Provokasyonlar ve ajan-provokatörler!
Geçenlerde yakın bir arkadaş çevresi olarak oturmuş, yakın gelecekteki siyasi gelişmeler ve doğal olarak, Türkiye’nin güncel siyasetiyle ilgilenen herkesin aklına gelen olası provokasyonlar üzerinde konuşuyorduk. Oradan konu, 10 yıl önceki Gezi mücadelesine kaydı.
GEZİ’NİN ERDEMLERİ
Bir arkadaş, o kadar büyük kitlesel olaylara rağmen kitlenin en ufak bir provokasyona izin vermediğini söyledi. Ne bir mağazanın vitrini kırılmış, ne de herhangi bir yağma olayı yaşanmıştı. Avrupa’da yaşamakta olan bir arkadaş, “Avrupa’da olsa, kesin yağma olurdu” dedi.
Gerçekten de neredeyse bir ayı bulan yoğun kitlesel mücadeleler sırasında insanlar, özel konutlara saygı gösterdiklerinden, örgütlerin katı ve soğuk sloganlarının tersine, tamamen bireysel yaratım ürünü olan, “Kahrolsun bağzı Şeyler”, “Vedat Minor Önerdi, Geldik”, “Resmen Devrim, ayol” vb. türü ironik sloganlarını umuma açık duvarlara yazmış, kendilerine saldıran polis araçlarının dışında hiçbir özel ya da kamusal araca dokunmamış, holigan yönelimler bizzat Gezi kitlesi tarafından engellenmiş, kimse herhangi bir yağma teşebbüsünde bulunmamıştır. Nasıl mümkün olabilmişti bu? Hiçbir klasik örgütün yönlendirmesi altında olmayan ve polisin attığı gaz bombalarıyla gözleri yaşarıp gönüllü “talcit”ciler tarafından anında yeniden görmeleri sağlanan Geziciler nasıl tahrik olup bu tür eylemlere girişmemişlerdi?
Bırakın bu tür eylemleri, örneğin pubların önünde bulunan kocaman saksıların içindeki bitkilerin savunma amacıyla kurulan barikatlara taşınmasının bile kitlenin olağanüstü bilinçli davranışıyla engellendiğine tanığım. “Biz ağaçlar için mücadele ederken onları gaz bombalarına karşı barikat olarak kullanıp zarar görmelerine yol açamayız.” Buydu kocaman saksıların barikatlara taşınmasına engel olan göstericilerin gerekçesi.
Özel konutlar, Gezicilerin saldırı hedefi değil, polisin saldırısına karşı güvenli barınaklardı. Ev sahipleri, kapılarını Gezi kitlesine gönüllü olarak açmıştı. Buna ilişkin, insanın gözünü gaz bombasıyla değil, duygusal bir coşkuyla yaşartan çok sayıda barındırma olayı yaşanmıştır.
DİRENİŞ ANINDA BİLE SAĞDUYULU TARTIŞMALAR
Şuna da tanığım: Taksim parkı alındıktan sonra, polis güçleri, özellikle Divan oteli tarafından gaz bombalarıyla saldırılar düzenliyordu. Bazı genç arkadaşlar onlara sapanla karşılık veriyordu. O koşullarda böylesi bir savunma makul karşılanabilirdi. Fakat bu bile “Gezi halkı” içinde tartışmalara yol açtı. Daha yaşlı kuşaktan insanlar sapanlı gençleri, polise sapan atmanın “Gezi’nin barışçı mücadelesine” uygun olmadığı konusunda uyarıyor ve gençlerle son derece sakin bir şekilde tartışıyorlardı. O ateşli gençler de o hararetli koşullarda son derece efendice savunuyorlardı neden sapan kullandıklarını. İşte bu, Gezi ruhuydu. Bizatihi kitle hareketi, sanıldığının tersine, tüm insani zaafları denetim altına alan ve her türlü provokasyonun önüne set çeken bir ortam yaratmıştı.
OLMAYINCA, PROVOKASYONU İMAL EDERLER
AKP iktidarı, bu “kargaşalık” ortamında işine yarayacak bazı provokasyonlar olmasını dört gözle bekledikten sonra, böyle bir şey olmayacağını anlayınca provokasyonu yalan yoluyla kendisi üretmeye karar verdi ve bazı hayali olayları kendi medyası aracılığıyla ortaya sürdü. Örneğin, Dolmabahçe’de bazı holigan tipli “Gezi erbabı”, çocuk arabasını süren başörtülü bir kadının etrafını sarmış, hakaret etmiş ve üzerine işemişti. Tabii ki burada esas üzerinde durulması gereken, bu, kendi taraftarlarını bile inandıramayan uydurmanın, nasıl hastalıklı bir zihnin mamulatı olduğudur. Tanık göstermeye çalıştılar ama tutmadı. Kimse inanmadığı gibi, ortaya ne bir mobese görüntüsü konabildi ne de saldırıya uğradığını iddia eden kadın ikna edici kanıtlar ileri sürebildi.
Bu tutmamış mıydı, o zaman iktidar güdümlü provokasyon mamulatçıları ortaya başka iddialar atarlardı. At yalanı, nasıl olsa birileri inanır! Efendim, Gezi eylemcileri, Dolmabahçe’deki Bezm-i Alem Valide Sultan Camii’ne girip bira içmiş, çöplerini ortaya saçmışlardı. Ne var ki, bu iddia da caminin müezzini Fuat Yıldırım’ın “burada içki içilmedi” beyanıyla yalanlanmıştı.
KİTLE HAREKETİ EN İYİ TEMİZLEYİCİDİR
Buradan gelmek istediğim nokta şu ki, provakasyonları önleyecek şey, harekete katılan kitlenin uyanıklığıdır, başka bir şey değil. Yoksa, örgütler falan, “demir disiplinleriyle” hiçbir şeyi önleyemezler. Tarihte, koca koca örgütlerin nasıl iktidarların provokasyon planlarına alet oldukları bilinir. Dahası, geçmişte en sıkı disiplinli örgütlerin en üst organlarına provokatörlerin ve ajanların sızdığı da.
MALİNOVSKİ OLAYININ GÖSTERDİKLERİ
Rusya’daki Roman Malinovski olayı bunların içinde en bilinenidir. Öyle ki, Lenin’in güvenini kazanan Okhrana ajanı Malinovski, Bolşeviklerin gizli matbuat işlerini üstlenir ve yine Lenin’in desteğiyle 1912 yılında Bolşevik Merkez Komitesi’ne girer. Bu arada birçok Bolşevik militanı ihbar ederek yakalatır. RSDİP Menşevik hizbinin başkanı Martov, kendisine ulaşan bazı bilgilerden hareketle Malinovski’nin ajan olduğunu ileri sürer. Lenin bu iddiayı reddeder. Bunun üzerine, o dönemin geleneklerine uygun olarak, durumu görüşmek üzere bir “parti mahkemesi” kurulur. Lenin, mahkemeye çıkarak Malinovski’yi savunur. Parti mahkemesi bir karara varamaz. Bir gün Zürih’te yürüyüş yaparlarken Lenin, bir ara durup Krupskaya’ya, “ya doğruysa?” diye sorar ama Menşeviklere açık vermeme güdüsüyle bu olayı fazla da kurcalamaz. Malinovski, savaş sırasında kaçtığı Almanya’da, Okhrana adına Bolşevik saflardaki faaliyetine devam eder.
1917 Devrimi’nden sonra Çarlık polisi Okhrana’nın arşivleri incelendiğinde Malinovski’nin ajan olduğu Lenin ve Bolşevikler tarafından da anlaşılmış olur. Malinovski, kendisine “devrim nişanı” verileceği bahanesiyle Almanya’dan Sovyetler Birliği’ne çağrılır, açığa çıktığını düşünmemiş olacak ki, gelir, yargılanır ve 1918 yılında kurşuna dizilir.
Toplumsal hareketi arındıran kitlesel özdenetimin olmadığı her yerde, özellikle de gizli örgütlenmelerde “mikrop”ların üremesi kaçınılmazdır.
5 Şubat 2023