hakkında kendilerine henüz bir sonucun ulaşmadığını belirten Birol, “AKP’nin, Halkevlerinin kapatılmasına ilişkin niyeti altı tane seçim mitinginde de bizleri doğrudan hedef göstermesinden bellidir. Devletin mesajını alan ilgili birimler de AKP’nin yönetimine uygun davranmakta beis görmüyorlar. Bu da Halkevlerini kapatmakla tehdit eden AKP iktidarının gerçek yüzünü gösteren tutumlardan biridir” dedi.
“Tarihin içinde suç arıyorlar”
Halkevleri’nin 79 yıllık tarihinde Adnan Menderes ve askeri darbeler döneminde kapatıldığını hatırlatan Birol, “79 yıl boyunca Menderes ve askeri darbeler döneminde kapatıldık. Her seferinde ayağa dikilmiş, halkın içinde var olmuş bir örgüt olduk. İnsanı, yaşamı, doğayı savunmaya, hak mücadelelerini büyütmeye tarihte söz vermiş bir örgütüz. Bu sözümüzden geri durmayacağız. Eşitlik ve özgürlük davamızdan, halkın haklarını savunmaktan, aydınlıktan ve bilimden yana olmaktan hiç vazgeçmeyeceğiz” diyerek yarın Ankara’da görülecek Hopa davasına çağrıda bulundu. Öte yandan bahsi geçen suçlamada sıkıyönetim mahkemelerinin yasak kararlarının kaynak olarak alındığını ifade eden Birol, “Sıkıyönetim mahkemelerinin yasak kararlarını kaynak olarak alıyorlar. Askeri vesayetten uzaklaşacaklardı ya, darbenin üzerinden onca yasal değişiklik olduğu halde yasak kararlarını dayanak aldılar. Bu zihniyete, komünizmle mücadele derneklerinde yetişen ağabeylerinin öğrendiklerini çok iyi öğretmişler. Tarihin içinde suç arıyorlar” diye konuştu.
(soL – Haber Merkezi)
( muhalefet.org )
Köşe Yazarlarından Hopa Davasına Destek!
08 Aralık 2011 Perşembe 09:45:06
Yarın görülecek olan Hopa Davasına olan destek her geçen gün artıyor. Bugün birçok yazar köşelerinin Hopa tutsaklarına ayırdı. Can Dündar, Berrin Karakaş, Ece Temelkuran, Güneri Civaoğlu, Melih Aşık, Tanıl Bora ve Özgür Mumcu köşelerinde Hopa davasına çağrı yaptılar.
Her yer Hopa, her yer direniş – Berrin Karakaş
Korktukça polislerini çoğaltıyorlar, gaz bombalarına sarılıyorlar, daha bir şiddetleniyorlar.
31 Mayıs Hopa mitinginde meydandan alkış umarken direniş bulmuş Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Meğerse eşkıya Hopa’ya da inmiş. Eli taşlı eşkıyalar oraya da inmiş. Ve ne yazık ki taşlarla araçlarımıza saldırdılar. Tek yol sokak diyor, tek yol devrim diyor. Altındaki imza ‘Halkevleri’ diyor” diyordu.
Tayyip Erdoğan’ın da gayet iyi farkında olduğu gibi, uzundur halklar doğudan batıya “Tek yol sokak, tek yol devrim” diyorlar. Sarkozy’sinden Obama’sına Batılı iktidarlar demokrasiden bihaber Doğu’dan gelen devrim seslerine iştahla sahip çıkarken, kendi ülkelerine de esen bu tehditkar rüzgardan efil efil korkuyorlar. Korktukça sertleşiyorlar. Korktukça polislerini çoğaltıyorlar, gaz bombalarına sarılıyorlar, daha bir şiddetleniyorlar. çünkü Doğu’da Batı’da “eşkıyalar”, bir arada hakikat üretiyorlar kent meydanlarında.
6 Aralık’ta Galatasaray Meydanı’nda “Her Yer Hopa Her Yer Direniş” diyorlardı. “İçerde dışarda hücreleri parçala” yaratıcı sloganıyla ses veriyorlardı. Yine ısrarla “Parasız Eğitim” diyorlardı. Uzundur bir rant meydanı yapmaya çalıştığınız, şenlikli buluşmalar’dan arındırma gayretinizin meydanı Taksim’i, yukarıdan aşağıya bu sloganlarla yürüdüler.
Yarın, 9 Aralık’ta aynı “eşkıyalar” Hopa davasının ilk duruşması için, Hopa’da doğaya sahip çıkarken şiddetiniz karşısında kalbi durmuş emekli öğretmen Metin Lokumcu ve bu ölümü protesto eden, kitapları, şemsiyeleri, DVD’leri delil gösterip ‘silahlı terör örgütü’ üyesi ilan ettikleriniz için Ankara’da Sıhhiye Meydanı’ndalar. 22 aydır ‘poşu’ delilinizle ‘terörist’ ilan ettiğiniz Cihan Kırmızıgül’ün davası için İstanbul Beşiktaş’talar. Bu iki davanın da davası, yukarıdan, mahkeme kürsüsünden, yukarıdan, seçim kürsüsünden hakikat dayatanlara, “zaferini” balkonlardan seslenenlere, aşağıdan kurulmuş halkın hakikatini işaret etmektir. Metin Lokumcu’nun kalbinin hala attığının, ‘komik’ olmayan delillerle ispatıdır. Meydanlarda hak talep ederken sırtından vurulanların ölürken ki yüzleridir.
Geçen hafta MonoKL’un Boğaziçi üniversitesi’nde düzenlediği ‘Devrim Demokrasi Felsefe’ konferansına katılan Alain Bodiou ‘Tarihin Uyanışı’ kitabının ‘Bugün Kapitalizm’ bölümünde “Eğer tarihin uyanışı varsa, onu aramamız gereken yer, kapitalizmin barbar muhafazakarlığının ve onun çılgına dönmüş gidişatını korumaya çalışan tüm devlet aygıtlarının gözü dönmüşlüğü tarafında değildir. Mümkün tek uyanış, bir fikrin gücünün kendisinde kök saldığı halka dayalı bir girişimin uyanışıdır” diyordu. Boğaziçi’ndeki sunumunda “Savaşları birleştirmeliyiz” diyordu.
Tayyip Erdoğan seçim için, daha fazla, daha fazla oy için Hopa’daydı. Sonra balkona çıktı. Alain Badiou, 40 yıldır oy kullanmıyor.
Radikal Gazetesi -8 Aralık 2011
——————————————————————————–
Hopacılara bir tutam saç – Can Dündar
Dönem dizilerini sevenler:
12 Mart nostaljisi yaşamak ister misiniz?
Yarın Ankara Adliyesi’nde Hopa davasını izlemeye gidin.
Darbe dönemlerinde ne yaşandığını, kitabın nasıl suç unsuru sayıldığını, muhalefeti ezmek için hukukun nasıl kullanıldığını en iyi orada görebilirsiniz.
* * *
Ne olmuştu Hopa’da?
Seçim öncesi Başbakan gittiğinde bir grup, onu ve hidroelektrik santralleri protesto etti. Konvoydaki koruma polisi, atılan taşla yaralandı.
Polis orantısız güçle müdahale etti.
Erdoğan’ın “eşkıya” dediği protestocular arasındaki emekli öğretmen Metin Lokumcu, sıkılan biber gazında kalp krizi geçirerek öldü.
Aynı gün Ankara’da bir protesto yürüyüşü düzenlendi.
Polisin müdahalesiyle iş çatışmaya dönüştü. Onlarca kişi yaralandı. Çoğu öğrenci 54 kişi gözaltına alındı.
* * *
28 kişi için açılan davanın iddianamesi, 1971 “Balyoz” yargılamalarını aratmayacak suçlamalarla dolu…
Sanıklar, “Mahir Çayan’ın lideri olduğu THKP-C örgütünün üyeleri” sayılıyor. Örgütün tarihi anlatılıyor. Bu arada “Ertuğrul Kürkçü adlı terörist”ten de söz ediliyor.
Kürkçü halen Meclis’te milletvekili…
Yani savcılık, “Af çıktı, senin cezan sonuçlarıyla silindi, milletvekili oldun, ama ben unutmadım” demeye getiriyor.
“Legal görünüm altında gerçekleştirilen basın açıklaması, yürüyüş, açık hava toplantısı gibi eylemler”den, “terör faaliyeti” gibi söz ediyor.
Peki onca ev basılıp bunca genç içeri alınmış, evlerinde bomba, silah, mermi vs. mi ele geçirilmiş?
Hayır!
Ama savcılığın tabiriyle “Marks, Engels, Stalin gibi şahısların kitapları…” bulunmuş; 70 model toplatma kararlarıyla…
İddianameyi okurken bir cümleyi anlayamadım:
Ele geçirilen dokümanda; “Nevroz kovanındır de hakkın değil” deniliyormuş.
“Terör kovanı”nı buldular sandım. Ama değilmiş.
“Newroz Kawa’nındır, Dehak’ın değil” yazıyormuş meğer…
Darbe dönemi nostaljisi derken haksız mıyım?
* * *
Trajikomik belki ama bu suçlamalar, 6 aydır tutuklu olan sanıkların “terör”le suçlanmalarına yetti. Bazı gençlerin, cezaevinde zorla saçları kesilen arkadaşlarına destek için saçını kestirmesi bile “örgüt delili” sayıldı.
Bugün Eğitim-Sen’e bağlı öğretim elemanları, bu saçmalığa tepki vermek ve “Öğrencilerimizi geri verin” demek için Cebeci kampusunda saçlarını kesip içerdeki öğrencilerine gönderecekler.
Yarın da mahkeme önünde olacaklar.
* * *
1970’lerde de böyle olmuştu.
Demokratik protestoların karşısına orantısız devlet şiddetiyle çıkılmış, her kitap “suç aleti”, her eylem “terörist faaliyet” sayılmış, her muhalife “eşkıya” damgası basılmış, talepler, itirazlar dayakla, işkenceyle bastırılmıştı.
Sonuç ne oldu?
İfade ve örgütlenme özgürlüğünün önüne set çekilince kırın, dağın, silahın yolu açıldı. Kanlı bir dönem başladı.
Türkiye’ye çok pahalıya patladı.
Aynı filmi yaşayamayız.
Kimse gençlerden koşulsuz itaat beklemesin.
Farklı sese, eleştiriye tahammül edemeyen de siyasete girmesin.
İçerdeki gençlere bir tutam saç da ben gönderiyorum.
Milliyet Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Hopa dedik beyler – Melih Aşık
Yarın Ankara’da önemli bir dava var… “Ankara Hopa davası” başlıyor.
Sanık gençler deyim yerindeyse “demokratik haklarını kullanmak” suçundan yargılanacak.
Hatırlayacaksınız… Başbakan Erdoğan’ın seçim öncesi miting için gittiği Hopa’da olaylar çıkmış, emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetmişti.
Hopa olayları üzerine Ankara’da, KESK’in çağrısıyla bir protesto gösterisi düzenlendi. Ancak gösteri daha başlamadan ezildi… 54 kişi gözaltına alındı, 22 kişi altı aydır tutuklu… Her birinin en az 17 yıl hapsi isteniyor.
İddianamede “iktidara muhalefet etmek” ve “sol görüşlü olmak” suç diye niteleniyor…
Kanıtlar arasında 70’lerde toplama kararı alınan kitaplar, “olay yeri”nde bulunan flama boruları, tabip odası şemsiyesi, not defterleri, feminist politika dergisi de yer alıyor.
Yandaş kalemler zaman zaman AKP için “güçlü iktidar” nitelemesi yapıyor.
Bir avuç gencin protestosundan korkan ve onları ezmeye çalışan iktidara güçlü iktidar denmez.
Güçlü ve cesur iktidar diye, ülkeyi demokrasinin ilkelerine uyarak yönetebilen iktidara derler…
Bütün demokratlar yarın davayı izlemek için özel yetkili mahkemeye davetliler…
Milliyet Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Zalim olmaya direnmenin tarihi – Ece Temelkuran
Her şey bazı insanların kendileri gibi yaşamak istemesiyle başladı. Derelerin akabilmesini isteyenler vardı. Suyun ve havanın sahibi olamayacağı, olmaması gerektiğini bilenler vardı.
Memleketin karnını altın hırsıyla deşersen, sularını para hırsıyla bulandırırsan, daha çok sahip olmak için daha az olmaya heves edersen sonumuzun hayır olmadığını bilen insanlardı bunlar. Bunlardan biri işte Metin Lokumcu’ydu.
Bir gün, suyun, havanın ve geleceğin sahibi olamayacağına inanan insanlarla birlikte sokağa çıktı. Aynı gün aynı saatte Başbakan da oradan geçiyordu. Metin Lokumcu kafasında o fikirlerle oradan geçmemeliydi. Geçerse başına iş gelebilirdi. Geldi de. Çünkü havanın, suyun ve geleceğin sahibi olması gerektiğinde ısrar eden, bütün bunlara sahip olma hırsıyla hınçlanmış “mühim adamların” halkımıza karşı hep korunması gerekir. Korundular da.
Boğulsunlar, gözleri göremez olsun diye zehirli gazlar sıkıldı etrafa. Başta Metin Lokumcu olmak üzere halkımız o kadar korkunçtu ki gazın ayarı kaçtı. Metin Lokumcu gazla boğularak öldü. Bu ülkede kimileri “Adam Başbakan’a karşı gelmiş. Ölebilir tabii!” dedi. Kulağımla duydum.
Ben o zaman, “Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz?” demiştim. Artık bu soruyu sormuyorum. Başka bir sorum var:
“Siz kimsiniz? Zalim misiniz değil misiniz?”
Hamarat deliller
9 Aralık’ta Ankara’da Metin Lokumcu’nun ölümüyle anılan Hopa davasının ilk duruşması yapılacak. Hopa’da ve sonrasında Ankara’da yapılan protestolarda akıl almaz bir hınç ve hamaratlıkla tutuklanan, yine insanı dehşete düşüren delillerle (saçlarını üç numaraya vurdurduğu için terör örgütü üyeliği, şemsiye, Sol Yayınları kitapları gibi) tutuklulukları altı aydır süren 22 ve tutuksuz yargılanan 6 kişinin ilk davası görülecek.
Hadise, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde (eski 1 No’lu DGM) saat 10.00’da cereyan edecek. Bu yüzden şimdiden karar vermek durumundayız. Biz zalimlerden, “dilsiz şeytanlardan” mı olacağız?
Hikâyenin başı
O kadar karıştırıyorlar ki kafamızı, hikâyenin en başını unutuyoruz bazen. Bütün bunlar niye oldu? Niye Hopa’da ve Ankara’da insanları evlerinden aldılar? Niye şemsiyeler, poşular ve aslında yasal olan kitaplar “terör örgütü üyesi” yaptı insanları aniden? Niye insanlar aylardır içeride? Öğrenciler, çocuklarımız niye aylardır iddianame yazılmasını bekliyor hapishanelerde?
Bir dere için! Hopa Çayı için. Yani hükümetimiz bir çayı Hopalılara çok gördü. Bunun için. Sizce de bu çok acayip değil mi? Bir öğretmenimizin boğularak ölmesine, birçok çocuğun hapishanede çürümesine değdiğini düşündüler. O çay üzerinde kurulacak iktidarın sarsılması dehşetverici bir olasılıktı, bunu göze alamazlardı.
İktidarın dişlerinin arasında ezilmedik bir yer kalmamalıydı. Yani ne Ergenekon ne KCK. Atla deve değil yani. Ama bir topluiğne başı kadar bile bir alan kalmamalıydı tahakkümün abdestinde. Hopa davası budur. Bir çayın bile halkın istediği gibi değil, hükümetin istediği gibi akması gerektiğinin ilanıdır. Bütün suyun, bütün havanın, bütün insanların… Her şeyin istendiği gibi olması gerektiğini söyler bize Hopa davası.
Sizin istediğiniz gibi değil. Onların istediği gibi. “Eğer bunu yapmazsanız” der muktedir, “Sonunuz budur!” Peki şimdi sizin buna cevabınız nedir? Hatırlatayım: Her şey insanların kendileri gibi yaşamak istemesiyle başladı. Memleketlerinde akan bir dereyi sevmeleriyle… Budur. Başka bir şey değil. Şimdi karar verin. 9 Aralık’ta ne yapacağınıza.
Habertürk Gazetesi / 08.12.11
——————————————————————————–
Entelköy Hopa’da olsaydı – Güneri Civaoğlu
Ödüllü “Dondurmam Gaymak”ın yönetmeni Yüksel Aksu’nun “Entelköy Efeköy’e Karşı” filmi gösterimde.
Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth ve eski bakan Yüksel Yalova’nın da oynadığı filmin konusu şöyle:
Çevreci güzel Alman kızını oynayan Ayşe Bosse ve bir grup “entel” Türkiye’nin güney sahillerinde terk edilmiş bir köyü ve civarındaki toprakları satın alırlar.
Kentin stresinden uzaklaşarak doğa içinde doğal bir yaşamı seçerler.
Organik tarım yapmaktalar.
Bitişikteki Efeköy’ün ilaçlı, hormonlu, kimyasal gübreli ürünlerinin 3-5 katı fiyatla satmaktalar.
Terk edilmiş köyün yıkık ve harap evlerini onarıp turistlere kiraya verirler.
Bitişikteki Efeköy’ün, dayak yiyen eşeklerini de satın alırlar.
“Barbarlıktan kurtarılan(!)” eşekleri bakımlı hale getirirler, yakındaki tarihi kalıntılara turistleri eşek sırtında taşırlar.
Organik tarım yapılan tarlalarında Avrupalı turistler doğayla iç içe yaşamak için gönüllü çalışmaktalar.
Üstüne Entelköy ortak sandığına saat başı ücret ödemekteler.
Fakat…
Efeköy için iyi Entelköy için kötü bir haber gelir.
Devletin bir kurumu, Efeköy ve yöresinde var olduğu saptanan zengin kömür yataklarını işletecektir, orada bir termiksantral kurulacaktır.
Efeköylüler hem topraklarını istimlak bedeli karşılığında devlete satarak ceplerine para koymuş olacaklar.
Hem de ocaklarda sigorta primli iş kapıları açılacaktır.
Entelköylüler ise öfkelidir…
Termik santralin kirleteceği, asit püskürteceği tarlalarda nasıl organik tarım yapılır?
Eylemler yapar, Bulutsuzluk Özlemi ile protesto konserleri düzenlerler…
Sonunda Avrupa’dan Alman Yeşiller Partisi Başkanı Claudia Roth ile Türk hükümetinin bir bakanı (Yüksel Yalova) gelir ve Entelköylülere “başarı şilti” verirler.
Bakan da müjdeyi açıklar:
“Hükümetimiz bu başarılarınızı örnek olarak görmüş ve burada kömür çıkarmaktan, termik santral kurmaktan vazgeçmiştir.”
Efeköy’ün muhtarıyla (Şahin Irmak) Entelköylü Ayşe Bosse nikâhlanır.
Efeköylüler de Entelköylülerin yaptıklarını aynen uygulamaya, organik tarıma geçmeye, çok çalışmaya karar verir.
Mutlu sonla noktalanan bu öyküyü iki nedenle yansıttım:
1- Hopa’da sırf HES (hidro elektrik santral) kurulmasını protesto ettikleri için gençlerin hapse atıldıkları Türkiye’de yaşadığımızı hatırlamamızda fayda var.
Ayrıca bu gençlerin bazıları halkevi mensubu oldukları için cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana gençliği kültür ışıklarıyla besleyen halkevlerinin kapanması da bürokratik sürece alınmış.
Entelköy kimseyi gaza getirmesin.
2- Yukarıdaki birinci nedeni anlatan satırlarımdan sonra beni “naif” bulacaksınız ama gene de önerimi dile getireyim:
“Bu film devlet tarafından alınarak öncelikle TRT kanallarında gösterilmeli, sonra da tüm Türkiye kırsalında tarım kesimine izlettirilmeli.”
“Bas ilacı, yükle gübreyi, yor toprağı, geç kahvede okey oyna” dönemi kapanmakta.
Türkiye’de ve dünyada “organik/biyolojik tarım” taçlanıyor.
Milliyet Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Öğrencileri rahat bırakın! – Tanıl Bora
Portekiz’de ‘3F’ci Salazar’a futbolu yâr etmemiş üniversite öğrenci kulübü Academica de Coimbra’yı analım. Güncel öğrenci davaları vesilesiyle…
Salazar’ı kimse bilmese futbolsever bilir. Hani ülkeyi yıllarca futbol, fado ve (azize) Fatıma sayesinde yönettiği söylenen Portekiz diktatörü. Ne ki Salazar’ın rejiminde bile futbol ahaliyi uyutma aracından ibaret değildi. Muhalefet de sızıyordu statlara. 1960’lardan itibaren, futbol muhalefetin temsilcisi ve simgesi, Academica de Coimbra kulübü olmuştu. 1911’de kurulmuşlar. Ülkenin orta-batısındaki küçük Coimbra şehrinin kulübü. İsminden de anlaşılabileceği gibi, üniversitenin kulübü. Daha doğrusu üniversite öğrencilerinin. Geleneksel akademik cüppeden ilhamla, formalarını siyah yapmışlar.
Kulübün en büyük başarısı 1939’da kazandığı Portekiz kupası. Fakat başından itibaren ‘özel’ bir kulüp olmuş. Üniversite ruhu, başından itibaren oyun kültürünü belirlemiş: centilmenlik, skordan önce ‘güzel oyun’ tutkusu… Diktatörlük döneminde bile nefes alacak küçük alanlarını koruyan öğrenci hareketiyle hep iç içe olması, kulübün ortamına demokratik bir hava üflemiş. Zaten futbolcular öğrencilerden devşiriliyormuş. Kulübün yetenekli futbolculara verdiği burslar, yoksul öğrenciler için ciddi bir kaynak.
1960’lı yıllar, Portekiz futbolunun uluslararası platformda yükseldiği ve rejimin bundan nemalandığı, toplumsal hayatta ise modernleşmenin ülkedeki muhafazakâr yapıyı sarstığı bir dönem. İşte, Academica de Coimbra, kıpranan demokratikleşme talebini futbolun popülaritesiyle buluşturarak ülke çapında popülerleşiyor o dönemde. 1962’de Coimbra Üniversitesi öğrencileri eğitim reformu için boykota gidince, takımın oyuncuları da maça çıkmayarak onlarla dayanışmak istiyorlar. Futbolcu-öğrencilerin burslarının kesileceği tehdidiyle ikna ediliyorlar. O aralar üç oyuncu futbolu bırakıp Angola’nın Portekiz’e karşı bağımsızlık mücadelesine katılıyor.
1960’lar boyunca evlerindeki her maç bir protesto mitingine dönüşmüş. 1969’da kupa yarı finalinde öğrencilere yönelik tutuklamaları protesto için istisnaen beyaz forma giyip siyah bant takıyorlar. Hükümet finalde beyaz forma giymelerini yasaklıyor! Onlar da geleneksel siyah formalarına beyaz bant bağlayarak çıkıyorlar. Yüzlercesi maçtan önce gözaltına alınan taraftarları, 35 bin bildiri dağıtıyor tribünlerde. Uzatmada Benfica’ya 2-1 yeniliyorlar ama ne gam…
25 Nisan 1974’te ordu diktatörlüğü devirmek üzere yönetime el koyuyor! Radyoda ünlü protest şarkıcı Zeca Alfonso’nun sesinden duyuruluyor darbe. Alfonso öğrenciliğinde Coimbra genç takımının sağ açığıymış.
Faşizmi yıkıp parlamenter demokrasiyi de tesis etse askeri darbe askeri darbedir. Öğrenci milletinin protestocu ruhu her iktidarı huzursuz eder. ‘Amatörlüğe yönelmek’ gibi solcu görünümlü gerekçelerle, Academica de Coimbra kulübü feshediliyor! Protestolar fayda etmiyor. 1974’te tekrar kuruluyor ama öğrenci hareketiyle bağı kopmuş bir kulüp bu artık. Bugün Portekiz liginin orta sıralarında yer alan Coimbra, o ruhu taşımıyor.
Şimdi ben bu hikâyeyi niye anlattım?
Memlekette muhalif-solcu öğrencilere yönelik baskı ve yıldırma politikası hüküm sürüyor. Yıldırma ve korku salmanın Frenkçe karşılığı ‘terör’, malum. Silahla külahla ilişkisiz öğrenciler, rutinleşen ‘terör örgütü’ suçlamasıyla terörize ediliyor. Ciddi hukukçuların en fazla toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet vs. kapsamına sokulabileceğini düşündükleri vakalarda dahi, ‘terör örgütüne üyelik’ suçlamasıyla aylar süren tutuklamalarla eziliyorlar.
Ankara Üniversitesi öğrencileri Bahadır Söylemez ve Özgür Alkan, polis kontrolünden geçirilerek asılmış bir pankart, yasal yayınlar, Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ romanı gibi ‘kanıtlarla’ 7 aydır tutuklular. Bugün mahkemeye çıkıyorlar. Cuma günü de Hopa davası başlıyor. Hopa’da seçim mitinginde emekli öğretmen Metin Lokumcu polisin sert müdahalesiyle oluşan arbedede ölmüş, Ankara’da bunu protesto eden öğrencilerden 28’ine standart terörist suçlamasıyla dava açılmıştı. 22’si 5 aydır tutuklu. Aynı gün, taktığı poşu ‘kanıt’ gösterilerek başlayan tutukluluğu 22 aya yakındır süren Galatasaray Üniversiteli Cihan Kırmızıgül’ün davası var.
Academica de Coimbra’nın ruhu, bu davalarda müdahildir. Tabii Socrates’inki de.
Radikal Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Terörist olmaktan nasıl kurtuldum? – Özgür Mumcu
İçişleri Bakanı’nın, Prof. Büşra Ersanlı’nın tutuklanması hakkında verdiği enişteli anti-komünist demecini hatırlarsınız: “Hangi suçtan, hangi komünizan faaliyetten mahkûm olduğunu, cezaevinde yattığını, akrabalarının kim olduğunu, eniştesinin bu ülkede bir başka faaliyetten tutuklu olduğunu, bir başka sevdanın yolcusu olduğunu araştırırsanız görürsünüz.”
Ben uzun süre bunun şakacı bakanlar dönemini açan AKP’nin bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir ‘Soğuk Savaş dönemi anti-komünist siyasetçi parodisi’ olduğunu zannettim. Yanılmışım. Yanılmışım zira yarın Ankara’da görülecek Hopa tutukluları davasının iddianamesini okudum.
Neydi Hopa tutuklamaları, kısaca hatırlayalım. Haziran seçimlerinden az önce AKP’nin Hopa’da mitingi vardı. Bu mitingde özellikle HES politikaları nedeniyle AKP protesto edildi. Protestocular gaz bombardımanına tutuldu ve emekli bir öğretmen, Metin Lokumcu kalp krizi geçirerek öldü.
Sonra Başbakan “Hopa’ya eşkıyalar inmiş” dedi. Metin Lokumcu içinse “Bir tanesi de ölmüş, adını bilmiyorum, üzerinde de durmak istemiyorum” diye konuştu.
Bunun üzerine büyük bir memur sendikası olan KESK’in çağrısıyla, Ankara’da AKP binası önünde bir protesto eylemi düzenlendi. Bu eylemde ve takip eden günlerde birçok öğrenci tutuklandı. Yarın Ankara’da ilk duruşmaları var.
Bu öğrenciler terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyor. Yani silahlı örgüt üyesi olmakla.
Haliyle insan iddianamede silah, bomba falan arıyor. Bunları bulmak mümkün değil. ‘Suç eşyası’ olarak iddianamede yer alanlar başka şeyler. Mesela şemsiye. Üzerinde “Hekime yönelik şiddete hayır” yazısı olan terörist bir şemsiye.
Başka? İki santim çapında plastik boru, üzerinde Öğrenci Kolektifleri yazan flama, 90 cm’e 90 cm ebadında siyah-beyaz kareli poşu.
Bunlar olay yerinde bulunanlar. Peki, bu terörist öğrencilerin evlerinde ne bulunmuş? Çok şey. Ne ararsanız var.
Mesela Mahir Çayan’ın resmi. Yetmez mi? Mesela Marx, Engels isimli şahısların kitapları. Yine mi yetmedi? Halit Çelenk’in ‘İdam Gecesi Anıları’ kitabı.
Başka? İşte Lenin’in Menin’in kitapları, birkaç dergi, birkaç kitap, ulaşım zamlarına karşı afiş falan filan.
Hangi terör örgütüne üye bu gençler? THKP-C Devrimci Yol Devrimci Gençlik örgütüne. Üç örgüt değil, bu bir örgüt oluyor. Biz tarihte kaldı zannediyorduk ama öyle değilmiş. İddianameye bakılırsa öğrenciler bu örgütlerin geleneğinden geldikleri için bugün bunlardan oluşan kombo bir örgüte üyeymişler.
Hopa olaylarını protesto eylemine ben Ankara’da olmadığım için katılamadım. KESK’e bağlı Eğitim-Sen üyesiyim. Ankara’da olsam eyleme katılırdım. Tam ebatlarını bilmiyorum ama poşum var, üzerinde yazı yok ama iki adet şemsiyem var.
Evde Marx, Engels ve Lenin isimli şahısların kitapları var. Mahir Çayan’ın resmi yok ama lazımsa edinirim, maksat zorluk çıkmasın.
İddianamede geçen Kızıldere operasyonunu katliam olarak görüyorum. Dev-Genç varken doğmamıştım, Dev-Yol varken bebektim. İkisini de önemli hareketler olarak görüyorum.
Vallahi iddianameye bakılırsa ben de bildiğin teröristim. Şemsiye var, dolapta bir yerlerde poşu var, kitap var. İyi ki eylem günü Ankara’da değilmişim. Allah muhafaza.
Tabii bir şeyden kurtarıyorum. Saçlarımı kestirmedim. “Tanınmamak için uzun saçını kestirdiği anlaşılmıştır” ibaresi şahsım açısından geçerli değil. Demek ki oradan yırtmışım.
Hopa tutuklularının ilk duruşması yarın saat 10.00’da, Ankara Adliyesi’nde görülecek. Gidecekseniz benden tavsiye, flama taşımayın, kitaplarınızı yakın, yanınıza şemsiye almayın ve burası çok mühim, berbere gidecekseniz bugünden gidin.
Not: Cihan Kırmızıgül’ün poşu davası da yarın, İstanbul Beşiktaş’ta. Yargı tesadüfleri sever.
Radikal Gazetesi / 08.12.2011
‘Siz bunu okurken ben tutuklu olacağım’
“KCK operasyonu” adı altında PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarına yönelik düzenlenen operasyonda savcılığın üst mahkemeye itirazı üzerine 8 kişiden 4’ü hakkında tutuklanma kararı çıkarıldı ve dün gece avukatlar Mahmut Alınak ile Mehmet Ayata gözaltına alındı. Savcılığın talebi doğrultusunda çıkarılan tutuklama kararına avukatların yaptığı itiraz başvurusu ise reddedildi. Mahmut Alınak, gözaltına alınmadan 2 saat önce yazdığı mektupta “Siz bu yazıyı okuduğunuzda ben tutuklanmış olacağım” dedi ve AKP iktidarını diktatörlüğe benzetti.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarına yönelik 22 Kasım’da İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde “KCK operasyonu” adı altında yapılan operasyonlarda gözaltına alınan 40’ın üzerinde avukattan 34’ü çıkarıldıkları mahkemece tutuklanmıştı.
Mahmut Alınak, Fırat Aydınkaya, Mehmet Ayata, Nevzat Anuk, Nezahat Paşa Bayraktar, Yalçın Sarıtaş, Ümit Sisligün, Ayşe Batumlu ile Asrın Hukuk Bürosu sekreteri Sebahat Zeynep Arat olmak üzere 8’i avukat 9 kişi ise, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.
Söz konusu isimlerin mahkemece serbest bırakılmalarının ardından harekete geçen İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Adnan Çimen, Av. Ayşe Batumlu haricindeki 8 ismin serbest bırakılmalarına ilişkin İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne itirazda bulunup, yeniden tutuklanmalarını istemişti.
Özel yetkili Savcı Çimen’in talebini dün karara bağlayan üst mahkeme, serbest bırakılmalarına itirazda bulunulan 8 isimden Mahmut Alınak, Mehmet Ayata, Yalçın Sarıtaş ile Asrın Hukuk Bürosu sekreteri Sebahat Zeynep Arat hakkında yeniden tutuklama kararı çıkardı. Çıkarılan karar doğrultusunda hemen harekete geçen polisler akşam saatlerinde Av. Mahmut Alınak’ı İstanbul Esenyurt’ta misafirlik dönüşü gözaltına aldı. Gözaltına alınan Alınak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Av. Mehmet Ayata ise, Diyarbakır’da gözaltına alındı. Savcılık itirazının kabul edilmesi sonucu 4 avukat ve büro sekreteri hakkında yeniden tutuklama kararı çıkması üzerine harekete geçen söz konusu isimlerin avukatları da bugün Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne gelerek, mahkemenin verdiği tutuklama kararına itirazda bulundu. Avukatların itiraz talebi, mahkeme tarafından kabul edilmedi.
ALINAK TUTUKLANDI
İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çıkarılan Alınak, hakkındaki yakalama kararı okunduktan sonra tutuklanarak cezaevine gönderildi. (İstanbul/DİHA)
——————————————————————————–
ALINAK: HOŞÇAKALIN
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla birlikte “KCK” adı altında gözaltına alınan ve mahkeme tarafından serbest bırakılan eski parlamenter Mahmut Alınak, İstanbul Savcılığı’nın talebi ile İstanbul Esenyurt’ta aile ziyaretine gittiği evden çıkarken polisler tarafından yeniden gözaltına alındı. Vatan Caddesi’nde bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen Alınak, gözaltına alınmadan 2 saat önce basına “Hoşçakalın” başlıklı bir veda yazısı gönderdi.
‘ERDOĞAN DİKTATÖRLÜĞÜ TARİHTEKİ BENZERLERİNİ ARATMIYOR’
“Siz bu yazıyı okuduğunuzda ben tutuklanmış olacağım” diye seslenen Alınak, “Bir korku imparatorluğu kurmak isteyen Tayyip Erdoğan’ın diktatörlüğü, Ayetullah Humeyni, Rus Çarı Korkunç İvan ve tarihteki benzer diktatörlerin günümüze uyarlanmış şeklidir” diye belirtti. “Pervasızca hüküm süren Tayyip Erdoğan diktatörlüğü artık tarihteki diktatörlükleri aratmaz hale geldi. Türk, Kürt… tüm siyasi muhalifleri, basını, köşe yazarlarını, kitle örgütlerini ve hak arayan herkesi ağır bir baskı altına alan bu diktatörlük, tipik bir Somozo, Ayetullah Humeyni, İdi Amin, Belçika kralı 2. Leopald, Pol Pot ve Korkunç İvan diktatörlüğüdür” diye belirten Alınak, Başbakan Erdoğan’ın talimatı ile başlatılan yargı operasyonunu ise, İsa’nın çağa uydurulmuş çarmıha gerilişi, Kerbela cinayetinin bir versiyonu olduğuna dikkat çekerek, bu dönem yaşanan tutuklamaların tek farkının demokrasi ve hukukla maskelenmiş olması olarak değerlendirdi.
‘DİKTATÖRLÜĞE HİZMET ETMEYENLER HEDEFTE’
Etnik kökeni ne olursa olsun diktatörlüğe hizmet etmeyen herkesin hedefte olduğunu belirten Alınak, cemaate üye olanlara her türlü devlet imkanı sağlandığına üye olmayanlara da düşman muamelesi yapıldığına dikkat çekti. “Göz önünde olan şu gerçeği kafamıza iyice sokmamız gerekir: Faturayı sadece muhalif Kürtler değil, bir şekilde Türkler ve öteki halklar da ödüyor” diyen Alınak, “Haklarını aradıklarında coplanarak ve biber gazı sıkılarak, ekonomik sıkıntılarla boğuşarak, yoksullukla cebelleşerek, hastane kapılarında sürünerek, işsizlik cehenneminde yanarak, şovenizmle zehirlenerek, eğitim ve kitle iletişim araçları ile bilinçleri çöle çevrilerek ödüyorlar. Türk insanı nasıl acımasız bir saldırı altında olduğunu görmedikçe, esenliğe ve özgürlüğe kavuşamaz. Çıktığımız bir yolculukta yaralı koltuk komşumuz acılar içinde kıvranırken -şayet ruh sağlığımızı yitirmemişsek- nasıl şen şakrak mutlu bir yolculuk yapmamız düşünülemezse, dünyanın neresinde olursa olsun bir halk ya da bir ülke cendere altındaysa insanlığın mutlu olması mümkün değildir” diye belirtti.
‘KURYELİKLE SUÇLANIYORUM’
AKP’nin PKK ile sürdürdüğü savaşın bitmesini istemediğini kaydeden Alınak, “Çünkü bu savaşı demokratik hak arama özgürlüğünü askıya almak, ezmek ve halkı boyunduruk altında tutmak için bir fırsat olarak kullanıyor. Bu nedenle çatışmalarda hayatlarını kaybeden askerler için söyledikleri tüm sözleri yalan ve sahtedir. Televizyon kameralarının önünde yüzlerine takındıkları üzgün ifadeler ise ustaca resmedilmiş birer maskeden ibarettir. Savaşın bitmesini istemedikleri içindir ki, akan kanın durması ve gençlerin ölmemesi için girişilen her çabayı düşmanca karşılamaktadırlar” dedi. Kendisinin başlatmış olduğu Gençler Ölmesin Ocaklar Sönmesin Girişimi (GEOS) adına İmralı’ya giderek akan kanın durması için sivil bir açılıma katkıda bulunmak girişimine karşı AKP’nin kendisini kuryelikle suçladığını belirten Alınak, “Gel gelelim şimdi ortaya çıktı ki Tayyip Erdoğan’ın kuryeleri Kandil’e gitmiş! Ne var ki siz bu satırları okuduğunuzda ben kuryelik suçlamasıyla tutuklanmış olacağım! Bu küçük örnek bile nasıl karanlık bir oyun kurduklarını gün gibi ortaya koymaktadır” dedi.
AKP NEDEN BİNLERCE OCAĞIN SÖNMESİNE SEYİRCİ KALDI?
Alınak açıklamasında, AKP’nin tezgâhladığı kanlı siyasetin üstü Seyit Rıza’nın torununu Başbakanlıkta ağırlamakla örtemeyeceğini ve bu karanlık siyasetin “kırbaç ve şekerleme” siyaseti olduğunu belirterek, “Avukatların Öcalan’dan talimat aldığı ve bunları Kandil’e bildirdiği iddiası doğru ise – ki değildir -devlet neden tedbir almadı, neden engellemedi, neden sağır kesildi, neden 12 yıl tuzak kurup pusuda bekledi? Neden göz göre göre onca askerin ölümüne göz yumdu? Hangi karanlık emeller için o gençleri gözden çıkardı? Neden anne ve babaların dünyalarını karartı? Neden binlerce ocağın sönmesine seyirci kaldı?” diye sordu.
BUGÜNLER İÇİN DE BAŞKALARI ÖZÜR DİLEYECEK
Alınak’ın açıklamasının sonunda şunlar yer aldı: “Tayyip Erdoğan bu aldatmacanın hep böyle süreceğini sanıyorsa aldanıyor. Şu yaşlı dünya şimdi yerlerinde yeller esen nice diktatörlükler gördü, geçirdi. Ona şunu hiç unutmamasını tavsiye ediyorum: Kendisi bugün Dersim için nasıl özür diliyorsa, yarın başkaları da şimdi yapılanlar için özür dileyecek. Ve onun tarihteki yeri Korkunç İvan’la Humeyni’nin yanı olacak.”
Güncelleme tarihi: 2011-12-08 16:18
( evrensel.net )
Savcılık Halkevleri’nin kapatılmasını istedi!
08.12.2011 – 16:28
Ankara Hopa Davası’nın özel yetkili savcısı Hakan Yüksel, iddianameye ek olarak Halkevleri hakkında, “Silahlı terör örgütü güdümünde faaliyet yürütmek” suçlamasıyla kapatılması talebinde bulundu. Başkan İlknur Birol hakkında da 3 yıla kadar hapis cezası isteniyor.
Artvin Hopa’da Tayyip Erdoğan’ın miting ziyaretinde polis müdahalesiyle yaşamını yitiren Metin Lokumcu’nun öldürülmesine tepki göstermek için Ankara’da eylem yaptıkları gerekçesiyle 22’si tutuklu 28 kişinin yargılandığı Hopa Davası yarın başlıyor. Halkevleri’nin de birçok üyesinin tutuklu olduğu davanın iddianamesini hazırlayan özel yetkili savcı Hakan Yüksel, derneğin “silahlı terör örgütü güdümünde faaliyet gösterdiği” iddiasıyla kapatılmasını ve Halkevleri Başkanı İlknur Birol’un 3 yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılmasını istedi.
Gerekçe: Emniyetten gelen dosyalar
Puşi, çizgi film, şemsiye, kitap, el megafonundan delil yaratarak hazırladığı iddianamede 28 kişi hakkında, “silahlı terör örgütüne üyelik” suçlamasıyla 42 yıla kadar hapis isteminde bulunan özel yetkili savcı Hakan Yüksel’in talebiyle Özel Yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği’nin Halkevleri hakkında bulunduğu suç duyurusuna yine tuhaf gerekçeler konu oluyor. Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği tarafından Halkevleri’ni “terör faaliyeti” olarak gösteren suç duyurusuna, “Emniyet tarafından imzasız, sicilsiz ‘gizli’ ibareli ‘Halkevleri-2011′ isimli dosyada yer alan ‘Halkevleri Bilgi Notu’ ve ‘Halkevleri Faaliyetleri’ bölümünde yer alan yazılı değerlendirmeler” neden gösteriliyor. Özel yetkili savcılık, bahsi geçen suçlamayla Halkevlerinin kapatılmasını ve Başkan İlknur Birol’un da “Dernekler Kanunu’na muhalefet” suçlamasıyla 1 yıldan 3 yıla kadar hapisle yargılamasını talep ediyor. İstem üzerine derneklerle ilgili kapatma davalarına bakan Ankara Basın Savcılığı da Halkevleri hakkında soruşturma başlatıyor.
Birol: AKP’nin gerçek yüzünü gösteriyor
Suç duyurusuna ilişkin Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol, soL’a konuştu. Davanın açılıp açılmayacağı hakkında kendilerine henüz bir sonucun ulaşmadığını belirten Birol, “AKP’nin, Halkevlerinin kapatılmasına ilişkin niyeti altı tane seçim mitinginde de bizleri doğrudan hedef göstermesinden bellidir. Devletin mesajını alan ilgili birimler de AKP’nin yönetimine uygun davranmakta beis görmüyorlar. Bu da Halkevlerini kapatmakla tehdit eden AKP iktidarının gerçek yüzünü gösteren tutumlardan biridir” dedi.
“Tarihin içinde suç arıyorlar”
Halkevleri’nin 79 yıllık tarihinde Adnan Menderes ve askeri darbeler döneminde kapatıldığını hatırlatan Birol, “79 yıl boyunca Menderes ve askeri darbeler döneminde kapatıldık. Her seferinde ayağa dikilmiş, halkın içinde var olmuş bir örgüt olduk. İnsanı, yaşamı, doğayı savunmaya, hak mücadelelerini büyütmeye tarihte söz vermiş bir örgütüz. Bu sözümüzden geri durmayacağız. Eşitlik ve özgürlük davamızdan, halkın haklarını savunmaktan, aydınlıktan ve bilimden yana olmaktan hiç vazgeçmeyeceğiz” diyerek yarın Ankara’da görülecek Hopa davasına çağrıda bulundu. Öte yandan bahsi geçen suçlamada sıkıyönetim mahkemelerinin yasak kararlarının kaynak olarak alındığını ifade eden Birol, “Sıkıyönetim mahkemelerinin yasak kararlarını kaynak olarak alıyorlar. Askeri vesayetten uzaklaşacaklardı ya, darbenin üzerinden onca yasal değişiklik olduğu halde yasak kararlarını dayanak aldılar. Bu zihniyete, komünizmle mücadele derneklerinde yetişen ağabeylerinin öğrendiklerini çok iyi öğretmişler. Tarihin içinde suç arıyorlar” diye konuştu.
(soL – Haber Merkezi)
61
çıracı
9 Aralık 11 / 2am
( muhalefet.org )
Köşe Yazarlarından Hopa Davasına Destek!
08 Aralık 2011 Perşembe 09:45:06
Yarın görülecek olan Hopa Davasına olan destek her geçen gün artıyor. Bugün birçok yazar köşelerinin Hopa tutsaklarına ayırdı. Can Dündar, Berrin Karakaş, Ece Temelkuran, Güneri Civaoğlu, Melih Aşık, Tanıl Bora ve Özgür Mumcu köşelerinde Hopa davasına çağrı yaptılar.
Her yer Hopa, her yer direniş – Berrin Karakaş
Korktukça polislerini çoğaltıyorlar, gaz bombalarına sarılıyorlar, daha bir şiddetleniyorlar.
31 Mayıs Hopa mitinginde meydandan alkış umarken direniş bulmuş Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Meğerse eşkıya Hopa’ya da inmiş. Eli taşlı eşkıyalar oraya da inmiş. Ve ne yazık ki taşlarla araçlarımıza saldırdılar. Tek yol sokak diyor, tek yol devrim diyor. Altındaki imza ‘Halkevleri’ diyor” diyordu.
Tayyip Erdoğan’ın da gayet iyi farkında olduğu gibi, uzundur halklar doğudan batıya “Tek yol sokak, tek yol devrim” diyorlar. Sarkozy’sinden Obama’sına Batılı iktidarlar demokrasiden bihaber Doğu’dan gelen devrim seslerine iştahla sahip çıkarken, kendi ülkelerine de esen bu tehditkar rüzgardan efil efil korkuyorlar. Korktukça sertleşiyorlar. Korktukça polislerini çoğaltıyorlar, gaz bombalarına sarılıyorlar, daha bir şiddetleniyorlar. çünkü Doğu’da Batı’da “eşkıyalar”, bir arada hakikat üretiyorlar kent meydanlarında.
6 Aralık’ta Galatasaray Meydanı’nda “Her Yer Hopa Her Yer Direniş” diyorlardı. “İçerde dışarda hücreleri parçala” yaratıcı sloganıyla ses veriyorlardı. Yine ısrarla “Parasız Eğitim” diyorlardı. Uzundur bir rant meydanı yapmaya çalıştığınız, şenlikli buluşmalar’dan arındırma gayretinizin meydanı Taksim’i, yukarıdan aşağıya bu sloganlarla yürüdüler.
Yarın, 9 Aralık’ta aynı “eşkıyalar” Hopa davasının ilk duruşması için, Hopa’da doğaya sahip çıkarken şiddetiniz karşısında kalbi durmuş emekli öğretmen Metin Lokumcu ve bu ölümü protesto eden, kitapları, şemsiyeleri, DVD’leri delil gösterip ‘silahlı terör örgütü’ üyesi ilan ettikleriniz için Ankara’da Sıhhiye Meydanı’ndalar. 22 aydır ‘poşu’ delilinizle ‘terörist’ ilan ettiğiniz Cihan Kırmızıgül’ün davası için İstanbul Beşiktaş’talar. Bu iki davanın da davası, yukarıdan, mahkeme kürsüsünden, yukarıdan, seçim kürsüsünden hakikat dayatanlara, “zaferini” balkonlardan seslenenlere, aşağıdan kurulmuş halkın hakikatini işaret etmektir. Metin Lokumcu’nun kalbinin hala attığının, ‘komik’ olmayan delillerle ispatıdır. Meydanlarda hak talep ederken sırtından vurulanların ölürken ki yüzleridir.
Geçen hafta MonoKL’un Boğaziçi üniversitesi’nde düzenlediği ‘Devrim Demokrasi Felsefe’ konferansına katılan Alain Bodiou ‘Tarihin Uyanışı’ kitabının ‘Bugün Kapitalizm’ bölümünde “Eğer tarihin uyanışı varsa, onu aramamız gereken yer, kapitalizmin barbar muhafazakarlığının ve onun çılgına dönmüş gidişatını korumaya çalışan tüm devlet aygıtlarının gözü dönmüşlüğü tarafında değildir. Mümkün tek uyanış, bir fikrin gücünün kendisinde kök saldığı halka dayalı bir girişimin uyanışıdır” diyordu. Boğaziçi’ndeki sunumunda “Savaşları birleştirmeliyiz” diyordu.
Tayyip Erdoğan seçim için, daha fazla, daha fazla oy için Hopa’daydı. Sonra balkona çıktı. Alain Badiou, 40 yıldır oy kullanmıyor.
Radikal Gazetesi -8 Aralık 2011
——————————————————————————–
Hopacılara bir tutam saç – Can Dündar
Dönem dizilerini sevenler:
12 Mart nostaljisi yaşamak ister misiniz?
Yarın Ankara Adliyesi’nde Hopa davasını izlemeye gidin.
Darbe dönemlerinde ne yaşandığını, kitabın nasıl suç unsuru sayıldığını, muhalefeti ezmek için hukukun nasıl kullanıldığını en iyi orada görebilirsiniz.
* * *
Ne olmuştu Hopa’da?
Seçim öncesi Başbakan gittiğinde bir grup, onu ve hidroelektrik santralleri protesto etti. Konvoydaki koruma polisi, atılan taşla yaralandı.
Polis orantısız güçle müdahale etti.
Erdoğan’ın “eşkıya” dediği protestocular arasındaki emekli öğretmen Metin Lokumcu, sıkılan biber gazında kalp krizi geçirerek öldü.
Aynı gün Ankara’da bir protesto yürüyüşü düzenlendi.
Polisin müdahalesiyle iş çatışmaya dönüştü. Onlarca kişi yaralandı. Çoğu öğrenci 54 kişi gözaltına alındı.
* * *
28 kişi için açılan davanın iddianamesi, 1971 “Balyoz” yargılamalarını aratmayacak suçlamalarla dolu…
Sanıklar, “Mahir Çayan’ın lideri olduğu THKP-C örgütünün üyeleri” sayılıyor. Örgütün tarihi anlatılıyor. Bu arada “Ertuğrul Kürkçü adlı terörist”ten de söz ediliyor.
Kürkçü halen Meclis’te milletvekili…
Yani savcılık, “Af çıktı, senin cezan sonuçlarıyla silindi, milletvekili oldun, ama ben unutmadım” demeye getiriyor.
“Legal görünüm altında gerçekleştirilen basın açıklaması, yürüyüş, açık hava toplantısı gibi eylemler”den, “terör faaliyeti” gibi söz ediyor.
Peki onca ev basılıp bunca genç içeri alınmış, evlerinde bomba, silah, mermi vs. mi ele geçirilmiş?
Hayır!
Ama savcılığın tabiriyle “Marks, Engels, Stalin gibi şahısların kitapları…” bulunmuş; 70 model toplatma kararlarıyla…
İddianameyi okurken bir cümleyi anlayamadım:
Ele geçirilen dokümanda; “Nevroz kovanındır de hakkın değil” deniliyormuş.
“Terör kovanı”nı buldular sandım. Ama değilmiş.
“Newroz Kawa’nındır, Dehak’ın değil” yazıyormuş meğer…
Darbe dönemi nostaljisi derken haksız mıyım?
* * *
Trajikomik belki ama bu suçlamalar, 6 aydır tutuklu olan sanıkların “terör”le suçlanmalarına yetti. Bazı gençlerin, cezaevinde zorla saçları kesilen arkadaşlarına destek için saçını kestirmesi bile “örgüt delili” sayıldı.
Bugün Eğitim-Sen’e bağlı öğretim elemanları, bu saçmalığa tepki vermek ve “Öğrencilerimizi geri verin” demek için Cebeci kampusunda saçlarını kesip içerdeki öğrencilerine gönderecekler.
Yarın da mahkeme önünde olacaklar.
* * *
1970’lerde de böyle olmuştu.
Demokratik protestoların karşısına orantısız devlet şiddetiyle çıkılmış, her kitap “suç aleti”, her eylem “terörist faaliyet” sayılmış, her muhalife “eşkıya” damgası basılmış, talepler, itirazlar dayakla, işkenceyle bastırılmıştı.
Sonuç ne oldu?
İfade ve örgütlenme özgürlüğünün önüne set çekilince kırın, dağın, silahın yolu açıldı. Kanlı bir dönem başladı.
Türkiye’ye çok pahalıya patladı.
Aynı filmi yaşayamayız.
Kimse gençlerden koşulsuz itaat beklemesin.
Farklı sese, eleştiriye tahammül edemeyen de siyasete girmesin.
İçerdeki gençlere bir tutam saç da ben gönderiyorum.
Milliyet Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Hopa dedik beyler – Melih Aşık
Yarın Ankara’da önemli bir dava var… “Ankara Hopa davası” başlıyor.
Sanık gençler deyim yerindeyse “demokratik haklarını kullanmak” suçundan yargılanacak.
Hatırlayacaksınız… Başbakan Erdoğan’ın seçim öncesi miting için gittiği Hopa’da olaylar çıkmış, emekli öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetmişti.
Hopa olayları üzerine Ankara’da, KESK’in çağrısıyla bir protesto gösterisi düzenlendi. Ancak gösteri daha başlamadan ezildi… 54 kişi gözaltına alındı, 22 kişi altı aydır tutuklu… Her birinin en az 17 yıl hapsi isteniyor.
İddianamede “iktidara muhalefet etmek” ve “sol görüşlü olmak” suç diye niteleniyor…
Kanıtlar arasında 70’lerde toplama kararı alınan kitaplar, “olay yeri”nde bulunan flama boruları, tabip odası şemsiyesi, not defterleri, feminist politika dergisi de yer alıyor.
Yandaş kalemler zaman zaman AKP için “güçlü iktidar” nitelemesi yapıyor.
Bir avuç gencin protestosundan korkan ve onları ezmeye çalışan iktidara güçlü iktidar denmez.
Güçlü ve cesur iktidar diye, ülkeyi demokrasinin ilkelerine uyarak yönetebilen iktidara derler…
Bütün demokratlar yarın davayı izlemek için özel yetkili mahkemeye davetliler…
Milliyet Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Zalim olmaya direnmenin tarihi – Ece Temelkuran
Her şey bazı insanların kendileri gibi yaşamak istemesiyle başladı. Derelerin akabilmesini isteyenler vardı. Suyun ve havanın sahibi olamayacağı, olmaması gerektiğini bilenler vardı.
Memleketin karnını altın hırsıyla deşersen, sularını para hırsıyla bulandırırsan, daha çok sahip olmak için daha az olmaya heves edersen sonumuzun hayır olmadığını bilen insanlardı bunlar. Bunlardan biri işte Metin Lokumcu’ydu.
Bir gün, suyun, havanın ve geleceğin sahibi olamayacağına inanan insanlarla birlikte sokağa çıktı. Aynı gün aynı saatte Başbakan da oradan geçiyordu. Metin Lokumcu kafasında o fikirlerle oradan geçmemeliydi. Geçerse başına iş gelebilirdi. Geldi de. Çünkü havanın, suyun ve geleceğin sahibi olması gerektiğinde ısrar eden, bütün bunlara sahip olma hırsıyla hınçlanmış “mühim adamların” halkımıza karşı hep korunması gerekir. Korundular da.
Boğulsunlar, gözleri göremez olsun diye zehirli gazlar sıkıldı etrafa. Başta Metin Lokumcu olmak üzere halkımız o kadar korkunçtu ki gazın ayarı kaçtı. Metin Lokumcu gazla boğularak öldü. Bu ülkede kimileri “Adam Başbakan’a karşı gelmiş. Ölebilir tabii!” dedi. Kulağımla duydum.
Ben o zaman, “Siz ne zaman bu kadar zalim oldunuz?” demiştim. Artık bu soruyu sormuyorum. Başka bir sorum var:
“Siz kimsiniz? Zalim misiniz değil misiniz?”
Hamarat deliller
9 Aralık’ta Ankara’da Metin Lokumcu’nun ölümüyle anılan Hopa davasının ilk duruşması yapılacak. Hopa’da ve sonrasında Ankara’da yapılan protestolarda akıl almaz bir hınç ve hamaratlıkla tutuklanan, yine insanı dehşete düşüren delillerle (saçlarını üç numaraya vurdurduğu için terör örgütü üyeliği, şemsiye, Sol Yayınları kitapları gibi) tutuklulukları altı aydır süren 22 ve tutuksuz yargılanan 6 kişinin ilk davası görülecek.
Hadise, Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’nde (eski 1 No’lu DGM) saat 10.00′da cereyan edecek. Bu yüzden şimdiden karar vermek durumundayız. Biz zalimlerden, “dilsiz şeytanlardan” mı olacağız?
Hikâyenin başı
O kadar karıştırıyorlar ki kafamızı, hikâyenin en başını unutuyoruz bazen. Bütün bunlar niye oldu? Niye Hopa’da ve Ankara’da insanları evlerinden aldılar? Niye şemsiyeler, poşular ve aslında yasal olan kitaplar “terör örgütü üyesi” yaptı insanları aniden? Niye insanlar aylardır içeride? Öğrenciler, çocuklarımız niye aylardır iddianame yazılmasını bekliyor hapishanelerde?
Bir dere için! Hopa Çayı için. Yani hükümetimiz bir çayı Hopalılara çok gördü. Bunun için. Sizce de bu çok acayip değil mi? Bir öğretmenimizin boğularak ölmesine, birçok çocuğun hapishanede çürümesine değdiğini düşündüler. O çay üzerinde kurulacak iktidarın sarsılması dehşetverici bir olasılıktı, bunu göze alamazlardı.
İktidarın dişlerinin arasında ezilmedik bir yer kalmamalıydı. Yani ne Ergenekon ne KCK. Atla deve değil yani. Ama bir topluiğne başı kadar bile bir alan kalmamalıydı tahakkümün abdestinde. Hopa davası budur. Bir çayın bile halkın istediği gibi değil, hükümetin istediği gibi akması gerektiğinin ilanıdır. Bütün suyun, bütün havanın, bütün insanların… Her şeyin istendiği gibi olması gerektiğini söyler bize Hopa davası.
Sizin istediğiniz gibi değil. Onların istediği gibi. “Eğer bunu yapmazsanız” der muktedir, “Sonunuz budur!” Peki şimdi sizin buna cevabınız nedir? Hatırlatayım: Her şey insanların kendileri gibi yaşamak istemesiyle başladı. Memleketlerinde akan bir dereyi sevmeleriyle… Budur. Başka bir şey değil. Şimdi karar verin. 9 Aralık’ta ne yapacağınıza.
Habertürk Gazetesi / 08.12.11
——————————————————————————–
Entelköy Hopa’da olsaydı – Güneri Civaoğlu
Ödüllü “Dondurmam Gaymak”ın yönetmeni Yüksel Aksu’nun “Entelköy Efeköy’e Karşı” filmi gösterimde.
Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth ve eski bakan Yüksel Yalova’nın da oynadığı filmin konusu şöyle:
Çevreci güzel Alman kızını oynayan Ayşe Bosse ve bir grup “entel” Türkiye’nin güney sahillerinde terk edilmiş bir köyü ve civarındaki toprakları satın alırlar.
Kentin stresinden uzaklaşarak doğa içinde doğal bir yaşamı seçerler.
Organik tarım yapmaktalar.
Bitişikteki Efeköy’ün ilaçlı, hormonlu, kimyasal gübreli ürünlerinin 3-5 katı fiyatla satmaktalar.
Terk edilmiş köyün yıkık ve harap evlerini onarıp turistlere kiraya verirler.
Bitişikteki Efeköy’ün, dayak yiyen eşeklerini de satın alırlar.
“Barbarlıktan kurtarılan(!)” eşekleri bakımlı hale getirirler, yakındaki tarihi kalıntılara turistleri eşek sırtında taşırlar.
Organik tarım yapılan tarlalarında Avrupalı turistler doğayla iç içe yaşamak için gönüllü çalışmaktalar.
Üstüne Entelköy ortak sandığına saat başı ücret ödemekteler.
Fakat…
Efeköy için iyi Entelköy için kötü bir haber gelir.
Devletin bir kurumu, Efeköy ve yöresinde var olduğu saptanan zengin kömür yataklarını işletecektir, orada bir termiksantral kurulacaktır.
Efeköylüler hem topraklarını istimlak bedeli karşılığında devlete satarak ceplerine para koymuş olacaklar.
Hem de ocaklarda sigorta primli iş kapıları açılacaktır.
Entelköylüler ise öfkelidir…
Termik santralin kirleteceği, asit püskürteceği tarlalarda nasıl organik tarım yapılır?
Eylemler yapar, Bulutsuzluk Özlemi ile protesto konserleri düzenlerler…
Sonunda Avrupa’dan Alman Yeşiller Partisi Başkanı Claudia Roth ile Türk hükümetinin bir bakanı (Yüksel Yalova) gelir ve Entelköylülere “başarı şilti” verirler.
Bakan da müjdeyi açıklar:
“Hükümetimiz bu başarılarınızı örnek olarak görmüş ve burada kömür çıkarmaktan, termik santral kurmaktan vazgeçmiştir.”
Efeköy’ün muhtarıyla (Şahin Irmak) Entelköylü Ayşe Bosse nikâhlanır.
Efeköylüler de Entelköylülerin yaptıklarını aynen uygulamaya, organik tarıma geçmeye, çok çalışmaya karar verir.
Mutlu sonla noktalanan bu öyküyü iki nedenle yansıttım:
1- Hopa’da sırf HES (hidro elektrik santral) kurulmasını protesto ettikleri için gençlerin hapse atıldıkları Türkiye’de yaşadığımızı hatırlamamızda fayda var.
Ayrıca bu gençlerin bazıları halkevi mensubu oldukları için cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana gençliği kültür ışıklarıyla besleyen halkevlerinin kapanması da bürokratik sürece alınmış.
Entelköy kimseyi gaza getirmesin.
2- Yukarıdaki birinci nedeni anlatan satırlarımdan sonra beni “naif” bulacaksınız ama gene de önerimi dile getireyim:
“Bu film devlet tarafından alınarak öncelikle TRT kanallarında gösterilmeli, sonra da tüm Türkiye kırsalında tarım kesimine izlettirilmeli.”
“Bas ilacı, yükle gübreyi, yor toprağı, geç kahvede okey oyna” dönemi kapanmakta.
Türkiye’de ve dünyada “organik/biyolojik tarım” taçlanıyor.
Milliyet Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Öğrencileri rahat bırakın! – Tanıl Bora
Portekiz’de ’3F’ci Salazar’a futbolu yâr etmemiş üniversite öğrenci kulübü Academica de Coimbra’yı analım. Güncel öğrenci davaları vesilesiyle…
Salazar’ı kimse bilmese futbolsever bilir. Hani ülkeyi yıllarca futbol, fado ve (azize) Fatıma sayesinde yönettiği söylenen Portekiz diktatörü. Ne ki Salazar’ın rejiminde bile futbol ahaliyi uyutma aracından ibaret değildi. Muhalefet de sızıyordu statlara. 1960’lardan itibaren, futbol muhalefetin temsilcisi ve simgesi, Academica de Coimbra kulübü olmuştu. 1911’de kurulmuşlar. Ülkenin orta-batısındaki küçük Coimbra şehrinin kulübü. İsminden de anlaşılabileceği gibi, üniversitenin kulübü. Daha doğrusu üniversite öğrencilerinin. Geleneksel akademik cüppeden ilhamla, formalarını siyah yapmışlar.
Kulübün en büyük başarısı 1939’da kazandığı Portekiz kupası. Fakat başından itibaren ‘özel’ bir kulüp olmuş. Üniversite ruhu, başından itibaren oyun kültürünü belirlemiş: centilmenlik, skordan önce ‘güzel oyun’ tutkusu… Diktatörlük döneminde bile nefes alacak küçük alanlarını koruyan öğrenci hareketiyle hep iç içe olması, kulübün ortamına demokratik bir hava üflemiş. Zaten futbolcular öğrencilerden devşiriliyormuş. Kulübün yetenekli futbolculara verdiği burslar, yoksul öğrenciler için ciddi bir kaynak.
1960’lı yıllar, Portekiz futbolunun uluslararası platformda yükseldiği ve rejimin bundan nemalandığı, toplumsal hayatta ise modernleşmenin ülkedeki muhafazakâr yapıyı sarstığı bir dönem. İşte, Academica de Coimbra, kıpranan demokratikleşme talebini futbolun popülaritesiyle buluşturarak ülke çapında popülerleşiyor o dönemde. 1962’de Coimbra Üniversitesi öğrencileri eğitim reformu için boykota gidince, takımın oyuncuları da maça çıkmayarak onlarla dayanışmak istiyorlar. Futbolcu-öğrencilerin burslarının kesileceği tehdidiyle ikna ediliyorlar. O aralar üç oyuncu futbolu bırakıp Angola’nın Portekiz’e karşı bağımsızlık mücadelesine katılıyor.
1960’lar boyunca evlerindeki her maç bir protesto mitingine dönüşmüş. 1969’da kupa yarı finalinde öğrencilere yönelik tutuklamaları protesto için istisnaen beyaz forma giyip siyah bant takıyorlar. Hükümet finalde beyaz forma giymelerini yasaklıyor! Onlar da geleneksel siyah formalarına beyaz bant bağlayarak çıkıyorlar. Yüzlercesi maçtan önce gözaltına alınan taraftarları, 35 bin bildiri dağıtıyor tribünlerde. Uzatmada Benfica’ya 2-1 yeniliyorlar ama ne gam…
25 Nisan 1974’te ordu diktatörlüğü devirmek üzere yönetime el koyuyor! Radyoda ünlü protest şarkıcı Zeca Alfonso’nun sesinden duyuruluyor darbe. Alfonso öğrenciliğinde Coimbra genç takımının sağ açığıymış.
Faşizmi yıkıp parlamenter demokrasiyi de tesis etse askeri darbe askeri darbedir. Öğrenci milletinin protestocu ruhu her iktidarı huzursuz eder. ‘Amatörlüğe yönelmek’ gibi solcu görünümlü gerekçelerle, Academica de Coimbra kulübü feshediliyor! Protestolar fayda etmiyor. 1974’te tekrar kuruluyor ama öğrenci hareketiyle bağı kopmuş bir kulüp bu artık. Bugün Portekiz liginin orta sıralarında yer alan Coimbra, o ruhu taşımıyor.
Şimdi ben bu hikâyeyi niye anlattım?
Memlekette muhalif-solcu öğrencilere yönelik baskı ve yıldırma politikası hüküm sürüyor. Yıldırma ve korku salmanın Frenkçe karşılığı ‘terör’, malum. Silahla külahla ilişkisiz öğrenciler, rutinleşen ‘terör örgütü’ suçlamasıyla terörize ediliyor. Ciddi hukukçuların en fazla toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa muhalefet vs. kapsamına sokulabileceğini düşündükleri vakalarda dahi, ‘terör örgütüne üyelik’ suçlamasıyla aylar süren tutuklamalarla eziliyorlar.
Ankara Üniversitesi öğrencileri Bahadır Söylemez ve Özgür Alkan, polis kontrolünden geçirilerek asılmış bir pankart, yasal yayınlar, Tolstoy’un ‘Savaş ve Barış’ romanı gibi ‘kanıtlarla’ 7 aydır tutuklular. Bugün mahkemeye çıkıyorlar. Cuma günü de Hopa davası başlıyor. Hopa’da seçim mitinginde emekli öğretmen Metin Lokumcu polisin sert müdahalesiyle oluşan arbedede ölmüş, Ankara’da bunu protesto eden öğrencilerden 28’ine standart terörist suçlamasıyla dava açılmıştı. 22’si 5 aydır tutuklu. Aynı gün, taktığı poşu ‘kanıt’ gösterilerek başlayan tutukluluğu 22 aya yakındır süren Galatasaray Üniversiteli Cihan Kırmızıgül’ün davası var.
Academica de Coimbra’nın ruhu, bu davalarda müdahildir. Tabii Socrates’inki de.
Radikal Gazetesi / 08.12.2011
——————————————————————————–
Terörist olmaktan nasıl kurtuldum? – Özgür Mumcu
İçişleri Bakanı’nın, Prof. Büşra Ersanlı’nın tutuklanması hakkında verdiği enişteli anti-komünist demecini hatırlarsınız: “Hangi suçtan, hangi komünizan faaliyetten mahkûm olduğunu, cezaevinde yattığını, akrabalarının kim olduğunu, eniştesinin bu ülkede bir başka faaliyetten tutuklu olduğunu, bir başka sevdanın yolcusu olduğunu araştırırsanız görürsünüz.”
Ben uzun süre bunun şakacı bakanlar dönemini açan AKP’nin bu kapsamda değerlendirilmesi gereken bir ‘Soğuk Savaş dönemi anti-komünist siyasetçi parodisi’ olduğunu zannettim. Yanılmışım. Yanılmışım zira yarın Ankara’da görülecek Hopa tutukluları davasının iddianamesini okudum.
Neydi Hopa tutuklamaları, kısaca hatırlayalım. Haziran seçimlerinden az önce AKP’nin Hopa’da mitingi vardı. Bu mitingde özellikle HES politikaları nedeniyle AKP protesto edildi. Protestocular gaz bombardımanına tutuldu ve emekli bir öğretmen, Metin Lokumcu kalp krizi geçirerek öldü.
Sonra Başbakan “Hopa’ya eşkıyalar inmiş” dedi. Metin Lokumcu içinse “Bir tanesi de ölmüş, adını bilmiyorum, üzerinde de durmak istemiyorum” diye konuştu.
Bunun üzerine büyük bir memur sendikası olan KESK’in çağrısıyla, Ankara’da AKP binası önünde bir protesto eylemi düzenlendi. Bu eylemde ve takip eden günlerde birçok öğrenci tutuklandı. Yarın Ankara’da ilk duruşmaları var.
Bu öğrenciler terör örgütü üyesi olmakla suçlanıyor. Yani silahlı örgüt üyesi olmakla.
Haliyle insan iddianamede silah, bomba falan arıyor. Bunları bulmak mümkün değil. ‘Suç eşyası’ olarak iddianamede yer alanlar başka şeyler. Mesela şemsiye. Üzerinde “Hekime yönelik şiddete hayır” yazısı olan terörist bir şemsiye.
Başka? İki santim çapında plastik boru, üzerinde Öğrenci Kolektifleri yazan flama, 90 cm’e 90 cm ebadında siyah-beyaz kareli poşu.
Bunlar olay yerinde bulunanlar. Peki, bu terörist öğrencilerin evlerinde ne bulunmuş? Çok şey. Ne ararsanız var.
Mesela Mahir Çayan’ın resmi. Yetmez mi? Mesela Marx, Engels isimli şahısların kitapları. Yine mi yetmedi? Halit Çelenk’in ‘İdam Gecesi Anıları’ kitabı.
Başka? İşte Lenin’in Menin’in kitapları, birkaç dergi, birkaç kitap, ulaşım zamlarına karşı afiş falan filan.
Hangi terör örgütüne üye bu gençler? THKP-C Devrimci Yol Devrimci Gençlik örgütüne. Üç örgüt değil, bu bir örgüt oluyor. Biz tarihte kaldı zannediyorduk ama öyle değilmiş. İddianameye bakılırsa öğrenciler bu örgütlerin geleneğinden geldikleri için bugün bunlardan oluşan kombo bir örgüte üyeymişler.
Hopa olaylarını protesto eylemine ben Ankara’da olmadığım için katılamadım. KESK’e bağlı Eğitim-Sen üyesiyim. Ankara’da olsam eyleme katılırdım. Tam ebatlarını bilmiyorum ama poşum var, üzerinde yazı yok ama iki adet şemsiyem var.
Evde Marx, Engels ve Lenin isimli şahısların kitapları var. Mahir Çayan’ın resmi yok ama lazımsa edinirim, maksat zorluk çıkmasın.
İddianamede geçen Kızıldere operasyonunu katliam olarak görüyorum. Dev-Genç varken doğmamıştım, Dev-Yol varken bebektim. İkisini de önemli hareketler olarak görüyorum.
Vallahi iddianameye bakılırsa ben de bildiğin teröristim. Şemsiye var, dolapta bir yerlerde poşu var, kitap var. İyi ki eylem günü Ankara’da değilmişim. Allah muhafaza.
Tabii bir şeyden kurtarıyorum. Saçlarımı kestirmedim. “Tanınmamak için uzun saçını kestirdiği anlaşılmıştır” ibaresi şahsım açısından geçerli değil. Demek ki oradan yırtmışım.
Hopa tutuklularının ilk duruşması yarın saat 10.00’da, Ankara Adliyesi’nde görülecek. Gidecekseniz benden tavsiye, flama taşımayın, kitaplarınızı yakın, yanınıza şemsiye almayın ve burası çok mühim, berbere gidecekseniz bugünden gidin.
Not: Cihan Kırmızıgül’ün poşu davası da yarın, İstanbul Beşiktaş’ta. Yargı tesadüfleri sever.
Radikal Gazetesi / 08.12.2011
62
çıracı
9 Aralık 11 / 1pm
‘Siz bunu okurken ben tutuklu olacağım’
“KCK operasyonu” adı altında PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarına yönelik düzenlenen operasyonda savcılığın üst mahkemeye itirazı üzerine 8 kişiden 4′ü hakkında tutuklanma kararı çıkarıldı ve dün gece avukatlar Mahmut Alınak ile Mehmet Ayata gözaltına alındı. Savcılığın talebi doğrultusunda çıkarılan tutuklama kararına avukatların yaptığı itiraz başvurusu ise reddedildi. Mahmut Alınak, gözaltına alınmadan 2 saat önce yazdığı mektupta “Siz bu yazıyı okuduğunuzda ben tutuklanmış olacağım” dedi ve AKP iktidarını diktatörlüğe benzetti.
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarına yönelik 22 Kasım’da İstanbul başta olmak üzere pek çok ilde “KCK operasyonu” adı altında yapılan operasyonlarda gözaltına alınan 40′ın üzerinde avukattan 34′ü çıkarıldıkları mahkemece tutuklanmıştı.
Mahmut Alınak, Fırat Aydınkaya, Mehmet Ayata, Nevzat Anuk, Nezahat Paşa Bayraktar, Yalçın Sarıtaş, Ümit Sisligün, Ayşe Batumlu ile Asrın Hukuk Bürosu sekreteri Sebahat Zeynep Arat olmak üzere 8′i avukat 9 kişi ise, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı.
Söz konusu isimlerin mahkemece serbest bırakılmalarının ardından harekete geçen İstanbul Özel Yetkili Cumhuriyet Savcısı Adnan Çimen, Av. Ayşe Batumlu haricindeki 8 ismin serbest bırakılmalarına ilişkin İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne itirazda bulunup, yeniden tutuklanmalarını istemişti.
Özel yetkili Savcı Çimen’in talebini dün karara bağlayan üst mahkeme, serbest bırakılmalarına itirazda bulunulan 8 isimden Mahmut Alınak, Mehmet Ayata, Yalçın Sarıtaş ile Asrın Hukuk Bürosu sekreteri Sebahat Zeynep Arat hakkında yeniden tutuklama kararı çıkardı. Çıkarılan karar doğrultusunda hemen harekete geçen polisler akşam saatlerinde Av. Mahmut Alınak’ı İstanbul Esenyurt’ta misafirlik dönüşü gözaltına aldı. Gözaltına alınan Alınak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. Av. Mehmet Ayata ise, Diyarbakır’da gözaltına alındı. Savcılık itirazının kabul edilmesi sonucu 4 avukat ve büro sekreteri hakkında yeniden tutuklama kararı çıkması üzerine harekete geçen söz konusu isimlerin avukatları da bugün Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’ne gelerek, mahkemenin verdiği tutuklama kararına itirazda bulundu. Avukatların itiraz talebi, mahkeme tarafından kabul edilmedi.
ALINAK TUTUKLANDI
İstanbul 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ne çıkarılan Alınak, hakkındaki yakalama kararı okunduktan sonra tutuklanarak cezaevine gönderildi. (İstanbul/DİHA)
——————————————————————————–
ALINAK: HOŞÇAKALIN
PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın avukatlarıyla birlikte “KCK” adı altında gözaltına alınan ve mahkeme tarafından serbest bırakılan eski parlamenter Mahmut Alınak, İstanbul Savcılığı’nın talebi ile İstanbul Esenyurt’ta aile ziyaretine gittiği evden çıkarken polisler tarafından yeniden gözaltına alındı. Vatan Caddesi’nde bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne götürülen Alınak, gözaltına alınmadan 2 saat önce basına “Hoşçakalın” başlıklı bir veda yazısı gönderdi.
‘ERDOĞAN DİKTATÖRLÜĞÜ TARİHTEKİ BENZERLERİNİ ARATMIYOR’
“Siz bu yazıyı okuduğunuzda ben tutuklanmış olacağım” diye seslenen Alınak, “Bir korku imparatorluğu kurmak isteyen Tayyip Erdoğan’ın diktatörlüğü, Ayetullah Humeyni, Rus Çarı Korkunç İvan ve tarihteki benzer diktatörlerin günümüze uyarlanmış şeklidir” diye belirtti. “Pervasızca hüküm süren Tayyip Erdoğan diktatörlüğü artık tarihteki diktatörlükleri aratmaz hale geldi. Türk, Kürt… tüm siyasi muhalifleri, basını, köşe yazarlarını, kitle örgütlerini ve hak arayan herkesi ağır bir baskı altına alan bu diktatörlük, tipik bir Somozo, Ayetullah Humeyni, İdi Amin, Belçika kralı 2. Leopald, Pol Pot ve Korkunç İvan diktatörlüğüdür” diye belirten Alınak, Başbakan Erdoğan’ın talimatı ile başlatılan yargı operasyonunu ise, İsa’nın çağa uydurulmuş çarmıha gerilişi, Kerbela cinayetinin bir versiyonu olduğuna dikkat çekerek, bu dönem yaşanan tutuklamaların tek farkının demokrasi ve hukukla maskelenmiş olması olarak değerlendirdi.
‘DİKTATÖRLÜĞE HİZMET ETMEYENLER HEDEFTE’
Etnik kökeni ne olursa olsun diktatörlüğe hizmet etmeyen herkesin hedefte olduğunu belirten Alınak, cemaate üye olanlara her türlü devlet imkanı sağlandığına üye olmayanlara da düşman muamelesi yapıldığına dikkat çekti. “Göz önünde olan şu gerçeği kafamıza iyice sokmamız gerekir: Faturayı sadece muhalif Kürtler değil, bir şekilde Türkler ve öteki halklar da ödüyor” diyen Alınak, “Haklarını aradıklarında coplanarak ve biber gazı sıkılarak, ekonomik sıkıntılarla boğuşarak, yoksullukla cebelleşerek, hastane kapılarında sürünerek, işsizlik cehenneminde yanarak, şovenizmle zehirlenerek, eğitim ve kitle iletişim araçları ile bilinçleri çöle çevrilerek ödüyorlar. Türk insanı nasıl acımasız bir saldırı altında olduğunu görmedikçe, esenliğe ve özgürlüğe kavuşamaz. Çıktığımız bir yolculukta yaralı koltuk komşumuz acılar içinde kıvranırken -şayet ruh sağlığımızı yitirmemişsek- nasıl şen şakrak mutlu bir yolculuk yapmamız düşünülemezse, dünyanın neresinde olursa olsun bir halk ya da bir ülke cendere altındaysa insanlığın mutlu olması mümkün değildir” diye belirtti.
‘KURYELİKLE SUÇLANIYORUM’
AKP’nin PKK ile sürdürdüğü savaşın bitmesini istemediğini kaydeden Alınak, “Çünkü bu savaşı demokratik hak arama özgürlüğünü askıya almak, ezmek ve halkı boyunduruk altında tutmak için bir fırsat olarak kullanıyor. Bu nedenle çatışmalarda hayatlarını kaybeden askerler için söyledikleri tüm sözleri yalan ve sahtedir. Televizyon kameralarının önünde yüzlerine takındıkları üzgün ifadeler ise ustaca resmedilmiş birer maskeden ibarettir. Savaşın bitmesini istemedikleri içindir ki, akan kanın durması ve gençlerin ölmemesi için girişilen her çabayı düşmanca karşılamaktadırlar” dedi. Kendisinin başlatmış olduğu Gençler Ölmesin Ocaklar Sönmesin Girişimi (GEOS) adına İmralı’ya giderek akan kanın durması için sivil bir açılıma katkıda bulunmak girişimine karşı AKP’nin kendisini kuryelikle suçladığını belirten Alınak, “Gel gelelim şimdi ortaya çıktı ki Tayyip Erdoğan’ın kuryeleri Kandil’e gitmiş! Ne var ki siz bu satırları okuduğunuzda ben kuryelik suçlamasıyla tutuklanmış olacağım! Bu küçük örnek bile nasıl karanlık bir oyun kurduklarını gün gibi ortaya koymaktadır” dedi.
AKP NEDEN BİNLERCE OCAĞIN SÖNMESİNE SEYİRCİ KALDI?
Alınak açıklamasında, AKP’nin tezgâhladığı kanlı siyasetin üstü Seyit Rıza’nın torununu Başbakanlıkta ağırlamakla örtemeyeceğini ve bu karanlık siyasetin “kırbaç ve şekerleme” siyaseti olduğunu belirterek, “Avukatların Öcalan’dan talimat aldığı ve bunları Kandil’e bildirdiği iddiası doğru ise – ki değildir -devlet neden tedbir almadı, neden engellemedi, neden sağır kesildi, neden 12 yıl tuzak kurup pusuda bekledi? Neden göz göre göre onca askerin ölümüne göz yumdu? Hangi karanlık emeller için o gençleri gözden çıkardı? Neden anne ve babaların dünyalarını karartı? Neden binlerce ocağın sönmesine seyirci kaldı?” diye sordu.
BUGÜNLER İÇİN DE BAŞKALARI ÖZÜR DİLEYECEK
Alınak’ın açıklamasının sonunda şunlar yer aldı: “Tayyip Erdoğan bu aldatmacanın hep böyle süreceğini sanıyorsa aldanıyor. Şu yaşlı dünya şimdi yerlerinde yeller esen nice diktatörlükler gördü, geçirdi. Ona şunu hiç unutmamasını tavsiye ediyorum: Kendisi bugün Dersim için nasıl özür diliyorsa, yarın başkaları da şimdi yapılanlar için özür dileyecek. Ve onun tarihteki yeri Korkunç İvan’la Humeyni’nin yanı olacak.”
Güncelleme tarihi: 2011-12-08 16:18
( evrensel.net )
Yorumunuz
isim ve e-posta girmek zorunlu degildir.
tüm istediğimiz yorum yazılmasıdır. bu yüzden bu tür zorunlulukları doğru bulmuyoruz..
İsim
Eposta
Website
Safari hates me
iptal
(Uzun bir zaman önce, AKP’deki Gül(en) kliği ile Tayyipçi/ortodoks-nakşibendi kliği arasındaki çekişmeden bahsetmiştim. Bu çekişmenin yarattığı yeni AKP-içi çatlaklar hakkında bir yazı…)
AKP’de taht kavgası
09 Aralık 2011
Uzun bir süredir cemaat-AKP ittifakında kriz yaşandığı belirtiliyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın rahatsızlığı nedeniyle parti çalışmalarına bir süre katılamamasının ardından AKP’de krizli bir durum olduğu görünür hale geldi. Söz konusu kriz tartışmaları, sporda şikeye verilen cezaların azaltılmasına yönelik yasa tasarısıyla had safhaya ulaştı.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün yasa tasarısını veto etmesinin ardından, AKP tasarıyı değiştirmeden Gül’e geri gönderdi. Bunun ardından ise AKP’de kriz yaşandığı tartışmaları başladı. Parti milletvekillerinin büyük çoğunluğunun yasa tasarısına karşı olduğu ve oylamanın gizli yapılması halinde ret oyu çıkacağı belirtilirken, Gül’ün vetosuna karşın tasarının değişmeden yollanması da gerçek bir “kriz” olduğu konusunda şüpheleri güçlendirdi.
Bazı vekiller Cumhurbaşkanı’nın tavrını desteklediklerini açıkladı. Bu isimler arasında Bülent Arınç gibi partinin önemli kademelerinde bulunanlar da yer alıyor.
AKP’Lİ TAYYAR’DAN ÇARPICI AÇIKLAMA
AKP Gaziantep milletvekili Şamil Tayyar, “AK Parti içinde sıkıntı var. Tabi parti disiplini içinde ve açık oylama olacağı için bu arkadaşlarımız, ret oyu vermezler. Ancak Sayın bakanlar dahil yasaya tepkili çok sayıda isim var. Oylama gizli yapılsa bu yasa geçmez” dedi.
‘İMZANIZIN ARKASINDA DURUN’
Bülent Arınç da “Ben Cumhurbaşkanımızın takdirlerine, hukuki mütaalasına ve gerekçesine aynen katılıyorum” derken Meclis AKP Grup Başkanvekili Nurettin Canikli ise “Herkes imzasının arkasında dursun” çağrısı yaptı.
BOZDAĞ: ÇATLAK YOK
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Şike Yasası’nın Meclis’in gündeminde olduğunu söyleyerek, AKP’de çatlak iddialarını da yalanladı. Bozdağ, “Böyle bir şey yok, o birilerinin temennisi” diye konuştu.
ERDOĞAN’DAN KRİZE KESKİN MÜDAHALE!
Öte yandan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın partiye “Bütünlüğü koruyun” mesajı verdiği belirtiliyor.
Parti içinde yaşanan ve kamuoyuna yansıyan tartışmalardan duyduğu rahatsızlığı dile getiren Erdoğan, grup yönetimine şu talimatları verdi: “Cumhurbaşkanımız’ı rencide edecek şeyler söylemekten kaçının. Bu yasa doğru bir yasa, bunun arkasında durun. Dışarıda açıklama yapan arkadaşları ikna edin, tek ses görüntüsü olsun. Vereceğiniz mesajları, görüşlerinizi içeride dile getirin. Dışarıda muhalif sesler, başıboş mesajlar olmasın.”
DİSİPLİN UYARISI BİLE YAPILDI
Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç da hükümetten bir değişiklik önerisi gelmeyeceğini belirterek “AK Parti tek yürek olarak hareket edecek” açıklamasını yaptı. Kılıç, “Ret oyu verenlere karşı ne yapacaksınız?” sorusu üzerine “Biz siyasi partiyiz. Dernek ya da vakıf değiliz” diyerek disiplin soruşturması imasında bulundu. Tüm bu gelişmelerin ardından “kriz”in gizlenmeye çalışıldığı görüldü. Örneğin önceki gün “Cumhurbaşkanı Gül haklı” diyerek AKP’deki çatlak seslere katılan Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, dün “Yasanın arkasındayız, farklı düşüncemiz yok” sözleriyle saf değiştirdi.
AKP’de derin kavga var
CHP Mersin Milletvekili İsa Gök, “Bu kavgalar isimlerle beraber aslında cemaat özlü kavgalar olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu yarış içerisinde selden kütük kapma yarışı da vardır. Başbakan’ın hastalığını fırsat bilme iradesi vardır. Önemli bir hastalıktır. Acil şifalar diliyorum. Bu kaostan faydalanmak isteyenler vardır” dedi. Meclis’te yaptığı basın toplantısında vetolu Şike Yasası’na değinen Gök, şunları söyledi:
“Bir şike yasası ortaya çıktı. Bu yasayla aslında amaçlanan ne? Her ne kadar Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın grupları arasında bir tartışma var idiyse de bu tartışmanın kaynağı şike yasası değildir. Bu yasada amaç ve araç karışmıştır. Fenerbahçe spor kulübü üzerinde bir cemaatin operasyonları vardır. Bir ele geçirilme çalışması vardır. Fenerbahçe’ye karşı yaratılan bu operasyon bir cemaat operasyonu sonuçlanmadı da acaba veto gelmektedir? Bu şike yasası altında bir taraftan AKP’de Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık ve AKP liderliği geleceği konusunda planlar masaya yatırılmakta. Diğer tarafta para söz konusu olmakta. Çünkü bir cemaatin Fenerbahçe operasyonu tamamlanmamıştır.”
( birgun.net )
(Hopa davası meselesinden devam…)
http://www.birgun.net/actuels_index.php?news_code=1323426072&year=2011&month=12&day=09
(Hopa davası konusunda bir başka kaynak…)
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=41490
Hopa duruşması dayanışma mitingine dönüştü!
Sol, bu gözdağı operasyonuna kamuoyuna dönük etkili bir kampanya ve devrimci dayanışmayı yükselterek yanıt veriyor.
31 Mayıs 2011 günü AKP’nin Hopa’da düzenlediği mitingi protesto etmek isteyen kitleye polisin saldırması sonucu yaşanan olaylarda öğretmen Metin Lokumcu hayatını kaybetmiş bunun üzerine aynı gün akşam saatlerinde Ankara’da Metin öğretmenin ölümü yüzlerce kişi tarafından protesto edilmişti. Polisin Ankara sokaklarında terör estirdiği olaylar boyunca onlarca kişi yaka paça gözaltına alınırken yargı polis işbirliği sayesinde bu olaylardan yeni bir dava türetildi: Hopa.
Devrimci Karargah, Ergenekon, KCK ve Balyoz davaları gibi Hopa da yeni rejimin iktidarını tesis sürecinde önemli bir araç olarak göze çarpıyor. Bu davaların her biri ile farklı bir muhalefet odağı sindirilmek isteniyor. Hopa davası da AKP’yi siyasal hedefine yerleştiren sol gruplara dönük bir gözdağı amacı taşıyor. Sol ise bu gözdağı operasyonuna kamuoyuna dönük etkili bir kampanya ve devrimci dayanışmayı yükselterek yanıt veriyor.
Hopa davasının ilk duruşması bugün başladı. Sabah saatlerinde başlayan kar yağışı ve soğuk havaya rağmen Ankara Adliyesi önünde toplanan binlerce kişi Hopa tutuklusu öğrencilere destek verdi. “Yaşasın devrim ve sosyalizm”, “Hopa’da direniş Amed’de serhıldan kazanacak”, “her yer Hopa her yer direniş”, “Gençlik gelecek, gelecek hapsedilmez”, “Yaşasın devrimci dayanışma” sloganlarının yankılandığı eylem kısa süre içinde gün boyu süren coşkulu bir miting havasına büründü. Halkevleri, TKP ve ÖDP’nin geniş bir katılım gösterdiği eylemde birçok siyasi çevre, sendika ve meslek odaları ortak bir direniş iradesi sergiledi.
Adliye’nin dışında sergilenen bu güzel dayanışma, mahkeme salonundan saat 22.10’da gelen müjdeli haberle taçlandı. Yaklaşık yedi aydır uyduruk gerekçelerle tutuklu bulunanların tamamı tahliye edildi. Tahliye haberinin ardından adliye önündeki yüzlerce kişi, zaferi kutlamak için Sakarya Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçti.
9 Aralık 2011
( http://www.yarinlar.net )
Ayşe Hür
Siyasetin ‘leitmotiv’i Fethullah Gülen
Bir çeşit McCharty dönemine giriyoruz. Hemen her sabah yeni bir operasyonla uyanıyoruz. İnternette, basında sansür ve oto sansür kol kola gidiyor. Slogan atan, yürüyüş yapan, yumurta atan, saçını kesen, duvara slogan yazan, elinde kırık şemsiye taşıyan, evinde sol kitaplar bulunduran gençler; konferans veren aydınlar, haber yapan gazeteciler, kitap yazan yazarlar onlarca yıl hapis cezası talebiyle tutuklanıyor. Karakollarda kötü muamele artıyor. Herkes telefonunun dinlendiğinden kuşkulanıyor. Bu gelişmeleri protesto eden bazı kampanyalarda imzam yoksa bunun nedeni, imza toplayanların neden olduğu iletişim sorunları. Bu yüzden, şiddet içermeyen eylemleri cezalandıran zihniyeti şiddetle protesto ettiğimi peşinen ilan ediyorum.
Bu gelişmeler sürerken Şike Yasası ile yeniden gündeme gelen Fethullah Gülen bu konularda ne düşünüyor diye merak ettim, çünkü ülkenin güvenlik bürokrasisinde Gülen hareketinden gelenler egemen. İnternet araştırmasında şunları gördüm: Fethullah Gülen son olarak Muhteşem Yüzyıl dizisinin başkahramanı Kanuni’nin 46 yıllık saltanatında sadece 1,5 yıl sarayında kalmasına çok üzülmüş. (Gülen’i teselli edecekse söyleyeyim, bu bilgi külliyen yanlış. Kanuni, seferde sekiz yıl sekiz ay, sarayında ise 37 yıl dört ay geçirdi.) Gülen ayrıca Alevilik (daha doğrusu Nusayrilik) ve PKK ile ilgili çok sert açıklamalar yapmış ve bu açıklamalar söz konusu çevrelerde büyük tepki uyandırırken merkez medyada hiç yer bulamamış.
Bunun üzerine, bu hafta Fethullah Gülen’in aile, devlet, millet, Batı, terör, Alevilik, Kürt meselesi gibi konulara dair görüşlerini özetlemeye karar verdim. Bazılarınız niye bu kadar geciktiğimi sorabilir. Belki sol geçmişimden miras “ana çelişki- tali çelişki” saçmalığı yüzünden, belki bir çeşit oto sansürden, belki dinî cemaatleri şeytanlaştıran ulusalcı koroya katılma endişesinden. Ama en çok da konuyu tarihten çok güncele dair gördüğümden. Nitekim bu yazı da bir tarih yazısı olmadı.
Öncelikle şunu belirtmeliyim. Fetullah Gülen’in okumuşlara hitap eden kitaplarındaki görüşleriyle, video konferanslarındaki görüşleri arasında ciddi farklılıklar var. Işık Evleri’nde ne tür konuşmalar yapıldığı ise benim için bir muamma. Ben doğal olarak kitaplar, videolar ve bu konuda yazılmış tezlerden yararlandım. Sonuçta ortaya çıkan yazı, konuya giriş mahiyetinden ileri gitmedi. Demek ki, ilerde konuya tekrar dönmek gerekecek. Gelelim başlıklara:
Din ve ahlak
Fethullah Gülen için ahlâk dinin özü, din de ahlâkın esasıdır. Din hayatın hemen her alanını kuşatır. Dini sadece inançtan ibaret görenler onu bütün benliğiyle kabul edememiş “kültür Müslümanları” sayılır ki bu kişilerin makbul olmadığı açıktır. Ancak, Gülen’in sözünü ettiği din, herhangi bir din değil, İslam dinidir. Fethullah Gülen için İslam dini sadece ahlakın değil aynı zamanda güvenlik, asayiş, kontrol, eğitim, terbiye, disiplin, inanç, güç, vazife, mutluluk gibi kavramların da kaynağıdır ya da onunla ilişkilidir. Gülen’e göre kendisinden önceki dinleri kaldıran ve kıyamete kadar hükmü sürecek olan İslam dini, zamanı ve mekânı aşan derin anlamları ile gelecekte, dünya çapında bir yenileşmenin gerçekleştiricisi olacak; yeryüzünü bütünüyle fethedecek, hatta Müslüman “boş durmayıp” gökyüzünü de fethetmenin yollarını arayacaktır. Dünyayı fethettiğinde de, sadece Türkiye’de değil bütün dünyada yaşayanlar için Peygamberimizin o muzaffer günleri (Asr-ı Saadet) geri gelecektir.
Aile, cemaat
Elbette bu kendiliğinden olmayacaktır. Dünyayı Asr-ı Saadet’e ancak eğitim götürecektir. Ancak sadece çocuk değildir bu eğitimin nesnesi, tüm ailedir, ailenin genişlemiş hali olan cemaattir, giderek tüm toplumdur.
Fethullah Gülen, anne ve babalardan “gerçek muallimler”e (yani Işık Evleri’ndeki ağabeylere, ablalara) kadar uzanan bir çizgide ve herkesi bağlayacak biçimde bu vazifenin dağılımını yapar. Gülen için bu terbiyecilerin/ mürşidlerin görevi, yuvadan okula, kahveden kışlaya, bütün vatan sathını mektep haline getirip, bütün yurtta bir kültür seferberliği ilân etmek, ferdi (Gülen düşüncesinde “birey” değil “fert” vardır), “habis ur ve mikroplardan” temizleyip, böylelikle talebeyi aşağıdan çekip yukarılara yükseltmek, en ulvi, en yüce huylarla bezeyip müspet istikamette en verimli tohumları atmaktır.
Fethullah Gülen’e göre ailenin genişlemiş hali ama ondan çok daha uhrevi bir yanı olan cemaat fertlerin maddî menfaat, mal mülk sevdası, makam mansıp hırsını dizginlerken, cemaat dışında yaşamak insanı günaha sokar, şerre ve şeytana yaklaştırır.
Ahlaklı ve dayanışmacı bir toplumu inşa etme açısından Gülen’in özel bir önem verdiği millî/ içtimaî terbiye kavramı, İttihatçıların ideologu Ziya Gökalp’in Türk milletinin eğitimi üzerine yazdığı makalelerde önemle üzerinde durduğu millî terbiye kavramına çok benzer.
Kadın
Fethullah Gülen’e göre “Kadın ile erkek arasında mukayeselere girmek (yani feminizm) münasebetsizliktir. Kadın-erkek yaradılış ve dünyadaki misyonları açısından birbirinden farksızdırlar ve bir bütünün birbirine muhtaç iki yüzü gibidirler”. Ancak “Allah kadını başka değil, erkeğe eş olarak yaratmıştır”. “Ahenkli ve dayanıklı bir yuva, istikbal vaat eden bir milletin temel öğesidir.” Gülen’e göre “İslamiyet kadına diğer dinlerden çok farklı ve yüce bir makam vermiştir ve kadının çalışmasında İslami açıdan bir engel yoktur; ancak fiziki ve ruhi özellikleri düşünülünce onun için de insanlık için de en uygun işlev anneliktir ve evin çekip çevrilmesidir”. Buna rağmen Gülen kadının asker de, hekim de olabileceğini kabul eder, “yeter ki işi dinini yaşamasına engel olmasın”. Ancak nedense cemaatin kadın müritlerini ya da erkek müritlerin eşlerini kamusal alanda görmek pek mümkün olmaz ve kadınlar cemaat hiyerarşide en altta yer alır.
Disiplin, otorite ve devlet
Fethullah Gülen eğitimde disipline çok önem verir, disiplini anlatmak için askerî terimler kullanır. Yavuz Sultan Selim, II. Abdülhamid gibi padişahları, Japonya ve Güney Kore gibi ülkeleri disiplin örneği olarak takdir eder.
Fethullah Gülen düşüncesinde otoriteye (babadan başlayarak devlete uzanan bir dizgede) saygı, toplumun “nizam” ve “asayişi” açısından gereklidir. Gülen’in devlet yorumlarında açık bir Gazali etkisi görülür. Gülen’e göre devletsizlik kargaşadır, istikrarsızlıktır. O otorite, adaletsiz ve zulmeden bir iktidar olsa bile (hatta sosyalist bir iktidar bile olsa), hiçbir durum asayiş ve nizamın bozulmasından kötü değildir. Gülen’e göre her “fert” (Gülen için “birey” değil “fert” vardır), “devletin ayrılmaz bir parçasıdır” ve onun yaptığı, yapacağı her şey devlet adınadır. Üstelik hangi konu olursa olsun devlete sorulmadan hareket etmek yanlıştır ve devletten mutlaka tasdik alınmalıdır!
Ordu, darbeler ve 28 Şubat
Otorite ve devlet sevgisi yüzünden Fethullah Gülen kişisel yükselişinin miladı olan 12 Eylül 1980 sonrası dönemde, diğer İslâmî hareketlerin tersine, devlet yanında yer almış ve darbeyi destekleyici açıklamalar yapmıştır. Elbette Fethullah Gülen kendisine atfedilen “darbe yanlısı” suçlamasını kabul etmez. Ona göre askerî darbeler “kötüdür” fakat “çok daha kötüye göre o kadar kötü değildir”.
Bu yüzden Gülen, darbeler arasında da bir ayrıma gider. 27 Mayıs 1960 “sol güdümlü bir harekettir”, bu yanıyla kabul edilemez. 12 Mart 1971 müdahalesi de aynı şekle sokulacakken “ihtilale beş kala hadiseye el konulmuş”, “tam bir komünist ülke haline gelinecekken” birilerinin ülkeyi maceraya götürmesine engel olunmuştur. 12 Eylül 1980 darbesi için de “Türkiye bir yerlere çekilmek istenmişti” der ve “askerî müdahaleleri bütün bütün yadırgamak, isabetsizdir demek doğru değildir ama acaba demokrasi içinde askerî güç o dönemde anarşiyi aşamaz, kargaşanın önüne geçemez miydi” diye sorar.
Gülen’e göre 12 Eylül öncesindeki en büyük tehlike Türkiye’nin komünist bir ihtilale doğru gitmesidir. Ona göre Türkiye o günlerde “dünyadaki en dinsiz ülkedir”. Silahlı Kuvvetler bu tehlikeyi önlemiştir. “12 Eylül hareketini gerçekleştiren insanlar da din realitesi karşısında duyarlı davrandılar. Müfredatlara ahlak-din dersi koydular… İmam-hatip liseleri açtılar. Çok önemli de bir iş yaptılar. Din realitesi karşısında duyarlı davrandılar” diyerek 12 Eylül’ün aslında doğru bir analizini yapar.
Nitekim Turgut Özal’ın kendisinden Kenan Evren’e bahsetmesiyle Fethullah Gülen’in yıldızı parlamaya başlar. Gülen okullarından mezun öğrencilerin 1995’te dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı tarafından kabulü, hareketin 1997’de Karadayı’ya ödül vermek istemesine neden olur, ancak Karadayı’nın reddetmesi üzerine ödül Süleyman Demirel’e verilir. Yine de, orduya ve devlete verilen bu yumuşak mesajlar Gülen Hareketi’ni 28 Şubat 1997 müdahalesinden kurtarmaz. Fethullah Gülen, 1999’da izleyicilerine devleti ele geçirmelerini tavsiye eden kasetleri çıktığında ülkeyi terk etmek zorunda kalır ve ABD’ye göç eder. O günden beri de Pensilvanya’da yaşamaktadır.
Fakat bu sürgün bile onun ordu, asker konusundaki düşüncesini değiştirmez ve 2000’li yıllarda verdiği bir video konferansta şöyle der mesela: “Ülkemiz [Batı’ya karşı] son karakoldur. Askeriye, askerin şahs-ı manevisine hiç laf etmemek, askerin şahs-ı manevisine karşı uygunsuz lafta bulunmamak çok önemlidir. Bizim için önemli olan da şahs-ı manevidir. Şahıslar gelip geçicidir. Bugün onlar olur, arkadan başkaları gelir. Bu askerlerin bulunduğu yerde bir zaman Kanuni Sultan Süleyman vardı, Yavuz Cennetmekân vardı. Serdar-ı Âzam Merzifonlu vardı. Fazıl Ahmet Paşa vardı. Şimdi de başkaları var yani bunların yerinde. Bu bakımdan asker şahs-ı manevi olarak son karakoldur…”
Millet ve Türk milliyetçiliği
Osmanlı İmparatorluğu’nu, İslam tarihi içindeki en parlak bölümlerden biri kabul eden Fethullah Gülen, ilginç biçimde 19. yüzyılda ortaya çıkan modern “millet” kavramını devletten sonraki en önemli kavram olarak görür. “Fatih bir millet olan Türkler, idareleri altındaki çeşitli milletleri Türkleştirmeye çalışmamış, onların din ve âdetlerine saygı göstermiştir” derken İttihatçı-Kemalist Türk milliyetçiliğinin tektipleştirme politikalarından habersiz görünen Gülen için “millet”, aynen Kemalist ideolojide olduğu gibi “sınıfsız”, “zümresiz”, “kaynaşmış” bir toplumdur. Kapitalist toplumun en önemli özelliği olan sınıflar ayrımı, işçi-patron ilişkileri ya da bürokrasideki statü farklılıkları Gülen için önemli olmayan konulardır. Gülen bu alanlardaki çatışmaları, uyuşmazlıkları veya hak gasplarını “kişisel hırslar”, “az ile yetinmeme” gibi insanî zaaflara bağlar.
Fethullah Gülen “millet” kelimesinin önüne “Türk” kelimesini koymaktan çoğu kez kaçınır ama Türk kültürünün köklerinin bulunduğu Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleri (onun deyimiyle) “Türkî dünyalar” veya Balkanlar söz konusu olduğunda perhizi bozar. Kana ve ırka dayalı gruplaşmaların millet için tehlikeli ve dış kaynaklı olduğunu söyleyen, ırk meselesinin gelecekte önemsiz olacağına inanan Gülen, yeri geldiğinde “saf kan 10 milyon Türk”, “öz be öz saf Türk” demekten kaçınmaz.
Türk Müslümanlığı
Aynı şey Müslümanlık için de geçerlidir. Gülen’e göre Türklerin Müslümanlığı benimsemesinden sonra zaten “nezih” olan kültürlerini İslam’ın evrensel ilke ve değerleriyle bir üst düzeye çıkarmalarının sonucu ortaya “Türkiye Müslümanlığı” çıkmıştır. En parlak dönemi Osmanlı İmparatorluğu olan Türkiye Müslümanlığı da zenginliğini ve özgünlüğünü Orta Asya’ya borçludur. Türklüğe verdiği özel önem, “Türkçeyi bir dünya dili haline getirmek” amacıyla başlattığı Türkçe Olimpiyatları’ndan ve dünyanın dört bir yanındaki “Türk okulları”ndan sonra iyice belirgin hale gelmiştir.
Kürt Meselesi
Fethullah Gülen’in ağzından Türk kelimesini duyarsınız ama Kürt kelimesini duyamazsınız. Kürt yerine “falan”, “falanlar” veya “bölge insanı”, “oradaki insanlar” der. Gülen Hareketi’ne yakın yayınevlerinin Said-i Nursi’nin kitaplarındaki Kürt, Kürdistan ifadelerini “Bedevi”, “Doğulu”, “Şark”, “Vilayet-i Şarkiye” terimleriyle yer değiştirmesi de pek tanıdıktır.
Kürt Meselesi ile PKK’yı kesin çizgilerle birbirinden ayırdığı anlaşılan Fethullah Gülen, bir yandan “Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, feraset ve şefkatle gidilmelidir” der, Kürt sorununun çözümünü kilitleyenin “dil meselesi” olduğunu söylerken bir video konferansta da şunları söylemiştir: “O Güneydoğu’daki vatandaşı baştan çıkarmak için [Batılılar, Haçlılar] NHhErmeni’yi kullanıyor, Süryani’yi kullanıyor, ateisti kullanıyor. Bir zaman komünizm perdesi altında yapıyorlardı. O yıkılınca işleri biraz zorlaştı. Artık Kürt istiklali, hürriyeti, vatanı falan diyorlar şimdi.”
Cumhuriyet, demokrasi
Fethullah Gülen, kendisini cumhuriyet karşıtı diye suçlayanlardan daha fazla cumhuriyetçi olduğunu söyler. Hatta İslamiyet’in ilk yıllarını adı konmamış bir cumhuriyet olarak kabul eder. Gülen’e göre kâinatı yaratan “külli irade” kula seçim yapma hakkını tanımıştır. Dolayısıyla “İslam’ın demokrasi, demokrasinin ise İslam olmadığını” ancak dinle demokrasinin pekâlâ bağdaşabileceğini düşünür. Ama, “Kim olursa olsun insanları oldukları gibi kabullenmek demek, müminle kafiri aynı kefeye koymak demek değildir”.
Mümin ve kâfir derken acaba Müslümanları ve gayrımüslimleri mi yoksa ilahi dinlere inananlarla diğer inanç sistemlerine bağlı olanları mı yoksa bir yaratıcıya inananla inanmayanları mı kastettiğini açıkça söylemez. Ama kesin olan bir şey vardır ki, komünistler ve anarşistler Gülen demokrasisinden nasiplenemeyecektir. (Hatta Gülen’e göre “anarşist çocuğa miras verilmemelidir”.)
Laiklik
Fethullah Gülen, Kemalistlerin Fransız tipi laikliğini eleştirmekle birlikte takipçisi olduğu Said-i Nursi’nin mevcut otoriteyle çatışma yaşamadan makul davranmayı öneren, fakat buna mukabil fertte bir dönüşüm yaratarak, kamusal düzende en alttan başlayacak bir değişimi amaçlayan düşüncesinin izinden gider (kendi ifadesiyle “Risaleler taşkınlıklarını zapt-u rapt altına almıştır”) ve rejime sert eleştiriler yöneltmekten kaçınır. Örneğin 1982 Anayasası’nın değişmez maddelerini (devletin demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olması ve diğerlerini) veri olarak kabul ederek laikliği kaldırmaktan değil, mevcut laikçilik anlayışını “iyileştirmekten” söz eder. Örneğin “Başörtüsü bir iman meselesi değildir” der, “Başörtüsü teferruattır, insanların vicdanına bırakılmalıdır” der, “Tesettür emrinin hicretin yedi veya sekizinci yılında, yani Peygamberliğinin yirminci yılında farz olduğunu görürüz” der. Veya Diyanet İşleri’nin Müslümanlığın şeklini belirlediği görüşüne katılmaz.
Alevilik
Fethullah Gülen röportajlarında, kitaplarında ısrarla Türkiye’de Alevi-Sünni kavgası olmadığını söyler ama bir video konferansında şu sözleri de sarfetmekten kaçınmaz: “Arkadan Türkiye’de Kızılbaş meselesi geliyor (…) Anadolu’daki Aleviler, Yörükler bizim Tahtacılar, onlar her zaman bizim kendileriyle anlaşacağımız insanlardır. Fakat esas aslen Nuseyri olan, Ermenilerden, Süryanilerden meydana gelmiş, aslen Nuseyri olan, Tunceli civarındaki Aleviler bu işin arkasında. Bunlar Türkiye’de gaileler açtığı zaman devletinizle ordunuzla bu işin karşısına çıkamazsınız. Ve bunların dinleri yoktur. Nuseyri akidesi vardır. ‘Allah insandır, insan Allah’tır’, ‘Allah insanın içine girmiştir’, ‘Allah insanla itaat etmiştir.’ Bu anlayış hâkimdir. Bu itibarla biz şimdi Güneydoğu’yu verelim dediği zaman bile Sivas’a kadar talepler gelecektir arkadan…”
İslam Dünyası-Batı Dünyası
“İslam Dünyası” diye bir oluşuma inanmayan Fethullah Gülen’e göre Müslümanlar arasında cahillik ve seviyesizlik söz konusudur. Bu yüzden Müslümanlar “dünyanın problemlerini henüz” çözemezler. Ama Gülen’e göre Haçlı Seferleri’nden (11. yüzyıl) beri bizimle uğraşan Batı Dünyası’nın planlarına karşı uyanık olmak gerekir. Çünkü ona göre “Çanakkale de bir Haçlı Seferi’dir ve Körfez’e gelme de bir Haçlı Seferi’dir. Bunların Kıbrıs karşısındaki tutumu da bir Haçlı düşüncesidir. Ve bundan hiç vazgeçmemişlerdir. İçimizde iftiraklar (bölünmeler) meydana getirme de tabii ayrı bir meseledir…”
Ancak Gülen’e göre, Batı’daki pek çok kurumun, kavramın, anlayışın temeli Doğu’da atıldığı için de körü körüne bir Batı düşmanlığı bizi çağın dışına iter. İçinde bulunduğu koşulların da etkisiyle olsa gerek ABD düşmanlığı, Büyük Ortadoğu Projesi veya Medeniyetler Çatışması gibi konularda ılımlı mesajlar vermesine rağmen Gülen için, oruç, namaz, düzenli okuma seansları ve nefsi kontrol çalışmalarının yapıldığı Işık Evleri, okullar, dershaneler hep bu Batılı yaşam şekline direnme yerleridir.
Terör
Fethullah Gülen’e göre hakiki Müslüman’ın terörist; teröre bulaşmış birinin Müslüman kalması mümkün değildir. “Bir buçuk milyarlık Müslüman dünyasının içinden böyle üç beş tane sergerdenin çıkmış olmasını, İslami bünyenin ifrazatı saymak mümkündür…” Bu bağlamda Gülen’in “en çok nefret ettiği insanların başında” El Kaide lideri Bin Ladin gelir. Ona göre Ladin “hissini, hevesini İslami mantık yerine koymuş, canavarlık” yapmaktadır.
Ancak Fethullah Gülen (Lübnan’daki değil Türkiye’deki) Hizbullah’ın işlediği korkunç cinayetleri diğer İslami kesimler gibi görmezden gelmese de bu konuda çok keskin laflar etmekten kaçınır. Gülen için Hizbullah devletin PKK’ya karşı kullanmak üzere kurduğu bir örgüttür ve “Şayet şakiyi şakiye karşı kullanırsanız, ona karşı da başka bir şaki bulmak zorunda kalırsınız”. “Hizbullah’ı Mizbullah, onu da Tizbullah takip eder ve bu mesele sürer gider.” “Bunlar güçlü bir hukuk devleti için ayıptır. Onları çıkaranlar, alet olarak kullananlar ve hem devlet bünyesinde hem de kendi başlarına gaile yapanlar tarih mahkemesinde sorgulanacak ve tarihe birer kara leke olarak geçeceklerdir ve tabii Allah’ın huzurunda bu cürümlerinin hesabını vereceklerdir.”
Ancak konu PKK’ya gelince, Fethullah Gülen meseleyi Allah’a havale etmez, TSK’ya havale eder. Örneğin halen yayında olan bir video konferans kasetinde şöyle dediğini duyarız: “30 senedir, ayıptır yani ardır bu. Dağdaki bir avuç mevcudiyetleri ne kadar onların? Diyorlar ki dağda her zaman 500-600 tane insan var. Haydi, o kadar olmasın, beş bin tane olsun, hayır 50 bin tane olsun. Canım, bir milyona yakın şeyiniz var sizin. Bu kadar da Emniyet teşkilatınız var yani. İstihbaratınız var. Ayrı ayrı birbirinden farklı üç dört tane İstihbarat var Türkiye’de. İsimlerini söylemeyeceğim ben onların. Sonra dünya istihbaratı ile müşterek şeyleriniz oluyor sizin, projeleriniz oluyor. Bunları yerli yerinde tesbit edin, o projeleri. O bir avuç eşkıyanın hakkından gelin. Kuşatın onları, lokalize edin… Allah’ım birliğimizi sağla. Lütfeyle, aramızı telif buyur, bizi ittifaka muvaffak kıl. O hakkı kötektir olan bunlar. Allah’ım onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz (Amin!), evlerine ateş sal (Amin!), feryatlarını figan sar (Amin!), köklerini kes (Amin!), kurut ve işlerini bitir (Amin!).”
Başta da dediğim gibi bu yazı sadece kuşbakışı bir değerlendirme. Benim izlenimim, Fethullah Gülen düşüncesinin yıllardır kıyasıya eleştirdiğim Kemalizm’den tek farkı üstüne bir de dinsel muhafazakârlık eklenmiş olması. Doğrusu bu da öyle küçük bir fark değil. Görünüşte ya da kamuya açıklanan yüzünde Gülen düşüncesi çok kültürcü, hoşgörülü, uzlaşmacı görünüyor ama biraz kazıyınca altından cemaatçi, milliyetçi, dışlayıcı, devletçi, askerci bir yapı çıkıyor. Bugünün boğucu atmosferi muhtemelen bu zihniyet haritası ile ilgili.
Bu düşünceyle yetişmiş kadroların Türkiye’nin kronik sorunlarına çözüm getireceğini beklemek ise tam bir hayal.
ESKİ MUHALİFLER İKTİDAR OLUNCA…
28 Şubat’ın mağdurları artık iktidar. Eski muhalifler şimdi iktidar olunca, eski iktidarların neredeyse tüm baskıcı/sansürcü/tahrifatçı yöntemlerini medya ve siyaset dünyasında tedavüle soktular. Sonucu tahmin edebilir misiniz?
28 Şubat sürecinde egemen medyanın manipülasyonlarından şikayetçi olanlar, bugün sahibi/yöneticisi değişmiş de olsa aynı o egemen medyanın manipülasyon yöntem ve taktiklerini kullanarak rakiplerini alt etmeye çalışıyor. 28 Şubat sürecindeki gazete koleksiyonlarını karıştıralım: O dönemde kullanılan ‘Dinci’, ‘Şeriatçı’, ‘Laik düzen karşıtı’ ibarelerini, ‘Ergenekoncu’, ‘Hükümet karşıtı’ ya da ‘Din düşmanı’ sözcükleriyle değiştirelim, bir kez daha 28 Şubat tipi gazetecilik/habercilikle karşı karşıya kalırız. ‘Ergenekon Gazeteciliği’ başlığıyla iki cilt kitap yayınlamış olan Alper Görmüş’e bu konuda çok malzeme var ama…
Hukukun ve adliyenin siyasi amaçlarla kullanılması, henüz sanık avukatlarının göremediği bazı bilgi ve dosyaların, iddianameye bile girmeden yandaş medyada yayınlanması sayesinde, sanıklar, yargıç karşısına çıkmadan suçlu damgası yiyor. Oda TV ya da Ahmet Şık-Nedim Şener davasında olduğu gibi, sadece sanıkların inkâr ettiği değil, bilimsel kurumların da sonradan üretildiğini saptadığı CD’lerin içeriği ile insanların itham edildiği bir dönem yaşıyoruz.
28 Şubat sürecinin mağdurları, bugün mağduriyet dönemlerinde hedef oldukları suçlama ve suçlama yöntemleriyle, başta askeriye ve her türlü muhalif odak ve kişi olmak üzere geniş kesimleri sindirmeye, karalamaya çalışıyor. Psikolojik savaşın temel alanı olan medya üzerinden yürütülüyor bu mücadele. Anlamsız ve saçma sapan sonuçlar da doğurmuyor değil tabi… Mesela aynı davada yargılanan sanık listelerine baktığınızda, Hanefi Avcı gibi işkenceci geçmişi bilinen bir polis yetkilisi ile Devrimci Karargâh mensubu olmaktan suçlanan kişiler aynı grupta. Ya da Veli Küçük gibi koyu karanlık askerlerle bizim hakiki gazeteci dostlarımız, Ahmet’le Nedim’i kastediyorum, aynı davanın sanığı.
KCK süreci ise, Pennsylvania Mescidi’nin garabeti. Kendileri, toplumla lider arasındaki ilişkide, ikinciyi birinciden üstün tuttukları için, KCK için de aynı yaklaşımın geçerli olduğunu sanıyor. ‘Kürt bölgelerinde ne kadar Belediye Başkanı, Başkan yardımcısı, İl Başkanı, İl Başkan vekili varsa, hepsini toplarsak, Kürt meselesini bitiririz’ anlayışında oldukları için, kitlesel gözaltıları ile bölgede egemenlik kurmaya kalkışıyorlar. Hukuk, yasa hak getire… Bu odağın medya organları da, bilmeden etmeden, sapla samanı karıştırarak, KCK’nin ne kadar tehlikeli bir örgüt olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Piknikte çekilmiş fotografları Kandil’deymiş gibi göstererek. Her kadın gerillayı kara çalınan kadın avukata zorla benzeterek.
Türk egemen medyası, eskiden hâki idi. Galiba son 10 yılda yeşile büründü. Eskiden Ertuğrul Özkök idi bu 28 Şubatçı medyanın simge ismi. Şimdi Ekrem Dumanlı oldu. Renkler ve isimler değişti. Gazetecilik/habercilik anlayışı değişmedi.
Kürt meselesinde, 28 Şubat medyası ne kadar savaşçı ise, bugünkü AKP medyası da o kadar savaşçı . İkisi de aynı söylemi kullanıyor.
NTVzede meslekdaşım/arkadaşım Ruşen Çakır, görevinin başında iken bir gün bana telefon etti ve ‘Senin Apoletli Medya sözünü bu yandaş medya çok kullanıyor. Buna bir çare bulsan iyi olacak’ diye haklı bir öneride bulundu. Benim http://www.apoletlimedya.blogspot.com adresindeki blogumda, apoletli medyanın kısa bir tanımı vardı. Oturdum Ruşen’in önerisini de göz önünde bulundurarak o tanım metnini güncelleştirdim ve ‘’Hâki ya da yeşil, emir-komuta zinciriyle faaliyet gösteren basın-yayın kuruluşu’’ diye bir cümle yazdım.
Egemen medya, bu haber tahrifatı ve haber gizleme ile, sadece belirli bir süre ve ancak belirli bir kitle nezdinde etkili olabilir. Ama bu yöntemler ilelebet geçerli ve etkili olamaz. Üstelik de hiçbir iktidar daimi ve sürdürülebilir değildir. Değil mi Hüsnü Mübarek?
(*) Bu yazı Avrupa Barış Meclisi’nin yayınladığı ‘Barış/Aşiti’ dergisi için kaleme alındı.
http://apoletlimedya.blogspot.com/2011/12/eski-muhalifler-iktidar-olunca.html
2 sol dergi yazarı daha tutuklandı
Derme çatma suçlamalarla açılan soruşturmalarda gözaltı ve tutukluluk furyası devam ediyor. Dün Ankara’da Hopa olayları davasında aylardır tutuklu gençlerin tahliyesine sevinirken, iki ayrı soruşturmaz kapsamında Türkiye Gerçeği dergisi yazarı Mehmet Güneş ve Odak dergisi yazarı Doğan Can Baran tutuklandı…
10 Aralık 2011 Cumartesi
İki dergi çalışanının tutuklanması ile ilgili olarak Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformundan yapılan açıklamada, Atılım gazetesi yazarı Hasan Coşar’ın da 5 yıllık tutukluluğun ardından. 8 Aralık’ta serbest bırakıldığı belirtiliyor.
Son tutuklamalarla, cezaevlerinde tutuklu bulunan gazetecilerin sayısının 66 olduğunu vurgulayan TGDP, Merkezi New York’ta bulunan Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ)’nin geçtiğimiz günlerde yayımladığı 2011 yılı raporuna göre Türkiye’de tutuklu bulunan gazeteci sayısı 8 olarak belirtilmesini eleştirdi.
Açıklamanın tam metni şöyle:
“BİR TMY KLASİĞİ DAHA…”
Türkiye Gerçeği Dergisi Yazarı Mehmet Güneş ve Odak Dergisi Yazarı Doğan Can Baran Tutuklandı…
Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ)’nin 2011 Raporu Türkiye Bakımından Gerçeği Yansıtmıyor…
Bir TMY klasiği ile daha yüz yüzeyiz. Toplumla Mücadele Yasası adı verilen Terörle Mücadele Yasası (TMY) gereğince Odak Dergisi yazarı Doğan Can Baran ile Türkiye Gerçeği dergisinin yazarı Mehmet Güneş tutuklandı.
Türkiye Gerçeği dergisi yazarı Mehmet Güneş, 6 Aralık’ta Devrimci Karargah operasyonu kapsamında gözaltına alındı ve 10 Aralık 2011 tarihinde Beşiktaş özel yetkili Ağır Ceza Mahkemesince Devrimci Karargah üyesi olduğu gibi asılsız iddiayla tutuklandı. Türkiye Gerçeği dergisi yaptığı açıklamada yazarları Mehmet Güneş’in Devrimci Karargah ile ilgisinin olmadığını ve keyfi biçimde gözaltına alındığını belirtmişti.
Odak dergisi yazarı Doğan Can Baran, THKP-C Direniş Hareketi adlı şu anda var olmayan bir örgütün üyesi gibi gösterilerek, dahası Mahir Çayan, Deniz Gezmiş ve İbrahim Kaypakkaya’yı mezarları başında anmak, çeşitli gösterilerde yasal bir dergi olan Odak’ın flamasını taşımak ve slogan atmak gibi suçlamalarda bulunularak özel yetkili Ağır Ceza Mahkemesince tutuklandı.
Bu arada 5 yıldır tutuklu bulunan Atılım gazetesi yazarı Hasan Coşar’ın 8 Aralık’ta serbest bırakıldığını da belirtelim. Ne ilginçtir ki Hasan Coşar’ın 5 yıllık tutukluluğunun ardından serbest bırakılmasına seviniyoruz. “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” bu olsa gerek!..
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu olarak Mehmet Güneş ve Doğan Can Baran’ın tutuklanmasını, düşünce ve ifade özgürlüğüne, söz, toplantı ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik TMY saldırısı olarak görüyor ve protesto ediyoruz. Bir kez daha TMY’nin iptal edilmesini, özel yetkili Ağır Ceza Mahkemelerinin kaldırılmasını talep ediyoruz.
Yeni tutuklamalarla birlikte cezaevlerinde tutuklu bulunan gazetecilerin sayısı da 66 oldu. Merkezi New York’ta bulunan Uluslararası Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ)’nin geçtiğimiz günlerde yayımladığı 2011 yılı raporuna göre Türkiye’de tutuklu bulunan gazeteci sayısı 8 olarak belirtiliyor. Raporda İran 42 tutuklu gazeteciyle en çok tutuklu gazetecinin bulunduğu ülke olarak gösteriliyor. Çin ise 27 tutuklu gazeteciyle üçüncü sırada gösteriliyor. Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu ve Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun verilerine göre Türkiye’de 60’ın üzerinde gazeteci tutuklu bulunuyor ve Türkiye bu veriyle Dünya birincisidir. Eğer CPJ ABD politikaları doğrultusunda İran ve Çin’i hedef tahtasına oturtmak, Türkiye’yi ıskalamak amacıyla böyle bir rapor yayımlamamışsa geriye tek bir olasılık kalıyor, o da bilgi eksikliğidir ve dolayısıyla Türkiye bakımından gerçeği yansıtmıyor…
Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu (TGDP)
10 Aralık 2011
( turnusol.biz )
Hopa Davası’ndan ders çıkarmak ve başarının formülü – Uğur Erözkan
Her halükarda yapılması gereken şey, AKP’nin saldırısına karşı örgütlü ve birleşik bir mücadele vermektir. Mümkün olan en geniş cephe kurulmalı; ayrı ayrı yürütülen hareketler birleştirilmelidir.
9 Aralık’ta görülen, Ankara’daki Hopa davasının ilk duruşmasının, ders niteliği taşıyan önemli sonuçları oldu. Gerek duruşma salonunda, gerekse adliye önünde yaşananlar ve duruşmanın sonucu, solun uzun zamandır hasret olduğu bir hava yarattı. Henüz sabahın erken saatlerinde, kar yağışına ve soğuk havaya rağmen kitlesel bir şekilde Ankara Adliyesi önündeki meydanı dolduran kalabalık, coşkulu bir miting düzenledi ve ardından adliye binasının yanındaki kapının önünde duruşma salonundan gelecek haberler beklenmeye başlandı. Bekleme süresince halaylar çekildi, horonlar oynandı, tiyatro gösterileri düzenlendi… Sabah saatlerinde yağan kar, öğleden sonra durmuş, akşamüzeri ise dondurucu bir soğuk çıkmıştı. Ateşler yakıldı, insanlar umutlu bekleyişlerini sürdürdü. Mahkeme salonunda savunma yapan tutukluların zekice esprilerle yaptıkları savunmalar, dışarıda bekleyenlerin yüreklerini ısıttı.
Ancak duruşmanın gidişatına ilişkin genel hava çok da olumlu değildi. İnsanlar umutla ve kararlılıkla bekliyorlardı; ancak uzun zamandır uydurma iddialarla tutuklamalara ve keyfi cezalara tanık oldukları için ortaya koydukları dayanışmanın amacına ulaşabileceğini tahmin etmiyorlardı. Zira sabah saatlerinde, İstanbul’da görülen Cihan Kırmızıgül’ün davasında “tutukluluğun devamına” karar verilmiş, kamuoyunda “puşi davası” olarak bilinen ve delillerle iddialar arasındaki uçurum, öğrencilerin yargılanması vb. yönleriyle çoğu kişi tarafından Hopa davasıyla birlikte “hukuksuzluk örneği” olarak gösterilen bu davanın sonucu Ankara’da morallerin bozulmasına yol açmıştı. Belki insanların içlerinden bir ses “herkes tahliye olsa” diyordu ama o sesin söylediği, yaşanan acı deneyimlerin ağırbaşlılığıyla “birkaç kişi tahliye olur” şeklinde dile getirilebiliyordu. En iyimser tahminler bile “yarısı tahliye olur” şeklindeydi. Ancak akşam olup kararın açıklanmasına sıra geldiğinde ihtiyatlı tahminler yerini yoğun bir sevinç dalgasına bıraktı. Yalnızca adliye önünde bekleyenler değil, bütün memlekette insanların içi içine sığmadı. Sosyal medya tahliye haberleriyle dolup taştı. Uzun zamandır sürekli saldırı altındaki solun böyle bir başarıya ihtiyacı vardı. Nitekim kutlamalar da hakkıyla yapıldı. Haberi aldıktan sonra biraz erken yatanlar yataklarına sevinçle girdiler. Kutlamaları biraz daha uzatanların ise, İstanbul’dan gelen bir haberle sevinçleri kursaklarında kaldı. AKP’nin polis devleti, bir gecelik sevinci bile çok görmüştü. Devrimci Karargah soruşturması kapsamında gözaltına alınan 19 kişiden 14’ü tutuklanmış, 5’i serbest bırakılmıştı.
Yarınlar’ın Kasım 2011 tarihli 31. sayısının kapak dosyasında Devrimci Karargah davasını, Hopa, Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarıyla birlikte “yeni rejimin zor aygıtları” olarak tanımlamıştık. Çünkü bu davalar, operasyon niteliği taşıyordu. AKP’nin yeni bir rejim kurmak için kendine sorun çıkarma potansiyeli olan bütün muhalefet unsurlarını “temizleme operasyonu” olarak işlev görüyorlardı. Hopa davasındaki tahliye ve Devrimci Karargah davasındaki tutuklama kararları bu yönüyle ele alındığında Hopa başarısının AKP’nin muhalefete yönelik saldırısında bir duraksama ya da geri dönüş niteliğinde olmadığı kolayca anlaşılabiliyor. Nitekim sosyal medyaya yansıyan “devlet kaşıkla dağıttığı adaleti kepçeyle topluyor” şeklindeki yorumlar, olayların sıcağında insanların ne kadar hızla umutsuzluğa kapıldığını gösteriyor. Nitekim Hopa’yı “adaletin tecellisi” olarak görürsek, Devrimci Karargah’ı “adaletsizlik” olarak tanımlamak, haliyle bu davalarda kararları veren hakimlerin adaleti hakkında konuşmak zorunda kalırız.
Aslında biraz geri çekilip manzaraya öyle bakmamız gerek. Çünkü sosyal medyada “adaletin dağıtılma şeklini” sorgularken o manzarada kendimiz yokmuşuz gibi davranıyoruz. Oysa elimize pankartı, dövizi alıp sokaklara çıkmıştık; “dokunan yansa da dokunacağız” demiştik. Elimiz kalem tuttuğu ölçüde hukuksuzlukları yazmış, dilimiz döndüğünce anlatmış, kamuoyunda yaşanan hukuksuzlukları teşhir etmeyi başarmıştık. Sosyalist parti ve çevreler, sendikalar ve meslek örgütleri, gazeteciler ve muhalif milletvekilleri, aydınlar ve sanatçılar… Ankara’daki Hopa davasına giden süreçte son bir haftanın gündemini büyük ölçüde belirlemeyi başardılar. Televizyonlarda haberlerle ve tartışma programlarıyla, gazetelerde köşe yazılarıyla, sosyla medyanın her yerinde paylaşımlarla, üniversitelerin duvarlarında afişlerle insanlar dayanışmaya çağrıldı. İşte 9 Aralık’ta mahkeme salonunda herkesin tahliye edilmesini sağlayan kampanya böyle örgütlendi. “Sağlayan” diyoruz, çünkü bu kampanyanın, duruşma sonucunu önemli ölçüde etkilediğini düşünüyoruz. Eğer memlekette sürüp giden hukuksuzluğa dur denecekse, bunun ancak böyle başarılı kampanyalar sayesinde olacağı kesindir. Bu anlamda Ankara’daki Hopa davasından çıkarılacak bazı sonuçlar vardır. Bu sonuçlar doğrultusunda memlekette süregiden hukuksuzluğa karşı mücadelenin de gevşemeden devam etmesi zorunludur.
Sorunu doğru tespit etmeliyiz
Herşeyden önce yapılması gereken en önemli şey, sorunu doğru tespit etmektir. AKP’nin saldırısına maruz kalan bütün çevreler için bu geçerlidir. Şu anda birçok kampanya ayrı ayrı yürütülmektedir. KCK davasına karşı ayrı, Ergenekon davasına karşı ayrı, Hopa davasına karşı ayrı, Balyoz davasına karşı ayrı, Devrimci Karargah davasına karşı ayrı kampanyalar yürütülmektedir. Bu bölünmüşlüğün nedeni sorunun yanlış tarif edilmesinden kaynaklanmaktadır. Örneğin Halkevleri durumu, “haklar mücadelesine” saldırı olarak yorumlarken İşçi Partisi “ulusalcı güçlere” saldırı olarak yorumlamaktadır. Teker teker bakıldığında bu tespitlerin ikisi de yanlış değildir; ancak sorunu tam olarak tespit etmekten uzaktır. Her iki tespit de bu davaların AKP’nin inşa etmeye giriştiği yeni rejimin oluşturulmasındaki rolünü gözardı etmektedir. Eğer AKP iktidarını ve onun operasyonlarını doğru bir şekilde tespit edemezsek, onun saldırılarına karşı koymak da imkansız hale gelir. Emekçi halkın bütün haklarını ve özgürlüklerini gasp eden son derece vahşi ve saldırgan bir rejim, AKP tarafından inşa edilmektedir. Yukarıda saydığımız davalar da bu amaçla yürütülmektedir. Hedeflenen şey bir eylemlilik değil, “eyleme geçme” potansiyelidir. AKP, “biz işimizi bitirene kadar ayak altında dolaşmasınlar” diye küçüklü büyüklü bütün muhalefet odaklarını siyaset alanının dışına atmaya çalışmaktadır. Daha vahimi, bu operasyonları düzenleme tarzıdır. Öyle mesnetsiz delillerle suçlar imal edilmektedir ki, iddianamelerden polislerin ve savcıların kin duygusuyla davrandığı izlenimi ortaya çıkmaktadır. Bu duruma tanık olanlar kolaylıkla “dokunan yanar” mesajını almaktadır. Böylece oluşacak tepkiler peşinen engellenmektedir.
Örgütlü ve birleşik mücadele
Yine de 9 Aralık’ta başarıya ulaşan kampanya gibi kampanyalar örgütlenebiliyor. Demek ki hala umut var. Üstelik bu kampanyaların bileşenlerinin bir kısmı ortaktır. Özellikle Hopa, Devrimci Karargah ve KCK davalarına karşı yapılan eylemlere katılan çevreler büyük oranda aynıdır. Genellikle sosyalistlerden ve Kürt hareketinden oluşan bu çevreler, zaman zaman Ergenekon davasına karşı örgütlenen eylemlere de katılmaktadırlar. Özellikle “gazetecilere özgürlük” eylemlerine katılan kitle hemen hemen her çevreden insanları kapsamaktadır. Bu eylemlerde, ulusalcı çevrelerden gelenlerle Kürt hareketinden gelenler yanyana yürümektedir. Ortak amaç doğrultusunda yanyana gelinebilmiştir. Bunun başarılmış olması önemlidir; ancak kesinlikle yeterli değildir. Birkaç ay önce ÖDP Genel Başkanı Alper Taş’ın Ulusal Kanal’a ve Aydınlık Gazetesi’ne gerçekleştirilen operasyona karşı açlık grevi yapanlara destek olmak amacıyla yaptığı ziyaret, birçok sol çevre tarafından kıyasıya eleştirilmiştir. Alper Taş’ın ziyareti, “İşçi Partisi’yle ittifak arayışı” şeklinde sunulmaya çalışılmış, Taş’ın, AKP’den zulüm gören gazetecilerle dayanışma çabası sol içi kadim tartışmalara kurban edilmiştir. Oysa söz konusu operasyon taşı yerinden oynatacak cinsten bir pervasızlık örneğidir. Hükümetin yolsuzluğunu ortaya koyan bir ses bantı yayınladığı için gazeteciler hedef alınmıştır. Sol ise bu vahim olaya isyan etmek yerine İşçi Partisi’nin sol düşmanlığını sayfalar dolusu anlatıp durmuştur. Böyle bir operasyon karşısında sessiz kalmak, bu suça ortak olmaktır; AKP’nin hedef aldığı kesime saldırmak ise, niyetiniz bu olmasa bile AKP’nin hukuksuzluğuna destek olmak anlamına gelir. Her halükarda yapılması gereken şey, AKP’nin saldırısına karşı örgütlü ve birleşik bir mücadele vermektir. Mümkün olan en geniş cephe kurulmalı; ayrı ayrı yürütülen hareketler birleştirilmelidir.
Kamuoyu yaratmanın önemi
Başarıdan ders alacaksak 9 Aralık duruşmasından alacağımız en önemli ders kamuoyu yaratmanın ne kadar önemli olduğudur. Ankara’daki Hopa davasında kamuoyu yaratmak için uygun koşullar vardı. Herşeyden önce çok çaba sarfedildiği kesindir. Medyada davanın saçmalıklarını yeterince duyurmak için gazeteler, televizyonlar ve internet mümkün olan en etkili şekilde kullanıldı. Bununla birlikte saç kestirme eylemleri türünden eylemlerin de kamuoyu yaratmada çok büyük katkı sağladığını söylememiz gerekir. “Tanınmamak için saç kestirdiler” iddiası bir iddianemeye ilk kez girmemiş olabilir. Ancak belki de ilk kez bu durumun saçmalığı karikatürize edilerek bir “delil” olmaktan çıkartılabilmiştir. Diğer yandan 9 Aralık duruşmasında, tutukluların savunmalarında yer alan mizah örnekleri de iddianamenin saçmalığını ortaya koymakta etkili olmuştur. Kendisine isnat edilen kamu malına zarar verme suçlamasına cevaben Ömür Çağdaş Ersoy’un “polis kafamı otobüsün camına vurarak camı kırdı, kamu malı bana zarar vermiştir” şeklindeki savunması, hem yıllardır gözaltında polisten şiddet görüp bir de kamu malına zarar vermekten ceza alanların yüreğini ferahlatmış hem de “halk halk diyorlar halkın malını kırıp döküyorlar” argümanlarına güzel bir cevap olmuştur. İddianame işte böyle yırtılıp atılır. Şu anda Hopa davası iddianamesinin halkın gözünde hiçbir ciddiyeti kalmamıştır. Bunun başarılmış olması çok önemlidir. İnsanları ancak bu şekilde “terör örgütüne üye olmak”la suçlananların yargılandığı bir davaya karşı mücadele etmeye çağırabilirsiniz.
Hedefin ortaklaştırılması
Son olarak mücadelenin hedefinin de doğru belirlenmesi gerekmektedir. AKP’nin yürüttüğü bu hukuksuz davaların esas nedeni güçlü bir iktidar tesis edebilmiş olmasıdır. Ancak ne kadar güçlü olursa olsun eylemlerine yasal kılıflar geçirmek zorunluluğu duymaktadır. Operasyonlarının yasal kılıfları ise mevcut Terörle Mücadele Kanunu (TMK)’dır. AKP’nin hukuk düzenine karşı mücadelede hedef alınması gereken de bu kanundur. Şu anda yürüyen mücadele gazetecilerin, öğrencilerin, aydınların tutuklanmasına karşı çeşitli başlıklarda yürümektedir. Bu kampanyalar, daha fazla insanın desteğini almak ve daha fazla kamuoyu yaratmak için çok gerekli ve önemlidir. Ancak tutuklu gazetecilerin, öğrencilerin ve aydınların bir kısmının serbest bırakılmasıyla sorun çözülmeyecektir. Medyada hemen hiç yer verilmeyen onlarca dava, Hopa davasındakine benzer deliller ve iddialarla yürütülmektedir. Mevcut kampanyaların ortak bir çatı altında toplanması kadar önemli olan şey ortak hedefe yönelmesidir. TMK, bu mücadelenin ana hedefi olmalıdır. AKP karanlığını yırtmak için ilk adım bu olabilir.
( http://www.yarinlar.net )
(“İrşad birlikleri”nden sonra Kürt coğrafyasında yeni bir AKP-Cemaat dalaveresi…)
Kürtlere karşı “yeşil kuşak”ta yeni aşama
12 Aralık 2011 –
Kürtlere yönelik “yeşil kuşak” projesi yeni bir aşamaya geçiyor. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Kürt illerinde “mele” denilen dini önderlerin Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını açıkladı
Hürriyet gazetesinden Nuray Babacan’ın bugünkü Hürriyet’in manşetinde yer alan haberinde, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Kürt illerine yönelik yeni projesini anlattı. Bozdağ din konusunda görüşlerine başvurulan ‘mele’ denilen kişilerin bir sınavdan geçirilerek 1000 kişinin sözleşmeli imam hatip olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağını duyurdu. Mele projesini, “Diyanetin 2012’ye yönelik en önemli projesi” olarak değerlendiren Bozdağ, “Bu kişilerin hizmetinden müftülük denetiminde yararlanmak istiyoruz” dedi.
Bozdağ projeyi şu sözlerle anlattı: “Doğu’da mele, bizim bildiğimiz tabirle molla denilen din eğitimi almadığı halde din bilgisi olan, toplum tarafından saygı gören isimler var. Bu kişilerden Diyanet Başkanlığı olarak istifade edebilmek için daha önce çıkardığımız kanun hükmündeki kararnamede bir düzenleme yaptık. Bu tip kişilerden, Diyanet tarafından yapılacak sınavda başarılı olmaları kaydıyla sözleşmeli imam hatip olarak yararlanmak istiyoruz. Bu bir defaya mahsus olarak kullanılacak bir düzenlemedir.”
Mele/mela nedir?
Kuran’da yer alan ve Türkçe’ye de molla olarak geçen mele, Kürtçede mela olarak da telafuz ediliyor. Örneğin Molla Mustafa Barzani’nin Kürtçe ismi Mela Mistefa Barzanî. Mela ya da mele toplumun ileri gelenleri, görüşlerine başvurulanlar, kendileriyle istişare edilenler, yönetici sınıf anlamlarına geliyor. Bu nedenle melaların adı genelde mirler (beyler), ağalar, eşraf ve şeyhlerle beraber anılıyor. Mela, “ileri gelenler, toplumun önünde olan kimseler” anlamına da geliyor. Ancak melalar diğerleri gibi “dünyevi” güçleriyle değil, dini bilgileriyle toplumda ağırlık sahibi oluyorlar. Tarihte birçok melanın “iktidar sahipleri”nin yanında yer alırken, çok sayıda da bu işbirliğini reddeden mela olduğu biliniyor.
Yeni Şafak zemin hazırlıyor
Hürriyet gazetesinde melelerin istihdamı konusu manşetteyken, Yeni Şafak’ın manşetinde “Kandilde Zerdüşt Avrupa’da Müslüman” başlıklı bir haber vardı. Yeni Şafak Avrupa’da düzenlenen hac faaliyetleri ile örgüte mali kaynak sağlandığını iddia ettiği haberinde, bir kez daha ırkçılığa sarıldı. Başbakan’ın Kürt hareketine yönelik “Bunlar Zerdüşt” iddialarının ardından gazetelere servis edilen bir fotoğrafla haber desteklenmeye çalışıldı. Apaçık bir tiyatro gösterisini Zerdüşt ayini olarak sunan bu fotoğrafın hiçbir tutarlılık kaygısı gütmeden defalarca yayımlanması, iktidarın konuya verdiği önemin ve zorlamalarının kadrolu medyada yarattığı tahribatlardan birisi olarak simgeleşecek.
Sendika.Org
Altan Tan’dan Molla projesine destek
12.12.2011 – 20:54
BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan, mollaların sözleşmeli personel olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nda istihdamını içeren projeye destek veren açıklamalarda bulundu. Tan, “Kürt medreselerinden mezun alimlerin” dışarıda bırakılmaması şartını koştu.
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın, doğu ve güneydoğu illerinde “toplumda sözü geçen, saygınlığı olan ve ‘mele’ olarak da adlandırılan kişilerin” sınavda başarılı olmaları kaydıyla, sözleşmeli imam hatip olarak Diyanet İşleri kadrosuna alınacağına ilişkin açıklamaları bugün medyada yer almıştı. İlgili projeye bugün BDP Diyarbakır Milletvekili Altan Tan’dan destek geldi.
Bir defaya mahsus olduğu ve 1000 kişilik kadro öngürüldüğü belirtilen projeye ilişkin olarak Altan Tan, “Din işleri devletin kontrolünden çıkarılmalı. Dinin devletin emrinde olmasına karşıyız, ancak bugünkü yapı devam edecekse olumlu bir karar” dedi.
Diyanet’in personel eksikliğini gidermek maksadıyla da geliştirildiği söylenen proje için Tan, “Fahri imamların kadroya alınması bugünkü yapı devam ediyorsa olumlu bir gelişme. Dini bilgisi çok yüksek olan çok sayıda Kürt molla var. Medrese mezunları ve dini yetkinlikleri çok yüksek” dedi. Dini bilgileri çok yüksek olan bu kişilerin, ellerinde devlet diploması olmaması yüzünden yaşadıkları mağduriyetin Diyanet’te istihdam edilmeleriyle giderilmesinin olumlu olacağını ifade eden Tan, “Siyasi bir eleme yapılmadan olmalı” dedi.
(soL Haber)
Bu sitede, BDP’li arkadaşları Altan Tan gibi Kürt sağcılarına karşı defalarca kez uyarmıştım (umarım bu kez uyarılarıma kulak verirler). “Sivil cuma namazları” gibi demokratik kitle eylemleri Kürt halkına, devletin dininden ayrışma ve sekülerleşme yolunda çok iyi bir fırsat sağlamıştı. Fakat şimdi AKP, Kürt halkını yeniden devletin resmi dinine eklemlemeye çalışıyor, bu karşı-saldırıyı iyi görmek gerekir. AKP’nin bunu yaparken Altan Tan gibi sağcılardan destek görmesi sürpriz olmasa gerek…
“Görevlilerin” açılımı..
Sayın Servet Beki’nin islamiyet ekseninde önerdikleri ilk bakışta hakkaniyetin gözetildiği kanısını uyandırıyor. Yazısı dikkatle incelendiğinde, devlet sözcüğüyle, türklerin hakimiyetinin, dolayısıyla bir milletin diğer bir millet üzerindeki zora dayalı hakimiyetinin tabii bir hadiseymiş şeklinde algılandığını ve olduğu gibi tescil edildiğini görüyoruz.
Bir diğer mahzur da din adamlarından siyasete müdahil olmalarını istemekte yatıyor. Siyasetin ve dinin iki farklı faaliyet alanı olmasının dışında siyaset ve din adamlarının uzmanlıkları, misyonları ve sorumlulukları farklıdır.
Eğer milleti ilgilendiren genel sorunlarla ilgili olarak illahki din adamlarının görüşlerine başvurulması gerekiyorsa o zaman her millet kendi din adamlarına ve dini kurumlarının tavsiyelerine başvurur. Kürt din adamlarının kendi kimlikleriyle kürtler adına görüş açıklamalarına, kürt milleti adına ve kürtleri temsilen dini kurumlar oluşturmalarına imkan verilmeyen bir ortamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumlarını yetkili ve mezun göstermek sadece adaletsizlik olmakla kalmayıp islamın emrine de mugayyirdir. Önce bu nedenle Diyanet kurumunun görevlilerine kürtler adına din adamlığı sıfatı vermenin, faaliyetlerini dini faaliyet olarak kabullenmenin, yorumlarını islam adına verilmiş fetva yada içtihad yerine ikame edebilmenin imkanı bulunmamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti, lafzıyla sekuler ama uygulamada dini alabildiğince istismar temelinde hakimiyet sürdüren bir devlettir. Hakimiyetin en önemli dayanaklarından biri olan Diyanet İşleri Başkanlığı bu çarpık anlayışa göre teşkilatlanmakla kalmayıp, islamın emirlerini tüm farklılıkların bu arada özellikle kürtlerin milli haklarının inkarını esas alır tarzda yorumlamakta ve devletin emirleri gereğince görünürde dini, esasta ise ideolojik ve siyasi faaliyetler yürüten bir kurum olarak varlık göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti, din görevlilerinin tümü devlet memuru olan ve devletten maaş alan istisnai bir ülkedir. Günümüzde olduğu gibi, Kemal döneminde de, İsmet döneminde de, Kenan Evren döneminde de bu böyledir.
Devletin memurları olan kişiler objektif konumları, statüleri itibarıyla bürokrattırlar. Devletten maaş alan bir cami imamı ile bir nüfus memuru arasında memur olmaları bağlamında önemli bir farklılık yoktur. Herhangi bir devlet kurumunda görev alan memurlar eşyanın tabiatı gereği devletin kendilerine buyurduğu görevleri deruhte etmek mecburiyetindedirler. Öte yandan, devletin bürokratı olmakla özellikle islamın din adamı olma tanımlarını dikkatlice ve yeniden hatırlamak ve bu minvalde muhakeme yürütmek gerekir. Önce, din adamlığı her dinde ve her ülkede bürokratlıktan ayrıdır. İslamın din adamlığı ise daha kesin hatlarla ve çok daha belirgin bir şekilde tanımlanmıştır. Özü itibarıyla islamda ruhban sınıfı yoktur. İslam, ruhban sınıfını hristiyanlığa özenerek oluştururken içtihatlarıyla bürokrasiden farklı bir kategoriye dahil etmiştir. İslamda din görevlisi yoktur, din adamı vardır. Görevli (misyoner) nitelendirmesi hristiyanlığa özgüdür. Ancak, hristiyan dininin misyonerleri dahi Türkiye Diyaneti’nin görevlileri gibi devlet memuru değildirler ve devletten maaş almazlar.
Dahası, islamda siyasi ve dini otorite ayrılmazlık prensibine göre düzenlenmiştir. Otorite, biat ile yetkili kılınır. Siyaset, dini otoritenin emrine ve sorumluluğuna bırakılmıştır.
Kürtlerde ise biat yok ve başkaldırı tarih boyunca olduğu gibi hala devam ediyor. Kürdistan, günümüzde savaş uçakları, tanklar ve türklerin sahip olduğu 3 ordunun 2’si tarafından askeri zorla kontrol edilmektedir. Türkiye’de soykırımla, tehcirle, işgallle otorite sağlanmıştır. Temelinde hak gaspı ve inkarı yatmaktadır. Öyle ki bu inkar, hak inkarı olmayı aşarak bir milletin varlığını ve ülkesini inkar eder boyutlarda kahir bir haksızlık ve zorbalık boyutu taşımaktadır. Mutabakat metni diye yutturulmaya çalışılan anayasa Hitler, Mussolini, Franko anayasalarına atıfta bulunmasının ötesinde hepsine rahmet okutturacak Kemal’den esinlerle yüklüdür. Anayasada bir zındığın, bir diktatörün, bir kanlı katilin, bir cinsi sapığın defaatle bahsi geçmekte, bu düşkün kişilik yüceltilmekte, gerek düşünceleri ve gerekse icraatları tartışılmaz kılınmış bulunmaktadır. Türk Diyanet İşleri işte bu anayasaya göre teşiklatlanmış bir kurumdur, görev ve yetkileri bu anayasaya uygun olarak düzenlenmiş yasalarca belirlenmiştir. Türkiye’nin kuruluş nizamnamesi itibarıyla Diyanet İşleri işgal ve ilhakın ürünü olan siyasi otoriteye bağlıdır. Sonuç olarak, dini otorite islamın bilinen teamülünün aksine son derece haksız, gayrimeşru ve zorba siyasetin emrindedir. Hal böyle olunca; Türkiye Diyanet İşlerinin din ahkamı ve din adamlığı alanındaki kıymeti harbiyesi, selahiyeti su kaldırır tarzda şüphe ve şaibe altına girmektedir. Diyanetin zul sayılması gereken bu durumuna kılıf ayarlamak minareye kılıf bulmaktan daha zordur.
Ya açıkça şeriat devleti diyeceksiniz yada Türkiye devletini dini argümentasyonla aklamanın herhangi bir tutarlılığının olmadığını, “Türkiye” demenizin dahi islama aykırı olduğunu kabul edeceksiniz. İslamın emri dahi budur. İslami zaviyeden başka bir çıkış bulamazsınız. Haksızlığa islam yakıştırmasında bulunmakla ne haksızlığı izale etmiş olursunuz ne de türk devleti islam kisvesi kazanır.
Ya tam demokrat olarak açıkça kürt milletinin haklarını yükseltecek ve dillendireceksiniz yada tam müslüman olarak zulme ve haksızlığa karşı Allahın emirlerini izleyecek, kendi milletinizin sadık ve pervasız müdafii olacaksınız.
Allah-u Teala müstebit olana direnin diye buyuruyor. Haksızlığın sözünü etmekle kalmıyor, vazife yüklüyor, yol gösteriyor. Direnmek fiildir, sözle, teville geçiştiremezsiniz, Allah’ın emirlerini türkün istemine ve çıkarlarına göre yorumlayamazsınız.
Hakkı ihlal edenin, sulhu temelden bozmuş olanın yanında ve yandaşlığında haklıya karşı birleşemezsiniz. Hak sahibinin yanında yer alarak haksıza karşı, haksızlığa karşı durmanız Resulullah’ın buyruğudur. Haklı olan kürttür, islama rağmen türk devletinin bir parçası, bir uzvu gibi davranıp islamı bu uzuv ve ucube zaviyeden tebliğ edemezsiniz.
Ya türklerin hizmetkarlığını sindirerek dininizden, demokratlığınızdan hatta insanlığınzdan vazgeceksiniz yada kürt gibi düşünüp, kürt gibi haykırıp insanlık ailesi içinde saygın demokratlar yada güvenilir iman sahipleri olarak hakkettiğiniz değeri bizzat kendiniz yaratacaksınız.
Kürdüm.. demokratım ama esinlerim türk demokrasisinin hizmetinde.
Kürdüm.. müslümanım ama islamiyeti türkün kavlini, kurumlarını ve bekasını gözeterekten algılıyorum.
Ne böyle demokratlık vardır, ne böyle islamiyet. 40’ın üzerinde islam devleti varken kürdün devlet hakkını savunmadan ne müslüman olunur ne de demokrat.
Soykırımcı orduya karşı olmak adına inkarın ve işgalin savuncusu siyasetin yanında olmak kimseyi haklı ve adil konumuna yükseltmiyor. Unutulmasınki türkün siyaseti ve mevcut siyasi partileri en az türkün ordusu kadar kirli ve sabıkalıdır. İki haksızdan yada iki kirlenmişten birinin yandaşı olmak aklanmaya ve temzilenmeye yetmiyor. İki zulüm kaynağından birinde tercih kılaraktan zulme karşı çıkabilmek, zulmü defedebilmek mümkün değildir. Böyle yapmakla sadece zulmün hizmetkarı olunur.
Evi yanan, yoksulluğa, zarurete mahkum edilen kürttür. Sürülen, inkar edilen kürttür. Ülkesi elinden alınan kürttür. Kendini yönetme hakkı engellenerek insan olması, insanca yaşaması ayan beyan çok görülen kürttür. Evi yananın tam-tam çalması yangını söndürmeye yetmiyor.
Her millet için lazım ve farz olan devlet hakkını bütün islam devletleri, hatta ülkesini ilhak etmiş türkler için düşünüpte kendi milleti için düşünmeyen ne müslümandır ne de insan. İnsan olmadığını hiç kimseye ben söylemiyorum. Haşa. Haddim de değildir. İnsanlardan oluşmuş her milletin, her müslüman toplumun sahip olduğu hakları kendi milletinin, dolayısıyla bizzat kendisinin kullanması gerektiğini her vesileyle öne çıkaramayan her şahıs kendini insanlık aleminin ve insan adabının dışında telakki ediyor demektir.
Saygıdeğer hemşehriminin islama olan saygısından ve bağlılığından kuşku duymuyorum. Aksine, çağdaş değerlere vurgu temelinde algılıyor olmasına son derece ehemmiyet veriyorum. Ancak, önermelerine islamın temeli gözetilerek bakıldığında uzlaştırmacılığının islama aykırı öğeler içerdiğini kolaylıkla anlayabilecek durumdayız. Kaldıki kürtlerin milli ve demokratik haklarını açıkça öne çıkarmayan hiçbir önermenin bugünün koşullarında çözüm reçetesi olma şansı yoktur.
Sayın Beki’yi sorunlara farklı bakmayı deneyen yenilikçi çalışması için kutluyor, başarılarının devamını diliyorum.
http://cebaxcor.blogspot.com/2011/04/gorevlilerin-aclm.html
Kürt Hizbullah’ı yerine Kürt El Kaide’si mi?
13 Aralık 2011 – Mustafa Peköz
Diyarbakır’da 3 Aralık günü yapılan BDP mitingi sonrasında sırtından tek kurşunla vurularak öldürülen 21 yaşındaki Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi Murat Elibol cinayetinin, bu örgüte işlettirildiği düşünülmektedir
Kürt coğrafyasında devletin çok yönlü tasfiye ve bölme faaliyeti sinsice devam ediyor. Geçmişte hepimizin bildiği gibi Hizbullah bizzat devlet tarafından kuruldu, güçlendirildi, desteklendi ve Kürt Toplumsal Hareketine karşı saldırıda çok aktif olarak kullanıldı. “PKK’nin düşmanı benim dostum” denilmiş, dönemin bölgenin kontra yöneticisi general de “Hizbullah’ın önü açılmalı ve desteklenmelidir” demişti. Bilindiği gibi Hizbullah, Kürt illerindeki askeri karargâhlarda eğitildiler ve JİTEM ile birlikte 17 bin faili meçhul cinayete imza attılar.
Devlet, Hizbullah’ın işlevini esas olarak tamamladığını düşündü ve İstanbul’un Beykoz ilçesinde yapılan bir operasyonla liderleri Hüseyin Velioğlu öldürüldü. Bir kısım yöneticileri tutuklandı. Kamuoyu günlerce, Hizbullah cinayetlerini konuştu. Güç kaybına uğrayan Hizbullah, bir bakıma geri çekilerek, yeniden örgütlenmeye başladı.
AKP ile birlikte İslamcılaşan devlete daha yakın bir çizgi izlemeye başlayan Hizbullah, seçimlerde çok açık olarak AKP’yi destekledi. Bu durum Hizbullah’ın içinde bir kısım tartışmaları gündeme getirdi. Bir bakıma Kemalist rejimin vurucu silahlı gücü olarak işlev görmüşken, AKP ile de İslamcı hareketin uslu çocuğu olarak sisteme dâhil edildi.
Hizbullah’ın yeni örgütlenme atağı
Hizbullah’ın kurumsal yapısı eskiden olduğu gibi çok gizli değil. Daha açık bir şekilde taban örgütlenmesine ciddi bir ağırlık veriyor. AKP’nin desteğiyle örgütlenme alanlarını daha çok genişletiyor. Kürt illerinin birçoğunda yoğun bir dernek faaliyetine yönelmiş durumda. Diyarbakır’da çok sayıda dernek açıyor. Bunlardan bazıları şunlar: Merkezde Mustazaf-Der, ilçe merkezlerinde ise Sahabe-Der, Şura-Der, Cami-Der, İlim-Der.
Ayrıca görsel ve yazılı medyayı da çok kapsamlı olarak kullanmaktadır. Örneğin Merkez Diyarbakır’da Çağrı FM ve Çağrı TV, Doğru Haber gazetesi, İnzar dergisi, Dua yayıncılık ve kitapçıları var. Ayrıca, Selam-Der bünyesinde yatılı yurtlar açarak özellikle üniversite öğrencilerine yönelik çok kapsamlı bir örgütlenmeye yönelmiş bulunuyorlar. Bütün bunları AKP’ye yakınlık duyarak devlet desteğinde yapıyorlar.
Ayrıca AKP ile arasındaki yakınlaşmanın Hizbullah tabanında ciddi bir kırılma yarattığı ve tepkilerin oluştuğu da biliniyor. Bu ikili durum Hizbullah’ın politikalarını önemli oranda etkileyecek gibi görünüyor. Çünkü devletin olanaklarıyla gelişme potansiyeli yakalarken, doğal tabanını kaybetme riski taşıyor.
Selefiler-Kürt El Kaide’si
Devletin, Kürdistan coğrafyasında Hizbullah’ı ehlileştirirken, Kürtlerin toplumsal gücünü parçalamak için yeni silahlı güçlere ihtiyaç duyduğu kesin. Yeni arayışlar içerisinde olan Cemaatin rejimi, özellikle Kürtleri birbirine kırdıracak yeni politikalar devreye sokma kararlığında. Bunun en iyi yöntemi de “Kürt coğrafyasında Türk devletine karşı silahlı mücadele verebilecek şekilde görüntü veren bir örgüt yaratmak” ve bunu destekleyerek, Kürt Hareketine karşı kullanmaktır. Kürt coğrafyasında bir süredir faaliyet yürüten bu örgüte de “Selefiler-Kürt-El Kaide’si” denilmeye başlandı.
Selefilik daha çok Kuran’ın ilk kaynaklarını esas alır ve “modernleşmeyi dinden sapma olarak yorumlayan” bir İslami düşünce akımı olarak bilinir. İslami iktidar için şiddetin temel alınması gerektiğini sık sık vurgular. Suudi Arabistan kökenli olan ve Vahhabi geleneğinin devam olarak görülen Selefelik aynı zamanda El Kaide’nin de ideolojik ve iktidar dayanağıdır. Kürt Selefilerinin politik ve örgütsel perspektifinde de bu yaklaşım esastır.
Babasını kafir ilan eden Bayancuk
Özellikle geçmişte Hizbullah ile yakın ilişkisi olan ve ‘radikal’ kesim olarak adlandırılanların önemli bir kesimi “Kürt El Kaide’sine” yönelmiş durumda. Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan suikastının planlayıcısı olduğu olarak belirtilen Hizbullah liderlerinden Hacı Bayancuk’un oğlu Halis Bayancuk’un Selefilerin liderliğini yaptığı iddia ediliyor. Kod ismi Ebu Hanzal olan Halis Bayancuk, Hizbullah’ın AKP ile olan yakınlaşması nedeniyle babasını ‘kâfir’ ilan etmesiyle dikkatleri üzerine çekti.
Antalya, Ankara, Kayseri, Konya ve Gaziantep, Diyarbakır, Bingöl, Ağrı, Urfa, Elazığ gibi şehirlerde örgütlenen Selefiler, Kürt illerinde örgütlenmeyi esas aldıkları anlaşılıyor. Özellikle Diyarbakır (Amed) ve Bingöl çalışmanın merkezi olarak seçilmiş durumda.
Kürdistan coğrafyasında İslamcılık geleneği güçlüdür, bu nedenle örgütlenmesinin nesnel zemini bulunuyor. Hem toplumsal tabanı hem de yöneticilerinin çok önemli bir kısmı Kürt kökenli olması nedeniyle, Selefilere Kürt El Kaide’si denilmeye başlandı. Özellikle Hizbullah’ın tabanında önemli bir kesim Kürt El Kaide’sine yönelmiş durumda.
El Kaide’nin Amed örgütlenmesinden sorumlu kişi olarak bilinen Ubeydullah ile Hanzal’ın eğitim için Mısır El Ezher Üniversitesi’ne gittikleri ancak Selefi oldukları iddiasıyla atıldıkları belirtilir.
Yeni bir savaş hazırlığı
Kürt El Kaide’sinin birçok elemanı Afganistan’da askeri eğitim almış ve bunlar Diyarbakır merkez olmak üzere Kürt illerine yerleştirilmiş. Sıkı ve disiplinli bir illegal örgütleme oluşturdukları ve askeri örgütlenme temelinde silahlı bir mücadeleyi esas aldıkları propagandasını yaparak, özellikle genç kesimler içerisinde etkili olmaya çalışmaktadırlar. Bir bakıma yeni bir ‘savaşa’ hazırlandıkları iddiasını her yerde işliyorlar.
Buna paralel olarak, deşifre olmuş veya kamuoyunda tanınmış bir kısım insanları da legal alanda propaganda faaliyetleri için görevlendirdikleri anlaşılıyor. Diyarbakır’da iki kitap evi açtılar. Bunlardan biri merkezde olan ‘Mekke Kitap Evi’dir ve diğeri ise Bağlar bölgesindedir. Ayrıca, çok gizli bir örgütlenmeye sahip olduklarını söyleseler de, bunların Amed merkezinde faaliyetleri biliniyor. Yeni organize edilen “Kürt El Kaide’si” bu süreci kendi lehine çevirmek ve toplumsal tabanını geliştirmek için açık çalışma faaliyetlerine yönelmiş bulunuyor.
21 yaşındaki genci kim öldürdü?
Türk rejimine karşı oldukları ve bunların hiçbir kurumunu meşru görmediklerini iddia etmekle birlikte, sistemle ilişkilerini dolaylı olarak sürdürmektedirler. Örneğin Diyarbakır’da 3 Aralık günü yapılan BDP mitingi sonrasında sırtından tek kurşunla vurularak öldürülen 21 yaşındaki Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi öğrencisi Murat Elibol cinayetinin, bu örgüte işlettirildiği düşünülmektedir. İlk önce dikkatler Hizbullah üzerine yoğunlaşmakla birlikte, Mustazaf-Der’in sitesinde yapılan açıklamada, Hizbullah söz konusu cinayeti kesin bir dille kınamakta ve provokasyon olarak değerlendirmektedir. Yakalanan kişilerin vermiş oldukları ifadelerden de bu anlaşılıyor. Polis ve savcılık, soruşturmayı derinleştirmek niyetinde değil. Bu yöntem, geçmişte Hizbullah’ı koruma taktiğini andırıyor. Dikkatler Selefi-Kürt El Kaide’si üzerine çekilmesine rağmen hiçbir şekilde tepki vermiş değiller. Sessiz kalarak geçiştirmeye çalıştıkları anlaşılıyor.
Ayrıca Güney Kürdistan Federasyonu bölgesinde birçok şehirlerde yapılan saldırılar, sıradan kendiliğinden gelişen eylemler olmayıp, bilinçli ve örgütlü bir çalışmanın sonucudur. Bunların Kürt-El Kaide’si olarak tanımlanması da mantığa uygundur. Bu yönelimin arka planında Kürdistan Federasyonu’nda iç çatışmayı derinleştirme, Kürt örgütlerinin birbirine saldırmasına zemin hazırlama, böylelikle bölgede gelişen ve Kürtleri birinci derecede meşgul eden toplumsal gelişmeler karşısında pozisyonunu zayıflatma niyeti yatmaktadır.
Kürt coğrafyasının belki de hissedilmeyen ciddi bir çatışma süreciyle karşı karşıya olduğunu görmek gerekiyor. Devlet bu çatışma sürecini çok bilinçli olarak körükleyecek ve hatta örgütleyecektir.
Burada birkaç noktanın altını çizmek gerek:
Selefiler ile Hizbullah arasındaki çelişkinin Hizbullah’ın AKP’yi destekleme kararıyla oluşmaya başladığı iddia ediliyor.
Devlet, Kürt Toplumsal Hareketi’ne yönelik saldırılarını boyutlandırmak için bu tür örgütleri doğrudan veya dolaylı kullanmaya çalışacaktır. 1990’lı yıllarda yaşananlar biliniyor. Böylece Kürt coğrafyasında Kürtler arasında çatışmayı bir başka boyutta devam ettirecektir.
Hizbullah, hem tabanın baskısıyla, hem de devletle olan ilişkileri nedeniyle Kürt toplumsal Hareketiyle yeni bir çatışma sürecine girebilir.
“Kürtler arası çatışmaya karşıyız ama…”
Hizbullah ve Selefi-Kürt El Kaide’si, sık sık Kürtler arası çatışmadan yana olmadıklarını vurgulamakla birlikte, ‘ancak, ama fakat’ gibi ara kavramlarla çatışma olasılığını sürekli gündemde tutmaktadırlar. Dahası Kürtlerin legal yöneticilerine ve doğal tabanına yönelik saldırılar için sürekli bir gerekçe oluşturmaya çalıştıkları anlaşılıyor.
– Selefi-Kürt El Kaide’sinin Kürt Hareketine yönelik saldırısı
– Selefi-Kürt El Kaide’si ile Hizbullah arası çatışma
– Hizbullah’ın PKK’ye yönelik saldırı eylemleri
– Selefi-Kürt El Kaide’si ile Hizbullah’ın halka yönelik saldırıları
Bütün buna benzeri saldırıların veya çatışmaların ana hedefi Kürtler arası çatışmayı derinleştirmek, içteki toplumsal dinamikleri kırmak, zayıflatmak ve birbirine düşürmek, devletin Kürtlerin tasfiye politikasını derinleştirmek ve sonuçta Kürt halkını örgütsüzleştirmektir.
Cemaatin devletinin bu tür sinsi politikalarına ve provokasyonlarına karşı uyanık olmak son derece önemlidir.
Kavranması gereken iki nokta var: Birincisi Kürt toplumunun yeni Hizbullahlara, Selefi-El Kaide’lere ihtiyacı yoktur. İkincisi, Kürt haklı kendi tercihini yaptı ve toplumsal mücadelesini kesintisizce sürdürüyor.
( http://www.sendika.org )
Demek ki arapça, farsça, azerice, ibranice, ermenice, rumca , süryanice, lazca, gürcüce, adigece, çeçence , yiddish ve judeo-espanyol çirkin diller
Din Sivilleşmelidir
TC´nin laik olduğu çok tekrarlanır. Cumhuriyet tarihinin en büyük yalanlarından birisi budur. TC´de başlangıçtan itibaren Müslümanlık devlet dinidir. Bu zaman zaman müslümanlığa yönelik bazı kısıtlamalar olmadı anlamına gelmiyor. Devlet Müslümanlığı çerçevesinde hareket edildikçe sorun olmamıştır. Devletin üç büyük örgütlenmesi var. Diyanet, Eğitim, ve Askeriye. Diyanet aracılığıyla Müslümanlık, eğitim aracılığıyla Türklük korunup yayılıyor, Askeriye aracılığıyla da demokrasi istemleri, ulusal özgürlük talepleri bastırılıyor.
Bu ne biçim laik devletdir de, herkesten toplanan vergilerle müslümanlık korunuyor. Onbinlerce din görevlisi, Okul ve Cami; Alevi´den, Hıristiyan´dan, Dinsiz´den, Yezidi´den toplanan vergilerle korunup besleniyor.
Alevi ibadet yerleri resmen yasak. Hıristiyanlar Lozan Antlaşması´nın kendilerine tanıdığı Azınlık statüsüne rağmen kiliselerini onaramıyor, vakıflarına el konuluyor, Din görevlisi yetiştiren okullarına müsaade verilmiyor.
Türkiye Laiktir, Laik Kalacaktır diye bağıranlar istiyorlarki yukardaki tablo hiç değişmesin. İçerden ve dışardan gelen itirazlar, politik güç dengelerinin değişmesi, vb. nedenlerin sonucu olarak devletin siyasetinde belli bir esneklik görülüyor. Alevilerin Cem Evleri açması engellenmiyor. Ama Cem Evleri yasal olarak ibadet yeri görülmüyor. Resmi siyaset korunarak alevilik, bektaşileştirilmek isteniliyor, oradan da Diyanet´e bağlanmanın hazırlıkları yapılıyor. Öyle görünüyor ki bazı Aleviler bu siyasetin unsuru olmak istiyorlar. Bu aleviliğin tam olarak bitirilmesidir. Türk-Islam Sentezi´nden sonra Türk-Alevi Sentezi´dir.
Devlet´in laikligini nasıl anlamalıyız?
Devlet dinler karşısında tarafsız olmalıdır. Hiç bir dine destek vermemelidir. Burada azınlık ya da çoğunluk olmanın bir anlamı yoktur. Din kişinin vijdanına bırakılmalıdır. Kişi neye inanıyorsa, nasıl istiyorsa öyle yapmalıdır. Devletin kişilere doğru din budur, doğru ibadet budur deme hakkı olmamalıdır.
Demokratik bir devlet, din adına kişi hak ve özgürlükleri kısıtlanıyorsa, öteki inançlara baskı yapılılıyorsa, dini bir rejim kurulmak isteniyorsa devreye girmelidir.
Ama din de siyasetten elini çekmelidir. Somut konuşalım. Müslümanlar şeriat rejimi isteklerinden vazgeçmelidirler. Devletin dini kontrol etmesi, baskı altına alması ne kadar sakıncalı ve yanlışsa, dinin devleti kontrol etmesi de o kadar yanlıştır. Müslüman kesimin “Baş örtüsü” vesilesiyle gündeme getirdiği haksızlık desteklenmelidir. Ama bu kesime şunu demeliyiz: Devletin size tanıdığı ayrıcalıklara karşı çıkmıyorsunuz. Hatta bu ayrıcalıkların genişletilmesini istiyorsunuz. Tutarlı iseniz, gerçekten demokratik bir anlayışa sahipseniz, size tanınan ayrıcalıklara da karşı çıkmalısınız. Ayrıca öteki dinlere yapılan baskılara da karşı çıkmalısınız.
Devletin dini olmaz. Aslında siyasetin de dini olmaz. Din kişinin, toplumun manevi dünyasına bırakılmalıdır. Belli bir grup ya da kişi dininden dolayı baskı görüyorsa, bu baskıya karşı çıkmak gerekir. Din ve kimlik ilişkisi de her durumda aynı değil. Ezilen halklarda din çoğu durumda halkın kimliğiyle iç-içe geçmiştir. Alevilerde bunu görebiliriz. Yanılmıyorsam Ermeniler, Asur-Süryaniler de bu konuma sahipler.
http://www.iphpbb.com/board/ftopic-33096965nx69579-92.html
‘Keser döner sap döner gün gelir hesap döner’ -Aktüel Gündem
15 Aralık 2011 –
Solun dilinde pelesenktir; meşruluk, militanlık ve kitlesellik. Bunlara ulaşmaktan, bunları yapmaktan söz edilir hep. Ancak bilinir ki sadece söyleyince olmaz, hedef gösterince gerçekleşmez. Halkın gerçek sorunlarını politik bir program çerçevesine yerleştirmek, doğruluğunu günlük siyasal mücadelenin içinde sürekli yenilemek ve test etmek gerekir. İnatçı ve istikrarlı bir örgütlü mücadeleyi sürdürecek uzun yola dayanıklı yol arkadaşları gerekir. Kendi hedefinde başkalarının da rahatlıkla özne olabilmesini sağlayan bir çalışma tarzı ve eriyik olabilme erdemi gerekir
Bunu hesap etmemişti, bu kadarını hiç hesap etmemişti.
“Tayyip Erdoğan’ın Bakanı” Hayati Yazıcı, o ilçeye sokulmadığında çok bozulmuştu. Yapılır mıydı bu, Kasımpaşalı Tayyip’in (hem de Karadenizli) adamlarına. Zaten sevmezdi onları, oraları. Ne kadar değerli bir insan olduğunu hiç anlamamışlardı. Onların “iyiliği” için bolca HES yaptırıyor, yine onların “iyiliği” için çay fiyatlarını düşük tutuyordu. Ama onlar kendisine oy vermezdi. CHP’yi günahı kadar sevmezdi, ama onlar CHP’ye bile oy vermezdi (Bir insanın günahından daha çok sevmediği ne olabilir ki). Hesabını sormalı, hesap almaya gitmeliydi. Bütün maiyetiyle beraber direksiyonu Hopa’ya kırdı.
AKP, 2011 Genel Seçimleri için Tayyip Erdoğan’ın miting yapacağı il sayısını 64 olarak açıklamıştı. Geriye kalan 17 ile ise Tayyip gitmeyecek, bakanlarını gönderecekti. Tayyip’in programında ilçelerde miting yapmak yoktu, sadece gezecek, geçecekti. Ama ne oldu bilinmez (!) 31 Mayıs günü, Artvin il merkezine bile gitmeden Hopa ilçesinde miting yapası tuttu. Türkiye’deki 957 ilçeden sadece Hopa’yı seçmişti. Elbette bu miting ile CHP’ye bile güvenmeyen Hopalıları AKP saflarına katılmaya ikna edeceğine Tayyip’in bile inanması mümkün değildi. Amaç güç göstermek, kabadayılık yapmaktı. Hopa’yı, HES muhalefetini, solu aklınca ezecekti. Amaç buydu da sonuç bu olmadı. Hortlak görmüş gibi kaçtı Hopa’dan.
Tayyip Erdoğan, “ustalık dönemi”nin ilk darbesini burada, 31 Mayıs’ta aldı. Bir diğerini ise 9 Aralık’ta Ankara’da alacağını, o zaman bilmiyordu.
AKP’nin 3. iktidar dönemi, daha çok, KHK, polis ve yargıya dayanarak, ülkeyi yönetmesi; kendi kontrgerillasının temellerini yaratması; Kürt sorununu savaş yöntemlerine, asker ve polise havale etmesi; rakiplerini ve muhalefeti polis-yargı operasyonlarıyla ve kirli itibarsızlaştırma hamleleriyle bertaraf etmesi; dış politikada kedisine verilen taşeron rolün fütursuzca uygulanması; medyanın tamamen denetim altına alınması; yaklaşan kriz paniği ve toplumsal hoşnutsuzluklarda artış beklentisiyle ilk ikisinden ayrılıyor.
AKP’nin “ustalık dönemi” diye adlandırdığı üçüncü döneminin belki de en göze batan özelliği, yargıyı kullanma biçimi. Kendilerinin bu yargıdan çok çektiklerini düşündüklerinden ve yargının kendilerinin gelişimini ne ölçüde engellediğini bildiklerinden, şimdi aynı “silahı” karşıtlarına kullanıyorlar. Aynı etkiyi yapacağını varsayarak… Bu konuda iki kritik aşama geçirdiler: İlk olarak, referandumla sağladıkları anayasal değişikliklerle dönüşüm için yasal kılıf oluşturdular. İkinci olarak ise yıllardır bir ölçüde biriktirdikleri kadroları en işlevsel pozisyonlara yerleştirdiler. İçişleri Bakanlığı ve polis içindeki kadro değişimi süreci zaten büyük ölçüde ilk iki dönem içinde sağlanmıştı.
Devlet içindeki iktidarlarını paylaşmak istemedikleri “Ergenekoncular”, zaten uzunca bir zamandır Özel Yetkili Savcıların “genç ve temiz ellerinin” insafına bırakılmış, oturdukları koltuklardan kaldırılmışlardı. (Böylece “yeni Ergenekonculara” da yer açılmıştı.) İpliği pazara çıkmış, işkenceci, darbeci oldukları bilinen bu tiplere karşı uygulanacak hukuk kuralları için hiçbir meşruiyet aramaya gerek yoktu. Son değişikliklerle beraber AKP için çok daha “kolay lokma” haline gelmişlerdi.
Kürt hareketi karşısında yargının bir silah olarak kullanılması zaten alışılageldik bir tutumdu. Onlara karşı kullanılacak saldırının“meşruluk gerekçesi” ise elbette terör yakıştırması olacaktı. AKP’nin ustalık döneminde Kürtlerin payına, neredeyse her hafta yaşanan “KCK operasyonu” adı verilen kitlesel tutuklamalar düştü.
Ancak AKP’yi rahatsız eden sadece bu sorunlar değildi. Solun, hala varlığını devam ettirmesi yetmiyormuş gibi, bir de sokak demesi, hak mücadelesi vermesi, AKP’yi hedef göstermesi Tayyip Erdoğan’ın üzerindeki baskıyı artırmaya başladı.
Aslında Hopa’da olanları Tayyip Erdoğan klasik yöntemleriyle halledebileceğini düşünmüştü. Gayri meşru hale getirmek için bir yafta bul; terörist, darbeci, bölücü gibi. Bunun Hopa’daki karşılığı “eşkıya” oldu. Yetmez bolca gaz bombası, göz yaşartıcı ve cop kullan. Bir de toplumdan, mücadeleden, yaşamdan yalıtmak için 3 kişilik hücrelere tık. Solu gayrımeşru zemine ittirebilmek için “terör örgütü” propagandası eşliğinde operasyonlar yürüt. Son dönemde İzmit’te Halkevleri, Kolektif, SDP, Partizan, EMEP’e yapılan operasyonlar bu çerçevede değerlendirilmeli. Yine Adana’da Mustafa Özenç anması nedeniyle ÖDP’lilere açılan dava (Sola karşı bütün iddianamelerde Mahir, Deniz, İbrahim anmaları yer alıyor) ve son olarak, yine, her daim polisin elinde hazır bekletilen “Devrimci Karargah operasyonu” ve tutuklamalar bunun örneklerinden. AKP’nin Suriye üzerinden geliştirdiği riskli dış politika hamleleri ve her an kapıda bekleyen kriz tehlikesinde, sol, iktidar için bir tehdit kaynağı olarak görülüyor.
Ama bu sefer olmadı. Meşru, militan ve kitlesel bir demokratik mücadele karşısında her türlü yasa maddesi, en kemik AKP’li savcı bile işlevsiz, edilgen kaldı.
Solun dilinde pelesenktir; meşruluk, militanlık ve kitlesellik. Bunlara ulaşmaktan, bunları yapmaktan söz edilir hep. Ancak bilinir ki sadece söyleyince olmaz, hedef gösterince gerçekleşmez. Halkın gerçek sorunlarını politik bir program çerçevesine yerleştirmek, doğruluğunu günlük siyasal mücadelenin içinde sürekli yenilemek ve test etmek gerekir. İnatçı ve istikrarlı bir örgütlü mücadeleyi sürdürecek uzun yola dayanıklı yol arkadaşları gerekir. Kendi hedefinde başkalarının da rahatlıkla özne olabilmesini sağlayan bir çalışma tarzı ve eriyik olabilme erdemi gerekir.
9 Aralık’ta Ankara’da kazanılan başarının arkasında aslında bunlar yatıyor. Ne savcının saçmalıkları, ne milletvekillerinin duyarlılıkları, ne de basının gündem yapması bu sonucu açıklamaya yetmez.
Tıpkı Karadeniz’de HES karşıtı mücadelelerde yaşanan gibi… Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (EPDK) kayıtlarına göre 2003’ten beri 812 HES lisansı verilmiş. 2011 yılında verilen toplam HES lisansı ise 150’yi geçecek. Hepsi AKP döneminde, inşa edilmekte olan HES’lerin yüzde 40’tan fazlası Karadeniz’de bulunuyor. Bu bölgede, şimdilik, toplam 250 HES yapıldı. Tasarlananlarla birlikte ülkede toplam HES sayısı 2 bin 300’ü bulacakmış. Ama bu 2300’den bir tanesi yapılamayacak: Hopa’daki Güneşli HES projesi. Güneşli’de HES yapmak üzere lisans alan Nett Enerji 28 Haziran’da bir basın açıklaması yayımlayarak projeden vazgeçtiğini duyurdu. Neden mi? HES’çi şirket açıklıyor: “…Yaklaşık 5 yıldır üzerinde çalışarak tüm hazırlık çalışmalarını tamamlamış olmamıza rağmen Hopa’da hayata geçirmeyi planladığımız Güneşli HES Projesi’nden, sorumlu bir davranış sergileyerek toplumsal bir olaya bahane edilmemesi amacıyla vazgeçtiğimizi kamuoyuna saygıyla duyururuz.” Bu durumu tek amacı para kazanmak alan şirketin iyi niyetiyle mi açıklayacağız, yoksa Hopa halkının meşru, militan ve kitlesel mücadelesi ile mi?
Aylardır bu davayı bir şekilde gündemi yapan sol örgütler ve öğrenci örgütleri, Kürt hareketinden temsilciler, sendikacılar, işçiler, kamu emekçileri, sanatçılar, gazeteciler, BDP’li ve CHP’li milletvekilleri, ekolojistler, feministler, akademisyenler ve hatta uzun süredir ortalarda görülmeyen “eski tüfekler”, günlerdir sosyal medyada fırtınalar estiren insanlar Ankara’daydı. Hepsi Hopa davasının Ankara ayağının tarafı, yargılananı oldular.
AKP yargısı sadece madara olmadı, aynı zamanda rezil oldu. AKP siyasetçileri ve siyaseti bir süreliğine de olsa ortadan kayboldu. O günlerde, bu dava hakkında konuşan bir tane AKP’li gören, duyan oldu mu?
Bu ülkede adaletsizliğe uğradığına inanan ve ülke içi adalet arama yolları tükendiği için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvuruda bulunulmuş toplam 19 bin dosya mevcut. Davutoğlu’nun söylediğine göre geçen yıl 5 bin olan dosya sayısı bu yıl 7 bini bulacak. Türkiye bu rakam ile AİHM önünde halen beklemekte olan dava sayısı bakımında Rusya’nın ardından ikinci sırada yer alıyor. Üstelik “eşşeen böyüü daha ahırda”. AKP, yargılamaları uzattığı, sonuçlandırmadığı için AİHM’ye gitme prosedürünü henüz tamamlamamış binlerce dosya bekliyor sırada. Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda bu alandaki rekoru kimselere bırakmayacağı kesin.
Bu davaların büyük bir kısmı aslında birer Hopa davası olamaya aday. Olamamasının, oldurulamamasının nedenlerini ya da nasıl olabileceğinin ipuçları ortadayken, “iktidar içi çatlaklar”a bel bağlamanın yanlışlığını bir kez daha anımsamak gerek. Toplumsal muhalefetin gelişimi, AKP karşıtı direnme eğilimlerinin, toplumsal muhalefet eylemlerinin ve hak mücadelelerinin güçlendirilmesi temelinde ele alınmalıdır. Bu dönem boyunca yaşananlar herkese bir kez daha gerçek çözümün; sistem içi boşluklardan, icazetten, karşı tarafın lütfunden geçmediğini kanıtladı. AKP’nin eninde sonunda kendiliğinden zayıflayacağını, parçalanacağını ya da Tayyip’in sağlık sorunları nedeniyle başsız kalacağı beklentileriyle yaşamanın saçmalığı ortada. Abdullah Gül ile Tayyip Erdoğan’ın çelişkiye ve çelişmeye düştükleri, Hayrünnisa ile Emine’nin küs oldukları, Fethullahçıların gidişattan memnun olmadıkları… Bu gündemler arasından ne halkın gerçek gündemi çıkar, ne halkın doğru seçeneği. Halkın yolu da belli yordamı da…
Ülkenin hemen bütün bölgelerinde yaygınlaşan ve artan hak mücadeleleri, Tayyip Erdoğan’ın huzurunu giderek daha fazla kaçırıyor. Kırda, kentte, otobüste, üniversitede, okulda, yoksul gecekondu mahallelerinde, yani sokakta hep hak eksenli bir direniş olduğu sürece, iktidarın meşruluğu hep sorgulanacak; devlet şiddetinin dozunu artırdıkça da iktidar temeli zayıflayacaktır. Hak mücadelesinin taleplerinin, halkın öteki kesimlerinin taleplerinde de yankılanıyor olması, iktidar karşıtı direnme eğilimlerini çoğaltıyor…
Toplumsal muhalefet, Aralık ayında iki önemli gündemle daha karşı karşıya: Birincisi KESK’in 21 Aralık’taki grevi, diğeri de 26 Aralık’taki Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın şahsında gazetecilerin yargılandığı davadır. Devrimci Sağlık İş, TTB ve SES’in sağlık alanında bir “hak grevi” olarak öncülüğünü yaptığı 21 Aralık grevi, sürece KESK’in ve toplumsal muhalefet örgütlerinin de katılımıyla, halkın geniş kesimlerinin katıldığı bir toplumsal muhalefet eylemine dönüştü. Böylece 21 Aralık grevi (ve sonrası), iyi değerlendirilebilirse, hizmet üreten işçi sınıfı katmanlarıyla haklarına sahip çıkan yoksul halk kesimlerinin, krizli bir döneme ilerleyen ülke siyasetine ağırlık koyabilmesinin olanaklarından biri haline gelmiştir.
Öte yandan, “Hopa davası”nda elde edilen başarı anlık ve belli bir kesimle sınırlı bir başarı değildir. AKP’nin baskı politikalarının hedefindeki diğer muhalif kesimlere de umut olmuştur. AKP’nin gazetecileri hapsederek medyayı denetim altına alma siyaseti de boşa çıkarılabilir. Ahmet Şık ve Nedim Şener’in yargılandığı “Odatv davası”nın 26 Aralık’taki 2. duruşması, ilerici toplumsal muhalefet açısından bu gözle değerlendirilmeli.
( sendika.org )
Bölgede baskın terörü: 48 gözaltı
16 Aralık 2011
Batman, Diyarbakır, Siirt ve Mersin’de BDP’li belediyelere yapılan eş zamanlı operasyonlarda yaklaşıklaşık 48 kişi gözaltına alındı. Operasyasının Batman ayağında Batman Emniyeti Kaçakçılık ve Organize Şuçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri tarafından yapılan operasyonda 10 belediye çalışanı olmak üzere toplamda 24 kişi gözaltına alındı. Batman belediye binasında yapılan aramalar sonucunda birçok evrak, bilgisayar ve bilgisayar hard disklerine el konulduğu öğrenildi. Operasyon sonrası BDP Batman Milletvekili Ayla Akat Ata da belediye binasına gelerek bilgi aldı.
Operasyonlara ilişkin Batman Belediyesi Başkan Vekili Dicle Tekik yaptığı açıklamada, ”Sabah 5 sularında emniyet güçlerince belediyemize operasyon düzenlendi. Belediye Başkan Danışmanı Veysel Çotak’ın da aralarında bulunduğu 10 belediye çalışanı olmak üzere toplam bizim tespit ettiğimiz 24 kişi Batman’da gözaltına alındı. Operasyonun gizlilik kapsamında olduğu söyleniyor. Hiçbir açıklama yok. Ancak öğrendiğimz kadarıyla İmara dönük bir operasyon olduğu. Bizim şeffaf bir belediyecilik anlayışımız olduğunu hatırlatmak isteriz. Bu doğrultu da herhangi bir kaygımız da yok. Biliyorsunuz ki KCK operasyonları kapsamında başkanımız Nejdet Atalay ve 3 meclis üyemiz tutuklu. Seçimlerden itibaren bir gün bile oturmayan arkadaşlarımız var. Bu sadece Kürtleri etkileyen bir operasyon değil, bugün Türkiye’de çeşitli partilere mensup muhalif belediyelere de bu operyonlar düzenleniyor” dedi.
Batman Belediyesi Başkan Yardımcısı Hamza Ayıç ise, ”Ben gidersem benim yerime 10 kişi gelir. Bu operasyonlarla bizim irademizi kırmaya çalışıyorlar. Ancak bu tür operasyonlarla ve baskılarla soryun çözülmez. Bunun sorun diyalogla çözülür” diye konuştu.
Bu arada operasyonu protesto etmek için Batman Belediyesi önünde toplandı. Bu esnada bir kişinin kalabalığın üzerine poşet içinde Kuran atması kısa süreli gerginliğe yol açarken, poşetin içinde bulunan Kuran’ların üzerinde Milli Gençlik Vakfı yazdığı iddia edildi. Polis poşeti atan kişi gözaltına alarak, emniyete götürdü. ALİ CEMAL KARABUDAK/BİRGÜN
MERSİN’DE 1 GÖZALTI
Batman Cumhuriyet Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında Mersin’ın Akdeniz Belediyesi Özel Kalem Müdürü Cemal Aydın’ın evine de baskın düzenlendi. Evde yaklaşık 3 saat arama yapan polisler, ardından yanlarına Aydın’ı da alarak belediye merkez binasına geldi. Burada yapılan aramada birçok belgeye el konulurken Cemal Aydın gözaltına alındı.
DİYARBAKIR’DA 7 GÖZALTI
Operasyonlar kapsamında Diyarbakır’da da birçok eve sabah saatlerinde baskın düzenlendi. Yapılan baskınlarda BDP PM üyesi Ercan Aslan ile BDP İstanbul Milletvekili Sabahat Tuncel’un ağabeyi Ertuğrul Tuncel ile eşi Evin Tuncel’in de aralarında bulunduğu 7 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınanlar soruşturmanın yürütüldüğü Batman’a gönderildi.
KURTALAN’DA 16 KİŞİ GÖZALTINA ALINDI
Siirt’in Kurtalan İlçesi’nde sabah saatlerinde belediye binası, BDP İlçe Örgütü, Belediye Eğitim Destek Evi, Belediye Kültür Evi ve çok sayıda eve baskın düzenlendi. BDP ve belediyedeki aramalar halen devam ederken, operasyonu duyan halk belediye binası önünde toplanmaya başladı. Operasyon çerçevesinde Kurtalan Belediye Başkanı Necat Yılmaz’ın da evine baskın yapıldığı öğrenildi. Belediye Başkanı Yılmaz’ın çocukları Mesut ile Cemil Yılmaz’ın polis tarafından darp edilerek, gözaltına alındığı bildirilirken, evdeki aramanın ardından Belediye Başkanı Yılmaz, belediyeye getirildi.
Kurtalan’da şu ana kadar gözaltına alınanların isimleri şöyle: Belediye Meclis üyeleri Şakir Evirgen, Ahmet Keklik, Enise Esmer, Selamet Tadik, BDP eski İlçe Başkanı Abdulgaffur Kabilay, Sinem Ateş, Esmer Baran, Emin Eren, Mesut Yılmaz, Cemil Yılmaz, aynı operasyon çerçevesinde İstanbul’da Sinem Ateş, Belediye Meclis üyesi Ünal Bozyiğit, Ümit Oral, Antalya’da Siirt Valiliği adına bir seminere katılmak için bulunan Siirt İl Genel Meclis üyesi Nail Asma, Zübeyir Yoltaş isimli yurttaş ve BDP üyesi Nedim İvdil.
Ayrıca Dicle Haber Ajansı (DİHA) muhabiri Abdullah Çetin de evine yapılan baskının ardından gözaltına alınırken arama devam ediyor. Gözaltına alınanların sayısının artabileceği belirtiliyor.
Son üç günde 108 gözaltı
Yılın başından bu yana binlerce kişi gözaltına alındı. Bu listeye her hafta onlarca kişi daha ekleniyor. Bugünkü 44 gözaltı ile birlikte sadece son üç gün içinde gözaltı sayısı 108’e ulaştı. 14 ve 15 Aralık günü, aralarında İstanbul ve Diyarbakır’ın da olduğu sekiz kentte en az 12’si öğrenci 64 kişi gözaltına alındı.
(anf)
Bin Bir Surat Cemaat- Melih Pekdemir
19 Aralık 2011 Pazartesi
Eh artık zamanı ve zemini olgunlaşmış olmalı ki, Cemaat sahip olduğu görece özerklikten Cemaat vesayetine doğru hamle peşinde, artık “Sızıntı” yerine gürül gürül akmak istercesine, kendisini ortaya atmış görünüyor.
Soluğumuzu tuttuk bekliyoruz: Fethullah Gülen, Başbakan için geçmiş olsun mesajı yayınlayacak mı, yayınlamayacak mı?
Vay be, meğer AKP ile Cemaat arasında sürtüşme varmış. Vay be, meğer Cemaat vesayeti bile olurmuş. Vay be, şu memlekette demek ki “askeriye ile demokrasi güçleri” arasındakinden gayrı çelişki ve çatışma da olurmuş!
Velhasıl, “komşunun parmağı şişmiş kaygısı bizlere düşmüş” hallerdeyiz. Türkiye’de hep sol bölünecek değil ya… Şimdi de sağ cenahta, muktedirler katında bölünen bölünene… AKP ile liberaller arasında ayrılık… Liberallerin kendi aralarında ayrılık… AKP ile Cemaat arasında ayrılık…
Bütün bunları anlayabilmek için el altından bilgilere, belgelere hiç ihtiyaç yok; açık istihbarat yöntemiyle olup biten izlenebiliyor. Açık istihbaratın en kabak gibi olanı mesela Taraf gazetesi. Hem AKP sevdalısı liberaller hem Cemaatçiler orada kalem oynatıyorlar. Taraf gazetesi tarihinde ilk kez, Ayşe Hür imzasıyla bir Fethullah Gülen değerlendirmesi yer aldı, yani bir tabuya dokunuldu. Ayşe Hür’ün “tehir” gerekçesi, yazının kendisinden ilginç: “Bazılarınız niye bu kadar geciktiğimi sorabilir. Belki sol geçmişimden miras ‘ana çelişki- tali çelişki’ saçmalığı yüzünden, belki bir çeşit oto sansürden, belki dinî Cemaatleri şeytanlaştıran ulusalcı koroya katılma endişesinden.” Yazısında esas olarak, “Bana göre, Fethullah Gülen Hareketi’nin yıllardır kıyasıya eleştirdiğim Kemalizm’den tek farkı, sivil değil dinsel bir toplumsal mühendislik projesi olması” diyor yazar; sonunda kendisini de dinî Cemaatleri şeytanlaştırma korosuna katarak!
İyi güzel de, bu tespitler BirGün’de ve bu köşede yıllardır yer alıyor. Böyle dediğimiz için ne laikçiliğimiz kaldı, ne Ergenekonculuğumuz. Çünkü bugüne dek rivayet oydu ki, Cemaat elindeki kumandayla (emniyette, yargıda, eğitimde, üniversitede, medyada) AKP’nin de güzergâhını
belirliyordu; yani toplum mühendisliğine soyunmuştu.
Öyle ki 2008 Temmuz’unda Enis Berberoğlu alenen şöyle yazmıştı: “Sanki gizli bir el gibi çalışan Cemaat, TSK ile hükümetin arasını açma gayretini sürdürüyor. Belli ki Tayyip Erdoğan’ı gözden çıkartmış olan Cemaat AKP’yi yeni bir isim etrafında toparlama planları için zaman ve zemin kolluyor.”
Eh artık zamanı ve zemini olgunlaşmış olmalı ki, Cemaat sahip olduğu görece özerklikten Cemaat vesayetine doğru hamle peşinde, artık “Sızıntı” yerine gürül gürül akmak istercesine, kendisini ortaya atmış görünüyor. (Riskli bir hamle tabii, kendi tasfiyesine de ferman olabilir!)
Peki bu nasıl oluyor? Cevabını taa iki yıl önce bu köşede yazmıştım:
***
Ayrıntılar, yani sosyolojik, tarihsel, siyasal çözümlemeler ve hatta laiklik ve İslamcılık bir yana; Cemaatçilik, “siyasal sistemin” 86 yıl önce bünyesi dışına attığını sandığı, ama bu konuda epey yanıldığı bir “parçası”dır. Çünkü “toplumsal sistem”, organik bünyesinde bunu muhafaza etmekte ve çoğaltarak yeniden üretmekteydi. Soğuk Savaş yıllarında, Askeriyenin komünizme karşı NATO’ya intibakına paralel şekilde, toplumun da komünizme karşı seferber edilmesi kaygısıyla, özellikle Demokrat Parti döneminde Cemaat müfrezeleri de birer birer sahneye çıkarılmaya başlanmıştı. Bu oluşumlar, satranç tahtasındaki basit piyonlar olmanın ötesinde, kendi görece özerklikleriyle inisiyatif geliştirdiler. Örnek, 1970’lerde Gülen Cemaatinin adım adım mevzi kazanma rotasıydı. İşte bu “Örnek”, süreç içinde bir “Örüntü” (pattern) niteliğini de kazandı. Çünkü sistemin (bütünün) hem bir parçası hem de ondan özerk olması sayesinde, bu Cemaat, bütünün parçaya dönüştürülmesi, yani parçanın bütüne tümüyle nüfuz etmesi doğrultusunda hakikaten “tevekkül” içinde ilerlemekteydi. Sabreden dervişler muratlarına erecekti!
Cemaat artık müesses nizamın, bürokrasinin bir parçasıdır, ama ondan görece özerktir. Cemaat AKP’nin de bir parçasıdır, ama ondan da görece özerktir. Şimdi gelelim hayati soruya: Cemaat ABD politikalarının da bir parçasıdır, peki ondan da görece özerk midir? Pensilvanya’daki çiftlik kapısında Amerikan bayrağı dalgalandığı ve Cemaatin uluslararası sermayeyle ortaklığı bozulmadığı sürece, bu soruya verilecek makul cevap elbette “Asla” şeklindedir.
Askerin boşluğunu Cemaat güçlerinin doldurması “demokratik devrim” değildir muhteremler! Peki siz askeri vesayet rejiminden çıkıp Cemaat vesayetinde bir rejime geçmeyi mi desteklemektesiniz?
***
Her neyse, şimdilik kafama takılan sorular şunlar: Acep Tayyip Erdoğan Cemaatin bin bir suratından hangisini öpecek? Peki, Cemaat eliyle başlatıldığı ve hükümeti baypas ederek sürdüğü söylenen “kontrolsüz operasyonların” sonu nereye varacak? Kontrolsüz bir yangın AKP’yi de yakacak mı? Ya da itfaiye-ABD duruma el atacak mı? Hadi bakalım…
(muhalefet.org)
İmamın ordusundan gazeteci operasyonu
20 Aralık 2011
Bugün sabaha karşı çok sayıda eve ve ajans bürolarına baskın düzenleyen polisin 40’a yakın gazeteciyi gözaltına aldığı bilgileri geliyor
KCK operasyonu adı altında gazeteciler hedef alınıyor. Bugün sabaha karşı Dicle Haber Ajansı’nın (DİHA) Diyarbakır, İstanbul, Ankara, Adana, Mersin ve İzmir büroları ile Van’da büro olarak kullanılan çadır basıldı. Evleri de basan polisin tüm fotoğraf makinelerine, bilgisayarlara ve harddisklere el koyduğu öğrenildi. Ankara büroda aramanın hala sürdüğü öğrenildi. Polis baskın yaptığı DİHA’ya haber girişini de engelliyor.
İstanbul’da 25, Diyarbakır’da 6, Ankara’da 1,Van’da 1, Mersin’de 1, Batman’da 1 gazetecinin gözaltına alındığı bilgileri geliyor.
Gözaltına alınanlar arasında DİHA muhabirlerinin yanı sıra Etkin Haber Ajansı (ETHA) ve Birgün’de de çalışan gazeteciler var. Şu ana kadar gözaltına alınanlardan ismi öğrenilebilen gazeteciler şunlar:
Van’da çadır kentten haber geçen DİHA Muhabiri Evrim Kepenek
DİHA Ankara Haber müdürü ve ÇGD üyesi Kenan Kırkaya
Birgün ve ANF muhabiri Zeynep Kuray
ETHA’dan Arzu Demir
İstanbul DİHA’dan Berxwedan Yaruk
Özgür Halk ve Demokratik Modernite dergisinin yayın kurulu üyesi Nahide Ermiş
Polis baskınlarının İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi Savcısı’nın talimatıyla gerçekleştiği öğrenildi.
Gelişmeleri aktarmaya devam edeceğiz
Sendika.Org
Burjuvazi “Terörle Mücadele” Adı Altında Saldırıyor
Suphi Koray
Aralık 2011
Devlet, ezilen ve sömürülen çoğunluğun, azınlık durumundaki egemen sınıf tarafından baskı ve denetim altında tutulması için var olmuştur. Kapitalist sistemde egemen sınıfı oluşturan burjuvazi ise bu aygıtı çok daha yetkinleştirmiştir. Egemen sınıf pozisyonuna yükselen burjuvazi hapishaneleriyle, ordusuyla, polisiyle, yasalarıyla mevcut devleti tahkim etmiş ve iktidarını baki kılmak için işçi sınıfının devrimci mücadelesini engellemeye çalışmıştır. Değişen koşullara göre burjuvazi kimi zaman elindeki araçlarda birtakım güncellemeler yapmış, kimi zaman da baskı araçlarına yenilerini eklemiştir.
Siyasi, ekonomik, toplumsal ilişkileri tarif eden yasalar kapitalizmi ayakta tutan araçlardan biridir. Her burjuva devlet ihtiyacına göre bu yasaları belirler, değiştirir, kaldırır veya yenilerini ekler. Ceza kanunu, iş kanunu, sendikalar kanunu, borçlar kanunu, terörle mücadele yasası vb. adlar altında sayısız yasa mevcuttur. Örneğin Türkiye’deki yasa sayısı 2011 yılı itibariyle 14 bine ulaşmış bulunuyor. Yasaların çokluğu sadece burjuva devletin bürokratik yapısından kaynaklanmamaktadır. Kitleleri denetim altında tutmak, düşünce ve eylemlerinin sınırlarını belirlemek ve kapitalist düzenin sınırlarını aşmasını engellemek amacıyla hemen her konuda yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Yasalara uymayanlar ise para veya hapis cezası ile cezalandırılırlar. Hatta bazı ülkelerde bazı yasaları çiğnemenin cezası ölümdür. Verilen cezaların önemli bir amacı da “suçu” işlemeyenleri de sindirmektir. Örneğin sadece poşulu olduğu için tutuklanan Cihan Kırmızıgül, hakkında hiçbir kanıt olmadığı halde “terörle mücadele” yasaları ve uygulamaları yüzünden iki yıldır cezaevinde. Bu tip örnekler geniş kitlelerde derin bir korku oluşmasına sebep olmaktadır. Böylelikle, burjuva ideolojisiyle yoğrulmuş dimağların, sorgusuz sualsiz her denileni yapması, “başıma bir iş gelir” korkusuyla haksızlıklara karşı mücadeleden caydırılması hedeflenmektedir.
Yasaların içeriğini belirleyen son tahlilde sınıflar arasındaki güç dengesidir. İşçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin seyrine göre yasalar daha demokratik veya anti-demokratik bir niteliğe bürünebilir. İşçi sınıfının örgütsüz olduğu koşullarda, demokratik hak ve özgürlüklerin kaderi de burjuvazinin insafına kalır. İçinden geçmekte olduğumuz dönem gibi, kapitalizm derin bir krizin içerisinde debelenmekte ise, burjuvazi işçi sınıfının mücadelesini engellemek için saldırılarını hızlandırır. Bu saldırılarına kılıf uydurarak kitleleri kandırır. Bu kılıf son yıllarda “terörle mücadele” olmuştur. Marksist Tutum sayfalarında bu durum uzun zamandan beri yazılmaktadır:
“Neredeyse tüm kapitalist ülkelerde genel bir seferberlik çabasıyla yürürlüğe konulan «terörle mücadele yasaları»nın gerçek muhatapları bellidir. Burjuvazinin vurmayı amaçladığı esas hedef, bir anlamda zaten kendi kontrolü altındaki bazı «terör» örgütleri değil, işçilerin, emekçilerin kapitalist düzenle mücadele örgütleridir. «Uluslararası terör»ün bahane edilerek faşizan uygulamaların arttırıldığı, işçi ve emekçi kitlelerin eylemlerinin ve demokratik haklarının kısıtlandığı aşikârdır. Üstelik bu gelişmeler karşımıza ilk defa çıkmıyor. Benzeri durumlar kapitalizmin tarihi içinde çeşitli ülkelerde defalarca yaşandı. Ve kitleler devrimci bir mücadelenin yükselişi içinde hızla değişime uğramadıkça, aynı şeylerin yine yaşanacağı çok açıktır.” (Elif Çağlı, “Terör”ün Ardına Gizlenen Gerçekler, Ağustos 2005)
Türkiye’de “terörle mücadele”
Uluslararası baskıların basıncı altında “demokratikleşiyoruz” görüntüsü vermek isteyen TC egemenleri, komünizm propagandası ve örgütlenmeye yasak getiren 141 ve 142. maddeleri kaldırdı. Ancak örgütlü sosyalist mücadeleye izin vermek istemeyen ve 12 Eylül faşist diktatörlüğünün ardından ilk kez belini doğrultmaya başlayan sosyalist hareketin önünü kesmeyi amaçlayan burjuva düzen, doğan boşluğu gidermek için, 1991 yılında, devrimci harekete dönük yasakları Terörle Mücadele Yasası (TMY) adı altında devam ettirdi. Bu yasaya dayanarak, 90’lı yılların ilk yarısında, yüzlerce devrimci yargısız infazlarla katledildi, işkencelerden geçirilip zindanlara tıkıldı. Sosyalist basın üzerinde terör estirildi, dergiler, kitaplar yasaklandı, dernekler kapatıldı…
Ancak bu yasa sadece sosyalist hareketi hedef almıyor, aynı zamanda o yıllarda yükseliş içinde olan Kürt hareketini de hedef alıyordu. En temel demokratik talepler dahi bu kanun kapsamında suç addediliyor ve bu “suçları” işleyenler ağır cezalara çarptırılıyorlardı. Devletin uygulamalarını eleştiren, kapitalist sömürü düzenine karşı çıkan veya Kürt halkının mücadelesini destekleyen hemen her görüş “terör” adı altında suç kapsamına alınıyordu. İyi bilinen bir örnektir, İsmail Beşikçi Kürt sorunu üzerine yazdığı kitaplardan dolayı TMY ve TCK’ya göre defalarca yargılandı ve yaşamının 17 yılını hapiste geçirmek zorunda kaldı. Üstelik halen yargılanmaya devam ediyor.
TMY’ye göre devlete karşı dillendirilen her düşünce, yapılan her eylem suç olarak kabul ediliyordu. Yasanın meşhur 8. maddesi şöyleydi: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan yazılı ve sözlü propaganda ile toplantı, gösteri ve yürüyüş yapılamaz. Yapanlar hakkında 1 yıldan 3 yıla kadar hapis ve 100 milyon liradan 300 milyon liraya kadar ağır para cezası hükmolunur. Bu suç yayın yolu ile işlenirse, ayrıca sahipleri ile sorumlu müdürlerine para cezasının yarısı uygulanır ve 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası hükmolunur.”
“Kürdistan” sözcüğünü kullanmak, Kürtçe şarkı söylemek, basın açıklaması yapmak veya katılmak bu madde uyarınca yargılanmak için yeterliydi. Dönemin Kürt ve sosyalist gazeteleri bu madde yüzünden ağır baskılara maruz kalıyordu. Gazete binaları basılıyor, çalışanlarına baskılar uygulanıyor, tutuklanıyordu. 1992 yılında yayın faaliyetine başlayan Özgür Gündem gazetesi yayında kaldığı iki yıl boyunca envai çeşit baskıya göğüs germek zorunda kaldı. Gazete için çalışan 20 kişi öldürüldü. 250 kadar çalışanı ise gözaltına alınıp tutuklandı. Gazete 1994’te fiilen yayınını durdurmak zorunda kaldı. Mecliste Kürtçe yemin eden DEP milletvekilleri de TMY’nin hışmına uğramışlardı. Önce dokunulmazlıkları kaldırılmış ve TMY’nin 5. maddesi ile hapis cezaları ağırlaştırılarak on yıl TC’nin zindanlarında yatmışlardı.
AKP hükümeti döneminde yasanın seyri
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından itibaren AB’ye uyum kapsamında birçok konuda yeni yasal düzenlemeler yapıldı. TMY de AB uyum yasaları çerçevesinde 2003 yılında elden geçirildi. Yasanın 8. maddesi “düşünce ve ifade özgürlüğünün genişletilmesi” amacıyla yürürlükten kaldırıldı. 8. maddenin kaldırılması olumlu bir gelişme olarak görünse de gerçekte olumlu sonuçları olmadı. Bu madde kaldırılmış olmasına rağmen, HADEP’lilerin bu maddeden dolayı aldıkları beş yıllık siyasi yasağın kaldırılması için yaptıkları başvuru Yargıtay tarafından reddedildi. Gerekçe ise şöyle açıklandı: “Anayasa Mahkemesi, bir partinin odak olmasına karar verirken serbestçe takdir edecektir. Mahkeme yasağı, sadece mahkûmiyetlere değil, «Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı hedef alan propaganda yapmaya» dayandırmıştır. Gerçekte, fiilin konusu açıkça suç olmasa da, odağın oluşmasında değerlendirme konusu olabilir.” Yasa değişmiş olmasına rağmen Yargıtay, “serbestçe takdir edip” yaptıkları suç olmasa da 45 HADEP’linin iptal başvurusunu reddetmiştir.
8. maddenin kaldırılması “düşünce ve ifade özgürlüğü” getirmedi. Çünkü düzen güçleri, sistemin işleyişini sağlayacak başka araçları devreye soktular. Daha yasal değişiklik yapılmadan önce zaten dönemin Adalet Bakanı Çiçek bunu açıklamıştı. Çiçek, “Terörle Mücadele Yasası’nın 8. maddesi kaldırılıyor mu?” sorusuna, “Evet, bizim taslakta kaldırılıyor. Türk Ceza Kanunu’nda bunu karşılayabilecek 312. madde var.” diye yanıt vermişti. Yasal değişiklikten sonra tam da Çiçek’in dediği oldu. TMY’nin 8. maddesinin yerini önce TCK’nın 159. maddesi, sonrasında ise yeni TCK’nın 301. maddesi aldı. Bu yasalar yüzünden çok sayıda devrimci, Kürt, ilerici aydın yargılandı.
TMY’de yapılan değişiklikler bunlarla sınırlı kalmamıştır. Demokratikleşme adına yapılan değişikliklerden sonra, yasada daha kapsamlı değişiklikler 2006 yılında yapıldı. Bu dönem AB süreci nedeniyle yaşanılan kısmi demokratikleşmenin yavaş yavaş ortadan kalkmaya başladığı bir dönemdi. Bu dönemde hem Kürt hareketine hem sosyalist harekete yönelik operasyon ve baskılar arttı. Gazete binaları, radyolar, sendika ve dernekler basıldı, devrimciler gözaltına alındı. “Terörle mücadele” adı altında yürütülen bu uygulamaların dayanağını ise sözümona demokratikleşme adına çıkartılan yeni TMY ve TCK oluşturuyordu.
2006 yılında çıkarılan ve halen yürürlükte olan TMY, eskisine rahmet okutur cinsten. Kaldırılan 8. madde geri getirildi. 7. maddeye göre “Terör örgütünün propagandasını yapan kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.” Eski 8. maddeye göre suç kabul edilen fiiller için 3 yıla kadar hapis cezası verilirken, yeni haliyle bu fiillere 7,5 yıla kadar hapis cezası verilebiliyor. Buna göre “terör örgütü propagandası” burjuva yargıç ve savcıların keyfine kaldığı için, herhangi bir basın açıklaması, yazı veya konuşma, hatta şarkı dahi “terör” kapsamına alınıp cezalandırılabiliyor. Örneğin “Kürdistan” kelimesini kullanmak, “Q, W, X” harflerini kullanmak terör propagandası olarak değerlendirilebiliyor. TİHV’nin verilerine göre TCK, TMY ve benzeri yasalardan dolayı yargılananların sayısı 2008’de 308 iken, bu sayı 2009’da 634’e çıkmıştır. 2009’da TMY ile yargılanan 164 kişiye 358 yıl hapis cezası verildi. Bu rakamlar Türkiye burjuvazisinin Kürtlere ve devrimcilere olan saldırılarını arttırdığının ifadesidir.
Ayrıca “toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde, kimliklerin gizlenmesi amacıyla yüzün tamamen veya kısmen kapatılması” ve “örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması, slogan atılması veya ses cihazları ile yayın yapılması” da “terör” kapsamında değerlendirilmektedir. Yani mitinglerde yüzlerini kapatan veya slogan atanlar bu yasaya göre beş yıl hapis cezasına çarptırılabilir. Nitekim bu yasalar, Kürtlerin ve devrimcilerin lehine olan temel demokratik haklar gibi kâğıt üstünde kalmamaktadır.
Yasa taş attıkları gerekçesiyle çocukların dahi yıllarca cezaevinde kalmalarına sebep oluyordu. Kurşun sıkan, gaz bombaları atan, katleden kolluk güçlerine taş atarak karşılık veren Kürt çocukları devletin gazabına uğruyordu. Yüzlerce Kürt çocuğu TMY uyarınca ağır ceza mahkemelerinde yargılanıp tutuklandı. 2006-2010 yılları arasında dört bine yakın çocuk gözaltına alındı ya da 2 ilâ 4 yıl arasında cezaevinde kaldı. Kamuoyunda oluşan tepkiler üzerine çocukların “terörle mücadele” yasası kapsamında yargılanmalarını engelleyen düzenleme yapıldı. Ancak bu düzenlemeden sonra da yüzlerce Kürt çocuk gözaltına alındı.
TMY’nin asıl hedefinin Kürt ulusal hareketi ve devrimci hareket olduğu açık. Sayısız Kürt siyasetçisi ve sosyalist “terörle mücadele” adı altında yargılandı, yargılanıyor, cezalandırılıyor. Ancak iş sadece yargılanma ve hapis cezası ile sınırlı kalmıyor. Anayasa mahkemesinin 1999’da iptal ettiği TMY’nin polislere infaz yetkisi veren maddesi daha ağır bir şekilde geri getirildi: “Terör örgütlerine karşı icra edilecek operasyonlarda «teslim ol» emrine itaat edilmemesi veya silah kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde kolluk görevlileri, tehlikeyi etkisiz kılabilecek ölçü ve orantıda, doğrudan ve duraksamadan hedefe karşı silah kullanmaya yetkilidirler.” Ancak görünen o ki bu sınırsız infaz yetkisi bile devletin kolluk güçlerine yetersiz gelmektedir. Adana emniyet müdürü geçtiğimiz günlerde Molotof kokteylinin hukukta isminin değiştirilerek “likit bomba” olmasını önerdi ve “Molotof kokteyli atanlara gerektiğinde silah kullanılmalı ve gösterici o an vurulmalı” şeklinde bir açıklama yaptı. Nitekim bu ulumalar bir mahkeme tarafından derhal dikkate alınmış ve süren bir davada Molotof kokteyli bomba olarak kabul edilip yargılananlara bu doğrultuda ağırlaştırılmış hapis cezası verilmiştir. Mahkeme ayrıca bu konuda bir yasal düzenleme yapılması gerektiğini de belirterek parlamentoya akıl vermeye soyunmuştur. Tüm bunları sadece faşizan bozuk kafaların ürünü olarak görüp geçiştirmek doğru değildir. Hem ulusal hem uluslararası koşullar nedeniyle burjuvazi, yasalarıyla, kurumlarıyla, yöneticileriyle devleti elden geçirmekte ve savaşa hazırlık yapmaktadır.
Üstelik bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir durum değildir: “Burjuvazi dünya ölçeğinde şiddetli bir sınıf mücadelesine hazırlanmakta ve işçi sınıfının yükselen mücadelesini bastırma yolunda tedbirler almaktadır. Evet, bu anlamda tüm dünyada polis devleti uygulamaları yaygınlaşmaktadır. Bunun en belirgin tezahürü de «terörle mücadele» bahanesiyle çıkarılan sözde anti-terör yasaları ve bu temelde geliştirilen uygulamalardır. Bu tür yasa ve uygulamalarla çeşitli demokratik hak ve özgürlükler kısıtlanmakta ve demokrasinin beşiği diye tanıtılan Avrupa ülkelerinde bile geçmişin büyük mücadeleleriyle elde edilmiş kazanımları hızla aşındırılmaktadır.” (Levent Toprak, “İkinci Cumhuriyet” Tartışmaları, Ekim 2011)
“Terörle mücadele” yasaları 11 Eylül’den sonra tüm dünyada demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlamak için yoğun bir biçimde yürürlüğe sokuldu. ABD yarattığı “uluslararası terörizm” heyulası ile emperyalist paylaşım savaşını haklı göstermeye çalıştı. Daha önce geçiremediği “terörle mücadele” yasalarını bir çırpıda meclisten geçirdi. 11 Eylül’den sonra çıkartılan “Patriot Act” (“Yurtseverlik Yasası”) adlı yasa ile “rüyalar ve özgürlükler ülkesi” ABD’nin gerçek yüzü de açığa çıkmış oldu. Bu yasayla demokratik haklar kuşa çevrildi. Polisin yetkileri arttırıldı, sanıkların ve gözaltındakilerin hakları kısıtlandı, fişleme yasal hale getirildi, “terör” şüphelileri için idam kararı bile verebilecek özel askeri mahkemeler kuruldu. Siyasi ve sosyal amaçlarla hükümete karşı eylem gerçekleştirmek, hatta eylem hazırlığı yapmak dahi bu yasaya göre terör eylemi kapsamında değerlendirilmektedir.
Benzer yasalar Avrupa ülkelerinde de devreye sokuldu. 27 Aralık 2001 tarihinde AB Konseyi “Terörle Mücadeleye İlişkin Özel Önlemlerin Uygulanmasına Dair Ortak Tutum” adlı kararı aldı. Burada terör tanımı şöyle yapılmaktadır: “Kamuyu ya da uluslararası kuruluşları ve bir ülke ya da uluslararası kuruluşun temel siyasal ve anayasal yapıları ile ekonomik sistemini zarara sokacak biçimde; adam öldürme, rehin alma, kamu ya da hükümet birimlerinde kitlesel yıkım yapma, ulaşım, iletişim sistemlerinde zarar yaratan veya özel ve kamu alanlarında insan yaşamını ve ekonomik faaliyetleri tehlikeye atma, biyolojik, kimyasal, nükleer silahlar ile ateşli ve patlayıcı silah üretme, bunları taşıma ve mali destek sağlama eylemleri terör olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu eyleme katılan, katılanlara yardım eden, bu kişileri doğrudan ya da dolaylı biçimde denetleyen kişi, kuruluş ve birimler de terörist olarak kabul edilmektedir.” Buna göre kapitalizmin yarattığı sefalete, işsizliğe, eşitsizliğe dur demek için başlatılan “işgal et” hareketi bir terör eylemidir. İşçilerin emperyalizmin kurumlarını “zarara sokacak biçimde” çalışamaz hale getirmesi veya grev yaparak ekonomik faaliyetleri tehlikeye atması terör eylemi, bunları yapan işçiler ise terörist olarak tanımlanmaktadır.
Açıktır ki hedef, başta devrimci işçi sınıfı olmak üzere her türlü düzen veya rejim karşıtı örgütlü hareketlerdir. “Terörle mücadele” yasasının varlığı işçi sınıfının örgütlenme ve mücadelesinin önünde büyük bir engeldir. Burjuvazi daha da şiddetlenecek olan sınıf mücadelesine hazırlanmakta, işçi sınıfının kolunu kanadını kırarak güçlü bir pozisyon elde etmeye çalışmaktadır. TMY ve benzeri yasaların kaldırılması için işçi sınıfının mücadele etmesi ve burjuvazinin saldırılarına karşı hazırlık yapması, örgütlenmesi gerekiyor. Aksi takdirde “terörle mücadele” adı altında tüm dünyada emperyalist sistemin terörü daha da yoğunlaşacaktır.
http://www.marksist.net/suphi_koray/burjuvazi_terorle_mucadele_adi_altinda_saldiriyor.htm
Özgür Gündem’in önünde dayanışma eylemi
20 Aralık 2011
“KCK operasyonu” adı altında gazetecilere yönelen gözaltı dalgası İstanbul’da Özgür Gündem gazetesinin önünde yapılan bir eylemle protesto edildi
Bugün sabah gazetecileri hedef alan ‘gözaltı dalgası’na ilk tepki İstanbul’dan geldi. Gazeteciler, sosyalist parti, demokratik kitle örgütü ve sendika temsilcileri polisin arama yaptığı Taksim’deki Özgür Gündem gazetesi önünde toplandılar.
“Biz buradayız”
“Özgür basın susturulamaz”, “Gözaltılar, tutuklamalar, baskılar bizi yıldıramaz” sloganları atan topluluk adına yapılan basın açıklamasında bu operasyonun halkın haber alma hakkını hedef aldığı vurgulandı. Hapishanelerde 66 tutuklu gazetecinin bulunduğu hatırlatılarak son operasyonla bu sayının artacağına dikkat çekilen açıklamada gözaltındaki gazetecilerin derhal serbest bırakılması istendi.
Eylemde konuşan Özgür Gündem gazetesi Genel Yayın yönetmeni yazarı Eren Keskin 20 yıldır bu gazetenin başına gelmeyen hiç bir şey kalmadığını, gazetenin bombalandığını, kapatıldığını, yazarlarının öldürüldüğünü, dağıtımcılarının öldürüldüğünü hatırlatarak bu baskılar devam etmektedir dedi. Keskin operasyonların KCK operasyonu olarak adlandırılamayacağını vurgulayarak operasyonun basına ve Kürt hareketine yönelik olduğunun altını çizdi ve “Biz buradayız, hepimizi alabilirler ama bu gazete yayınına devam edecek” dedi.
“Bu terörist faaliyetlerinizden vazgeçin”
ÖDP Genel Başkanı Alper Taş yaşananların düşünceye ve haber alma hakkına yönelik bir devlet terörü olduğunu dile getirdi ve AKP hükümetine “Bu terörist faaliyetlerinizden vazgeçin” diye seslendi. Özgür Gündem’in Kürt sorununun yanı sıra, halkın çeşitli demokratik taleplerini de yansıtan bir gazete olduğunu belirterek, bu saldırıları hep beraber göğüslemek gerektiğini vurguladı.
BDP MYK üyesi Filiz Koçali bu operasyonları beklediklerini, KCK operasyonlarında sıranın basında olduğunu avukatlara yönelik operasyonda öğrendiklerini, Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın da bunların siyasi bir operasyon olduğunu saklamadığını hatırlattı. Herkesin bu projeden haberdar olduğunu ve listelerin Başbakanlık’ta hazırlandığını savunan Koçali, “Sıra basına geldi” dedi. “Ama gerçek susmaz” diyen Koçali, Özgür Gündem’in bir odasında bugüne kadar öldürülmüş gazetecilerin fotoğraflarıyla dolu olduğunu ancak buna rağmen gerçeğin susturulamadığını hatırlattı.
Saldırılara hep beraber göğüs gereceğiz
DİSK Genel Sekreteri Tayfun Görgün de AKP’nin kendine yandaşlık almayan tüm kişi ve kurumları baskı altına aldığını söyledi. Türkiye’nin hapishanelerinde en çok basın mensubu bulunduran ülke olduğunu hatırlatan Görgün, aynı zamanda iş kazalarında dünyada üçüncü Avrupa’da birinci geldiğinin altını çizdi. AKP’nin kendi sonunu hazırlandığını savunan Görgün, savcıları ve hakimleri de ‘AKP’nin sopası, AKP’nin maşası’ olmamaya çağırdı. Görgün içerideki tüm gazetecilere ve sendikacılara selamlayarak sözlerine son verdi.
Görgün’ün konuşmasının ardından Atılım gazetesi adına yapılan açıklamada dayanışma ve saldırılara karşı birlikte göğüs germe çağrısı yapıldı.
Ahmet ve Nedim’in Gazeteci Arkadaşları (ANGA) adına yapılan açıklamada da bugün saat 19.30’da basına yönelik tüm baskılara karşı Taksim Meydanı’ndan Galatasaray’a yapılacak yürüyüş duyuruldu.
Halkevleri yöneticileri, Sendika.Org, sol.org ve Etkin Haber Ajansı emekçileri de eyleme katıldılar.
Sendika.Org
Gülen’den Erdoğan’a: ‘Dinlemezsen büyük tokadı yersin’ -Mustafa Peköz
21 Aralık 2011 – Mustafa Peköz
İslamcı hareketin farklı politik eğilimleri arasındaki rekabetin nereye doğru evirileceği, Türkiye’ye biçilen rolle ilgili olarak netleşecektir. Gülen hareketinin çıkışı, 2012 yılının ortalarına doğru bütün dengeleri kendi lehinde çevirmek istemesinden kaynaklanıyor
Türkiye’de rejim değişikliğinin fiilen gerçekleşmiş olmasıyla, politik İslamcı hareketin farklı güçleri arasındaki iktidar olma rekabeti ortaya çıkmaya başladı.
Kendisini fiilen tek iktidar sahibi gören Gülen cemaati ile bugün devletin başbakanı olarak sistemin başında olan Erdoğan arasındaki çelişki resmileşti. Gülen, Kemalist rejimi alt ederek ve sistemin stratejik merkezlerinde örgütlenerek devletin ‘bütün gözeneklerine’ hâkim olduğunu çok açık olarak belirtiyor. Yani devletin gerçek sahibi benim diyor. Erdoğan ise, bu gerçeği görmekle birlikte, kendisinin de artık farklı bir güç olduğunu göstermeye çalışıyor. Doğal olarak, politik İslamcı hareketinin kutupları veya fraksiyonları arasında rekabet artık kamuoyuna yansıtılarak yürütülüyor.
Cemaat devletin stratejik kurumlarını ele geçirdikten sonra, toplumun farklı sosyal katmanlarını oluşturan kurumlara yöneldi. Bunun en önemli halkasını doğal olarak spor oluşturuyor. ‘Şike operasyonu’ aslında cemaatin, Fenerbahçe şahsında futbol dünyasını ele geçirmeye yönelik önemli bir hamlesini oluşturuyor. Galatasaray’ı ele geçirmesine rağmen esas proje F. Bahçedir. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, F. Bahçe Kulübü, Kemalist rejimle özleşmiş bir yapıya sahip, M. Kemal başta olmak üzere, generallerin çok önemli bir kısmı F. Bahçelidir. İkincisi, çok büyük bir ekonomik potansiyele sahiptir ve önemli bir rant sektörüdür. Üçüncüsü birçok siyasi partiden çok daha büyük bir kitlesel tabana sahip, bu tabanın yönlendirilmesi ve denetim aklına alınması da oldukça önemsenmektedir. Cemaat bu ve benzeri faktörlerin etkisiyle kendi toplumsal altyapısını güçlendirmek için ‘şike’ gerekçesiyle, Aziz Yıldırım’ı ve birçok yöneticiyi tutuklattı.
Ömer Çelik’ten Aziz Yıldırım’a pazarlık ziyareti
Erdoğan ise özellikle A.Yıldırım’ı serbest bırakmanın yollarını arıyor. Yıldırım ile aralarındaki gizli pazarlıklar nedeniyle serbest bırakılması için ‘özel’ bir yasa çıkarttı. Erdoğan’ın başdanışmanı Ömer Çelik’in Yıldırım’a yaptığı ziyaretin arka planında söz konusu pazarlık olduğu biliniyor. Söz konusu pazarlığın da 4 milyar dolarlık helikopter ihalesi olduğu söyleniyor.
Ancak Cumhurbaşkanı Gül, yasayı veto ederek Gülen’in tavsiyelerine uydu. Bülent Arınç da ‘artık kimse bu yasayı meclise getirmeye cesaret edemez’ diyerek hasta olan Erdoğan’a ‘Gülen’in talimatına uymalısın’ mesajını vermek istedi. Erdoğan ise beklenilenin aksine ‘yasada hiçbir değişiklik yaptırmadan yeniden cumhurbaşkanına göndertti ve Gül de yasayı onaylamak zorunda kaldı. Bu durum, devlete hâkim olmada, İslamcı gruplar arasındaki rekabetin bir yansıması olarak algılanıyor.
Sistemin stratejik dengelerini elinde tutan Gülen, Türkiye’de yapılması gerekenleri 5-10 dakikalık videolar kanalıyla medyaya sunuyor. Sonrası kolay, sistem içerisindeki güçleri, bu talimata uygun olarak harekete geçiyorlar. Amerika’da verdiği fetva ile bu kez Erdoğan’ı hedef tahtasına oturttu.
“Klik olarak yapmayacaksın!”
Peki, Gülen, Erdoğan için neler söylüyor: “Millete hizmet ediyorsanız, Allah için edeceksiniz, kendi kişisel hesabınızı o işin içine katmayacaksınız. Fert olarak, grup olarak da, klik olarak da yapmayacaksınız. [Böyle yaparsanız] Fert planda keser, heyet planda keser, idare planda keser, siyaset planda keser” diyor ve 1960 darbesinde neler olduğunu Erdoğan’a hatırlatıyor. 1960’taki askeri darbe Kemalistler adına yapıldı, sanırım böylesi bir darbe bu kez Gülen cemaati adına yapılır mesajını da vermek istiyor.
Gülen, Erdoğan’ı başbakan yapanın kendi hareketi olduğuna vurgu yapıyor ve bir biçimiyle de kendisine itaat edilmesini istiyor: “Bir hareket olarak dünyanın her yerinde cenap Allah bir şeyler yaptırtıyor. Evvela bu mevzuda tam ihlâsa etmek gerekiyor. Bu işleri kim yapıyor? Allah Allah! Siz hazreti faili muhtarda haberiniz yok mu? O yaptırıyor. Bütün bunlar merkeze bağlı bir programa göre sevki idare ile ilerliyor. Peki, siz nesiniz. Biz bu mevzuda fügura edilmiş zavallı insanlarız.”
Erdoğan’ın kendi ortamlarını kirlettiği uyarısını da yapıyor ve şunları vurguluyor: “Farkında varmadan kirletiyor. Büyük hesabın içine kendi hesabınızı katarsanız… Bu yolla ben kendime bir kısım kredi elde edebilirim. Nasılsa vitrin içinde bulunuyorsunuz… Bana bakanlar aynı zamanda vitrin içindeki durumumla itibarıyla bana bakarlar gibi hesapları katarsanız işin içine, o işi kirletmiş olursunuz.” Erdoğan’a dediği açık; Kirli işler yapıyorsun. Ama sen yine de bizim vitrinimizin içindesin, bizden görünüp iş yapıyorsun. Avantaj elde ediyorsun. O zaman bana tabi olacaksın.
Şefkat tokadı mı, nikmet tokadı mı…
Eğer Erdoğan, kendisine tabi olmazsa başına nelerin geleceğini de çok açık söylüyor: “O zaman cenaballah tokatlar, bazen küçük bir şefkat tokadı vurur, bazen bir nikmet tokadı vurur. Allah göstermesin darmadağın olursun.”
Hatta öyle hiddetli söylüyor ki, Erdoğan’ın küstahlık yaptığını belirtiyor: “Vallahı öyle olur, billahi öyle olur. Tallahi öyle olur. Böyle olmazsa Allah beni kahretsin. İşin içine başka hesap katmayacaksın. Allahın hesabı varken başka hesap katarsan küstahlıktır.”
Peki, Gülen neden bu tür bir açıklamaya gerek duydu?
Erdoğan, rahmetlik hocası Erbakan’ın taktiğini uygulamak istiyor. Turgut Özal gibi Erbakan da, İskender Paşa dergâhında Zahid KOTKU’nun mürididir. Milli Nizam Partisi de KOTKU’nun talimatıyla Erbakan tarafından kuruldu. Ancak Erbakan bir süre sonra, cemaate itaat etmek yerine, kendisini fiilen lider yaptı, cemaatler üstü oynadı ve cemaatleri kendisine tabi kıldı. KOTKU’ya ait olan ‘Milli Görüş’ geleneğini de benim diye yutturdu ve bir ekol haline geldi. Hatta Cemaatler, Erbakan’dan ricacı olup kendilerinden birkaç milletvekili adayı göstermesini isterlerdi.
Şimdi ERDOĞAN bu yöntemi uygulamak istiyor. Cemaatler üstünde bir İslamcı lider olmak arzusu var. Kafasındaki plan, İslam’ın yeni ‘milli şefi’ olmaktır.
Ancak bu kez karşısındaki güç farklı: hedefe kilitlenmiş, planlı çalışan, güçlü uluslararası bağlara sahip, çok yönlü örgütlü bir cemaat var. Cemaatin lideri, Erdoğan’ın kafa yapısını iyi bildiği için ‘yemezler’ diyor. Küçük bir tokatla ilk çıkışı yaptı ve başta medyası olmak üzere güçlerini harekete geçirdi. Erdoğan’a dedikler şu; bize itaat edeceksin.
“Sandalyesine tekme vurmuş olur”
Erdoğan 2002 genel seçimlerden sonra, ‘biz, milli görüş gömleğini çıkardık’ yani Erbakan geleneğiyle ‘bağlarımızı kestik’ demişti. Şimdi Erdoğan gömleksiz dolaşıyor. Kendisi bir güç olmak istiyor. Gülen’in uyarısı buradan başlıyor: ‘gömleksiz kalma, başka arayışlara yönelme, benim gömleğimi giy’ diyor.
Gülen Cemaatinin basındaki sözcüsü ve Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin söyledikleri de çok açık: “AK Parti’de çok ciddi bir kırılma noktası görüyorum. Eğer veto edilen yasa aynen Köşk’e iade edilirse; AK Parti, kendi ayağına sıkmayı bırak, kendi sandalyesine tekme vurmuş olur” diyor. Gülen, 1960’larda neler olduğu hatırlattı ve bu söylem Güzelce tarafından somutlaştırıldı, bir bakıma Gülen’in sözlerine tercüman oldu.
Eğer Erdoğan geri adım atmazsa, ‘idam fermanı’ verilecek. Böylelikle, Menderes gibi Erdoğan içinde ‘bir zamanlar bir başbakan varmış’ denilecek. Yani Erdoğan’ın boynuna bir ip geçirilmiş, bunu her fırsatta çekme tehdidi yapılıyor. Küçük tokadı yiyen Erdoğan’ın, büyük tokat karşısında ne yapacağı merak konusu!
Ama ABD’nin Pensilvanya eyaletinde mesaj gönderen Gülen, benim gömleğimi giyeceksin hatırlatmasını bir kez daha yapıyor: “Bir kere daha kefeni yırtıp, bir kere daha yeniden gömlek giyip, bir kere daha vira bismillah diyerek meseleyi yeniden ele almalıyız.” Aksi takdirde silinirsin diyor.
İsmail Ağa Cemaatini bitirme projesini de devreye koyan Gülen cemaatinin hedefinde Menzil grubu, Işıkçılar, Süleymancılar gibi birçok cemaatler de bulunuyor. Bununla aynı zamanda Erdoğan’a da bir mesaj vermek istiyorlar.
İslamcı hareketin farklı politik eğilimleri arasındaki rekabetin nereye doğru evirileceği, Türkiye’ye biçilen rolle ilgili olarak netleşecektir.
Ayrıca, Gülen hareketinin bu düzeydeki çıkışı, 2012 yılının ortalarına doğru bütün dengeleri kendi lehinde çevirmek istemesinden kaynaklanıyor. Bu sürecin tamamlanmasıyla Türkiye’nin ‘Humeyni’si olarak dönüş süreci başlayacak.
(sendika.org)
Sôzde hakim siniflar arasindaki çeliskilerden yararlanmak adina ince ince analizler yapip her sefereinde sapa oturmakla kalmayan, ayni zamanda sik iç ve dis odaklari masasi durumuna dusen avanak solun Gülen-Erdogan analizlerinin kimokligi.
(Özellikle BDP’li -veya HDK’li- arkadaşlara bu röportajı okumalarını tavsiye ederim…)
Yüksel Akkaya: “Solun başarılı olması için, iktidarı hedeflemesi gerekir”
Dosya: Sosyalist Sol Konuşuyor
2000’li yıllar itibariyle yönetebilme anlamında fiili bir boşluğun AKP gibi devletle de giderek bütünleşen bir aygıtla doldurulduğunu görüyoruz. Burjuvazinin safındaki bu gelişme sosyalist hareketi ve emek mücadelesini nasıl etkiliyor sizce?
Sosyalist hareketin, hem geçmişte hem de bugün, yükselen İslami hareketi algılamasında ciddi sorunları olduğunu düşünüyorum. Türkiye sosyalist hareketinin bir cephesi İslami cenahın iktidardaki yapısıyla demokratikleşmeye gittiğini, askeri vesayeti vb. çözümlediğini ileri sürüyor; ama öbür taraftan sınıfsal açıdan bakmayı unutuyor. Çalışma yaşamıyla ilgili düzenlemelere baktığınızda, AKP’nin, ne Turgut Özal’ın ne de Kenan Evren’in cesaret edebildiği düzenlemeleri, yaptığını görüyoruz. Bireysel iş yasasındaki değişiklikleri hiçbir iktidar, hatta askeri darbenin yöneticileri bile düşünmedi; ama AKP düşündü. Sendikal yasalarda göstermelik, makyaj birtakım düzenlemeler yapılıyor ama özüne baktığınızda, grev yasağı, toplu pazarlıkla ilgili şeyler hala devam ediyor. Bireysel iş yasasını değiştirirseniz toplu iş hukukunu da ona uyumlulaştırmak zorundasınız. Bireysel iş yasasının temel özelliği ne? Esneklik, kar oranlarını artırması, sömürü alanının genişletilmesi… O zaman toplu iş sözleşmesinde ve grev yasasında yapacağınız değişiklik de bununla uyumlu olmalı ki bir anlamı olsun değil mi? Buradan baktığınızda Türkiye sosyalist hareketinin bazı kesimleri ne yazık ki AKP’ye bakarken çok büyük yanılgı içerisinde.
Mesela Latin Amerika’ya baktığınızda sosyalist hareketle inanç arasında diyelim, iç içe olmaktan çok birbirini besleyen bir ilişki olduğunu görüyorsunuz. Türkiye sosyalist hareketinin çıkışı biraz köylülüğe dayandığı için inanç hareketlerini dışladı. Özellikle antiemperyalist inanç hareketlerinin, İslami hareketlerin yerini, konumunu iyi değerlendiremedi. Onun için gecekonduları çok büyük ölçüde İslami hareketlere terk etti. Ama onlar da artık iktidarlaşmaya başladıkça, burjuvazinin belli özelliklerini kazanmaya başladıkça bu alandan geri çekilmeye başladılar. Artık kimse Cuma namazlarında Filistin’i desteklemiyor ya da başörtüsü sorunu çözülmemesine rağmen başörtüsü için meydanlara çıkmıyor. Bunun dışında, sosyalistler İslami sermayeyi değerlendirirken büyük burjuvazi ile arasındaki ilişkiyi, kan bağını tamamen göz ardı ettiler. Yani onları bir tarafa koydular, büyük burjuvaziyi diğer tarafa… Oysa ikisi birbirini besleyerek gelişti. Yani Anadolu kaplanları dediğimiz kesim büyük burjuvaziyi de besleyen bir odak oldu. Onun için Koçlar, Sabancılar dünyanın en önemli şirketleri arasında olmaya devam ettiler. Onun için en yüksek karları almaya devam ettiler. Onun için ilk 100 şirketin içerisinde, en çok kazananların arasında yer almaya başladılar. Maalesef Türkiye burjuvazisi İslami hareketten ve İslami burjuvaziden nasıl rahatsız olmadıysa, Türkiye solu da o ölçüde rahatsız olmadı. Sandıklı’daydı yanılmıyorsam, Yörsan işçileri greve gittiklerinde, işçilerin tamamını işten çıkardı patron. Gerekçesini ise İslami referanslarla dile getiriyordu. Kuran’ın, İslam’ın grevi yasakladığını, çünkü grevin işverene zarar verdiğini ileri sürdü. Yani ben size ekmek verdim, siz nankörlük yaptınız demeye getirdi. İslami iş ilişkileri nedir, İslam sınıf hareketine nereden bakıyor, bunu göremiyoruz. Oysa Hayrettin Karaman’ları okuduğunuzda, hatta 1960’lı yıllarda Adana müftüsüyken Celalettin Kaplan’ın yazdıklarını okuduğunuzda şunu söylüyor: “Sendika üyesi olmak, toplu pazarlık yapmak, greve gitmek, İslami açıdan, Müslümanlık açısından günahtır.” 60’lı yıllarda bunu söylüyor, görmemişiz. 80’li yıllarda bunu söylüyor hala görmüyoruz! Sonuçta dönüp baktığınızda sermaye her yerde sermayedir, ister yeşil olsun, ister kızıl olsun fark etmiyor. Temel bir işlevi var, kapitalizmin temel mekanizmalarını çalıştırıyor. Biz bunu göremedik, islami burjuvaziyi üstyapı üzerinden, yani gericilik ve sekülerizm üzerinden, başörtüsü üzerinden tartıştık; ama görüntüyle uğraşırken özü kaçırdık.
Solun içinde AKP’nin, devletin yapısında olumlu bazı değişikliklere yol açtığını savunan fikirler de var. Bunları nasıl değerlendirmek lazım?
Yapılan edilenin sonuçlarına bakmak gerekir, eğer sağlıklı bir değerlendirme yapacaksak. AKP’nin 9 yıllık iktidarı sonucunda Türkiye sosyalist hareketi demokrasiden, özgürlüklerden yararlanabiliyor mu? Özgürce hareket edebiliyor mu? Mesela toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılan, iki slogan atan, bir puşi bağlayan çocuklar neden özgürlüklerden yararlanamıyor? Bir kesime gerçekten bir özgürlük var belki ama, sola yok! Bir, işçi sınıfına bu yaptıkları düzenlemeler, değişiklikler nasıl yansımıştır? Bir sosyalistin, bir solcunun bakması gereken yer burası… İki, getirdiği demokrasi, özgürlük, gerçekten bunların faaliyet alanlarını genişletmiş midir, yoksa daraltmış mıdır? Şunları da sormak gerekir: Devrimci Karargah davası AKP’nin sola bakışını yeterince göstermiyor mu? AKP ordunun elinden aldığı gücü kime devretti? Sivillerden faşist çıkmaz mı? Faşizm, baskı ya da diktatörlük dendiğinde aklımıza illa ordu mu gelmelidir? Türkiye’de sosyalist hareketin belki en önemli teorik açmazlarından, eksikliklerinden bir tanesi budur. Tabii darbeler zamanında faşizm gördük ama AKP iktidarı zamanında da sivil faşizm görüyoruz. Özellikle ceza yasasındaki değişiklikler bunu gösteriyor. Mesela örgüte yardım ve yataklık gibi bir suçlama ile herkes muhatap olabilir ve tutuklanabilir, 10-15 yıl da mahkemeler sürer. Türkiye bir polis devleti olmuştur. Ama polis devleti inşa ederken ne diyor Tayyip Erdoğan? İleri demokrasinin kurucusu polistir diyor. Benim polisim diyor. Onun polisi, onun savcısı, onun yargıcı… Üçlü bir yapı var. Burada demokrasiden söz edebilir misiniz artık?
Bu eleştiriler sonucunda olumlu bir öneri yapmak gerekirse solun başarı kazanması için kurtulması gereken ya da edinmesi gereken alışkanlıklar, tarzlar neler size göre?
Bir, iktidar isteği olacak; iki, hitap ettiği kitleye umut verecek, o kitlenin yeniden talepte bulunmasının koşullarını oluşturacak. Ben bu yasayı istemiyorum diyecek ve bunun ötesinde ben şöyle bir yasa istiyorum diyecek, ne istediğini ortaya koyacak. Şimdi mesela asgari ücretin üzerinde ücret alan işçi daha yüksek ücret istemekten utanıyor. Niye? “Ben 800-900 lira ücret alıyorum, bununla geçiniyorum. Arkadaşım 600 lira ücret alıyor. Ben nasıl yüksek ücret talep edeyim” diyor. Geldiğimiz nokta bu… İradeyi kırmak böyle bir şey… Peki sana ödenmeyen bu artık ücreti onlara veriyorlar mı? Hayır. Sen ne yapıyorsun? Emek sarf ediyorsun ve emeğinin karşılığını istiyorsun. Bunda utanacak bir şey yok. Ama istemezsen utanman gereken bir şey var. Maalesef geldiğimiz nokta bu… Dolayısıyla bunu kırmak gerekiyor. Buralarda sosyalistlerin aktif biçimde yer alması gerekiyor. İşçi sınıfının bu tür algıları kırdığı örnekler, az da olsa, oldu geçmişte. Mesa direnişi vardı mesela. O direnişi örgütleyenler İslami kesimden gelen, bir kısmı başörtülü insanlardı; sonuçta 1 Mayıs’a katıldılar. Demek ki istemeyi öğrenen, nerede olursa olsun solun çeperinde buluşabiliyor. İslami cenahtan çocuklar bile gelebiliyor oraya.
Şu sıralar kurulum aşamasını tamamlamak üzere olan bir girişim var: Halkların Demokratik Kongresi… Bu hareketi saydığınız kriterler açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Bu konuyu çok tartıştık bazı arkadaşlarla. Hatta haberdar edilmeden Kongre üyesi olmuşum ben, Van delegesi olarak. Buraya geldiğimde öğrendim. Sağ olsun Van’daki arkadaşlar bunu bana söyleme inceliğini göstermediler… Bu süreçle ilgili bazı kaygılarım var. Bu kaygılarımdan bir tanesi gerçekten böyle bir yapıya ihtiyaç olmakla birlikte, bu yapının sağlıklı bir biçimde kurulup kurulmadığıyla ilgili… Soldaki birlik deneyimlerinden bir örnek vermek gerekirse, ÖDP’nin kuruluşundan bahsedebiliriz. ÖDP, Türkiye sosyalist hareketinin büyük ölçüde bir arada olduğu ve ardından da çözüldüğü bir alandı. Bu, sahip olunan gücün azlığından dolayı belki, büyük bir düş kırıklığı yaratmadı; ama benzer bir çözülme Kongre süreci için söz konusu olursa yaşanacak düş kırıklığı da büyük olacaktır! Türkiye sosyalist hareketinin Türk kesimiyle Kürt hareketi biraz daha formelleşmiş bir yapı altında ilk kez büyük bir birliktelik oluşturmak istiyor. Seçimlerde falan oluşmuş geçici birtakım platformlar vardı, onlardan söz etmiyorum. Oralarda iyi kötü birtakım deneyimler edinildi ama beklentiler bu denli büyük değildi eski deneyimlerde. Beklenti ne kadar yüksekse, sonuçlar onu karşılamadığı takdirde, çöküntü de o kadar büyük olur. Kongre Hareketi’nin benim açımdan en kaygı verici yanı bu. Çok yüksek bir beklenti oluşmaya başladı. Birinci kattan düştüğünüzde göreceğiniz zararla onuncu kattan düştüğünüzde göreceğiniz zarar aynı olmaz. Taraflar arasında karşılıklı güven duygusu sarsılırsa çok olumsuz sonuçlar ortaya çıkabilir. Burada, biraz önce sözünü ettiğimiz kriterler açısından baktığımızda sorunlu bir ilişki de var. Çünkü burada güçlü, büyük olan yapı kendi iradesini ortaya koyuyor; ama küçük olan yapıların iradesi bu birliktelikte o kadar net olarak seçilemiyor. Eğer sınıf vurgusu en aza indirilmiş ya da sınıf tabloda bir renk olsun diye koyulmuşsa, o zaman Türkiye sosyalist hareketiyle bir birliktelik kurmuyorsunuz, demektir.
Böyle olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Şu anda bıraktığı izlenim bu. Ortaya çıkan metinlere baktığımda bunu görüyorum. Tabii bunlar nihai metinler değil, Tanrı kelamı değil. Sonuçta tartışılarak, konuşularak değiştirilebilir. Ama Kongre izlenimlerim arasında olumsuz başka bir şey daha var. Bildiğimiz siyasal yapıların içinde delege olmak, merkez yönetiminde yer almak veya benzeri şeyler ne yazık ki devrimci, sosyalist tutumun gerektirdiği şekilde olmamıştır. Devrimciler, sosyalistler, gerektiğinde fedakarlıkta bulunabilmeli bir yapının içinde, “mutlaka şurasında ben de olmalıyım” dememeli, dışarıdan da katkıda bulunabilmeli. Ama bizim burada gördüğümüz, en küçük birimler, kendi birimlerini üçe dörde bölerek “şu dernek temsilcisi”, “bu bilmem ne temsilcisi” diyerek, kongre sürecine mümkün olan en yüksek sayıda temsilci sokmaya çalıştığıdır. Bu da ne yazık ki bu yapının tam anlaşılmadığını ve şimdilik kongre sürecinin o yapıya sayısal olarak kendi damgasını vurmak isteyen öznelerin birlikteliği olarak anlaşıldığını gösteriyor.
Türkiye sosyalist hareketinde, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) içindeki Kürt hareketinin ağırlığını, emek siyaseti lehine değiştirecek siyasi kıvraklığı ya da ağırlık oluşturma potansiyelini görüyor musunuz?
Geçmişle karşılaştırıldığında çok olumlu bir mesafenin kat edildiğini söylemek mümkün. Fakat burada şöyle bir sorun var. Tam olarak hatırlamıyorum ama 98 ya da 99 yıllarında HADEP merkez yönetimi, benden küreselleşme sürecinde sosyal politikaya dair düşüncelerimi öğrenmek istemişti. Ben de gittim onlara şunu söyledim: “Bir tane HADEP yok, iki tane HADEP var. Bir tanesi bölgede, Diyarbakır’da, Muş’ta, Bitlis’te, Hakkari’de bulunan HADEP, bir tanesi de İstanbul’da, İzmir’de, Mersin’de, Adana’da, Manisa’da, Aydın’da bulunan HADEP. Dolayısıyla sizin bir tane programınız olamaz. Bir, Türkiye’nin batısında, sanayileşmiş, metropolleşmiş kentlerde yaşayan, işçileşmiş, işçi sınıfı sorununu ta derinden yaşayan bir kitleniz var. Bir de diğer tarafta kültürel sorunları yaşayan bir kitleniz var”. Kongre Hareketi’nin de benzer bir sorunu var. Türkiye’nin doğusuna gittiğinizde başka bir sorun var, batısında başka bir sorun var. O yüzden bu mesafeyi daha hızlı kat etmek gerekir. Sınıfla kültür arasındaki gitgide daha da açılan bu açıyı daraltmak gerekir. Kongre Hareketi’nin içinde yer alanlar ana gövdeye eğer batıyı da gösterebilirse, o zaman çok daha önemli şeyler olacağı açık! En azından batıda yükselecek olan sınıf hareketi doğuyu da besleyecektir. Bakın tarihsel açıdan çok önemli bir şey var; bunu her iki kesimin de çok iyi görmesi gerekir. 1989 bahar eylemleri başladıktan üç yıl sonra Kürt hareketi zirve yaptı. Ama devlet 90’lı yıllarda, hızla işçi hareketine müdahale etti: “Ne kadar zam istiyorsunuz? Yüzde 100. Al sana yüzde 200, 300… “Kamu sektöründe yüzde 400’lere varan zamlar oldu. Özel sektörde yüzde 200-300’e varan zamlar oldu. Sabancı bile, “biz yıllardır işçilerimize çok düşük ücret veriyormuşuz” dedi. Sermayenin bu tutumu bir parça bahar eylemlerinin hareketliliğinden ve gücünden, bir parça ihracatın tıkanmasından, bir parça atıl kapasitenin arttırılma isteğinden kaynaklanıyordu ama en önemli amaç doğuda yükselen Kürt hareketinin önünü kesmekti. Türkiye’yi sarsan bir muhalefet, mücadele vardı. Devlet akıllıca davrandı. Hem işçi sınıfı muhalefetinin önünü kesmek hem de bütün gücünü diğer tarafa karşı kullanmak için işçi sınıfına rüşvet verdi; işçi sınıfı da bunu kabul etti. İşçi sınıfı bugün hala o noktada maalesef! O gün yapılan zamlar hala reel olarak erimiş durumda değil, onun nimetini yiyor. İşçi sınıfı toplumsal muhalefetin bir tarafının yükselmesi durumunda öbür tarafın da yükseldiğini göremedi. Onun için bugün Kürt hareketi bunu görebilmeli… En azından Kongre sürecinde bu görülebilmeli! Sendikal örgütlenmeye baktığınızda, Kürtlerin sendikal örgütlenme içindeki payı, batıda çok düşük. Oysa bu hareket istese, çok daha güçlü bir örgütlenmeyi sağlayabilir. Tam da bu noktada Güney Afrika deneyimini hatırlamak lazım, Brezilya deneyimini hatırlamak lazım. Onun için batıdaki sınıf hareketinin yükselmesinin önemi anlaşılmalı! Tulumbadan su alacaksak eğer, tulumbaya bir tas su vereceğiz önce. Batıya bir tas su vermek lazım şimdi. Batıdaki işçi hareketinin yükselmesi için bir parça buna ihtiyaç var. Onun için iki program oluşturup bu iki programı uygulamak lazım. Mayıs ayında Hakkari’ye gitmiştim. Üç yaşında bir çocuk, elinde taş, panzere taş atmaya çalışıyor. Sekiz yaşında bir çocuk, çocuklardan oluşan bu kitleye önderlik ediyor. Bu büyük bir öfkedir! Kimse kalkıp da bu kitleye sınıf falan anlatamaz. Ama diğer taraftakinin buna ihtiyacı var. Güney Afrika bu anlamda çok önemli bir deneyimdir. Nelson Mandela 25 yıl yattı, çıktı. Ama beyazlarla işbirliği yaparak başarılı oldular sonuçta Kürt hareketinin de Türkiye’nin batısındaki işçi sınıfına ihtiyacı var.
( http://www.yarinlar.net )
http://www.odatv.com/n.php?n=gazeteciler-odatv-durusmasina-cagri-icin-video-hazirladi-2212111200
http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/odatv-durusmasindan-dakika-dakika-haberi-49780