Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Sinan Dervişoğlu’nun “Sovyet Deneyi” Kitabı Üzerine…  

80’lerde Sosyalizm Tartışmaları, Çin, Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Gün Zileli, Hukuk, İşçi Sınıfı, Köylülük, Kronstadt, Leninizm, Sovyetler Birliği, Sovyetler Birliği'nde Devlet Terörü ve Gulaglar, Stalinizm, Troçkizm

 

 

 

 

Sinan Dervişoğlu’nun Canut Yayınlarından bu yıl çıkan iki ciltlik Sovyet Deneyi ve Yarının Sosyalizmi kitabından haberdar olunca sevinmiştim. Sevincim, artık “demode” kabul edilen “sosyalizmin sorunları” üzerine hâlâ kafa yorabilen insanların var olmaya ve kitap yazmaya devam ettiklerini görmekten kaynaklanıyordu. Dervişoğlu’nun bu konuları tutucu bir bakış açısıyla ele alacağını tahmin etmem bile bu sevincimi engellemedi. Bir tenisçinin, karşısında rakip bir oyuncu bulmasına benzer bir sevinçti bu.

 

‘Ekim 17’de “ezilen sınıflar siyasi iktidarı” ele mi geçirdiler?

 

Dervişoğlu şöyle diyor: “20. Yüzyıldaki sosyalizm deneyi, bir zaferin ve bir başarısızlığın tarihidir. Başarı, insanlık tarihinde ilk defa ezilen sınıfların siyasi iktidarı ele geçirmesi (abç, GZ)”dir. (CI, s. 3)[1] Birkaç sayfa sonra aynı görüşü “1917 Devrimi” diye vurgulayarak şöyle belirtiyor: “1917 devrimi… işçi sınıfına iktidar yolunu açmış, bugün hâlâ bizlere heyecan veren ‘emeğin iktidarı’ kavramını tüm insanlık nezdinde ete kemiğe büründürmüştür.” (s. 5)

Devamla: “Ekim Devrimi, yakın çağların (Fransız devrimi ile birlikte) en önemli olayı, biz sosyalistler içinse insanlık tarihinin bir dönüm noktası, bir tür miladıdır. Bu devrimle ilk defa emekçi sınıflar ve onları savunan siyasal güçler iktidarı alarak (abç, GZ) yeni bir toplum… kurmak için somut adımlar atmış…” (s. 43) “Bolşevikler 7 Kasım 1917’de … (neredeyse kansız biçimde) iktidara el koymuş…” tur. (s. 47)

Dervişoğlu, Bolşeviklerin iktidara nasıl el koyduğunu şöyle tanımlamaktadır: “Lenin tüm Rusya Sovyetler Kongresi toplanmadan önce geçici hükümetin devrilmesini hedefler ve bu doğrultuda plan yapılır.” (s. 48) “Lenin kongre başlamadan bir an önce sarayın düşmesi için ısrar etmekte ve kongre toplantı saatini ertelemeye çalışmaktadır (abç, GZ).” (s. 48)

 

Ekim 17’de Emekçi Sınıflar Bolşevik İktidarın Baskısı Altına Alınır

 

Acaba Lenin Sovyet kongresinin toplanma saatini neden sürekli ertelemeye çalışmıştır? Lenin, Bolşevik Parti’yle Sovyetlerin “iktidarı alma yarışı” içinde olduğunu düşünmektedir. Eğer hükümet Bolşevik Parti vasıtasıyla değil de Sovyetin kararıyla düşürülecek olsaydı, o zaman Bolşevikler, Sovyetlerin kuracağı yeni hükümette, diğer Sovyet partileriyle işbirliği ya da koalisyon yapmak zorunda kalacaklardı. Bu da Lenin’in hiç istemediği bir şeydi. Lenin, iktidarın bir kısmını değil, tamamını almak, Sovyetleri basit bir koltuk değneğine dönüştürmek istiyordu ve nitekim böyle oldu. Lenin’in hesapladığı gibi, Martov’un tüm çabasına rağmen, Sovyet partilerinden sağ Menşevikler ve sağ sosyalist devrimciler, iktidarın Sovyetlerin kararıyla değil, Bolşeviklerin inisiyatifiyle alınmasını protesto ederek Sovyeti terk ettiler ve bununla tam da Lenin’in istediğini yapmış oldular. Zaten Bolşeviklerin iktidarı aldığı andan itibaren de gerçek Sovyetler diye bir şey kalmamış, Sovyetler Bolşevik iktidarın (Sovnarkom) formel bir onay mercii derekesine indirilmiştir.

Ne var ki, Dervişoğlu, bu duruma rağmen, Bolşeviklerin iktidarı almasıyla “emekçi sınıfların iktidarı almasını” bir ve aynı şey olarak görmekte, böylece en vahim çarpıtmayı yapmış olmaktadır. Çünkü bundan sonraki gelişmeler emekçilerin elde edilmiş bütün mevzilerden Bolşevik iktidar aygıtları tarafından geri sürülmeleri yönündedir. Ekim’le emekçi sınıflar ya da işçi sınıfı iktidara gelmemiş, Şubat 1917 devriminden sonraki süreç içinde elde ettikleri bütün mevzilerden, 1917 Ekim’inin galipleri, yani Bolşevikler tarafından geri sürülmüşlerdir. Bunları görelim.

 

İşçi Denetimi, rafa kaldırılır

 

Dervişoğlu, Maurice Brinton’un Bolşevikler ve İşçi Denetimi (çev: Necmi Erdoğan, Ayrıntı, 1990)[2] kitabından alıntılar vermektedir: “İşçi hareketini Bolşevikler önce sendikalar içine çekerek sendikanın merkezi hiyerarşisi içinde erittiler, hareketi bütünüyle Partiye bağlı hale getirdiler… Bolşevik yönetim… fabrikalarda (çoğu eski burjuva idari kadrolar olan uzmanlar eliyle) ‘tek adam yönetimini’, yani klasik fabrika hiyerarşisini kurdu; böylece ‘İşçi Denetimi’ ortadan kalktı.” (s. 77-78; Brinton’un kitabındaki sayfa numarası verilmemiş).

Kısacası, Dervişoğlu da, Brinton’dan yaptığı alıntılarla Bolşeviklerin programının önemli bir unsuru olan “işçi denetimi”nin bizzat Bolşevikler ya da daha net söyleyecek olursak Lenin tarafından ortadan kaldırıldığını belirtmektedir.

İşçi sınıfı iktidarı ele mi geçirdi, yoksa elde ettiği mevzilerden geri mi sürüldü?

 

Sovyet, el kaldıran bir onay merciine indirgenir

 

Dervişoğlu, Ekim’den sonra Sovyetlerin de işlevsizleştildiğini ve Bolşevik iktidarın onay merciine dönüştürüldüğünü kabul etmektedir. “Sonuçta 1919’da Sovyetler, ülkenin belirleyici siyasi iradesi, siyasetin tartışılıp belirlendiği platform olmaktan çıktı. Bu durum, değişik sosyalist görüşlerin birlikte yer aldığı bir ‘emekçi demokrasisi platformu’ olan Sovyetlerin tabutuna çakılan ilk çivi oldu.” (s. 74)

Doğru ama zaman olarak (1919) biraz geç yapılmış bir tespit. Sovyetlerin tabutuna ilk çivi Ekim 1917’de bizzat Lenin ve Bolşevikler tarafından çakılmıştır.

Bu eksik değerlendirmeye rağmen, Dervişoğlu şu doğru saptamaları yapmaya devam ediyor: “Merkezi Sovyet’te tek parti, Bolşevik parti var olmuş, tüm siyasi kararlar mecliste değil parti merkez komitesinde alınıp Sovyet’e onaylatılır hale gelmiştir.” (s. 77); “Bir emekçi demokrasisi platformu olarak Sovyetler işlevini yitirmiş, fiilen parti kararlarını onaylayan ve uygulayan pasif yapılar haline gelmiştir” (s. 89)

 

Kurucu Meclis Kapatılır

 

Dervişoğlu, Lenin’in başını çektiği uygulamalar konusunda devamlı yalpalamaktadır. İşçi denetiminin ortadan kaldırılmasına ya da Sovyetin işlevsizleştirilmesine karşı muhalif bir tutum takınır gibiyken, Kurucu Meclis’in Bolşevikler tarafından kapatılmasını onaylamaktadır: “Kurulmuş olan Sovyet iktidarına karşı ikinci ve alternatif bir iktidar oluşmuştur ve varlığı kalıcılaştığı takdirde onu yok sayacağı ortaya çıkmıştır. Lenin bunun üzerine ertesi gün (silahlı güce dayanarak) Kurucu Meclis’i fesheder. Amaç, Sovyet iktidarının kurulmasıyla başlayan devrimci sürecin önüne engel olabilecek bir unsuru ortadan kaldırmaktır ve tarihsel koşullara göre bizce haklıdır.” (s. 68)

Dervişoğlu şurada söylediğini unutup iki adım ötede tersini söylemektedir. Hani gerçek Sovyet iktidarı ortadan kalkmıştı! Şimdi de ortadan kaldırılan bu iktidar adına ülkede yaşayan tüm seçmenlerin iradesinin (Kurucu Meclis) çiğnenmesi onaylanmaktadır.

 

Ve Kronstadt İsyanını Bastırmak

 

Dervişoğlu, Kronstadt isyanı hakkında klasik “karşı-devrimci ayaklanma” söyleminden ayrılıp Kronstadtlıların devrimciliğini teslim ettikten sonra, “isyancılar isyandan vazgeçip uzlaşmaya yönelmedikleri sürece isyanı bastırmaktan başka çare yoktur. Bolşeviklerin de yapmak zorunda kaldığı budur” (s. 81-82) diyerek bir kere daha “zorunlulukların” gölgesine sığınmaktadır. Zaten bir kere bu mantığı kabul ettiğiniz zaman, “devrimin kaderi için” her türlü kötülüğe cevaz vermeniz kaçınılmaz olmaktadır.

Üstelik İç Savaş boyunca Beyaz ordulara karşı en önde savaşmış Kronstadtlıların “uzlaşmaya yönelmedikleri” de o zamanki Bolşevik iktidarın isyanı bastırmak için uydurduğu bir yalandır. Tersine, Kronstadt bahriyelileri uzlaşma için bütün iyi niyetleriyle çaba göstermişlerdir. Paul Avrich’in belirttiği gibi, denizciler, “Sovyet hükümetinin alaşağı edilmesi talebinde bulunmadıkları gibi, toprak sahiplerinin ve orta sınıfların politik haklarının savunuculuğunu da yapmamışlardı. Denizciler, Rus toplumundaki ılımlı ve muhafazakâr unsurlardan nefret ettiklerinden onların yeniden canlandırılmasını akıllarının köşesinden bile geçirmemişlerdi. Fakat duyurudaki bir karar – ‘bugünkü Sovyetlerin işçilerin ve köylülerin isteklerini ifade etmediği’ – Bolşeviklerin politik iktidar tekeline açıkça bir meydan okumaydı. Lenin ve takipçileri, Sovyetlerde yeni seçim yapılması çağrısıyla bağlantılı olarak bütün işçilere, köylülere ve sol politik gruplara ifade özgürlüğü talep edilmesi gibi şeylere hoşgörü göstermeye hazır değillerdi.” (Kronstadt 1921, çev: Gün Zileli, Versus, 2006, s. 68).

Görüldüğü gibi, Kronstadtlıların talebi, yeniden 1917’ye dönmek için pekâlâ bir uzlaşma platformu olabilirdi. Dahası, Sovnarkom tarafından, Kronstadtlıları “ikna etmesi” için gönderilen Kalinin, Kronstadtlıların şeref kıtası tarafından bando ve flamalarla karşılanmış, “Çapa meydanındaki miting dostça bir havada” başlamıştı (agy, s. 69). O mitingde, Baltık Donanması’nın üst düzey komiserlerinden biri olan Kuzmin’in dışında, Kalinin de dahil ortalığı kasıtlı olarak alevlendiren hiç kimse olmamıştır. Kaldı ki, bu toplantıdan hemen sonra, Petrograd’a gönderilen bir Kronstadt heyeti, “Petrograd’a varır varmaz” tutuklanmış ve onlardan bir daha hiçbir haber alınamamıştır (Agy, s. 71). Tek başına bu bile, kimin “uzlaşmaya yönelmediği”ni göstermeye yeter.

Bolşevikler, tekelci iktidarlarının sorgulanmasına asla izin vermezlerdi. Kronstadt’ın o kadar sert bir şekilde bastırılmasının ve her iki taraftan da binlerce ölü verilmesinin bundan başka bir nedeni yoktur.

 

“Kulakların Tasfiyesi” dedikleri…

 

Dervişoğlu, Sovyet tarihinin engebeli yollarında ilerledikçe eleştirilerinin dozunu iyice azaltmakta ve Stalin’in kanlı kampanyalarına bile onay vermektedir. Örneğin “kulakların tasfiyesi” adı verilen Rus mujik sınıfının zorbalıkla bastırıldığı, on binlerce köylünün hayatına ve büyük açlığa neden olan 1930’lardaki büyük kampanya.

Şöyle demiş Dervişoğlu bu köylü kırımını ele aldığı yerde: “… Stalin’in ‘kendi öz kaynakları ile sanayileşme’ çözümü o dönemin hayati siyasi tartışmasıydı ve Stalin’in çözümünü benimseyen Partinin, tüm örgütleri üyeleriyle bu çözümü hayata geçirmek için kollarını sıvaması, sanayi ve tarım üretimini bu temelde örgütlemeye bizzat girişmesi kaçınılmaz ve doğruydu. Bir yandan sosyal ve siyasi bir tehlike olan kulak direnişinin kırılması (abç, GZ), öte yandan kırsal kesimdeki milyonlarca köylünün kolektifleştirme yönünde ikna edilmesi (şehirlerdeki 150.000 bilinçli sanayi işçisinin bu hedefle kırsal kesime yollanması) Partinin ve partililerin tüm güçleriyle angaje oldukları devasa bir kampanyaydı ve bizzat partinin toplumdaki örgütlü gücü sayesinde başarıya ulaştı.” (s. 339)

İlginçtir ki, Dervişoğlu, Lenin dönemine karşı görece daha eleştirelken, Stalin döneminin meşum uygulamalarına gelince bu eleştirelliğin yerini net destek almaktadır. Diyebilirim ki, iki ciltlik kitabında Dervişoğlu, en çok Stalin’in uygulamalarını desteklemektedir. “Büyük Temizlik” de dahil.

Dervişoğlu’nun “kulak direnişinin kırılması” dediği şeyin “kulak”larla (zengin köylü) ilgisi yoktur. 1930’ların başlarında “kulak” diye bir sınıftan bahsedilemezdi bile. Söz konusu olan, kendi küçük topraklarında, zor koşullar altında üretim yapmaya çalışan Rus mujikleriydi. O kadar ki, köylüler, Stalin iktidarına teslim edecekleri “kulakları” kendi aralarında seçmek zorunda kalmışlardır. O tarihte Sovyetler Birliği’nin köylerinde abartıldığı gibi bir “kulak sınıfı” yoktu. Sadece küçük topraklarına ve ürünlerine devlet tarafından el konan küçük mülk sahibi köylüler vardı. Bunların yüz binlercesinin küçük topraklarına zorla el konmuş, kendileri de özel kamplara bedava emek olarak sürülmüş ve bu kamplarda yığınlar halinde ölmüşlerdir. Kısacası “kulakların tasfiyesi” denilen şey, büyük bir köylü kırımıdır. Dervişoğlu, bu kırımın üzerinde tek bir cümleyle bile durmamıştır.

 

Moskova Yargılamaları

 

Nitekim, dünya yargılamalar tarihinin en korkunç olayı olan Moskova “Show trial”lerinin (gösteri mahkemeleri) adaletsizliği ve düzmeceliği üzerinde tek bir kelimeyle bile durmamaktadır Dervişoğlu. Tersine, çekingen bir tarzda da olsa, bu mahkemelerdeki düzmece iddiaların “gerçekliği”ne işaret etmektedir. Örneğin, Stalin ile NKVD üst düzey kurmayının birlikte imal ettikleri[3] “Birleşik Sağ+Sol” Muhalefet”in “Stalin’in rakiplerini suçlamak için yarattığı bir fantezi değil, bir gerçek” (s. 166) olduğunu söylemektedir.

Ve Dervişoğlu, mahkûm edilenlerin “suçluluğu” sonucuna şöyle varmaktadır: “Mahkûm edilmiş büyük isimlerin hiçbirinin ‘masumiyetini’ ispat eden ve Stalin’in ‘komplo’larını ifşa eden hiçbir verinin ortaya çıkmamış olduğunu belirtelim.” (s. 34) Ne var ki, Dervişoğlu, hukukun en temel kurallarından birinin, suçlananın masumiyetini ispat zorunluluğu olmayıp, suçlayanın suçu kanıtlaması olduğunu unutmuş (bilmiyor da olabilir) görünmektedir.

Dahası, Dervişoğlu, Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’i kurmasını “tahrik edici bir meydan okuma” olarak görmekte (s. 167) ve Stalin’in Troçki’yi öldürtme kararına hak vermektedir. Önce Stalin’in düşüncesini özetlemekte: “SSCB ve komünistlerle diğer aydın ve demokrat güçlerin arasındaki ilişkiyi bozabilecek tek unsur Troçki’dir… Bize yönelebilecek tüm sempatiyi zehirleme ve durdurma olanağına sahiptir. Troçki olmazsa Troçkizm biter.” Sonra da kendi kanısını ifade etmektedir: “Varılan sonuç ne kadar yaralayıcı olursa olsun, bu kararın ardında duygusal bir ‘intikam hissinin’ değil, net ve kendi içinde tutarlı bir politik değerlendirme olduğu açıktır. (abç, GZ)” (s. 170)

Bu satırları okuyunca, tartışmak zorunda olduğum biri adına yüzüm kızardı!

 

Büyük Temizlik

 

Dervişoğlu, 1937-38 Büyük Temizlik’ini de “haklı bir temizlik süreci” olarak görmekte, ancak “kontrolden” çıktığını düşünmektedir (s. 146). Bir başka yerde de yine, “haklı gerekçelere dayanan bu temizlik hareketi” (s. 188) demektedir. Keza Stalin tarafından imal edilen “suçları” aynen tekrar ederek şöyle demektedir: “O (yani Stalin, GZ) kendisinin de içinde olduğu parti liderliğine karşı sabotaj, suikast ve darbe gibi yöntemlere başvurmaktan çekinmeyen (çekinmediğini ortaya koyduğumuz) bir muhalefete karşı kendini ve yönetici özneyi korumuş, ancak bu (haklı amaçlarla başlayan) süreç, ülkedeki geri siyasi-idari mekanizmadaki hesaplar ve gerilimler yüzünden kontrolden çıkarak topyekûn bir ‘özyıkıma’ dönüşmüştür.” (s. 201)

Bazı “aşırılıklar” da olsa (bu da merkezin değil, yerel liderlerin yol açtığı bir aşırılıktır Dervişoğlu’na göre) “Sonuç olarak, sabotajcılar ve hainler (hainler?! GZ) temizlenmiş, ülke iki yıl sonra başına çökecek olan Nazi işgaline karşı başarıyla mücadele edecek bir yönetim yapısına kavuşmuştur.” (s. 204)

Dervişoğlu, bununla da yetinmemekte, Büyük Temizlik’te öldürülen insan sayısına ilişkin “düzeltmelere” girişmektedir. Ona göre, “1937 ve 38 yıllarında… ‘siyasi sebeplerle kurşuna dizilen’ (vatana ihanet, terör, suikast, sabotaj… vs) insan sayısı 600 küsur bindir.” (s. 180). Bu “küsurat” ne kadardır acaba? Kasa kapanırken kâğıt paraların yanında kalan bozukluklar misali! Aaa evet, meğer tam rakam 700 binmiş (s. 136). Biraz ileride küsuratsız bir rakam vermiş: “786.000 kişi” (s. 145) Dervişoğlu, bu rakam içinde kaçının “masum”, kaçının “komploya karışmış” olduğunu bilmemizin mümkün olmadığını söylüyor (s. 182). Ama bildiği bir şey var: “… Stalin ve MK, idamlar için üst kota, yani aşılmaması gereken üst sınır rakamlar saptamış ve örgütlere iletmek zorunda kalmıştır.” (s. 182)

Ne var ki “üst kota” diye bir şey yoktu, sadece kota vardı ve bu kota da örgütlere ulaşmaları gereken rakamı gösteriyordu. Nitekim, yerel örgütler, kotanın gerisinde kalırız korkusuyla verilen kota rakamını fazlasıyla aşmış ve bu yüzden merkez onlara herhangi bir ihtarda bulunmamıştır. Bu da “üst kota” denen şeyin bir uydurmadan ibaret olduğunu gösteriyor. Fakat Dervişoğlu, “aşırılıkların” “suçlusunu” bulmuş, yakasını bırakmamaktadır: “Parti yerel örgütlerindeki bu ‘idam açlığı’, 1937-39 sürecindeki çarpıklığın, savrulmanın, trajedinin belirleyici unsurudur.” (s. 183) Zaten bunu Stalin de tespit etmiş, bütün yerel örgüt temsilcilerini topluca ölüme götürmüştür! Aferim Stalin’e. İşte “aşırılıklarla” mücadelenin iyi bir örneği!

O kadar ki, Dervişoğlu’na göre, zavallı Stalin, “… kendi ailesi ve yakın akrabalarından çok sayıda unsurun ‘karşıdevrim ve ihanet’ suçlarından kurşuna dizilmesini onaylamak durumunda (abç, GZ) kalmış.” (s. 183)

 

Şu İşkence Meselesi

 

Stalin’in işkenceye açıktan cevaz verdiği bilinmektedir. Dervişoğlu, geri zekâlılığı ile maruf Grover Furr’dan da[4] yardım alarak, bu konuda Stalin’i savunmaya çalışmış: “Somut bir örnek, Kruşçev’in meşhur 20. Kongredeki konuşmasında aktardığı Stalin’in 10 Ocak 1939 tarihli telgrafıdır. Bu dokümanın Kruşçev’in aktardığı bölümünde Stalin, İçişleri Bakanlığı’nın ‘sorgularda fiziksel şiddet kullanmasına izin verildiğini’ söylemektedir. Kruşçev bunu ‘işkenceye davet ve onay’ olarak yorumlamış ve yansıtmıştır. Ancak… Grover Furr’un gösterdiği gibi, metnin Kruşçev tarafından yansıtılmayan ara bölümünde Stalin ‘bunun sadece istisnai durumlarda, Sovyet yönetimiyle hapiste de mücadele etmeye devam eden düşmanlar için geçerli olduğunu, (abç, GZ) bunu kural haline getirip sıradan dürüst insanlara karşı kullanılmaması gerektiğini, bunu yapanların hain olduğunu’ açıkça belirtmiştir.” (s. 134-135)

Demek neymiş? İşkence uygulanacakmış ama “sıradan dürüst insanlara” karşı değil, “düşmanlara” karşı. “Düşman”ları tespit etmek için de yine işkence gerekebilir tabii. “Sıradan, dürüst” bir insansa işkencede bu anlaşılır zaten! Bu noktada artık Dervişoğlu (ve Grover Furr) adına yüzüm bile kızarmadı. Sadece okuduğum satırlara hayretle bir süre bakakaldım!

 

Gulaglar ve Nazi Kampları

 

Aynı tutumunu Sovyetler Birliği ile ilgili bütün konularda ısrarlı bir şekilde sürdürmekte olduğu için Dervişoğlu’nun, “Gulagları Nazi kamplarıyla eş tutan Soğuk Savaş çarpıtmaları” (s. 214) olarak görmesinde şaşırtıcı bir şey yoktur. Ne var ki, dediği gibi Gulaglar Nazi kamplarıyla eş tutulmuşsa hata edilmiştir. Çünkü Gulagların koşulları Nazi kamplarından da berbattı (elbette Nazi kamplarındaki gaz odalarını hariç tutmak koşuluyla).

Dervişoğlu, “Sanayileşmenin ‘Gulag’taki köle emeği ile gerçekleştiği’ hazin bir yalandır” (s.143) demiş. Bu elbette meseleyi çok toptancı ve eksik bir şekilde ele almak olur. Doğrusu, sanayileşmenin, başta köylüler, ardından da iç halklar, işçiler ve Gulag’taki köle-mahkûm emeğinin sömürüsüyle gerçekleştiğidir.

 

“Sosyalist Blok”taki Halk Ayaklanmalarına ve Devrimlere Bakış

 

Dervişoğlu, sanırım Kruşçev döneminde meydana gelmiş olduğu için bir tek 1962 yılındaki Novoçerkask isyanı (s. 260) hariç, “sosyalist blok”taki bütün isyan ve devrimlere “karşı-devrimci” kulbunu takmakta pek ivecendir.  Örneğin 1956 yılındaki, Stalinist yönetime karşı büyük Macar ayaklanmasını “karşı-devrim” (s. 274) olarak nitelemektedir. Keza, 1989 yılında Çin’de aylarca süren büyük Tien An Men gösterilerinin ÇHC tanklarıyla bastırılması da ona göre “haklıdır, yerindedir, doğrudur, iyi yapılmıştır. (abç, GZ) ” (s. 321).

Bir yerde bu kadar güçlü vurgular görürseniz anlayın ki, vurguyu yapan kişi aslında içten içe söylediklerine kendisi de inanmamaktadır.

 

Refah Toplumu

 

Bazı yargılar vardır ki, hiç sorgulanmadan bir salgın gibi yayılır ve genel kabul halini alır. Bunlardan biri de, Batı ülkelerindeki “refah toplumu”nun aslında “sosyalizm korkusunun” sonucu olarak ortaya çıktığıdır. Aynı kanıyı Dervişoğlu şöyle ifade etmiş: “… ‘sosyal devlet’ veya ‘refah toplumu’ gibi kavramların kapitalizmin içsel dinamiğinin bir sonucu değil, bizzat sosyalist sistemin varlığının dayattığı bir zorunluluk olduğu çöküşe doğru (Sovyetler Birliği’nin çöküşü kastediliyor, GZ) ve çöküşten sonra ortaya çıkmış, sosyal devletin kazanımları tüm metropollerde geri alınmaya başlamıştır.” (s. 4)

Kendi kendine böbürlenmek diye tam da buna denir. Batılı kapitalist ülkelerin establishmentleri Bolşevikler iktidarı aldıktan sonra bir iki yıllığına endişelenmiş olabilirler. Fakat kısa sürede endişelenecek bir şey olmadığını gördüler. Sovyet rejimi her ne kadar kapalı bir rejim olsa da bu rejim altında olup bitenlerin batıdaki işçiler için hiç de çekici olmadığı görüldü. Grev hakkının bile ortadan kaldırıldığı bir ülkenin batıdaki işçiler için ne gibi bir çekiciliği olabilirdi ki? Batının işçi sınıfı Sovyetler Birliği benzeri bir devrime özenmedi. Çünkü bu rejim altında işçilerin durumunun hiç de parlak olmadığını sınıfsal sezgisiyle kavramıştı. Dolayısıyla, batılı egemen sınıfların özellikle II. Dünya savaşından sonra giriştikleri “refah toplumu” uygulamaları “sosyalist sistemden korkunun” değil, batının kapitalist ülkelerindeki zenginleşmenin ürünüdür. Kısacası kendi kendine “gelin güvey” olmanın ya da “kız bu tarafa bakıyor, demek ki bana âşık” paranoyalarının hiç alemi yok!

 

Hitler-Stalin Paktı’nın “Zaman kazanmak” İçin Yapıldığı Efsanesi

 

Dervişoğlu, 1939 yılındaki Hitler-Stalin Paktı’nı, yıllarca çiğnene çiğnene iyice yavanlaşmış bir “gerekçe”ye dayandırmaktadır: “zaman kazanmak için” (C.II, s. 18).

Oysa Stalin’in bu paktı yapmasının zaman kazanmakla hiçbir alakası yoktur. Tam tersine. Bu pakt, doğrudan doğruya savaşı getirmiştir. Pakt, 1939 Ağustosu’nda imzalanmış, Hitler Eylül’de Polonya’ya saldırmıştır. Paktın gizli maddesine uygun olarak Stalin de bir hafta sonra Polonya’ya doğudan saldırmış ve böylece bu ülke haritadan silindiği gibi, İngiltere ve Fransa, Almanya’ya karşı savaş ilan etmiş ve II. Dünya savaşı böylece başlamıştır. Eğer Stalin’in “zaman kazanmak” diye bir niyeti olsaydı, tam tersine Batılılarla ittifaka girer, böylece Hitler’in savaşı başlatmasını geciktirirdi. Stalin’in niyeti “zaman kazanmak” değil, “toprak kazanmak”tı!

 

Gün Zileli

2 Ağustos 2025

www.gunzileli.net

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

 

 

 

[1] Bundan sonraki alıntılar, aksi belirtilmedikçe Birinci Cilt’tendir.

[2] Dervişoğlu kitapların künyesini vermekte özensizdir. Çevirmenlerin adını hiç vermemekte, çoğu kitabın yayınevini, basıldığı yılı ve alıntının yapıldığı sayfa numarasını vermeyi ihmal etmektedir.

[3] Ayrıntılar için bkz: Alexander Orlov, Stalin’in Suçlarının Gizli Tarihi, çev. Gün Zileli, Lejand, 2023

[4] Bkz: “Büyük Temizlik, Büyük Kirlilik”, www.gunzileli.net

2 Comments

  1. Anonim

    Valla abi kısaca iktidar olan “Şeytan’ın elmasını” önünde sonunda yiyor olan bu.

  2. Anonim

    İki sarışım mavi gözlü, tutucu sosyalist ve ilerici sosyalist anarşist, kendilerinin kopyası, yani politika mühendisleri olan tüm solcu devrimciler ve guruplar, sonsuz ünlü anarşist Chomsky de dahil, sarışın mavi gözlülüğü dünyaya yaymak isterler. Sarışın mavi gözlü solcu devrimciler, asla demode olmaz ilericilik projesi askerleri bu amacı geri kalmış Filistin’de gerçekleştirmek isteyen ilk Siyonistleri desteklediler.
    Politika mühendisliği marifeti laf kalabalığı ustaları, örneğin tutucu sosyalist ve ilerici sosyalist anarşist, ya da Sosyalist-Komünist-Bolşevik, ya da günah çıkaran tutucu/ilerici anarşist, ya da iki emekli kafa emekçileri, ya da eski/yeni solcu devrimciler, ya da asıl devrimi yapacak el-kol emekçilerine yol gösterecek doğuştan apparatçikler. İsimler ucuz, liste uzun!
    Binlerce arasından bu gün okuduğum bir örnek.
    FAŞİST Bolsanora’ya karşı politika mühendisi SOLCU Lula’nın bir becerisi. Bir süre önce İLERİCİK bayrağına sarılıp tüm Amazonu, orada yaşayan insanları ve tüm diğer canlıları yok edecek şirketlere verdi.
    Şimdi de, Brezilya’da Zika virüsünden dolayı sakat doğan çocuklarına bakımda karşılıklı yardım için beraber yaşayan annelerin istedikleri yardımı CUMHURBAŞKANI Lula, mali etkilerinin belirsiz olduğunu belirterek yasa tasarısını veto etti. Haydi, belki Lula’ya kananlar şimdi belki bu iki devrimci gibi, tabii laf mühendisliği ustalıkları varsa, günah çıkarma makaleleri yazarlar.
    Sadece okullar değil tüm medya iş ve işçi bulma kurumu oldu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑