Sungur Savran/Sandığa isyan yol göstermeli!
Burjuvazinin “sol” gazeteleri sevinç içinde. Solda birlik kuruluyormuş. Önce CHP ile HDP’nin İstanbul pazarlığı gündeme geldi. HDP büyükşehir belediye başkan yardımcılığı ve dört ilçe belediyesi istiyormuş. Ardından, ÖDP, TKP ve Halkevleri’nin CHP ile pazarlığı sızdı. Şimdi de Beyoğlu konusunda bu beş odak arasında bir aydır görüşmeler yürütüldüğü belli oldu.
Bizim bildiğimiz, ÖDP, Halkevleri, TKP ve Kürt hareketindeki bütün tereddütlere rağmen HDP, Gezi Direnişi diye anılan halk isyanına taraftar güçlerdi. Buna karşılık CHP yönetimi ilk iki gün Gezi eylemini parmak uçlarıyla tuttuktan sonra AKP’nin daha yumuşak kanadıyla birlikte mücadeleyi söndürmeye girişti. Kılıçdaroğlu hem Gül’le, hem de Arınç’la tam da bu amaçla görüştü, Tayyip Erdoğan’ın sert yöntemlerine karşı bir cephe oluşturmaya soyundu. Tabanının ne yaptığını tartışmıyoruz. CHP, parti olarak isyanın içinde değil, itfaiyeciler cephesindeydi. Sosyalistler halk isyanının ortaya koyduğu yol ve programı benimsiyorsa, bunun sonucu CHP ile sözde “ilkeli ittifak” değil, ittifak yapmamayı ilke edinmektir.
CHP, Türkiye’nin kaderini dış politikada ABD ve İsrail’e, ekonomide İMF ve TÜSİAD’a, iç politikada ise AKP’yi iktidardan düşürmek için en kirli ittifaklara yaslamaya hazırlanıyor. Kirli ittifakları mı soruyorsunuz? En son sızan Adana (Aytaç Durak) ve Hatay İskenderun’da (Mete Aslan) eski MHP’li adaylar konuşuluyor! Böyle bir CHP ile yürümek, hem isyana sırt çevirmektir, hem intihardır. İntihardır, çünkü dünyanın ve Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu dönem, her an yepyeni büyük sarsıntıları, krizleri ve savaşları, devrimleri ve karşı devrimleri bütün sertliğiyle gündeme getirebilecek bir karakterdedir. Yarın AB’nin ekonomik krizi kontrol altına alınamaz hale gelir ve Türkiye de derin bir sarsıntı yaşarsa, TÜSİAD’ın çıkarlarını mı savunacaksınız, işten atılacak işçileri mi? Yarın emperyalizm Ortadoğu’da bir savaşa girişirse, bu cephe ile ne yapacaksınız? Yarın isyan bambaşka biçimlerde de olsa yeniden yükselişe geçerse, barikatlara mı çıkacaksınız, Kılıçdaroğlu-Sarıgül partisiyle itfaiyeciliğe mi soyunacaksınız?
İsyan, seçim sandığının on bir yıldır yapamadığını yaptı. Büyük halk kitlelerini birleştirerek ve radikalleştirerek AKP’yi salladı! Şimdi yapılması gereken, isyanın gelecekteki yolunu döşemektir. Her kim Anadolu’yu saran isyan ateşinde taleplerini ortaya koymuştur, bütün hepsinin bir cephesini kurmak gerekir. Artık cephenin adı İsyan Cephesi olmalıdır. Seçim platformu bütünüyle Gezi’den Hatay Armutlu’ya kadar yükselmiş talepler temelinde formüle edilmelidir. Bu taleplerin ekseni, şimdilik özgürlüktür, bütün ezilenlerin haklarının savunulmasıdır, AKP hükümetinin alaşağı edilmesidir. Buna işçi hareketinin Gezi’ye destek veren kanadının taleplerini eklemek gerekir. Tayyip Erdoğan’ın cepte keklik saydığı yüzde 50’sini dağıtmak için yüzde 99’u bir araya toparlayacak bir program gerekir.
Bakın Arjantin’e, örnek orada. 2000’li yılların başında yaşanan bir devrimci krizin yarattığı potansiyel temelinde Arjantin’in Marksistleri son yıllarda FİT adında bir cephe yarattılar: İşçilerin ve Solun Cephesi. Bu cephe 2011 seçimlerinde 500 bin oy aldı. Bu yıl Ekim ayında ise 1,2 milyon! Birkaç tane de milletvekili çıkardı.
Biz burada ne mi yapalım? HDP, ÖDP, TKP ve Halkevleri de dâhil olmak üzere en geniş sosyalist cepheyi isyana sahip çıkma temelinde bir araya getirelim. Gezi’yi ve Armutlu’yu sandığa taşıyoruz diyelim. Sizi temin ederim, oy patlaması yaşarız! Propagandamızda milyonların eyleminin esas kurtuluş olduğunu işleyelim. Halkı diri tutalım. İsyanı emekle büyütmek üzere işçi sınıfının en önemli sorunlarını (kıdem tazminatı, özel istihdam büroları, taşeron işçilerinin hakları, kadın istihdamı paketi, işçi sağlığı ve iş güvenliği, bölgesel asgari ücret) samimi biçimde kucaklayalım. Bunları, Kürtlerin, Alevilerin, kadınların, eşcinsellerin ezilmesine karşı mücadeleyle birleştirelim. Bakın nasıl başarılı oluyoruz!
İsyan sonrası Türkiye öncesinden farklıdır. Saati siz geri çevirmeyin! Örgütlü güçler, halkın gerisine düşmeyin!
Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Aralık 2013 tarihli 50. sayısında yayınlanmıştır.
Bu yazıda birinci yanlış saptama “gezi isyanı” öncelikle siyasal bir isyan değil, “kültürel” bir isyan olduğunu sanılmasıdır. Gericiliğin, Totaliter, nobran; “batıcı orta sınıfı” ahlaksızca aşağılayan bir “Başkan Baba’nın”, “gemini ağzına almış”, pervasız gidişine “dur” eylemidir.
Buradan büyük siyasal yorumlar çıkarmak doğru değildir. Bu isyan öncelikle sınıfsal-ekonomik temelde değildir. “Doğu’nun Batısında” yer alan Türkiye’nin özgün coğrafyasında, Modernleşme-Laiklik ekseninde dipten dibe son 150 yıldır süregelen “Doğu-Batı”, “İleri-geri” , “kültürel-ideolojik” çelişkilerden çatlamış bir isyanıdır. Başlangıçta, 31 Mayıs-1 Haziranda bu çok netti! Gezi isyanı bir “orta-sınıf” isyanıdır.
Bu “isyanın” kaybedeni bellidir; kazananı ise Halk’tır! Hiç bir siyasal parti kendine bir şey devşiremez! CHP ve BDP dahil… Başlangıçta BDP’nin çok ciddi olumsuz refleksi görmezden gelinemez. (Görmezden gelenin entelektüel dürüstlüğü tehlikeye girer!) Sonra “önderleri” ‘onları’ düzeltti… (Ya düzeltmeseydi ne olurdu sorusunun cevabı da ne kadar ürkütücü değil mi?)
Ama bu topraklarda ilk kez görülen yapısıyla; doğuşu-örgütsüzlüğü-samimiyeti-naifliği-çoğulluğu, “insaniliği” ile ezberlerimize göre güçsüz olması gerekirken, aksine güçlü oluşu bize çok şey öğretmeli! “Apolitik” denilen insanların bu dar-sınırlı isyan hareketiyle nasıl politize olduğunu anlayarak “kendi” politikamızın da sanmadığımız kadar “insandan” kopuk-bir anlamda apolitik olduğunu sorgulatabilir…
İkincisi, bu gerçek bir Halk isyanıydı; bu isyanı hiç bir şekilde öngörememiş, insanların içinde birikmiş öfkeyi -içinde olmadıkları için- hiç bir şekilde kestirememiş öncelikle sol siyasetlerin ne denli “hayatın-insanların” dışında oldukları kanıtlanmıştır. Bu “demokratik merkeziyetçi” yapıların yalnızca merkeziyetçi, dar çevreci olduklarını da göstermez mi? (Tüm sosyalist parti’ler kendilerini lağvederek 1960-70 lerde olduğu gibi dernekçilik, seminer’cilik, oda’cılık yapıyor olsalardı bugünkünden daha çok kitleselleşir, toplumun nabzını tutarlardı! Bu hiyerarşik, salt merkeziyetçi yapılar-partiler sosyalist düşünceyi yalnızca vitrinlerden sergilenen “şey” haline getiriyor. Bir avuç insanın egosunu tatmin ediyor; onlara etiket veriyor! Son on yılda en sorumlu ‘makamlarda’ bulunmalarına karşın ne kadar azaldıklarına bakıp istifa eden oldu mu? “Böyle olmuyor” diyerek ‘halkın bağrına’ dönmeye kalkan gördük mü? Gezi İsyanı her şeyden önce bu “koca-koca” örgütlerin baştan sona örgütlenme-iletişim sorunlarının olduğunu açık etmez mi?)
Üçüncüsü, CHP ile ilgili eleştiriler çok acımasızca! O “kendi tabiatına” uygun davranıyor! Ama önümüzdeki seçimlerde CHP’nin yüksek oy almasının hiç bir zararı yok! Çünkü bu topraklarda T.Erdoğan kadar “ötekine” saygısız bir başbakan olmadı! Bir insanı siyasal olarak tutuklayabilir, hapsedebilir, hatta idam da edebilirsiniz! Ama “yaşama tarzını” beğenmeyerek, aşağılamak, öncelikle kadınlar üzerinden şahsen-zorba baba figürünü üstlenerek, gerici bir psikolojik terörü beslemek, ekonomik sömürü bir yana, karakterlerin-ruh’un-kimliklerin de sömürüye dahil edilmesi belki ancak padişahlar zamanında olmuştur. En sıradan bir muhalif bile para cezalarıyla, soruşturma açılmasıyla, karakola çekilmesiyle yıldırılmak isteniyor. Hoşuna gitmeyen bir köşe yazarı bizzat başbakan tarafından aşağılanıyor… -12 Eylül sonrasını yaşamış, zulmünü görmüş biri olarak yazıyorum; K. Evren’in kendi de, hukuku da bunun kadar tiksinti verici değildi; en azından açık sınıf savaşının “kurallarına” uygun davranılıyordu! (Bu nedenle de önümüzdeki seçimde AKP-Erdoğan’ın göçertilmesinin özel bir önemi vardır; kadınlar, mahrem alanlar, inançlar üzerinden siyaset yapanların sonunun ne olacağının gösterilmesi “Gezi İsyanının” ruhuna uygun olacaktır!)
Dördüncüsü, Sosyalistlerin de, Kürt Demokrat unsurların da -aşağıdaki kitleyi etkileyecek- bir Milliyetçilikten sıyrılmalarını sağlayabilecek ortak bir uzlaşma noktaları bulmadan, geçici seçim ittifakları bir işe yarar mı? Haklı da olsa Kürt, (ezen ve suçlu da olsa ) hem Türk halkı tabanının Din ve Milliyetçilik ile zehirlenmişlikleri özel bir rehabilitasyon gerektirmiyor mu? Bu gerçeklikler ile yüzleşmeden, Türk ve Kürt burjuvazisinin işbirlikçi-sınıfsal siyasetini analiz etmeden, bu yolda siyasal beklentileri-hırsları (emperyal politikaların Kürt-Türk sosyalistler arası hatlarda parazit yapacaklarını) görmezden gelerek bir Sosyalist Siyaset uygulanabilir mi?
Beşincisi, bu iyimserlikler çok fazla değil mi? Ülkemiz koşullarında (şahsen değil) yukarılarda siyaset yapanların reel dünya konjonktüründe, verili koşullarda, kültürel ve ekonomik alt yapı gerçekliği içinde kısa vadede bir sosyalist devrimin imkansızlığı saptanarak, ekonomik-siyasal-kültürel özgürleşme yolunda ara uzlaşmalar, bir yandan emperyal savaş siyasetini başımızdan defedecek, diğer yandan da halkların birlikte ama eşit yaşayabilecekleri ” kapitalist-burjuva ama en demokrat” siyasal seçeneklerin konuşulması gerekmez mi? (Örneğin, Arjantin! Bizim o ülke ile ne ilgimiz var! Onlar darbecilerini hapse tıktı, bizde hala nice meydanlarda ismi var! ) O. Gürsel
ne o insanları gelecek beklentisi hayalleri olan kendine toplumsal muhalefetin politik dinamiğiyim diyebilenlerin birlikte işler yapabilip egemen hegemonyaya polit başarısiyasetinin alternatifini oluşturma hayalleri bile birilerini rahatsız ediyorsa ya en devrimci öncü kendini sanmaktadır??yada egemen hegemonyanın hizmetinde olduğundan efendilerini rahatsız edecek gelişmelerden rahatsız olmuştur hangisini istersen seç?????
SİYASÎ PARTİLER DEMOKRASİ DİNİNİN MEZHEPLERİDİR.
Sırrı Öztürk
“SEÇİM” HESAPLAŞMASINDA DEVRİMCİ TAVIR
30 Mart 2014 tarihinde mahalli seçimler yapılacak. Ardından gene 2014 yılında cumhurbaşkanı seçimi ve 2015 yılında da genel milletvekili seçimleri gerçekleşecek. Bu seçimlerde uluslarötesi tekelci sermayenin yer yer yerli bir ortağı, taşeronu ve işbirlikçisi niteliğindeki yerli burjuvazinin “yüksek” çıkarlarını koruyup kollayacak sağlı “sol”lu burjuva partilerinin hangisinin iktidara geleceğinin işaretlerini verecek.
Tekelci, militarist, polis devleti kapitalist TC’nin “seçim” hesaplaşması hâkim gerici sınıfları olduğu kadar işçi sınıfı ve emekçi halklarımızı da yakından ilgilendiriyor.
“Seçim” hesaplaşması denildiğinde burjuvazinin ve de onun sistemine lafzen karşı olduğunu söyleyen burjuva ve küçükburjuva solcularının anladıklarını anlamıyoruz. Onların kullandığı dil, terim, kavram ve literatürleri-terminolojiyi kullanmıyoruz, reddediyoruz. Kapitalist devleti koruyup-kollayan ve devamından yana olan, ayrıca gerici reform dahi yapamayan AKP ile diyalog ve ilişkiye giren bütün siyasî anlayışları da asla doğru bulmuyoruz.
Gene “seçim” hesaplaşması denildiğinde hakikî gündemi; Proletarya-Burjuvazi temel-uzlaşmaz çelişkisini gizleyen, kitleleri aldatan, tarihsel, sosyal sınıf ve sosyolojik emekçi halklar gerçekliğini görmezden gelen, ayrıca sahte ve suni bir gündem olan “Laikçi-Şeriatçı” biçiminde saflaşan, bu eksende siyaset yapanların tavrını da reddediyoruz.
Sıfatsız olarak kullanılan “Barış” ve “Demokrasi” söylemli illüzyonları da hem zararlı buluyoruz hem de bu söylemlerin hakikî manasının kavranmasını-algılanmasını-öğrenilmesini ve tavır alınmasını öne çıkarıyoruz.
Çünkü hakikî barış ve sosyalist demokrasinin uğrunda savaşılarak kazanılacağını, bu savaştan da kapitalist özel mülkiyet-üretim-paylaşım ve bölüşüm ilişkiler ağının işçi sınıfı ve emekçi halklar lehine, devrimci yol ve yöntemlerle değiştirilip-dönüştürülmesini anlıyoruz.
TC devleti kuruluşunun 90. yılında temel yapısal bunalımlarıyla bir yol ayrımındadır. “Arabesk” tekelci burjuva kamp sosyal uyanış ve sınıfsal bilinçlenmenin önünü kesmek için din, iman, cemaat, mezhep, tarikat, ırk, milliyet, cins ayrımcılığı ve daha onlarca konuyu sömürüp çarpıtarak iktidarda kalabilmesinin yüz yıllık plan ve projelerini yapıyor.
Sahi biz ne yapıyoruz?!..
Kapitalist-anarşiyi şiddetle karşıya alan Komünist Kadrolar, TC’nin 90 yıllık “devlet eliyle burjuva yetiştirme” politikalarının başat düşmanı olarak halledilmek istendi. Komünistlerin ardından Kızılbaş-Aleviler, peşi sıra Kürdler inkâr-imha asimilasyon ve soykırım yöntemleriyle daima karşıya alındı. “ÜÇ K” geleneğimizin (Komünist-Kızılbaş-Kürd) TC devletindeki alacak hanesi kabardıkça kabardı.
“ÜÇ K” geleneğimizi sürekli olarak en büyük düşman ve tehlike olarak karşıya alan kapitalist TC devleti, bu cenahımızı daima “Vatan hainleri, bölücüler, anarşistler, teröristler, gomonistler!..” olarak niteleyerek burjuva diktatörlüğünü bugünlere taşıdı.
Kapitalist-anarşi kendi suçunu “ÜÇ K” geleneğimizin üstüne yıkma bahsinde oldukça becerikli ve acul davranarak varlığını sürdürebildi.
Hâlbuki işçi sınıfı ve emekçi halklarımızı önce zengin-fakir olarak onlar sistemli çabalarıyla bölmüş ve karşı karşıya getirmişti. Alevi-Sünni çatışmasını-düşmanlığını-bölünmesini de gene onların sistemi yaratmıştı. Kürd-Türk karşıtlığını-düşmanlığını-bölünmesini de TC devletinin gerici, faşist-faşizan, eşitsiz, adaletsiz, sömürücü/sömürgeci, ırkçı, milliyetçi politikaları hazırlamıştı. “ÜÇ K” geleneğimiz değil!..
“ÜÇ K” geleneğimiz düşünce ve davranışta kimliğini, kişiliğini, ilerici gelenek ve göreneklerini hiçbir zaman inkâr etmedi. Birileri “Bölücü!..” diye histeri çığlıkları atarken bile “Eyvallah!..” dedi.
Birileri de “Anadolu” ve “Türkiye” adlarının güncel politikada kullanılması üzerine fanteziler diziyor. Yaşadığımız coğrafyanın “Anadolu” ve “Türkiye” adlarını da “ÜÇ K” geleneğimiz icat etmedi!..
Kapitalist TC devleti artık günümüzde “ÜÇ K” geleneğimizi günah keçisi yerine koyma bahsinde oldukça zorlanıyor.
Kızılbaş-Alevi tarih-kültür-gelenek ve görenekleri artık örgütlenmeye başlamıştır. Burjuva, küçükburjuva solcu kadrolarının yönetimlerinde rol ve sorumluluk aldığı Alevi ve Cemevi kuruluşları da bir sınıfsal ayrışmanın eşiğine gelmiştir.
Bu kuruluşların sorunları artıları ve eksileri ayrıca tartışılmaktadır.
Marksist kökenden gelen Alevi aydınları bir yandan önemli bilimsel çalışmalar yapmakta, diğer yandan çeşitli yazılarında ve etkinliklerinde: “Alevi hareketi artık Alevi burjuvazisinden ayrılmalıdır!..” demeğe de başlamıştır.
Sınıf mücadelesinde rol ve sorumluluk alan ilerici örgütler siyasal ve sendikal birlik konusuna program-proje üretebildiği şartlarda Alevi burjuvazisinden ve küçükburjuvazisinden de kopuş ve ayrışmalar başlayacaktır. Kızılbaş-Alevi hareketinin talep ve ihtiyaçlarının karşılanması, nihai amacına ulaşması işçi sınıfı ve sosyalist hareketle buluşup bütünleşmeye başlamasıyla gerçekleşebilecektir. Bunun sevindirici işaretleri de alınmaya başlanmıştır.
Tarihsel-sosyal-sınıfsal haklılıklarıyla Kürd ulusal hareketinin talep ve ihtiyaçlarının kapitalist TC devletinin faşist-faşizan yöntemleriyle karşılanamayacağı yeterince anlaşılmıştır. İngiliz-Fransız emperyalizmi tarafından bilinçli olarak coğrafyası dört parçaya bölünen Kürd halkının hayati ve can alıcı “Kürd Sorunu” ile “Kürdistan Sorunu” Yakın ve Orta Doğunun, Bölgenin en önemli devletleşmesi engellenen geç ulusal bir sorunudur.
Yaşadığımız coğrafyanın “Misak-i Milli” denilen hudutlarını da “ÜÇ K” geleneğimiz çizmedi.
Kapitalist TC devleti “millî inkılâp” diyerek işbaşı yaparken; bilinçli olarak toprak reformu yapmadığı gibi “Millî Mesele” ile “Milliyetler Meselesi” konularında çözüm yöntemleri için hiç bir adım atmadı… Onu bu adımı atmaya zorlayan Tarihî TKP’nin en ileri kadrolarını katlederek burjuva diktatörlüğünü pekiştirme yolunu seçti.
TC’nin şiddet yöntemleriyle uyguladığı inkâr-imha-asimilasyon politikaları da karşıtını yaratmada gecikmedi. Kürd halkı yaşadıkları kendi coğrafyalarında haklı talep ve ihtiyaçlarıyla politika yapmaktadır. Kürd halkı diğer emekçi halklar gibi bu türden politikalarını özgürce seçip yürütme ve uygulama konularında haklı gerekçelere sahiptir.
Yaşadığımız coğrafyadaki bütün emekçi halklarımız da bu haklarını kullanmaktadır. Komünist Kadrolar “Ezen Ulus Milliyetçiliği” ile “Ezilen Ulus Milliyetçiliği” sorunsalında ikirciksiz, âmâsız-fakatsız ezilen ve sömürülen emekçi halklarımızın yanındaki yerlerini almış, kara gerici, ırkçı, milliyetçi sömürücü/sömürgeci sınıflar koalisyonlarına karşı tavır geliştirmiştir.
Komünist Kadrolar: ABD+AB emperyalizminin sömürücü/sömürgeci gündemine uygun düşmeyen “Ulusların Kendi Kaderini Özgürce, Tayin, Tespit ve Ayrılma Haklarını” gene ikirciksiz, âmâsız-fakatsız olarak, ilkeli-amaçlı biçim ve içeriklerde savunmuşlardır.
Kürd ulusal hareketini sınıf partisi yerine koyan Türk küçükburjuva solcuları hem kendilerini hem de Kürdleri kandırıp yanıltmaktadır. Partiya Karkerên Kurdistan PKK (Kürdistan İşçi Partisi) kuruluş sürecinde ve belirli ölçülerde Marksizm’den esinlenmiş, ancak Dünya’daki ve Bölge’deki güçler dengesini doğru kavrayamamıştır. Sınıfsallık temelinde hiçbir adım atmamıştır. Ulusal kurtuluş mücadelesinin sosyal/sınıfsal/enternasyonal kurtuluş demek olduğunu kavrayamayan diğer ulusal kurtuluş hareketleri gibi PKK, KCK, BDP’de “burjuva demokrat” bile sayılmayan çizgileriyle çok daha geri bir konuma evrilmiştir. PKK, KCK, BDP içinde bir zamanlar varlıklarını sürdüren devrimci, sosyalist, komünist kadrolar giderek tasfiye edilmiştir.
Kürd ulusal hareketine ilkesiz, pragmatik yol ve yöntemlerle tutunarak, daha net bir ifadeyle eklemlenerek devrimci politika yaptığını sanan burjuva ve küçükburjuva solcuları politika sahnesinde eksikliği hissedilen Komünistlerin Siyasî Birliği sorunsalı ile İSP’nin gecikmeden oluşturulması davasına, sistemin yanında yer alarak darbe vurmayı denemektedir.
PKK, KCK, BDP hâkim gerici sınıfların partileriyle diyalog ve ilişkiyi tercih etmiş, bünyesindeki ilerici kadroları tasfiye ederken, kır ve kent küçükburjuvazisi ile çeşitli, çok esnek, ilkesiz ilişki ve ittifakları tercih etmiştir. Metropollerde buluşup bütünleşen Türk ve Kürd kökenli küçükburjuva solcu kadrolar Kürd ulusal hareketinin Devrimci, Sosyalist, Komünist Kadrolarla diyalog ve iletişime girmesini, deneyim aktarımında bulunmasını, birbirinden öğrenerek birlikte yürümesinin yol ve yöntemlerinin bulunmasını bilinçli olarak engellemiştir. Sistem de böylelerine gönül rahatlığıyla trenin makasını açmakta bir sakınca görmemiştir.
PKK, KCK, BDP’nin önde gelen kadroları, günümüzde artık kimi burjuva ve küçükburjuva yarım-aydınları gibi yeminli Marksizm-Leninizm düşmanı olmuştur. Bilinçli bir tercihle Devrimci ve Marksist Kadrolardan uzak durma politikaları gecikmeden geri tepmiştir. “Barış süreci” ile “demokrasi” uyutmaları kitlelerin sokağı denediği bir süreçte adeta bir “oyuna” dönüşmüştür.
Kendilerini Kürdistan Komünist Partisi (KKP) olarak niteleyenlerinde, tıpkı SİP “TKP”sinin kendilerine vahiy gelmişçesine alan kapatma yöntemlerine heveslenerek legalde Özgürlük ve Sosyalizm Partisi (ÖSP) olarak siyasete soyunduğu görülmüştür.
KKP ve ÖSP türünden örgüt kuranlar Kürdçeyi yeterince bilmedikleri gibi KKP’nin ne tarihini ne de devrimci geleneklerini bilmektedir.
Burada bir parantez açarak eklemek durumundayız: PKK’nin kuruluş sürecinde çeşitli yol-yöntemlerle sindirdiği ilerici, demokrat, sosyalist Kürd örgütleri yeniden sahne almaya başlamıştır. Diğer yandan PKK, KCK, BDP’nin etkinliğinin kırılması amacıyla ve de AKP’nin katkılarıyla ırkçı, milliyetçi, dinci Kürd örgütleri de işbaşı yapmaya başlamıştır.
Gerçekten Kürdistan’ın diğer parçalarında KKP gibi işçi sınıfının partisi olmuş olsaydı, yaşadığımız coğrafyadaki Komünist Kadrolar (asla etnik farklılıklara düşmeden) Enternasyonal birlik ve dayanışmalarını bu partilerle yapmaya yönelirlerdi. Teorik, ideolojik, politik ve örgütsel donanıma sahip KKP türünden örgütlerin işbaşı yapması, proletaryanın en ileri unsurlarıyla, yoksul köylülük ve emekçilerle canlı bağlar kurması, yaşamakta olduğumuz bu topraklardaki tüm Komünist Kadroların işini büyük ölçekte kolaylaştırmış olurdu.
Yaşadığımız coğrafyanın Komünist Kadroları bir yandan burjuva gericiliğinin diğer yandan küçükburjuva dar grupçu gerici akımların binbir kuşatmasını geriletip aşamamıştır. Komünist Kadrolar: “Politik açığa vurma” ve yeniden üretim gibi temel konularda görev ve sorumluluklarını yerine getirememiş, önlerindeki engellerin aşılmasında özeleştiri yapmamış ve sağlı “sol”lu siyasî akımlar üzerinde anlamlı bir basınç uygulayamamıştır.
Orijinal sosyal sınıf ve tarihsel, sosyolojik emekçi halklar gerçekliğini göremeyen, kendi özgün -yerli- sentezimizi üretemeyen bir Komünist Hareket doğallıkla etkili olamamıştır.
Yaşadığımız coğrafyadaki işçi sınıfının sendikal birliği davası da bilinçli olarak sömürülmüş, sendikalar birer devlet sendikasına dönüşmüştür. Sendika bürokrasisi, işçi aristokrasisi birer kast sistemi gibi devleti koruyan birer sivil toplum kurumuna dönüşmüştür. 20 milyonu bulan çalışan işçilerin ancak yüzde 2,5’u sendikalıdır.
“Sınıf” denildiğinde genellikle, Modern Proletaryanın üstüne çöreklenmiş olan sendikacılar (yani kâhyalar) ve onların biçimlendirmeye çalıştığı, henüz tutarlı bir tarih ve sınıf bilinci ile tanışıp buluşamamış işçiler anlaşılmaktadır. Küçükburjuva devrimciliğinin, popülizmin en başat ideolojik rahatsızlığı da bu temelde filizlenmektedir.
Küçükburjuva solcuları ile bilcümle sınıf inkârcıları bütün kütlesel çıkışlarda bireysel kahramanlıkları yüceltmektedir. Red Hackçıların, Çarşı gruplarının ya da lümpen proletaryanın çıkışlarının (belli disiplinlerle sahiplenilecek etkinliklerinin) aşırı yüceltilerek idealize edilmesi onların ideolojik ve sınıfsal körlüklerini yansıtmaktadır. Proleter Devrimci kurumlaşmaların koruyuculuğunda asıl kahramanlığın sınıfsal olabileceği gerçeğinin önünü kesen anlayışlara dönüşmeye başlaması son derece tehlikelidir.
Mevcut “sol cenah” örgüt/partileri teorik, ideolojik, politik ve örgütsel donanımlarının Bilimsel Sosyalizm-Komünizm Öğretisi ile hiçbir ilgisi olmadığının farkında dahi değildir. Ne hazin onlara bunu gösterecek devrimci irade ve inisiyatifler de binbir zaaf içindedir.
Marksist geçinen üniversite okumuş yarım-aydınlar, kan emici tartışmalarıyla, mekân ve zamandan münezzeh biçimlerde, aşırı teorisizme-entelektüalizme-doktrinizme kaymıştır.
Tutarlı-somut-amaçlı İşçi-Kitle, Köylü-Kitle, Gençlik-Kitle ve Asker-Kitle çalışması yapmayan, fakat “Devrimci, Sosyalist, Komünist, Bolşevik” geçinen ya da iddialı kimi gruplar sosyal pratiklerindeki bozgunlarına bakmadan kitleleri sokağa ve ateş hattına çağırmaktadır!
Evet, kapitalist-anarşinin aşılması mücadelesinde sokak belirleyici olacaktır; fakat kilelerle organik bağı bulunan, kitleleri seferber etme yeteneğine sahip, kolektif çabalarla oluşturulmuş İSP’nin kurmaylığının yaratılması şartıyla…
Sokağı kullanan insanlarımıza karşı hâkim gerici sınıflar tekelci, militarist, polis devletinin bütün imkânlarını kullanmaktadır. Kaba güce ve zora başvuran iktidarlar gecikmeden karşıtını da üretmektedir.
Kütlesel çıkışlarda sistemin kaba güce ve zora başvurduğu durumlarda kimi “sol cenah” grup-çevre-örgüt/partilerin, olmayan burjuva demokrasisinin güvencesinde hareket ederek: “Benim flama taşıma özgürlüğümü kimse engelleyemez!..” ya da “Benim grup kurma özgürlüğüme kimse dokunamaz!..” yolundaki kaydı itirazları kelin yarasına merhem olmamıştır. Olmayacaktır.
Devrimci Hareketimizin kütlesel çıkışlardaki tek gündemi ve öngörüsü ise: Kolektif aklı, bilinci ve eylemi örgütlemektir. Kütleleri seferber edecek, kurumsal merkezi disiplinli Kurum ve Araç’ları gecikmeden üretmektir.
Özetlemeye çalıştığımız bu türden devrimci hizayı bozan benmerkezci, hizipçi anlayışları hayat ve mücadele yeterince deneyip sınamış ve sosyal pratikte reddetmiştir. Burjuva ve küçükburjuva “sol” anlayışlar âdeta “köpeksiz köyde değneksiz dolaşmaktadır!..”
Onların bu türden hüsnüne âşık “dar grup kültü ya da tapınımı” yöntemleri, kolektif çabalarla mutlaka aşılacaktır. Bu türden düşünce ve davranışların sokağı kullanırken gözettiği tek olgu: “Benim örgütüm, flamam ve sloganlarımdan” ibarettir. “Devrimci” ufukları böylesine sınırlı ve dar olan grupların kütlesel çıkışlarda Devrimci Hareketimize verdiği zararların nasıl giderilip aşılacağı konusu/sorunsalı her türden donanıma sahip olan Devrimci ve Komünist Kadroları ciddî olarak düşündürmektedir.
Kısa ömürlü ve giderek sönümlenen “Taksim Platformu” kendiliğinden yükselen sosyal hoşnutsuzluklara, kütlesel çıkışlara program-proje üretememiştir. Bu onların görevi de değildir.
75 milyonluk kapitalist TC devletinde 7,5 milyon insan ayağa kalkmış, hoşnutsuzluklarını çeşitli eylem ve yöntemlerle dile getirmiştir. Bu türden kütlesel çıkışlara önderlik-kurmaylık görevini üstlenemeyen gruplar, bilinen eylemlerinin tadı(!) o denli damaklarında kalmış olmalı ki, ayaklarının tozuyla hâlâ kitleleri ateş hattına çağırabilmektedir! Niçin mi? Flama özgürlükleriyle, kendiliğinden kurdukları işlevsiz örgütlerinin çağrışımını yapmak için!?..
Ülke çapında yaygınlaşan Taksim Gezi Parkı Eylemlerinin sönümlenmeye yüz tutmasıyla burjuva ve küçükburjuva grup-çevre-örgüt/partiler “Un Öğütmeyen Değirmen Taşları Birbirini Yer!..” özdeyişindeki gibi birbirlerini “objektif ajan” derekesinde suçlamaya bile başlamıştır…
Anılan örgütlerin tabanındaki Komünistlerin Siyasî Birliği ile İşçi Sınıfı Partisi’nin oluşturulmasından yana olan iyi yürekli, namuslu, samimi, dürüst, militan ve ilkeli insanlar (bizim insanlarımız) bu durumu sınırlı olanaklarıyla görmüş, örgütlerine eleştiri-uyarı-öneri götürmeye başlamıştır. Fakat bilinen mevcut “sol cenah” grup-çevre-örgüt/partiler bu ileri unsurları hemen tasfiye etmeye başlamıştır.
∗ ∗ ∗
Sağlı “sol”lu burjuva partilerinin tamamı uluslarötesi tekelci sermayeye, ABD+AB’ye bağımlıdır. NATO’cu, PENTAGON’cudur. Aralarındaki kavga kayıkçı kavgasıdır.
Kapitalist TC devleti yapısal siyasal-ekonomik bir bunalıma girmiştir. Hükümet olan AKP’nin gerici reform dahi yapamayışı karşısında, hatta düzenin kendilerine bilinçle açtığı kanallarda sosyalistçilik, komüninstçilik oynayanlar dâhil bütün siyasî partiler, devleti kurtarmanın telaşına düşmüştür. “Barış” ve “Demokrasi” sözcükleri dillerinden düşmemektedir. Bu siyasî partiler arasında: “Hangi barış, hangi demokrasi?..” diye sorgulayan yoktur.
AKP’nin 11 yıllık serüveninden şu ya da bu biçimde hoşnut olmayan herkesin kafasındaki ortak düşünce: “AKP gitsin de yerine ne gelirse gelsin!..” şeklindedir ve bu mantık hâkimdir.
Hâlbuki “seçim” hesaplaşmasında kitleler alabildiğine politikleşmektedir. Sağlı “sol”lu burjuva partilerinin tek alternatifi olan tutarlı-somut-amaçlı bir iktidar seçeneğini, “Sosyalizm Projesini” gündeme getirip dayatmanın, sosyalizmin onurlu sesini kütlesel biçimde haykırmanın, işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın sosyal/sınıfsal/enternasyonal kurtuluşunu bilince çıkarmanın tam da zamanıdır.
Ayrıca burjuva parlamentarizmine, ekonomizme (sendikalizme) angaje olmadan “seçim” hesaplaşmasında taraf olmanın, politikleşen kitlelere yol ve yöntem göstermenin de tam zamanıdır. Açık faaliyet alanlarında işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın mahalli seçimlerde, özellikle de muhtarlık seçimlerinde yeni mevziler kazanması çok önemlidir. Burjuvazinin “seçim” hesaplaşmasında kazanılacak yeni mevziler, iktidara yürürken tutunacağımız önemli dayanaklardan biridir.
“Seçim” hesaplaşmasında, burjuva partileri karşısında onlara geri adım attırmak ve iktidar yürüyüşüne dayanak olacak yeni mevzileri kazanma mücadelesinde çok yönlü ve devrimci esneklikler gözeten taktiksel politikalara da ihtiyaç duyulacaktır.
Devrimci taktiksel esneklikleri gözetecek, sosyal muhalefetin en ileri unsurlarını yönetip yönlendirecek İSP yoksa “Sosyalizm ve Devrim Aşkına(!)” titreşen bilcümle burjuva ve küçükburjuva solcuları sisteme yalnızca “kalp ilacı” olurlar. Olmuşlardır.
İSP’nin sınıfsal güvencesi ve kurmaylığının henüz oluşmadığı “seçim” hesaplaşmalarında ise “gönüllü kocaya kaçan kız” misali AKP’den hoşnut olmayanlar bohçasını alıp CHP’ye gidecektir. Gitmektedir.
Bu “seçim” hesaplaşmasında AKP gitsin CHP+MHP koalisyonu veya başka bir burjuva alternatifi gelsin hesap ve planlarını boşa çıkaracak politikalara ihtiyaç duyulmaktadır.
Erdoğan+Öçalan+Kürkçü’lerin projelendirdiği BDP ile onun uzantısı DHP’nin bu “seçim” hesaplaşmasında belirleyici bir etkisinin olacağı söylenemez.
İSP’nin güvencesinde ve kurmaylığında ise, şeytanla bile işbirliğinin yolları aranır. Geçici, şarta bağlı ittifaklar, işbirlikleri, güçbirlikleri aranıp bulunur. Devrimci esneklikler gözetilirken işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın neleri kazanacağı hesaplanır ve bu amaçla burjuva partileriyle de diyaloga/iletişime girilebilir. İSP’nin güçlü kitle tabanı varsa burjuva partileri geçici, şarta bağlı ittifaklara pekâlâ zorlanır. Bu ilkesel gerçek doğrultusunda şunu unutmamak gerekir; günümüzdeki ittifak arayışları sadece bireysel-grupsal çıkarlara dayalıdır.
http://sorunpolemik.com/SP/590/%E2%80%9Csecim%E2%80%9D_hesaplasmasinda_devrimci_tavir/
Sırrı Öztürk
“SEÇİM” HESAPLAŞMASINDA TAKTİK ZENGİNLİKLERİMİZ
30 Mart 2014 tarihinde ve onu takiben yapılacak “seçim” hesaplaşmalarında, bir yandan hâkim gerici sınıfların siyasî partileri, diğer yandan sistemi lafzen eleştirerek karşıya aldığını sanan burjuva demokrat bir çizgiye dahi kavuşamamış olan burjuva ve küçükburjuva “sol cenah” örgütlerinin taktik ve stratejileri çeşitli kesimlerce hararetle tartışılmaktadır.
Bu “seçim” hesaplaşmasında:
“Toplumun demokratikleşmesi…” diye söze başlayanlar: Kapitalist özel mülkiyet, üretim, paylaşım ve bölüşüm ilişkiler ağına asla dokunmamak şartıyla her şeyi özgürce tartışmaktadır!..
Kapitalizmin eşitsiz, adaletsiz, özgürlüksüz, hukuksuz, sömürücü/sömürgeci ve ahlaksız sistemine karşı ve de alternatifi olması gereken Sosyalist Alternatif’in ne, nasıl, niçin olduğu konusu da tartışılmamaktadır.
Kapitalizmin yapısal/ekonomik/sosyal/siyasal/kültürel/askeri, vb. bunalımlarını yaratan, burjuvazinin sağlı “sol”lu partilerinin NATO’cu, PENTAGON’cu, IMF, DTÖ, DB.’ye kölece bağlı politikaları ile CIA, MOSSAD, MI6, BND, MİT vb. örgütsel ilişkileri de asla tartışılmamaktadır.
Modern sosyal sınıfların teşekkül ettiği bir toplumda, Allah, din, tarikat, cemaat, mezhep, ırk, milliyet, cinsiyet temelinde yürütülmek istenen politikaların ömrü sınırlıdır. Bilinçle yaratılan “Laikçi-Şeriatçı” sahte ve suni gündemin aşılması mücadelesinde gerekli: Sömüren-sömürülen, ezen ve ezilenlerin sosyal/sınıfsal/enternasyonal kurtuluşu demek olan, uzlaşmaz temel çelişkili Proletarya-Burjuvazi hakikî gündemi tartışılmamakta ve dayatılamamaktadır.
Ulusallık-Sınıfsallık temelinde kümelenen en ileri sosyal muhalefet dinamiklerinin yan yana gelmesi, deneyim aktarımında bulunması, birbirinden öğrenerek birlikte ve nasıl yürümesi gerektiği tartışılmamaktadır.
Modern sosyal sınıf ile sosyolojik emekçi halk gerçekliği sorunsalının es geçilerek yapılan sözüm ona siyasî tartışmaların devlet tekelci kapitalizminin militarist polis devletinin devamına yaradığı da tartışılmamaktadır.
“Yolsuzluk Ve Rüşvet Operasyonu” ile ilgili somut olay, olgu, veri ve bilgiler karşısında kapitalist-anarşi sistemini anladığı dilde karşıya alıp “İşte kapitalizm bu!” diyen yoktur!?.. Rüşvetsiz, komisyonsuz, avantasız-yağmasız, çetesiz, mafyasız kapitalizm olmaz! Emperyalist-kapitalizm; savaşsız, sömürüsüz, sınırsız, eşitlikçi, özgürlükçü ve adil bir Komünist Dünya’nın oluşturulmasının baş düşmanıdır. Kapitalizm kaba güce ve zora başvurmadan iktidarda kalamaz!.. diyen de yoktur!?..
Sovyetler Birliği deneyiminin çözülüp çürümesiyle, bilim-teknik-teknolojideki buluş ve yenileşmeleri de yanına alarak vitrinini düzeltme fırsatını yakalayan emperyalist-kapitalizmin tarihsel/sosyal/sınıfsal ömrünü büyük ölçüde tamamladığını; fakat günümüze kadar hegemonyasını nasıl koruduğunu; sömürücü/sömürgeci iktidarını nasıl sürdürdüğünü; ayrıca insanın, insanlığın nasıl kurtulacağını; kitlelere anlatan da yoktur!?
Emperyalist-kapitalizmin “yüksek” çıkarlarını koruyup kollayan Birleşmiş Milletler Teşkilatı (BMT) bile uluslarötesi tekelci, militarist, polis devletlerinin ebediyete kadar egemen olmasını(!) bazı burjuva hukuksal kurallara bağlamak ihtiyacını duymuştur. BMT böylelikle kâğıt üzerindeki kendi meşruiyetini sağlamak istemiş, ayrıca: “Meşruiyetini kaybeden iktidarlara karşı direnme hakkı vardır!..” diyebilmiştir. TC devletinde kapitalizmin ebediliğini sağlamak ve burjuvaziyi rahatlatmak isteyen 1961 Anayasası da BMT’nın, Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinin teslim etmek zorunda kaldıkları bu “Direnme Hakkını” kâğıt üstünde dahi olsa yazmak durumunda kalmıştır.
AKP iktidarı “Yolsuzluk Ve Rüşvet Operasyonu” olaylarıyla fena halde yakalanmıştır. ABD+AB+İsrail Siyonizm’inin duvarına çarpan AKP iktidarı ile lideri Recep Tayyip Erdoğan çırpındıkça batağa saplanmaktadır. İktidarı anladığı dilde silkeleyecek bir alternatif politika ise henüz üretilememiştir. AKP’nin faşist-faşizan yöntemlere daha fazla başvuruşu karşısında ilerici, demokrat, devrimci, sosyalist ve Marksist cenahın ilkeli ittifakları öne çıkmaya başlamıştır. Geçici, şarta bağlı ittifaklarla, güç ve eylem birliklerini dayatıp gerçekleştirecek Devrimci bir inisiyatife ve cürete de henüz sahip değiliz. AKP iktidarı öteki burjuva iktidarlar gibi kendi burjuva meşruiyetini ve yasallığını kaybetmiştir. Keyfî-fiilî infaz yöntemleriyle padişah misali iktidarını yöneteceğini sanmaktadır.
Tarihsel bir hatırlatma yapmamızın tam da zamanıdır. 1970 – 15/16 Haziran Ayaklanması sürecinde, rol ve sorumluluk alan Proleter Devrimci Kadrolar kendi burjuva meşruiyetini ve yasallığını çiğneyen AP iktidarına karşı, 1961 Anayasası’nda yazılı “Direnme Hakkını” öne çıkararak, sistemin keyfî-fiilî-kanunî-hukukî baskı ve terörüne karşı “Anayasa Direniş Komiteleri” kurmuş ve henüz daha aşılamayan 15/16 Haziran Ayaklanmasını gerçekleştirmiştir. Meşruiyetini kaybeden, kendi yasalarını dahi çiğneyebilen iktidarlara karşı gerçekleştirilen bu kütlesel çıkışın devrimci sosyal meşruiyeti ile devrimci yasallığını o günkü Anayasa Mahkemesi bile onaylamak zorunda kalmıştır. 15/16 Haziran Ayaklanması sayesinde; AP’nin 274-275 sayılı sendikalar ve toplu sözleşme yasaları hakkındaki geriye doğru değiştirme tasarrufu kadük düşmüştür.
“Yolsuzluk Ve Rüşvet Operasyonu” hakkında sağlı “sol”lu burjuva partileri kitleleri oyalamakta ve yalan söylemektedir. TV’ler, basın-yayın organları yalan söylemektedir. Mevcut yasalara ve anayasaya göre tüzük-program düzenleyen “sol cenah” örgüt/partileri ve de PKK, KCK, BDP, HDP’de kapitalist-anarşi sisteminden ABD+AB+İsrail Siyonizm’ine zarar vermeyecek ölçekte azıcık “demokrasi” ve “barış” dilenmektedir!..
Burjuvazinin “seçim” hesaplaşmasındaki oyunlarını ters-yüz edecek, sosyal muhalefetin en ileri unsurlarını örgütleyecek, sosyalizmin onurlu sesini yükseltecek, kitlesel hoşnutsuzlukları seferber edebilecek, nihai amacı bir aynı olan Devrimci ve Komünist Kadroları temel ilke ve amaçları doğrultusunda biraraya getirecek, kolektif aklı-bilinci-eylemi örgütleyecek, son derece taktiksel zenginlikleri üretecek Kurum ve Araç’ların ne, nasıl olduğunu es geçip kâğıt üstünde strateji ve taktik üretenlerden de geçilmiyor.
Merkezi kurumsal disiplinli Kurum ve Araç’larımızın en başında Komünistlerin Birliği sorunsalına çözüm yöntemi üretilmesi ve İşçi Sınıfı Partisi’nin oluşturulması davası gelmektedir. Bu temel sorunlara kısa tutulmuş bir programla cevap verilemiyorsa, Devrimci ve Komünist Kadrolar emek güçlerini buluşturup bütünleştiremiyorlarsa, “Devrimci Oturum” disiplinleri gerçekleştirilemiyorsa, “AKP gitsin de yerine ne gelirse gelsin!..” genel mantığı kitlelerin hoşnutsuzluğuna “cazip” gelmeye devam edecektir.
Hâlbuki AKP’nin “Yolsuzluk Ve Rüşvet Operasyonu” olaylarıyla fena halde yara almasına veya gidip-gitmeyeceğine, sınıf mücadelesi tarih ve geleneklerimizin uzantısındaki güçler (iç dinamikler) değil, ABD+AB+İsrail Siyonizmi koalisyonu (dış dinamikler) karar verecektir.
Sistemin çürümüş ve çözülmeye yüz tuttuğu bir süreçte, şu an sosyal muhalefet dinamiklerinin en ileri unsurlarıyla yaratıcı diyalog ve ilişkiye girmek, “İştişarî Toplantılar” düzenlemek, Devrimci ve Komünist Kadrolara militanca sahiplenmek, devrimci esneklikler gözeterek stratejik amacımıza zarar vermeyen zengin taktikler geliştirmek, kolektif aklı, bilinci ve eylemi örgütlemek için çok daha anlamlı bir yerdeyiz.
Burjuva ve küçükburjuva “sol cenah” örgüt/partileri açık ve kapalı alan çalışmalarında bulunuyor. Radyo, TV, internet, basın-yayın faaliyetlerinde bildiklerini okuyorlar. Kendi meşruiyetini ve yasallığını büyük ölçekte çiğneyebilmiş-kaybetmiş AKP iktidarının, nasıl gideceğine ilişkin panelistler, panelkolikler, internetkolikler türemiştir.
Burjuvazinin “seçim” hesaplaşmasında tutarlı-somut-amaçlı bir demokrasi mücadelesini, gene tutarlı-somut-amaçlı bir iktidar (siyasal-sosyal devrim) mücadelesi ile koordineli götürecek ve de böylelikle işçi sınıfı ve emekçi halklarımızın yeni kazanılacak bir mevziiye yerleşmesini sağlayacak taktiksel zenginliklerimizi üretecek bilgi-bilinç-deneyim ve kadrolara sahibiz. Devrimci ve Komünist Kadroların elindeki tarihsel, diyalektik materyalist felsefî yöntem düşmanlarımızın elindeki silahlardan üstündür. Sınıf mücadelesindeki pratik örgütçü çaba eksikliğimiz: Devrimci İnisiyatif ve Cüretlerimizi harekete geçirecek manivelanın kolektif çabalarımızla henüz üretilemeyişidir. Bu eksikliğimiz mutlaka aşılacaktır.
http://sorunpolemik.com/SP/591/%E2%80%9Csecim%E2%80%9D_hesaplasmasinda_taktik_zenginliklerimiz/
İslami faşizmin parolası: “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet!”
Seyfi Cengiz
TC; sınırları oldukça yapay ve ihtilaflı bir devlet.
Bu sınırların bir meşruiyeti yok.
Nasıl, ne zaman ve kimler tarafından çizildiği biliniyor.
Çok milletli, çok kimlikli, çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir coğrafya bu.
Bu çeşitliliği birarada tutan çoğulculuk, haklarda eşitlik ve gönüllülük değil, devlet zorudur.
Kurulduğu tarihten beri bu devletin mottosu “Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet (TC)“tir.
Bu slogan Türkiye’de faşizmin alamet-i farikasıdır.
İslamcı Türk faşizminin de özü ve özetidir bu.
“Tek devlet“ fikri, devlet kurma imtiyazını Türk-Müslüman öğenin tekelinde tutmak; ezilen milletlerin ayrılma özgürlüğünü reddetmek, yani kendi geleceklerini belirleme hakkını tanımamak, onların kaderinde sandık sonuçlarını tayin eden sabit fikirli Müslüman çoğunluğun anti-demokratik, İslamcı ve şöven hassasiyetlerini egemen kılmak, eşitsizlik, ayrımcılık ve ayrıcalıklar düzenini ilelebed devam ettirmektir.
“Tek millet“ fikri, Müslüman (Sünni) çoğunluğun veya Türklüğün haricinde başka “millet“ tanımamaktır.
Belli bir dilin (Türkçe) ve dinin (İslam) imtiyazlarını savunmaktır.
Toplumu İslamlaştırmak ve Türkleştirmektir.
Erdoğan’ın Sivas’ta ve Afyon’da başlattığı “yeni Kurtuluş Savaşı“nın şiarı da budur.
Bu slogandan belli ki “Kurtuluş Savaşı“nın ilki gibi, Erdoğan’ın başlattığı yenisi de azınlıkları hedefe oturtmaktadır.
Daha şimdiden 1921 Anayasası fiilen geri getirilmiştir.
TC’yi bir “İslam devleti“ olarak tanımlayan, tüm yetkileri/erkleri tek elde ve tek adamda toplayan savaş şartlarına özgü bir anayasa bu.
Erdoğan hükümetinnin gönlünde yatan da buydu.
Gezi ve 17 Aralık olaylarından çok önce varolan bu fikir bu olaylar (Gezi ve 17 Aralık) bahane edilerek hayata geçirilmektedir.
HSYK, İnternet ve MİT yasaları bu yönde atılmış adımlardır.
AKP hükümeti bu girişimleriyle mevcut anayasaya göre bile hukuki meşruiyetini yitirmiştir.
Bu hükümetin yönetimi altında “eşit ve özgür seçimlerin“ yapılması olanaklı değildir.
Yaklaşan seçimler sürecinde izlenecek stratejinin gözardı edemeyeceği hususlardır bunlar.
İşbaşında “olağanüstü hal“ ilan etmiş, “anayasal meşruiyetini“ yitirmiş, halka, temel hak ve özgürlüklere savaş açmış ve bunu açıkça ifşa etmiş bir hükümet dururken, değişen hiçbir şey yokmuş gibi yaklaşmakta olan seçimlere (yerel, cumhurbaşkanlığı, genel) katılmak, “Ak-kara 30 Mart’ta belli olacak“ diyen Erdoğan rejiminin oyununa gelmek, ona meşruiyet sağlamak anlamına gelecektir.
Bunun alternatifi parlamento dışı mücadeleyi eksene oturtacak uzun soluklu bir direniştir.
https://www.facebook.com/notes/seyfi-cengiz/islami-fa%C5%9Fizmin-parolas%C4%B1-tek-millet-tek-bayrak-tek-vatan-tek-devlet/692403410810691