Suç ve Ceza!
12 Eylül döneminde, arandığım sıralarda, TRT’de (o zamanlar özel televizyon kanalları yoktu zaten) Thomas More’un yaşamını anlatan bir film seyretmiştim. O dönemler, av hayvanları gibi kaçmak zorunda kaldığımdan, sonunda suçlanarak idam edilen Thomas More’un yaşamını anlatan bu film beni fazlasıyla etkilemişti. Hükümet başkanıyken, tamamen haksız bir suçlamayla ve yardımcısı avukatın ihbarlarıyla idama mahkûm edilen Thomas More’un, filmin sonunda baltanın altına yatarken, sakalını baltaya gelmeyecek şekilde toplayıp, “onun da benimle birlikte suçsuz yere kesilmesini istemem” demesi çok dramatikti. Ama filmin esas mesajı daha da önemliydi. Thomas More’un karısı, More’un yardımcısı avukatın kendisini ihbar ettiğini söyler kocasına. “O seni tutuklatmadan, sen onu tutuklat” der. Thomas More şöyle yanıt verir: “O zaman ondan ne farkım kalır? Sırf kendimi kurtarmak için suçu ispatlanmamış ve ispatlanmayacak bir insanı tutuklatarak gerçekten suç işlemiş olurum.” Günümüzde kaldı mı böyle bir erdem? Sanırım, Diyojen gibi fenerle yollara düşmek gerekiyor.
Geçen gün, Sabah gazetesinde, Ertuğrul Kürkçü’nün, “Hatırla Sevgilim” dizisiyle ilgili bir röportajını okudum. “Ergenekon” ve Doğu Perinçek’le ilgili bir soruya aşağı yukarı şöyle yanıt veriyordu: “Bir insan, suçluluğu kanıtlanmadıkça suçsuzdur.” Günümüzdeki haçlı seferi havasına hiç de uygun düşmeyen ve karanlıklara kovalanan akılla vicdanın sesiydi bu. Engizisyon mantığına göre, suçlayanın suçu değil, suçlananın suçsuzluğunu ispatlaması istenir.
Hayatım boyunca, suçlayanların karşısında insanların “suçlu” olmadıklarını ispatlamak zorunda bırakıldığı çok sayıda duruma tanık oldum ya da bizzat tanık olmasam da böylesine bir mantığın çok sayıda örneğini okudum ya da duydum. 1962 yılında Kabataş lisesinde okurken, Palandöken adlı fizik hocamıza, sınıfta birisi, lastikle bilye gibi sıkıştırılmış kağıttan bir “mermi” fırlatmıştı. Müdür muavini “Boş tencere”, sınıfa gelip, “aranızdaki suçluyu bulun, yoksa tüm sınıf disipline gidecek” demişti. Sınıf mümessili ve birkaç yardakçısı, “suçluyu” bulmak için seferber olmuş ve sonunda, fırlatılan kağıt “mermi”nin Beykoz futbol takımının santforu Ekerbiçer’in bizim sınıftaki ikizlerinden birinin defterinden kopartılan bir sayfadan imal edildiğini keşfetmişlerdi. İkizler yanımda oturuyordu, “mermi”nin onlar tarafından atılmadığına emindim. Parmağımı kaldırıp “Boş tencere”ye bunu ifade ettim. Cevabı şu oldu: “Demek sen de onlarla birlikteydin. Gel bakalım sen de yukarı.” Şimdi benim de suçsuzluğumu ispatlamam gerekiyordu.
Demokrat Parti liderlerinin yargılandığı 1961 yılında henüz çocuklukla gençlik arasında bir yaştaydım. Ağabeyimle birlikte, her akşam Yassıada duruşmalarını izlerdik. DP yöneticileriyle ilgili olarak kulağımıza çok sayıda suçlama da çalınırdı çevremizde. Geleneksel olarak CHP’li bir çevrede yaşıyor olmamız bu suçlama ve söylentilere daha kolay inanmamıza yol açardı. “Bebek” davaları, devlet kasasında saklanan “kadın külotları” ya da 27 Mayıs’tan önce öldürülen gençlerin kıyma makinelerinde kıyma haline getirildiği gibi şeyler… Bunların hepsi değil ama bir kısmı Yassıada mahkemelerinde de “suç” olarak ileri sürüldü. O gürültü patırtı içinde suçlananların seslerini duyurmaları pek mümkün değildi. Zaten, özellikle siyasi davalarda bir tarafın sesi fazlasıyla gür çıkıyor, suçlananların sesi boğuluyorsa, duruma kuşkuyla bakmak gerekir.
12 Mart dönemindeki “suçlusun, eğer değilsen ispatla” mantığının doğrudan muhatabıydım. Dev-Genç yöneticiliği yaptığım için savcı, diğer arkadaşlarla birlikte benim de idamımı istemişti. 146. Madde, “anayasayı ortadan kaldırmak” suçunu içeriyordu ve cezası idamdı. Hadi gelin de anayasayı ortadan kaldırmak gibi bir “suçu” işlemediğinizi ispatlayın bakalım! Savcıların ise, böyle bir “suçu” ispatlamak için kendilerini fazla yorduklarına tanık olmadım.
“Suçlandıysan suçsuzluğunu ispatla” mantığının bile yerini, “devletin polisi tarafından suçlanan otomatikman suçludur” mantığına bıraktığı durumlar da yaşandı geçmişte. Bu mantık, özellikle 1930’lu yıllarda, Sovyetler Birliği’ndeki büyük temizlikler sırasında uygulandı. Sovyet gizli polisi birisini tutuklamışsa o kişi otomatikman suçluydu. Üstelik, suçsuzluğunu ispatlamaya kalkmak da ayrı bir suçtu. Suçlananlar, suçlayana “yardımcı” olacak itiraflarda bulunmak zorundaydılar. Ancak bu “yardımı” kabul ettikleri zaman mahkemelere çıkıp haklarında verilecek idam hükümlerini dinleme “hak”kına sahip olabilmekteydiler. Bunu kabul etmeyenler, yargılamasız ölüme gönderilmişlerdir.
Son günlerdeki “Ergenekon” davasına ilişkin suçlama ve uygulamalar, öte yandan medyaya yansıyanlar, bu davanın siyasi bir “fabrikasyon” olduğu kanısını gittikçe daha fazla güçlendirmeye başladı bende. İP’in faşist, nasyonal sosyalist bir partiye dönüştüğü tanısını, bundan on yıl kadar önce ilk yapanlardan biriyim. Ama bu bir suçlama değil, sadece ideolojik ve siyasi bir tanımlamadan ibaretti. Bu tanımlamayı yapmakla birlikte, yakın çevremde, bu Parti’nin ve mensuplarının şimdiye kadar herhangi bir “terör” eylemine ya da planlanmış bir suikasta giriştiğine tanık olmadığımı da belirttiğim çok olmuştur.
“Fabrikasyon” kanım nereden kaynaklanıyor? Birincisi, eğer gerçekten böyle bir çete varsa, bunun yukarlarda çok daha derin ve güçlü kökleri ve kolları olduğu açıktır. Nitekim, Susurluk sırasında adı birçok olayda geçen Veli Küçük’e yakın zamana kadar dokunulamaması bunun göstergelerinden biridir. Anlaşılıyor ki, Veli Küçük’ü bugüne kadar koruyan yukardaki dostları, bugün tutumlarını değiştirmişlerdir. Son operasyonlar, polisin ve savcıların bu kökleri pek araştırmak niyetinde olmadıklarını, tersine üstünü örtüp belli sınırlar içinde tutmaya çalıştıklarını düşündürüyor. İkincisi, operasyonun bugünkü aşamasının İP’le, özellikle de İP’in psikolojik savaş aygıtında, haber üretme merkezlerinde uzun yıllar görev yapmış insanlarla sınırlandırılması, bu saldırının ardında gerçekten de Fettullahçı denen kesimin bulunduğu ve operasyonun, bu kesimin “intikam” eylemi olduğu kanısını güçlendiriyor. Üçüncüsü, Radikal gibi, yazdıkları ciddiye alınabilecekmiş gibi görünen medya organlarının bile kafa karıştırıcı iddiaları pek matah ve önemli delillermiş gibi sunması, bir haçlı seferi karşısında bulunduğumuz düşüncesiyle irkilmemize yol açıyor. Örneğin son günlerde okuduğum birkaç habere değineyim. Ulusal Kanal’ın bir katı olduğu gibi arşiv haline getirilmiş meğer. Allah allah! Bir medya organının, TV kanalının ya da dergi ve gazetenin bir katını arşiv haline getirmesinden daha doğal ne olabilir ki? Öte yandan, Aydınlık muhabirlerinden bilmemkimin evrakları arasında Danıştay’ın krokisi bulunmuş. Oysa, Danıştay cinayetini araştıran bir gazeteci, olayın nasıl cereyan ettiğini anlayabilmek için böyle bir kroki çizebilir ve bunu evrakları arasında bulundurabilir pekâla. Öte yandan bu kişinin söz konusu krokiyi yok etmemesi iyice dikkat çekiciymiş. Tam tersine bu, sanığın lehinde bir kanıt olabilir. Eğer cinayette dahli olsaydı, söz konusu krokiyi anında yok ederdi vb.
İP konusundaki tutumumun herkes tarafından bilindiğini sanıyorum. Benim üzerinde durduğum, mücadelenin, ideolojik ve siyasi zeminden, üstelik de inandırıcı olmayan suçlamalarla cezai zemine kaydırılmasıdır. Bu tür zeminlerde, ezilenlerin ve gerçeklerin değil, polislerin, savcıların ve şarlatanların sesi daha gür çıkar. Eğer “Ergenekon” denen faşist bir örgüt gerçekten varsa, tam da bu tür örgütlerin istediği ortamdır demagojinin gürültüsüyle gerçeğin sessizliğe boğulması.
Gün Zileli
3 Nisan 2008