1 Mayıs’lar Üzerine Değinmeler…
(Yeni Harman Dergisinin Mayıs 2012 sayısında yayımlanmıştır.)
1 Mayıs şenlikli bir şekilde kutlandı. Bence geçen yılki gibi bu yılki 1 Mayıs da bir gerçeği açıkça ortaya koydu. Devlet de, örgütler de tekelcilik peşinde koşmadıkça, “bu alanda benim borum öter, benim otoriteme boyun eğilir” demedikçe ne olay çıkar ne de çatışma olur.
Devletin, iki yıldır bu tür saçma bir tekelcilikten vazgeçmesi ve alanı kutlamalara açması bunu göstermiştir. Yıllar yılı bu alanı insanlara kapatarak halt edildiği, boşuna çatışmalara yol açıldığı açıkça ortaya çıkmıştır. Acaba devlet denen hafızasız yaratık bunu görüyor mu? Yoksa bu sadece taktik bir geri çekiliş mi?
Peki ya örgütler? Örneğin 1 Mayıs 1977’deki örgüt tekelciliği iddialarının o büyük provokasyona yol açtığını sol adına bugün de varlıklarını sürdüren örgütler yeterince değerlendirmekte midirler? Yoksa onlar da sadece artık böyle bir tekelciliğin koşullarının bugün için olmadığını fark ettikleri için mi böyle bir tekel ve otorite talebinde bulunmuyorlar? Yarın, kendisi açısından uygun koşulların doğduğunu gören bir örgütün yeniden “bu alana sadece benim izin verdiklerim girer” demeyeceğinin garantisi var mı? Ya da böyle bir dayatmaya karşı herhangi bir örgütün bir meydan savaşını göze almayacağı konusunda içimiz rahat mı? Örgütlerin çoğulculuğu içselleştirdiklerini sanmıyorum. Bugünkü çoğulculuk manzarası sadece güç ilişkilerinin bir sonucu gibi geliyor bana. Temelde anlayışların değiştiğinin göstergeleri çok zayıf.
Hayatın kendisi çoğulcudur. Eğer herhangi bir otorite kendisini zorla dayatmazsa ya da bunu dayatacak koşulları yoksa veya geçici bir taktik geri çekilme içindeyse kaçınılmaz olarak ortaya hayatın bu doğal, çoğulcu görüntüsü ortaya çıkar. Bin bir çeşit eğilim bayraklarıyla, sloganlarıyla meydanda yan yana yer alır. Bakın, omuz omuza demiyorum. Gerçek çoğulculuk, yan yana olmaktan çok omuz omuza olmaktır aslında. Dünkü manzara ise, omuz omuza olmaktan çok yan yana olmaya benziyordu. Güç ilişkileri dolayısıyla birbirine zorunlu olarak tahammül etme hali, birbirine değmeden, hatta birbirini görmezden gelerek bir arada bulunma hali. Buna rağmen hayatın çoğulculuğunu, sayısız eğilimin bir arada bulunabildiğini görmek güzeldi.
Çoğulculuk ve özinisiyatif, yazılı slogan ve pankartlarda da kendini gösteriyordu. Örgütlerin slogan ve pankartlarının yanı sıra çok sayıda küçük grubun kendi özel slogan ve talepleri de dikkat çekiyordu. Hatta bunların bazıları tamamen bireysel yaratımların ürünü bile olabilir. Bu da güzeldi. Binlerce talep ve slogan dalgalanıyordu alanda. Tekelci örgüt dayatmasının kırılması, Türkiye devrimci hareketinin bir aşama yaptığının göstergesi bence. Devrim, binlerce, on binlerce talebin dile getirilmesiyle, küçük ve özel olanın genel olan tarafından boğulmamasıyla ilerler.
Öte yandan, bu talepler meselesini de abartmamak gerektiğini düşünüyorum. Talep çoğulculuğu güzel de, devrimin taleplere tabi kılınması pek hoş bir şey değil. Çünkü aslında talep, bir yönüyle sistemle çatışmayı getirir ama bir yönüyle de sisteme bağlanmayı ifade eder. İşçinin ücret talebinde bulunması bir uyanışın ifadesi olduğu kadar, işçinin ücret sistemine bağlanmasının yolunu da açabilir. Bu yüzden sistemin egemenleri, hem bu taleplerden rahatsız olurlar hem de uzun vadede bu taleplerin kendi sistemlerinin egemenliğinin kabulü anlamına geldiğini çok iyi bilirler.
Bu yüzden devrimci mücadele, talepler konusunda biraz mesafeli bir tutum almalıdır diye düşünüyorum. İnsanların doğal eğilimleri elbette kendi özel çıkarları doğrultusunda talepleri için mücadele etmektir, bu iyi bir şeydir de üstelik. Ama devrimci mücadele bir yandan da insanların taleplerin ötesine geçmesini, giderek taleplerden kopmasını savunmalıdır.
Basit bir örnekle açıklamaya çalışayım. İşçiler elbette ücretlerinin artmasını talep edeceklerdir, bu yönde örgütlenecek ve bunun mücadelesini vereceklerdir ama aynı zamanda işçilerin, ücretin ortadan kalktığı özgürlükçü bir toplum için mücadele bilincini geliştirmeleri gerekir. Hatta esas mücadele bu olmalıdır. Bununla, ufuklardaki bir “devrimci iktidar” için mücadeleye girişmek gerektiğini söylemek istemiyorum. Bu tür mücadelelerin ne gibi sonuçlar verdiği, işçileri daha beter bir ücretli köleliğe mahkûm ettiği deneylerle sabittir. Benim kastettiğim, ücretli köleliği bugünden ortadan kaldırmak yönünde bazı deneylere girmek gerektiğidir.
Nasıl olacak bu, bir “devrimci iktidar” öngörmediğimize göre; kapitalizm şartlarında böyle bir şey mümkün müdür? Bence mümkündür. En azından bu denenmemiş bir yoldur ve toplumun çeşitli kesimleri bugünden bu tür deneylere girişmelidirler. Örneğin belli bir işyerindeki işçiler, bir yandan patronu ücret arttırma talebiyle sıkıştırırken, bir yandan da ücrete ve paraya tabi olmayan kolektif dayanışma örgütlenmelerine gitmelidirler. Örneğin bu dayanışma örgütü (ki, sendika da başlangıçta böyle bir işçi dayanışma örgütüydü aslında) işçilerin ücrete bağımlılığını azaltacak bir mutual aid (karşılıklı yardımlaşma) ağı oluşturmaya girişmelidir. Önce son derece basitten başlayarak. Örneğin, işçilerin beslenme ve barınma ihtiyaçlarının ücretlerinden bağımsız ya da kısmen bağımsız bir şekilde karşılanmasını sağlayacak, parayla alım satımın olmadığı kooperatifler inşa etmek. Daha da somutlayayım. Ben elimdeki ihtiyaç fazlası giyecek, varsa yiyecek ve kültür ürünlerini (kitap, cd vb.) getirip kooperatife veriyorum. Bir başkası da aynı şeyi yapıyor. Bir diğeri de. Böylece kooperatifin elinde belli bir yiyecek ve giyecek stoku oluşuyor. Ben, ihtiyaç duyduğum zaman kooperatife gidip giyecek, yiyecek ve diyelim ki, kitap alıyorum. Zaman içinde kooperatif gelişiyor ve barınak işine de el atıyor. İşin içine para girmeden, inşaat işçileri kooperatifi üyeleri boş zamanlarında gelip, bir karşılıklı yardımlaşma örneği olarak bizim bölgemizde ev inşasına girişiyorlar (elbette arsa bir sorun. Bu, ya hazine arazilerinin işgaliyle sağlanabilir ya da zorunlu olarak arsa satın alınarak. Kooperatif bu noktada ister istemez para ilişkilerine zorunlu olarak bir miktar girmek zorunda kalacaktır. Tehlikeli bir alan ama zorunluysa kaçınılamaz). Bunun karşılığında biz de inşaat işçileri kolektifine ihtiyacı olan bir şeyler veriyoruz, ya mal olarak ya da emeğimizle. Böyle binlerce küçük kooperatif, kolektif, komün, yerel dayanışma örgütü kurulduğunu ve bunların kaotik bir şekilde birbiriyle dayanışma ilişkisine girdiğini düşünün. O zaman, işçilerin ya da çalışanların ücrete, dolayısıyla sisteme bağımlılığı azalacak ve işçiler patronla talep pazarlığında kendilerine daha güvenli olacaklardır. Doğrusu, taleplerin gerçekleşmesi için taleplere bağımlılığın azalması gerekiyor.
O gün 1 Mayıs meydanında baktım da, on binlerce insan, şu ya da bu şekilde umut bağladıkları örgütlerine veriyorlar potansiyellerinin çoğunu. İnsanların kafalarına yerleştirilen model şudur: Biz bir örgüte destek veririz, o örgüt büyür ve gelişir, en sonunda devrimi gerçekleştirir, biz de kurtuluruz. Ama bu boşuna bir umuttur. Böyle bir kurtuluşun mümkün olmadığı iki yüz yıldır yaşanan ve büyük acılara ve fedakârlıklara mal olan yüzlerce deneyle kanıtlandı. İsteyenler bir kere daha deneyebilirler ama bir bilim adamı aynı deneyi yüz kere yapıp aynı sonucu aldığı için nasıl artık ısrar etmezse, toplumsal mücadele alanında da yüzlerce kez denenmiş bir şeyi, sonucunu bile bile denemeye kalkışmak pek akıl kârı değildir. Sonuç yine hüsran olacaktır. Oysa o meydandaki on binlerce, yüz binlerce insan o muazzam enerjisini, aralarındaki yapay örgütsel bariyerleri de aşarak yeni özdeneylere akıtsa ne muazzam bir yaratıcı güç ortaya çıkardı.
Şundan emin olmalıyız ki, bu tür deneylere en önce karşı çıkacak olanlar bizzat “devrimci” örgütler olacaktır. Onlar, özinisiyatiften, devletten bile daha fazla rahatsız olurlar.
1 Mayıs’lar, her türlü örgüt otoritesinin yıkılıp türlü türlü özörgütlenme deneyimlerinin hayata geçeceği günleri de müjdelesin.
Gün Zileli
2 Mayıs 2012
“bilinç geliştirme”…
“İşçiler elbette ücretlerinin artmasını talep edeceklerdir, bu yönde örgütlenecek ve bunun mücadelesini vereceklerdir ama aynı zamanda işçilerin, ücretin ortadan kalktığı özgürlükçü bir toplum için mücadele bilincini geliştirmeleri gerekir.”
geliştir, geliştir, nereye kadar? ya da kim, nerede, nasıl, ne zamana kadar geliştirecek? Hababam geliştirecek mi, ya da hangi durumda tamam oldu, yemeğe oturabiliriz, diyecek, hal ister politik (“siyasi”) olsun ister dini hep aynı istek, talep; “bilinç geliştirme”! Diama aynı ahlaki, etik pranga: bilinç, irade vs
evet
Bilmiyorum gördün mü geçen şubat ayında atinadaki yoldaşların yayınladığı bir bildiri var şu adreste:
http://tr.internationalism.org/isgal-edilmis-atina-hukuk-fakueltesinden-bildirge-9-subat-kendimizi-oezguerlestirmek-icin-ekonomiyi-
Bence bu gibi adreslerde de yayınlanıp yayılsa hoş olur…
Ben yayımladım. sağ ol. Toplumsal Devrim’de de yayımlanır.
hayret, otoriter örgüt mensupları şimşekleri yağdırmaya başlamamış henüz. örgütlerimiz uyuyorlar mı? 🙂
Stalinist ya da değil,otoritenin gücünü ortaya koymak isteyen veya buna ihtiyaç duyan tüm sosyal örgütler,bu önerilere ve yaklaşımlara,değişik bir biçimde karşı çıkmalar ile sabote edeceklerdir…Anarşistlerin yada anarşistlere yakın olanların böyle bir sabotajı göğüslemek için hazır olmaları gerekir.
kesinlikle böyle deneyimler elzem.paranın yönettiği bir hayatımız var.bundan özgürleşemdik.belki de sadece bu konularda konuşup hiçbir şey yapamadığımızdandır bu.artık küçük küçük olsa böyle alternatifleri hayatımıza geçirerek söyleyeceklerimizi anlatırız.büyük teorilerden de böylece özgürleşmiş oluruz.
>>En son çıkan “Borç: İlk 5000 yıl” adlı kitabınıza gelirsek, bu kitapta paranın, borcun ve piyasaların ortaya çıkışıyla ilgili önemli savlarda bulunuyorsunuz. İlkel toplumlarda takastan ziyade bir hediye alıp verme kültürünün olduğunu iddia ediyorsunuz.
Aslında ilkel toplumlarda takas vardı ama sadece yabancılarla yapılan bir ekonomik alışverişti. Toplumlar kendi içlerinde ise her şeylerini paylaşırlardı, buna da hediye ekonomisi diyoruz. Birisi komşusuna ineğini verirdi, o komşu da kendisini borçlu hissedip bir şey geri verme ihtiyacı hissederdi. “10 tavuğa 1 inek” gibi miktarlar belirlenmiyordu. Ne zaman ki borç böyle rakamlarla ifade edilebilir hale geldi, o zaman paranın ortaya çıkması söz konusu oldu. Çünkü “10 tavuğa 1 inek” gibi bir takas formülü, ekonomik alışverişte yer alan kişinin 10 tane tavuğa ihtiyaç duymadığı zaman bozuluyor. Böylece ödeme kolaylığı olarak işin içine para giriyor.
>>Devletsiz bir toplumun “gerçekçi olmadığı” eleştirilerini nasıl görüyorsunuz?
Birçok insan devletsiz bir toplumu hayal bile edemiyorlar ancak ben ampirik bir şekilde devletsiz toplumların nasıl işleyebileceğini gördüm. “Devletsiz bir toplumda insanlar birbirini öldürmeye başlar, toplum kaosa sürüklenir,” diyen insanlara sormak lazım. “İnsanların başka insanlara karşı şiddet kullanmamasının sebebi polis mi?”. Bence insanlara onlar çocukmuş gibi davranırsan onlar da çocuk gibi davranmaya başlarlar. Devletsiz bir dünyada ekonomik anlamda da çok farklı bir tabloyla karşılaşırız. Hedge fonları için yazılım yazan binlerce matematikçi, paylaşımı daha adil ve etkin yapacak programlar yazabilir. Bence günümüz teknolojisi devletsiz bir toplum için birçok olasılık sunar.
not:Londra Üniversitesi’nde görev yapan ve Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) hareketine fikirsel olarak yön vermiş olan anarşist sosyal antropolog David Graeber ile yapılmış olan ropörtajından alınmıştır.dileyen bir gün gazetesindeki bütününü okuyabilir.
Protesto kavramı baştan iktidarın göstericilerden üstün olduğunu kabullenir, çünkü onlardan talepte bulunmuş olursunuz. Küreselleşme ya da NATO karşıtı gösterilerde Bush’un resimleri taşınıyordu, bu onu olduğundan önemli kılar. Bir kasaba düşünün. Belediye başkanı suyu paralı hale getirmek için özel bir şirketle anlaşmış olsun. Eğer halk gidip belediyenin önünde gösteri yaparsa bu protestodur. Belediyenin etrafında oturup kuşatırsa bu sivil itaatsizlik olur. Herkes evinin bahçesinde kuyu açarak su ihtiyacını karşılarsa bu ‘doğrudan eylem’ olur.
‘İŞGAL ET’ PROTESTO DEĞİL
‘İşgal Et’ doğrudan eylem ruhuyla şekillendi. Doğrudan eylem mevcut iktidar yapılarının meşruiyetini tanımaz. Anarşist gelenek “Her şeyi şimdi yapalım” der. Herkes ‘Hareketiniz ne istiyor?” diye soruyor; iktidardan bir talebimizin olmamasını sağlamak en önemli şey.
En başında İşgal Et’in bir protesto gösterisi olmaması için çaba sarfettik. İşgal edilen yerlerde kurulan halk meclisleri ve çalışma grupları hiyeraşik değil, herkesin söz hakkı var; kararlar ortak rızayla alınıyor.
egemen ideolojinin devasa hegemonyasının yarattığı kirlenme gibi bizdeki liberter devrimci geleneklerin esas olarak kömüntern anlayışının külliyatından beslendiğini hatırlarsak yeni yeni özgürlükçü geleneklerle anarşizmin evrensel birikimleri ile tanıştığımızı hatırlarsak zihinlerimizdeki karakollardan kurtulup özgürleşmemizin zaman aldığını yadırgamalıyız.talep etiklerimizin aslında bizim gerçekleştireceklerimiz olduğunu unutmadan sistemin çeşitli yollarda hayatın dışına çıkardığı geleneklerin asıl başarı öyküsünün sahibi 80 yıllık ceberrut düzenin mağduru toplumsal muhalefetle birlikte iş yapma pratiklerini geliştirebilirsek cebinden vergiyi sırtından jopu karakolda işkence rağmen hayata tutunup varlığını sürdürme başarısını gösteren halkımızdan öğrenerek birlikte pratik işler yaparak onun gibi yeni başarı öyküleri yaratabiliriz.talep eden devletçi dilin yerine yapılacak en verimli iş bu olabilir
‘yadırgamamalıyız’ olmalıydı
Tüm talepelerin ve hareketlerin bütün vitrini 1 Mayıs ve 1 Mayıs alanı olunca, hatta çoğu örgüt halen var olduğunu sadece 1 Mayıs sayesinde topluma ifşa edebiliyorsa 1 Mayısların mevcut karakterinin değişmesi çok zor bence. 6 Kasım Öğrenci örgütleri 1 Mayısta klasik devrimci örgütler için tek varlık sebebi haline geldi Ocak-Mayıs dönemi 1 Mayısa hazırlık tartışmaları Mayıs-Aralık dönemi geçmiş bir mayıs ve kim daha kalabalıktı tartışmaları şeklinde geçiyor.
Gün Abi tespitlerin doğru, söylediğin gibi 200 yıllık deneyimlerde bu örgüt mantığının kitleleri götüreceği bir yer olmadığını gösteriyor. Ama günümüz Türkiyesinin güncel ve reel toplumsal yaşamındada hayata kırmızı renkte bakanların elinde bu enkaz halindeki devrimci kollektifler-örgütler dışında başka hiçbir enstürmanda kalmadı. Bunlarda tamamen tarumar olduktan sonra senin daha önceki yazılarındaki yazılarında net olarak tespit ettiğin gibi faşizimin tüm unsurları ile kurumsallaştığı ülkede daha fazla yıpranan ve ezilen bir toplum görüntüsü çıkmayacak mı?
Temelin fıkrasındaki gibi “elimde bir çakar atmaz atmaca kaldı. Onuda toprağa göm diyorsun.” Sonra ne olacak??
Çağrı, ben halihazır örgütler ortadan kalksın demiyorum. Doğadaki her canlının bir yararı olduğu gibi, bu örgütlerin de bir yararı var kuşkusuz. Ama ben yeni ve alternatif örgütlenmelere gitmek gerekir diyorum. Halihazır örgütlenmeler bu alternatif örgütlenmeleri önlüyorlarsa – ki bir ölçüde önlediklerini düşünebiliriz – yeni bir toplumun bugünden inşasına engel teşkil ediyorlar demektir. esas önemli olan, yeni bir toplumu özleyen insanların bu yeni ilişkileri inşa etme iradesi göstermeleridir. Bu irade yoksa hiçbir şey yapılamaz.
Devletin 1 mayıs konusundaki otoritesi bir yana Türkiye Devtimci Hareketinin geçen sene ve bu seneki 1 mayısta değişimi ve türkiye realitesini yavaş yavaş anlamaya başlamaları olarak bakabiliriz ama bu değişmi kendileri istemiyor sürecin getirdiği zorlamayla yapan gruplar var ve bu grup fanatizmi yapan insanlar silahsızda siyaset üretilebileneceğini anlamak istemiyorlar adamlara diyosun devletin şu an geliştirdiği sürece radikal bir teşhir politikası yürütmek gerekiyor dediğin zaman adam silahı anlıyor
Türkiye Devrimci Hareketi bence özellikle 70-80’li yıllar dan daha kötü bir durum sergiliyor 12 eylül darbesinden bu yana 30 küsur yIl geçti ama bir toparlanma bir değişimi görmek çok zor
Geçmişin radikal eleştirisi yapılmammış yenilgi bu günkü gruplarda süreklilik halini almış bilmem xxx grubunun 1976 yılında tüm türkiyede dergi tirajı 120 binlerdeyken şimdi bu tirajları görmek çok zor en basitinde bir örnek
Artık eskiyle bir yere gitmek mümmkün değil dolayısıyla statikoculuğu eline almış, realiteden uzak bu grup ve inanlarla en küçük bişeyler yapmak çok zor
her kişi daimi devrimlerden demvurup durur.buna mualifleri de katıyorum.fakat bu sadece söylemsel düzlem de tüketilip yaşamsal olana aktarılmıyor.
toplumların olduğu gibi kişilerin de bir tarihi vardır.bunu mitler,gelenekler ve töreler oluşturur.toplumun da tarihi böyle kurulmuştur.bu yapılarla ve bununların işlevleriye pek ilginemiyoruz.iktidarın belirlediği yapay gündemlere o kadar çok odaklanmış bulunuyoruz ki asıl mücadele etmemiz gereken yapılarını unutuyoruz.
Dünyadaki tüm toplumlar o an geldiği zaman (bıçağın kemiğe dayandığı an) kurtuluşları için en iyi savaşçılığı yaparlar savaşçılık, silah olgusu yüzyıllardan beri var olan bir askeri olgu
İran devrimi şah ayaklanan kitleye silah doğrultamadı silah kullanmak şahın kaderini değiştiremiyecekti kansız bir değişim
İnsanlar kapitalizmden kurtulmak istemedikleri sürece on binlerce profesyonel kadronuz olmuş ne ye yarar. Kapitaliz mi tüm toplum reddetmediği süreçe kapitalizm dünyayı yok edene kadar yoluna devam edecek
Sayın Zileli’nin de belittiği gibi bu irade yoksa aynıya devam
bugününü değiştiremeyen yarınıda dünkü gibi olacak
Devrimci 24 Nisan – Karşı Devrimci 1 Mayıs
“Gerçeklik somuttur” Yani değişen koşullara göre, doğru her an değişebilir. Yerinde ve dozunda kullanılmazsa en şifalı ilaçlar en öldürücü zehir olurlar; yerinde ve dozunda kullanılırsa en öldürücü zehirlerden de en şifalı ilaçlar yapılabilirler.
Buradaki “doğru” veya “gerçeklik” kavramı, elbette ezilenlerin kurtuluşuna azami katkı; ezilenlerin genel ve tarihsel çıkarına uygunluk anlamındadır. Yoksa ezenler açısından doğru farklıdır, ezilenler açısından farklı.
Evet, bugünün Türkiye’sinde 1 Mayıs karşıdevrimci, en korkunç karşı devrimin yaşandığı 24 Nisan’ın gündemleştirilmesi devrimcidir.
Neden böyledir?
Çünkü bugünün Türkiye’sinde 1 Mayıs, “sınıf”, “enternasyonalizm” vs. diyerek, demokratik görevlerden kaçmanın; böylece Türk Devletinin ve Ulusunun, varoluşunu, Türklüğünü ve doğuşunu gündemden düşürmenin, dolayısıyla onun devamına hizmet etmenin bir aracı haline gelmiştir.
Bugünün Türkiye’sinde en temel sorun demokratikleşme, demokratikleşmenin en temel sorunu da devletin ve ulusun Türklükle (ve de Sünni Müslümanlıkla) tanımlanmış olmasıdır.
Bu esas hedefi gözden kaçıran her politik girişim demokrasiye karşı çalışır, var olan sistemin devamına hizmet eder.
Savaş sanatının altın kuralı güçlerin en irisini düşmanın en yaralanabilir yerine yığmaktır.
Türkiye’deki sosyalistlerin güçlerini en iri biçimde bir noktaya yığabildikleri yer ve zaman 1 Mayıs’ta İstanbul gösterileridir.
Bu gösteriler yıllardır, en radikal olduğu zamanlarda bile, yani Taksim için mücadele ettiği zamanlarda bile, savaşın bu altın kuralını ihlal ediyorlardı.
Çünkü Türkiye’de bu rejimin en yaralanabilir yeri, onun varoluşudur.
Çünkü onun varlığı Ermeniler ve Rumlar ve diğer Hıristiyanların yokluğuyla mümkün olmuştur ve yok oluşun sorgulanmamasıyla devam edebilmektedir.
Ve o yok olanlar, yok oldukları için artık yok edilişlerini sorgulayamayacaklarına göre, Türkiye’nin Demokratikleşmesinin tek yolu, Türklerin kendi varlıkları ile bu yokluğun ilişkisini görüp, Türklüğü yok etmeye yönelmeleri; Türklerin birer Demokrata dönüşmeleri gerekmektedir.
Türklüğü yok etmek, Türklüğü kişilerin özel sorunu yapmak; ulusun ve devletin Türklükle tanımlanmasını ortadan kaldırmak demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin (T.C.) yerine bir Demokratik Cumhuriyet (D.C.) kurmak demektir.
Türk ulusu, Hıristiyanların katli ve sürülmesiyle geride kalan ve bu eyleme katılan Müslüman ahaliden yaratılmıştır. Müslümanlar, Hıristiyanları katlederek, sürerek, mallarına konarak Türk olmuşlardır.
Bu nedenle Türkiye’nin demokratikleşmesi, Türklerin Türklüğü karşı mücadeleye girmeleri olmadan mümkün değildir. Yani ulus hiçbir şekilde Türk dili ve tarihiyle tanımlanmamalıdır. Elbette kategorik olarak herhangi bir dille, dinle, etniyle, soyla, sopla, tarihle de tanımlanmamalıdır ama Türklere düşen önce iğneyi kendilerine batırmaktır.
Hazreti Muhammet’in dediği gibi, savaşların en kutsalı İnsanın kendi nefsine karşı savaşıdır. Bugünün Türkiye’sinde bu kutsal savaş, Türklerin kendi Türklüklerine; yani devletin ve ulusun Türklüğüne, Türklükle tanımlanmasına karşı savaşıdır.
Türkler bunun için mücadeleye girmedikçe, yani Türk devletini ve kendilerini ortaya çıkaran tarihe karşı mücadeleye girmedikçe bir Demokrata dönüşemezler; Türkler birer Demokrata dönüşmedikçe de bu ülkede en küçük bir demokratikleşme olamaz.
O halde, bu sorun en temel, rejimi ve devleti en can alıcı yerinden yaralayabilecek, güçlerin en irisinin yığılabileceği ve yığılması gerektiği sorundur.
Bütün sosyalist ve demokratik strateji, bunu gündemleştirme üzerine yoğunlaşmalıdır.
İşte 1 Mayıs’lar ise tam da bu yapılması gerekeni yapmayarak, gözlerden kaçırarak, unutturarak hem kendi varlığıyla gün olarak, 24 Nisan’ı ikinci plana iterek; hem içeriğiyle (yani “enternasyonalizm”, “işçi sınıfı”, “sosyalizm”, “anti globalizm”, “Anti emperyalizm”, “başka bir dünya mümkün” vs. türünden söylemiyle); hem de biçimiyle (bir tür karnavala ve ritüele dönüşmüşlüğü ve bu gerici devletin demokrasi vitrininin mankeni oluşuyla) bu devletin varlığına hizmet etmektedirler.
Yanlış bir strateji içinde doğru işler yapılamaz.
Yapılması gereken stratejik bir dönüş olmalıdır. Demokratik görevlerden kaçmayan sosyalistler, radikal demokratlar 1 Mayıs’ın artık somut olarak karşı devrimci bir işlev gördüğünü; 24 Nisan’ı ikinci plana atmak; demokratik görevleri mücadele hedefinden uzaklaştırma işlevi gördüğünü söyleyip, “Türkiye’de 1 Mayıs 24 Nisan’dır” sloganıyla harekete geçmelidir.
Ancak bu takdirde 24 Nisan ve demokratikleşme gündeme taşınabilir. Ancak bu takdirde, sınırlı güçler efektif olarak kullanılıp düşmanın en yaralanabilir yerine yığılabilir.
Evet, ritüelleşmiş, demokratik görevlerden kaçmanın aracı sistemin devamının aracı olmuş 1 Mayıs’a karşı, devrimci 24 Nisan.
Söyleneceklerin içeriği bir yana, 24 Nisan’ı gündemleştirmenin kendisi bile devrimcidir. Bu rejimi, bu devleti, bu ulusun Türklük ve Sünni Müslümanlıkla tanımlanmışlığını kökünden sarsar.
1 Mayıs’ta ise, en devrimci ve yıkıcı talepler ve sloganlar bile 24 Nisan’ı gündemden düşürmenin aracı oldukları için sistemin devamına hizmet eder.
Bütün Müslüman ve Türkleri (ve de kendilerinin birer Müslüman ve Türk değil ama sosyalist olduğunu söyleyen Türklüğün varoluşunu sorgulamaktan kaçan Türk sosyalistlerini) birer Demokrat olmaya; ilk elde 24 Nisan’ı gündemleştirmeye çağırıyoruz.
İster “Kutlu Doğum Haftası” (20 Nisan), ister “23 Nisan Çocuk Bayramı”; ister “1 Mayıs” olsun bütün bunlar 24 Nisan’ı unutturmanın ve gündemden düşürmenin araçlarıdırlar.
Müslümanlar,
Kutlu Doğum Haftası’nın aslında Ermeni Katliamını unutturmanın ve unutmanın birer aracı olarak tertiplenip gündemleştirildiğini unutmayınız ve onu devletin bu komplosuna karşı “Kanlı Ölümleri Hatırlama Haftasına” çeviriniz. Devleti onun kendi silahıyla vurunuz. Devletin ve Diyanetin resmi Müslümanları olmaktan çıkıp, Müslümanlığın eşitlik ve merhamet vazeden özüne dönünüz.
Türkler,
23 Nisan’ın 24 Nisan’ı unutturmak ve hafızalardan kazımak için bayramlaştırıldığını unutmayınız. 23 Nisan’ı 24 Nisan’ı hatırlamanın bir aracına çeviriniz. Türk olmaktan çıkıp birer Demokrat olunuz. Devleti onun kendi silahıyla vurunuz.
Sosyalistler,
1 Mayıs’ı 24 Nisan, 24 Nisan’ı 1 Mayıs yapınız. Sadece geriye kaçılmaz, ileriye de kaçılır. “Sosyalizm”, “sınıf” vs. diyerek ve de böylece ileriye kaçarak, demokrasi düşmanı devletin bir aracı olmaya son veriniz. Sosyalist olmanın ilk koşulunun tutarlı bir demokrat olmaktan geçtiğini unutmayınız. Demokrat olmayan bir sosyalizmin her zaman Nasyonal Sosyalizme yani en kanlı faşizmlerin aracı olmaya vardığını unutmayınız. 1 Mayıs’ı 24 Nisan’ı hatırlamanın bir aracı yapınız. Onu kendi silahıyla vurunuz.
Ancak böyle 24 Nisan’ı unutma ve unutturmanın araçları 24 Nisan’ı hatırlamanın araçlarına dönüşürler.
Bu devlet kendi oyununa ancak böyle getirilebilir.
Ceza suçun cinsindendir.
Demir Küçükaydın
demiraltona@gmail.com
(Bu yazı 2013 yılında yazdığımız bir yazının kısaltılmış ve biraz değiştirilmiş bir versiyonudur.)
http://demirden-kapilar.blogspot.com/2014/04/devrimci-24-nisan-kars-devrimci-1-mays.html