Toplumsal Yapı ve Ulusal Hareket (köxüz)
Bu yazının esas konusuna girmeden önce, “Politik Olan Özeldir” (KöXüz, sayı:7, Nisan 1997) adlı yazısını okuduğum zaman (ne yazık ki üç yıllık bir gecikme söz konusu) sevgili arkadaşım Demir Küçükaydın’ın, bizim ’68 kuşağının en yaratıcı ve en özgün yazarı olduğunu düşünmekle yanılmadığıma bir kere daha kani olduğumu belirtmeliyim.
Ne var ki, Demir, ulusal soruna gelince (Yeni Zamanlar’ın 4. sayısında çıkan “Kültürel Özerklik ve Lenin” yazısını da kastediyorum), bu özgünlüğünü bir kenara bırakıyor diyemeyeceğim ama, bir anlamda onu “kötüye kullanıyor” ve yaratıcılığı, zekâ oyunlarına dönüşüyor.
Bu yazıda, işte Demir’in böyle bir yazısının üzerinde durmak ve eleştirmek istiyorum.
KöXüz’ün, Yaz 1999 tarihli, 12 sayısında yayınlanan, “Türk Solu ve Kürt Ulusal Kurtuluş Hareketi” başlıklı yazısında Demir Küçükaydın, Kürt ulusal hareketi karşısında destekleme ve desteklememe tutumu alan Türk solunun iki kesimini de (ÖDP ve “radikal” sol), “tarihsel maddeciliğin, düşünceyi varlık belirler” anlayışını kavrayamamakla eleştiriyor. Ona göre, örneğin ÖDP, Kürt ulusal hareketini “demokratik” olmadığı gerekçesiyle desteklemez, “radikal” sol ise “anti-emperyalist” olduğu gerekçesiyle desteklerken, aynı bakış açısına sahipler aslında. Her iki kesim de ulusal kurtuluş hareketini, onun maddi toplumsal temeli açısından değil, ideolojisi açısından değerlendiriyorlar.
Demir, ortaya attığı eleştiriyi inandırıcı kılmak için, yazılarında hep yaptığı gibi, farklı alanlardan, geçmişten örnekler verme yoluna gidiyor ve 1970’li yıllardaki “Sovyetler Birliği’nin niteliği” tartışmasına uzanıyor.
“… şu tarihte karşı devrim partiye egemen olmuştur ya da parti hep sosyalist olmuştur diyenler, gizli olarak aynı varsayıma sahiptiler: Partinin çizgisinin toplumun sosyo ekonomik yapısını belirlediği; düşüncenin varlığı belirlediği… Bu tartışma içinde sadece Troçkist gelenek, Tarihsel maddeciliğin kavram sistemine dayanarak bu tartışmayı yürütüyordu. Ülkenin niteliği onun sosyo ekonomik yapısından hareketle kanıtlanmaya çalışılıyordu.” (Agy, s.8)
Doğru, Sovyetler Birliği’nde ya da diğer “soyalist” ülkelerde partinin ya da parti “çizgisi”nin belirleyici olduğunu sanmak büyük bir ilüzyon, büyük bir yanılgıydı. Tam tersine, partinin çizgisini belirleyen sosyo-ekonomik yapı olmuş, adeta yapı, çizgiyi dikte etmişti. Rus toplumu, devrimden önce ve 1920’li yıllarda, dünya kapitalist sisteminin dayatması sonucunda, bir sanayi toplumu olmanın eşiğine gelmişti, bunun “sancısını” çekiyordu (bu ifadem, sanayileşmenin zorunlu bir aşama olduğunu düşündüğüm anlamına gelmemelidir, bu sadece, kapitalist sistemin dayattığı bir zorunluluktur). İşte SBKP’ye, hızla sanayileşme ve merkeziyetçi devlet kapitalizmi politikasını dikte eden bu toplumsal yapıdır. Demir’in de belirttiği gibi, toplumsal yapıyla ideoloji arasında bire bir mütekabiliyet yoktur ama, böyle temel noktalarda da çok büyük bir uyumsuzluk olamaz. Demir, olumlu buluyor ama, aslında Troçki ve taraftarlarının yaptığı, tam da kendisinin eleştirdiği, toplumsal yapının ideolojiyi belirlediği önermesinin reddiydi. Troçki, bir yandan Sovyetler Birliği’nin toplumsal temelini sosyalist olarak nitelendiriyor, diğer yandan, egemen üst yapıyı “bürokrasi” olarak değerlendiriyordu. O zaman nasıl oluyordu da, sosyalist bir toplumsal temelin üzerinde, sosyalizme düşman bir bürokrasi yükselebiliyordu. Böyle uyumsuzluklar, çok kısa süren geçiş dönemlerinde olsa bile, toplumsal yapının eninde sonunda kendine uygun bir ideolojik yönelimi dayatması kaçınılmazdır. Nitekim, hızlı sanayileşme aşamasında bu toplumsal yapıya uygun olan Stalinist bürokrasi, Sovyet toplumunun sanayileşme aşamasını gerçekleştirmesinden sonra toplum için ağır bir yük haline gelmiş ve alaşağı edilmiştir.
Demir, “gerek demokratlık, gerek anti-emperyalistlik, gerek enternasyonalistlik, gerek örgüt içi demokrasi vs., bunların hepsi bir hareketi, toplumsal konumundan hareketle değil, ideolojisi ile tanımlamakta ve tavrını ona göre belirlemektedir.” (Agy, s.7) derken, bir anlamda kendi “tuzağına” düşmektedir. Çünkü bu cümlenin ardından hemen şunu sormamız mümkündür: Madem ki, ideolojiyi toplumsal yapı belirlemektedir, ideolojinin toplumsal yapıdan bu kadar bağımsız, bu kadar başıboş olması mümkün müdür? Ortada bir ideoloji varsa, bu ideolojinin (bire bir mütekabiliyet olmasa bile) de bir toplumsal yapıya ya da hareketin maddi zeminine dayanması gerekmez mi? Buradan hareketle, örneğin PKK’nın ideolojisinin, onun toplumsal tabanından türediğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Nedir bu toplumsal taban? Elbette, artık iyice gelişmiş ve Türk devletinden daha fazla yönetsel taviz kopartma peşinde olan Kürt burjuvazisi (hareketin “plebyenliği” bu durumu ortadan kaldırmaz, özellikle “kahramanlık dönem”lerini yaşayan bütün ulusal kurtuluş hareketleri plebyendir, yani fiili savaşçılar köylü ya da işçi çocuklarıdır). Bu durumda, bütün ulusal kurtuluş hareketleri gibi, Kürt ulusal kurtuluş hareketi ve onun fiili önderi durumunda olan PKK, bir Kürt burjuva hareketidir. (PKK’nın bugün bulunduğu konuma, Türk devletinin hizmetine girmeye hazır olduğunu ilan etmesine hiç değinmiyorum).
Devrimciler (bu deyimle, kapitalist sistemi kökten yıkma yanlılarını kastediyorum), iki emperyalistin kavgasında yer almayacakları ve taraf tutmayacakları gibi, iki burjuvazinin kavgasında da yer almamalı ve taraf tutmamalıdırlar. Bunun somut anlamı, PKK’nın desteklenmemesidir. Ben, bunu söylerken, birinci olarak, Demir’in yazısında eleştirdiği gibi bir ideolojik tavırdan değil, toplumsal temelden yola çıkıyorum, ikinci olarak ise, bunu söylemem, hakim burjuvazinin Kürt halk kitlelerinin üzerindeki zulüm ve baskısına sessiz kalmam anlamına gelmiyor. Ama, ulusal baskıya karşı çıkmak başka şeydir, herhangi bir ulusal kurtuluş hareketini desteklemek başka şeydir.
Farklı burjuvaziler arasındaki pay alma savaşlarını, “anti-emperyalizm” ya da “ezilen ulusun sömürgeciliğe karşı mücadelesi” gerekçesiyle desteklemek, pratikte kapitalizmin yaygınlaşmasını desteklemek anlamına gelir. Yeni ulusal devletlerin kurulmasını ya da ikincil konumdaki burjuvazilerin halihazır devletten daha fazla yönetsel pay alma mücadelesini desteklemenin kapitalizme zarar verdiğini düşünmek büyük bir yanılgıdır. Bırakın günümüzdeki bu tür hareketleri, 1960’lı yıllarda dünyayı sarsan Vietnam ulusal kurtuluş savaşının bile, aktüel olarak Amerika’yı hedef almakla birlikte, aslında kapitalizmi zayıflatmadığı ortaya çıkmıştır. Vietnam’lılar, bugün kendi devletlerini yaşatmak için, aynı Çin Halk Cumhuriyeti gibi, kapitalizmle içli dışlı olmanın yollarını aramaktadırlar.
Demir, “bir ulusal hareketin ezilmeye ve sömürgeci tahakküme karşı … desteklenmesi gerektiği”nden (Agy, s.7) söz ediyor. Ne var ki, hiç bir ulusal hareket “ezilmeye” ve “sömürgeci tahakküme” karşı değildir aslında. İki yüzyıl boyunca örneklerini bol bol gördüğümüz gibi, bütün ulusal hareketler, devlet kurma (ya da eski devlete ortak olma) yoluyla, ezmenin ve sömürgeci tahakkümün yeni adaylarıdır. Bu yüzden, ulusal hareketleri desteklemek, “grev yapan işçiyi işverene karşı” (Agy, s.7) desteklemekle aynı şey değildir. İşçiler, işçi konumunda oldukları sürece, sınıfsal anlamda ezen ve tahakküm eden konumunda olamazlar, bu yüzden grevleri elbette desteklenmelidir. Ama, bırakın yeni devlet kurmayı, daha bunu başarmamışken bile fırsat bulduğu yerde ezen konumuna geçebilen ve sömürgeci tahakküm ilişkilerini yeşertmeye yönelen ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemek, kapitalizmi desteklemenin de ötesinde, tahakküm ilişkilerine omuz vermek anlamına gelir.