Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

27 Mayıs…

Siyasi Tahlil

Fransız Devrimi’ni, özgürlük yönünde atılmış bir adım olarak görmek, Jakobenleri olumlamak ya da desteklemek anlamına gelmez.

1917 Şubat Devrimi’ni olumlu bulmak, sonrasında kurulan Kadet iktidarını da olumlu bulmak anlamına gelmez.

1917 Ekim Devrimi’ni büyük bir Devrim olarak görmek, Bolşevikleri desteklemekle özdeş görülemez.

1908’de Hürriyetin ilanını objektif olarak özgürlük yönünde küçük bir adım olarak değerlendirmek, sonrasında kurulan İttihat ve Terakki diktatörlüğünü olumlu bulmakla aynı şey değildir.

Faşizmin Avrupa çapında yenilgisini kutlamak, Kızıl Ordu’nun Doğu Avrupa ülkelerini işgal etmesini de desteklemek değildir.

Türkiye’nin 1950 yılında Milli Şef’in tek parti diktatörlüğünden kurtulmasını hayırlı bir gelişme olarak görmek, DP iktidarının şakşakçılığını yapmayı gerektirmez.

1956 yılında Kruşçev’in başlattığı destalinizasyonu görece bir özgürleşme olarak görmek Kruşçev iktidarını desteklemekle aynı anlama gelmez.

1980’li yılların sonunda Doğu Avrupa’daki bürokratik rejimlerin yıkılmasını olumlu bulmak, sonrasında kurulan kapitalist rejimleri desteklemekle aynı şey değildir.

27 Mayıs 1960 yılında DP’nin parlamenter diktatörlüğüne son verilmesinin özgürlük yönünde küçük bir adım olduğunu söylemek, orduyu ve ordu darbeciliğini olumlu görmek, askeri rejimleri onaylamak ya da bu askeri darbenin ardındaki CHP’yi desteklemek anlamına gelmez.

Bu tür tarihi olayların değerlendirilmesinde toptancı değil, tefrikçi olmak, ince ayrımları değerlendirmek gerektiği düşüncesindeyim.

Toptancılık bizi sekter ve hiçbir şeyi beğenmez bir tarih anlayışına götürür. Öte yandan, tefrikçiliğin de tehlikeleri ve tuzakları vardır ve özellikle sol hareketler bu hatayı işlemişlerdir; tefrikçi olacağız denirken, “tarihsel ilerleme” adına kuyrukçu siyasetler izlenmiş ve “özgürlük yönündeki ilerlemeleri” olumlu bulmanın ötesine geçilip, bu hareketlere önayak olan ya da bu hareketlerin sonucunda iktidara gelen güçlerin  peşine takılınmıştır.

“Kaddafi’yi Öldürmeyin” başlıklı bundan önceki yazımda 27 Mayıs’ın “özgürlük yönünde küçük bir adım” olduğunu söylemem itirazlara ve eleştirilere yol açtı. Yukardaki genel saptamalara ek olarak, 27 Mayıs’ın özgürlükçü yönünü ve aynı zamanda olumsuzluklarını burada tahlil etmek gereğini duyuyorum.

27 Mayıs, parlamentodaki çoğunluğuna dayanan DP iktidarının diktatörce uygulamalarına karşı gençliğin başını çektiği özgürlük mücadelesinin sonucunda gerçekleşmiş bir ordu darbesidir. Bu ordu darbesinden sonraki on yıl için (1960-1970 arası) Türkiye’nin genel atmosferi, küçük ve kısmi bir özgürleşme olarak görülebilir. Birincisi, 141. ve 142. maddeler bütün ağırlığı ile devam etmekle birlikte, Türkiye tarihinde ilk kez sol kendini legal planda ifade edebilmiş, ilk kez bir sol parti (TİP) halka seslenebilmiş ve hatta 1965 seçimlerinde parlamentoya girebilmiştir. İkincisi, 27 Mayıs’tan sonra oluşan yeni seçim yasası milli bakiye sistemiyle küçük partilerin de parlamentoda temsil edilmesini sağlamış ve TİP bu sayede 15 milletvekili sokabilmiştir parlamentoya. Bu durumla bugünkü yüzde 10 barajını karşılaştırmak bile yeter. Parlamenter düzene pek hayran olanlar nedense bu farklılık üzerinde durmamaktadırlar. Üçüncüsü, egemen sınıfların bürokrasi kesimi, parlamenter diktatörlükten kendisi de zarar gördüğü için, yeniden bir parlamenter parti diktatörlüğüne karşı kısıtlayıcı önlemler getirmiştir: Anayasa Mahkemesi, görece yargı “bağımsızlığı” yönündeki düzenlemeler bu kaygıların ürünüdür. Evet, bunlar egemen sınıflar içindeki bir iktidar paylaşım kavgasının sonucunda getirilmiş kurumsal düzenlemelerdir ama halk kesimleri ve sol da bu uygulamalardan kısmen de olsa yararlanabilmiştir vb. İşte “özgürlük yönünde küçük bir adım” derken bu ve buna benzer şeyleri düşünmüştüm.

Ama aynı yazıda 27 Mayıs’ın getirdiklerinin yanında götürdüklerinin de bir hayli olduğunu belirtmiştim. Bunların en başında, Türkiye’de 27 Mayıs’la birlikte bir ordu rejiminin kurulmuş olması gelir. 27 Mayıs’la birlikte parlamenter diktatörlüğün yerini yarı askeri, yarı-parlamenter rejim almıştır. Ordunun iktidardaki fiili ortaklığı Milli Güvenlik Kurulu gibi kurumlarla iyice pekiştirilmiş ve yeni ordu darbeleri için adeta bir meşruiyet zemini yaratılmıştır. Nitekim, onar yıl arayla gelen 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 darbeleri bu zeminden güç almıştır. Türkiye’deki ordu vesayetinin temeli 27 Mayıs darbesiyle atılmış ve bugüne kadar bunu ortadan kaldırmak mümkün olmamıştır. Aynı zamanda ordu, 27 Mayıs’tan sonra dev bir ekonomik tröst haline de gelmiş ve egemenlerin sömürü sofrasından bilfiil pay almaya başlamıştır.

Son olarak belirtmem gereken nokta şudur: 27 Mayıs’ın özgürlük yönünde küçük bir adım olduğunu saptamak, asla yukardaki paragrafta söylediklerime göz yummak anlamına gelmediği gibi, 27 Mayıs’tan sonraki yeni egemenleri, yani orduyu ve CHP’yi müttefik görmek anlamına da hiçbir şekilde gelmez. Devrimci güçler, her durumda bağımsızlıklarını korumalı, hatta yeni iktidar sahiplerine karşı özellikle uyanık olmalıdırlar. Türkiye solu, ne DP iktidara gelirken (o dönemde DP’nin yedek gücü olmuştur), ne de 27 Mayıs’tan sonraki ordu-CHP iktidarına karşı bu bağımsız tavrı ortaya koyabilmiştir. Tam tersine…

Gün Zileli

28 Şubat 2011

53 Comments

  1. sertan

    sütlü kahve kıvamında bir yazı…teşekkürler gün bey.

  2. Bardamu

    Yazıdaki düşüncelere tamamen katılıyorum. Nesnel gerçekler bizim (şimdiki ya da konjonktürel) temenni ve anlayışlarımızdan bağımsız olarak kendi dinamiği içinde işler. O yüzden bütün sıralanan olayların yarattıkları görece özgürlük ortamının kendisini, aktörlere duyulan öfke, kin, uzaklık ya da yakınlık nedeniyle reddetmek ya da bazen de yoku var gibi göstermek gerçekçi olmaz. O yüzden ben bu gerçekçi tavrı devrimci bulurum. (Gerçek devrimcidir) Bu tavırdan askere ya da başka erk sahiplerini olumlamayı/desteklemeyi anlamıyorum. Böyle anlamayı da yazının taşıdığı anlamı fazlasıyla zorlamak ve çarpıtmak ya da anlamamak olarak görürüm. Bu tavır (gerçeği tespit etmek, adını koymak) düşünen yazan her insanın etik sorumluluğudur zaten. Aksi konjonktüre göre tavır alan falancalar, filancalar gibi davranmak olur.

  3. portln

    Daha önceki yazıdan, ardındaki yorumlardan ve son olarak tekrar bu yazının içinden, en samimi yorum, Gün Zileli’nin kendisine anarşist sıfatını seçerek, kendisini zaten pek umursamayan -acaba neden?- sol kitleler, sol eğilimi olan insanların dışındaki anarşistleri de kendi uyduruk eğilimine yönlendirme çabası: Darbecilere ‘özgürlüğe doğru bir adım’ attıklarının hakkını vererek, özgürlüğün içine etmeye çalışması olduğu gerçeği. Bu yönelimini uygulamaya koyarken de, doğal olarak beş benzemez örnekleri vererek, kendisini haklılaştırmak için önce psikolojik ortamı hazırlıyor ve sonrasında da bakın ben ne kadar makul bir insanım ve özgürlük savunucusuyum rolünü oynuyor.

    Birincisi; 1960 27 Mayıs Darbesi öncesindeki sokak gösterilerini gerçekleştirenlerin söylemleri nelerdi? (-burada halk şunu söylüyordu gibi sesleri tekleştiren politikacı bir yönelime eğilmemeni öneririm- malum bir TV’de olsan belki bu başarıyla uygulayacağın bir taktik hamle olabilir, ama bu sitede yorumlar yayınlandığından ötürü bu eylem istediğin kadar başarılı olamayacak 🙂 – ), ki ardından gelen kendi iddiasına göre ‘özgürlüğe doğru bir adım’ olan Darbe gerçekleşti?

    İkincisi; Şu Ordu Rejiminin 1960 ile kurulduğu saçmalığı; ordu Anayasal olarak bazı maddeleri eklemiş olabilir ve güç ilişkilerini yazılı biçime de dönüştürerek yaptığı pratiklerin bir milat olarak değerlendirilmesi, T.C’nin kuruluşundan itibaren onyıllarca ‘Anayasal Monarşi’yle yönetildiği gerçeğini çöpe mi atıyor?

    Üçüncüsü; Sol’u eleştirip eleştirip ( -ki nasıl olsa her günah çıkarmayla eski günahlar ortadan kalkıyor ya, Aydınlıkçılık Hastalığı işte, birde Doğu Perinçek’i durmadan aynı pratiklerden dolayı eleştirmenin kolaycılığı oh ne güzel, hain ve tüm kötülüklerin mesulu Doğu, kötü yola düşürülmüş, kendini kontrol edememiş masum Gün- ) sonrasında da kendini dışarıda tutma, peki ama nasıl bir dışarıda tutma bu? Militarizme karşı olduğunu ifade eden ortadan kaldırmaya çalıştığını ifade eden bir insan, ordunun yaptığı bir eylemin faşist varoluşuna rağmen değerli olabileceğini, örneğin birisinin hayatını kurtarabileceğini söyleyebilir, ama özgürleşme ile arada bir fark yok mu? Sol için bunun olmaması anlaşılır, çünkü samimi bir şekilde bir çok solcu -hepsi değil- kendi amaçları doğrultusunda Ulusal iktidarı ele geçirme politikasında Ordu’nun kimi eylemlerini hakikaten bu biçimde yorumlayabilir, çünkü Ordu doğal müttefikleridir. Bunu bu biçimde kendisini sağ olarak tanımlayan iktidarın başka bir biçimini örgütleme arzusundaki birisi de yapabilir, ama kendine anarşist diyen bir gizli solcunun bu biçimde bir yorumu ortaya koyması, kendisinin kendi iddia ettiği gibi bağımsız bir güç olmakla ilgilendiğini değil, kendisinin ideolojik önderlik amacını gerçekleştirmeye çalışan bir politikacı olduğunu ortaya çıkartır. Unutmadan tabi çıkarttığı günahlarıyla birlikte 🙂

    Dört; 27 Mayıs bir darbe günüdür, istediğin kadar reddettsen de, hem özgürlüğe doğru küçük bir adım demek hem de müttefik olarak görmediğini söylemek ‘hiçbir anlam ifade etmez’. Ulusalcı gevezeliklerin dışındaki, yaşamına sahip çıkan insanların isyanlarının da böyle bir darbenin kendi amaçları için araçsallaştırılması mevcutsa ve ’27 Mayıs’a özgürlüğe doğru küçük bir adım’ lafazanlığı ve gevezeliği dışında, hakikaten bu ‘şablonların ötesindeki’ yaşamsal varoluşlarla bağ kurmaksa dert, burada özgürlüğe doğru yönelim 27 Mayıs falan olmaz, kendi yaşamlarına sahip çıkan insanların eylemleri olur.

    Beş; Türkiye’deki ordu vesayetinin kökü Türkiye’nin kendi kökündedir, bu devlet hiyerarşik emir-komuta üzerinden yürüyen kendisinin verdiği bir savaşımla kurulmuştur ve bu pratik ağırlığı da ‘hep’ mevcut olmuştur. Ayrıca, hem pratik hem de teorik olarak, -ulus devletlerde- Ordu’ların işlevi en ideal durumda parlamenter sistemi, ‘iyi’ durumda ise, sistemin işleyişindeki çatlakları ve rahatsızlıkları kendi kuruculuğu ve kurumsal varoluşu ile birlikte yeniden düzenlemek için varolmasıdır da. Vesayet rejimi kendisi bir terör rejimi olan Ordu’nun darbe yapmayanının bile ortadan kalkmasıyla konuşulabilecek birşeydir, kendi iç yapısında terörist yöntemlerle varolan bir yapının özgürleşme gibi öz’ün kendisinin geliştireceği eylemleri hediye etmesi gibi birşey mümkün değildir.

    Altı; İnsanın hata yapması kaçınılmazdır. İnsanın hatalarından öğrenebileceği ihtimali de kaçınlmazdır. İnsanın değişebilme potansiyeli de kaçınılmazdır. Ama aynı şekilde insanın potansiyel amaçlarının gerçekleşebilmesi için yaptığı hesapları yüzünden gerçeklikleri allayıp pullayıp para kullanmadan tüccarlık yapması da kaçınılmazdır. Ve birisinin kendisine anarşist demesi hiçbir şekilde bu hakikatin varolabilme ihtimalini ortadan kaldıracak bir önsonuca yol açmaz.

    Yedi; Gün Zileli’yi öldürmeyin, o kendisini öldürüyor, hem de kendisiyle yüzleşmeyerek ve kendisine yalan söylemeyi kendi erdemi haline getirerek yaptıklarıyla. Hakikatin ince ayrımlarını ortaya koyduğunu söyleyerek, kendisine durmadan koruma duvarları inşaa etmeye çalışarak ama kendi söylemlerinin gerektirdiği titizliği bile uygulamaktan imtina ederek, ideolojik önderlik hastalığını hala uygulamaya çalışıyor. En sonunda da kendi öznelliğini nesnellik ismiyle yeniden sunmaya çalışan ucuz bir başka oyunla, kendi öznelliğinin iktidar düşkünlüğünü hakikat olarak sunarak hakikati öldürerek, ama yalnızca kendi ve müritlerinin hakikatini, bir de sevenlerinin ve kendi sevgisinin kölesi olanlarının hakikatini.

    Sekiz; Gün Zileli’nin mantığına göre bir Darbe özgürlüğe doğru küçük bir yönelim olabilir. Bravo, kendine anarşist ismini veren darbenin kötülüklerinden bahsedenler gibi güzelliklerinden de bahseden eksikti, onu da bu hayata kazandırdın Zileli. Güya kendini otoriter soldan ayırmaya uğraştığını söylerken, aşamalı bir özgürlüğün anarşist versiyonunu da icat ederek, üstüne üslük bunun darbeci biçimini de savunarak, bir eylemin etkilerini ortaya koymak yerine, kendi özgürlüğünün ne doğrultuda ve ne derece küçük ve büyük olabileceğinin resmini çizdin bravo, hakikaten tebrikler…

    Dokuz; Ve politikacılar sınıfının yalnızca meclislerde olmadığını da biliyorsun.

  4. "DP’nin parlamenter diktatörlüğüne son verilmesi"

    Zileli’nin tüm yaptigi “DP’nin parlamenter diktatörlüğüne son verilmesi” seklinde bir kavram kullanmasi. Daha dogrusu darbeci generallerin kullandigi ve kendilerini hakli göstermek için uydurduklari bir kavrami “devrimci” lik adina apartmasi. Geri kalani kelime oyunu. Hele bürokratik vesayeti korumak için getirilen önlemleri savunmasi var ya o da kendini tam anlamiyla ele veriyor. Zileli ile Perinçek arasinda özde hiçbir fark yok. Perinçek ile Oda Tv ve Veli Küçük ve Levent Temiz ve Cetin Dogan arasinda fark olmadigi gibi. Hepsi degisik hassasiyetteki insanlarini aga düsürmek için görevlendirilmis gibi. Hele bir de “idamdan önce herkesin içinde basbakani domaltip prostat muayenesi yapilmasini” olagan gören taraftarlari yok mu. Bunlari elestirmeye gerek yok aslinda bunlarla savasilir. Bu bakimdan bu metnin sertligini mazur görünüz.

  5. A

    Porth, o kadar uzun kelamlara gerek yok. Bu kadar uzun kelama harcadığın eforu Gün’ün yazısına harcasaydın keşke. Çünkü, okuduğunu anlamamışsın. Belki de anlamazdan geliyorsun. Nedense Gün’den kuyruk acısı olanların sayısı çok fazla.
    Sitede yorum yapılıyor diye, istediği yönlendirmeyi yapamıyormuş Gün… Bak sen… Site kimin ve o yorumları oraya ekleten kim acaba! Komiksiniz…

  6. iklil

    Yorumunuzdaki ”..darbe özgürlüğe doğru küçük bir yönelim olabilir mi?..” sorusu üzerine biraz düşündüm . Ordu’ya -silahlı güce- karşı olmak açısından tabii ki saçma bir soru olduğu görülüyor . Öte yandan ”..politikacılar sadece mecliste OLMADIKLARI ..” gibi , SiLAHLI GüÇLER de sadece Ordu’dan müteşekkil değillerdir .
    Kendi adıma ”..Ordu’ya ne zaman TAMAMEN karşı olmalıyım?..” sorusuna cevabım şudur : EĞER ki Ordu içinde Babadan-Oğula devreden bir saltanat sözkonusu ise …olmaktadır . Ordu mensupları , HALK diyerek -neredeyse- kutsanan toplulukların tam da içinden çıkmaktadır . Ve hemen hiçbir Ordu mensubunun çocuğu da ‘..Babasının izinden..’ gitmemektedir !..
    Mısır’a bakarsanız , Üniformalı Müteahhitleri -Tacirleri görebilirsiniz . Dikkatinizi çekerim ki Ordu her haliyle masumdur demiş olmuyorum bu sözlerimle …
    Bu yönüyle 27 Mayıs’ın olumlu değerlendirilebilinecek tarafı olduğuna katılıyorum .

  7. Bu da oldu. "Orduya tam anlamiya karsi olamayan" bir anarsist var

    Ve Iklil adindaki bu sivri zeka söyle diyor: “Kendi adıma ”..Ordu’ya ne zaman TAMAMEN karşı olmalıyım?..” sorusuna cevabım şudur : EĞER ki Ordu içinde Babadan-Oğula devreden bir saltanat sözkonusu ise …olmaktadır . Ordu mensupları , HALK diyerek -neredeyse- kutsanan toplulukların tam da içinden çıkmaktadır . Ve hemen hiçbir Ordu mensubunun çocuğu da ‘..Babasının izinden..’ gitmemektedir !..” Bravo Zileli, tam bir komik adamlar grubu olusturmussun kendine.

  8. Anonim

    Burada yazan herkesi anarşist sanan sivri zeka, kendisinin burada oluşunu neyle izah ediyor acaba! Zekadaki bu sivriliği rağmen komik olmayı becermenize şaşıyorum bir yandan da…

  9. ertan

    Anarşizm tanrısı bazı şeylere izin vermiyor. Adamın söylediği şeyin doğru olup olmaması sizi hiç ilgilendirmiyor. Kafanızdaki Anarşi dogmasına göre söyledikleri caiz değilse “vurun kahpeye”…Söylenen şeylerin hepsi doğru. Tarihsel gerçeklikle örtüşüyor…Düzmece, yoruma dayalı veya çarpıtılmış değil.

    Bu nedenle, bir yanıyla da eksik. Biraz da eee? sorusuna cevap vermeliydi.

  10. MAZERETİM VAR ASABİYİM ABİ

    Sn.Zileli’nin yazdıklarına aynen imzamı atarım. Şu güzel yazıya hâlâ nasıl laf atıyorlar, anlamak mümkün değil.

    7 Ocak 1946 : Demokrat Parti; Celal Bayar, Adnan Menderes,
    Fuad Köprülü ve Refik Koraltan tarafından kuruldu.

    21 Temmuz 1946 : Yapılan ilk çok partili seçimde CHP 396,
    ancak 16 ilde seçime girebilen DP 62, bağımsızlar ise 7 milletvekili çıkardı.

    18 Temmuz 1948 : Demokrat Parti’den ayrılan, Kurtuluş Savaşı komutanlarından Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı Millet Partisi’ni kurdu.

    14 Mayıs 1950 : Genel seçimlerde halk, CHP’nin 27 yıllık tek
    parti iktidarına son verdi. Seçimlerin sonucunda; Demokrat Parti % 53.3 oy oranı ile TBMM’ye 408 milletvekili soktu. CHP %39.9 oranında oy almasına rağmen 69, MP ise 1 milletvekili ile temsil edildi.

    22 Mayıs 1950 : Celal Bayar Türkiye Cumhuriyeti’ nin üçüncü
    cumhurbaşkanı oldu. Adnan Menderes başkanlığındaki ilk Demokrat Parti hükümeti kuruldu. Refik Koraltan da Meclis Başkanı olarak göreve başladı.

    29 Mayıs 1950 : Başbakan Menderes “sadece millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız” dedi. (İrticaya ilk yeşil ışık
    yakılmış oldu

    6 Haziran 1950 : DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden aldı.

  11. sertan

    Sn.Zileli’nin yazdıklarına aynen imzamı atarım. Şu güzel yazıya hâlâ nasıl laf atıyorlar, anlamak mümkün değil.

    7 Ocak 1946 : Demokrat Parti; Celal Bayar, Adnan Menderes,
    Fuad Köprülü ve Refik Koraltan tarafından kuruldu.

    21 Temmuz 1946 : Yapılan ilk çok partili seçimde CHP 396,
    ancak 16 ilde seçime girebilen DP 62, bağımsızlar ise 7 milletvekili çıkardı.

    18 Temmuz 1948 : Demokrat Parti’den ayrılan, Kurtuluş Savaşı komutanlarından Mareşal Fevzi Çakmak ve Osman Bölükbaşı Millet Partisi’ni kurdu.

    14 Mayıs 1950 : Genel seçimlerde halk, CHP’nin 27 yıllık tek
    parti iktidarına son verdi. Seçimlerin sonucunda; Demokrat Parti % 53.3 oy oranı ile TBMM’ye 408 milletvekili soktu. CHP %39.9 oranında oy almasına rağmen 69, MP ise 1 milletvekili ile temsil edildi.

    22 Mayıs 1950 : Celal Bayar Türkiye Cumhuriyeti’ nin üçüncü
    cumhurbaşkanı oldu. Adnan Menderes başkanlığındaki ilk Demokrat Parti hükümeti kuruldu. Refik Koraltan da Meclis Başkanı olarak göreve başladı.

    29 Mayıs 1950 : Başbakan Menderes “sadece millete malolmuş inkilâpları saklı tutacağız” dedi. (İrticaya ilk yeşil ışık
    yakılmış oldu

    6 Haziran 1950 : DP hükümeti; Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları ve diğer bazı generalleri görevlerinden aldı.

  12. sertan

    mazeret abininkini vermiştim. teknoloji operatörleri benimkini
    silmeniz rica.

  13. ertan

    sanki iki mahlaslı biri deşifre oldu.

  14. hayloooo

    sn zileli,
    bu 27 mayıs olayını geçmiş değerlendirmesinde realite olarak sunuyorsanız, ki ben öyle algıladım amenna…
    ancak hani siz demiştiniz ya faşizm kavramı ulu orta kullanılmamalı herşeye faşizm denmemeli…
    bunu özgürlükler içinde düşünmek lazım…
    özgürlük alınandır verilen değil, özgürlük insanın özyönetimiyle olur…
    sizin değerlendirmeleriniz için kısmi serbestlikler lafını kullansanız daha otururdu. çünkü serbestlik birilerinin izin verdiği kadardır…

  15. frat

    ”27 Mayıs, parlamentodaki çoğunluğuna dayanan DP iktidarının diktatörce uygulamalarına karşı gençliğin başını çektiği özgürlük mücadelesinin sonucunda gerçekleşmiş bir ordu darbesidir.”
    yazık çok yazık !
    sadece üzüldüm senin adına
    islamofobia’nın ve modernizmin insanı vardırıcağı muassır medeniyet seviyesi yukardaki cümledir.
    kutlu olsun sana özgürlükçü militarizm gün !

  16. ODA TV §GÜN ZILELI§ 27 MAYIS

    İşler döndü dolaştı devrim darbe oldu…
    Mübarek gitti gitmesine ama bu kez de ordu yönetime el koydu.
    Biz daha tanklar sokağa inip de göstericilerle kucaklaşmalar yaşandığında “İşte bu da Mısır’ın gecikmeli 27 Mayıs’ı” demiştik.
    Bu yoruma katılan oldu tepki gösteren oldu.
    Kimi, halk devrimini darbecilikle karıştırmayın dedi. Kimi “siz 27 Mayıs’ı mı savunuyorsunuz?” Dedi.
    Savunmak ya da savunmamak 27 Mayıs gerçeğini değiştirmez.
    Benzer bir süreç yaşanmıştı o zaman da Türkiye’de.
    Gazetecileri, siyasetçileri hapse attıran, milleti Vatan cephesi diye ikiye bölen, neredeyse İstiklal Savaşı Kahramanı İsmet Paşa’yı bile tutuklattıracak kadar ileri giden Menderes hükümeti önce sokaklarda protesto edilmiş, ardından tanklar çıkmıştı.
    “Olur mu böyle olur mu? Kardeş Kardeşi vurur mu” marşlarıyla gençlik ve ordu birbirine sarılmış, ama sonrasında bir askeri yönetim kurulmuştu.
    Hem de cuntanın âlâsı. Hiçbir generalin yer almadığı, en üst rütbeli subayın albay olduğu bir cunta. Sol Kemalist görüş ağırlıklı da olsa, o cuntada Alparslan Türkeş gibi farklı isimler de vardı.
    Her neyse bugün Mısır’a baktığımızda aynısı olmasa da benzer bir süreç gözlemliyoruz.
    Hüsnü Mübarek, 30 yıllık diktatörlüğün ardından dayanamadı çöktü.
    Ülkedeki tek örgütlü muhalefet Müslüman Kardeşler ise pusuda bekliyor.
    Şimdi muhtemelen askeri konsey, bir takvim hazırlayacak. Önce Anayasa için bir referandum, ardından da seçimler yapılacak. Burada en önemli şey, en mümkününden tarafsız ve objektif bir hukuk sistemi kurabilmektir. (1950’lerde tarafsız bir anayasa mahkemesi olsa 27 Mayıs olmazdı diyenlere hak vermemek elde mi?)
    Mısır ordusunun Amerikancı olduğu herkesin malumu. Yani daha doğrusu üst komuta kademesi. Ancak Mısır ordusunda da idealist kimseler vardır. Ordular genelde, polislere göre halktan daha uzak gibi dursa da aslında halka daha yakındır. Çünkü bir ordu savaşı düşünür. Polis ise hükümetlerin askeridir. Ordu savaşta bu insanları nasıl bir arada tutacağının hesabını yapar. Bu küçücük İsrail’e mağlup olan Mısır ordusu bile olsa, gerçek değişmez.
    Mısır’da yaşanan olay, tarihi bir olaydır. Halk sokağa dökülüp bir diktatörü devirmiştir. Ama kimse bu tavuğun altın yumurtlamasını beklemesin. Ülkeler ve toplumlar bir günde değişmezler. Kuruluşundan beri otoriter yönetilen Mısır halkı da bir anda demokrat olup, batı demokrasisine geçemez.
    Ama Mısır halkı bir aşamayı kaydetmiştir. Aynen, 1979’da Şah’ı deviren İran halkı gibi.
    32 yıldır molla demokrasisi ile yönetilen İran da bugün daha fazla özgürlük istiyor, sokaklara iniyor. Her ne kadar bunda batı desteği de olsa, tepkiler İran halkının önemli bir kısmının gerçek tepkisidir.
    İran’da olanlar muhtemelen Mısır’da da yaşanacaktır. Mısır’a yalan yanlış da olsa bir demokrasi gelmesinden en çok zararlı çıkacak olan ise ABD ve İsrail’dir.
    Onlar işte bu yüzden Mısır’a Türkiye modeli öneriyorlar.

  17. Oda TV'nin 14 Subat 2011 tarihli yazisi

    Deminki yazi Oda TV’nin 14.02.2011 tarihli yayinindan alinmistir. Acab bu yaziyi kim yazdi? Gün Zileli mi? Fikirler ayni.

  18. hayloooo

    bu son iki yorumda gösteriyorki,
    zileli kesinlikle bu kadar yanlış anlaşılmayı, farklı değerlendirmeyi göze alacak kadar düşündüklerini rahatça ifade eden birisi, yani özgürce düşünen birisi…
    kendisi ulusalcılık, militarizm iktidar karşıtıdır…
    ancak ortalık “taraf”olmuş adamlarla dolu olduğu halde, bunları göze alarak düşündüğünü söylüyor…
    bazen yazdıklarına katılmasamda(ki genelde katılıyorum) bu özgürlükçü adama biraz saygılı yaklaşmak lazım, saygılı yaklaşım derken yazdıklarını gerçekten okuyup eleştirelim…
    ki bu açtığı tartışma platformuda hepimize yarasın…
    benim zileliye önerim bu yazı altı tartışmalar hariç bu tür arkadaşlar rahatlasın diye kin kusma bölümü açsın, bunlar orada eğlenirken…
    öbür tarftada insalar düşüncelerini paylaşsın…
    selam ve devam…

  19. Gün Zileli

    Yazıda İran örneğini vermeyi unutmuşum. İran halkı 1979’da baskıcı Şah diktatörlüğüne karşı ayaklandı ve Şah’ı devirdi. Bu ayaklanmayı olumlu bulmak, daha sonra kurulan Mollalar diktatörlüğünü onaylamak anlamına gelmez.
    Hayloo arkadaş, özgürlükler alınır diyorsunuz. Doğru. 27 Mayıs’da özgürlük yönündeki küçük adım da gençliğin ve halkın mücadelesinin ürünüdür. 27 Mayıs’tan sonraki sola açılış da kısmen öyledir. Halkın sosyal adalet isteği sola kapıların kısmen de olsa açılmasına yol açmıştır.
    Yukardaki Oda TV’nin görüşlerinin benim görüşlerimle ilgisi yoktur. Bunu anlamak için, “Şimdi Sıra Kadetlerin Devrilmesinde” yazısına bakmak yeterlidir.

  20. Can

    Gün Zileli’ye hıncı olanların ve tepki gösterenlerin ortak yanı, hepsinin sağcı olması. Bu eleştiriler şayet en ufak bir sol kırıntısı taşısaydı, ciddiye alıp değerlendirmek elzem olurdu, fakat Zileli’ye yüklenenler sol düşmanlığı üzerinden yükleniyor. Gün hocabir anarşist olarak her türlü iktidar unsuruna karşıdır; parlamento iktidarını “meşru” görmez. Bununla birlikte, kimi özgürlüklerin yukarıdan aşağıya hatta otoriter hareketler eliyle de tanınabileceğine, çünkü o günkü toplumsal ilişkiler, çatışmalar ve ittifaklar neticesinde iktidarları halk yararına kısmi özgürlükçü kararlar almaya itebileceğini biliyor. Eleştirenler ise içi boş hakaretlerden başka “fikir” (!) belirtmiyorlar. Anarşizm hakkında bilgi sahibi olmadıkları için, Zileli’nin Türk usülü “milli iradeci demokrasi”ye omuz vermesini filan demokratlık sayıyor ve ondan da bunu bekliyor olabilirler.

  21. hayloooo

    sayın zileli
    o görüşlerin sizin görüşlerinizle alakası olmadığını biiyorum. ve bu benim yazdıklarımdan anlaşılsa gerek…
    o kısmiserbestlikleri 27 mayıs öncesi ve o anlarda olabilecek taleplere karşı, alınmış bir önlem ya da kısmen verilmiş bir taviz olarak kabul edebiliriz….
    zaten ben problemi sizin yazdıklarınızda görmedim…
    gelen değerlendirmeleri eleştirdim…
    sadece kadetlerin devrilmesinde yazısı değil,sizin bütün kitaplarınız elime geçmesede bu sitedeki bütün yazılarınızı okudum…

  22. sertan

    İyi deşifre olduk devam edelim bari…

    16 Haziran 1950 : Demokrat Parti hükümetinin ikinci önemli icraatı, Arapça ezan okunma yasağını kaldırması oldu. Türkçe ezan yasaklanmamıştır, yalnızca ezanın Arapça da okunabileceği belirtilmiştir. Ne var ki, bu karar 1932’den beri Türkçe okunan ezanın sonu olmuştur.

    5 Temmuz 1950 : Radyodan dini program yayın yasağı kaldırıldı

    7 Temmuz 1950 : Dünya Bankası Türkiye’ye 16 milyon 400 bin dolar kredi açtı.

    Temmuz 1950 : Kuzey-Güney Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler bütün ulusları, komünist Kuzey Kore’ye karşı ABD’nin geniş katılımıyla oluşturulacak askeri güce katılmaya çağırdı.

    28 Temmuz 1950 : Türk Barışseverler Cemiyeti’nin Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesini protesto amacıyla bildiri dağıtmasına izin verilmedi, Cemiyet başkanı Behice Boran ve genel sekreter Adnan Cemgil tutuklandı.

    1 Ağustos 1950 : Türkiye Kuzey Atlantik Antlaşması
    Teşkilatı’na (NATO) başvurdu.

    16 Eylül 1950 : Türkiye’nin, NATO’ya girme başvurusu
    reddedildi.

    28 Ağustos 1950 : Bir yazarın okul tarih kitaplarından
    İnönü’nün adını çıkartması tartışmalara yol açtı.

  23. sertan

    3 Eylül 1950 : Belediye seçimlerinde 600’ü aşkın CHP’li belediyeden 560’ı Demokrat Parti’nin eline geçti.

    25 Eylül 1950 : General Tahsin Yazıcı komutasındaki 4500 kişilik bir tabur, tüm masraflar bize ait olmak üzere ve TBMM kararı olmaksızın Kore Savaşı’na gönderildi. Bu, başta ABD olmak üzere Batı’nın gözünde makbul olabilmek için onlar tarafından en geçerli ihraç malımız kabul edilen Mehmetçik’in uluslar arası düzeyde ilk pazarlanışıdır.

    3 Aralık 1950: Arap harfleriyle tedrisat yapmak için gizli ya da aleni dershane açanlar hakkında 23 Eylül 1931 gün ve 12073 sayılı kararnamedeki yasaklama kaldırıldı ve böylece kuran kurslarına yeşil ışık yakıldı.

    12 Aralık 1950 : Hükümet, CHP Genel Merkez Binası’na el koyarak Hazine’ye maletti.

    20 Şubat 1951 : Rus yazarların kitaplarının okul kütüphanelerinden çıkarılmasına karar verildi.

    24 Şubat 1951 : Kırşehir’de Atatürk büstü saldırıya uğradı.

    12 Mart 1951 : Demokrat Parti Konya İl Kongresi’nde fes, çarşaf ve Arap harflerinin serbest bırakılması istendi.

    13 Mart 1951 : Demokrat Parti İzmir Belediye Başkanı Rauf Onursal, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün Halife Abdülmecit gib sınır dışı edilmesini istedi.

    25 Mart 1951 : Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, solcu öğretmenlerin tasfiyesinin sürdüğünü açıkladı.

    3 Mayıs 1951 : Demokrat Parti Meclis Grubu’nda din eğitiminin genişletilmesi istendi…… (devam edecek…)

  24. sertan

    4 Mayıs 1951 : Menderes Meclis’te yaptığı konuşmada “Halkevleri, Halkodaları faşist anlayış ve düşüncelerin ürünüdür. Bunlar sosyal yapımız içindeki tümüyle gereksiz, boş, geri ve yabancı unsurlardır” dedi.

    28 Mayıs 1951 : Menderes Hükümeti, işçi sendikalarının faşist ve komünist sistemlerin bir öğesi olarak kurulduklarını ileri sürdü. Yeni bir sendika yasası hazırlama kararı aldı.

    22 Haziran 1950 : İstanbul İnönü Stadı’nın adı Mithatpaşa Stadı olarak değiştirildi.

    1 Temmuz 1951 : Atatürk’ün heykel ve büstlerine karşı ülke düzeyinde yaygınlaşmış olan saldırıları kınamak için, yurdun çeşitli yerlerinde protesto mitingleri yapıldı.

    25 Temmuz 1951 : Atatürk Kanunu 25 Temmuz 1951’de Meclis’te kabul edildi. Amaç, Atatürk devrimlerini korumak, Atatürk heykel ve anıtlarına saldırıların önüne geçmekti.

    1 Ağustos 1951 : Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu çıktı.

    8 Ağustos 1951 : Hükümet, Halkevleri’ne el koydu.

    19 Eylül 1951 : Kuzey Atlantik Paktı Konseyi, Türkiye ve Yunanistan’a NATO’ya katılma çağrısı yaptı.

    20 Eylül 1951 : Türkiye’nin NATO’ya katılması kabul edildi.

    9 Ekim 1951 : Devlet iç borçları 2 milyar 565 milyon liraya yükseldi.

    26 Ekim 1951: İllegal Türkiye Komünist Parti’sine yönelik büyük çapta tutuklamalar yapıldı. Tutuklananlar arasında Zeki Baştımar, Mihri Belli, Sevim Tarı gibi tanınmış isimler vardı. ………………….devam edecek..

  25. sertan

    4 Kasım 1951 : İlkokulların ders programlarına din derdi konuldu.

    12 Ocak 1952 : ABD yönetimi, Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’ye 58 milyon dolarlık askeri yardım yapılmasını onayladı.

    15 Ocak 1952 : Amerika Birleşik Devletleri Türkiye’nin Kuzey Atlantik Antlaşması Teşkilatı’na (NATO) girişini onayladı.

    21 Ocak 1952 : Milli Savunma Bakanlığı, Kore’de 34 subay, 46 astsubay ve 1252 erin şehit olduğunu açıkladı.

    18 Şubat 1952 : NATO’ya katılma protokolünü 1951 yılında Londra’da imzalayan Türkiye, 18 Şubat’ta örgüte resmen üye oldu.Bunun neticesi olarak topraklarımıza ABD askeri üsleri kurulmaya başlandı.

    5 Haziran 1952 : Lozan Antlaşmasına göre Fener Rum Patrikhanesi’ nin başındaki kişinin TC vatandaşı olması gerekir.Bu ilke ilk kez ABD’den uçakla gönderilen Athenagoras’ı n Türkiye’y sokulması ile ihlal edildi. Başbakan Menderes Athenagoras’ı
    ziyaret etti ve elini öptü.

    18 Temmuz 1952 : Türkiye, Cemiyet-i Akvam’a (BirleşmişMilletler) elli altıncı üye olarak kabul edildi.

    8 EKİM 1952 : Balıkesir’e giden CHP lideri İnönü’yü Vali kent dışında karşılayarak, kente girmemesini, girerse olaylar çıkabileceğini ve kendisinin sorumluluk almayacağını belirtti.
    İnönü gezisinden vazgeçti.

    24 Aralık 1952 : “Anayasayı Yaşayan Dile Çevirmek” şeklinde adlandırılan yasa önerisi ile 1945 yılında türkçeleştirilmiş olan anayasa metni, yürürlükten kaldırıldı. 24 Nisan 1924’te kabul edilmiş olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yeniden uygulamaya kondu, anayasadaki öztürkçe kelimeler ayıklandı. Örneğin; “bakanlıklar” , “vekalet” oldu, Genelkurmay
    Başkanlığı’nın adı “Erkan-ı Harbiye-yi Umumi Reisliği” şeklinde değiştirildi ).

    21 Ocak 1953 : Petrollerimizin işletilmesiyle ilgili ilk anlaşma bir ABD şirketiyle yapıldı.

    9 Nisan 1953 : Maliye Bakanı Hasan Polatkan, döviz açığının 553 milyon dolar olduğunu açıkladı.

    14 Nisan 1953 : Döviz alım-satımı serbest bırakıldı.

    17 Nisan 1953 : Ev kiralarına yüzde 100, dükkan kiralarına
    yüzde 150 zam yapıldı.

    30 Mayıs 1953 : Sovyetler Birliği hükümeti Türkiye’ye bir nota verdi. Türkiye’den toprak talebi olmadığını, dostluk ilişkisi kurmak istediklerini bildirdi.

    8 Temmuz 1953 : Millet Partisi irticai faaliyet gerekçesiyle kapatıldı, mallarına el kondu.

    21 Temmuz 1953 : Profesörlerin politika ile uğraşmalarını yasaklayan kanun kabul edildi.

    27 Temmuz 1953 : 2 milyondan fazla insanın öldüğü Kore Savaşı sona erdi.

    (devam etsin mi beyler, işkenceler / tutuklamalar 1960’a kadar?…devam edecek)

  26. sertan

    9 Eylül 1953 : Millet gazetesi başyazarı Nurettin Ardıçoğlu 3 sene 2 ay, yazı işleri müdürü Hüsnü Söylemezoğlu 2 sene 1 ay hapse mahkum oldu.

    14 Aralık 1953 : Hükümet, CHP’nin menkul ve gayrı menkullerinin Hazineye devredilmesine yönelik yasayı çıkardı.

    Aralık 1953 : CHP’nin Ulus Gazetesi’ne el konuldu.

    18 Ocak 1954 : Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu kabul edildi.

    27 Ocak 1954 : Millet Partisi yöneticileri birer gün hapis cezasına çarptırıldı.

    27 Ocak 1954 : 6234 sayılı yasayla Köy Enstitüleri kapatıldı.

    24 Şubat 1954 : İstanbul’da sıcaklık -6 dereceye düştü. Tuna Nehri’nden koparak Karadeniz’e ulaşan ve daha sonra İstanbul Boğazı’na inen buzlar Boğazı ve limanı kapladı. Deniz trafiği durdu.

    7 Mart 1954 : Petrol işletmeciliğini yabancı sermayeye açan ve Max Ball adlı bir yabancının hazırladığı Petrol Yasası Meclis’te kabul edildi.

    8 Mart 1954 : Basını sıkı kontrol altına alan ve basın suçlarına yönelik cezaları yükselten Basın Kanunu kabul edildi. Hakaretle suçuyla yargılananlara iddialarını mahkemede ispat hakkı tanınması isteği reddedildi.

    14 Mart 1954 : Demokrat Parti’den istifa ederek CHP’ye geçen Adnan Menderes’in yeğeni Özdemir Evliyazade, Cumhurbaşkanı Calal Bayar’a hakaret ettiği gerekçesiyle tutuklandı.

    18 Nisan 1954 : Mersin’de seçim konuşması yapan ana muhalefet lideri İnönü DP’lilerin saldırısı ile engellendi, İnönü alandan zorlukla kaçırılıp kurtarılabildi.

    2 Mayıs 1954 : Genel seçimler yapıldı. Oyların %57,6’sını alan Demokrat Parti 503 sandalye kazanırken, %35,4 oy alan CHP sadece 31 milletvekili çıkarabildi.

    4 Mayıs 1954 : TBMM ilk toplantısını yaptı.Celal Bayar yeniden cumhurbaşkanı seçildi. Adnan Menderes, kabineyi kurmakla görevlendirildi. Seçimlerden hemen sonra Celal Bayar ince demokrasiye paydos” söylemiyle, antidemokratik yasalarla tedbirlerin sürdürüleceğinin altını çiziyordu...devam edecek..

  27. Annen sana ansiklopedi mi aldi?

    Kes, yapistir ilkokul çocugu, istersen Ata’nin Nutuk’unu kes yapistir, nasil olsa site kirasini sen ödemektesin.

  28. sertan

    yok, babam korpütür aldı, göstereyim mi ana okul çocuğu?:)
    devamı yarına…

  29. Makhno

    Bir anarşist olarak neden senden utanıyorum acaba hiç düşündün mü?

  30. Gün Zileli

    Makhno. Utanmana hiç gerek yok. Anarşistler bir cemaat, bir aile değildir. Her biri tek tek bireydir ve herkes sadece kendinden sorumludur. Benim anarşist olarak ileri sürdüğüm görüşler sadece kendimi bağlar. Ne anarşizmi, ne de anarşistleri. Bu cemaat ruhundan arınsan iyi edersin.

  31. KaraKarga

    Kıskanıyo olmayasın makhno?
    Utanma kardeş, anarşistlik hali 🙂

  32. KaraKarga

    Cemaat kültürü genetiğimizde var hocam, biraz zor valla arınmak falan. Ben senin siteye takıldığımdan beri senin ve benim gibilerle ‘biz’ duygusu yaşıyorum elimde değil ayağımda kundura.

  33. Makhno

    I. Dünya savaşında sosyal şöven tarafı seçmiş Kropotkin hatırlatıldığında da utanırım mesela ben

  34. mAKHNO

    Her koyun kendi bacağından asılırı diyorsunuz yani!!! Ama iyi bir hatırlatma oldu doğrusu ben de merak ediyordum ceheneme gidecek kul olmakla anarşist olmak arasında nasıl bir fark diye anladım ki fark yokmuş hep yalnız doğar yalnız ölürmüşüz.

  35. ertan

    Gün Zileli’nin bu değerlendirmeleri doğru. Anarşizme uygun olduğu için değil, fakat gerçek olduğu için doğru. Ama bunun bilinen anlamda bir anarşist bir değerlendirme olmadığını da söylemeliyim. Bu durum da bize gösteriyor ki anarşizm pratikte mümkün değildir.

  36. Gün Zileli

    Mahno arkadaşım, söylediklerimden aşırı bireyci bir sonuç çıkarman doğru değil. Ben özel bir anarşistler cemaatine karşı olduğumu söyledim, yoksa dayanışmaya ve birlikte olmaya değil. Anarşistler de diğer insanlar gibi insandırlar, dolayısıyla diğerlerinden farklı bir kumaştan dokunduklarını falan da iddia etmezler. Bu iddia, stalinist-komünistlere aittir. Kropotkin dolayısıyla utanç duyman da yersizdir. O özel durumda kropotkin savaş yanlısı bir durum almışsa bu utanç kropotkin’e aittir, anarşistlere ya da anarşizme değil. Kaldı ki, şu tartışmada Kropotkin’in o anki durumuna benzeyenler daha çok her şeyi tukaka ilan eden liberal-anarşistlerdir.
    Ertan: Son yazdıklarınla, anarşizmin her şeyi reddetmek olduğunu sanan kaba ve liberal anarşistlere hak vermiş oluyorsun. Oysa anarşizmin böyle bir tutumu yok. Bakunin, önderliğinin kimde olduğuna bakmadan ayaklanmadan ayaklanmaya koşmuştur bütün ömrü boyunca. İspanyol anarşistlerinin Franko’ya karşı Cumhuriyetçilerin yanında yer almasında yanlış hiçbir şey yoktur. Hata cumhuriyetçi hükümete katılmalarıdır. Dolayısıyla, anarşizmin “çarşı her şeye karşı”cı olduğunu hiç ama hiç sanmıyorum. Dolayısıyla hayata uygun olmadığını da. Bugün hayat, ortaya çıkan devrimler anarşizmi doğruluyor tam tersine.

  37. KaraKarga

    Ben yıllardır anarşist oluşumlardayım. Açıkçası biz anarşistlerin özeleştiriye karşı allerjimiz olduğunu düşünüyorum. En büyük olumsuzluğumuz budur. Arkadaşlarımız ne der ben bunu dersem anarşizmin dışına çıkarmıyım kaygısıyla anarşist dahil hiç bir şey olunmaz ki zaten anarşizmde bireyin kendine sansür koymasından beslenemez.

  38. hayloooo

    ertan,
    fırsatçılık yapmaya çalışmışsın ancak hal öyle değil, o senin düşünce tarzından kaynaklanıyor…
    tek tipçi…
    gün zileliye katılıyorum…
    anarşistler conatusun olduğu her yerde vardır, ya da olmalıdır…ya da kendileri bilirler…:))

  39. KaraKarga

    makhno senin birey nedir, bireysellik nasıl korunur gibi temel konuları derinlemesine düşünmeni tavsiye ederim arkadaşım. Sen de biliyorsun bizdeki gruplaşmaların ne kadar keskin olduğunu ve kollektif hayattan saçmasapan kutuplaşmaların anlaşıldığını ben Gün abiye katılıyorum sonuna kadar. Gruplaşmalar hep aynı kapıya çıkarıyor bizi, çıkmaz sokaklara.

  40. KaraKarga

    anarşizmin pratikte gerçekleşmeme fikrine katılmıyorum ertan. Olsa olsa bireylerin anarşizmden ne anladıklarını tartışabiliriz ki bu bile birşeydir. Hatta anarşizm asıl pratiği en doğaya, insana uygun olanıdır.

  41. ertan

    ne fırsatçılığı yapıcam, tartışmadan çıkardığımız sonucu yazıyoruz heralde. burada anarşizmi tüm beyinlerde yıkmak için fırsat kollamıyorum komplocu seni.

  42. Cübbeli Anarşist Hoca

    “Bugün hayat, ortaya çıkan devrimler anarşizmi doğruluyor tam tersine.”

    O anarşİZM nası bişeymiş ki öyle her yerde doğrulanıyor bize de anlatın da imana gelelim…

  43. hayloooo

    ertan,
    senin bu sitedeki tüm yazılardaki yorumlarını aşağı yukarı okuyorum, 27 mayıs yazısı hariç Zileliye katıldığını pek görmedim…
    burdada hemen seninde dediğin gibi anarşizmi yok edecek ulusalcı sosyalistöre dönüştün:))

  44. ertan

    Sürekli nik değiştirmesen ne olduğu, neyi savunduğunu anlayıp sana da bir şey söylerdim ama haklısın bu yazıyı onaylamamın nedeni, en başında da belirttiğim gibi gerçekleri aktarmasıdır. Bir anarşist olmadığım için söylediğin çok normal, genelde Zileli’nin yazdıklarını onaylamıyorum tümüyle, eleştirdim birçok kere vs. Bundan normal ne olabilir ki. Sen de nik değiştirip durma da, kurnazlıklarla vs. değil de fikirlerinle boy göster bilelim ne diyorsun.

  45. ertan

    Ek olarak, sanki dünyada bir tek ulusalcılar anarşist değilmiş gibi iki kelimeden ulusalcı yaratmıyor musunuz… Ben senin bu cahilce davranışından dolayı anarşistlikten ziyade liberal olabileceğini tahmin ediyorum. Zira günümüzde gizli saklı ulusalcılığı ortaya çıkarma histerisi o kesime ait.

  46. Gün Zileli

    Cübbeli Hoca’ya: Anarşizm herhangi bir öncüye değil, kitlelerin kendiliğinden özinisiyatifine önem verir devrimde. Bugünkü devrimlerde de bunu görüyoruz. Kitlelerin kendiğilinden inisiyatifi devrimin başlıca motoru olarak görülüyor.

  47. hayloooo

    ertan arkadaş,
    nicklerimi sıralayayım, murat-yurtsevmeyen-devrimcisiz devrim, en sonda haylooo,
    kendimi gizlemek için değil, bazen yazılardan dolayı o an seçiyorum sonra bir süre öyle devam ediyor.
    liberalliğe gelince valla ben kendime anarşist liberal falan filan diyemiyorum, kendimce düşündüklerimi belirtiyorum, artık neysem…
    ben sana ulusalcı dediğimde sen kızmışsın ama sen bana liberal dediğinde ben kızmıyorum…:)
    neyi savunduğuma gelince kısacada yazsam, anlaşılır diye düşünüyorum, bak ben senin demediğin halde ulusalcı olduğunu hemen anladım:))
    ama bundan sonra nickim murat olsun gerçek ismim yani, sende beni anlarsın…
    ya da hemen yazı altlarındaki yorumlara bakarsan bu nicklere gene anlarsın…:)
    selamlar…
    son olarak liberallere cahil diyorsun ancak bana “cahil” bir liberal gösterebilir misin?
    not: ben kimsenin cahil olduğunu hiçbir zaman düşünmedim, herkes kendi özneline göre gereğini bilir edinir…
    örneğin dağ başındaki okuma yazma bilmeyen hayatında şehre gitmemiş bir köylü cahil değildir, o yaşamı için gerekli herşeyi bilir, toprak nasıl ekilir, nasıl sürülür, ne zaman sürülür, güneş neredeyse saat kaçtır, bulutların durumuna göre yağmur mu kar mı? v.s. v.s.

  48. iklil konyalilar

    Bazı tartışma gruplarının sıkça nüks eden hastalığını burada da görmek gerçekten üzücü . İnsanlar KENDiLERiNi ve/veya KARŞI GÖRÜŞTEKiLERi bir ”Kategori”ye dahil etmeden tartışmayı öğrenmeli /en azından denemeli ki YENi görüşler ortaya çıkıp tartışılabilsin . Tüm tartışmaları baştan sona okuduysam da , ”keçiboynuzu kemirmek” kadar bir bal alabildim sonunda ancak … Onun/benim/şunun KiM veya HANGi GRUPTAN olduğunu ortaya çıkartmaya uğraşacağına ufak da olsa bir fikir kırıntısı ortaya atılmasını tercih ederim . Yapana Eyvallah !..Yapmayan da kendi kendine masturbasyona devam etsin demek istiyorum . Konudan epey sapıldı . ”Kitlenin kendi inisiatifi ‘ ile devrim başlasa da , devamını getirebilmek bu ”kitle inisiatifi”ni AŞAN bir sorunsal olarak ortada durup duruyor … Bir kitlesel öfke/tepki/başkaldırı sonrası eski düzen yıkılabilecektir , ama … İşte bundan sonrasında YiNE ”kitleleri hipnotize edecek” bir başka inisiatif idareyi alıp götürmeyecek midir ?..
    ‘…Bu böyle olmaz , böyle gitmez !..’ demeyi BiLEN kitlesel coşkunun , DEVAMINDA ne yapacağına – nasıl DOĞRU yapacağına neden güvene(meye)ceğiz ?…
    ((Katkılara şimdiden teşekkürler , kahvehane ağzını tercih edenlere de (!) ))

  49. Çınar Taşdelen

    Ben 27 Mayıs hareketinin gençliğin ve CHP tek parti diktasından kotarılma DP faşizminden kurtuluşun çocuklar gibi şen meyvesi olarak görmüyorum açıkçası.. Resmi muhalefetin iktidar savaşını kaybetmekten duyduğu kompleksli düşmanlığın yansıması desek daha doğru olur. Yoksa Muammer Aksoy gibi asker-sivil bürokrasi şahinlerinin ellerinde listelerle arkasında ‘şanlı ordu’nun silahşörleriyle DP’lilerin evini basması neyle açıklanabilir ki.. Ayrıca iktidarın el değiştirmesi bana neden özgürlükler diyarı ütopyasını vermeli ki.. Emekçi yığınlar için değişen bir şey olduğunu zannetmiyorum.. Sonuçta, kaşıkla verdiklerini kepçeyle geri aldılar.. 12 Mart ve 12 Eylül’de..

  50. Anonim

    Darbeler, 27 Mayıs ve Kemalizmin Tasfiyesi

    Ortaya, bir süredir üzerinde düşündüğüm bazı tezler atacağım. Tartışma tezleri bunlar. Bir süredir kimi söyleşiler, seminerler ve televizyon programlarında dile getirdiğim, ve fakat sistematik bir şekilde ortaya koymadığım değerlendirmeler… Bu yazı ile konuya bir giriş yapmayı deneyeceğim.

    Bu tartışma hem Türkiye’nin yakın siyasal tarihi bakımından önemli, hem de siyaset bilimi ve sosyolojisi bakımından… Dolayısıyla sol’u da yakından ilgilendirdiğini düşünüyorum. Çünkü, sağı ve solu ile liberallerin en önemli varsayımlarından birinin temelinin boş olduğunu ortaya koyması bakımından ideolojik-politik bir değer de taşıyor.

    Sözü fazla uzatmadan konuya girmek gerekiyor. Konu, başlıkta da belirtildiği gibi darbeler ve Kemalizmin tasfiyesi. Tehlikeli bir tartışma, her an liberal bir linçle karşılaşmak, darbeci ilan edilmek mümkün. Neyse bu şirretliğe pabuç bırakmamak ve cesaret gerekiyor. Ben başlıyorum:

    Darbeler ve Aristo mantığı
    1. Türkiye solu ve genel olarak entelijansiya, bilindiği gibi 1990 sonrasında ağır şekilde liberalizmin etkisi altına girdi. Sol tarihe, topluma, sisteme, olaylara ve olgulara bakışta ve yorumlayışta diyalektik yöntemi yitirmeye başladı. Bir analiz yöntemi olarak düz mantık, yani en geri düşünce yöntemi entellektüel-siyasal alana sessiz sedasız egemen oldu.

    2. Durum böyle olunca 27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri, 1960’lı ve 1970’li yıllarda sol tarafından yapılan çözümlemelerden tamamen farklı şekilde değerlendirilmeye başladı. Bu bakış, 2000’ler Türkiye’sinde neredeyse bütün siyasete ve entellektüel alana egemen oldu. İnanılır gibi değil ama basitçe şöyle bir düşünce ve analiz yöntemiydi; 12 Eylül bir darbe ve kötü, o halde bütün darbeler kötüdür. 27 Mayıs da darbe olduğuna göre o da kötü, hatta faşisttir. Böylece amaç, program, siyasal sonuç vb olgulara bakmadan bütün darbeleri eşitleyen bir yaklaşım benimsendi.

    3. Bu analizde kaba, yüzeysel, aklı ve bilimi kullanmayan bir yöntem egemendir. Esasa değil biçime bakılmaktadır. Ülkede öyle bir ortam oluşmuş, entellektüel ve siyasal alan öylesine terörize edilmiştir ki, bu durumu açıkça tartışmak bile neredeyse imkansız hale gelmiştir.

    4. Oysa 27 Mayıs, daha sonraki darbelerden farklı olarak özgürlükleri kısıtlamamış, tam tersine bütün bir modernleşme tarihi boyunca (burjuva anlamda da olsa) en özgür ve en demokratik siyasal ve entellektüel ortamı yaratmıştır. Sol’un önünü açmış, yasakları kaldırmış, grevli toplu sözleşmeli sendikal hakları getirmiş, dahası polisler bile dahil olmak üzere bütün memurlara sendika kurmanın önünü açmıştır. Türkiye bu hakların bugün bile çok uzağındadır.

    Her darbe gerici ve faşist değildir
    5. Çubuğu biraz bükerek ve belli bir soyutlama düzeyinden bakarak ifade edersek eğer, öncelikle şu tespiti yapmak gerekir; 27 Mayıs klasik bir darbe olmaktan çok uzaktır. Önemli bir sivil muhalefet hareketi, aydınlar ve devrimci gençlikle birleşen bir genç subaylar hareketidir. Kendi Genelkurmay başkanını tutuklamış, birkaç istisna dışında bütün generalleri (270) ordudan ihraç etmiştir. Hareketin sağ kanadını tasfiye ettikten sonra, çoğu polis şefini de tutuklamış, buna karşın bütün siyasi mahkum ve tutukluları ise serbest bırakmıştır. TİP, DİSK, TÖS, FKF, DEV-GENÇ gibi sosyalist hareketin efsane örgütleri bu ortamda kurulmuş, YÖN dergisi bu dönemde çıkmış, sosyalist edebiyat üzerindeki yasaklar kalkmış, 27 Mayıs sonrasında Marksist eserler Türkçeye kazandırılmıştır.

    6. Bütün bunlar ortadayken, 27 Mayıs’ı 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleriyle aynı kefeye koymak tam anlamıyla bilimsel temellerden yoksun, tarihsel olgularla çelişen, siyasal kanıtlara dayanmayan, keyfi ve ideolojik bir değerlendirmedir. Yüzeysel ve kabadır. Bilimsel hiçbir değeri yoktur. Tarihi gerçekler ve olgularla çelişmektedir.

    7. Biz bütün darbelere değil, gerici ve faşist darbelere karşıyız. Tıpkı Portekiz’de 1974’te faşist rejimi yıkan, demokrasi getiren, sol’un üzerindeki bütün yasakları kaldıran, siyasal tutukluları ve hükümlüleri özgürleştiren, dahası sömürgelerin bağımsızlığını tanıyan ve hatta bu bağımsızlığı sağlayan “Karanfil Devrimi”ne karşı olmadığımız, daha doğrusu olmamamız gerektiği gibi. Portekiz Karanfil Devrimi, sırf aralarında (hatta önlerinde) askerler (devrimci genç subaylar) var diye Şili’de 1973 faşist Pinoşe darbesiyle aynı kefeye koymak tam anlamıyla bir siyasal salaklık olacaktır. Bu anlayış devrimlere de “darbe” demeye kadar gidecek bir liberal-gerici savrulmadır.

    27 Mayıs burjuva devriminin tamamlanmasıdır
    8. Gerçekte 27 Mayıs 1960, yarım kalan Türk burjuva devrimini tamamlama eylemidir. Cumhuriyet devrimini bütün mantıksal, siyasal ve tarihsel sonuçlarına ulaştırma girişimidir. Kemalist devrimin eksik kalan, tamamlanamayan “demokratik” boyutunu tamamlama hamlesidir. 1950’de başlayan karşı devrim girişiminin bastırılmasıdır. Kendi devriminin yarattığı sonuçlardan ve yeni insandan korkan, bu devrimi ve aydınlanma hareketini tarihsel ve siyasal sonuçlarına ulaştırmaktan kaçınan, dahası kendi devrimine ihanet etmeye başlayan burjuvaziye, son bir gayretle itiraz eden Jakoben bir atılımdır.

    9. Bu yanıyla 27 Mayıs Türk burjuva devriminin “demokratik” boyutunu tamamlayan tarihsel bir siyasal eylemdir. Bu nedenle burjuva devriminin tamamlanamadığı ve yarım kaldığı yolundaki tezler tam olarak doğru değildir. Çünkü, 1961 Anayasasının özgürlükçü karakteri buradan, bu tarihsel deneyimden gelmekte ve gücünü ondan almaktadır. Kemalistlerin son zaferidir. Çünkü 27 Mayıs’tan sonra onlar için bir tasfiye ve yenilgi süreci başlamıştır.

    10. Türkiye’deki sağcı iktidarlar, gerici partiler, örgütler ve çevreler 27 Mayıs Anayasası’na karşı sürekli olarak ve sert şekilde muhalefet etmiştir. Bu (1961) anayasanın kazanımlarının ortadan kaldırılması için, DP iktidarı döneminde kurulan Kontrgerilla dahil, bir dizi CIA’cı örgüt ve parti sistematik şekilde çalışmıştır. Türkiye Soğuk Savaş’a kurban edilmiştir.

    Devriminden ürken burjuvazi ve Sol Kemalistlerin tasfiyesi
    11. ABD Türkiye’yi kaybetme riskini kalıcı olarak yok edecek bir dizi önlem almaya başlamış ve 12 Mart 1971 darbesiyle 27 Mayıs Anayasası’nın üçte biri değiştirilmiştir. Güçsüzlüğü nedeniyle kendi devriminden ürken burjuvazi, Soğuk Savaş ortamının yarattığı olanaklardan da yararlanarak önce kendi içinde temizlik yapmaya, 12 Mart’tan sonra Sol Kemalistleri tasfiye etmeye başlamıştır.

    12. Tasfiye öncelikle askeri ve sivil bürokraside başlatılmıştır. Öyle ki, 12 Mart 1971’de Cemal Madanoğlu ve Doğan Avcıoğlu (YÖN) davalarının anlamı budur. Aralarında sosyalist ve devrimcilerin de olduğu tam 5.200 subay ordudan ihraç edilmiştir. Örneğin sadece THKP-C davasından yargılanan subay sayısı bile yaklaşık 300’dür. Başta Süleyman Demirel’in Adalet Partisi olmak üzere MHP, Erbakancı islamcılar ve her soydan sağcı aydın bu darbeyi hararetle desteklemiştir

    13. Sol kemalistlerin tasfiyesi 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte tamamlanmıştır. 12 Eylül darbesi esas olarak sol’u, sosyalist hereketi ezmek ve tasfiye etmek amacıyla gerçekleştirilse de, en az onun kadar önemli bir başka hedefi de ordu ve bürokrasideki tasfiyelerin yapılmasıydı. Bu tasfiye Sağ Kemalistlerin işbirliği, onayı, hatta öncülüğünde gerçekleşmiştir.

    14. Gecikmiş bir burjuva devriminin ve yetersiz sermaye birikiminin yarattığı sorunların yükü altında Cumhuriyet ezilmiştir. Dev bir sosyalist blokun bulunduğu, bağlantısızlar hereketinin güçlü olduğu, “kapitalist olmayan yol” tezinin ve siyasetlerinin yükseldiği bir dünya-tarihsel durumda/ortamda, Cumhuriyet Devrimini mantıksal ve tarihsel sonuçlarına taşımak burjuvazi için teklikeli görünmüştür.

    15. Sonuçta 12 Eylül darbesiyle devlette solcu ve Sol Kemalist bırakılmamıştır. Böylece batıcı burjuvazi kendi devriminin (yine kendi çıkarları için) sınırlı da olsa yaşatılması gereken kimi kazanımlarını koruyacak ve saldırıları dengeleyecek gücünü de büyük ölçüde yitirmiştir. Fakat bunu çok geç anlamıştır.

    Ergenekon ve Sağ Kemalistlerin tasfiyesi
    16. Amerikancı bir sivil darbe ile iktidara gelen AKP-Cemaat koalisyonunun yürüttüğü Ergenekon souşturmasıyla da Türkiye’de Sağ Kemalistler ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edilmiştir. Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim, emperyalizmin bölgesel ihtiyaçlarıyla örtüştüğü için yakaladığı konjonktürel fırsat nedeniyle başarıya ulaşmıştır. Tayyip Erdoğan’ın siyaset danışmanı ve AKP milletvekili Doç. Dr. Yalçın Akdoğan’ın belirttiği gibi, daha islami bir rejimin kurulması için “Tarihte ilk kez iç ve dış dinamikler birbiriyle örtüşmüş durumdadır”.

    17. Kendi solunu 12 Mart ve 12 Eylül’de tasfiye eden Cumhuriyetçi-Kemalist kadro, gerçekte bir kabuğa dönüşmüştü. Bu nedenle 2008 Ergenekon darbesi ile kolaylıkla kendisi de tasfiye oldu. Böylece solu ve sağıyla Kemalizm ve Kemalistlerin tasfiyesi tamamlandı. Cumhuriyet burjuvazisi sol düşmanlığı ve muhafazakarlaşma politikalarının sonucunda kendi devrimini teslim etti.

    18. Zenginliklerin asalak bir sınıfın, mutlak bir azınlığın elinde toplanması; servetin adaletsiz dağılımı, gezegenin geleceğini tehdit eden kapitalist üretim ve rekabet sistemi; bir sınıf olarak burjuvazinin egemenliğinin/iktidarının siyasal, tarihsel, toplumsal ve ahlaki dayanaklarını tam olarak ortadan kaldırmıştır. Bir sınıf olarak burjuvazinin topluma verebileceği hiçbir şey kalmamıştır. Artık insanlığın geleceğini tehdit etmektedir.

    19. Durum böyle olunca toplumları yönetmek ve kâr yasasına dayalı sistemi sürdürmek için yeni bir meşruiyet kaynağına ihtiyaç duyulmaktadır. Yenisi bulunamadığı için eskiye, dine ve teolojik literatüre iltica edilmektedir. Dünya yeni bir ortaçağa girmektedir. Teknolojik bir ortaçağdır bu. Türkiye’nin dramının da dünyanın acılarının da kaynağı buradadır.

    http://haber.sol.org.tr/yazarlar/merdan-yanardag/darbeler-27-mayis-ve-kemalizmin-tasfiyesi-47791

  51. Anonim

    27 MAYIS, 12 MART VE 12 EYLÜL

    TÜRKLEŞTİRME PROJESİNİN ADIMLARI: 27 MAYIS, 12 MART VE 12 EYLÜL

    SEYFİ CENGİZ

    1839’da Tanzimat’la başlayan sözde “Batılılaşma” veya “modernleşme” programı ordu aracılığıyla yürütüldü. Tüm bu süreçte ordu başat bir rol oynadı. 1908, 1919-22 ve 1923 çarpıcı örneklerdir.
    TC’nin kurucusu ordudur. Bu kuruculuğun kendisi de resmi tarih görüşünde sunulduğu gibi bir “devrim” değil, darbe niteliği taşımaktadır.
    1925 Şeyh Sait hareketini takiben Batı’da tek parti yönetimi, Dersim ve Kürdistan’da çıplak bir askeri diktatörlük oluştu. Türk devletinin temelleri 1925-46 yılları arasındaki 20 yılda atıldı.
    Türkleştirme projesinin en kanlı safhalarından biri 1915, bir diğeri 1925-46 arasıdır. 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül de Türkleştirme projesinin adımlarıdır.

    27 MAYIS 1960
    Batı ile ittifakların geliştirildiği İkinci Savaş sonrasında bu yönelimin bir gereği olarak ilk kez çok partili ve seçimli bir rejime izin çıktı. Sözde “Batı tipi demokrasi”ye geçilecekti.
    Çok partili dönem 1946’da başladı. 1950’de ilk genel seçim yapıldı. Bu ilk seçimde Türkiye halkları intikam alırcasına kendilerine sunulan öteki tek seçeneği iktidara taşıdılar. Böylece 1950 yılında devlet partisi CHP alaşağı edildi. Parlamento ve hükümet DP’nin eline geçti.
    Bu partilerden ikisi de hakim sınıflar blokuna aitlerdi. CHP kentsel azınlığın, DP ise kırsal çoğunluğun desteğine dayanıyordu.
    Kendilerine “devrimci” sıfatını yakıştıran Kemalistler’in ve Kemalist Türkiye solunun bir “karşı-devrim” olarak nitelediği bu değişim, gerçekte TSK ve onun partisi CHP’nin 1925-46 dönemindeki politikalarına karşı genel bir reaksiyonun ifadesiydi. Düzene muhalif hemen herkes, bütün hoşnutsuz kesimler DP’yi desteklemişti. DP’nin işbaşına gelmesiyle Kemalist güçlerin parlamento ve yönetim üzeindeki kontrolü kalkmıştı. Ordu ve bürokrasi ayrıcalıklarını yitirme korkusu içindeydi. Türkleştirme projesi de kesintiye uğrayabilirdi. Devlet sınıfları misilleme hazırlığı içindeydi.
    50’lerin sonlarında DP hükümetine karşı patlak veren olaylar kendiliğinden olmaktan çok, darbeyi meşrulaştırmak için CHP ve Ordu tarafından planlanmış görünürler.
    Çok geçmeden DP’yi deviren 27 Mayıs geldi (1960).
    27 Mayıs, Kemalist bir darbeydi. Hegemonyasını restore etmek isteyen asker-sivil bürokrasınin, bunda çıkarı olan kentsel azınlığın bir tertibiydi. CHP, bu kentsel azınlığın partisiydi.
    27 Mayıs Anayasası, ifadesini bu anayasada bulan siyasi rejim modeli (siyasal sistem), azınlık diktatörlüğünün recetesidir. Bir azınlığın çoğunluk üzerinde kendi tahakkümünü nasıl sürdürebileceğini merak edenler bu anayasayı incelemelidir. İki meclis, icraacı bir kurum olarak hükümet-üstü yetkilere sahip MGK, Cumhurbaşkanlığı ve Anayasa Mahkemesi gibi seçilmemiş kişi ve kurumlara tanınan yasaları veto veya iptal hakkı, başka deyişle “egemenliği millet adına kullanma yetkisi”, ordu müdahalelerine anayasal meşruiyet kazandırmak için TSK İç Hizmet Kanunu’na eklenen 35’inci Madde, vd, vd.
    Tüm bu tedbirler “millet iradesi”ne karşı, parlamentoya, çoğunluğun desteğine sahip olacak parti ve hükümetlere karşı bir azınlık diktatoryası için özel olarak düşünülmüş tedbirler ve mekanizmalardı.
    Seçilmiş parlamento ve hükümetlerin gücünü sınırlamak ve kontrol etmek üzere tasarlanmışlardı.
    Bu mekanizmalar Türkleştirme projesinin selameti için de elzem görülmüştür. Sonraları bunlara %10’luk oy barajları ve diğer gibi malum önlemler ilave edildi.
    27 Mayıs Anayasası’nı ve onun öngördüğü siyasi rejimi demokratik olarak tanımlayanlar demokrat olamazlar. Bu anayasa ve öngördüğü rejim bir azınlık tahakkümü idi. Bu anayasa ile yasaklanmış uluslar, diller, ideolojiler de cabası.

    12 MART 1971
    Bir bütün olarak bakıldığında 27 Mayıs Anayasası’nın ve öngördüğü siyasi sistemin azınlık diktatörlüğüne tekabül ettiğini (hakim Türk unsurun hakim azınlığı), böyle bir model olarak tasarlandığını söyledik. Bu modelin demokratik olarak tanımlanması olanaksızdır.
    Ama içerde kentli sınıfların desteğini almak ve dışarıya demokratik bir görünüm sunmak için kağıt üzerinde bazı demokratik haklar tanıdığı doğrudur.
    Ne var ki 1960’larda hem kent-kır dengesi, hem de kentli sınıfların kendi içindeki güç dengeleri hızla değişti. DP geleneğini temsil eden AP de, artık sadece kırsal sınıflara hitap etmiyordu.
    İktisadi ve sosyal dengelerdeki bu değişime 1960’lardaki hızlı uyanış eklendi. Öyle ki, 27 Mayıs Anayasası’nın kağıt üzerinde tanıdığı demokratık haklar çok geçmeden toplumsal ve ulusal muhalefetin elinde bir silaha dönüşmüş, daha 1965’te Süleyman Demirel’e “Bu anayasa ile ülke yönetilmez” dedirtmişti. Siyasal mücadelenin vardığı düzey iktidarı yönetemez hale getirmiş, bunun sorumluluğu da 27 Mayıs Anayasası’nın tanıdığı hukukun fazlalığına fatura edilmişti.
    Türkiye halklarına demokrasinin bu kadarı bile fazla görülüyor ve bu kadarlık bir demokrasinin varlığı bile Türk egemenlik sistemini iktidarsız kılmaya yetiyordu. Demokrasi, hep olduğu gibi Türk devletinin çıkarlarına ve projelerine aykırı bir sistem olarak görülüyordu.
    12 Mart (1971)’ın asıl hedefi yükselen muhalefeti bastırmak için “27 Mayıs rejimini” değiştirmek, daha doğrusu muhalefetin elinde birer silaha dönüşen demokratik hakları geri almaktı.
    Ama bu amacına ulaşamadı.

    12 EYLÜL 1980
    12 Mart’ın tam olarak bastırmayı başaramadığı işçi hareketi, Kürt ve Alevi muhalefeti 1971-73 yılları arasında yeniden yükseldi. 1977/78, muhalefetin doruk noktasıydı. 1979 yılında alınan “24 Ocak Kararları” yeni bir askeri müdahalenin habercisiydi. Bu kararlar yeni ve daha baskıcı bir rejim kurulmaksızın hayata geçirilemezdi. 1974’ten beri ekonominin bozulduğunu, ülkenin ağır bir bunalım içinde olduğunu söyleyen Vehbi Koç, ücretleri donduracak ve anarşiyi önleyecek “kuvvetli bir hükümet gerekli” diyordu. Bu aynı yıl ordu ilk uyarı mektubunu, 2 Ocak 1980’de ise ikinci uyarı mektubunu veriyordu. Ecevit bile, 21 Şubat 1980’de, 24 Ocak Kararlarının siyasal anlamını “Türkiye müdahale noktasına getirilmek isteniyor” diyerek izah ediyordu..
    12 Eylül’ün kararı çok önceden verilmiştir. Ama kamuoyunda müdahaleden başka çıkar yol kalmadığı inancının yerleşmesi için darbe tarihi daha ileriye sarkıtılmış görünüyor.
    1975-78/9 arasında Milliyetçi Cephe ortaklarının arka çıktığı Türkiye çapındaki Ülkücü saldırıları bugünden geriye doğru bakıldığında darbeye bahane ve ortam hazırlamak için derin devletin düğmeye basması üzerine yaşanmış olaylar gibi görünüyorlar. Maraş, Çorum, Fatsa olayları bu süreçte ortaya çıktılar. Zaten bu süreç boyunca MHP ve CGP açıkça ordu müdahalesi için çağrı yapıyor, Polis-Ordu-Ülkücü ittifakı tarafından Alevi kırımları yapılıyordu.
    12 Mart’ın yarım bıraktığını tamamlamak üzere planlanan müdahale 12 Eylül’de gerçekleştirildi (1980). 12 Eylül Anayasası, “12 Eylül rejimi”nin ifadesiydi.
    Bu rejimin ve kurulduğu tarihin ne anlama geldiği açık: Kırımlar, haipshaneler, işkenceler, kitlesel sürgünler…

    1967/68’den sonraki süreçte işçi hareketi, Alevi muhalefeti, Kürt hareketi, faşist hareket ve siyasal islam hep birlikte sahnedeydiler. 12 Mart ve 12 Eylül’de darbeciler işçi hareketine, sola, Kürt ve Alevi muhalefetine karşı milliyetçi-ırkçı ve İslamcı güçleri yanlarına çekerek karşı bir denge yaratmaya çabaladılar. İslamcı hareketin tüm bu çatışmalarda Kemalist devlete yakın durduğu, sola, Kürt ve Alevi muhalefetine karşı Kemalistlerle işbirliği yaptığı da hatırlanmak zorundadır.

    http://www.geocities.ws/dersimsite/12eylul.html

  52. Robespierre'in yeğeni

    27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramınız mübarek olsun. Bugünün anlam ve önemi üzerine ezber bozucu bir yazı: http://www.abcgazetesi.com/27-mayis-devrim-mi-darbe-mi-17010h.htm

  53. Anonim

    Tuhaf bir Menderes belgeseli (1) Ben ne dedim, kim ne anladı?

    Tarih cahillerin elinde kalırsa ne olur? Güncel “fayda” uğruna, nasıl değiştirilir, eğilip bükülebilir? Birkaç yıl önceki 1 Mayıs 1977 tartışmalarında solcuların “fayda”cılığı, havada inşa edilmiş kağıttan şatoların yıkılmaması uğruna tatsız olguların telaffuz edilmemesini istemeye varmıştı. Bazı salak akademikler de çıkmıştı bunu savunan. Temel bir gerçeğe bağlılık ahlâkı yerine aynı ucuz siyasi “fayda” arayışı, günümüzde, 2016 yılında, şu Erdoğan-Davutoğlu vakasından az sonra yapılan bir Menderes sözde-belgeselinde, bilin bakalım hangi biçimlerde karşımıza çıkar?

    Halil Berktay

    [28-29 Mayıs 2016] Geçenlerde aHaber’den aradılar. 27 Mayıs’ın yıldönümü için yeni bir belgesel çekeceklermiş. Benimle de bir çekim yapıp tabii sonra yerine göre fragmanlar halinde kullanacaklarmış.

    Gittim, anlattım düşündüklerimi. (1) Uzunca bir arkaplan vermeye çalıştım. 19. yüzyıl Tanzimat reformlarının yarattığı modern ordu (profesyonel subay kadroları), yargı ve bürokrasi, pekâlâ “devlet [eğitim] yoluyla oluşmuş” bir sosyal sınıftı (buna sağlıklı bir teşhis koymamızı, klasik Marksizm doğrultusunda sosyal sınıfları “sadece ekonomi yoluyla oluşur” sanmamız engelliyor). Geri ve ilkel bir topluma yukarıdan aşağı radikal reformlarla çağ atlatma projesinin asıl sahibi, hep bu sosyal sınıf oldu. Zaman içinde hem kendi kurumsal sürekliliğini korudu, hem de siyaset sahnesinde (sırasıyla) İttihatçılar, Kemalistler, Milli Mücadele sırasında Meclisteki Birinci Grup, sonra Halk Fırkası, sonra Cumhuriyet Halk Fırkası, sonra CHP ve CHP ve gene CHP diye tarif edebileceğimiz oluşumlar aracılığıyla temsil edildi. 1908’de (Abdülhamid rejimine karşı, içe dönük bir kavram olarak) Hürriyet diye yola çıktıysa da, zaman içinde (dışa dönük) İstiklâl parolasına kaydı. 1919-22’de zorunlu ve kaçınılmazdı elbet. Ama daha sonra da, imâ ettiği bütün “yekpare millî birlik ve beraberlik” olanaklarıyla birlikte, bu İstiklâl çizgisinden vazgeçmedi. Tek Parti’yi, Ebedî Şefi, Millî Şefi hep açık-örtük bu temel anlayışa, İstiklâl uğruna Hürriyet’ten şu veya bu ölçüde feragat edilebileceği fikrine dayandırdı.

    Bu otoriter-modernist merkez-solun karşısında ise daha liberal-popülist bir merkez-sağ gelenek şekillendi. İttihat ve Terakki’nin başlattığı Hürriyet odaklılık, zaman içinde daha çok bu diğer kesime doğru yer değiştirdi. Cemiyetin ikinci kongresinde Ahmet Rıza’nın temsil ettiği katı merkeziyetçiliğe karşı çıkan Prens Sabahattin ve taraftarlarını, 1908-18 arasındaki İTC karşıtları, sonra Milli Mücadele sırasında Meclisteki İkinci Grup, sonra 1925’te (kısa zamanda kapatılan) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF), sonra 1930’te (gene kısa zamanda kapatılan) Serbest Cumhuriyetçi Fırka (SF veya SCF) izledi. Zaman içinde “bürokrasi”ye alternatif olarak enikonu bir “burjuvazi” de gelişip güçlendi. 1945-46’dan itibaren Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP ve AKP’ye hayat verdi. Böylece kültürel anlamda muhafazakâr, dolayısıyla muhafazakâr-modernist veya ılımlı modernist diye tarif edebileceğimiz merkez-sağ, politikada büyük ve üstün bir devamlılık kazandı. Bir ara bu merkez-sağ gövdeden ayrılan Nizam – Selamet – Refah – Fazilet – Saadet (MNP, MSP, RP, FP, SP) İslamcılığı ise, döndü dolaştı; küreselleşme çağının icaplarına çok daha uygun bir AKP ile tekrar ana mecraya katıldı.

    Ordu – yargı – bürokrasi sınıfı ve CHP ile oluşturduğu tarihsel blok ise, söz konusu sınıflaşma, toplumsal yapıda kök salma, büyüme ve olgunlaşmayı hazmedemedi. Yitirdiği iktidarı geri alma girişimleri, 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerine; 1980’den 21. yüzyıla uzanan vesayet rejimine; bu çerçevede 28 Şubat 1997 yarı-darbesine ve 2002-2007 arasının yarım yamalak darbe heveslerine yansıdı.

    (2) Röportajda, bu zeminde özel olarak 1950-60 arasına eğildim. Ordu ve bürokrasi içinde bu yeniyetme Demokrat Parti’ye karşı darbe özlemlerinin hep varolduğunu ve giderek CHP’ye daha fazla yansıdığını hatırlattım. Öte yandan, DP’nin kendi yükselişi ve sonra inişi üzerinde durdum. 1950-54 arasında (bütün icraatlarına kefil olmaksızın) en temel mesele olan demokrasi açısından görece iyi gittiklerine; ama ekonomide sıkıntıların baş göstermesiyle birlikte sertleşen kutuplaşma ortamında onların da çok fazla hatâ yapmaya başladığına dikkat çektim. Osman Bölükbaşı yüzünden Kırşehir’in cezalandırılmasını (ilçe yapılmasını); keza İsmet İnönü yüzünden Malatya’nın cezalandırılmasını (Malatya ve Adıyaman diye ikiye bölünmesini) bu hafiflik ve ciddiyetsizlikler arasında saydım.

    Dörtlü Takrir’i imzalayan kuruculardan, Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü’nün istifası, Hürriyet Partisi’nin de DP’den kopması ve 1957 seçimlerine eğreti gidiş sürecinde, partiler-arası seçim ittifaklarının yasaklanması ve ayrıca, bir partiden istifa eden milletvekilinin altı ay içinde başka bir partiden aday olamıyacağına ilişkin bir “Köprülü maddesi”nin yasalaştırılmasını ayrıca eleştirdim. En çok da, CHP’nin olası darbeci gruplarla ilişkisini araştırmak üzere kurulan (15 kişilik) Meclis Tahkikat Encümeni’ne sadece soruşturma değil, aynı zamanda (olağanüstü bir mahkeme olarak) yargılama yetkisinin verilmesi; üstelik, kararlarına itiraz hakkının tanınmaması üzerinde durdum. Bunu, (a) Fransız Devriminin 1792-94 aşamasında Jakobenlerin kurduğu (12 kişilik) Kamu Selameti Komitesi ve (b) Kemalist Devrimin 1925-27 arasındaki en Jakoben aşamasında kurulan İstiklâl Mahkemeleri ile karşılaştırdım. Bu geleneğe karşı çıkmak Demokrat Parti’nin varlık sebebiyken, aşırı kutuplaşmanın seyri içinde tarihe ve siyasete karşı körleşerek benzer uygulamalara tevessül etmesindeki talihsizliği dile getirmeye çalıştım.

    (3) Bütün bunlarla birlikte, dedim, 27 Mayıs 1960 darbesi yakın tarihimiz açısından tam bir felâket oldu. Siyasî yanlışların karşılığı gene siyasetle verilmeli; ceza kesilecekse seçimlerle kesilmeli; özel olarak 1961 seçimleri mutlaka yapılmalıydı. Varsın, gene DP kazansındı; kamuoyu öğrenir, alacak-verecek hesapları er ya da geç denkleştirilirdi — yeter ki çok-partili demokrasiye anormal, demokrasi dışı zor ve şiddet karışmasın. Ama 27 Mayıs, bir bakıma Tek Parti döneminden de beter bir şekilde, orduyu tekrar sahneye çıkardı. Demokrasiye karşı askerî müdahaleyi her an gözetilmesi, kollanması gereken bir olasılığa dönüştürdü ve 1971-1980-1997’nin kapısını araladı. En büyük kötülüklerinden biri de, Demokrat Parti’nin yaptığı çeşitli hatâların soğukkanlılıkla incelenmesi ve tartışılmasını (aman, darbeye gerekçe oluşturmasın diye) imkânsız kılmasıdır. 27 Mayıs, DP’nin yanlışlarını silip yok etti bir bakıma. Oysa demokrasinin gelişip güçlenmesi açısından, o yanlışları da bilip konuşmaya çok ihtiyacımız var.

    * * *

    Yanlış anlaşılmasın: benim derdim, kendi söylediklerimin kırpılıp çarpıtılması değil. Eksiksiz kullanılması, hiç değil. Son yıllarda kimbilir kaç tane böyle röportaj verdim; bir buçuk saat konuşursam, olsa olsa beş dakikasının kullanılacağını çok iyi biliyorum. Zaten öyle birşey de olmamış; benden aldıkları parçacıklar gayet sağlıklı, bütünlüklü; doğru yerlerde kullanılmış.

    Dolayısıyla öfkem ve tepkim kesinlikle kişisel nedenlerden kaynaklanmıyor. Yukarıda, kendi söylediklerimi, sağlıklı bir Tek Parti tahlili ve sonra Demokrat Parti tahlili nedir, onu hatırlatmak için uzun uzadıya aktardım. Ben sanıyordum ki, söz konusu belgeseli yapanlar da bu tarihi az buçuk biliyordur ve röportaj yaptıkları başka kişiler gibi benim anlattıklarım dan da üç aşağı beş yukarı bu çerçeve içinde yararlanacaklardır.

    Ne gezer. 27 Mayıs Cuma gecesi 22’de hiç üşenmeden izlemeye koyuldum. Bir süre sonra dehşete kapıldım. Karşıma (i) Atatürk’ün Tek Parti otoritarizmi ve demokrasisizliğinden tümüyle tenzih edildiği; (ii) hattâ bu rejimin neredeyse ancak 1938’de, Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü tarafından kurulmuş gibi gösterildiği; (iii) Atatürk ile İnönü arasındaki bütün anlaşmazlıkların, bambaşka bir dönemin cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile başbakanı Ahmet Davutoğlu arasındaki anlaşmazlıkları çağrıştıracak şekilde anlatıldığı ve hepsinde, “cumhurbaşkanının sözünden çıktığı” gerekçesiyle İnönü’nün haksız bulunduğu; (iv) 1950-60 arasında ise Demokrat Parti’nin bütün yanlışlarının elçabukluğu marifet silinip yokedildiği; (v) dolayısıyla Adnan Menderes’in (bir demokrasi şehidi olmanın da ötesinde) hiç hatâsız, her işi mükemmel, dört dörtlük bir azize dönüştürüldüğü; (vi) bu arada, (TCF’yi yok saymak, DP döneminin dış borçlarını Marshall Planına bağlamak, 5 Eylül 1961’de mahkemenin sadece üç kişi hakkında idam kararı verdiğini ya da Hasan Polatkan’ın İçişleri Bakanı olduğunu sanmak gibi) inanılmaz bilgi hatâlarının sergilendiği… bir ucube çıktı.

    Herhalde, dönemi aslında hemen hiç bilmiyen bir cahili alıp oturtmuşlar masanın başına. Röportaj malzemelerini koymuşlar önüne. “Hadi bakalım; tek kötü adam İnönü, iyi adam tabii Menderes; bu ana motif etrafında basit bir senaryo yaz, elini çabuk tut, reisçiliğin güncel icapları açısından da Atatürk-İnönü ilişkisini herkesin anlayabileceği alegorik bir biçimde işle” talimatını vermişler. O da yazmış. Önümüze sınav kağıdı olarak gelse derhal çaktıracağımız, garip bir tarih yaratmış.

    Detaylarını yarın anlatacağım.

    http://www.serbestiyet.com/yazarlar/halil-berktay/tuhaf-bir-menderes-belgeseli-1-ben-ne-dedim-kim-ne-anladi-691109

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑