Şu Lenin ve Troçki Mirası Meselesi…
Simon Sebag Montefiore’nin Genç Stalin (Çev: Yavuz Alogan, İthaki, Ekim 2010) kitabını bu gece bitirdim. Biraz uyudum, sonra uykum kaçtı. Arka bahçede bir kedi yavrulamıştı. İkisi öldü. Kalan üç taneden ikisini anneleri alıp başka bir tarafa götürdü. İçlerinde en zayıfı olan üçüncüsü tek başına kaldı. Annesi gelir onu da götürür ya da emzirir diye ilgilenmedim. Bu sabah baktığımda ölmüştü. Kafama dank etti. Anne, onu zayıf olduğu için ölüme terk etmişti. Nasıl olmuştu da bunu düşünememiştim. Eğer düşünseydim yavruyu içeri alıp kurtarabilirdim. Biraz vicdan azabı duydum. Sonra kitabın son sayfalarından satırlar geldi aklıma: “1937-1938 yıllarında, yaklaşık bir buçuk milyon insan kurşuna dizildi. Stalin, çoğunu tanıdığı yaklaşık 39.000 kişinin ölüm listesini bizzat imzaladı. Stalin’in yükselttiği Beria’nın sorumlu olduğu Gürcistan, özellikle ağır bir darbe yedi; Komünist Partisi’nin %10’u tasfiye edildi; Onuncu Gürcistan Parti Kongresi’ne katılan 644 delegenin 425’i kurşuna dizildi.” (s. 431)
“Acaba” dedim kendime, yattığım yerde, “bütün bunları bir canavarın kana susamışlığı olarak ele almak ne kadar doğru? Belki şu anda yerimde Stalin olsa, o da benim kadar üzülürdü ölen kedi yavrusuna.” Bilirsiniz, gecenin sessizliği içinde, uykusu kaçınca böylesi tuhaf düşünceler durmadan üşüşür insanın kafasına. Kedi yavrusundan Doğan Tarkan’a atladı düşüncelerim birdenbire. İki önceki yazımda NTV’deki konuşmasından söz etmiştim. Orada “Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin mirasçısı olduğunu” söylemişti Doğan. Düzenledikleri “Marksizm’2010” seminerlerinde ise, en önde gelen konulardan biri, “Stalinizm-Kemalizm” bağlantısıydı. Ben de bu bağlantıya önem veriyordum ama Lenin, Troçki ve Stalin bağlantısı birbirinden kopartıldığında Stalin-Kemal bağlantısı tüm ciddiyetini kaybediyordu. Çünkü, eğer Stalin’le Kemal arasında benzerlik varsa, Lenin, Troçki ve Stalin arasında, benzerliğin ötesinde doğrudan ve kesintisiz bir devamlılık vardı. Stalin, Lenin’in de, Troçki’nin de mirasçısıydı.
Lenin daha iktidarı aldığı gün, “İnsanları kurşuna dizmeden nasıl devrim yapabilirsiniz?” (s.409) diye haykırmıştı. Doğrusu, “insanları kurşuna dizmeden nasıl iktidarı alabilirsiniz” olmalıydı, yoksa devrim değil. Tersine, gerçekten devrimci öneri şu olabilirdi: “İnsanları kurşuna dizerek nasıl devrim yapabilirsiniz?” Nitekim, bugüne kadar pek söz konusu edilmeyen bir yönü var işin. Eğer Lenin ve Bolşevikler kafayı böylesine kurşuna dizmeye takmasalardı ve daha baştan her türlü muhalefeti şiddetle ezmeye yönelmeselerdi iç savaş da bu kadar çetin olmayacak, bu kadar zorlu geçmeyecekti. Bolşeviklerin sertliği, Beyazların direncine güç katmış, daha da kötüsü devrimin canlı hücrelerini tahrip etmiştir. Belli ki Lenin daha başından devrimle iktidarı birbirine karıştırmıştı ya da onun kafasında ikisi aynı şeydi. Troçki de ondan aşağı mı kalıyordu sanki. Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamıştı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır? Japon anarşisti Kotôku Shûsui, geçmişini tanımlarken, “bir katilin oğluyum” dermiş, asker olan babasını kastederek. Bir de koca savaş makinesinin tepesindeki Troçki’yi düşünün. Nitekim Troçki, orduda rütbeleri yeniden geri getirmiş, asker komitelerini ve Sovyetlerini dağıtmış, çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmiş, ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmiştir. Troçki’nin yaptıkları bununla da kalmamıştır. Ortaya attığı ”sanayinin askerileştirilmesi” tezi tam bir despotizmdir. Bu teze göre, işçiler askeri disipline tabi tutulacak, silah zoruyla üretime koşulacak ve iç pasaport düzenine tabi kılınarak işyeri ve şehir değiştirmekten men edileceklerdir. Ayrıca, toplama kamplarındaki esir emeğinin sanayi hamlesinde kullanılması fikri de Stalin’in orijinal fikri değildir. Lenin ve Troçki de bunu onaylamış ve hatta ilk uygulamalara başlamışlardı.
Ekim Devrimi’nin ideallerini savunarak ayaklanan Kronstadt bahriyelilerini ezen de Troçki’den başkası değildir. Daha sonra Stalin tarafından “Alman ajanı” olduğu iddiasıyla kurşuna dizilen, eski Çarlık subayı Tukaçevski, Troçki’nin sözleriyle, “Devrimin onuru ve şerefi” Kronstadt bahriyelilerini Troçki’nin emriyle ezmiştir. Elbette Lenin de bu ezme çabasına destek vermiştir. Troçki, 1930’larda dünya çapında hiçbir yere ayak basamamacasına Stalin tarafından kovalanırken bile Kronstadtlılara yaptıklarını kabul etmek istememiş, onların “karşıdevrimci”liğinde ısrar etmiştir. Orijinal ve Ortodoks Troçkistler bugün dahi bunu savunmaya devam etmektedirler. Bu siteye yorum yazan Troçkist bir arkadaş, neredeyse üzerinden yüz yıl geçtikten sonra bile Kronstadt’ı “karşıdevrimci” diye niteleme bağnazlığını gösterebilmiştir.
Troçki ve onun dahil olup liderlik ettiği “Sol Muhalefet”, 1920’li yıllar boyunca Stalin-Buharin ittifakına, köylülüğe gereğince sert davranmadığı yönünde eleştiriler yapmış ve ortaya attığı “sanayileşme planı”yla, Stalin’in 1930’lı yılların başından itibaren uygulayacağı ve milyonlarca köylünün ölümüne yol açan “hızlı sanayileşme ve zorla kolektifleştirme” politikasının önünü açmış, yani Stalinist cehennemi diktatörlüğün taşlarını kendi elleriyle döşemiştir. “Sol Muhalefet”te yer alan onca Bolşevik’in 1930’lu yıllarda Stalin’in önünde secde etmelerini (ki bu bile onların hayatlarını kurtaramamıştır) sadece basit bir teslimiyet olarak ele almamak gerekir. Bu teslimiyetin arkaplanında büyük bir ideolojik ortaklık yatmaktadır. Stalin, pragmatik bir devlet adamıydı. Muhalefetin, sanayileşmede köylülüğü iç sömürge gücü olarak kullanma önerisini aynen alıp uygulamaya koydu. Elbette bunu yaparken, monolitik bir diktatör olarak, önerinin orijinal sahiplerini önce teslim alıp sonra da yok etmek zorunda hissetti kendini.
İşte Doğan Tarkan’ın övünerek sahip çıktığı miras budur. Doğru, siyasi akımlar ve partiler belli miraslara dayanırlar, dolayısıyla bunların hepsinin mirasyedi olduğunu söyleyebiliriz. Evet ama ortada yenecek bir miras kalmış mıdır? Buna sermayeden yemek demek daha doğru olmaz mı? Aynı Kemalistlerin bugünkü durumu gibi. Eğer görmediyseniz Sözcü gazetesinin 10 Kasım tarihli nüshasına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. İflas, tam bir iflas!
Gün Zileli
14 Kasım 2010
Mirascıların, ölen bir kedi yavrusunun ardından vicdan meselesi
yapacakları kanısı taşımıyorum sayın Zileli. Bunca insan katliamı
yapan azrailler nasıl olur da hâlâ taraftar bulabilir…Bayram da
yaklaştığına göre, desenize “liderler suntası”na istemediğin kadar
kurbanlık koyun…
“Atatürk’ün sevdigi sarkilar” seklinde bir CD var ise , “Lenin’in Sevdigi Sarkilar” seklinde bir long-play de var (o zaman CD yoktu). “Atatürk’ten hatiralar” seklinde bir sürü kitap var ise “Lenin’le anektodlar” sekilnde kitaplar da var. Bugün Kemalistler “Atatürk hayatta olse idi ne yapardi” sekilnde saçmaliyorlarsa, kendine devrimci diyen hödükler yillarca ve yillarca bu saçmalaiklari tekrarladilar ve hâlâ tekrar ediyorlar. Yine de Atatürk ve Lenin arasinda büyük farklar var: Atatürk komik, emperyalizm isbirlikçisi, yerel bir diktatör parçasi, Lenin ise dünyayi sarsan bir devrimin lideri, teorik olarak totaliter bir rejimin temellerini atti ise de kendi hayatinda otoriter-devrimci bir diktanin lideri olarak kaldi, kendi açisindan iyi ki erken öldü. Atatürk ise 1930’dan sonra bosuna yasadi, zaten Dolmabahçe sarayindan çikmiyordu, devletin resmi kayitlarina göre en az alti yil ögleden sonralari en erken 15:00’de uykudan uyanmaktaydi.
Kimsenin savunucusu değilim ama olmayan burjuvaya, aristokrasiye köylü devrimi mi yapacaktı Atatürk…
TRT, iktidar borazanı yandaş gazetecilerin arpalığı oldu! AKP’ye yalakalıklarla dolu sözde tartışma programlarına yüksek ücretler alarak katılan yandaş medyanın borazanları, bu şekilde halkın vergileriyle ihya oluyor! İşte ünlü borazanlardan bazıları ve bölüm başına aldıkları paralar:
POLİTİK AÇILIM isimli programa katılan;
Fehmi Koru :2500 TL
Derya Sazak:2500 TL
Prof. Dr. Fuat Keyman: 2500 TL
Prof. Dr. Mustafa Erdoğan: 2500 TL
HERKES İÇİN ADALET isimli programı yapan;
Taha Akyol: 3000 TL
YÜZ YÜZE isimli programa katılan;
Ümit Zileli: 1000 TL
Beril Dedeoğlu: 1000 TL
D.Ülke Arıboğan: 1000 TL
Ferhat Kentel: 1000 TL
SİNERJİ İsimli programı yapan;
Mehmet Barlas: 1 300 TL
KUŞAK FARKI ismi programa katılan;
Oral Çalışlar: 1 850 TL
ÇIKIŞ YOLU isimli programa katılan;
Ergun Babahan: 3200 TL
Ekrem Dumanlı: 1 475 TL
Liste böyle uzayıp gidiyor. Dikkatinizi çekerim bu paralar sadece program başına alınıyor. Yani en fazla 1 saat sürecek bir programa katılıyor, belki en fazla 15 dakika konuşuyor, ama ekranlarda arz-ı endam ettiğin için 1000-3200 TL arasında bir parayı cebe indiriyorsun!
Hele listede bir isim var ki, ülkemizde nasıl bir ikiyüzlülüğün egemenlik kurduğunun açık kanıtı:
CUMHURİYET gazetesi köşe yazarı ÜMİT ZİLELİ de TRT arpalığından beslenenlerden… Zileli program başına 1000 TL, aylık olarak da TRT’den toplam 4 000 TL alıyor!
Helali hoş olsun, yarasın Ümit Efendi’ye!
Ama lafa gelince Ümit Zileli, siyasi iktidara “muhalif”! Peki, muhalif Ümit Efendi TRT kesesinden yemlenmeyi içine nasıl sindiriyor?
Şimdi bu soruyu Ümit Efendi’ye sorsanız, “işte iktidar yanlılarının olduğu bir platformda, Cumhuriyet’ten, demokrasiden, laiklikten yana görüşleri savunuyorum” falan diye başlar konuşmaya…
İyi de ayda 4000 TL’yi sade suya tirit, kıytırık programlarda “muhalefet” yapsın diye mi veriyorlar Ümit Zileli’ye?
“Majestelerinin muhalefeti” buna denir işte…
Çık programa, en fazla 15-20 dakika konuş, iktidara yalakalık yapan borazanların yanında kenar süsü ol, sonra at cebine 1000’liği, git gazeteye yaklaşık 2 yıldır “Silivri Zindanı”nda çile çeken Mustafa Balbay’a “kardeşim…” diye başlayan mektuplar yaz!
Sevsinler senin muhalifliğini…
Mine Kırıkkanat gibi, Kürşat Başar gibi liberal düdüklerin yuvası haline gelen Cumhuriyet gazetesi, majestelerinin muhalifi Ümit Efendi’nin maaşına zam yapsın da, o da TRT arpalığından yemlenmek zorunda kalmasın!
Adam profesyonel gazeteci ise para alacak tabii, sana gel su isin ucundan tut desek kimbilir kaç para istersin. Iste ucuz, kalitesiz CHP muhalefeti diye buna denir, bak hatirlatayim Taksim’deki Türk bayragi da gözüme biraz eski göründû, rengi solmus, peynirler kalitesiz, esnaf halki kazikliyor, memur ùmaaslari da pek düsük, bazi müdürler de esleriyle makam arabasina binip geziyor, Atam seni çok özledik, O’dan teyyare muhalefet yani..
Sen Cumhuriyet Bayramında bandoyla geçen kolej çocuklarına
koltuğunun altında bilmem ne dergileri,devrimci bakışlar fırlatırken
dedelerin atayla dinci faşistleri kesmiyordu herealde leninist.
Yenisini alıp bayrağımızı yönlere dikiverseydin a cahil.
OLMADI GÜN!
Batı’nın sofistike anti-komünist akademisyenlerinin yıllar boyu Sovyetler Birliği’ne ilişkin yorumlarında dile getirdikleri düşünce hep aynı olmuştur: Lenin, Troçki ve Stalin ayrılık değil,aynılık taşırlar. Bir tek, dürüst Batılı tarihçi C.H.Carr Bolşevik Devrimi’nin tarihi adlı üç ciltlik eserinde bu tuzağa düşmeden gerçekleri bir arkeolog inceliğiyle dile getirir. Senin gibi bir devrimcinin bu tuzağa düşmesi gerçekten acı verici. Umarım eski bir dostun bu uyarısı değerlendirmelerini bir kez daha gözden geçirmene katkıda bulunur. Yoksa yeni bir polemiğin yollarına taş döşenmiş olur.
Merhaba Ersen,
Ben Lenin ve Troçki’yle Stalin’i aynı görmem, gerek bu sitedeki birçok yazı, gerekse senin de katkıda bulunduğun Stalinizm kitabımdaki birçok makale bunun kanıtıdır. Ne var ki, Lenin’le ve Troçki’yle Stalin arasına Çin seddi konması da tarihi gerçeklere uygun değildir. Stalin, diktatörlüğünü, Lenin’in ve Troçki’nin kurduğu tek parti diktatörlüğünün üzerine inşa etmiştir. Bu anlamda onların mirasçısı ve devamıdır. Ama elbette çok daha korkunç bir biçimde. Ve hatta Leninistleri de temizleyerek. Evet ama tek parti diktatörlüğü kuran Lenin ve Troçki’nin, kurdukları rejimin doğal sonucunun bu olacağını görmeleri gerekmez miydi? Sen her türlü muhalefeti bastır, bütün sol partileri yasakla, anarşistleri öldür veya hapse at, toplama kampları kur, Kronstadlıları bastır, basın özgürlüğünü ortadan kaldır, gösteri yapmayı yasakla, grev hakkını ortadan kaldır, her türlü eleştiriyi karşıdevrim diye nitele, ondan sonra da kalk, Stalin’den başka bir sonuç bekle. Bence Leninistler ve Troçkistler, bu tespitlere kızacaklarına bunca yıl sonra şapkalarını önlerine koyup ne yaptık da Stalin diktatörlüğüne yol açtık diye düşünmelidirler. Ama bir kere daha vurgulayayım, Lenin ve Troçki dönemiyle Stalin dönemini aynı görmüyorum. Lenin-Troçki dönemi, tüm muhalefetin bastırıldığı bir tek parti diktatörlüğüydü ama en azından parti içi muhalefete belli oranda izin vardı. Stalin diktatörlüğü Stalinistleri bile ortadan kaldıran korkunç bir polis rejimiydi. Anti-komünist değilim. Komünizm adına yapılan uygulamaları her eleştirine “anti-komünist” yaftası yapıştırma alışkanlığını doğru bulmuyorum. “Anti-komünizm” reaksiyoner ve saldırgan, faşizan bir komünizm düşmanlığıdır. Komünizme düşman değilim, komünistlere de öyle. Sen de dahil çok sayıda komünist arkadaşım var. ama bu, komünizm adına yapılan korkunç yanlışları, Sırf Lenin ya da Troçki yaptı diye görmezden gelmeme yol açmaz. Aynı anarşizmi ve anarşistleri eleştirdiğim gibi, komünizmi ve komünistleri de keskin bir şekilde eleştirmekten geri duramam. Polemik… Polemikten yana değilim ama tartışmanın her zaman yararlı olacağı düşüncesindeyim.
Devrimden,örgütten,öncüden,sosyalizmden nefret eden bir G.Zileli yazısı daha.
G.Zileli’nin özünde sağcı olduğunu ortaya koyan bir itiraf yazısı ile karşı karşıyayız.
İşte sağcılğın bir belgesi.
G.Zileli,F.Başkaya’nın AKP gericiliğini “ilerici” olarak görmeleri bu sağcı özleriyle ilintilidir.
Komünistlerin İktidarı Zaptı Sınıf Mücadelesi Değil Mi?
Değerli Zileli, Lenin’in sözünü ‘insanları kurşuna dizerek nasıl devrim yapabilirsiniz’ diye düzelttikten sonra şöyle sürdürüyor:
‘…Eğer Lenin ve Bolşevikler kafayı böylesine kurşuna dizmeye takmasalardı ve daha baştan her türlü muhalefeti şiddetle ezmeye yönelmeselerdi iç savaş da bu kadar çetin olmayacak, bu kadar zorlu geçmeyecekti. Bolşeviklerin sertliği, Beyazların direncine güç katmış, daha da kötüsü devrimin canlı hücrelerini tahrip etmiştir. Belli ki Lenin daha başından devrimle iktidarı birbirine karıştırmıştı ya da onun kafasında ikisi aynı şeydi. Troçki de ondan aşağı mı kalıyordu sanki. Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamıştı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır?..’
Acaba aslında bütün sorun bu düşünüş tarzında değil midir?
Demek istediğim, ilkin, sınıf mücadelesinin devrim sürecinde daha şiddetli bir tarzda sürmekte olduğunun görülememesindedir. İkincisi ve bunun yansıması olarak komünistlerin ezilen sınıflardan (Sovyetlerden) iktidarı gasp etme mücadelesi biçiminde sürmekte olduğunun görülememesidir. Dolayısıyla sınıfsal statüsüne (Özellikle belirtiyorum kökenine değil, statüsüne, çünkü işçi kökenden gelen Stalin’in profesyonel devrimci kisvesiyle üretimden kopup sınıf atladığını ve yıllardır asalak yaşadığını unutmamak gerekir!) bakmadan Lenin, Troçki, Stalin ve hatta askerlerden şunu bunu yapmasalardı her halde işler yolunda giderdi biçimindeki beklentidedir.
Kanaatimce Lenin ve benzeri adamlar, her ne kadar komünist düşüncenin ideologları olsalar da, ezilen sınıfa iç değillerdi. Dolayısıyla kendi iktidarlarını pekiştirmek için eski yoldaşlarının kanını akıtmada bir beis görmeyeceklerdi. Yani bunda şaşılacak bir şey yok.
Asıl şaşırtıcı olan, sosyalizmin sorunlarına deva arayanların, sistemi kurmak üzere ezilenlere teslim etmek ve üretime katarak proleterleştirmek yerine, hala küçük burjuva sınıfından gelen komünistlerin gösterecekleri insafa vurgu yapmalarıdır!
Yoldaş Zileli’nin düşüncelerini bir de bu açıdan öğrensek yararlı olacağı düşüncesindeyim.
Dostlukla ve selamlarımla
Hasan Dere
14/11/10
“Stalinizmin, Bolşevizmden ya da Marksizmden kaynaklandığını ileri sürmek, karşıdevrimin devrimden kaynaklandığını söylemekle tamamen aynı şeydir. Aslında tutucu olan liberallerin düşüncesini ve sonra da reformist düşünceyi biçimlendiren hep bu şema olmuştur. Toplum sınıflı yapısı nedeniyle, devrimler her zaman karşıde…vrimlere yol açmıştır. Ukalalar, “Bu, devrimci yöntemde içsel bir kusur olduğunu göstermez mi?” diye soruyor. Ne var ki, ne liberaller ne de reformistler, bugüne değin ‘daha ekonomik’ yöntemler icat etmeyi beceremedi. Yaşayan bir tarihsel süreci akla uygun hale getirmek pek kolay değilse de, Stalinizmin ‘devlet sosyalizmi’nden, faşizmin Marksizmden, gericiliğin devrimden, kısacası anti-tezin tezden kaynaklandığını mantık düzeyinde ileri sürerek, bu dalgaların ardı ardına gelişimini akılcı bir biçimde yorumlamak hiç de zor değildir. Pek çok başka alanda olduğu gibi bu alanda da, anarşist düşünce liberal rasyonalizmin tutsağı olarak kalmaktadır. Diyalektiğin olmadığı yerde gerçek devrimci düşünce olanaksızdır.” (Lev Troçki, Bolşevizm mi Stalinizm mi?)
Onur bizimle Sanıyor musun ki senin dalgalarını emekçiler hiçbir şey olmamış gibi izleyeceklerdir. Papaz bir kere pilav yer.
Hasan Dere’ye: Bu konudaki düşüncelerimin bilindiğini sanıyorum. Bir devrimin olmazsa olmaz koşulu inisiyatifin gerçek emekçi kitlelerin elinde olmasıdır. Bu inisiyatifi emekçilerden alıp bir partiye, bir organa verdiğiniz an orada devrim bitmiş demektir.
yeniden yazıyorum: Onur bizimle dalga mı ğaçiyor yoksa ciddi mi? Sanıyor musun ki, emekçiler senin dalga teorini büyük beir soğukkanlılıkla izleyeceklerdir. Başarısız olan bir deney bir daha izlenmez. Papaz her zaman pilav yemez.
Rusya’da Narodniklerin terörist eylemlerini eleştirip kitle eylemlerinin esas olduğunu ilk belirten Lenin’dir. Parti içi demokratik merkeziyetçilik ilkesini de ortaya atan Lenin’dir. (Ve bu ilke iç savaş döneminde dahi uygulanabilmiştir. Parti içinde her görüşe sınırsız özgürlük tanınmıştır.) Ekim devrimini gerçekleştiren ayaklanma iradesini de Lenin ve Troçki’nin ayaklanma önerilerini defalarca reddeden Bolşevik Parti MK’sına, “Ya ayaklanma kararı alırsınız ya da sizinle ilişkimizi keseriz!” diyen bir işçi sağlamıştır. Hal böyleyken, iç savaş döneminde uygulanan baskıcı politikaları Stalinist deneyimle bir görmek, tarihsel materyalizmden bihaber olmak demektir. Ve Troçki’nin de dediği gibi, “Diyalektiğin olmadığı yerde gerçek devrimci düşünce olanaksızdır.” Ne Lenin ne de Troçki’nin insiyatifi emekçilerin elinden alıp bi partiye ya da organa devretmek gibi bi düşünceleri ya da eylemleri olmamıştır. Moshe Lewin’in ‘Lenin’in Son Mücadelesi’ kitabını şayet okuduysanız, bilhassa Lenin’in ömrünün son yıllarının, iç savaş dönemindeki politikalarıyla yaratmış oldukları bürokrasiye karşı mücadele etmekle geçmiş olduğunu görürsünüz. Fakat anarşistlerin ne işçi iktidarıyla ne de bu iktidarın korunmasıyla bi alakası olmadıkları için, meseleyi Lenin’in de Troçki’nin de, diğer tüm Bolşeviklerin de, tıpkı Stalin ve hatta Hitler gibi, basit birer diktatör oldukları yönünde ele almaları şaşırtıcı değildir.
Hurşit… Anarşistlerin emekçilerle ne gibi bi alakası var ki? Emekçilerin her eylemini provake etmekten başka? Kısacası, hadi oradan…
Peki… anlaşıldı Onur bey kardeşim. Bana da tası tarağı toplayıp gitmek kalıyor anlaşılan. Sağ olasın.
Gün Zileli’nin de, “Bir devrimin olmazsa olmaz koşulu inisiyatifin gerçek emekçi kitlelerin elinde olmasıdır. Bu inisiyatifi emekçilerden alıp bir partiye, bir organa verdiğiniz an orada devrim bitmiş demektir” mesajına bi Bolşevik-Leninist olarak aynen katılıyorum. Madem Bolşevikler-Leninistler işçilerin insiyatiflerini gasp eden adamlar, ben ya da benim gibi düşünen komünistler nedirler, nasıl tanımlanmalıdırlar?
Liberter komünist diye tanımlayabiliriz mesela.
Ben de tam bunu yazmak üzereydim Hurşit abi.
Peki, liberter komünistmişim demek ki. (Zaten Durruti’yi de pek severdim. Başka da sevdiğim anarşist yoktur zaten ya, o ayrı mesele.) İyi de ben bu liberter komünizmi annemin karnında değil, Lenin’den, Troçki’den öğrendim, o ne olacak? Veya, “Bir devrimci işçi hareketinin yapacağı hatalar, adına merkez komite denilen herhangi bir organın yanılmazlığından bin kat daha değerli ve verimlidir tarihsel açıdan” diyen Rosa’dan öğrendim. Ki aynı Rosa, “Gelecek her yerde Bolşevizmindir” de diyordu. Üstelik Bolşeviklerle sıkı tartışmalara girmesine rağmen diyordu bunu. Nedir peki? Rosa aptal, siz misiniz akıllı? Ya da Troçki’nin verdiğim alıntısındaki ‘uyanıklar’ olarak niteledikleri siz misiniz? Evet, galiba sizsiniz…
Estafullah. Hiçbir zaman böyle bir akıldanelik iddiasında bulunmadık efendim. Vakta ki, Rosa hanımefendinin Lenin ve Troçki’ye isim vererek yönelttiği erken dönem eleştirilerini iyi okumak gerekir. Şu savunmacılıktan kurtulsanız iyi edersiniz. “Mahallenin namusunu” savunmak değil, gerçek neyse onu tespit etmektir önemli colan. Dinciler bile sizden daha cesur eleştirellikte vallahi. Ne var yani, Lenin de Troçki de sizin benim gibi birer faniydiler. Hayırlı işleri inkar edilemez ama çok da büyük hatalar yapmışlardır. Neredeyse Hz. Lenin, Hz. Troçki diyeceksiniz yahu. Onlar bile yaşasaydı nasıl eleytirirlerdi kim bilir kendilerini.
Yazı o kadar subjektif ki iç savaşın çok çetin geçmesi bile Lenin’e bağlanmış. Ben anlamıyorum bu durumu, anlayacağımı da sanmıyor. Devrim ister istemez savaş demektir, anlamadığım savaş olmadan nasıl devrim yapacak bu anarşistler. Hele bunu açıklayın önce, sonra Lenin şöyle Troçki böyle idi deyin. Tüm eleştirilere karşı çıkmıyorum ama bu nasıl bir bakış açısıdır anlamadım.
Ertan, sorun devrimci özsavunmayla, “devrimci şiddet” denen saçma teoriyi birbirine karıytırmaktan kaynaklanıyor. Devrim yapan halk elbette kendini savunacaktır. ama bu başka bir şeydir, devrim adına önüne geleni kurşuna dismek, “kızıl terör” uygulamak ve böylece halkı sindirmek ve bir sürü olumlu unsuru beyazların safına itmek başka bir şeydir.
Evet, iç savaşın o kadar uzun ve şiddetli sürmesinde Bolşeviklerin sertlik politikasının önemli rolü vardır. Eğer devrimin başındaki hava korunabilseydi -ki korunabilirdi – karşıdevrimci beyazlar o kadar büyük kalkışmalara ve kırımlara girişemezlerdi, çünkü kitle desteği bulamazlardı. Ne var ki,. hem Bolşeviklerin sertlikleri ve sekterlikleri hem de köylülüğü ve milliyetleri hayal kırıklığına uğratan politikaları beyazların kitle temelini güçlandirmiytir.
“Ne var yani, Lenin de Troçki de sizin benim gibi birer faniydiler. Hayırlı işleri inkar edilemez ama çok da büyük hatalar yapmışlardır.” Bakın bu satırlara da aynen katılmaktayım. Lenin de Troçki de çok büyük hatalar yapmışlardır hayatları boyunca, hepimiz gibi. Lakin bu hatalar arasında ‘işçilerin iradelerini gasp etmek’, ‘kasaplık’, ‘kızıl terör’, vs. gibi şeyler bulunmamaktadır. Peki anarşistlerin yaptığı hataları sayalım mı? Başta ‘anarşist olmak’ üzere… (Hayır mesele, “Durruti iyiydi de çevresi kötü”nün de ötesinde…)
“Evet, iç savaşın o kadar uzun ve şiddetli sürmesinde Bolşeviklerin sertlik politikasının önemli rolü vardır.”
Evet… Mesela Kronstadt’taki ‘köylülük’ temelli karşıdevrimci istekleri kabul etselerdi Bolşevikler, mesela iç savaş hemen sonlanırdı. Bi emperyalist daha ne isterdi ki?
Sen koskoca dünya savaşını bitir, sonra da iç savaşın uzamasının sorumlusu ilan edil! Vay anasını…
Yahu Onur arkadaş, burada anarşistler şöyle yaptı, komünistler böyle yaptı rekabeti içinde olmanın hiçbir anlamı yok. Sana anarşistlerin yaptığı yığınla hata çıkarırım. Burada sorun, 1917 devriminden sonra ne hata yapıldı, ne yapılmamalıydı sorunudur. Evet açıkça belirtiyorum: “Kızıl terör” kesinlikle büyük bir hataydı. Kronstadt bahriyelilerin ailelerini rehin alıp kurşuna dizmeye varacak kadar alçakça çeka yöntemleriyle. Evet bu kasaplıktır. İşçilerin iradelerini de gasp etmişlerdir. Sovyetlerin içini boşaltmış ve işlevsiz hale getirmiylerdir. Fabrikalarda silahlı müfrezeler işçileri zorla çalıştırıyordu. Grevler silah zorunyla bastırılmıyordu. Emma Goldman’ın tanıklıklarını okumanı salık veririm.
Grevler silah zoruyla bastırılıyordu demek istemiştim.
ayrıca İspanya devrimini tartışırsak orada da anarşistlerin hatalarını tespit edebiliriz. Durruti’nin de.
Tamam tartışalım, Lenin ve Troçki’nin savaş politikalarını da tartışalım; ama bu politikaların iç savaş gibi özel bi döneme ait politikalar olduğunu kabul edip tartışalım. En azından Lenin’in ölümünden sonra parti içinde iktidarı ele geçiren bürokratik kliğin anti komünist ve despotik politikalarıyla, infazlarıyla, katliamlarıyla; iç savaşta yaşanılanları aynı kefeye koymayalım. Çünkü Lenin ve Troçki’nin yaptıkları o tarihsel döneme ait özel politikalardı ve ne derseniz deyin politikalarının temelinde işçi sınıfının çıkarları vardı, hatalı bulun ya da bulmayın; Stalin’in politikalarındaysa tamamen bürokrasinin çıkarları ve onun ideolojik ve kültürel bi hegemonya kurma fikriyatı vardı.
“Mesela Kronstadt’taki ‘köylülük’ temelli karşıdevrimci istekleri kabul etselerdi Bolşevikler, mesela iç savaş hemen sonlanırdı. Bi emperyalist daha ne isterdi ki?”
Onur bey kardeşim, yukardaki lafları ederken iyi düşündünüz mü? Bu suçlama o zamanki Bolşevik partisinin alel acele ürettiği bir suçlamadır. Bu kadarını Lenin bile söylememiş, olayı daha sosyolojik temelde izah etmeye çalışmıştır. Bana Kronstadt devrim komitesinin 14 maddelik istekler listesinden bir tane karşıdevrim talep gösterin, ben sizin dediğinizi kabul edeceğim ve bütün iddialarımı geri alacağım. Öte yandan iç savaşın uzamasının bütün sorumluluğunu Bolşeviklere yıkıyor değiliz elbette. Ama sorumlulukları vardır. Savaşı bitiren ise Bolşeviklerden önce emekçi halk kitleleridir. Bolşevikler de bu talebe ayak uydurmuşlardır sadece.
Hocam bu gidisle K. Marks a ulasacagiz. Sosyalist devletin yaratacgi komün ancak bu kadar olur. Komün tüm tarih boyu tüm uygarliklarda sistem disi vardi ve var olmaya devam edecek. Top yekün devletin insiyatifi ve zoruyla ne sosyalizm nede komün olur. Leninin ve bence K. Marksin tüm dehalarina ragmen formüle edilen bati kapitalizminin sol cephesidir. Buda pre kapitalist ülkelrin yada zayif emperyalist ülkelerin devlet zoruyla kapitalistlesme sürecidir. Cünkü bu halka emperyalist paylasimdan dolayi kaybedilmisti. Bunu kazanmamnin tek yolu devlet zoruydu. Stalin ve digerlerinin yaptigi sey buydu. Mao bunlardan hic farkli degildi.Trockide de ayniydi.Zor tek secenekti.oda kutsanan sinifa ve önderlerine karsiydi.Iscinin itaat ve calismaktan baska hicbir hakki yoktu.
Sonsuz bir komün olmaiyacagi gibi tek tip komün insanida omayacaktir. Günün plitik ,sosyolojik, üretimsel ve ihtiyaclara göre, sistem disi kosullarda düsünsel üretime yakin bireyler arasinda olmasi gereken komünler söz konusu olacaktir.Marksin dedigi gibi komunal toplumdan………….kapitalizme ordan da kominizme gecilmeyecek hicbir sosyalist devlet komüne izin vermeyecektir. En yüce liderler bile o devlete kurban olacaktir. ve yakin yoldaslarini öldürmekten cekinmeyecektir. yasananda budur. sosyalist devletler bir mezbahaya(kesimhane) dönüsmüstür.
Sanki insanlar koyun sürüsü gibi sosyalist toplumda günü geldigi zaman topluca komünlere gecis yapacaklarmis gibi bir sentez var. itraz edecek insanlar ne olacak. Herkes buna mecburmu?
Doğru, katılıyorum Nidal bey kardeşime…
yukarda pre kapitalist ülkerin kapitalistlesme , zayif emperyalist ülkelerin de agir saniyilesme süreci olacakti
düzeltir saygilarimi sunarim
Peki 1924’e kadar olan dönem ne olacekonomik alanda kapitalizme taviz veriloruz, siyasi alanda ipleri daha da sıkıştırmalıyız” dedi, daedi mi demedi mi. ak. İç savaş bitti, NEP ilan edildi. Ama Lenin efendi bir türlü demokratik haklara dönüş yapmadı. Tüccarlara özgürlük tanıdı ama halka ve parti dışı muhalefete özgürlük tanımadı. Tam tersine, “madem ekonomik alanda kapitalizme taviz veriloruz, öyleyse siyasi alanda vidaları daha da sıkıytırmalıyız” dedi, dedi mi demedi mi? Tüccara özgürlük, halka esaret, öyle mi?
“Sovyetler’in içinden Bolşeviklerin çıkartılması ve toprak sahibi olan köylülerin tarımda serbest pazar yaratması” yeterli mi Hurşit bey?
Kusura bakmasın Gün Zileli. Lenin NEP gibi zorunlu ekonomik politikalar uygulamaya girişmektense, işçi iktidarını korumaya çalışmaktansa, aslında en başında yapması gerekeni yapıp, derhal iktidarı feshetmeliydi. Sonra ne olacağı önemli değil tabi, orası Gün Zileli’nin meselesi de değil. Kendisinin Özgür Üniversite’de geçen sene katıldığım bi panelinde konu sendikalara geldiğinde, “Sendikalarla olmayacak bu iş” türünden bi kelamına, “Peki nasıl olacak?” diye sorunca, “Onu ben de bilemiyorum” diye cevap verdiğinde anlamıştık bunu.
Kuşkusuz İspanya İç Savaşı’nda ele geçirdikleri şehirlerde parayı kaldıran anarşistler de sonrasında ne yapacaklarını bilmiyorlardı… ‘Lenin efendi’ dediğiniz adam da bilmiyordu parayı kaldırmayı misal değil mi? NEP falan, hep bürokratik bürokratik işler…
Kusura bakmayın ama atıyorsunuz. Talepler aşağıdadır:
Gemiler mürettebatının genel toplantısı tarafından Petrograd’daki durumu araştırmak üzere gönderilen delegelerin raporunu dinleyen bizler şu kararları aldık:
1. Bugünkü sovyetlerin işçilerin ve köylülerin isteklerini ifade etmediği gerçeği gözönüne alınarak, öncelikle bütün işçilerin ve köylülerin ajitasyon özgürlüğü ve gizli oy kullanma hakkı temelinde derhal yeni seçimlere gidilmelidir.
2. İşçilere ve köylülere, anarşistlere ve sol sosyalist partilere basın ve konuşma özgürlüğü verilmelidir.
3. İşçi sendikaları ve köylü örgütleri için toplantı özgürlüğü güvence altına alınmalıdır.
4. İşçilerin, kızıl ordu askerlerinin, Petrograd, Kronstadt ve Petrograd bölgesi denizcilerinin Partili olmayanlar konferansının 10 Mart 1921 tarihinden geç olmamak üzere toplanması için çağrı yapılmalıdır.
5. İşçi ve köylü hareketiyle bağlantı içindeki bütün işçi, köylü, asker ve denizci mahkûmlara olduğu kadar, bütün sosyalist partilerden politik mahkûmlara da özgürlükleri geri verilmelidir.
6. Toplama kamplarında ve hapishanelerde tutulanların davalarını gözden geçirmek üzere bir komisyon seçilmelidir.
7. Hiçbir partiye fikirlerinin propagandasında özel ayrıcalıklar verilemeyeceği ya da bu amaçla devletten mali destek sağlanamayacağı için bütün politik bölümler ilga edilmelidir. Bunların yerine, devlet tarafından finanse edilen ve yerel planda seçilen kültürel ve eğitsel komisyonlar kurulmalıdır.
8. Bütün yol kesme müfrezeleri derhal lağvedilmelidir.
9. Sağlığa zararlı işlerde çalışanlar hariç bütün işçilere eşit tayın verilmelidir.
10. Bütün ordu dallarındaki Komünist savaş müfrezelerinin yanısıra, fabrika ve atölyelerde iş başında bulunan Komünist muhafızlar ilga edilmelidir. Böyle muhafızlar ya da müfrezeler, gerekli görüldüğü takdirde, askerlerce atanmalı ve fabrikalarda işçilerin kararına göre belirlenmelidir.
11. Köylüler, işçi çalıştırmamak koşuluyla, kendi araçlarıyla topraklarını tam bir özgürlükle işleyebilmeli ve hayvanlarına sahip olabilmelidir.
12. Ordunun bütün kesimlerinin olduğu kadar subay okulu öğrencisi yoldaşlarımızın da (kursanty) önerilerimizi onaylamalarını bekliyoruz.
13. Basının önerilerimize en geniş yeri vermesini talep ediyoruz.
14. Seyyar bir kontrol bürosu atanmalıdır.
15. Kendi emeğiyle üretim yapan zanaatkârlık serbest bırakılmalıdır.
PETRİCHENKO, Filo Toplantısı Başkanı
PEREPELKİN, Sekreter
Ha elbet biz de her şeyi bilmiyoruz ve çok bilmişlerden gıcık olma hakkımızı da saklı tutuyoruz. Ama hiçbir şey bilmeyip çok şey biliyor gibi yapan ve konuşan anarşistlere ‘anarşist’ demeyi bile Durruti gibi anarşistlerin anısına bi saygısızlık olarak görüyoruz. Asıl mesele şu: ‘Lenin efendi’ napmışsa, az bile yapmış da, peki siz ne yaptınız bu hayatta?
Sayın gün zileli; yazınızı sanal molotof isimli bir forumda gördüm. Bir sol komünist olarak hem saygı duyduğum ve yoldaş gördüğüm bir insan olarak sizin yazınız beni hayal kırıklığına uğrattı. O yüzden aşağıdakiler geçti aklımdan ister istemez;
her şeyi bu kadar bir kalemde silmek doğru değil. Öncelikle gün zileli kronstadt konusunda haklı. Partinin liderliği, kronstadt’ta ne olup ne bittiği anlaşılmadan, ortada bir beyaz komplosu olduğu yalanını yaydı ve kitleleri bunun için mobilize etti. Parti ama burada suçlu değildi. Büyük ihtimalle bir çok bolşeviğin olan bitenden haberi bile yoktu.
Öte yandan gün zileli bolşevik partisinin kan istediği konusunda da çok haksız. Ekim devrimi sonrasında ilk alınan kararlardan biri idam cezasının kaldırılması olmuştur. Ancak beyazların saldırıya geçmesi ve onlara destek olmak için sabotaj yapmayı sürdüren mühendis v.d. orta sınıf unsurların direnişi yüzünden idam cezası geri getirildi. Ama bu ilk açıklandığında, “ancak geçici bir süre için” denmişti. Tabii ki işler böyle olmadı. Özellikle Cheka çok inanılmaz bir terör estirmeye başladı. Ama bu en esaslı biçimde parti içerisinde bir muhalefete yol açtı. Bugün cheka tarihi üzerine yazmış 2-3 batılı tarihçi vardır. Bunlar genelde anti-komünisttir ve en önemlileri G. Leggett’tir. Leggett bile parti içerisinde cheka ya ve onun polisiye önlemlerine parti içerisinde yükselen çığlığa işaret etmiştir. O kadar güçlüdür ki bu cheka, keyfi idam cezasını savunan bir yazı çıkarınca kendi bülteninde, bülteni parti muhalefetinin tepkisi yüzünden kapatılmıştır.
Yazıdaki ikinci sıkıntı da bolşevik partisindeki tek muhalefetinin sanki sol muhalefetmiş gibi konuşulması. 1927’den önce esas muhalefet, işçi muhalefetidir, demokratik merkeziyetçiliktir, iş grubudur v.s. Hatta troçki’nin ordu içerisindeki eylemleri bile parti içerisinde ciddi muhalefetle karşılaşmış ve “ordu muhalefeti” bunun üzerine doğmuştur.
O yüzden her hangi bir başka tarihsel süreci böyle siyahlar ve beyazlarla kaba “süreklilik mi kopuş mu” tartışmalarıyla, üç satırda harcamamak lazım. Hele devrim gibi tarihin inanılmaz yoğunlaştığı süreçleri hiç böyle bir kalemde silmemek lazım. Adım adım karşı devrimin ilerleyişini ve partinin yavaş yavaş dağılmasını, karşı devrimin her bir adımında bir muhalefetin çıkışını teslim etmeden, hiç bir çözümleme yapılamaz. Ama bunu teslim edince de, basit “marx-engels-lenin-troçki-stalin hattında dümdüz karşıdevrim” yüzeyselliği anlamsız kalır. Dahası bugün artık böyle bir çizgi, sovyetlerden ve devrim sürecinin ciddiyetli bir incelemesinden çıkacak derslerin de kazanılmasını engeller. o yüzden gün zilelinin bu yazısını çok ciddiyetsiz buldum.
ek;
eğer troçkist geleneğin tarihsel ve devrimci bir eleştirisi geliştirilecekse, sol muhalefetin ve preobrazinski’nin “sosyalist ilkel birikim” teorisi ile başlamak çok doğru. ama burada durmak çok yanlış olur. Troçki 30’larda köylülüğü ezerek ağır sanayileşme çözümlemesini terk etmiş ve esasında bunu hiç bir zaman preobrazinski kadar uç noktada savunmamıştır. Troçkizmin en ciddi sıkıntısı, 2. dünya savaşında stalini destekleyerek enternasyonalizmi terk etmesi olmuştur bence. Bunun temelinde de troçkinin “geçiş programı” ve ondaki yanlış çözümlemeler vardır. Bugün troçkizmin sistem içine düşmesinde, dsip’in devlete eklemlenmesinde, marksist tutum gibi bir troçkist grubun bile bu evet-hayır oyununa girmesinde en büyük kökensel bağ, troçkinin bu geçiş programında bulunuyor bence. Ne dersiniz?
Mikail, daha önceki birçok yazıda işçi muhalefeti ve demokratik merkeziyetçiler değerlendirilmiş, olumlu rollerine ve muhalefetlerine değinilmiştir. Keza sol komünistlerin değerli görüşleri de defalarca zikredilmiştir. (İki sol komünist kitabı bizzat çevirdim) Ama şunu unutmamak gerekir: Partide Lenin’in muazzam bir ağırlığı oluşmuştu devrimden sonra. Bu yüzden ona karşı çıkmak kolay iş değildi. Nitekim, Kronstadt ayaklanması sırasında sol muhalefet ve demokratik merkeziyetçilere dahil olan parti üyeleri, biraz da kendilerinin bağlılığını kanıtlamak için, 10. kongreden doğru Kronstadt ayaklanmasını bastırmaya koşmuşlardır gönüllü olarak. Nedir yani, ne oluyor, nereye koşuyorsunuz? Parti fetişizmine böylesine biat ederek muhalefet mi olurmuş? Gerçi bu gayretkeşlikleri ödüllendirilmemiş ve aynı 10. kongre, Lenin’in önerisiyle parti içi muhalefet ve hizip yasağı koymuştur. Siz buna ne diyeceksiniz esas, ben bunu merak ediyorum.
Ayrıca sol komünistler partiden ilk atılan gruptur. 1921’den sonra partide barınamamışlardır. Lenin o meşum çocukluk hastalığı kitabını sol komünistlere karşı yazmıştır. Artık Lenin’i de eleştiri tahtasına koymanın zamanı değil mi (yada çoktan geçmedi mi?)
lenin’i eleştirmeli evet. Sizinde bildiğiniz gibi sol komünistler bu eleştiriyi zaten yapıyorlar. “çocukluk hastalığı” teşhisi komünist sola yöneliktir.
Ama lenin’i nasıl eleştirmeli? Partiyi lenin ile eş tutarak mı? Bu bana ilk mesajımdaki nedenlerden dolayı sıkıntılı görünüyor. Zaten partiden atılan sol komünistler de bunun farkında olmuştur. Örneğin miasnikov ve işçi grubu 1921 sonrasında partiden atılmış olmalarına rağmen, her zaman partiden kazanılabilecek bütün unsurları kazanmaya çalışmıştır. Bu nedenle de üyelerine parti içerisinde kalmalarını ve kazanabilecekleri kadar insanı kazanmayı salık vermişlerdir. Bunun nedeni açık; bolşevik partisi devrim sürecinde bir çok anarşistin de katıldığı dolayısıyla bir çok devrimcinin içerisinde bulunduğu bir partidir. Karşı devrimin tam zaferi için silinmesi gerekmiştir.
ufak bir ek; partiyi lenin e ve troçkiye eş tutma yönlü bu tavır, özellikle batıda Richard Pipes gibi anti-komünist, sağcı yazarların işi olmuştur. Bu çerçevede dev bir mistifikasyon mekanizması yaratılmış ve tarih karartılmıştır. Halbu ki bu tür bir “politik tarih” okuması, sizin gibi sınıf mücadelesi tarihi konusunda, çok katkılar sunmuş birisine hiç yakışmaz. Bir anarşist yoldaş olarak gördüğüm sizden, toplumsal süreçlerin bireylerin tarihine indirgenmesine yönelik, bu burjuva eğilimi eleştirmenizi beklemekle çok şey mi istemiş oluyorum?
Son bir söz de lenin’in etkisi üzerine; yukarıdaki mistifasyona paralel olarak, lenin hiç te devrimden sonra sözünden çıkılmaz lider konumunda olmadı; tersine daha brest sürecinde, partinin ufak bir çoğunluğu almanya ile anlaşmaya karşı çıkmış ve sol komünistler önderliğinde, volin gibi kimi anarşist yoldaşların da savunduğu, partizan savaşına yakın bir çizgiyi önermiştir.
Şu kaynağı öneririm;
http://libcom.org/library/left-communist-movement-1918-russia
Bütün mesele partiyi fetişleştirmekten geliyor. elbette Bolşevik partisinin içinde bir sürü değerli devrimci vardı. Bu inkar edilemez. Ama Lenin öyle bir yapı kurmuştu ki, bu devrimci unsurlarının direnişinin, yani parti içinde direnişinin hiçbir faydası yoktu. Tarih bunu ispatlamıştır. Elbette, dediğin gibi, Lenin dönemi ile Stalin dönemi çok farklıydı. en azından parti içinde muhalefet olanağı (gittikçe kısıtlanmakla birlikte) vardı, Lenin’e karşı çıkmak mümkündü. Ama unutma ki, merkez onların elindeydi ve muhalefetin parti içinde hakim olması şansı yüzde sıfırdı. Böyle oldfuğu da görüldü. Bırak Bolşevik partisini, burjuva partilerinde de bu böyledir. Bütün örgütlerde aşağı yukarı böyledir. Merkeze hakim olan her şeye hakim olur. Ancak çok olağanüstü devrim koşullarında istisnai durumlar doğabilir. 1. Bolşevik partisi’sinde (ve yasaklanan diğer sol partilerde) çok sayıda değerli devrimci olduğunu inkar etmiyorum; 2. Bu devrimcilerin en büyük yanılgısı partiyi ele geçirebilecekleri ilüzyonuydu ki, sonunda parti hepsinin mezarı oldu. Oysa dışına çıkmak gerekirdi. Bolşevik Parti Polisbürosu halktan, emekçilerden esaslı bir sille yemeyi hak etmişti.
Merheba Değerli Zileli
tabii ki görüşlerini biliyorum, ama benim vurgu yapma gereği duyduğum şey, çoğunluğu aydınlardan teşkil olan komünistlerin doğası gereği devrimi savunmak yerine, köşeleri kapma eğiliminde olduklarınadır. Küçük burjuva kökenden gelmelerine vurgu yapmama rağmen, içlerinde Engels gibi burjuvalar da var. TC pratiğinde de bu kimseler hep angaryaları biz işçilere yüklerken, görece rahat ve cazibeli yöneticilik görevleri kapmaya çalıştıklarını yaşayarak gördük.
İstedim ki senin dilinden işitelim.
İşten gelip sayfana girince gördüm ki çok güzel tartışmalar olmuş.
Lenin tartışmalarında Mikail arkadaş gibi düşünmüyorum. Bence parti eleştirisi lider eleştirisiyle eşdeğerdir. Eğer reel düşünürsek parti tüm ezilenleri zaten temsil etmiyor, etmez. Adı gibi parçayı temsil eder. Her ne kadar işçi sınıfı ideolojisiyle donatılsa da pratikte, aydın dediğimiz tabakanın daha çok hizmetinde olmaktadır. Hatta düzene doğru sıçrama tahtası haline gelmektedir. Eskiden yoldaş dediğimiz bazıları şimdi Prof. olduklarından burunlarından kıl alınmıyor! Bizi tanımazdan, görmezden geliyorlar!
Emekçilerin parti yönetiminde çoğunluk olması da pek fazla bir şey değiştirmiyor kısa vadede de değiştirmez. Çünkü işçi sınıfının, bilgi denilen şeye aydınlar kadar ulaşması kolay değildir. Bu hem zamansızlık açısından hem maddiyatsızlık bakımından böyledir.
Kendi yaşadıklarımdan hareketle şunu söyleyebilirim; öyle bir aydına tapma yaratılmış ki, parti örgütünde özellikle emekçiler, söylenene değil söyleyene bakar hale getirmişlerdir. Muhtevaya bakılmaksızın eğer rütbeli biri söylüyorsa ne kadar yanlış olursa olsun doğru kabul ediliyor. Hele fikir sahibi iyi bir demagogsa işi olrdukça kolaydır.
Dolayısıyla bırakın parti programlarının mükemmeliliğinden söz edilmesini, şeytan ayetleriyle bezendiğini söyleyebiliriz.
Son olarak partiyi de kutsamamak gerektiği düşüncesindeyim. Lenin, Troçki, Stalin ve parti eleştirilerini gerekli bulmalı ve hatta diyalektik materyalizmi dahi tenkit etmeye cüret etmeliyiz. Aksi taktirde onu diyalektik olmaktan çıkarıp kendimiz dogma haline getirmiş oluruz. Dolayısıyla Gün için yapılan ‘sağcı’ suçlamaları yerine oturmayan savlar olarak temelsiz kalıyorlar!
Hasan Dere
Gün benden hizli yanitlamis!
Arkadaşlar, konuyla ilgilenen herkese tartışmaların 38. mesajı olan Hurşit ağabeyin gönderdiği mesajı okumasını öneririm. Troçkist Onur arkadaş, Kronstadt’ın karşıdevrimci olduğunu ileri sürmüştü. Hurşit Ağabey de bir madde göster karşıdevrimci olduğunu gösteren, sana katılacağım demişti. Onur ise uyduruk bir şey yazmıştı bu konuda. Güya Kronstadtlılar sömürücü köylüleri savunmuşlar ve Bolşeviklerin atılmasını istemişler. Hurşit Ağabeyin gönderdiği Krostdatlıların 15 maddelik programı her şeyi ortaya koyuyor. Bu, devrimi savunan gerçek işçi sınıfının, asker ve köylülerin devrimci manifestosudur. Burada, köylülerin kendi topraklarını işlemeleri istenmiştir ama işçi sömürüsüne başvurmamaları koşuluyla. Bolşeviklerin sistem dışına çıkarılması diye bir şey yoktur. Tüm devrimci ve sosyalist partilere, anarşistlere özgürlük talebi vardır. Ordudaki vb. komünist birimlerin hegemonyasına son verilmesi talebi ise devrimci bir taleptir, çünkü bu bürokratik komiteler tam da işçilerin başında boza pişiren, Hasan Dere’nin sözünü ettiği aydın hegemonyası organlarıydı. Bürokratik hegemonya organlarıydı.
Bütün devrimler kendini yaratırken savunma ve şiddet arasında sıkışıp kalıp kendi iç çelişkilerini yaratablirler ve devrimler hatasız değildirler…devrimlerde söz sahibi olanlarda , burda önemli olanlar dünden bugüne o ne yaptı bu ne yaptı kim daha çok hatalıydı derken ogünün koşullarından bugün nasıl bir ders çıkarırız bu günü nasıl hallediriz yani devrim düşünüyorsak eğer bunu nasıl bugüne uyarlarız diye düşünerek tartışmanın daha faydalı olacağını düşünüyorum söylenilenlerin hepsi söylendi ve defalarca okundu …yıllardır…yani yeniden ne yaparız derken herkesin birşey söyliyeceği çok şey var eskiye göre hiç birşey aynı olmayacaktır …ama şu gerçekki devrim denilen şeyde doğan tarkan kafasıyla hiç olmayacaktır ve onun devrim anlayışına o süreçte nasıl davranılacak eline gülmü verilecek yoksa elindeki şitdettle mi alınacak ? safının değerlendirmesi nasıl olacak çünkü o bugün ne düşündüğünü nası düşündüğünü kimleri devrimci kmleri devrimci görmediğini söylüyor …aynı şekilde başkalrıda o ve onun gibileri karşı devrimci saflarına çoktan koydular …yani devrim süreçlerinde sancılar hep olacaktır …önemli olan sınıfın ezilenlerin egemenliğinde birşeyleri değiştirebilmektir …partiler veya kişler değil…teorik tartışmalara girmeden konuya katkı sunmak istedim saygılar herkese …
Lenin, Trotski ve Stalin’e dair söylediklerinizin büyük bölümüne katılıyorum.Ancak 1850-1950 arasında kalan yüz yıllık süreçte politikaya girip te Olof Palme takılmak ta pek mümkün değildi. (Olof Palme olmak 1984 senesinde bile sökmedi zaten) Almanya’da Prusya militarizmi kendi halkına ve diğer ülke halklarına kan kustururken (Hitler bu sürecin en uç noktası idi) Mussolini İtalya’yı astığı astık kestiği kestik yönetiyordu. İspanya’da Franko Portekizde Salazar tarihin gördüğü sert diktatörlükleri yaşatıyorlardı. Hatta Amerika (demokrasinin beşiği) bile yerlileri kitlesel olarak yok ediyor, siyahları asıp kesiyor hatta japon kökenli Amerikan vatandaşlarını önlem olarak toplama kamplarına kapatıyordu. Bu koşullarda ne Lenin ne Trotski ne Stalin, ne Mustafa Kemal ne de İnönü Olof Palme olma lüksüne sahip değillerdi. Eğer onlar şu anda bilindikleri gibi olmasalardı şimdi adını bilmediğimiz başka birilerinin yaptıklarını konuşuyor olurduk.
Yukardaki yazım Koxuz sitesinde de yayımlanmıştı. Erol isimli arkadaş bir yorum yazmış bu yazımla ilgili olarak. Buraya aktarıyorum:
Gün Zileli’nin yukarıdaki
erol tarafından Pzt, 11/15/2010 – 08:40 tarihinde gönderildi.
Gün Zileli’nin yukarıdaki satırlarını okuyunca devrimci mücadelenin mirasını bahçesindeki kediler ile özdeşleştirdiğini düşündüm. Bahçe de bırakılan kediye önce ilgi göstermeyen sonra da suçlluluk duyan Zileli aynı davranışı Ekim devriminin mirası ile ilgili olarak da sergilemiyor mu?
Evet, ancak bir farkla sorun devrimci mücadelelerden ders çıkarmaya gelince duyduğu pişmanlık yıllarca Stalin’in en sıkı savunucularından biri olması olmalıdır. Bu konuyu bir kenara bırakarak Ekim devrimini ya da Bolşevizmi nasıl eleştirmeliyiz sorusuna yanıt aramak yerinde olur.
Ekim devrimini sol bir bakış açısından eleştirerek dersler çıkarmak gereklidir. Bunu yapmaksızın devrimci olunamaz. Bu bakış açısından bakınca Kronstad ayaklanmasının bastırılması gibi trajik olayları yeniden inceleyip günümüz için dersler çıkarabiliriz..
Kaldı ki gerek Troçki gerekse de Lenin, Zileli’nin ima ettiği gibi bir tutuma sahip değiller. ( Richard Pipes’in tahrif ederek aktardığı alıntıları esas alınca şaşırmamak mümkün de değil tabii.) Her iki lider de hatalarından dersler çıkarıp yeni politikalar formüle etme konusunda Stalin’den ayrıldılar. Örneğin, Troçki, Kronstad ayaklanması konusunda yargıyı, gelecek kuşaklara bırakırken Parti içinde hiziplerin yasaklanmasını, devrimci bolşevizmin ölmeye başladığı tarih olarak görür. Lenin’in de ilk önce federasyona karşı çıkarken daha sonra Rus Şövenizminin parti saflarında nasıl canlı olarak yaşadığını görüp ulusal sorunda yeni formülasyonlara gider. Bu listeyi uzatmak mümkün.
Eğer Zİleli’nin fikir yürütmesini kabul edersek, Troçki’nin nasıl olup ta, bir bürokrasi eleştirisi geliştirdiğini açıklamak mümkün olmaz. Kaldı ki bu alanda Troçki’nin yaptığı katkı, her nekadar Türkiye’de anlaşılmasa da, hemen herkes tarafından tanınıyor. Yine Troçki’nin İşçi özyönetimi ve işçi kontrolü gibi formülasyonlarının Venezüella’dan Arjantin’e kadar bir dizi ülkede mücadele sloganları haline geldiğini görmek gerekiiyor. Demek ki ortada yaşayan devrimci bir miras ve marksizm var.
İkinci olarak Zileli, Lenin ve Troçki’yi Stalin’in öncülleri olarak mahkum ederken yazarın herhangi bir metodolojik kaygısı yoktur. Olay Lenin ve Troçki’nin anti demokratizmine, liberal tarihçilerin ‘kana susamış bolşevikler’ edebiyatına kalır.
Sovyet devriminin yenilgisi ve Stalinizmin doğuşunu doğrudan Bolşevizm lle ilgilendirmek ne kadar doğru? Devrim sonrası milyonların öldüğü iç savaş, kuraklık, emperyalist devletlerin müdahaleleri, Avrupa’da işçi hareketinin yenilgisi, Rusya’da ekonomik alt yapının tahrib edilmiş olması ve daha bir çok neden Stalinizmin doğup şekillenmesinde ya da bolşevizmin, Stalinizm öncesinde, işçi sınıfı ile arasındaki ilişkinin kırılmaya başlamasında bir rol oynar. Bolşeviklerin devleti esas alan söylemleri, sövyetlerin yasaklanması, işçi grevlerinin bastırlması gibi faktöler tek başına bir Leninizm, Stalinizm ilişkisini doğrulamaya yetmez.
Metod sorunlarını bir tarafa bırakarak, Stalin tarafından öldürülen sol muhalefet üyelerini kendi ölümlerinden dolayı suçlamak ta gerçekten yanlıştır. Böyle bir mantık yürütme ile hemen hemen her ülkede cinayetleri işleyenler yerine onların kurbanlarını suçlamak kaçınılmaz olur. Kaldı ki Moskova Mahkemeleri iki satır arasında geçiştirilecek bir konu değildir.,
Gün Zileli Tarık Ali’nin doğru olarak sorduğu gibi, 1917 sonrasında eğer Bolşevikler yenilse idi, iktidara gelecek Beyazların uygulayacağı terörün boyutlarının ne olacağı sorusuna cevap vermeliidir. Tabii bu da yeterli değil. Başkalarına uyguladığı standartları Anarşist harekete uygulayarak, İspanyol İç Savaşı sırasında yine liberal ve sağ tarihçileirin sunduğu kilise yakmalar, papaz ve rahibe cinayetleri, burjuvaların kaçırılıp öldürülmesi gibi olaylar hakkında ne düşündüğünü duymak da yerinde olur. Gün Zİleli’nin Richard Pipes, Robert Servive gibi tarihçilerden etkilenen tezlerini demokratik liberal sonuçlarına vardırırsak, anarşitler ile marksistlerin, tam da onların yaptığı gibi mahküm edilmekten kaçamayacaklarını görmek gerekiyor.
Stalinizmin reddi yeterli değildir. Lenin ve Troçki’nin de yeniden değerlendirilmesi gerekiyor Ancak bunu sağ ve liberal tarihçilerin söylemlerini meşrulaştırarak yapmak yanlıştır.Zİleli’nin sözünü ettiği tükenmiş miras söylemi, herkesten çok eski Stalinistlerin ruh hallerini yansıtan bir söylem, onca yıllık tarikatvari devrimciliklerinden sonra kendilerine bahçede kurtaraılacak bir kedi kalmadığını söylemeden yapamıyorlar.
erol
Şimdi de kısaca yanıtlamaya çalışayım:
“Örneğin, Troçki, Kronstad ayaklanması konusunda yargıyı, gelecek kuşaklara bırakırken Parti içinde hiziplerin yasaklanmasını, devrimci bolşevizmin ölmeye başladığı tarih olarak görür.”
Troçki’nin yargıyı gelecek kuşaklara bırakması tam bir oportünizm örneğidir. Kendi kanaati bu bastırmanın doğru olduğu ve ayaklanmanın karşıdevrimci olduğudur. Bugün bile Troçkistlerin büyük çoğunluğu bu yargıyı paylaştığına göre yargıyı gelecek kuşaklara bırakmak yerine esaslı bir özeleştiri yapmanın zorunhu olduğu açık değil mi?
Evet, hizip yasağının doğru olmadığını söylemiştir Troçki ama ne yazık ki iş işten geçtikten sonra. 10. Kongrede ise Lenin’le birlikte hizip yasağı yönünde oy kullanmıştır. Tabii daha sonra kendi başına gelecekleri tahmin etmemişti bu oyu kullanırken. Yine de yıllar sonra da olsa bunu kabul etmesi (Kronstdat konusundaki tutumundan farklı olarak) önemlidir. Bu bile bir şeydir.
“İkinci olarak Zileli, Lenin ve Troçki’yi Stalin’in öncülleri olarak mahkum ederken yazarın herhangi bir metodolojik kaygısı yoktur. Olay Lenin ve Troçki’nin anti demokratizmine, liberal tarihçilerin ‘kana susamış bolşevikler’ edebiyatına kalır.”
Ben hiçbir yerde ve hiçbir zaman “kana susamış Bolşevikler” diye bir deyim kullanmadım ve zaten böyle bir edebiyatı da saçma bulurum. Ne var ki, iktidar hırsıyla gereksiz yere kan akıttıkları da bir gerçektir. Soruyorum: Nerede görülmüştür iktidara karşı mücadele eden insanların ailelerinin rehin alınması. Bunu Hitler bile yapmadı. Nerede eleştirellik. Hiç değilse bu tür vahşice uygulamaları yüz yıl geçtikten sonra eleştirme cesaretiniz olsaydı. Bu mu devrimcilik?
“Stalin tarafından öldürülen sol muhalefet üyelerini kendi ölümlerinden dolayı suçlamak ta gerçekten yanlıştır. Böyle bir mantık yürütme ile hemen hemen her ülkede cinayetleri işleyenler yerine onların kurbanlarını suçlamak kaçınılmaz olur. Kaldı ki Moskova Mahkemeleri iki satır arasında geçiştirilecek bir konu değildir.”
Bu da büyük bir demogojidir. Ben asla eski Bolşeviklere böyle bir suçlama yöneltmedim. Yüreğim her zaman sahte suçlamalarla ve itiraflarla ölüme gönderilen bu insanlardan yana oldu. Ne var ki, ben başka bir şeye dikkat çekmek istedim. Acaba Stalin’e teslim olmalarında işkence, baskı vb’nin yanısıra bir ideolojik ortaklığın da payı yok muydu? Stalin 1930’daki programını ilan ettiğinde, daha henüz ortada tutuklama falan da yokken neden sol muhalefetin çoğunluğu yelkenleri suya indirip Stalin’i desteklemeye başladı. Bunu en açık biçimde Proebrojinski dile getirmiştir: “Stalin bizim dediklerimizi uyguluyor. Artık muhalefetin bir anlamı kalmadı.”
“Başkalarına uyguladığı standartları Anarşist harekete uygulayarak, İspanyol İç Savaşı sırasında yine liberal ve sağ tarihçilelerin sunduğu kilise yakmalar, papaz ve rahibe cinayetleri, burjuvaların kaçırılıp öldürülmesi gibi olaylar hakkında ne düşündüğünü duymak da yerinde olur.”
O zaman duyun: Anarşistlerin İspanya devrimindeki bu tür eylemlerini yanlış buluyorum. Özsavunmanın ötesinde insan kanı akıtmak devrime yarar değil, zarar getirmiştir. Bir gerçeği burjuva tarihçileri belirttiği diye o gerçek gerçek olmaktan çıkmaz.
Beyler,
Bu tartistiginiz koularda tarih çoktan hükmünü verdi. Stalinizm de, Troçkizm de, Leninizm de çöp sepetine atildi. Marksizm uyguladigi metodun bazi yönleriyle, anarsizm de nostaljik bir romantizmle belki biraz güncellik tasimakta hâlâ. Hepiniz marksist oldugunuza göre gerçegi olgularda arayin. Bu mevzular dünyada en az 50 yildir müzelik oldu. Ikinci Dünya Savasi’nin bittiginden haberi olmayip, Pasifik adalarinda 70’li yillarda savasa devam eden Japon askerleri gibisiniz.
Mikail diyor ki; “…Troçkizmin en ciddi sıkıntısı, 2. dünya savaşında stalini destekleyerek enternasyonalizmi terk etmesi olmuştur bence. Bunun temelinde de troçkinin “geçiş programı” ve ondaki yanlış çözümlemeler vardır. Bugün troçkizmin sistem içine düşmesinde, dsip’in devlete eklemlenmesinde, marksist tutum gibi bir troçkist grubun bile bu evet-hayır oyununa girmesinde en büyük kökensel bağ, troçkinin bu geçiş programında bulunuyor bence. Ne dersiniz?”
Troçki, Stalin’in bir ajanı tarafından öldürülünceye kadar ne Stalin ne de Stalinist bürokrasi önünde eğildi. Fakat Troçki’nin ölümünden sonra Dördüncü Enternasyonel içinde Pablo ve Mandel gibi liderlerin başını çektiği revizyonist bir akım sonucunda (bu akım PABLOCULUK’tur) Troçki’nin Stalinizmin asla devrimcileşemeyeceği görüşü terk edildi. Pablo-Mandel çizgisi bu noktada da durmadı “derin giriş” adı altında Dördüncü Enternasyonel militanları bulundukları ülkelerde çeşitli sosyal-demokrat ve stalinist partilerin içine girmeye zorlandı. Gerisi malum: Dördüncü Enternasyonel’in tasfiyesi!
Dördüncü Enternasyonel’in Pablo ve Mandel gibi revizyonist liderleri bile, ikinci dünya savaşı sırasında Stalin’i açıktan destekleme cesaretinde bulunamamıştır. (adamın kafasını koparırlar) “Troçkizmin” 2. dünya savaşı sırasında Stalin’i desteklediği bilgisi yalan yanlış bir bilgi.
Troçki’nin “geçiş programı”, Üçüncü Enternasyonel’in (ilk dört kongre’nin) geçiş programının, 1940’lı yıllara uyarlanmış bir halidir. Kuşkusuz eksiklikleri vardır, zaten bugün bu programı, dünya hiç bir şey değişmemiş gibi uygulamaya çalışan bir kaç küçük sekter grup dışında, “troçkist” çevre yoktur.
Geçiş talepleri sistemi hale günceldir. fakat bir şartla, çağın ihtiyaçlarına cevap veren bir tarzda yeniden gözden geçirilmesi gerekiyor. bunu yaparkende doğmatizm ve sekterliğe düşmeden yapmak gerekir. yoksa troçki’nin geçiş programı metni, kutsal bir metil falan değil. eminim ki bugün troçki yaşasaydı, en başta kendi bu programatik dökümanı yeniden gözden geçirirdi, ve çağın ihtiyaçlarına göre yeni baştan düzenlerdi. onun takipçisi olduğu iddiasındaki devrimcilerinde yapması gereken budur.
troçkizm sistem içine düştü derken, hangi “troçkizmden” bahsediliyoruz? eğer pablocu akımlardan bahsediliyorsak, zaten bunlar, ikinci dünya savaşının bitişinde beri sistem içindeler… 🙂 kendilerini stalinist bürokrasiye, sendikal bürokrasiye, küçük burjuva öğrenci-gençlik hareketlerine, burjuva ve küçük burjuva milliyetçi ulusal kurtuluşçu hareketlere uyarlıyalı çok oldu…
geriye, bu DİSP ve Marksist Tutum meselesi kalıyor. bu iki çevrede kendisini dördüncü enternasyonel geleneği çervecesinde tanımlamıyor. dsip bütünüyle sol liberal bir mecrada siyaset yapıyor. özellikle sol liberaller arasında büyük destekçisi var. marksist tutum ise (işçinin sesi isimli) eski bir stalinist çevrenin devamı, dikkat edilirse çalışma ve örgütlenme tarzları bile eski TKP’yi andırıyor… sitelerinde troçki’den bir kaç tane makale ve kitap yayınlamış olmaları kendilerini dördüncü enternasyonel geleneği içinde gördükleri göstermez… bugün stalinistler bile artık biraz zorakide olsa Troçki’ye “devrimci lider” diyorlar. elleri g…. mahkum, “iletişim çağında” bu kadar derginin kitabın ve tartışmanın olduğu bir dünyada stalinist doğmaları sürdürmek imkansız….
Beyefendi…
çok afedersiniz ama… bu yazdığınız saçmalıklarla ancak… o gönderme yaptığınız pasifik adalarındaki “z… kafalı japon askerine” benziyorsunuz.
Bu meseleleri tartışanlar çağ dışı da, sizin sokaklarda zavallı ithal angusları kovalayan cellat müslümanlarınız mı çağdaş beyefendi. İnsanı konuşturuyorsunuz yahu akşam akşam…
Şu Japon Mucizesi arkadaş’a ben de iki laf etmeden duramayacağım. 1) İsteyen istediğini tartışır. Kimseyi ilgilendirmez. Sen o çok önemli işini gücünü bırakıp okuduğuna göre bu tartışma senin dediğin kadar da anlamsız değil. Sorun senin bu tartışılanlardan (hala) korkuyor olman.
2) Fransız Devriminden 100 yıl sonra Avrupa’da gerici imparatorluklar saltanat kurmuştu ve Fransız Devriminin ideallerinin artık bittiği iddia ediliyordu. Hatta eminim kimi Japon Askerleri “artık bu konuları tartışmayın unutun artık” falan gibi telkinlerde bulunuyoru. Geçen zaman Fransız Devriminin ideallerini güncel kılarken o imparatorluklar gittiler çöpe. Bilmem hiç dikkatini çekti mi şu anda Ekim devriminin yaklaşık 100. yılındayız.
selam,
esasında yazınızın olumlu bir tartışma başlatmasını ve ekim devriminden çıkarılabilecek derslerin kazanılması için bir çaba olarak değerlendiriyorum. Ama işaret etmek istediğim tek bir nokta var;
Bolşeviklerin uyguladığı şiddetten bahsetmişsiniz. Gerçekten de burada hemen bir kenara atılmaması gereken önemli bir ders var sanırım. İşçi sınıfı içerisinde, politik azınlıkların (ya da çoğunlukların) birbirine şiddet uygulaması sorunu. Sizin de yukarıda işaret ettiğiniz gibi, sınıf içerisinde şiddet sadece bolşeviklerle sınırlı değil. Cheka içerisindeki anarşistlerde benzer bir duruma düşüyor. Ya da ispanya’da da benzer şeyler yaşanıyor. Belki de bu noktada neden böyle olmuş ve bunu bir dahaki süreçte nasıl engellemek lazım sorusunu tartışmak için ortaya atmak gerekiyor.
Ben bu sorunun soğukkanlı bir şekilde tartışılmasından taraftarım. Stalinizmin icat ettiği, kadiri mutlak bolşevik partisi, ve onun otoritesinden sorgu sual olunmaz lenin etrafındaki hiyerarşik örgütlenmesi miti bu sorunun yeterli bir cevabı olamaz bence. Partinin her açıdan bütün hareket eden bir blok olduğu ve hiyerarşisinin hep sağlam olduğu şeklindeki bu mite göre, parti adım adım ve “süper taktiklerle” iktidarı aldı, düşmanları ezdi v.s. Aynı miti destekleyen, stalinizmin düşan kardeşi, soğuk savaş anti-komünizmi bu açıdan tehlikeli.
Eğer bana soracak olursanız, bu tarz bir basitlik bizim ders çıkarma ve geçmişin yanlışlarını eleştirme çabamızı, ideolojik çıkmaz sokaklara iter. Belki de sınıf içerisinde şiddet sorununu yeniden ele alırken, nasıl olur da kızıl terör ve iç savaş sürecinde, işçi sınıfının ve hatta partinin iradesine karşıt olarak, sınıf içerisinde şiddet uygulayacak “aparatların” doğduğuna bakmak lazım.
Partiyi bir çırpıda kenara atmadan önce, ve otorite konusundaki anarşistlerin eski çözümlemesini akılda tutarak ama yine de aceleden kullanmadan şu soruya cevap aramak faydalı olur mu acaba; nasıl oldu da iktidarın sovyetlere geçtiği bir devrim, yozlaşıp kendi çocuklarını yiyebildi? dünya devrimi sürecinin karşılaştığı çeşitli zorluklar ve bu süreçte de, sovyet, devlet, parti ve sınıf arasındaki ilişkinin hareket halindeki bir incelemesi acaba bize daha mı faydalı olur?
ne düşünüyorsunu?
Dogan Holding gazetelerinin “kurban muhabbeti” ve “cagdaslik” üslubu Hursit Bey’e hiç yakismamis. Senin çagina da, çagdasligina da, iki cihan harbine de, atom bombasina da, toplama kampina da, Lenin ve Stalin iskencehanelerine de, 100 milyon ölüye de, Troçki’nin iç savastaki insan kasapligina da, fasistlerin, nazilerin, komünistlerin ve kemalistlerin çagimizda isledikleri cinayetlere bakinca “ben cagdas degilim”, ve “bu cagdaslik da ancak size yakisir” demekteyim,ve belki de tartismnain püf noktasi da buradadir.
lenin ve trocki marxist degillerdir. kurtulusun iscinin eseri, oz orgutlenmesi olacagini soyleyen marx karsisinda onun oncu yeni burokratik, elitleri koyan, uretim iliskilerini degistirmeyen, bolusumu dert edinmis devlet kapitalistleri lenin ve trocki karsi devrimcidir.
lenin ve trocki marxist bile degillerdir. kurtulusun iscinin eseri, oz orgutlenmesi olacagini soyleyen marx karsisina “onun” oncu yeni burokratik elitleri koyan, uretim iliskileriyle, sinifsizlasmayla, emekcilerin uretim araclarindan koparilmasiyla derdi olmayan,bolusumu dert edinmis devlet kapitalistleri lenin ve trocki karsi devrimcidir. kronstadt soylendigi gibi bunun en acik kaniti degilse nedir?
Efendim, bir gerçeği kim yazarsa yazsın o yazdı diye gerçek olmaktan çıkmaz. Dünyanın en yalancı insanı bile günün birinde gerçeği ifade edebilir. Sözünü ettiğiniz katliamlara elbette biz de karşıyız da, onlara karşı olmamız bu hayvan katliamına karşı çıkmamıza engel değil efendim. Yerine göre, arkadaşlarımın kalbini kırmamak için camiye de giderim ama oraya gittim diye böyle bir şeyi neden onaylayayım ki.
Bunun en başta gelen sebebi Lenin’in parti teorisi ve dolayısıyla iktidar tekeli anlayışıdır. Lenin’de parti, “sosyalizmin bilimini elinde tutan” bir toplumsal üstbendir. Öyle olunca da ne sovyetlerin, ne de diğer sosyalist partilerin, hatta sınıfın bir hükmü vardır. Sınıf parti tarafından güdülmek zorundadır. Bu ataerkil teori bütün bir sol mirasa damgasını vurmuştur. Her şeyden önce, her şeyi bilen parti anlayışı reddedilmelidir. Eğer böyle bir anlayış olmasaydı, Sovyet devrimi daha başından yozlaşıp aparatların diktatörlüğünü doğurmazdı.
Bu tartışma yaklaşık 2 yıl önce ben burada Stalin’i savunurken (yaptıklarının zorunlu hatalar olduğunu söylerken) çıkan tartışmayı hatırlatıyor bana. Ben şimdi Stalin’i savunmuyorum sakin olun 🙂 fakat şunu hatırlıyorum ki, Stalin’in sadece Stalin olmadığını ona yapılan düşmanlık ve eleştirinin Lenin, leninist parti teorisi ve Marx’ın ortaya attığı prolaterya diktatörlüğü fikirlerine uzanması gerektiğini söylemiştim.
Şimdi de diyorum ki, durum aynen böyledir, Stalin, her şey çok güzel giderken ortaya çıkmış bir hayalet değildir, şüphesiz köklerinde Stalin hatta Marx vardır. Fakat şunu da hala söylüyorum ki, tarihin bu en önemli ve ilginç dönemine takılıp (Gün Zileli’nin yaptığı gibi) sürekli bir Stalin, Lenin, Troçki düşmanlığı üzerinden bir şeyler anlatmaya çalışmak, hele ki bunu devrime inanan insanlara yapmak akıllı bir iş değildir. Çünkü o dönem bitti, tarih oldu. Bunu sadece o aktörlerin ölmüş olmaları dolayısıyla söylemiyorum, o tartışmaları günümüzde anlamlı kılacak toplum sistemi yok artık! Henüz tam olarak çözülmemişse dahi gelecekte yok olmuş olacak. O toplum türü, kitle toplumudur. Kitle toplumunda devrim yapmak ancak leninist parti aygıtıyla mümkün olabilirdi, oldu. Sosyalizmin, en azından o partinin, ayakta kalabilmesi, Troçki’nin kalkınmacı teorileri ve Stalin’in uygulayıcılığıyla mümkün olabilirdi, oldu. İşin özü kitle toplumundaydı çünkü. Bunu daha da açmak lazım ama şimdi yapmayacağım.
Bu nedenle, o dönemin devrim anlayışı kaçınılmaz olarak Stalin’leri yarattı, 20. yüzyıl devrimlerinin hepsi, aşağı yukarı kendi Stalin’inini yarattı. Çok büyük alt üst oluşlardı bunlar.
Ama günümüzde rolantiye sarıp, sürekli geçmişi tartışmak, o hataları savunmak veya yermek gittikçe anlamsızlaşıyor. Yaşanmış ve bitmiş bir tarihsel döneme hakettiği nesnellikle yaklaşmak gerek.
Lenin ve Troçki geleneğinin Stalinizmle bağı elbette vardır. Bunun en güzel anlatımını ben isaac deutscherin yazılarında görmüştüm. Monolitik yapı parti içinde Lenin’in de pay sahibi olduğu bir süreçte gelişti. Ancak konunun vahşet, bu kadar insan öldürüldü anonslarından öteye geçmesi gerekmez mi? Şu an SSCB yok. O geleneği sürdürme çabasında olan partiler, örgütler de çıkmaz içindeler. Ancak yeni bir devrimci politika tarzı da oluşturulabilmiş değil. Kendi adıma stalinizm ve komintern döneminden çıkardığım en önemli ders kendini dayatan tektip devrimci politikanın yozlaşmaya yol açacağıydı.
Ayrıca Lenin’in devrimciliği tartışması da çok absürt kalıyor. 2010un demokrasi özgürlük vesaire kavramlarıyla 1900lerin başında Luxemburgun Lenini hem eleştiren hem de destekleyen tutumunu anlamaktan uzak kalınması gerçekten düşündürücü. Rusyada devrimciler özelde bolşevikler gökyüzünü fethetme cesaretini sergilediler. Bu çaba takdire değerdir, ancak izlenen yolun tonlarca hatayı barındırdığı da bir gerçek. Bazı anarşist ve dogmatik marksist arkadaşlar Leninden bir peygamber yaratma çabası içindeler. Anarşistler bunun mümkün olmadığını görerek Lenine bazen gerçekten abartılı bir düşmanlık gösteriyorlar. Dogmatikler ise tam tersine peygambere ulaştıklarını görüp kendilerini mürit haline getiriyorlar. Her iki tutumun da yanlış olduğunu düşünüyorum. Şu an bakmakta olduğumuz şey tarih. Ve Lenini tartışacaksak onun devrimci olmadığı iddiasıyla ortaya düşmek gerçekten gereksiz. İnsanın kendi hakkındaki yargısı tam olarak gerçeği yansıtsaydı bilim diye birşeye ihtiyaç olmazdı demişti birileri. Dönüp dolaşıp varılan yer de burası. Lenin bir devrimciydi. Ancak gerçek bu tek cümlenin dışında ayrıntılara ihtiyaç duyar.
bravo anton. Yerden göğe kadar katılıyorum. Komünist devrim ile insanlığın yıkımı dışında bir gelecek alternatifi görmeyenler için devrim fikri bir kenara atılamaz. Ve işçi sınıfının tek başarılı devrimi olan rus devrimi ile hesaplaşmadan mümkün değil devrim, örgüt v.s. gibi sorunlarla yüzleşmek. Bunu yaparken ne lenin ya da troçkinin hatalarının ve karşı devrimci eylemlerinin üstünü sıvamak, ne de onları ve rus deneyimi bir kalemde silmemek gerekiyor.
Bir deyim var ya hani; rus devrimi konusunda hemen ulaşıacak kestirme yargılar bebeği banyo suyuyla dışarı atmak olacaktır.
Akşam ATV’de “Amiral” diye bir film vardı. O filmde 1917 Devrimi, ve bu devrime katılanlar (devrimciler, askerler vs) herkes, gözü dönmüş birer cani gibi gösteriliyordu. film boyunca sürekli çarlık subayları kurşuna diziliyordu. filmin sonunda beyazların komutanı amiral’de bolşevik askerler tarafından kurşuna diziliyordu. film bir “aşk filmi” gibi gözüksede, alt metninde “1917 devrimi rusya kan ve göz yaşından başka bir şey getirmedi”, “milyonlarca “masum” insan kurşuna dizildi” teması işleniyordu.
Gün Zileli’de bu filmde yapılan anti-komünizm propagandasından pek farkı olmayan bir yazı yazmış, neredeyse devrime katılan bütün bolşevik işçi ve köylüler ve olara lilerlik eden Lenin ve Troçki gibi bolşevik önderleri birer “kati”l ve “kasap” olarak göstermeye çalışmış.
Zileli bu yazdıklarıyla, ancak burjuvaziye hizmet eder. Utanmadan birde kendine “anarşist” diyor. çok merak ediyorum, anarşistler devrim yapsa ne olacak? sermaye size bir günde özgür komünler dünyası kurmanıza mı izin verecek? Yok böyle bir şey! Sömürücü sınıfları yüzyıllardır emekçiler üzerinde uyguladığı her türlü terörü eleştireceğinize, komünist bir dünya kurmak için yola çıkmış insanların yapmış olduğu bir devrimi, ve bu devrimin liderlerini birer kana susamış cani ve kasap gibi göstermek kimsenin haddine değil!
Yukarda yorum yazan arkadaş, benim “kana susamışlıkla” ilgili tek bir satırımı göstersin, bu sitede yazılmış tüm yazılarımdan hem de, ben bütün iddialarını kabul edeceğim ve özeleştiri yapacağım. Esas ben söyleyeyim: Yok böyle bir şey. Hayalinizde uydurduğunuz canavarlarla mücadele ediyorsunuz ya da bu işinize geliyor, insanların kafasını kolayca çelmenin bir yolu bu.
Eleştirimi tekrarlayayım: Lenin, iktidarı alır almaz tüm özgürlükleri bastırarak ve sosyalist muhalefeti illegale sürerek devrime büyük zarar vermiştir. Öte yandan, iç savaşta savunma için alınan önlemler aşırıya gitmiş ve bu yüzden devrimin dostu olabilecek birçok güç karşı tarafa itilmiştir. Ailelerin rehin alınması ve gereksiz kurşuna dizmeler de bunda büyük rol oynamıştır. Size gösterilen filmde sanıyorum Kronstadlıların subaylarına karşı uyguladıkları terör konu edilmiş. Kronstadtlıların da bu noktada aşırıya gittiklerini ve subay hiyerarşisini temizlerken gereksiz kan döktüklerini düşünmekle birlikte bu eleştirimi hiçbir zaman ön plana çıkartmadım. Benim eleştirdiğim halka karşı yukardan uygulanan devlet terörüdür. Kitle terörü de ayrıca eleştirilmeledir ama bugünkü mevzumuz yukardan devlet terörüdür. Lenin ve Troçki tarafından halka karşı uygulanan (yol kesme, köylünün ürününe el koyma müfrezeleri vb. Bu sitede yayınlanan ya da yayınlanacak Paul Avrich’in Kronstadt 1921’ini okumanızı öneririm) devlet terörü. Bunun devrimle bir alakası yoktur. Olsa olsa devrimin bastırılmasıyla alakası olabilir.
sayın zileli son mesajınız eleştirilerinizi derli toplu vermesi açısından belki tartışma için faydalı olabilir. Ben de buna dair bir kaç şey söylemek istiyorum.
Öncelikle şu iki cümle birbiri ile çelişmektedir;
“Lenin, iktidarı alır almaz tüm özgürlükleri bastırarak ve sosyalist muhalefeti illegale sürerek devrime büyük zarar vermiştir.”
ve;
“Öte yandan, iç savaşta savunma için alınan önlemler aşırıya gitmiş ve bu yüzden devrimin dostu olabilecek birçok güç karşı tarafa itilmiştir. ”
hangisi olduğuna karar vermek gerek bence. “lenin iktidarı alınca” muhalefeti sürdü mü yer altına gerçekten? yoksa iç savaş başladıktan SONRA, alınan önlemler mi muhalefeti zora soktu? Bunlardan birinde karar kılmak lazım. Dahası merak ediyorum, acaba iktidarın lenin tarafından alınması ile ne kast ediyorsunuz? Sizce ekim devrimi iktidarın lenin tarafından alınması mıdır? Yoksa işçi sınıfı, köylülük ve askerlerin, bolşevikler öncülüğünde de olsa, sovyetler yoluyla burjuvaziyi def etmesi ve iktidarı kendine alması mıdır?
Demişsiniz ki;
“Ailelerin rehin alınması ve gereksiz kurşuna dizmeler de bunda büyük rol oynamıştır.”
Lenin’in böyle bir şey emrettiğine dair bir belge ya da kaynak gösterebilir misiniz? Hatta geçelim lenin’i cheka’nın lideri djerzinski’nin bile bu tarz yöntemler önerdiğini söyleyebilir misiniz? Anti komünist cheka tarihçileri bile bolşevik liderliğin ve partinin, chekayı sürekli dizginlemek için mücadele verdiklerini göstermektedir. Hal böyleyken cheka’nın eylemleri ile partiyi ve hatta liderliği özdeşleştirmek kolaycılığı haksızlık değil midir?
“Benim eleştirdiğim halka karşı yukardan uygulanan devlet terörüdür. Kitle terörü de ayrıca eleştirilmeledir ama bugünkü mevzumuz yukardan devlet terörüdür.”
sanırım kavrayış noktasında bir problem var. Kızıl terör ve iç savaş sürecinde, kitlelere karşı bir terör uygulayan kadiri mutlak bir devletten bahsetmek çok yerinde olmaz. Daha çok kontrolden çıkmış devlet aygıtlarının uyguladıkları bir şiddet söz konusu, cheka gibi.
Köylülere yönelik baskı konusuna değinmişsiniz bir de;
“Lenin ve Troçki tarafından halka karşı uygulanan (yol kesme, köylünün ürününe el koyma müfrezeleri vb. Bu sitede yayınlanan ya da yayınlanacak Paul Avrich’in Kronstadt 1921′ini okumanızı öneririm) devlet terörü. Bunun devrimle bir alakası yoktur. Olsa olsa devrimin bastırılmasıyla alakası olabilir.”
açıkçası köylüleri homojen bir sınıf gibi değerlendirmeniz beni şaşırttı. Ama bolşeviklerin iddiası tersi yöndeydi. Onlar rus köylülüğünün en yoksul kesimiyle ittifaka gitmek istiyor, daha zengin köylülüğe ise yoksullardan ayırıp, esas yükü onlara bindirmek istiyorlardı. Ama pratikte işler böyle yürümedi. Özellikle iç savaş sırasında bolşevik kıda politikası, kentler bir üretim kapasitesi gösteremediği ve köyle gıda karşısında bir takas gücü kalmadığı zora girmiştir. Ne var ki bundan dolayı da bolşevikleri “devlet terörüyle” suçlamanız garip. En nihayetinde köylerden alınan şeyin adı “vergi”dir ve bunu alanlar şehirlerdeki aç insanları beslemek gibi bir “art niyet” gütmekteydiler.
Bu tarz bir çıkmaz da kalan bir işçi-köylü-asker sovyetleri iktidarı için ne önerilebilir başka bilemiyorum ama, ben onları yargılamadan önce ortadaki trajik açmazı iyice kavramayı öneririm.
“Lenin tarafından boşuna Savaş Komiseri yapılmamıştı. İsmi üstünde: Savaş. Yani kasaplık. Savaşla ilgili herhangi bir görev alıp da kasaplık yapmadığını ya da en azından kasaplık mesleğine intisap etmediğini (illa fiili olarak kesip biçmek şart değildir) iddia edebilecek birisi var mıdır?”
Yazınızda böyle bir kısım var sayın Zileli. Şimdi anti-militarizm vesaire güzel şeyler tabii buna diyeceğim yok. Ancak “devrimci savaş” diye birşeyin varlığına inanmamak başka bir tercihtir. Hatırlatalım: Durruti İspanya’da anarşistlerin düzenli ordu formasyonunu uygulamasına yenilme riskini bile bile karşı çıktı. Rusya’da Stalin ve başlarda Lenin de düzenli ordu yerine partizan savaşını tercih ediyorlardı. Ayrıca 1917-21 arası savaşta Kızıl terör mü önce başladı Beyaz terör mü? Bunu lütfen kendinize sorun. İç savaşta muhalefete yönelik önlem alınmasında muhalefet eylemlerinde hiç mi hata yoktu? Brest Litovsk sonrası hava bu duruma ne katmıştır? Ve son olarak sizce monolitik olmayan bir kızıl blok kendi iç çatışmasıyla savaşı kazanabilir miydi? Bir de ekleyeyim: beyazların kızıllardan daha az vahşet uyguladığını iddia edebilecek varsa ben bu konuda hiçbir şey bilmiyormuşum demektir. Tabii bilmemek ayıp değildi değil mi?
Mikail ve Anton’gn sorularına ben değil Kronstadtlıların bildirileri ve yazılarıcevap verecektir (Paul Avrich’in Kronstadt 1921, Versus) kitasından:
İşte birinci bildiri:
Tırnak İçinde Sosyalizm*
Bahriyeliler ve Kızıl askerler, işçiler ve köylüler, Ekim Devrimi sırasında sovyet iktidarı için, emekçi Cumhuriyetinin doğması için kanlarını akıttılar. Komünist parti, kitlelerin tavrına yakın bir ilgi gösterdi. Bayrağına işçileri harekete geçiren çekici sloganlar yazarak onları kendi tarafına çekti ve onları, nasıl inşa edileceğini yalnızca Bolşeviklerin bildiği Sosyalizmin Krallığına götüreceğine söz verdi.
Doğal olarak, işçiler ve köylüler sonsuz bir neşeye kapıldılar. “Sonunda, kapitalistlerin ve toprak sahiplerinin dayanılmaz boyunduruğu altında kölelik yapmamız geçmişte kaldı,” diye düşündüler. Atölyelerde, fabrikalarda, tarlalarda emeğin özgürlüğü gelmiş gibi görünüyordu. Bütün iktidar emekçilerin eline geçmiş gibi görünüyordu.
Becerikli bir propagandanın sonucunda, çalışan halkın evlatları, şiddetli disiplinle prangaya vuruldukları parti saflarına akın ettiler. O zaman Komünistler, kendilerini, öncelikle farklı eğilimlerdeki sosyalistleri iktidardan uzaklaştıracak kadar güçlü hissettiler; sonra da, bir yandan onların adına ülkeyi
yönetmeye devam ederken, bir yandan da işçileri ve köylüleri devlet gemisinin idaresinden uzaklaştırdılar. İktidarı gaspeden Komünistler, Sovyet Rusya vatandaşlarının ruhu ve bedeni üzerinde, komiserlerin keyfi yönetimini kurdular. Her türlü mantığa ve emekçilerin iradesine rağmen, ısrarla, özgür emeğin yerine köleliği getiren devlet sosyalizmini inşa etmeye giriştiler.
Bolşevikler, fabrikaları ve işyerlerini ulusallaştırmaya girişerek, “işçi denetimi” altında üretimi felce uğrattılar. İşçi, kapitalistin kölesiyken şimdi de devlet işletmelerinin kölesi oldu. Artık bu da yeterli görülmediğinden hızlı çalışma sistemine – Taylor sistemine – geçilmesi planlanıyor. Bütün emekçi köylülük halkın düşmanı ilân ediliyor ve kulak olarak adlandırılıyor. Komünistler, büyük bir enerjiyle köylülüğü yıkmaya, devletin yeni malikâneleri olan devlet çiftliklerini yaratmaya çalışıyorlar. Köylülerin, yeni kazandıkları topraklarını kullanmak yerine Bolşeviklerin sosyalizminden elde ettiği budur. Ürünlerine el konmasının, büyükbaş hayvanlarının ve atlarının müsadere edilmesinin karşılığında onlara verilen Çeka baskınları ve idam mangalarıdır. Bir işçi devletinde ne hoş bir değiş tokuş – ekmeğe karşılık kurşun ve süngü!
Vatandaşın yaşamı umutsuz bir monotonluk ve rutin içinde. İnsanlar, iktidar olanların oluşturduğu programlara göre yaşamak zorunda. Bireyin özgürce kişiliğini geliştirmesi yerine, aşırı ve benzeri görülmemiş bir kölelik söz konusu. Her türlü bağımsız düşünce ve yasadışı kurallara karşı her eleştiri eylemi, hapisle, bazen idamla cezalandırılıyor. Bir “sosyalist toplumda” idam cezası, insan onuruna saygısızlığın göstergesidir.
İşte, Komünist parti diktatörlüğünün bize getirdiği o parlak sosyalist krallık budur. Bizde geçerli olan, parti komitesinin ve onun yanılmaz komiserlerinin belirlemeleriyle seçilmiş görevlilerin oluşturduğu sovyetlere dayanan devlet sosyalizmidir. “Çalışmayana ekmek yok,” sloganı, yeni “sovyet” düzeni tarafından, “her şey komiserler için,” şekline dönüştürülmüştür. İşçilere, köylülere ve emekçi aydınlara kalan ise yalnızca, kasvetli bir hapishane ortamı içinde aralıksız çalışmaktan ibarettir.
Bu duruma tahammül edilemezdi ve İhtilalci Kronstadt, bu hapishanenin prangalarını ve demir parmaklıklarını kırmaya girişmiştir. O, farklı bir sosyalizm, üreticinin kendi efendisi olduğu ve emeğini uygun gördüğü gibi değerlendirdiği bir emekçi Cumhuriyeti için savaşıyor.
Kronstadt’ın bir bildirisi daha;
Ne İçin Mücadele Ediyoruz*
Ekim Devriminden sonra işçi sınıfı kurtuluş umuduna kapılmıştı. Fakat sonuç insanların daha da fazla köleleştirilmesi oldu. Monarşinin polis ve jandarma gücü halka özgürlük vermek yerine, insanlara Çeka’nın işkence odalarından korkmayı öğreten ve çarlık rejiminin jandarma terörünü aratan Komünist gaspçıların eline geçti. Süngü, mermi ve Çeka oprichniki’nin sert emirleri – işte Rus işçisinin onca mücadele ve acıdan sonra kazandığı bunlar oldu. İşçi devletinin o şerefli amblemi -orak çekiç- Komünist komiserlerin ve görevlilerin rahat ve kaygısız yaşamlarını garanti altına almak uğruna Komünist iktidar sahiplerinin süngü ve demir parmaklıkları ile yer değiştirdi.
Fakat bunların içinde en rezil ve caniyane olanı Komünistlerin başlattığı ahlaki köleliktir: Onlar, emekçilerin iç dünyalarına kadar burunlarını sokarak, onları Komünist tarzda düşünmeye zorladılar. Bürokratlaştırılmış sendikaların yardımıyla işçileri tezgâhlarına bağladılar, böylece emeğiyle çalışmak, bırakın bir zevk olmayı, yeni bir kölelik biçimi oldu. Köylü protestolarına, kendiliğinden ayaklanmalara ve yaşam koşulları dolayısıyla greve sürüklenen işçilere yanıtları, çarlık generallerini bile aratacak ölçüde kitlesel idamlar ve kan dökmek oldu. Emeğin kurtuluşu için ilk ayağa kalkan ülke olan emekçilerin Rusya’sı, komünist hakimiyetin şerefine kurban edilenlerin kanıyla sulandı. Komünistlerin bu kan denizinde boğdukları işçi devriminin büyük ve yüce sloganları ve talepleridir. Manzara gittikçe ve gittikçe daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır ve şu anda şu son derece açıktır ki, Rus Komünist partisi kendilerinden yanaymış gibi görünmeye çalıştığı emekçilerin gerçek savunucusu değildir. İşçilerin çıkarları ona yabancıdır. İktidarı ele geçiren Komünist parti, onu kaybetmekten korkmaktadır ve bu yüzden onun için her araç mubahtır: İftira, şiddet, aldatma, cinayet, isyancıların ailelerinden intikam alma.
Emekçilerin uzun ve acılı bekleyişi sona erdi. Burada ve ülkenin her yerinde baskı ve şiddete karşı mücadele içinde isyan ateşi yakılmıştır. İşçilerin başlattığı grevler parlamıştır, ama Bolşevik okhrana’nın ajanları uyumuyor ve kaçınılmaz üçüncü devrimi önlemek ve bastırmak için her tedbiri alıyorlar. Fakat o devrim gelip çatmıştır ve emekçilerin kendi elleriyle hayata geçmektedir. Komünizmin generalleri, sosyalizmin ideallerine ihanet edildiğine inanan halkın ayağa kalktığını net bir şekilde görmüşlerdir. Can korkusuyla titreyen ve işçilerin öfkesinden kaçamayacaklarının farkında olan bu generaller, oprichniki’lerinin desteğinde, isyancıları hapisle, idam mangalarıyla ve akla gelebilecek her türlü vahşetle korkutmaya çalışıyorlar. Fakat, Komünist diktatörlük altında yaşam ölümden de beterdir.
Komünistlere ve yeni köleliğe karşı mücadelede yarı yolda durulamayacağını anlayan isyancı işçiler ayağa kalkmışlardır. Artık bir sonuca varılmalıdır. Bunu bildiklerinden sözde tavizler vermeye başlamışlardır: Petrograd bölgesinde yol kesme müfrezeleri kaldırılmış ve yurt dışından yiyecek malzemesi getirtmek için 10 milyon ruble tahsis edilmiştir. Fakat kimse aldanmamalıdır, çünkü bu yemin ardında efendinin, düzeni teessüs ettikten sonra bunları burnumuzdan fitil fitil getirecek olan diktatörün eli gizlidir.
Hayır, yarı yolda durmak yok. Ya zafer, ya ölüm! Kızıl Kronstadt tarafından ortaya konan bu örnek, sağdaki ve soldaki karşı-devrimcileri tehdit etmektedir. İşte, yeni bir devrimci adım atılmıştır. İşte, üç yıllık şiddete ve üç yüz yıllık monarşiyi gölgede bırakan Komünist yönetimin baskısına karşı isyan bayrağı yükseltilmiştir. İşte, Kronstadt’la, emekçi kitlelerin son prangalarını da kıran ve sosyalist yaratıcılığın önünde yeni ve geniş bir yol açan üçüncü devrimin temeli atılmıştır.
Bu yeni devrim, bürokratik Komünist “yaratıcılığın” karşısında yeni bir sosyalist yapının örneğini koyarak Doğu’daki ve Batı’daki emekçi kitlelerin ayağa kalkmasını da sağlayacaktır. Yurtdışındaki emekçi kitleler, burada her şeyin işçilerin ve köylülerin iradesiyle yaratıldığını kendi gözleriyle görerek bugüne kadarki düzenin sosyalizm olmadığını anlayacaklardır. Tek bir mermi atılmadan, tek damla kan akıtılmadan ilk adım atılmıştır. Emekçilerin kan akıtmaya ihtiyacı yoktur. Onlar ancak öz-savunma anında silâha başvururlar. Komünistlerin bütün rezilce eylemlerine rağmen biz kendimizi, onları kamu yaşamından tecrit etmek ve böylece ihtilalci çalışmalarımıza engel olmaya yönelik kötü niyetli ve yanlış ajitasyonlarının önüne geçmekle sınırladık.
İşçiler ve köylüler, kararlı adımlarla yürüyerek, burjuva rejimiyle birlikte Kurucu Meclisi ve emekçi kitlelerin boynuna ilmiği geçirip onu ölümle tehdit eden Çeka’sıyla, devlet kapitalizmiyle Komünist Parti diktatörlüğünü geride bırakmışlardır. Şimdiki altüst oluş, sonunda emekçilere, partinin en ufak baskısı olmaksızın sovyetleri serbestçe seçmek ve bürokratlaştırılmış sendikaları, yeniden işçilerin, köylülerin ve emekçi aydınların özgür örgütleri haline dönüştürmek şansını vermiştir. Sonunda, Komünist otokrasinin polis kulübü çökmüştür.
Bu da Paul Avrich’in anlatımıyla, “rahin alma olayı” üzerine bölüm aynı kitaptan:
“Keklik gibi” vurulma tehdidi her ne kadar Troçki’ye atfedilirse de bu sözlerin gerçek faili Zinovyev’in Savunma Komitesidir. Denizciler doğal olarak büyük bir öfkeye kapıldılar. Troçki ve Zinovyev, onların baş düşmanı ve Sovyet rejimindeki bütün kötülük ve iğrençliklerin sembolü haline geldi. (O ana kadar geri planda kalan Lenin, ertesi haftaya kadar Kronstadt’ın gazabına uğramadı, o zaman bile ona meslektaşları ölçüsünde diş bilenmedi.) Petrograd’daki yetkililer Kronstadtlıların ailelerinin rehin olarak tutuklanması emrini verdiği zaman öfke doruk noktasına ulaştı. Rehin alma sistemi, İç Savaş sırasında kumandası altında bulundukları Kızıl güçlere ihanet etmeye kalkışacak “askeri uzmanlara”, eski Çarlık subaylarına uyarı olmak üzere Troçki tarafından yürürlüğe konmuştu. “Dönekler bilmeli ki,” diyordu Troçki, 30 Eylül 1918 tarihli emrinde, “onlar aynı zamanda, kendi aile fertlerine – babalarına, analarına, kız ve erkek kardeşlerine, karılarına ve çocuklarına ihanet etmiş oluyorlar.” Gerçi Kronstadt olayında, çok sayıda anlatımın gösterdiği gibi, rehin alma kararı Troçki tarafından değil, o şehre varmadan önce Petrograd Savunma Komitesi tarafından alınmıştır. Savunma Komitesi 2 Mart’ta bahriyeliler tarafından tutuklanan Komünist
görevlilerin derhal serbest bırakılmasını talep ederek şöyle demiştir: “Tutuklu yoldaşlarımızın saçının teline zarar gelirse, buna rehinelerin hayatıyla yanıt verilecektir.” Bu duyurunun yapıldığı 5 Mart günü hükümet isyancılara ültimatomunu yayımladı. 7 Mart günü Kronstadt Izvestiia rehinelerin 24 saat içinde serbest bırakılmasını talep ederek yanıt verdi: “Kronstadt garnizonu buradaki Komünistlerin tam bir özgürlük ve ailelerinin kesinlikle güvenlik içinde bulunduğunu açıklar. Petrograd Sovyetinin örneğini burada izlemeyecek olan bizler böylesi yöntemlerin umutsuzca bir öfkeyi kışkırtmanın ötesinde son derece utanç verici ve rezilce olduğunu düşünüyoruz. Tarih daha önce böylesi bir fiile tanık olmamıştır.” Bu talebe hiç bir yanıt gelmedi.
tamamda kronstadt’ın bastırılması haklıymış gibi bir şey yaptığımı zannetmiyorum ben. Öyle mi dedim bir yerde yoksa bilmeden acaba?
Kronstadt konusunda sol komünistlerin tavrı açıktır. Şu yazıyı samimiyetle öneririm – eğer tartışmaya açıksanız elbette;
http://enternasyonalbakis.org/enternasyonal-bakis-n-1/kronstad-dersleri
Zileli, Bolşevikerin halka “devlet terörü” uyguladığını iddia ediyor ve kanıt olarak “köylülerin ürünlerine el koyma” gibi uygulamaları gösteriyor.
Yahu çok merak ediyorum; kazara anarşist bir halk devrimi olsa, şehirlerde halk açlıktan kırılırken, köylüler ürünlerini vermemek için her yol başvururken, (hayvanları öldürüyorlar, ürünleri yakıyorlar, bolşevik müfrezelere ateşli silahlarla direniyorlar) o ürünleri şehirlere taşımak için ne yapacaklar? insanların açlıktan ölmesine izin mi verecekler? biraz mantıklı olun.
her halde köylüler kendi rızaları ile bu ürünleri verseydi, bolşeviklerde bu ürünlere zorla el koymak zorunda kalmazdı.
bugünden bakıp eleştirmek ne kadar kolay, içsavaş koşullarında, zorunluluktan yapılmış bir uygulamayı örnek göstererek, bolşeviklerin halka “terör” uyguladığını iddia etmek hangi akla hizmet.
aynı durumla anarşistler karşı karşıya kalsa, şehirlerdeki halkın açlıktan kırılmasına, kaosun artmasına izin verecekler mi? tarih böyle bir bilim dalı mı? o günün koşullarını yok sayıp, bolşeviklerin yaptıklarına devlet terörü damgası vurmaya çalışmak nasıl bir ahmaklık?
aynen sağcı ve liberal burjuva tarihçileride, bolşevikleri bu şekilde eleştiriyor. halka haksız yere zulüm yapmakla, terör uygulamakla, yahu biz kimle tartışıyoruz? gerçekten bir anarşistle mi? yoksa kendine anarşist süsü vermiş Bolşevizm düşmanı bir liberalle mi?
İltifatlarınıza teşekkürler. Bir anarşistle tartıştığınızı söyleyebilirim. Şunu da hemen belirteyim ki, anarşistleri ve anarşizmi hiç bilmiyorsunuz. Anarşistlerin “anarşist devrilm” türü bir iddiaları yoktur. onlar sadece toplumsal devrimi savunurlar ki, bu devrimin de sahibi bizzat işçiler ve köylülerdir. Ne yapacaklarına onlar karar verirler, yoksa kerameti kendinden menkul “öncü”ler değil. Şehirlerin aç olması dolayısıyla köylülere terör uygulanması Bolşeviklerin iktidar tekellerini savunmak için uydurdukları bir bahenedir. Çünkü şehirlerin aç kalmasına yol açan bizzat kendi politikalarıdır. Kronstadt ayaklanmasına yol açan Petrograd işçi grevleri Bolşevik yönetimi hedef almıştı. İşzçilerle köylüler arasında iddia edildiği gibi bir çelişki söz konusu değildi. Köylüler işçi kardeşleriyle her zaman dayanışmaya hazırdılar. Petrograd’daki grevler işçilerin aç kalmasının ürünüydü. Kronstadtlılar da Petrograt işçileriyle dayanışma için ayaklanmışlardı. Bolşeviklerin elinde yiyecek rezervleri olduğu anlaşılıyor. Çünkü petrograd grevlerini bastırmak ve krostdatlıları tecrit etmek için acilen işçilere yiyecek sevkiyatında bulunmuşlardı. Demek ki, tahıla el koyan köylüler değil Bolşeviklerdi, öyle olmasaydı acilen yiyecek tedarikini yapamazlardı. Yüz yıl önce uydurulmuş masalları karnımız tok kardeşim.
Bu sene Kurban Bayrami ve Atatürk’ün ölüm günü asagi yukari ayni tarihlere denk geldi. Kurban Bayrami tabii tüm turkish solu ‘anarsistler de dahil” tahrik etti ve bu site de dahil olmak üzere Kurban gelenegi üzerine epeyce elestiriler yapildi ve hatta anladigimiz kadariyla karsi eylemler de yapildi. Peki, bu entellektüel, sorgulayici, fikri hür, vicdani hür Turkish sol Atatürk’ün ölüm günü saçmaligi ve özellikle her 10 Kasim’da oynanan “tip, kimildayan yanar oyunu” komikligi ile ilgili ne yapti? Hiç. Iste bir kanit daha: Kendine anarsist diyen bu beyler de dahil, marksisti, leninisti, stalinisti, troçkisti susu busu ve tüm sülalesi hâlâ kemalizmden siyrilamamis, hâlâ Netanyahu ve Bushvari islamofobyadan kurtulamamis. Sol bu mu? Hadi canim sende.
Bu site sakinlerinin genel tutumunun bu tür saçma ritüellere karşıt olduğunu bilmeniz gerekirdi efendim. Ama yine de suçlamak size iyi geliyorsa sizi bu zevkten alıkoymayalım bari.
NATO’nun çocuğu…Hiç mi yüreğin sızlamıyor NATO’nun bölgedeki şovalyelerinin sözcülüğünü yaparken?
ertan kardeşe :
J. Slavyanski ironiyi kullanıp basit bir rehber hazırlamış anti-komünistler için . 40 maddeden oluşuyor.
1. Her fırsatta, Marksizmin saygınlığını yitirdiğini, gününün geçtiğini, ölüp gittiğini ve gömüldüğünü vurgulayın. Ardından, iş yaşamınızın geri kalanı boyunca, öldüğünü iddia ettiğiniz Marksizme saldırarak, kazanç dolu bir kariyer yapın.
2. Unutmayın, “Komünist” bir ülkedeki doğal olmayan her ölümden, yalnızca devletin liderleri değil, bir ideoloji olarak Marksizm de sorumludur. Komünist olmayan ülkelerde aynı nedenle gerçekleşen ölümleri ise yok sayın.
3. Komünizm ya da Marksizm, siz ne olmalarını istiyorsanız, odurlar. Ülkeleri, hareketleri ve rejimleri “Komünist” diye damgalarken, onların gerçek hedeflerini, yazıya dökülmüş ideolojilerini, diplomatik ilişkilerini, ekonomi politikalarını ya da mülkiyet ilişkilerini incelemeniz gerekmez.
4. Komünistlerin de içinde bulunduğu her tür çatışmada, çatışmanın ve onun ürünü tüm ölümlerin suçu Komünizme atılabilir. Bunu 2. Dünya Savaşı’na uygularken dikkatli olun. Sovyetler’e ya da Komünist partizanlara karşı savaşan faşist hareketler iyiydi; ama Nazi Almanyası’nı açıkça övmemeye çalışın. Kendinize hakim olamıyorsanız, bunu özel sohbetlerinize saklayın.
5. Marksizmin “gerçek anlamına” ve Komünizmin gerçek temsilcilerinin kimler olduğuna siz karar verirsiniz. Gerçekte Trotskiy’den de nefret etseniz bile, yetkilerinin Stalin tarafından gasp edilmiş olmasıyla ilgileniyor görünün.
6. Sürekli olarak George Orwell’dan söz edin. “Hayvan Çiftliği”nden ya da “1984”ten alıntı yapın. Orwell’ın Sovyetler Birliği’ni hiç görmemiş olduğu gerçeğini ve her iki kitabın da birer roman olmasını önemsemeyin.
7. Demografik verileri önemsemeden ve tutarlılık kaygısı gözetmeden büyük ölüm sayıları verin. Açlıktan ölenlerin sayısı 3 milyon mu? 7 milyon mu? 10 milyon mu? Toplam 100 milyon kişi mi öldü? Merak etmeyin, kimse, çalışmanızdaki verileri kontrol etmeyecektir. Siz de büyük olasılıkla herhangi bir araştırma yapmadığınızdan, bu durum işinize gelir.
8. Komünist bir rejimde tutuklanmış olan herkes, büyük olasılıkla, hiçbir suç işlememişti. Komünistler yalnızca zararsız şairleri ve dünyayla paylaşacak güzel bir mesajları olan siyasi peygamberleri tutuklamıştı.
9. Stalin’in yaptığı ya da yapmadığı her şeyin kötü bir gizli nedeni vardı. Her şeyin!
10. Bir önceki maddenin ruhuna uygun olarak, Stalin’in her şeyi yapma ve bilme gücü olan bir varlık olduğunu, Sovyetler Birliği’nde olup biten her şeyi tam olarak bildiğini ve 1924-1953 yıllarında yaşanan her şeyi tam olarak kontrol ettiğini unutmayın. O dönemde olup biten her şey, Stalin’in iradesiyle olmuştu. Stalin, söz konusu dönemde işlenen tüm suçların her tür ayrıntısını biliyordu ve sınırsız zorbalığı nedeniyle, nerede olduklarını ya da ne tür bir konuma sahip olduklarını hiç gözetmeden, milyonlarca masum insanı öldürdü. Her şeyi yapma ve bilme gücü olduğundan, altındaki on binlerce kişiden gelen bilgilere bağımlı değildi.
11. Kapitalist ülkelerde bugüne kadar gerçekleştirilmiş olan her tür eylemle ilgili olarak, sürekli bir şekilde “Komünist” ülkelere saldırın.
12. Marksizmin, gelecekteki olası bir toplum hakkındaki tarifi nedeniyle ütopyacı olduğunu iddia edin. Ama bunun yanında, Marksizmin, Komünist toplumun neye benzeyeceği konusunda hiçbir zaman ayrıntılı bir tarif vermemesi nedeniyle başarısızlığa uğradığını da iddia edin. Buradaki büyük çelişkiyi önemsemeyin.
13. Marksizmi bir tür dinsel inanç, Mesihçilik ya da aklınıza gelen herhangi bir ruhani zırvalık gibi göstermeye başlayın. Her tür siyasal ideoloji ile dinler arasında bazı benzerliklerin bulunabileceğini söyleyenleri önemsemeyin.
14. Anti-komünist saldırıların taktiğini unutmayın: Stalin sonrası döneme ekonomik gerekçelerle saldırın ve başarısız olunduğunu iddia edin. Bilgili bir hasmınız, Stalin döneminde sosyalist ekonominin başarılı olduğunu söyleyeceğinden ve bu dönemin ekonomisi gerçekten de başarılı olduğundan, o döneme insan haklarıyla ilgili gerekçelerle saldırın.
15. İnsan doğası. İnsan doğası nedir? Sizin açınızdan, insan doğası, hoşunuza gitmeyen siyasal görüşlerin ya da sistemlerin neden yanlış olduklarının en kolay açıklamasıdır.
16. Bolşevik devrimler, şiddet yoluyla ve kan dökülerek yapıldı. Buna karşın tüm burjuva devrimleri demokratik halkoylamalarıyla gerçekleştirilmişti ve şiddet türü şeylere tanık olunmamıştı.
17. Sürekli olarak “özgürlük” ve “demokrasi” gibi sözcükler kullanın. Sizden istense bile, bu terimleri asla tanımlamayın.
18. Komünistleri, yaşadığınız dönemin popüler tartışmalarına göre, bir şeylerden yana ve bir şeylere karşı gösterebilirsiniz. Eğer sağcı kesime sesleniyorsanız, Komünistler, dejenerasyonu ve eşcinselliği temsil ediyordur. Daha hoşgörülü bir kesime sesleniyorsanız, Komünistler eşcinsellik düşmanıdır. Aslında, Komünistler, aynı anda hem ahlaki dejenerasyonu hem de aşırı bir ahlâkçılığı temsil eder. Buradaki çelişkiyi de önemsemeyin.
19. Molotov-Ribbentrop Paktı üzerinden her fırsatta Stalin’i suçlayın; ama bu arada, Amerika’nın, İngiltere’nin ve Fransa’nın savaştan önce Nazi Almanyası’na, faşist İtalya’ya ve emperyalist Japonya’ya verdikleri desteği ve bu ülkelerle işbirliğine gitmiş olmalarını tümüyle yok sayın. Her zaman olduğu gibi, hasımlarınızın, saldırmazlık paktının bağlamını tartışmalarına izin vermeyin.
20. Doğu Avrupa’nın yeni kavuştuğu “özgürlük”ü kutsayın. Göç nedeniyle nüfusun büyük ölçüde azalmasını, doğum oranlarının düşmesini, alkol ve uyuşturucu kullanımının artmasını, siyasal istikrarsızlığı, iç savaşları, etnik temizlik operasyonlarını, kadınların seks ticareti için taşınmasını, çocuklara fuhuş yaptırılmasını, örgütlü suçları, intihar oranlarının yüksekliğini, işsizliği, hastalıkları vb. yok sayın. Konuşma özgürlüğünüz olduktan sonra, bunların ne önemi var?!
21. Her fırsatta, Komünist ülkelerdeki korku kültüründen, gecenin bir yarısında insanların kapısının çalınmasından söz edin. Amerika’da, uyuşturucuyla savaş döneminde, uyuşturucu ticareti yaptıkları kuşkusuyla insanların gece yarıları yataklarından kaldırılmasının, üzerlerine silah dayanmasının normal sayılmış olmasını önemsemeyin.
22. Komünistleri, dine baskı uygulamakla suçlayın. İslamcı köktendincileri, laik olmamakla suçlayın. Ne çelişkisi?!
23. ABD’nin şu anda, Afganistan’daki ilk zaferini finanse ettiği, desteklediği ve hatta yönettiği bir hasma karşı aşırı pahalı ve kaybetmekte olduğu bir savaş yürütüyor olmasındaki ironiyi görmezden gelin.
24. Bugünün dünyasının devam eden ve hatta kötüleşen sorunlarına karşı sizden bir çözüm istendiğinde ne diyeceksiniz? ÖZGÜRLÜK!! (Hasmınız uzaklaşıp gidene kadar tekrar edin.)
25. “Komünist”lerin hiçbir şeyine güvenilemez. Hruşov’un 1956’daki “Gizli Konuşma”sı ya da Trostskiy’in yazdıkları gibi, sizin işinize yarayanları dışında…
26. Komünist liderler, karşı devrimden korunmaya bir sürü zaman ayırırken, “paranoyakça” davranıyordu. Doğu Bloku’nda kapitalizmin restorasyonu da dahil olmak üzere, gerçekten de böyle bir tehdidin bulunduğunu gösteren tonla kanıtı yok sayın.
27. Komünist rejimler halkın desteğini hiçbir zaman kazanmamıştı. Bu söylediğimizin doğru olmadığı örneklerin varlığına ilişkin kanıtlar sunulursa, insanların beyinlerinin yıkandığını savunun. Bunun yapılmasının önündeki mali ve lojistik engelleri hesaba katmaya kalkışmayın.
28. Komünist propaganda, kaba ve ilkeldir. Eğer birileri komünist sanatçı ve yazarların dünyaca ünlü çalışmalarından söz etmeye başlarsa, hemen uzaklaşın.
29. Bir Komünistle karşılaşana kadar, “özgürlük” ve “çoğulculuk” adına laikliği savunun. Karşınıza bir Komünist çıktığında, din kartını kullanın.
30. Komünist olmayan ülkelerde gerçekleştirilen gaddarlıkların ve diğer kötü şeylerin tek sorumlusu, tek tek “kötü insanlar”dır. “Komünist” bir ülkede gerçekleşen her tür kötü şeyin sorumlusu, ideoloji ve sistemdir. Bir de Stalin.
31. Anti-komünist olmak için herhangi bir ideolojik tutarlılık gerekmez. Zamanınızın yüzde 90’ını, sosyal demokrasinin sözde sosyalizmini övmeye ayırın; sonra da kapitalist sistemi “Stalin dönemi Rusyası”yla karşılaştırın (bu konuyu daha önce hiç incelemediyseniz, “1984”ü ve “Hayvan Çiftliği”ni okumanız yeterli). Kapitalizmden sürekli olarak şikayet edin, ama birileri alternatif olarak Komünizmi önerdiğinde oradan uzaklaşın. Aşırı sağdaki bir faşist misiniz? Sürekli olarak, kapitalizm koşulları altındaki kültürel dejenerasyondan şikayet edin; ama bu arada, ırkçılığınız dışında hiçbir anlamlı gerekçe gösteremeseniz bile, Marksizme sonuna kadar karşı çıkmaya devam edin.
32. Eğer anarşistseniz, kendi ideolojinizin tüm tarih boyunca yüzde 100’lük bir başarısızlık oranına ulaşmış olmasına karşın, her fırsatta Marksizmin “başarısızlık”ından söz edin. Bu başarısızlıktan Komünistleri ve silahlanmayı sorumlu tutun. Kendisini gericiliğe karşı savunamadıktan sonra, en mükemmel toplumun bile hiçbir işe yaramayacağını görmezden gelin.
33. Neo-Nazi misiniz? Komünizm, Yahudiliktir. Tartışma bitti.
34. Neo-Hippi misiniz? Komünizm, sizin yücelttiğiniz Tibet kültürünün Çin tarafından ezilmesidir.
35. Mao döneminde gerçekleştirildiği iddia edilen soykırımı her fırsatta kınayın; ABD’nin Nixon döneminde Çin’le kurduğu ilişkileri ve kapitalist Çin’in modern ABD ekonomisinde oynadığı rolü görmezden gelin. Çin hakkında olumlu bir şey söyleyecekseniz, bu ülke kapitalisttir. Eğer eleştirecekseniz, hâlâ Komünisttir.
36. Marksizmin gözlem ve deneylere dayalı olmadığını iddia edin. Neo-liberalizm, “demokrasi” ya da “özgürlük” de gözlem ve deneylere dayalı değildir; ama bunu boş verin.
37. Nerede, hangi ülkede, hangi tarihsel dönemde olduklarından, geçmiş deneyimlerden ve tüm diğer etkenlerden bağımsız olarak, Komünistlerin, Stalin dönemi Rusyası’nın bir kopyasını yaratmak istediğini ileri sürün. Stalin döneminde, sanayileşmenin çok geri olduğu bir ülkenin kalkınması gibi bir sorunla uğraşılmış olmasını, bunun bugüne taşınamayacağını vb. önemsemeyin.
38. Sihirli “totaliter” sözcüğünü kullanmayı öğrenin. Bu sözcük, karşı kutuplarda yer alan iki ideolojiyi aynı çuvala sokmanızı sağlar: Komünizm ve Faşizm.
39. Sosyalist ülkelerin, piyasa reformlarına başvurdukları ölçüde, daha büyük ekonomik sorunlar yaşamaya başladığını görmezden gelin.
40. Sayılar ya da tarihsel bağlamla ilgili eleştiriler aldığınızda, “acımasız zorba”, “vahşi katil” gibi etiketlere başvurun. Stalin gibi insanların, öldürdükleri onca insan nedeniyle kitle katili olduklarını ve kitle katili oldukları için onca insanı öldürdüklerini biliyoruz. İşte bu kadar açık ve net!
(çeviren: Erkin Özalp)
Komünizm de bitti. anti komünizm de. Eski komünistler fasist oldu. Eski anti komünistler islamofob oldu. siz hâlâ koydugumuz yerde otlamaktasiniz. Open your eyes.
NATO da özgürlük dağıtan bir şebeke mi oldu?
Eskiden opec vardı, şimdi işlevi değişen nato.
Etme,
yapma,
babaları kızdırma
ertan kardeş 🙂
yahu arkadaş bu nedir be.işimiz gücümüz yok sovyetler şöylemiydi böylemiydi,stalin canimiydi dehamıydı,lenin neyaptı,troçki neydi,kronstadt neydi,ne istedi…arkadaş bu tartışmalar yıllardır sürüyor.şunu anlamak gerekiyor,konjektür değişti,o dönemle o dönemin konjektürüyle uğraşıp,zaten zerre kadar olan bizler birbirimizi yemekten başka ne yapıyoruz.bilmiyorum katılırmısınız ama bakuninin şöyle bir lafı vardır “EN DEMOKRAT İNSANI DA GETİRİP TAHTA KOYSANIZ,HEMEN İNMEZSE KESİNLİKLE HAİNLEŞECEKTİR” her insanda bu potansiyel vardır.ha kim kendine hakim olur kim hainleşir belli olmaz ,ama iktidarı halka vermediğimiz sürece bu ihtimal hep vardır,hele iktidara dıştan baskı ve karşı devrim ihtimali vardır.her ne kadar mükemmel olmasa da fatsayı hatırlayın ,gözünüzü seveyim gidin fatsaya hala fikri sönmezi saygıyla anarlar.bir çok örnek olabilir bunun gibi.yeter artık birbirimizi yemekten vazgeçelim.anarşistide,komunistide,anarko-komunistide,sosyalistide,devrimciside aslında ortalama aynı dünyayı hayal etmektedir.ama gidilecek yolda farklılıklar vardır.zaten kurmak istediğimiş devlet,devlet olmasın diye kurulan devlet değilmidir.hepimiz bu sistemden nefret ediyoruz.hala insanlar,ölüyor,sömürülüyor,yapmamız gereken mücadele etmektir,anlatmaktır.ama dünya değişti yeni yollar bulmalıyız.bacon un dediği gibi”yeni çareler bulamayanlar,yeni kötülükler beklesin” hadi eyvallah
Kronstadt’tan Parti İçi Muhalefete kitabına Ferit Burak Aydar’ın yazdığı sunuş yazısını yeni bitirdim.
Orada Gün Zileli’nin bahsettiği Avrich’in kitabına da referanslarla Kronstadt’ın bastırılmasının neden gerekli görüldüğü bence iyi anlatılmış.
Mesela şöyle bir yer var:
İsyanın başını çeken Petriçenko ve diğerleri, yukarıda da belirtildiği üzere, Kronstadt’tan kaçtıktan hemen sonra Bolşeviklere karşı ortak mücadele etmek üzere Rus mültecilerinin merkezi olan “Ulusal Merkez”le ve Vrangel’in temsilcileriyle birleştiler. Elbette isyanın başındaki unsurların yenilgiden birkaç ay sonra beyaz karşıdevrimcilerle birleşmeleri onların açıktaan karşıdevrimci monarşistler oldukları anlamına gelmez, ama Troçki’nin ve Lenin’in isyanın küçük burjuva niteliğine ilişkin söylediklerini kanıtlar. … Kronstadt’ı savunmaya çalışan kesimlerin tüm bunlara verdikleri tek yanıt, Kronstadtlıların programının Sovyetleri tanıdığı, “üçüncü devrim”i savunduğu ve dolaysıyla karşıdevrimci olmadığı yönündedir. Yani Bolşeviklerden yalnızca bu programa bakarak karar vermeleri beklenmektedir. Kronstadt’taki Geçici Devrimci Komite’nin “demokratik Sovyetler programını zikredenler, benzer bir programı Vrangel’in de 1921 sonunda tanıdığını göz ardı ediyorlar. Üstelik kiminle? Kronstadt isyanının başındaki Petriçenko ve sığınmacı arkadaşlarıyla birlikte ortak bir platformda!
Suat arkadaşa:
Kitaptan sizin bu mesajınızla haberim oldu. Hemen bu sabah aldım. Kronstadt bölümünü okudum. Aydar, ne yazık ki, “iyi anlat”mamış. Esasen benim çevirdiğim Paul Avrich’in Kronstadt 1921 kitabından cımbızlamalar yaparak Kronstadtlıların “karşıdevrimcilerle işbirliği yaptığını” ispatlamaya çalışmış. Bu kitabın metni, çok yakında, bu sitede elektronik olarak yayınlanacaktır. Bütününü okumanızı salık veririm. İki yıl kadar önce hayata gözlerini yuman Paul Avrich tanınmış bir anarşist tarihçidir. Öyle olduğu için de, olayı en objektif biçimde, hiç kimseyi kayırmadan, her türlü belgeyi değerlendirerek ortaya koymuştur. Aydar ise, sadece işine gelen yerleri aktarmıştır. Kronstadlıları, yenilginin ardından Wrangel’le ittifak görüşmeleri yapmaya sevk eden, tamamen Bolşeviklerin bu ayaklanmayı gaddarca bastırmaya yönelmeleridir. Kaldı ki, Avrich okunduğu zaman görüleceği gibi, Kronstadtlılar o yenilgi koşullarında bile, Kronstadt’ın devrimci taleplerini Wrangel’e dayatmaktan ve kabul ettirmekten vazgeçmemişlerdir. Kronstadtlılar, ayaklandıktan sonra bile, henüz Bolşevik mermirelerine muhatap olmamışken, Bolşevikleri “hata yapan” dost bir güç olarak görüyor, onları devrimci yöne sevk edebileceklerini umut ediyorlardı. Bunun en iyi göstergesi, ayaklanma sırasında bile Kronstadt idare bürolarından Lenin’in resimlerini kaldırmamaları ve mecburen gözaltına aldıkları Bolşeviklerin kılına bile dokunmamalarıdır (oysa kendi aileleri rehin alınmıştı) (Bütün bunları Avrich anlatır ama Aydar işine gelmediği için almamıştır.) Ancak Bolşeviklerin “bana baş kaldıran ezilmelidir” mantığıyla Kronstadt’a amansızca saldırılarından sonra düşmanlığın boyutlarını algılayabilmiştir Kronstadtlılar ve o andan itibaren başlarının çaresine bakma yoluna gitmişlerdir. Bolşeviklerin beyazlardan bile daha beter devrim düşmanları olduklarını o zaman kavramışlardır. O andan itibaren Bolşevik emekçi düşmanı rejimine karşı ittifak yapabilecekleri güçler aramaya girişmişlerdir. Böyle yaptıkları için Kronstadtlıları karşıdevrimcilikle suçlamak, Kemal’in orduları tarafından kovalanan Çerkez Etem’i Yunanlılara sığındı diye vatan haini ilan etmekten farksızdır. Kaldı ki, Kronstadtlılar Çerkes etem’den de daha ilkeli davranmış, hiç kimseye iltihak etmemiş, devrimci ilkelerini korumuş, ancak Bolşevik karşıdevrime son vermek için haklı olarak ittifak arayışına girmişlerdir. Açık söylüyorum. Ben de olsam aynı şeyi yapardım. Bolşeviklerin devrim düşmanlığının yanında Wrangeller ya da Çarlık taraftarları hiç kalır.
Gün’e ilaveten ben de şunu belirteyim: Acaba Aydar, Bolşevik iktidara karşı çıkan herkes, ileri sürdüğü ne olursa olsun karşıdevrimcidir derken, Stalinistlerin mantığını tekrarlamış olduğunu hiç düşünmüş müdür? O zaman, Stalinistler de “Sovyet iktidarına karşı çıkan Troçkistler, sağ ve sol muhalefet mensupları otomatikman karşıdevrimcidirler” derken haklı çıkmazlar mı? Bu nasıl bir düşüncesizilik, nasıl bir şizofrenik ikiye bölünmedir. 1920’lerin Bolşevik argümanlarını 1930’lara taşırsanız bunların bizzat Bolşeviklerin kesilip biçilmesine yol açacağını nasıl görmezsiniz?
Tarihte de hep böyle olmuştur. Satırı kellesine yiyen hep halk olmuştur. Egemenler birbirlerine iktidarı barış içinde devretmişlerdir. Jakobenler, satırı halka indirdiler ama Thermidora kolayca teslim oldular. Bolşevikler, Kronstadt’a amansızca saldırdılar ama Stalin’e iktidarı tepsi içinde sundular. O tepsiye kendi kellerinin düşeceği hiç akıllarına gelir miydi? Bu efendiler madem o kadar kararlıydılar karşıdevrimle mücadeleye, neden teslim oldular Stalin’e. Sonra olanlar da hep böyledir. Onların acımasızlığı emekçileredir efendim. Aydar beyi çok ayıpladım doğrusu. Aktarıldığı kadarıyla, aynı stalin gibi öküz altında buzağı aramış,
Kronstadt konusunda cevap:
Bence eğer sizin monarşist karşıdevrimcilerle ittifak yapma hakkınız varsa, Bolşeviklerin de iktidarı tehdit eden güçleri bastırma hakları ve hatta akıllarına gelen her şeyi yapma hakları vardır, biz neyi tartışıyoruz ki o zaman?
Ethemle bağ kurulması pek olmamış. Bir sınıf hareketiyle bir ulusal hareketi aynı kefeye koymuş oluyorsunuz. Ulusal hareketler son tahlilde burjuva hareketler olduklarından burjuva devletlerden birine “iltihak” edebilirler, doğaldır. Ama proleter hareketleri aynısını yapamaz, yaparsa onlardan farkı kalmaz.
“Kronstadlıları, yenilginin ardından Wrangel’le ittifak görüşmeleri yapmaya sevk eden, tamamen Bolşeviklerin bu ayaklanmayı gaddarca bastırmaya yönelmeleridir.” demişsiniz. İlkesel duruşu olan bir hareketin beyaz karşıdevrimcilerle ne işi var? Yapmayın!
Buna rağmen siz hala Vrangel’e “ilke kabul ettirmek”ten bahsediyorsunuz! Hakikaten tuhaf… Adamlar karşıdevrimci beyaz güruh! Kronstatdlılarla ittifak yapacak, sonra Bolşevikleri ezip başa geçecek, sonra kağıt üzerindeki ittifaka mı bağlı kalacaklar? İlke milke dinlemez, hadi güncel bir tabirle söyleyeyim, “kalkan” olarak kullandığı Kronstadlı isyancılarla işi bittiği için onları bir kenara atarak kanlı bir burjuva diktatörlüğü kurarlardı. Dediğinizin bence İspanya iç savaşındaki anarşist hainlere ya da merkezci POUM’un hainlerine kızıp, Franco’yla işbirliği yapmaya varacağının umarım farkındasınız. Yıllarca “biz iktidar istemezük” diyen anarşistlerin bakan koltuklarına kurulmalarına, kitleleri silahsızlandırmalarına kızan Durruti ve dostlarını Franco’yla işbirliği halinde düşünemiyorum…
Ayrıca Aydar’ın sunuşunu ben de okudum ama işbirliği yapmaya çalıştığını ispatlamaya çalışmıyor bence, meseleyi sınıf eksenine oturtuyor.
Hele hele İnceel’in dediği şeyler hiç yok. “İki seçenek” konusunda kendisinden önce birçok tarihçinin (en az Avrich kadar “objektif” tarihçinin) söylediklerini sınıfsal temelde yeniden yorumluyor. Zaten yazının bir yerinde de İncel’in dediğine yanıt veriyor: “Yalnızca sonraki tarihçilerin gözünde değil, ogünü yaşayan kitleler gözünde de o keskin dönemeçte yalnızca iki seçeneğin mümkün olduğu çok açıktı. Bunu kabul etmek, ilelebet iki seçeneğin mümkün olduğunu söylemek anlamına gelmez, yalnızca bir doğrudan hareket edip yanlışa varmamanın nasıl mümkün olduğunu gösterir. Suçu Bolşeviklerde arayan Kronstatdlılar ise kolaycı bir yaklaşımla Bolşeviklerin gitmesiyle dertlerin biteceğini söylüyorlardı. Bu yüzden Kronstadtlı bahriyeliler kendi karakteristik sabırsızlıkları ve deli fişeklikleriyle isyanın hedefine Bolşevikleri koymuşlardı.” Neyse Aydar’ı savunmak bana düşmez, ama bence güzel bir yazı. Kronstadt’ın bastırılması da haklıydı…
Kronstadt önderliği açıktan Yahudi düşmanı, yabancı karşıtıdır (isyandan önce). Bunu da mı Bolşeviklerin onları “gaddarca bastırmalarına” yoralım? İlla bir ilke arıyorsanız, alın size ilke, hem de Paul Avrich’in kitabından, sayfa 161-164. Bolşevikler iktidarı ırkçılara bırakmadıkları için karşıdevrimci mi oluyor?
Zileli’nin kullandığı mantıkla Kronstadt isyancılarına eleştiri getiriliyor ilgiyle takip ediyorum. Söyleyeceklerim var. Bu arada yukarıda sormuş bulunduğum soruların Kronstadt ile çok alakalı olduğunu da düşünmüyorum (Avrich’in kitabı elimde mevcut, ilgili kısımları okudum). Problemin genel olarak devrim anlayışlarımızın farklılığında yattığını düşünüyorum. Açıklamaya çalışacağım…
SUat arkadaşım, siz Kronstadt’ın bastırılmasını haklı gördükten sonra geriye söylenecek, tartışılacak pek bir bir şey kalmıyor. Sadece söyleyeceğim şudur: Bolşevikler Kronstadt’ı ezerlerken batılı devletlerle işbirliği halindeydiler. Kronstadt’ın ezildiği gün İngiltere-SB ticaret ve işbirliği anlaşması imzalanmıştır. (bu Paul Avrich’te var). Bolşevikler, iktidarlarını yürütmek için şeytanla bile işbirliği yaparlardı ve yapmışlardır da. Çin’de, Hindistan’da, İran’da ve Türkiye’de devrimcileri sırf SB’nin ulusal çıkarları için egemenlere, sultanlara, Çan Kay şek’lere satanlar da onlardan başkası değildir. En büyük Çarlık generelleri de onların saflarında yer almış, Troçki’nin mağrifetiyle Kızıl orduya kumanda etmişlerdir. Bunlar söz konusu edilmiyor, Krostdatlıların, bir yenilginin ardından, Bolşeviklerin düşmanlığını anlayıp Wrangel’le acaba bir ittifak yapabilir miyiz türü tasarıları mı suç oluyor. Verdiğiniz Durruiti-Franko örneği ise hiç ama hiç uymamış. İspanya iç savaşını hiç bilmediğiniz, oradaki Stalinistlerin meşum rolünden habersiz olduğunuz anlaşılıyor.
Anonim imzasıyla yazan arkadaş ise pek kestirmeden gitmiş. Paul Avrich, elbette objektif olabilmek için Kronstadtlıların pek çok devrimci özelliklerinin yanında zaaflarını da koymuş, onların içindeki doğaçlamadan ve ukraynalılıklarından gelen anti-semitik eğilimlerini gizlememiş, tersine söz etmeyi gerekli görmüştür. Bir bütün içinde ancak yüzde birlik böyle bir kara lekeyi alıp işin tamamı olarak göstermek ve Kronstadtlıları ırkçı ilan etmek ancak Bolşevik ustalarından yalancılık ve demagogluk dersi alanların işi olabilirdi.
Bakın bu doğru. Mahno, beyazlara karşı Bolşviklerle kaç kere ittifak yaptı. Kağıt züirinde ilkeler tespit edildi, Mahno’nun gerillaları Kızıl ordunun bir tümeninin adını bile aldı ama
beyaz tehlike atlatılır atlatılır atlatılmaz Bolşeviklerin işi anarşist Mahno köylü gerillalarına saldırmak oldu. İktidarcı siyasi güçlerin hiçbirine güven olmaz. Ne kızılına, ne beyazına, ne sarısına…
Siyasi güçler kendi haklarındaki söylemlerle değil, gerçeğe bakarak değerlendirilir. Bu Bolşevikler işçileri süngü zoruyla çalıştırlar mı çalıştırmadılar mı (bkz. Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken, cilt: 2) eh mesele bitmiştir. Kemal neyse Lenin de odur. İki iktidar tutkunu. Karşılarında yenilenleri resmi tarihleri elbette vatan haini ya da karşıdevrimci diye karalayacaktır. Bizim genç çocuklarımız da bilir bilmez bu Emin Oktay tarihlerini ezberlerler işte
Şu Gün Zileli Meselesi…
http://www.sss-sosyalizm.org/sosyalizmden/gun_zileli.asp
“…İşçi, emeği yeni bir biçimde örgütlemek için günün birinde siyasal iktidarı elegeçirmek zorunda kalacaktır; eğer, onu ihmal eder ve alaya alan eski hıristiyanların durumunda olduğu gibi, yeryüzü cennetinin yokolup gittiğini görmek istemiyorsa, eski kurumları destekleyen eski politikayı altetmek zorunda kalacaktır.
Ama bu hedefe varma yollarının her yerde aynı olduğunu hiç bir zaman iddia etmedik.
Çeşitli ülkelerin kurumlarının, alışkanlıklarının ve geleneklerinin dikkate alınması gerektiğini biliyoruz; ve işçi sınıfının hedefine barışçıl yollarla varabileceği Amerika, İngiltere -ve eğer kurumlarınızı daha iyi bilseydim Hollanda’yı da bunlara eklerdim- gibi ülkeler olduğunu yadsımıyoruz. Eğer bu doğruysa, Kıta ülkelerinin çoğunda devrimlerimizin manivelasının zor olması gerektiğini de kabul etmeliyiz; emeğin egemenliğini kurmak için günün birinde başvurmak zorunda kalacağımız şey, zordur.
Lahey Kongresi, Genel Konseye, yeni ve daha geniş yetkiler vermiştir. Gerçekten de, kralların Berlin’de biraraya geldikleri, feodal sistemin ve geçmiş zamanların güçlü temsilcilerinin bu toplantısının sonucu olarak bize karşı yeni ve daha sert baskı önlemlerinin alınacağı, ve kovuşturmaların hazırlandığı bir sıra, Lahey Kongresi, Genel Konseyinin yetkilerini artırmayı ve başlamak üzere olan ve mücadeleye yönelik ve yalıtılmanın güçsüz bırakacağı bütün eylemleri merkezileştirmeyi uygun ve zorunlu bulmuştur. Ayrıca, Genel Konseyin yetkisi, düşmanlarımızdan başka kimi kuşkulandırabilir ki? Kendi iradesini dayatmak için bir bürokrasiye ve silahlı polis gücüne sahip midir ki? Yetkisi tamamıyla manevi değil midir, ve bütün kararlarını bunları uygulamakla yetkili federasyonlara sunmuyor mu? Bu koşullar altında, ordusu, polisi ve adliyesi olmayan krallar, iktidarlarını manevi etki ve yetkiyle sürdürmek durumunda bırakılsaydılar, devrimin ilerlemesinin karşısında çok dayanıksız engeller olurlardı…”
Karl Marks
Lahey Kongresi Konuşma Tutanağı 1872
“…Başka zamanlarda olduğu gibi, her devrimde de kaçınılmaz olarak birçok hata yapılır, ve nihayet, insanlar olayları eleştirel bir biçimde yeniden gözden geçirebilecek kadar yatışınca, kaçınılmaz olarak şu sonuca varırlar: yapılmadan kalması çok daha iyi olacak birçok şey yaptık, ve yapılsa çok daha iyi olacak birçok şeyi yapamadık, ve işte işlerin sarpa sarması bundandır. Ama Komünü kusursuz ve yanılmaz ilan etmek ve her ev yakıldığında ya da bir tutsak kurşuna dizildiğinde bunun, hakedilen bir ceza, tam da yerinde bir iş olduğunu iddia etmek ne büyük bir eleştirel tutum yoksunluğudur. Bu, mayıs ayındaki hafta boyunca kurşuna dizilen insanların, ne eksik ne fazla, kesinkes kurşuna dizilmesi gereken kimseler olduğunu, ateşe verilen evlerin, ne eksik ne fazla, kesenkes ateşe verilmesi gereken evler olduğunu iddia etmekle aynı şey değil midir? Bu, birinci Fransız Devrimi konusunda şunu söylemekle aynı şey değil midir: her boynu vurulan hakettiğini buldu, ilkin Robespierre’in boyunlarını vurdurdukları, ardından da Robespierre’in kendisi? Özünde çok iyi huylu kimselerin acımasızca gaddar görünme hevesine kapılmaları işte böyle çocukluklara neden olur…”
Friedrich Engels
Blankici Komün Mültecilerinin Programı – Haziran 1874
Zileli’nin eleştirilerinin muadili karşıtlarından gelmeye başladı. Öyle şeyler dönüyor ki Beyazlarla ittifaka zorunluluktan girildi denebilmiş bir yerlerde. Eh o zaman Nazi-Sovyet paktı da aklandı hadi bakalım. Beyazlardan bu şekilde bahseden bir şahsın liberal mantığa sahip olmadığını kimse iddia edemez. Aşırı pragmatik bolşevik düşmanlığınız kusura bakmazsanız demogoji yapma sonucuna vardırıyor işi. Siz Lenin ve Troçki’yi gözünü iktidar hırsı bürümüş caniler olarak gösterirseniz bahriyelilerin anti semitizmi de haklı olarak gündeme getirilir. Paul Avrich objektif olmaya çabalıyor demişsiniz bir yerde keşke siz de onun kadar objektif olma çabasıyla yaklaşabilseniz olaylara. Hele bir de Lenin – Atatürk benzeştirmeleri var ki aman aman. İş Haymarket martirlerinin anısına yapılan heykele kadar gider. Armudun sapıyla üzümün çöpü kalır elinizde…
Sayın Anton,
Bugüne kadarki yorumlarınızdan hep mantıklı bir insan olduğunuz izlenimini edinmişimdir. Söylediklerimi yeniden ve dikkatle okumanızı rica edeceğim. Buraya yeniden alıyorum:
“Ancak Bolşeviklerin “bana baş kaldıran ezilmelidir” mantığıyla Kronstadt’a amansızca saldırılarından sonra düşmanlığın boyutlarını algılayabilmiştir Kronstadtlılar ve o andan itibaren başlarının çaresine bakma yoluna gitmişlerdir. Bolşeviklerin beyazlardan bile daha beter devrim düşmanları olduklarını o zaman kavramışlardır. O andan itibaren Bolşevik emekçi düşmanı rejimine karşı ittifak yapabilecekleri güçler aramaya girişmişlerdir. Böyle yaptıkları için Kronstadtlıları karşıdevrimcilikle suçlamak, Kemal’in orduları tarafından kovalanan Çerkez Etem’i Yunanlılara sığındı diye vatan haini ilan etmekten farksızdır. Kaldı ki, Kronstadtlılar Çerkes etem’den de daha ilkeli davranmış, hiç kimseye iltihak etmemiş, devrimci ilkelerini korumuş, ancak Bolşevik karşıdevrime son vermek için haklı olarak ittifak arayışına girmişlerdir. Açık söylüyorum. Ben de olsam aynı şeyi yapardım. Bolşeviklerin devrim düşmanlığının yanında Wrangeller ya da Çarlık taraftarları hiç kalır.”
Ben burada Kronstadtlıların, Bolşeviklerin saldırısı sonucu nasıl bir ruh haline girdiklerini anlatmaya çalıştım. Düşünün: Başından beri devrimi savunmuşsunuz. Devrimi ilk başlatan hücum tugaylarını oluşturmuşsunuz. İç savaş sırasında en zor alanlara gönderilmişsiniz. Sonra da, Bolşeviklerin halka karşıt politikalarını protesto etmek üzere başkaldırmışsınız. Son ana kadar dost gördüğünüz Bolşeviklerin size karşı silah kullanacağına pek ihtimal vermemişsiniz. Ve Bolşevikler, arkasına Çeka’nın makineli tüfekli birliklerini koyup zorla buzların üzerine sürdüğü kızıl ordulu kardeşlerinizi (binlerce askerin ölümü bahasına) üzerinize sürmüş. Ne bir görüşme talebi, ne bir uzlaşma çabası. Sadece “karşıdevrimci” damgası vurmak ve işi silahla halletmek. Ancak o zaman Kronstadtlılar kiminle karşı karşıya olduklarını görebilmişlerdir. O zaman bu iktidarı toptan devirmekten başka bir çare olmadığını anlamışlardır. Yanıbaşlarında Bolşevikler tarafından ezilmiş bir başka gücü görünce o ağır yenilgi travmasıyla bu güçle ittifak yapabileceklerini düşünmeleri bana hiç de anormal gelmiyor. Ben de o ağır travmayı yaşasaydım muhtemelen onlar gibi böyle bir ihtimal üzerinde düşünebilirdim. Uzaktan konuşmak kolaydır. Bir de o olayların sıcağı sıcağına yaşandığı ana gidin bakalım. Kaldı ki, fiiliyatta böyle bir ittifak da gerçekleşmemiştir. Paul Avrich’i okuyanlar, Kronstadtlıların Çernov’un yardım önerisini bile (henüz ezilmedikleri bir aşamada) kibarca geri çevirdiklerinden neden söz etmiyorlar. Bir de şunu sorayım: Lenin’in Alman Genel Kurmayının mühürlü treniyle Rusya’ya girmesinin üzerinde hiç durmayanlar, neden Wrangel’le ittifak tasarlamış olan yenik Kronstadtlıları bir nebze anlamaya çalışmazlar. Üstelik bu sadece bir tasarı ve görüşmedir ve hiçbir pratik sonucu olmamıştır. Ama Lenin Alman Junkerleriyle o tarihi anda çok da güzel işbirliği yapmıştır. Ben bunu söyleyerek sadece olayları keser gibi kendilerine yontanlara dikkat çekiyorum. Kendileri her türlü haltı ederler ama hiç karşıdevrimci olmazlar.
Ben Kronstadtlıların o yenilgi koşullarında Wrangel’le ittifak arayışlarını tarihi olarak doğru bulmasam da bu olayı cımbızlayıp karşıdevrimciliğin delili olarak göstermenin insafsızlık olduğunu söylüyorum. Tarihi olarak doğru değildi ama böyle bir ittifak arayışında da epey bir haklılık vardı. Tarihte bazen doğru olanla haklı olan tam üst üste oturmayabiliyor. Bunun sayısız örneği vardır. Örneğin Çerkes Etem’in Yunanlılara sığınması tarihi olarak doğru değildi ama canını kurtarmak için de başka çaresi kalmamıştı. Kemalistlerin eline düşseydi kendini ipin ucunda bulacaktı çünkü.
Sadece Kronstadt ayaklanmasında değil, tüm içsavaş boyunca beyazlar Troçki’ye karşı anti-seminist bir propaganda yürüttü. Troçki Yahuhi bir aileden geldiği için, bu propagandadan “kendine düşen payı” aldı. Aşağıdaki afiş, bugün bir “sanat eseri” muamelesi görüyor, fakat içsavaş’da beyazlar tarafından Kızılordu’ya karşı kullanılmıştı.
Malesef Rusçam yok. O yüzden afişin üzerinde ne yazdığını söyleyemeyeceğim.
http://www.marxists.org/archive/trotsky/photo/t1919b.htm
Bir nokta daha var. Stalin’in yaptığı Hitler-Stalin paktında Sovyet devletinin çıkarları açısından bir yanlışlık yoktur. Faşizme karşı mücadele meselesini ortadan kaldırın, Stalin’in yaptığı ittifakın Sovyet devletinin çıkarları açısından doğru olduğunu görürsünüz. Yanlışlık, ittifakın faşizme karşı mücadeleye zarar vermesindedir. Aynı şekilde, devrimin gerçek çıkarları ve emekçilerin çıkarları meselesini ortadan kaldırın, Bolşeviklerin Sovyet devletini korumak için Kronstadt’ı ezmelerini haklı bulmanız kaçınılmaz olur. Yanlışlık, Sovyet devletini yaşatmak uğruna emekçilerin ezilmesindedir. Bütün mesele soruna hangi pencereden baktığımızda yatıyor.
Gün Bey yazıdaki ironiyi anlamanızı beklerdim. Benim derdim Kronstadtlılara karşıdevrimci damgası yapıştırmak asla değildir. Ancak Kronstadt ayaklanmasını savunmak üzerine kurduğunuz tezler Stalinizm apolojisti olmakla suçladığınız kişilerinkine benziyor. Stalin zorunluluktan terör uyguladı demekle Kronstadtlılar zorunluluktan beyazlarla ittifaka girdi argümanları benzer değil mi? Benim derdim bu durum ile.
Engels’in alıntıladığım yazısı devrim eleştirisinden bahseder ama kimse bunu karşıdevrimci olarak görmez. Çünkü Engels’in devrim kavramını ‘tarihsel olarak’ reddetmediği ve bir devrimci olduğu bilinir. Ancak Lenin – Troçki vahşetinden Bolşevik mezaliminden bahseden daha geride Jakoben teröründen bahseden hümanitaryan liberal yer yer muhafazakar (devrim düşmanı) yaklaşım ile bir devrimcinin farkı olması gerektiğini düşünüyorum. Sınırlarınızı çizecek yetkim yok ancak tarihte devrim kavramını yok sayan (zulüm vesaire gibi gerekçeler devrim gerçeğini tarihten silmez, fransız devriminin sonuçları hakkında konuşmak için daha erken demişti birileri) bir anlayış en hafifinden reformist olur gibime geliyor.
Ayrıca yıllar yılı komintern dönemi yanlışlarının bilinçli bir karşıdevrim (veya faşizm) hevesiyle yapılmış olduğunu öne sürerseniz Kronsdatlılara karşıdevrimci suçlamasında bulunan ekole dahil olursunuz. Belki anlatamıyorum ama bu karşınızda bulduğunuz tavır sizin de eleştirirken kullandığınız tavırla aynı.
Reformist demişim revizyonist olacak yanlışlık olmuş.
Devrimden ne anladığımıza bağlı. Ben aralarında anlaşmış bir küçük azınlığın iktidarı gaspetmesini devrim olarak görmediğim gibi devrimin katli olarak görürüm. Jakobenler de Bolşevikler de devrimi katletmişlerdir.
Gün Zileli devrim ne demek onu bilmiyor. İçinde binlerce işçi, köylü ve askerin örgütlenmiş olduğu sovyetlerin ve Bolşevik Partisi’nin liderlik ettiği bir devrim “küçük bir azınlığın iktidarı gasp etmesi” değil, bu olsa olsa devrim değil, darbe olur. Örneğin 12
Örneğin 12 eylül askeri cuntası “küçük bir azınlığın iktidarı gasp etmesidir” bu devrim değil, darbedir. Ekim Devrimi ise küçük bir azınlığın değil, geniş kitlelerin devrimci seferberliğinin, hareketinin bir sonucudur. her halde bolşevikler bu kitlelere rağmen devrim yapacak değillerdi! devrimin gerçek mimarı kendilerini sovyetler içinde örgütlemiş olan emekçi ve yoksul kitlelerdir, bolşevik partisi ise devrim sırasımda bu kitleye sadece öncülük etmiştir.
Eh SB ders kitaplarında öyle yazıyor ama gerçek o değil. Bolşeviklerin Sovyetlerin desteğiyle iktidarı aldığı doğrudur ama iktidarı aldıklarının ikinci günü Sovyetleri bir kenara atmışlardır. Gerçi Brest-Litovsk’a kadar sol SR’ler hükümette kalmışlardır ama o da göstermelikr ve yedek bir güç olarak. Brest-Litovsk’tan sonra onlar da kanun dışı ilan edilmiştir. Sovyetler’de bütün sol partiler ve anarşistler vardı. Eğer gerçekten Sovyet iktidarı varlığını sürdürseydi bu partilerin ve güçlerin kanun dışı ilan edilmesi mümkün olmazdı. Ezberinizi bozsanız iyi edersiniz.
“Ben aralarında anlaşmış bir küçük azınlığın iktidarı gaspetmesini devrim olarak görmediğim gibi devrimin katli olarak görürüm.” demişsiniz. Ben de diyorum ki 1917’de iktidarın sovyetlere devri konusunda ortaya çıkabilen nerdeyse tek siyasi yapılanma bolşevik gruptu (bolşeviklerin iktidar manyağı olmasındansa bu göreve bir anlamda tek uygun aday olmaları daha etkiliydi). Ekim devrimi de bu devrimci politik önderliğin etkisiyle gerçekleşti. Çünkü Kornilov’un darbe girişimi sonrası siyasal dengeler geri dönülemez şekilde değişti. Sonuçta Ekim ayaklanması Bolşevik önderliğin (ki Bolşevikler de bu konuda bayağı ayrışmalar yaşamış Lenin çoğunlukla yalnız kalmıştır ayaklanma konusunda) de zorlamasıyla gerçekleşti. Bolşevikler bu işe kitlesel destekten yoksun girişmediler. Yani gözden kaçırdığınız şey şu: beğenmediğiniz devrimci önderlik uzaydan gönderilmemiş devrimci koşulların içinde olgunlaşmış ve yine bu koşulların etkisi altında mücadele ederek yozlaşmışlardır.
Tabii devrimin sonradan yozlaşmasında da Bolşevik karakter etkilidir ancak Bolşevik etki olmasaydı anarşistler, SRlar veya Menşevikler böyle bir devrime ya girişmeyecek ya da anarşistler özelinde karşı devrime yine teslim olmak zorunda kalınacaktı diye ben de tarihçilerden (ç)alıntı yaparak tahminde bulunayım. Tarih belli dinamikler çerçevesinde meydana gelmiş olayladan oluşur. Devrimci iradeciliğinize saygı duysam da yapısal sınırlılıkları göz önüne almalısınız. Bolşevik önderliğin gerçekten hatasız olduğunu iddia edebilmek delilik olur ancak böyle olsaydı şöyle olurdu mantığı da bir yerde tıkanıyor ve beyazlarla ittifaka onay çıkıyor. Tarihi aktörlerin ne yaptığından yola çıkarak okumak yerine biraz daha yapısalcı yaklaşmak bence daha mantıklı olacaktır.
Fransız devrimi ve Jakobenler konusu da benzer şekilde incelenebilir tabii. Ancak ben bu devrimin kronolojisine 1917 kadar hakim değilim ve konuyu dağıtmamak adına 1917de kaldım. Dilerseniz o konuda da birşeyler karalamaya çabalarım. Özellikle Jakobenlik hadisesinde. Sizin de anılarınızda bu hadiseye oldukça alerjik yaklaştığınızı okumuştum Perinçek zannedersem kendini Jakobenlerle özdeşleştirirmiş ve siz de halka rağmen halk için anlayışını yanlış bulduğunuzu yazmıştınız.
Ancak meseleyi biraz bağlamından kopararak şöyle bağlayayım. Devrimciler bu şiddet hadisesinde yerlerinde saymadılar. Aksine Sandinist devrimi hatırlayın ilk kez idam cezasını kaldıran devrim bizimki diye övünürlerdi. Yani her kuşak devrimci mücadeleyi farklı coğrafyalarda farklı tarzlarda veriyor ve bu devrimler tarihi, yeni mücadelelere (belki size komik ve ezberci gelecek ama) ışık tutacaktır. Biz bu geçmişi reddedemeyiz. Ya da şöyle diyelim dünyanın dört bir yanındaki devrimlere ve devrimcilere karşıdevrimci faşizm diyerek kendimize yabancılaştırmak ne kadar doğrudur?
Anton, sanırım yanılıyorsunuz. Size, bu sitede bulunan “Küçük Balık Büyük Balığı Yer” yazımı okumanızı salık veririm. Devrim, Ekim devrimi değil, Şubat-Ekim devrimiydi. Bu aylar içinde büyük bir devrim yaşandı. Kitleler ayaktaydı. Bolşevikler sadece kitlelerin iradesine ayak uydurmuş oldular.. Hatta Temmuz ayında kitlelerin iradesinin gerisinde kaldılar. Bunu bilinçli olarak yaptılar çünkü Sovyetler’de henüz çoğunluğu elde edememişlerdi. Tamam, ekim de büyük bir irade gösterdiler ve emekçilerin isteği doğrultusunda ayaklanmayı yönettiler. Peki ya sonrası. Daha ikinci gün yahu, daha ikinci gün, devrimin gerçek iradesi olan Sovyetleri bir kenara itmek mi devrimcilik. Ben iktidarı aldım, kimseyle bu iradeyi paylaşmam demek mi? Ne oldu Sovyetler? İçi boş bir kabuk haline getirildi. O andan itibaren Lenin’in iradesi devrimci kitlelerin iradesinin yerine geçti. Peki, Lenin’in iradesi olsun bakalım, devrimci olsun da, emekçilerin isteklerini yerine getirsin de, ona da eyvallah. Bu noktada çok az olumlu örnek vardır. Evet, savaşın sona erdirilmesi, Rusya’nın dış işleri arşivlerinin kamuya açılması vb. olumlu kararlardır ama bundan başka olumlu pek bir şey yoktur. Bundan sonra her şey Lenin’in ilerlemeci iradesine tabi kılınmıştır. Tabii öyle olunca da gelsin kurşuna dizmeler. Gelsin özgürlüklerin ilgası. Gelsin işçilerin zorla üretime sürülmesi. Gelsin Çeka baskısı. İç savaş bahanesidir işin. İç savaş olmasaydı da aynı şeyler olacaktı. Nitekim NEP’i ve iç savaşın sonunu ilan eden Lenin, 10. Kongre’de parti içi hizip yasağını getirmiştir. Onun da bahanesi vardı: NEP’e geçiyoruz, partinin zincirlerini daha sıkılaştırmalıyız. Diktatörlük için bahane çoooookkkk.
Tabii diktatörlük için bahane ‘çooooooooook’. Haklısınız. Ben de boşuna uzaydan gelmiyor bu arkadaşlar demedim. Bunları bahane diye okumak ilginç dedim sadece. Buyrun beraber zaman makinesine atlayıp toparlayalım oraları. Dalga geçtiğimi sanmayın lütfen, söylemeye çalıştığım şey şu; anakronik yaklaşımlarla tarihi okumaya çabalamak nafile olacaktır.
Sizin Lenin’e böyle kızmanızı da devrimci samimiyete yordum her zaman. Yani 1917’ye dönüp iki tokat çaksanız Lenin’e belki düzelecek herşey (!). Şaka bir tarafa, tarih bambaşka bir hadise. Bu kitleler neden Bolşeviklere uydu, Gün Bey neden? Bolşevikler karanlık odalarda ellerini ovuşturan psikopatlar mıydı? Biyografi okuması güzel ama aldatıcı bir türdür sayın Zileli. Sizin çevirdiğiniz anı kitaplarında da yazıyor 1930ların büyük teröründe hapse atılan inançlı komünistler, bolşevikler. Bunlar mıdır diktatörleriniz?
Lenin’in iradesi konusunda yanıldığınızı da ben ekleyeyim. Pek çok farklı tarihçi yazmıştır bunu Lenin kararlarını tak diye kabul ettirebilmiş bir lider değildi. Oldukça itirazla karşılaştı, çok kere azınlıkta kaldı. Belki o sert polemikçi üslubunu da bu şekilde kazanmıştır.
‘Bunu bilinçli olarak yaptılar çünkü Sovyetler’de henüz çoğunluğu elde edememişlerdi.’
Ekimde de Petrograd dışında Bolşeviklerin hakim olduğu pek sovyet yoktu ben yanlış mı biliyorum?
“İç savaş olmasaydı da aynı şeyler olacaktı”
Burada da size katılmamak için “çok bahanem” var sayın Zileli.
Zileli’nin nantığına göre sovyetler kendi kendine devrim yapacak, sosyalizmi kuracaktı. sovyetler ilk başta böyle bir amacı mı vardı? ne zaman bolşevikler sovyetler içinde çoğunluk oldular, o zaman sovyetler birer iktidar organı haline dönüştü.
bolşevik partisinin önderliği olmasaydı, sovyetlerin kendi kendine devrim yapacağını iddia etmek meleklerin cinsiyetini tartışmak kadar saçma.
tarihte kitlelerin kendiliğinden devrim yaptığı nerde görülmüş, her devrimde kitlelere önderlik eden örgütler ve partiler olmuştur. bu fransız devriminde jakobenlerdi, rus devrimindede bolşeviklerdi. tarih bunun örnekleri ile dolu.
bolşeviklerin önderliği altında iktidarı ele geçiren sovyetler gerçeğini yok sayıp, soyut bir “sovyetizm” üzerinden, “bolşevikler olmaysadı da sovyetler zaten devrimi yapacaktı, her şey çok güzeldi, ne zaman bolşevikler ortaya çıktı, o zaman sovyetler ve devrim katlettildi” demek, vicdansızlıktan başka bir şey değil…
Kitleler Bolşeviklere uymadı, Bolşevikler kitlelere uydu. Tarih yanlış yazılıyor. Bolşevikler olmasa da Sovyetler eninde sonunda geçici devrimci hükümeti devirecekti. Zaten Temmuz’da devirmeye kalkıştı ama Bolşevikler bunu zamansız bularak önlediler. Kendine Ekim devrimi adını yakıştıran arkadaş devrimci kitleleri pasif aptallar sanıyor galiba. Devrimleri ne Jakobenler, ne de Bolşevikler yapmışytır, ezilen kitleler yapmıştır. Fransa’da Paris yoksulları Bastili bastıklarında Jakobenler daha yoktu bile ortada. Şubat devrimi olduğunda Lenin Zürih’te, Troçki Amerika’daydı. İçerdeki Bolşevik partisi ise uyumaktaydı. Kitlelerin devrimi yalnız Bolşevikler için değil, anarşistler de dahil bütün devrimci güçler için büyük bir zwsürpriz oldu. Sonrasında da Lenin müdahale edinceye kadar Bolşevik partisi geçici hükümetin kuyruğundaydı. Kitleler ise fiilen devrim yapıyorlardı. Köylüler toprakları, işçiler fabrikaları işgal ediyorlardı. askerler ise cepheyi bırakıp ricat ediyor, şehirlere akın ediyorlardı. İşte devrim buydu. Yoksa sizin Bolşeviklerinizin iktidarı ele geçirmesi değil. (Jakobenlerinizin milli selamet komitesi diktatörlüğü ile inen giyotinler hiç değil)
Lenin tabii ki bir Stalin değildi. Parti içinde ikna mücadelesi verdiğini, yerine göre ittifaklar yaptığını, hatta bazen azınlıkta kalır gibi olduğu da oldu. Ne var ki sonunda demirden bir iradeye sahipti ve her seferinde bu iradesini kabul ettirdi. Helal olsun ona, bu iradesine diyecek bir şeyim yok. Ama bu tür demir ya da çelik iradelerin devrim için son derece zararlı olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü gerçek bir devrim kişilerin iradeleriyle değil, kitlelerin iradeleriyle gerçekleyir. Kişilerin iradeleri ne kadar baskınsa kitlelerin iradeleri o kadar bastırılmış, parçalanmış demektir. O halde tercihinizi yapın.
Çünkü bir kişi dahi de olsa, kocaman bir beyne de sahip olsa devasa bir toplumun sorunlarını çözemez. Bir polit büro ya da merkez komitesi de çözemez. Toplumun sorunlarını ancak toplumun kendisi çözer (ya da çözemez) Ama toplumsal devrim ismi üstünde toplumun devrimi demektir. Bununla öncülerin, partilerin vesairenin tamamen gereksiz olduğunu söylemek istemiyorum. Onlar da toplumun bir parçasıdırlar. Elbette önerilerini ortaya koyacaklardır, koymalıdırlar. Belki de çok güzel şeyler önereceklerdir. Ama son karar mercii o parti ya da politbürosu değil, kitlelerin özörütleri, Sovyetleri olmalıdır.
Zaten o sırada iktidar Petrograd’da odaklanmıştı. Tabii ki Petrograt sovyetini kastediyorum. Tayin edici o sovyetti. Bolşevikler iktidarı ele geçirip petrograt sovyetini de süs haline getirmişlerdir.
Lenin diktatörlüğe çok çok önceden karar vermişti. Üstelik elihnde Marksizmden miras “proletarya diktarörlüğü”v gibi hazır bir teori vardı. Onun kafasında proletarya diktatörlüğü parti diktatörlüğüne eşitti ve öyle yaptı zaten. İç savaş sadece onun işini kolaylaştırdı. Sovyetteki diğer partileri yasa dışı ilan etmek için iyi bir bahaneydi iç savaş. Ama yine iddia edilorum, iç savaş olmasaydı da bunu yapacaktı. Eğer öyle olmasaydı, iç savaş bitince tek parti diktatörlüğüne son verirdi, neden son vermedi. Son vermediği gibi parti içi hizip yasağını koydu. Buna ne diyeceksiniz.
Vicdansızlık mı? Şimdi bsurada tartışıyoruz, ne gereği var bu tür lafların. Fikir tartışmasına vicdani ya da ahlaki ölçütleri sokmak ucuz demagojidir. Vicdan bahsine girersek çok zararlı çıkarsınız üstelik. Çeka’nın öldürdüğü binlerce emekçi söz konusuyken Çeka savunucularının vicdandan söz etmesi oldukça garip.
“Ama bu tür demir ya da çelik iradelerin devrim için son derece zararlı olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü gerçek bir devrim kişilerin iradeleriyle değil, kitlelerin iradeleriyle gerçekleyir. Kişilerin iradeleri ne kadar baskınsa kitlelerin iradeleri o kadar bastırılmış, parçalanmış demektir. O halde tercihinizi yapın.”
Bu güzel işte. Bu irade meselesinde ‘lider sultası’ meydana çıktı ve devrimde yozlaşmanın tohumları atıldı denebilir buna itiraz etmem. Ancak bu durum Lenin’in çelik iradesinden kaynaklandığı kadar alternatifin ortalarda gözükmemesiyle de alakalı değil midir? Kitleler iradelerini Bolşevik partiye akın akın kaydolarak göstermemişler miydi? Ne diyelim sizinki irade değil mi diyelim onlara?
Mesele şudur sayın Zileli kitleler her zaman ve hatta çoğu zaman çok matah işleri kovalasaydı, yani her durum devrimci durum olsaydı sizin anarşist olmanızı gerektirecek bir durum kalmazdı ortada. Yani devrimcilik bir yerde toplumsal düzene, değerlere karşı yıkıcı (veya dönüştürücü) faaliyetler göstermekle ilgili birşey. Kitlesel hareketlilikler devrimci irade olmaksızın pogromlar, faşist linçler vesaire olarak kendilerini ifade ederler genelde. Devrimci dönüşümler Spartaküsçü ayaklanmadan tutun Thomas Münzer tarzı mücadelelere kadar genelde belli önderlikleri (veya çizgi, program diyelim) yaratmış daha sonra da genellikle inişe geçmişlerdir. Biz devrimi nasıl sürekli kılabiliriz sorusu anarşistlerin de kafasını kurcalayan bir soruydu yanlış bilmiyorsam.
“Çünkü bir kişi dahi de olsa, kocaman bir beyne de sahip olsa devasa bir toplumun sorunlarını çözemez. Bir polit büro ya da merkez komitesi de çözemez. Toplumun sorunlarını ancak toplumun kendisi çözer (ya da çözemez) Ama toplumsal devrim ismi üstünde toplumun devrimi demektir. Bununla öncülerin, partilerin vesairenin tamamen gereksiz olduğunu söylemek istemiyorum. Onlar da toplumun bir parçasıdırlar. Elbette önerilerini ortaya koyacaklardır, koymalıdırlar. Belki de çok güzel şeyler önereceklerdir. Ama son karar mercii o parti ya da politbürosu değil, kitlelerin özörgütleri, Sovyetleri olmalıdır.”
paragrafına katılıyorum bunu belirteyim.
Ancak burada da temsiliyet sorunu karşımıza çıkıyor. Pek çok anarşist, temsiliyeti (parti, parlementovari yapılardan bahsediyorum) devrimi bitiren belirtilerden sayar. Ama kitlelerin bir bütün olarak özyönetimlerine olan ilgileri her zaman sınırlı olagelmiştir. Yani iddiam o ki sovyet devrimi özelinde Petrogradın önemli diğer sovyetlerin daha önemsiz olmasının da bir sebebi vardır. Kitle hareketlilikleri sönümlenir sayın Zileli. 1917-21 arası Bolşevikler iradelerini sovyetlerin yerine koydular çünkü sovyetlerin işlevsizleşmeleri yalnızca dışsal değil içsel de bir süreçti aynı zamanda. Otoritenin odak olarak küçülmesi aynı zamanda iç savaş ortamıyla da alakalı bir süreçti. Benim iddiam Bolşeviklerin bu odağa yerleşmeye en uygun aday oldukları yönünde. Lenin’in proletarya diktatörlüğü veya örgütsel anlayışı da burada kilit rol oynamıştır. Dolayısıyla devrimin karakteri de bu yönde devam etmiştir. Ancak Lenin’in veya Bolşeviklerin karşıdevrimci odaklar olduğu veya bu yönde iddialar taşıdığı bana yanlış bir iddia olarak görünüyor. Devrim Bolşeviklerin üzerine kalmıştır ve hayatı onların elinde sonlanmıştır ancak bunun en önemli sebebi Bolşeviklerin devrimi yaşatma çabalarıdır. Bilmem fazla mı karıştı?
Lenin hakkındaki iddialarınıza gelince iş gerçekten biyografi yazarlığı gibi karakter tahliline giriyor ve ben de tarihte bireyin ‘o kadar büyük’ roller oynadığını düşünen bir kimse değilim ki biyografi tartışmasında dahi SB ders kitabı olmayan birçok tarih kitabında Lenin’in son mücadelesini okuyabilirsiniz. Muhtemelen okumuşsunuzdur da. Şimdi bana lider aşığı put sevici falan denmeyecekse kendisi ölüm döşeğindeyken Martov’u özlediğini söyleyen adamdır benim gözümde Lenin. Aynı zamanda kendi dostluklarını, hayatını, insancıllığını devrim yolunda büyük ölçüde kaybetmiştir. Ben Lenin’e en fazla böyle melankolik bir kahraman olarak yaklaşabilirim. Diktatör vesaireyi maalesef kabul edemiyorum.
9’dan 4’ü türkçe şimdilik devam ettikçe atacağım 🙂
1. Bolşevizm ulusalcı bir doktrindir. Temelinde ve varoluşunda ulusal bir problemi çözmek için tasarlanmıştır, daha sonra Uluslar arası kapsamdaki bir teori ve pratiği ve genel bir doktrine yükseltilmiştir. Ulusalcı karakteri, ezilen ulusların bağımsızlığı mücedelesindeki tutumuyla ışığa çıkar.
2. Bolşevizm otoriter bir sistemdir. Sosyal piramidin zirvesi en önemli ve belirleyici noktadır. Otorite çok-güçlü kişilikte gerçekleşir. Lider mitinde, burjuva kişilik ideali en üst zaferini kutlar.
3. Örgütsel olarak, bolşevizm yüksek düzeyde merkeziyetçidir. Merkez komite tüm insiyatifin, liderliğin, talimatın, emirlerin sorumluluğuna sahiptir. Burjuva Devlet’te olduğu gibi, örgütün en önemli üyeleri burjuva rolünü oynar; işçilerin biricik görevi emirlere itaat etmektir.
4. Bolşevizm militan bir iktidar politikası tarif eder.Yalnızca iktidarla ilgilidir, geleneksel burjuva düşüncesindeki yönetme biçimlerinden hiç farklı değildir. Organizasyon özelinde üyelerin otonomisi(kendi kaderini tayini) yoktur. Ordu; partiye, örgütlenmenin mükemmel örneği olarak hizmet eder.
—————————————-
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
Otto Rühle
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
“Yaşayan Marksizm”, 4. sayı, sayfa 9, 1939
1981, Bratach Dubh Yayınları
kaynak:
Elephant Editions
http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/struggle-against-fascism-begins-with.html
——————————————
1. Bolshevism is dictatorship. Working with brute force and terroristic measures, it directs all its functions toward the suppression of all non-Bolshevik institutions and opinions. Its ‘dictatorship of the proletariat’ is the dictatorship of a bureaucracy or a single person.
2. Bolshevism is a mechanistic method. It aspires to automatic coordination, technically secured conformity and the most efficient totalitarianism as a goal of social order. The centralistically ‘planned’ economy consciously confuses technical-organizational problems with socioeconomic questions.
3. The social structure of bolshevism is of a bourgeois nature. It does not abolish the wage system and refuses proletarian self-determination over the products of labour. It remains therewith fundamentally within the class frame of the bourgeois social order. Capitalism is perpetuated.
4. Bolshevism is a revolutionary element only in the frame of the bourgeois revolution. Unable to realize the soviet system, it is thereby unable to transform essentially the structure of bourgeois society and its economy. It establishes not socialism but State capitalism.
5. Bolshevism is not a bridge leading eventually into the socialist society. Without the soviet system, without the total radical revolution of men and things, it cannot fulfill the most essential of all socialistic demands, which is to end the capitalist human-self alienation. It represents the last stage of bourgeois society and not the first step towards a new society.
ingilizcesinin numaraları karışmış, aşağıdaki gibi olacak…
1. Bolshevism is a nationalistic doctrine. Originally and essentially conceived to solve a national problem, it was later elevated to a theory and practice of international scope and to a general doctrine. Its nationalistic character comes to light also in its position on the struggle for national independence of suppressed nations.
2. Bolshevism is an authoritarian system. The peak of the social pyramid is the most important and determining point. Authority is realized in the all-powerful person. In the leader myth the bourgeois personality ideal celebrates its highest triumphs.
3. Organizationally, bolshevism is highly centralistic. The central committee has responsibility for all initiative, leadership, instruction, commands. As in the bourgeois State, the leading members of the organization play the role of the bourgeoisie; the sole role of the workers is to obey orders.
4. Bolshevism represents a militant power policy. Exclusively interested in political power, it is no different from the forms of rule in the traditional bourgeois sense. Even in the organization proper there is no self-determination by the members. The army serves the party as the great example of organization.
5. Bolshevism is dictatorship. Working with brute force and terroristic measures, it directs all its functions toward the suppression of all non-Bolshevik institutions and opinions. Its ‘dictatorship of the proletariat’ is the dictatorship of a bureaucracy or a single person.
6. Bolshevism is a mechanistic method. It aspires to automatic coordination, technically secured conformity and the most efficient totalitarianism as a goal of social order. The centralistically ‘planned’ economy consciously confuses technical-organizational problems with socioeconomic questions.
7. The social structure of bolshevism is of a bourgeois nature. It does not abolish the wage system and refuses proletarian self-determination over the products of labour. It remains therewith fundamentally within the class frame of the bourgeois social order. Capitalism is perpetuated.
8. Bolshevism is a revolutionary element only in the frame of the bourgeois revolution. Unable to realize the soviet system, it is thereby unable to transform essentially the structure of bourgeois society and its economy. It establishes not socialism but State capitalism.
9. Bolshevism is not a bridge leading eventually into the socialist society. Without the soviet system, without the total radical revolution of men and things, it cannot fulfill the most essential of all socialistic demands, which is to end the capitalist human-self alienation. It represents the last stage of bourgeois society and not the first step towards a new society.
İktidar sevicisi manyaklar, şimdi otto rühle’ye de liberal tarihçi vs demenizi bekliyorum hadi bakalım, önce kim yazacak.
hepsi:
”
…
1. Bolşevizm ulusalcı bir doktrindir. Temelinde ve varoluşunda ulusal bir problemi çözmek için tasarlanmıştır, daha sonra Uluslar arası kapsamdaki bir teori ve pratiğe ve genel bir doktrine yükseltilmiştir. Ulusalcı karakteri, ezilen ulusların bağımsızlığı mücedelesindeki tutumuyla ışığa çıkar.
2. Bolşevizm otoriter bir sistemdir. Sosyal piramidin zirvesi en önemli ve belirleyici noktadır. Otorite çok-güçlü kişilikte gerçekleşir. Lider mitinde, burjuva kişilik ideali en üst zaferini kutlar.
3. Örgütsel olarak, bolşevizm yüksek düzeyde merkeziyetçidir. Merkez komite tüm insiyatifin, liderliğin, talimatın, emirlerin sorumluluğuna sahiptir. Burjuva Devlet’te olduğu gibi, örgütün en önemli üyeleri burjuva rolünü oynar; işçilerin biricik görevi emirlere itaat etmektir.
4. Bolşevizm militan bir iktidar politikası tarif eder.Yalnızca iktidarla ilgilidir, geleneksel burjuva düşüncesindeki yönetme biçimlerinden hiç farklı değildir. Organizasyon özelinde üyelerin tamamiyle otonomisi(kendi kaderini tayini) yoktur. Ordu; partiye, örgütlenmenin mükemmel örneği olarak hizmet eder.
5. Bolşevizm diktatörlüktür. Canavarca bir zorla ve teröristçe düzenlemelerle çalışır, tüm işlevlerini tüm Bolşevik olmayan kurumların ve fikirlerin bastırılmasına yönlendirir. Onun “proleterya diktatörlüğü” bürokrasi diktatörlüğü ya da tek kişinin diktatörlüğüdür.
6. Bolşevizm mekanistik bir yöntemdir. Otomatik koordinasyonu, teknik olarak güvenlileştirilmiş uyumluluğu ve sosyal düzenin en etkili hedefi olarak en verimli totalitarizmi arzular. Merkezice “planlanmış” ekonomi, bilinçli olarak teknik-örgütsel problemleri sosyo-ekonomik sorunlarla karıştırır.
7. Bolşevizmin sosyal yapısı bir burjuva doğasıdır. Ücretlilik sistemini ortadan kaldırmaz ve proletaryanın emeğinin ürettikleri üzerinde kendi kararını almasını reddeder. Bu yüzden geleneksel olarak burjuva sosyal düzeninin sınıf sınırlarının içinde kalır. Kapitalizm ebedileşir.
8. Bolşevizm yalnızca burjuva devrimi sınırlarının içinde devrimci bir elementtir. Sovyet sistemini anlayamamış, bu yüzden de, o (Bolşevizm) Burjuva toplumunun ve ekonomisinin temel yapısını dönüştürememiştir. Sosyalizmi değil, ama Devlet Kapitalizmini yerleştirir.
9. Bolşevizm nihayetinde sosyalist teorinin öncülük edecek bir köprü değildir. Sovyet sistemi olmadan, insanlığın ve şeylerin tamamiyle radikal devrimi olmadan, tüm sosyalistçe taleplerin en temel olanlarını, yani insanın kapitalist kendi-yabancılaşmasına son vermeyi karşılayamaz Burjuva toplumunun son aşamasını temsil eder, yeni bir toplumun ilk basamağını değil.
…
”
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
Otto Rühle
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
“Yaşayan Marksizm”, 4. sayı, sayfa 9, 1939
1981, Bratach Dubh Yayınları
kaynak:
Elephant Editions
http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/struggle-against-fascism-begins-with.html
anton, kitlelerin özyönetimle ilişkileri sınırlıdır vs. demişsin, sonrasında da “hassas kalbim” lenine diktatör demeye el vermiyor gibi kendi duygusallığının inceliklerini ortaya saçmışsın, diktatör kelimesi somut bir ideal diktatör işaret etmez. Hangi imgeyle eşitlemişsin bilmiyorum ama, anarşistlerin bile ispanya’da kurduğu bir diktatörlük vardır. İdeoloji müritleri de eğer senin gibi düşünürse buna, vah canım, güzel kardeşlerim, diktatörlük kurduklarını söyleyemeyiz, masum ve duygusal insan özlü yaratıklar olduklarından öyle şeyler yapamazlar gibi aptalca bir yorum çıkar.
Putları yaratmak değil putları yıkmak gerekli!
Anton, kitlelerin kendi özyönetimlerine ilgisizlikleri konusundaki saptamalarında önemli haklılık payı var. Sanırım bu, iktidarcı güçlerin müdahalelerinin ötesinde, çok büyük idari birimlerden de kaynaklanan bir sorun. İnsanlar bu kadar büyük alanlara kumanda edemeyeceklerini anlıyor ve ister istemez sorumluluğu idarecilere bırakmayı tercih ediyorlar. Oysa birimler olabildiğince küçük alanlara bölünse (köy ve mahalle düzeyinde) belki de bunun daha kolay egemen olunacak bir alan olduğunu hisseden insanlar sorumluluk almakta (dönüşümlü bir şekilde) daha istekli olacaklardır. Her halükarda bu tartışılması gereken önemli bir sorundur.
Öte yandan , ben de Lenin’i bir canavar olarak falan görüyor değilim. İnsani yönlerinin de çok iyi fcarkındayım ama unutma ki, Stalin ve Hitler de eski arkadaşlarını özlerlerdi. Bununla Lenin’i stalin ya da hitler’le özdeşleştirmek istemiyorum ama önemli olan fiiliyattır. Mardtov’u özlemek yerine Menşeviklerin yasal haklarını korusaydı daha iyi ederdi. (Üstelik bu yasak neye yaradı: Vişinski gibi menşeviklerin Bolşevik partisine doluşmasına ve Bolşeaviklerin cellatlığını yapmalarına)
Gün Bey benim derdim zaten neşeli ve silahlı arkadaşımızın bahsettiği gibi duygulanma meselesi değil. Sadece şunu vurguluyorum Lenin’le Hitler’i karşılaştırmak dahi sorunludur. Lenin devrimcidir ve ne kadar mücadelede pek çok değerini kaybettiyse de ben onu Hitlerle bir tutmam. Ayrıca şunu da vurgulayayım menşeviklerin partiye doluşup bolşevikleri katlettiğini söyleyerek herhangi bir kimse Menşeviklerin zaten karşıdevrimci ve yasaklanması gereken bir eğilim olduğunu kendince iddia edebilir. Yani bu işler karışık işler ak-kara karşıtlığı yok sayın Zileli.
Silahlı neşeye gelirsek: Heyecanınızı kaybetmezsiniz umarım. Otto Rühle denk geldikçe okuduğum ilginç sol komünistlerdendir. Ne diyeyim bütün maddelerde Rühle’nin haklı olduğu yerler var ama faşizmle mücadelenin bolşevizmden başladığı kesinlikle kabul edilemez. Devrimcilerin içindeki otoriter kanadın tasfiyesi rızaya dayalı olmazsa siz anca birbirinizi yersiniz. Faşist, muhafazakar veya liberal düşüncenin farklı alanlarda sizi tasfiye ettiği bir duruma yol açarsınız. Yoksa Bolşevikler de anarşistleri yok ederken sizin gibi veya Rühle gibi, faşistlere karşı savaştıklarını zannediyorlardı ama bu da kendilerinin ‘çocukluk hastalıkları’ndan biriydi aynen sizin muzdarip olduğunuz tarzda bir hastalık. Ayrıca birtakım sözlerden aptalca yorumlara ulaşan insanların aptallığı da beni ilgilendirmez, kendilerini bağlar.
Anton, Fikret Başkaya ile birlikte yazdığımız Devrimi Yeniden Düşünmek -I kitabını okursanız, devrimin kimseyi boğazlamaması ve yasaklamaması düşüncesinde olduğumu görürsünüz. Tam tersine, bu tür partilerin de devrimde bir yeri ve işlevi olduğuna ve olacağına inanırım. Hatta devrimci partilerin önerilerini tartışacakları ve halk komünlerine sunacakları bir danışma konseyi bile önerdim o kitapta. Elbette haklısınız basit benzetmeler yoluyla birilerinin haklanması taleplerine karşı çıkarken. Ben Hitler’le Lenin’i karşılaştırmadım. Stalin’i ise Hitler’den çok daha beter bir diktatör olarak görürüm. Dolayısıyla Lenin’le Stalin’i aynı görmediğimi de söylemiş oluyorum. Sadece Lenin ve Troçki’nin Stalinist diktatörlüğün taşlarını söyledim ki bu kadarı bile Troçkist dostlarımızın ayaklanmasına ve hakaretler yağdırmasına yetti (bkz. bu sitede yayınlanan “Şu Gün Zileli Meselesi” yazısı) Otto Rühle’ye gelince. O sözü ne anlamda söyledi acaba. Bolşeviklerle faşistleri eşit tuttuğu için söylediğini sanmıyorum. Orada sanırım daha derin bir anlam var. Bence Bolşevik reelpolitiğin faşizme karşı mücadeleye zarar verdiğini söylemek istiyor orada. Ama belki ben böyle bir anlam da yüklemiş olabilirim. Emin değilim.
Menşeviklerle Bolşevikler arasında sanıldığı kadar büyük bir fark olmadığı çok sayıda Menşevik’in hiç de önemli bir düşünsel değişim geçirmeden devrimden sonra Bolmşevik parti saflarına akın etmelerinden ve Vişinski gibilerinin en önemli görevleri almalarından anlaşılmaktadır. Bu iki eğilim aynı parti çatısı altında yıllaca yaşamış, Marx’ın üretici güçler teorisini birlikte savunmuşlardır. Stalin’in yaptığı da özünde bu teoriyi zor yoluyla (Rusya’da başka yolu da yoktu zaten) hayata geçirmekten ibaretti. Rahmetli Marx’ın kemikleri sızlamıştır ama herhalde bir yandan da teorisinin yol açtığı sonuçları görüp iyice hayıflanmıştır.
Vah Zileli Vah…
Tarihte Kronstadtlıları savunmaya çalışan çok oldu ama hiç bu kadar aciz bir savunma görülmemiştir. Zileli’nin söylediklerini kronstadtlılar duysaydı herhalde bir daha ölürlerdi. Dediği şu: Napsın zavallıcıklar, Bolşevikler onlara kötü davranınca depresyona girdiler, sonra da soluğu beyaz karşı devrimcilerin kucağında aldılar…
Yapma ya! O zaman, yola sosyalist diye çıkmış olan Hitler, Almanya’daki enflasyondan, Fransa’nın ulusal aşağılamasından vb. etkilenip faşizme kaymış, ona da çok yazık. Keza Mussolini, Pilsudski…
Vah vah, demek birileri “ukraynalılıklarından gelen anti-semitik” özellikler sergileyince, ırkçılık mubah oluyor! Eğer birileri “ukraynalılıklarından gelen anti-semitik ” özellikler ve aleni yabancı düşmanlığı sergiliyorsa, Bolşevikleri devirip iktidarı aldığında yapacakları karşı devrimci katliamlar hiç acı vermez. Neden? Çünkü “ukraynalılıklarından gelen anti-semitik” özellik bunlar…
Neymiş? İçlerinde bir azınlık böyleymiş. Sanki Zileli hepsini tek tek sorguya almış gibi.
Gerçek şudur: Hareketin özelliği buydu, azınlığın falan değil.
Bolşevikler bu karşı devrimci isyanı bastırarak doğru yaptılar.
Bolşeviklerden tevarüs ettiğiniz yukardan ve küstah üslubunuz size çok yakışmış. Tam iktidarcı üslup. Söylediklerinizi cevap vermeye bile gerek duymuyorum. Kitlelerin içindeki hatalı eğilim başka bir şeydir, bu eğilimlerin silahlı bir gücün, yani devletin temelini oluşturması başka bir şeydir. Kronstadtlılarda anti-semitik eğilimler olsa bile bunu hayata geçirmek yönündeki bir girişimlerine rastlanmamıştır. Ama Sovyetler Birliği devleti hem anti-semitizmini (1950’lerdeki davalar) hem de halk düşmanı eğilimlerini silahıyla, polisiyle çok güzel uygulama olanağı bulmuştur. Siz de o zorba devletin savunucususunuz kardeşim. Başka diyeceğim bir şey yok size.
oh olsun size! konuştukça batıyorsunuz
cehaletinize yanıt bile vermiyorum
O kadar köşeye sıkıştınız ki biz “Lenin ve Troçki”yi savunanların Stalinist diktatörlüğün ilk ve tek muarızları olduğunu bile unuttunuz.
konuştukça batıyorsunuz
neymiş “hayata geçirmek yönündeki bir girişimlerine rastlanmamıştır” Evet rastlanmamıştır çünkü Bolşevikler onlara bu fırsatı vermediler.
kendine hayrı olmayan anarşistlerin verdiği akla uyup da müzakere falan yapsalardı, o zaman görürdük “ukraynalılıktan gelme anti-semitik özellikler” nasıl kanlı bir karşı devrimci diktatörlük şeklinde tezahür ediyor…
Bizim en azından tevarüs edecek bir şeyimiz var, sizin ise İspanya iç devriminden kalma birkaç bakanlık koltuğunuz dışında neyiniz var?
Bolşevik militanlar Ekim Devrimi bayrağını hiçbir zaman yere düşürtmeyecekler…
Bu ne hırs, bu ne düşmanlık. Demagoji ve ajitasyon da cabası. Çeka’da ve GPU’da sizin gibileri infazcı olarak değerlendirmişlerdi.
“Otto Rühle’ye gelince. O sözü ne anlamda söyledi acaba. Bolşeviklerle faşistleri eşit tuttuğu için söylediğini sanmıyorum. Orada sanırım daha derin bir anlam var. Bence Bolşevik reelpolitiğin faşizme karşı mücadeleye zarar verdiğini söylemek istiyor orada. Ama belki ben böyle bir anlam da yüklemiş olabilirim. Emin değilim.”
Bir daha düşününce Rühle’nin o sözü istediği hangi anlamda sözylemiş olursa olsun eylemsel anlamda birşey ifade etmeyeceğinin farkına vardım. Sol komünist akım veya Rühle’nin etkili olduğu alan zaten o yıllarda çok sınırlıydı. Ancak söylemsel olarak bakarsak anti bolşevik komünizmin o dönem için hep başka şeylerin yedeği yapılması aklıma geliyor. Eh dolayısıyla da birileri çıkıp bu adamlar karşıdevrimci deme lüksünü yakalıyorlar haliyle. Ama Bolşevik reelpolitik dediğiniz hadise 1939 yılı itibariyle anti faşizme zararlı diye kenara bırakılsaydı bambaşka bir dünyada yaşıyor olurduk diye tahmin ediyorum. Tabii benim aklıma daha kötü bir dünya geliyor ancak görüşler kişiden kişiye değişir tabii, tarih ise bizim hayal ettiğimiz yerlerden akmıyor maalesef.
Stalinle Hitler karşılaştırması da ilginç. Aynı devrin adamları tabii. Ama bir zulüm detektörü mü kullanacağız bunları karşılaştırmak için? Bence bu biraz fazla basite kaçmak olurdu. Tarihi aktörler üzerinden okumak bana mantıklı gelmiyor. Tabii kişilikler bir rol oynadı ancak bize her gün anlatılan zalim diktatör hikayeleri ilgi alanını başka yerlere çekiyor. Olaylardan uzaklaşıp kişilere takılıyoruz.
Tabii tabii.. siz aklınıza geleni söyleyerek bizim devrimci önderlerimize sövüp sayacaksınız, biz cevap verince hınç olacak.
Öyle olsun. Sonuçta Bolşevizmden en çok da devrimci hınç “tevarüs ettik”.
tabii tabii ÇEKA meka.
Ben ÇEKA’nın başına geçeyim size de bir anarşist bakan koltuğu verelim, olur mu?
eminim bir daha Bolşevizme dil uzatırken kırk defa düşüneceksiniz.
Hadi eyvallah…
kişiler değil de rejimler diyelim istersen. Hitler rejimi daha nefes alınabilen bir rejimdi. O rejim altında gizli bir “kızıl orkestra” bile örgütlenebildi. Ya stalin rejimi. Bırakın muhalifleri Stalinistler bile tehdit altındaydı ve birçoğu öldürüldü, kamplara atıldı. Stalin rejiminde bir işletme yöneticisi olmak ölümle burun buruna yaşamak anlamına geliyordu. Binlercesi “sabotaj” iddiasıyla ölüme yollandı. Tarih böylesi bir rejimi yazmamıştır anton. O rejimde yaşadığını biraz tahayyül edersen ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksın. Bir dostuyla bile konuşmaya, buluşmaya korkuyordu insanlar.
bende bolşevizme dil uzatıyorum:)))))))))
Uğurlar olsun kardeşim. İnanıyorum ki, hayat seni de eğitecektir. En büyük eğitici hayattır. En azından küstahlığın törpülenecektir. Devrimcilikle küstahlığı karıştırıyorsun, çünkü çok gençsin.
umarım seni eğittiği gibi eğitmez beni de
ya da en iyisi
umarım hayat sana davrandığı kadar bana da cömert davranır eğitiminde
kolay değil
ben mücadeleye ilk girdiğimde sen faşistlerin yanındaydın şimdi liberal anarşistliğe terfi ettin, büyük gelişme
şanslı adamsın vesselam…
Hitler rejimi altında örgütlenebilen karşıt görüşleri örnek göstermek Hitler rejiminin daha toleranslı olmasından ziyade Almanya’nın durumuyla alakalıdır. Sonuçta Rusya parlementer demokrasi kavramıyla Almanya kadar haşır neşir olmadı. Ayrıca Hitler iktidara geldiğinde pek çok muhalifi vardı ancak Stalin’in iç savaş sonrası nasıl bir ortamda politik aygıtın başına hangi yöntemlerle geldiği de bellidir. Yani dediğim gibi zulüm detektörü basite kaçmak olur…
1962 yılından beri devrimciyim. Çok hatalarım oldu ama hayatımın hiçbir döneminde faşistlerin yanında yer almadım. Yatsıya gitsen iyi edersin. Ucuz demagojiyle ve çamur atmakla kimse hiçbir yere varamamıştır delikanlı.
Anton zulüm dedektöründen söz etmiyorum. Rejimin insan hayatlarını nasıl bir cendere içine aldığından söz ediyorum. Görünürde hiçbir zulme uğramayan insanlar bir korku imparatorluğunda acı çektiler.
Hayat kısa olduğu kadar uzundur da. Mangalda kül bırakmayan bu arkadaşı çok değil, iki üç yıl sonra bir kapitalist işletmede bir yuppi olarak görmek beni hiç şaşırtmayacaktır. Bu gençlik keskinlikleri çabuk geçer. Dilerim öyle olmaz ama gidiş öyle gözüküyor. Böylelerini çok gördük. Şimdi onlardan geriye hiçbir şey kalmamış bulunuyor.
Zulüm detektöründen kastım da o zaten. Korku imparatorluğunun boyutu baskıyla eş anlamlıysa kendi vatandaşlarına ettiği zulümleri karşılaştırmış olmuyor muyuz? Ben de diyorum ki Rusya ve Almanya’nın yapısal farklılıkları Stalin’le Hitler’in kişiliklerinden daha fazla rol oynadı diyorum sadece.
Doğru, toplumlar arasındaki yapısal farklılıkların da rolü var.
Dikkate alınacak bir görüş. Zaten ben de kişilerin karakterlerine yoğunlaşmaktan yana değilim.
Hurşit abi (yaşım seksene vardı demişsiniz bir yerde bu sebeple abi diyorum) üzerime vazife değil ama eğer anonim kişisinden bahsediyorsanız kendisi “ben mücadeleye ilk girdiğimde sen faşistlerin yanındaydın şimdi liberal anarşistliğe terfi ettin” dediğine göre o kadar genç olması imkansız gibi. Yani hadi en iyimser tahminle 80lerde mücadeleye başlasa şimdiye 20 küsür yıl geçmiş oluyor ki o zaman 20li yaşlarda olsa şimdi 40larında olur. Muhtemelen kendi düzenini oturtmuştur herhalde, yani yuppie falan biraz zor gibi. Gerçi neyse ne, ben de gereksiz hesaplama yaptım ama Zileli biraz kamusal bir kişiliğe sahip (tabii bu da kendi seçimi). Bu sebeple kendisine kişisel vuruluyor. Ama anonim şahıslara kişisel kestirimler biraz falcılık gibi kalıyor.
Rahatı Kaçan Ağaç Anonim’e:
“Tabii tabii.. siz aklınıza geleni söyleyerek bizim devrimci önderlerimize sövüp sayacaksınız, biz cevap verince hınç olacak. ”
Bu nedir? Bi milyar yaşında mısın? Donmuş bi fosil gibi…Bu ne eski ve yaşlı bir söylem… Ve ne düşük kuyruğu sıkışmışlık tepkileri..
“Genç” birinin cehaleti anlaşılır ama ukalalığı ve önder hayranlığı çok enteresan… Putperestlik siz “önderinin peşinde giden devrimciler”in kendilerine uydurduğu en sağlam kandırmaca.. Biz bireysel özgürlüğe vurgunların da diş ağrısısınız tabii..
Patronum ofiste herkesi mum gibi ettikten sonra alakalı-alakasız “Ben Bolşevik ahlakındanım” diyor, övünerek. :))
Anonim, öyle çok ortak yönünüz var ki seni asistanı yapabilir harika bir önder olur sana geçinip gidersiniz sen de tam onun istediği türden bir müritsin hem, devrimci, çevik, saldırgan, dolar yeşili… (bende müthiş cimri va her Harpagon gibi paraya takla atan bir tip imajı bıraktın)
Sen ve senin gibiler, iktidara tapan içgüdülerini, iki teorik kitapla devrim sosuna bulayıp yutturmaya çalışanlar… yansıladığınız ironik komediden haberiniz yok..
Almanya ve Rusya’nın yapısal farklılığına yoğunlaşıp Stalin ve Hitler’i birbirinden bağımsız mı ele alacağız yani, anlamadım?
Kankardeşi onlar bildiğim kadarıyla… Troçki-Lenin de amcoğlu. Hepsinin aralarında zaman zaman husumet çıkmış, mal mülk paylaşımında olur böyle ama kan bağı işte, illet bi şey. Reddetsen de aynı kan geziniyor damarlarında: İktidar………….
Hurşit abi, size katılıyorum yupilik hakkında. Ben de o çeşit iktidara ışıldayan gözleri pc ekranındaki yazıda dahi hissederim. Müneccimlik bi iş değil sandığın gibi yani anton.
Kişilerin karakterine nasıl yoğunlaşılmaz? Dönemsel ve toplumsal yapı kadar bireysel yapı da kritik edilmelidir. Klinik ve Kritik isimli kitabı okuduğum şu günlerde hele hiç kabul etmiyorum bu görüşü..
Kendini devrim neferi gören horul mışıl uykulara gark olmuş Anonim.., yazdıklarından çıkarttığım şey şu oldu: Her ne olursa olsun böylesi saldırgan müritlikle devrim mevrim zor iş… Varsa savunman, önderlerini alırsın arkana birini sağ diğerini sol omzuna yazarsın bir makale ama bağırmadan… Bir de GZ gibi tepeden tırnağa aydınlatıcı, fikirleriyle insanları besleyen kendi sitesinde senin benim gibi herkesin eteğindeki taşı dökmesine -yani bireysel özgürlüğe- kendini adamış bir devrimciye saldıracaksan önce kendine saygı duyduracak bir üslup edin. Böyle çok zorlanırsın.
Bu gün öğretmenler günü vesilesiyle öğretmen ceketi giydim. Yarın çıkartırım.
Biraz daha devamı:
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar – Fil Yayınları
”
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
Otto Rühle
The Struggle Against Fascism Begins with the Struggle Against Bolshevism
Otto Rühle
The struggle against Fascism begins with the struggle against Bolshevism
‘Living Marxism’, vol. 4, n. 8, 1939.
Giriş
Faşizmin trajik tarihi, modern demokratik Devletin içinde en son noktasına erişerek, şimdi usulüne uygun gelişmesinin tüm rotasını yürümüş oldu, Rühle’nin makalesi bizim için seve seve anlaşılır oldu. Makale 30’ların sonunda yazılmıştı ve aynı zamanda hem Bolşevizme hem de Faşizme karşı mücadeleye ithaf edilmişti.
Şimdiki kapitalizmin gerçek hakimiyeti, Güncel faşizme (demokrasi olarak kamufle edilmiş) platform sağlayan otoriter tasarımları gösteriyor ve bu güncel bolşevizmler (proleteryanın diktatörlüğü olarak kamufle edilmiş) açıkça benzer varoluyorlar.
Daha açık olmak için şunu söyleyebiliriz, gerçek bir iktidar için kurallara uygun (demirden) otorite dökümü yaparak, kapitalist proje mutlak kontrol yolunda gelişiyor. Bu kontrole, her ikisi de aynı noktaya varsa da iki farklı biçimde ulaşılabilir. a) Demokratik bir yolla, Dış ilişkilerdeki karar almanın merkezsizleşmesi temeline dayanan, merkezileşmiş bir iktidarı yeniden yapıladırma, batı demokrasileri olarak anılanlarda geliştiği gibi; b) Bir Devlet kapitalizmi olarak, örtülü ideolojik bir sömürülmenin düzenlenmesi ve komünist parti tarafından doğrudan kontrol, tüm komünist devletler olarak anılanlarda bir derecede ya da diğer biçimde olanlar gibi.
Eğer her iki yolu da değerlendirirsek ve sömürücülerin kendi amaçlarına ulaşmak için yapabilecekleri ne kaldığını göz önünde tutarsak, açıkça Batı demokrasilerinin mutlak kontrol yolundaki her iki yoldan daha gelişmiş olanı olduğunu söyleyebiliriz, totaliter “komünist” rejimler değil. Buna rağmen mutlak kontrole yönelik seçilmiş olan en çabuk yolda (Devlet aygıtının tamamiyle kontrolü ve ideolojisinde) ikinci seçilen en az stabil olanı ve aynı zamanda en tehlikeli olan yol (onlar için). Bu rejimler, sadece belirli bir marjinalleştirilmiş azınlığın değil (batı demokrasilerindeki meselenin olduğu gibi), fakat sömürülmüş büyük kitlelerin ilgili olduğu muazzam ayaklanma potansiyelinin üzerinde oturuyorlar. Diğer taraftan, batı demokrasileri -çok fazla kendi marifetleriyle değil ama kapitalist yarışma mekanizması dolayısıyla- kendilerini baskının daha incelikli olması gerekliliğiyle yüzlemiş buldular ve bu yüzden bugünkü gerçek faşizmi karakerize eden kontrol biçimini daha dikkatli ve zekice gerçekleştirebildiler.
Yukarıda bahsedilen devlet modelleri, “proleterya diktatörlüğünün” ülkelerinin faşizmlerinin “batı demokrasisi” ülkelerinin faşizminden öğrenmek zorunda olduğunu anlamak içindi. İlk olarak, baskı sadece muhaliflere değil, ama aynı zamanda bir çok nedenden ötürü onaylamayan ya da basitçe onaylama belirtileri göstermen geniş katmalardaki işçileri ve köylülere de, parti aygıtının otoritesiyle darbe indiriyor. Toplama kampları sadece suçlu muamelesi yapılan küçük muhalifler için değil ama halkın geniş tabakalarını tutmak için de planlandılar. Batı’da “farklı” olarak görülenler, özel cezaevleri suçlulaştırılmış bir azınlığı seçerek -örneğin İtalya’da- konsensus mekanizması yoluyla, büyük sömürülen kitlelerden koparıldılar, ve, sosyal cemiyetten ayrıldılar. Batı demokrasisi modern faşizminin karakteristiğinde bu var: kendi kendine, herkesi “katılımcı” yapmak isteyen bir iktidar yapısı olarak ortaya çıkıyor ve hiçkimseyi dışlamak istemeyen, ama sadece, kontrolün bütünlüklü gelişmesinin ekonomiyi ve politik etiketleri mükemmelleştireceği görüşünde, kontrolün tüm ekonomik iktidarının merkezini, politik iktidarın merkeziyle birlikte koordine edebilecek, sınırlı bir azınlığın ellerinde kalacağı koşullarda. “Komünist” Devletlerin faşizmi açıkça kendisini daha geride sunuyor, birisinin farklı şekilde düşünmesini belirleyebilecek ideolojinin kitlesel kullanımında daha az zeki. Bununla birlikte, basitçe, baskının kesin bir biçimdeki gösteri aşamasının (Lenin’in, Mao’nun vs. dev resimleri, batı koşullarıda kesinlikle düşünülemez) ne kadar karmaşık oldukları önemli değil, her zaman faşizmin kızıl bir biçimini temsil ediyorlar (Çin’in kültürel devrimini düşünüyoruz), temelde Nuremburg’un görkemli Nazi geçit törenlerinden çok farklı değil, ya da diğer Palazzo Venezia(Mussoli’nin balkonundan konuşmalar yaptığı saray) soytarısının kasılmalarından.
Faşizmin Çin ve Rus modellerinin şimdi ilerlemeci “açık”, tipik batı demokrasilerine doğru yöneldiği söylenebilir, partinin en üst mercileri bile, sömürülen kitleler üzerinde olağanüstü ideolojinin bir sonsuz geviş getirilmesinin kullanılmasıyla usule uygun bir hakimiyeti sağlamanın zorluklarını anlamaya başlıyorlar. Belki, faşizmin daha akılcı biçimlere ulaşmasına başlıca engellerden birisi, dünyanın politik-askeri iki iktidar bloğuna bölünmüşlüğü, fakat bu meseleyi değiştirmiyor, örneğin Çin’in günel “özgürleşmesi”, -bu seviyededeki üretim ve tüketicilikte başka hiçbir şeye değilse bile, Amerikan modelinin nüfuz etmesine izin verdi.
Rühle’nin bu kısa ve öz makalesi bu yüzden onun ilişkisini sağlıyor. Zamanın hararetinde yazılmış, ve şaşırtıcı bir biçimde, o zaman, son derece karmaşık ve anlaşılması güç bu ilişkileri anlıyor. Faşizme karşı mücadele Bolşevizme karşı mücadeleyle başlar. Bugün aynı şekilde tekrar ediyoruz: karmaşık faşizme karşı mücadele daha basit ve bu yüzden anlaşılabilir çeşitlerine karşı mücadeleyle başlar. Hatta, Komünist olarak isimlemdirilenler gibi Devlet biçimlerinin faşist doağalarına girerek, kendisini hangi biçimde kuruyor olursa olsun, tek çözümün iktidarın şimdiden ve kesin yokedilmesi olduğunu anladık. Müdahalenin anarşist biçiminin gerçeklikte, faşizme karşı mücadeleyi doğru bir yönelimde yapabilecek biricikliğiyle bunu doğruluyoruz.
Alfredo M. Bonanno
27 May 1981
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
Rusya yeni totaliter devletlerin en önüne yerleştirilmek zorunda. Yeni Devlet prensibini uygulayan ilk devletti. Uygulanmasında en çok mesafe kaydetmişti. Anayasal bir diktatörlüğü politik ve yönetimsel terör sistemininde dahil olmasıyla birlikte ilk uygulayandı. Mutlak Devletin tüm özelliklerini adapte ederek, bu yüzden Demokratik Devlet Sistemi’ni fes ederek diktatöryel bir yönetime zorlanmış diğer ülkeler için bir modele dönüştü. Rusya faşizm için örnekti.
Bu noktaya hiçbir kaza yol açmadı, ne de tarihin kötü bir şakası. Burada sistemlerin kopyalanması görünür değil ama gerçek.
……
İnsanlık için iki efendiye hizmet etmek mümkün değil. Totaliter bir devlet bile böyle birşeyi yapamaz. Eğer faşizm kapitalistçe ve emperyalistçe çıkarlara hizmet ediyorsa, işçilerin ihtiyaçlarına hizmet edemez. Eğer, buna karşı, görünen birbirine karşı olan iki sınıf aynı devlet sisteminin tarafındaysa, ciddi bir şekilde birşeyler yanlış olmak zorunda. Bir ya da diğer sınıf hata yapıyor olmak zorunda.
……
II.
Başından beri, Lenin için Bolşevizm tamamiyle bir Rus fenomeniydi. Uzun yıllar politik aktiviteleri boyunca, diğer ülkelerdeki mücadele biçimlerine Bolşevik sistemi uygulamayı hiç denemedi. O bir sosyal demokrattı; Bebel ve Kautksy’de işçi sınıfının liderlerinin cana yakınlığını gören ve Lenin’in bu kahramanlarına ve tüm diğer oportünistlere karşı mücadele eden Alman Sosyalist hareketinin sol kanadı görmezden geldi. Onları görmezden gelerek, -Rosa Luxemburg liderliğinde, Alman “solu”nun Kautksyciliğe karşı zaten açık mücadeleye girişmiş olduğunda bile-, küçük bir grup Rus göçmeninin çevrelediği uyumlu bir izolasyonda kaldı, ve nüfuzunun(Kautsky’nin) etkisi altında kalmaya devam etti.
Lenin sadece Rusya ile ilgiliydi. Amacı, Çarcı feodal sistemin son bulması ve burjuva toplumunun içinde muazzam miktardaki politik gücü sosyal demokratik partisi için ele geçirmekti. Bununla birlikte, sadece işçilerin dünya devrimi ortaya çıktığında iktidarda kalabileceğini ve sosyalizasyon işlemini yürütebileceğini anladı.Ama bu bağlamdaki kendi aktiviteleri açıkça uygun olmayan bir biçimdeydi. Alman işçilerinin tekrar partiye, sendikalara, ve parlamentoya, girmelerine yardım ederek ve aynı zamanda Alman Konsey(sovyet) hareketinin yok edilmesiyle, Bolşevikler, uykudan kalkmakta olan Avrupa Devrimi’nin yenilgisine yardım ettiler.
Profesyonel devrimcilerin bir tarafta ve diğer tarafta da ardındaki geniş kitlelerden meydana gelen Bolşevik Parti, izole olarak kaldı. Sivil savaş, müdahale, ekonomik gerileme, deneylerin sosyalizasyonundaki başarısızlık, hazırlıksız Kızıl Ordu yıllarında gerçek bir sovyet sistemi geleiştiremedi. Menşevikler tarafından geliştirilmiş Sovyetler olmasına rağmen, Bolşevik şemaya uymuyordu, Bolşevikler onların yardımıyla iktidara gelmişlerdi. İktidarın stabilizasyonu ve ekonomik yeniden yapılandırma sürecinde, Bolşevik Parti kendi kararları ve aktiviteleri için tuhaf sovyet sistemini nasıl koordine edeceğini bilmiyordu. Yine de, Sosyalizm Bolşeviklerin de arzusuydu, ve gerçekleştirilmesi için dünya proleteryasına ihtiyaç duydu.
Lenin, dünya işçilerini Bolşevik metodlara kazanmak için bunu olmazsa olmaz olduğunu düşündü. Bolşevizmin muazzam zaferine rağmen, diğer ülkelerin işçilerinin kendilerinin Bolşevik teori ve pratiği kabul etmek için biraz eğilim göstermesi rahatsız ediciydi, ama tersine bir kaç ülkede, ve özellikle Almanya’da, konsey hareketinin yönüne doğru yönelmişti.
Bu konsey hareketini Lenin Rusya’da artık kullanamazdı. Diğer Avrupa ülkelerinde Bolşevik biçimdeki ayaklanmalara karşı güçlü yönelimler gösterdi. Moscova’nın tüm ülkelerdeki muazzam propagandasına rağmen, -Lenin’in kendisinin de işaret ettiği gibi- “ultra-sol” olarak isimlendirilenler, Bolşevik Parti tarafından gönderilen tüm propagandistlerin yaptığından, konsey hareketi temelindeki bir devrim için daha başarılı bir ajitasyon yaptı. Bolşevizmi takip eden, Komünist Parti, burjuvazinin proleteryalaşmış büyük parçalarından meydana gelen küçük, histerik, ve yaygaracı bir olarak grup kaldı, oysa konsey hareketi gerçek proleterya güçlülüğü kazandı ve işçi sınıfının en iyi bileşenlerini cezbetti. Bu durumun üstesinden gelmek için, Bolşevik propaganda arttırılmak zorundaydı; “ultra-sol”a saldırılmalıydı; Bolşevizm yararına onun (konsey hareketinin) etkisi yok edilmeliydi.
…..
VII.
Eğer birisi Lenin’in kitapçığı tarafından yaratılan Bolşevizm’in resmine eleştirel gözlerle bakarsa, şu temel noktalar Bolşevizmin karakteristikleri olarak kabul edilebilir:
1. Bolşevizm ulusalcı bir doktrindir. Temelinde ve varoluşunda ulusal bir problemi çözmek için tasarlanmıştır, daha sonra Uluslar arası kapsamdaki bir teori ve pratiğe ve genel bir doktrine yükseltilmiştir. Ulusalcı karakteri, ezilen ulusların bağımsızlığı mücedelesindeki tutumuyla ışığa çıkar.
2. Bolşevizm otoriter bir sistemdir. Sosyal piramidin zirvesi en önemli ve belirleyici noktadır. Otorite çok-güçlü kişilikte gerçekleşir. Lider mitinde, burjuva kişilik ideali en üst zaferini kutlar.
3. Örgütsel olarak, bolşevizm yüksek düzeyde merkeziyetçidir. Merkez komite tüm insiyatifin, liderliğin, talimatın, emirlerin sorumluluğuna sahiptir. Burjuva Devlet’te olduğu gibi, örgütün en önemli üyeleri burjuva rolünü oynar; işçilerin biricik görevi emirlere itaat etmektir.
4. Bolşevizm militan bir iktidar politikası tarif eder.Yalnızca iktidarla ilgilidir, geleneksel burjuva düşüncesindeki yönetme biçimlerinden hiç farklı değildir. Organizasyon özelinde üyelerin otonomisi(kendi kaderini tayini) yoktur. Ordu; partiye, örgütlenmenin mükemmel örneği olarak hizmet eder.
5. Bolşevizm diktatörlüktür. Canavarca bir zorla ve teröristçe düzenlemelerle çalışır, tüm işlevlerini tüm Bolşevik olmayan kurumların ve fikirlerin bastırılmasına yönlendirir. Onun “proleterya diktatörlüğü” bürokrasi diktatörlüğü ya da tek kişinin diktatörlüğüdür.
6. Bolşevizm mekanistik bir yöntemdir. Otomatik koordinasyonu, teknik olarak güvenlileştirilmiş uyumluluğu ve sosyal düzenin en etkili hedefi olarak en verimli totalitarizmi arzular. Merkezice “planlanmış” ekonomi, bilinçli olarak teknik-örgütsel problemleri sosyo-ekonomik sorunlarla karıştırır.
7. Bolşevizmin sosyal yapısı bir burjuva doğasıdır. Ücretlilik sistemini ortadan kaldırmaz ve proletaryanın emeğinin ürettikleri üzerinde kendi kararını almasını reddeder. Bu yüzden geleneksel olarak burjuva sosyal düzeninin sınıf sınırlarının içinde kalır. Kapitalizm ebedileşir.
8. Bolşevizm yalnızca burjuva devrimi sınırlarının içinde devrimci bir elementtir. Sovyet sistemini anlayamamış, bu yüzden de, o (Bolşevizm) Burjuva toplumunun ve ekonomisinin temel yapısını dönüştürememiştir. Sosyalizmi değil, ama Devlet Kapitalizmini yerleştirir.
9. Bolşevizm nihayetinde sosyalist teorinin öncülük edecek bir köprü değildir. Sovyet sistemi olmadan, insanlığın ve şeylerin tamamiyle radikal devrimi olmadan, tüm sosyalistçe taleplerin en temel olanlarını, yani insanın kapitalist kendi-yabancılaşmasına son vermeyi karşılayamaz Burjuva toplumunun son aşamasını temsil eder, yeni bir toplumun ilk basamağını değil.
Bu 9 madde, Bolşevizm ve Sosyalizmin bağlantılanamayacak karşıtlığını gösteriyor. Tüm gerekli açıklıkla, Bolşevik hareketin burjuva karakterini ve onun faşizmle yakın ilişkisini göstermekteler. Ulusalcılık, otoriterlik, merkeziyetçilik, lider diktatörlüğü, iktidar politikaları, terör-egemenliği, mekanistik dinamikleri, ve sosyalleşmedeki acizliği – faşizmin tüm bu temel karakteristikleri Bolşevizm’de varoldu ve hala varolmakta. Faşizm, Bolşevizmin birebir bir kopyası. Bu yüzden birine karşı mücadele, diğerine karşı bir mücadeleyle başlamak zorunda.
http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/struggle-against-fascism-begins-with.html
anton, tek boyutlu yok benzetmelerin hakikaten eğlenceli oluyor biliyormusun 🙂 yok efendim neymiş, bolşeviklerde tasfiye ederken aynı mantıkmış vesaire vesaire, hep aynı lenin sevgisinin bakışları. Silahlı ve örgütlenmiş bir ordu gücünün hükümdarlığını kurmak için giriştiği eylemlerle, kendi yaşamlarının üzerindeki baskıcı kurumları ortadan kaldırma arzusunun eylemleri ne zamandar beridir tek boyutla değerlendirilebilir oluyor? Böyle ahlakçı dogma taraftarlarının -her türünün- kolay anlayabileceği ikili bir indirgemeyle bile içinde bulunulan koşullar, varoluşlar ve nedenler farklıdır. Haydi canım, o zaman bu mantıkla şöyle bir çıkarsama yapalım senin de Lenin aşkın karşılıksız kalmasın, efendim yolda yürürken saçın uzun olduğu için saldırıya uğraman ya da sadece türbanlı olduğun için sana saldırı gerçekleşirilmesine karşı direnmen ve bunu değiştirici saldırı gerçekleştirmen aynı şeydir. Yapmayın etmeyin canlarım dileğine bağlıyorsun, ki bu da mevcut koşulları -tümünü- olduğu gibi götürme çabandan ötürü heralde…
Amin anton amin…
”
….
Lenin’e göre, ultra-solcular Treaty Of Versailles’i (Versailles Barış Antlaşması) imzalamayı arzulamalılar. Halbuki, hala Lenin’le mutabakat içinde olan Komünist Parti, Hitler yanlılarıyla iş birliği içerisinde bir uzlaşma yaparak, Versailles Barış Antlaşması’na karşı protesto gerçekleştirdi. Alman Solcu Lauffenberg tarafından Almanya’da 1919’da propagandası yapılan “Ulusal Bolşevizm” Lenin’in fikrine göre “cennete absürd bir ağlamaydı”. Ama Radek ve Komünist Parti, -yine Lenin’in prensibiyle uyumlu olarak- Alman Ulusalcılığıyla bir uzlaşma sonucuna vardı, ve Ruhr Havazsı’nın işgaline karşı protesto gerçekleştirdi, ve ulusal kahraman Schlageter’i kutladı. Lenin’in kendi sözleriyle, Milletler Cemiyeti, işçilerinin sonuçta sadece daha sert savaşabileceği “kapitalist soyguncuların ve haydutların grubuydu”. Lakin, Stalin -Lenin’in taktikleriyle uyumlu olarak- bu aynı haydutlarla bir uzlaşma yaptı, ve SSCB Milletler Cemiyeti’ne girdi. Lenin’in düşüncesinde “halk” ya da “insanlar” konsepti küçük burjuvazinin karşı-devrimci ideolojisine suç yaratan bir taviziydi. Bu Leninistleri, Stalin ve Dimitrov’un çılgınca “Halk Cephesi” hareketini başlatmak için küçük burjuvaziyle bir uzlaşma yapmasını engellemedi. Lenin için, emperyalizm dünya proletaryasının en büyük düşmanıydı, ve ona karşı tüm güçler harekete geçirilmeliydi. Fakat Stalin, yine gerçek Leninist modayla, Hitler’in emperyalizmiyle bir ittifak hazırlamakla oldukça meşguldü. Daha fazla örnek vermek gerekli mi? Tarihsel deneyimler, devrim ve karşı-devrim arasındağı tüm uzlaşmaların sadece ölüme hizmet edeceğini öğretiyor. Onlar (Uzlaşmalar), sadece Devrimci Hareketin yenilgisine yol açar. Tüm uzlaşma politikası bir yenilgi politikasıdır. Alman Sosyal Demokrasisi ile önemsiz bir uzlaşma olarak başlamış olan şey kendi sonunu Hitler’de buldu. Lenin’in gerekli bir uzlaşma olarak meşrulaştırdığı şey kendi sonunu Stalin’de buldu. Devrimci uzlaşmazlığı,“Komünizmin çocukluk hastalığı” olarak teşhis eden Lenin, oportünizmin ihtiyarlık hastalığından, yalancı komünizmden acı çekmekteydi.
…
”
http://digitalelephant.blogspot.com/2010/08/struggle-against-fascism-begins-with.html
Yaş ayrımcılığı yapmak istemem. Ayrıca gençleri ve gençliği çok severim. Ben kırkımdan sonra merak sardım bu işlere. Tire’de sabun imalathanem vardı. İflasın eşiğindeydim, o sırada TİP’le tanıştım ve ilçe örgütüne üye oldum. O zamana kadar toplumsal sorunların T’sinden haberdar değildim. Benim hayatımı değiştiren bir şeydir, bu yüzden toplumsal uyanışa ve gençliğe çok önem veririm. Bu arkadaş, dediğiniz gibi 40 yaşlarında da olabilir. Nedense bende çok genç insanların fütursuzluğu ve küstahlığına sahipmiş gibi bir izlenim uyandırdı. Gerçeği bulmaya yönelik bir tartışma değil de, karşısındakini mat etmeye yönelik bir tartışma hiç de iyi bir şey değil. Kaldı ki, mat etse bile insan rakibine saygı duyar. Rakibine, hatta düşmanına saygı duymayan kendisine de saygı duymaz. Her neyse, insanların değişeceğine inanırım. Benim gibi bir sabun imalatçısı kırkından sonra değişmişse herkes değişir (ne kadar değiştin diye sormayın allahaşkına, işte karınca kararınc=)
Hursit Agabey, Hitler ve Stalin’le meslektas imissiniz onlar da “sabun imalatçisi” idi.
Hay sen çok yaşa e mi çocuk. Sabah sabah güldürdün beni…
Hurşit abi, çok ilginç ve neşeli bir insansınız. Site aracılığıyla sizi tanımaktan mutluluk duyuyorum. Yorumlarınız harika. Saygılar
“Babasının, saygıdeğer İvan Grigoryeviç Budyagin’in ahlak değerleri var mıydı? Gubçek (Bölge Çeka Komitesi) başkanıyken kaç kişiyi kurşuna dizmişti? İnsanları öbür dünyaya yollarken hangi ahlak ve değerlerle davranıyordu? Proletaryanın çıkarları? Bu çıkarları kim belirlemişti? Parti? Lenin?
Güzel, Şarok da proletaryanın çıkarına hizmet ediyordu. Yalnızca küçük bir farkla: Bu çıkarları, partinin bugünkü önderi Stalin belirliyordu.” (Anatoli Ribakov, Arbat Çocukları, c.II, s. 32)
Zileli’nin sözünü ettiği taşlar böyle döşenmişti.
diyalektiğe inanıyorsak şöyle bir şey çıkıyor karşımıza: kapitalizm tezdir onun antitezi de sosyalizmdir.buraya kadar tamam da neyin kavgasını yapıyoruz.kapitalizmi mi savunup konuşuyoruz yoksa sosyalizmi mi,mesele şu bu tezler çarpışıyor hala ve tez ve anti-tezin çarpışmasıyla oluşacak komün yaşamdır.bırakın geçmişte ki sosyalizm deneyiminin ‘vahşi mi yahşi mi’ olduğunu mesele mücadele edip,yeni mücadele yöntemleri bularak sunni dengeyi kırmaktır.biz mücadele ederek bu tez ve antitezin çarpışmasını çabuklaştırmalıyız.ve komün yaşama ulaşıp insanca bir yaşama ulaşmalıyız.belki dikkatinizi çeker..belki….
Diyalektik sonrasında, “negatif diyalektik” diye başka bir şey daha keşfedildi.
Newton mirası üzerindeki, Mekanik maddeci bir diyalektik, tez x antitez= antitez formülü sadece bir yöntem olarak değer verilmesinin ötesinde farklı biçimlerde müritliğe dönüştüğünde; ideolojik kölelik, ideoloji müritliği, gerçeklikleri iyi ve kötünün ötesinde olduğu gibi değerlendirmeme faşizmin temelini oluşturabilen, doğrusal (lineer) bir hedefle, bir sona ulaşma amaçlayan indirgeyici bir teoridir.
tez x antitez = sentez olacak, bir hata olmuş
“Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar” kitapçığının redakte edilmiş son versiyonunu, aşağıdan (Tasarımsal özellikleri; yazıtipi büyüklüğü, italikler vs..) okuyabilirsiniz.
Yayınlama, basım ve-veya dağıtım için aşağıdaki adresteki versiyonununda tasarım ve görsellerde mevcuttur.
https://publish.istanbul.indymedia.org/news/2010/11/269812.php
YAZIM KONTROLÜ YAPILMIŞ SON VERSİYON
”
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
Otto Rühle
The Struggle Against Fascism Begins with the Struggle Against Bolshevism
Otto Rühle
The struggle against Fascism begins with the struggle against Bolshevism
‘Living Marxism’, vol. 4, n. 8, 1939.
Giriş
Faşizmin trajik tarihi, modern demokratik Devletin içinde en son noktasına erişerek, şimdi usulüne uygun gelişmesinin tüm rotasını yürümüş oldu, Rühle’nin makalesi bizim için seve seve anlaşılır oldu. Makale 30’ların sonunda yazılmıştı ve aynı zamanda hem Bolşevizme hem de Faşizme karşı mücadeleye ithaf edilmişti.
Şimdiki kapitalizmin gerçek hakimiyeti, Güncel faşizme (demokrasi olarak kamufle edilmiş) platform sağlayan otoriter tasarımları gösteriyor ve bu güncel bolşevizmler (proleteryanın diktatörlüğü olarak kamufle edilmiş) açıkça benzer varoluyorlar.
Daha açık olmak için şunu söyleyebiliriz, gerçek bir iktidar için kurallara uygun (demirden) otorite dökümü yaparak, kapitalist proje mutlak kontrol yolunda gelişiyor. Bu kontrole, her ikisi de aynı noktaya varsa da iki farklı biçimde ulaşılabilir. a) Demokratik bir yolla, Dış ilişkilerdeki karar almanın merkezsizleşmesi temeline dayanan, merkezileşmiş bir iktidarı yeniden yapıladırma, batı demokrasileri olarak anılanlarda geliştiği gibi; b) Bir Devlet kapitalizmi olarak, örtülü ideolojik bir sömürülmenin düzenlenmesi ve komünist parti tarafından doğrudan kontrol: tüm komünist devletler olarak anılanlarda bir derecede ya da diğer biçimde olanlar gibi.
Eğer her iki yolu da değerlendirirsek ve sömürücülerin kendi amaçlarına ulaşmak için yapabilecekleri ne kaldığını göz önünde tutarsak, açıkça Batı demokrasilerinin mutlak kontrol yolundaki her iki yoldan daha gelişmiş olanı olduğunu söyleyebiliriz, totaliter “komünist” rejimler değil. Buna rağmen mutlak kontrole yönelik seçilmiş olan en çabuk yolda (Devlet aygıtının tamamiyle kontrolü ve ideolojisinde) ikinci seçilen en az stabil olanı ve aynı zamanda en tehlikeli olan yol (onlar için). Bu rejimler, sadece belirli bir marjinalleştirilmiş azınlığın değil (batı demokrasilerindeki meselenin olduğu gibi), fakat sömürülmüş büyük kitlelerin ilgili olduğu muazzam ayaklanma potansiyelinin üzerinde oturuyorlar. Diğer taraftan, batı demokrasileri -çok fazla kendi marifetleriyle değil ama kapitalist yarışma mekanizması dolayısıyla- kendilerini baskının daha incelikli olması gerekliliğiyle yüzleşmiş buldular ve bu yüzden bugünkü gerçek faşizmi karakerize eden kontrol biçimini daha dikkatli ve zekice gerçekleştirebildiler.
Yukarıda bahsedilen devlet modelleri, “proleterya diktatörlüğünün” ülkelerinin faşizmlerinin “batı demokrasisi” ülkelerinin faşizminden öğrenmek zorunda olduğunu anlamak içindi. İlk olarak, baskı sadece muhaliflere değil, ama aynı zamanda bir çok nedenden ötürü onaylamayan ya da basitçe onaylama belirtileri göstermeyen geniş katmanlardaki işçilere ve köylülere de, parti aygıtının otoritesiyle darbe indiriyor. Toplama kampları sadece suçlu muamelesi yapılan küçük muhalifler için değil ama halkın geniş tabakalarını tutmak için de planlandılar. Batı’da “farklı” olarak görülenler, özel cezaevlerinin suçlulaştırılmış bir azınlığı seçmesiyle -örneğin İtalya’da- konsensus mekanizması yoluyla, büyük sömürülen kitlelerden koparıldılar, ve, sosyal cemiyetten ayrıldılar. Batı demokrasisi modern faşizminin karakteristiğinde bu var: kendi kendine, herkesi “katılımcı” yapmak isteyen bir iktidar yapısı olarak ortaya çıkıyor ve hiçkimseyi dışlamak istemeyen, ama sadece, kontrolün bütünlüklü gelişmesinin ekonomiyi ve politik etiketleri mükemmelleştireceği görüşünde, kontrolün tüm ekonomik iktidarının merkezini, politik iktidarın merkeziyle birlikte koordine edebilecek, sınırlı bir azınlığın ellerinde kalacağı koşullarda. “Komünist” Devletlerin faşizmi açıkça kendisini daha geride sunuyor, birisinin farklı şekilde düşünmesini belirleyebilecek ideolojinin kitlesel kullanımında daha az zeki. Bununla birlikte, basitçe, baskının kesin bir biçimdeki gösteri aşamasının (Lenin’in, Mao’nun vs. dev resimleri, batı koşullarıda kesinlikle düşünülemez) ne kadar karmaşık oldukları önemli değil, her zaman faşizmin kızıl bir biçimini temsil ediyorlar (Çin’in kültürel devrimini düşünüyoruz), temelde Nuremburg’un görkemli Nazi geçit törenlerinden çok farklı değil, ya da diğer Palazzo Venezia(Mussoli’nin balkonundan konuşmalar yaptığı saray) soytarısının kasılmalarından.
Faşizmin Çin ve Rus modellerinin şimdi ilerlemeci “açık”, tipik batı demokrasilerine doğru yöneldiği söylenebilir, partinin en üst mercileri bile, sömürülen kitleler üzerinde olağanüstü ideolojinin bir sonsuz geviş getirilmesinin kullanılmasıyla usule uygun bir hakimiyeti sağlamanın zorluklarını anlamaya başlıyorlar. Belki, faşizmin daha akılcı biçimlere ulaşmasına başlıca engellerden birisi, dünyanın politik-askeri iki iktidar bloğuna bölünmüşlüğü, fakat bu meseleyi değiştirmiyor, örneğin Çin’in güncel “özgürleşmesi”, -bu seviyedeki üretim ve tüketicilikte başka hiçbir şeye değilse bile, Amerikan modelinin nüfuz etmesine izin verdi.
Rühle’nin bu kısa ve öz makalesi bu yüzden onun ilişkisini sağlıyor. Zamanının hararetinde yazılmış, ve şaşırtıcı bir biçimde, o zaman, son derece karmaşık ve anlaşılması güç bu ilişkileri anlıyor. Faşizme karşı mücadele Bolşevizme karşı mücadeleyle başlar. Bugün aynı şekilde tekrar ediyoruz: karmaşık faşizme karşı mücadele daha basit ve bu yüzden anlaşılabilir çeşitlerine karşı mücadeleyle başlar. Hatta, Komünist olarak isimlemdirilenler gibi Devlet biçimlerinin faşist doğalarına girerek, kendisini hangi biçimde kuruyor olursa olsun, tek çözümün iktidarın şimdiden ve kesin yokedilmesi olduğunu anladık. Müdahalenin anarşist biçiminin, gerçeklikte faşizme karşı mücadeleyi doğru bir yönelimde yapabilecek biricikliğiyle bunu doğruluyoruz.
Alfredo M. Bonanno
27 Mayıs 1981
Faşizme Karşı Mücadele Bolşevizme Karşı Mücadele İle Başlar
I.
Rusya yeni totaliter devletlerin en önüne yerleştirilmek zorunda. Yeni Devlet prensibini uygulayan ilk devletti. Uygulanmasında en çok mesafe kaydetmişti. Anayasal bir diktatörlüğü politik ve yönetimsel terör sistemininde dahil olmasıyla birlikte ilk uygulayandı. Mutlak Devletin tüm özelliklerini adapte ederek, bu yüzden Demokratik Devlet Sistemi’ni fes ederek diktatöryel bir yönetime zorlanmış diğer ülkeler için bir modele dönüştü. Rusya faşizm için örnekti.
Bu noktaya hiçbir kaza yol açmadı, ne de tarihin kötü bir şakası. Burada sistemlerin kopyalanması görünürde değil ama gerçek. Herşey, farklı derecelerdeki tarihsel ve politik gelişmeye uygulanmış aynı prensiplerin sonuçları ve ifadeleriyle başa çıkmak zorunda olduğumuza işaret ediyor. “Komünist” parti hoşlansa da hoşlanmasa da, sorun ayı kalıyor: Devlet düzeni ve Rusya’daki yönetim, İtalya’daki ve Almanya’dakinden ayırt edilemez. Özünde aynılar. Birisi kızıldan, karadan, ya da kahverengi “Sovyet Devleti”nden, kızıl, kara, ya da kahverengi faşizm gibi bahsedebilir. Bu ülkeler arasında belirli ideolojik farklılıklar olmasına rağmen, ideoloji Hiçbir zaman birincil önemde değil. Ayrıca, İdeolojiler değişebilir ve bu gibi değişimler Devlet Aygıtı’nın işlevlerine ve karakterine zorunlu olarak yansımazlar. Dahası, Almanya’da ve İtalya’da özel mülkiyetin hala varolması, sadece ikincil önemdeki bir değişiklik. Yalnızca özel mülkiyetin ortadan kaldırılması sosyalizmi garantilemiyor. Özel mülkiyet kapitalizm içinde de ortadan kaldırılabilir. Sosyalist bir toplumu esas belirleyen şey, üretim araçlarındaki özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla birlikte, işçilerin kendi emeklerinin ürünleri üzerindeki kontrolü ve ücretlilik sisteminin sona ermesidir. Bu her iki başarı, İtalya’da ve Almanya’daki gibi Rusya’da yerine getirmedi. Düşünen bir işçi faşizmin ne olduğunu biliyor ve onunla savaşıyor, ama Rusya’nın selamladığı gibi, o sadece sıklıkla sosyalistçe doğası olduğu mitini kabul etmeye istekli. Bu aldatılma faşizmle toptan ve kararlı bir kopuşu engelliyor, çünkü o (İşçilerin sosyalist doğası olduğu miti) -Almanya’da ve İtalya’da olduğu gibi- özdeş bir Devlet ve Hükümet sistemine yol açan, gerekçelere, önkoşullara, ve Rusya’da olan koşullara karşı, ilkesel direnişi engelliyor. Bu yüzden Rus miti karşı-devrimin ideolojik bir silahına dönüşüyor.
Bazıları, Rusya’nın diğer ülkelerden sosyalizme bir adım daha yakın olduğunu sanmalarına rağmen, bu “Sovyet Devlet”inin Uluslar arası proleteryaya sınıf mücadelesi amaçlarına daha yakın olması için yardım ettiği anlamına gelmiyor. Aksine, Rusya kendisini Sosyalist bir Devlet olarak tanımlayarak, dünya işçilerinin gözlerini boyuyor ve aldatıyor.
İnsanlık için iki efendiye hizmet etmek mümkün değil. Totaliter bir devlet bile böyle birşeyi yapamaz. Eğer faşizm kapitalistçe ve emperyalistçe çıkarlara hizmet ediyorsa, işçilerin ihtiyaçlarına hizmet edemez. Eğer, buna karşı, görünen birbirine karşı olan iki sınıf aynı devlet sisteminin tarafındaysa, ciddi bir şekilde birşeyler yanlış olmak zorunda. Bir ya da diğer sınıf hata yapıyor olmak zorunda. Hiçkimse sorunun sadece bir türü olduğunu ve bu aynı politik biçimlerde olmasına rağmen, içeriğinin geniş çeşitli olabileceğini, bu yüzden gerçekten önemli olmadığını söyleyememeli. Bu kendi kendine kuruntu yapmak olurdu. Marksistler için böyle şeyler gerçekleşmez. Onlar için biçim ve içerik birbirine uygundur ve ayrılamazlar. Şimdi, eğer Sovyet Devleti faşizm için bir model olarak hizmet veriyorsa, aynı zamanda faşizmin genel yapısal ve işlevsel unsurlarını da içermek zorunda. Ne olduklarını belirlemek için Leninizm tarafından kurulmuş, Bolşevizmin Rus koşullarına uygulanması olan, “Sovyet Sistemi”ne geri dönmek zorundayız. Ve eğer Bolşevizm ve Faşizm arasında bir özdeşlik kurulabilirse, sonrasında proleterya hem faşizme karşı mücadele ederken hem de Rus “Sovyet Sistemi”ni savunamaz. Onun yerine, Faşizme karşı mücadele Bolşevizm’e karşı mücadeleyle başlamak zorundadır.
II.
Başından beri, Lenin için Bolşevizm tamamiyle bir Rus fenomeniydi. Uzun yıllar politik aktiviteleri boyunca, diğer ülkelerdeki mücadele biçimlerine Bolşevik sistemi uygulamayı hiç denemedi. O bir sosyal demokrattı; Bebel ve Kautksy’de işçi sınıfının liderlerinin cana yakınlığını gören ve Lenin’in bu kahramanlarına ve tüm diğer oportünistlere karşı mücadele eden Alman Sosyalist hareketinin sol kanadını görmezden geldi. Onları görmezden gelerek, -Rosa Luxemburg liderliğinde, Alman “solu”nun Kautksyciliğe karşı zaten açık mücadeleye girişmiş olduğunda bile-, küçük bir grup Rus göçmeninin çevrelediği uyumlu bir izolasyonda kaldı, ve nüfuzunun(Kautsky’nin) etkisi altında kalmaya devam etti.
Lenin sadece Rusya ile ilgiliydi. Amacı, Çarcı feodal sistemin son bulması ve burjuva toplumunun içinde muazzam miktardaki politik gücü sosyal demokratik partisi için ele geçirmekti. Bununla birlikte, sadece işçilerin dünya devrimi ortaya çıktığında iktidarda kalabileceğini ve sosyalizasyon işlemini yürütebileceğini anladı.Ama bu bağlamdaki kendi aktiviteleri açıkça uygun olmayan bir biçimdeydi. Alman işçilerinin tekrar partiye, sendikalara, ve parlamentoya, girmelerine yardım ederek ve aynı zamanda Alman Konsey(sovyet) hareketinin yok edilmesiyle, Bolşevikler, uykudan kalkmakta olan Avrupa Devrimi’nin yenilgisine yardım ettiler.
Profesyonel devrimcilerin bir tarafta olduğu ve diğer tarafta ardındaki geniş kitlelerin varlığından meydana gelen Bolşevik Parti, izole olarak kaldı. Sivil savaş, müdahale, ekonomik gerileme, deneylerin sosyalizasyonundaki başarısızlık, hazırlıksız Kızıl Ordu yıllarında gerçek bir sovyet sistemi geliştirilemedi. Menşevikler tarafından geliştirilmiş Sovyetler olmasına rağmen, Bolşevik şemaya uymuyordu, Bolşevikler onların yardımıyla iktidara gelmişlerdi. İktidarın stabilizasyonu ve ekonomik yeniden yapılandırma sürecinde, Bolşevik Parti kendi kararları ve aktiviteleri için tuhaf sovyet sistemini nasıl koordine edeceğini bilmiyordu. Yine de, Sosyalizm Bolşeviklerin de arzusuydu, ve gerçekleştirilmesi için dünya proleteryasına ihtiyaç duydu.
Lenin, dünya işçilerini Bolşevik metodlara kazanmak için bunun olmazsa olmaz olduğunu düşündü. Bolşevizmin muazzam zaferine rağmen, diğer ülkelerin işçilerinin kendilerinin Bolşevik teori ve pratiği kabul etmek için biraz eğilim göstermesi rahatsız ediciydi, ama tersine bir kaç ülkede, ve özellikle Almanya’da, konsey hareketinin yönüne doğru yönelmişti.
Bu konsey hareketini Lenin Rusya’da artık kullanamazdı. Diğer Avrupa ülkelerinde Bolşevik biçimdeki ayaklanmalara karşı güçlü yönelimler gösterdi. Moskova’nın tüm ülkelerdeki muazzam propagandasına rağmen, -Lenin’in kendisinin de işaret ettiği gibi- “ultra-sol” olarak isimlendirilenler, Bolşevik Parti tarafından gönderilen tüm propagandistlerin yaptığından, konsey hareketi temelindeki bir devrim için daha başarılı bir ajitasyon yaptı. Bolşevizmi takip eden, Komünist Parti, burjuvazinin proleteryalaşmış büyük parçalarından meydana gelen küçük, histerik, ve yaygaracı bir olarak grup kaldı, oysa konsey hareketi gerçek proleterya güçlülüğü kazandı ve işçi sınıfının en iyi bileşenlerini cezbetti. Bu durumun üstesinden gelmek için, Bolşevik propaganda arttırılmak zorundaydı; “ultra-sol”a saldırılmalıydı; Bolşevizm yararına onun (konsey hareketinin) etkisi yok edilmeliydi.
Sovyet Sisteminin Rusya’da başarısızlığa uğramasından bu yana, radikal ‘rekabet’ Rusya’da Bolşevizmin başaramadığı şeyin diğer yerlerde bolşevizmden bağımsız olarak çok iyi farkına varılabileceğini dünyaya kanıtlamaya nasıl cüret edilebileceğine dairdi. Bu rekabete karşı, Lenin iktidarı kaybetme korkusu ve sapkınların başarısına olan öfkesinin sonucu olarak “Der Radikalismus, die Kinderkrankheit des Kommunismus – Radicalism, an Infantile Disease of Communism – Radikalizm, Komünizmin Bir Çocukluk Hastalığı”nı (Ç.N: Türkçe’ye -“Sol Komünizm”, Bir Çocukluk Hastalığı”- olarak çevrilmiştir.) yazdı. İlk başta bu broşür ‘Marksist strateji ve taktiğin yaygın bir izahındaki deneme’ altbaşlığıyla ortaya çıktı, ancak sonra bu fazla iddialı ve aptalca deklarasyon kaldırıldı. Biraz fazlaydı. Bu; saldırgan, kaba, ve menfur papalığa ait saçmalık herhangi bir karşı devrimcilik için gerçek bir malzemedir. Bolşevizmin tüm programatik beyanları, kendi gerçek karakterini açığa vurur. Bu maskesiz Bolşevizmdir. 1933’te, Hitler Almanya’daki tüm sosyalist ve komünist literatürü ezdiğinde, Lenin’in broşürünün basımına ve dağıtımına izin verilmişti.
Broşürün içeriğine gelince, Rus Devrimine, bolşevizmin tarihine, bolşevizm ve diğer işçi hareketi akımları arasındaki polemiğe, ya da Boşevik zafere olanak sağlayan koşullara dair ne söylediğiyle ilgili değiliz, ancak Lenin ve ‘ultra solculuk’ arasındaki tartışmalar zamanında, yalnızca temel noktalarla iki karşıt görüş arasındaki belirleyici farklılıklar resmedilmiştir.
III.
Bolşevik parti, esasında İkinci Enternasyonalin sosyal demokrat kanadı, Rusya’da değil, dışgöç sırasında kuruldu. 1903’teki Londra bölünmesinden sonra, Rus Sosyal demokrasisinin Bolşevik kanadı, artık küçük bir hizipten daha fazlası değildi. Arkasındaki “kitleler” yalnızca onun liderinin kafasında vardı. Buna rağmen, bu küçük öncü birlik katı bir biçimde disiplinli bir örgüttü, militan mücadeleler için her zaman hazır ve devamlı olarak bütünlüğünün sağlanmasını düzenliyordu. Parti, profesyonel devrimcilerin savaş akademisi olarak değerlendirildi. Olağanüstü pedagojik gereklilikleri: kayıtsız şartsız lider otoritesi, katı merkeziyetçilik, demir disiplin, uyum, militanlık, ve parti çıkarları için fedakarlıktı. Lenin’in esas geliştirdiği şey, bir entellektüeller elitiydi, devrimin içine atıldığında liderliği ele geçirebilecek ve iktidarı üstlenebilecek bir merkezdi. Ancak bu şekilde bir devrim hazırlığının doğru ya da yanlış olduğuna dair, mantıksal ve soyut belirleme denemesi hiç yok. Problem diyalektik olarak çözülmek zorunda. Aynı zamanda diğer sorularda sorulmak zorunda: Ne tür bir devrim için hazırlık olmaktaydı? Devrimin amacı neydi?
Lenin’in partisi Rusya’daki gecikmiş burjuva devriminde feodal Çarlık rejimini devirmek için çalıştı. Partinin iradesi daha fazla merkezileşmiş ve daha tek amaçlı oldukça bu biçimdeki bir devrimde, burjuva Devletin düzenlenmesi sürecine daha fazla başarı eşlik edebililir ve yeni Devlet sisteminde proleterya sınıfının pozisyonu daha fazla umut verebilirdi. Buna rağmen, bir burjuva devrimindeki problemlere devrimci mutlu çözüm olarak kabul edilebilecek olan şeylerin aynı zamanda Proleterya devriminin bir çözümü olduğunu söyleyemeyiz. Burjuva toplumu ve yeni Sosyalist toplum arasındaki belirleyici yapısal farklılık böyle bir düşünceyi dışlar.
Lenin’in devrimci metoduna göre, liderler kitlelerin başı olarak görünür. Tam bir devrimci eğitim ve terbiyeye sahip olarak, koşulları anlayabilir, doğrudan ve savaşan güçlere komuta edebilirler. Onlar; profesyonel devrimciler, büyük sivil ordunun generalleridir. Beden ve kafa, entellektüeller ve kitleler, yöneticiler, ve neferler arasındaki bu ayrım sınıf toplumunun, burjuva sosyal düzenine doğru düalizmini(ikiliğini) doğruluyor. Bir sınıf yönetmek için eğitiliyor; diğeri yönetilmek için. Bu eski sınıf formülünden Lenin’in parti görüşü ortaya çıktı. Onun örgütü, yalnızca Burjuva gerçekliğine bir yanıttı. Onun devrimi, -sürece eşlik eden öznel amaçları ne olursa olsun-, amaç olarak bu sınıf ilişkilerini kapsayan bir sosyal düzen yaratan güçlerle kararlaştırılmıştı.
Bir burjuva sosyal düzenin olmasını isteyen kim olursa olsun (kendisini) lider ve kitlelerin ayrımında bulacak: öncü birlik ve çalışan sınıf, devrim için doğru stratejik hazırlık. Daha zeki, eğitimli, ve üstün olan liderlik, ve daha disiplinli ve itaatkar olanlar kitleler: böyle bir devrimin başarısı için daha şanslıdır. Rusya’daki burjuva devrim amacında, Lenin’in partisi onun bu amacına en uygun olandı.
Buna rağmen, Rus Devrimi karakterini değiştirdiğinde, proleterya özellikleri daha öne çıktığında, Lenin’in taktik ve stratejik yöntemlerinin değeri sona erdi. Eğer yine de başarılı olduysa, onun öncü gücünden ötürü değildi, ama tümü onun devrimci planlarında birleştirilmemiş olan sovyet hareketinden ötürüydü. Ve Lenin, Sovyetler tarafından gerçekleştirilmiş olan başarılı devrim sonrasında, tekrar bu hareketle ayrıldı, aynı zamanda Rus Devrimi’nde olmuş olan tüm bu proleterya ile de ayrıldı. Doğal tamamlanmasını Stalinizm’de bulan, Devrimin burjuva karakteri tekrar öne çıktı.
Marksist diyalektiklere büyük ilgisine rağmen, Lenin sosyal tarihsel süreçleri diyalektik bir anlamda görememişti. Düşüncesi katı kuralların takipçiliğini yaparak, mekanikçe kaldı. Onun için sadece tek bir devrimci parti vardı -kendisininki; sadece bir devrim -Rusya; sadece bir yöntem -Bolşevik. Ve Rusya’da işe yaramış olan şey, aynı zamanda Almanya, Fransa, Amerika, Çin, ve Avustralya’da da işe yarayabilirdi. Rusya’daki burjuva devrimi için doğru olan şey, aynı zamanda Dünya proleteryasının devrimi için de doğru olabilirdi. Bir kere keşfedilen formüllerin monoton uygulanması, zaman, koşullar, gelişimsel aşamalar, kültürel standartlar, fikirler ve insanlar tarafından rahatsız edilmeyen benmerkezci bir çemberin içine taşındı. Büyük açıklıkla Makine çağının yönetimi Lenin’in politikalarında gün ışığına çıktı; o, devrimin “teknisyeni”, “yaratıcı”sıydı, liderin çok güçlü iradesinin temsiliydi. Faşizmin tüm temel karakteristikleri onun doktirininde vardı, stratejisi, sosyal “planlaması”, ve insanlar ilişkileri sanatı. Sol tarafından, geleneksel parti politikalarının reddedilmesinin derin devrimci anlamını göremedi. Toplumun sosyalist yönelimi için sovyet hareketinin gerçek önemini anlayamadı. İşçileri özgürleştirmek için gerekli önkoşulları bilmeyi hiç öğrenmedi. Otorite, liderlik, güç, bir tarafa çaba gösterme, ve örgüt, kadro, -kendi düşüncesi çizgisi gibi varolmuş- diğerine itaat etme. Disiplin ve diktatörlük, yazılarında en sık kullandığı kelimeler. Sonra, kendi stratejisini kabul edemeyecek ve sosyalizm için devrimci mücadelede en gerekli olmuş olan şeyleri, yani, işçilerin bir kere ve her zaman için kendi kaderlerini kendi ellerine almalarını istemekteki “ultra-sol”u anlayamaması, hem de fikirlerine ve eylemlerine değer vermemesinin nedeni anlaşılabilir.
IV.
Kendi kaderini kendi ellerine almak, ―sosyalizmin tüm sorunları için bu sözcük anahtar― ultra-sollar ve Bolşevikler arasındaki tüm polemiklerin asıl konusudur. Parti sorunu üzerine anlaşmazlık, sendikalizm üzerindeki anlaşmazlıkla paralel gidiyordu. Ultra-sol, sendikalarda devrimciler için artık yer olmadığını; bunun yerine fabrikalarda, ortak çalışma mekanlarında kendi örgütlenme biçimlerini yaratmalarının daha zaruri olduğu fikrindeydi. Amma velakin, kazanılmamış otoriteleri sayesinde, Bolşevikler Alman devriminin ilk haftalarında bile işçileri kapitalistik tutucu sendikalara geri iteklemek için elinden geleni yapmışlardı. Ultra-sollarla mücadele etmek, onları aptallık ve karşı-devrimcilikle suçlamak için, Lenin yayınladığı broşürde bir kez daha mekanik folmüllerinden birinin kullanımını yapar. Solun konumuna karşı yönelttiği argümanlarında, Alman sendikalarından bahsetmez, ancak Rusya’daki Bolşeviklerin sendika deneyimlerine değinir. İlk başlangıçta sendikaların proleter sınıf mücadelesi için büyük önemi olduğu genel olarak kabul gören bir gerçektir. Rusya’daki sendikalar gençti ve Lenin’in coşkusunu doğruluyorlardı. Ancak, durum dünyanın diğer bölgelerinde farklıydı. Başlangıçlarında faydalı ve yenilikçi olan en eski kapitalist ülkelerdeki sendikalar işçilerin kurtuluş yolundaki engellere dönüştüler. Karşı-devrimin araçlarına dönüştüler, ve Alman solu bu değişen durumdan kendi sonuçlarını çıkardı.
Lenin, kendisinin zaman içinde ‘katı bir sendikalist, emperyalist amaçlı, kibirli, kendini beğenmiş, kısır, bencil, küçük burjuva, rüşvetçi ve işçi sınıfının ahlakı bozuk aristokrasisinin’ bir katmanını geliştirmiş olduğunu açıklayamadı. Bu yolsuzluk loncası, bu gangster liderliği, bugün dünya sendika hareketini ve arkasındaki işçilerin yaşamlarını yönetiyor. Bu, ultra-solun işçilerin terk etmelerini istedikleri sendika hareketiydi. Lenin, buna rağmen, demagojik bir şekilde diğer ülkelerde uzun zaman önce kurulmuş olan sendikaların karakterini henüz paylaşmamış olan Rusya’daki genç sendika hareketine işaret ederek yanıt verdi. Belirli bir periyottaki belirli bir deneyimi kullanarak, dünya çapındaki uygulamasından sonuçlarını almanın mümkün olduğunu düşündü. Savunduğu devrimciler her zaman kitleler nerdeyse orada olmak zorundaydı. Peki gerçekte kitleler nerede? Sendika bürolarında mı? Üye toplantılarında mı? Kapitalist temsilcilerle liderliğin gizli toplantılarında mı? Hayır, kitleler fabrikalarda, işyerlerinde; ve orada işbirliklerini uygulamak ve dayanışmalarını güçlendirmek gereklidir. Fabrika örgütlenmesi, konsey sistemi, tüm partilerin ve sendikaların yerine gelmesi gereken devrimin gerçek örgütlenmesidir. Fabrika örgütlenmelerinde profesyonel liderliğe yer yoktur, takipçilerin liderleriyle ayrılıkları yoktur, entellektüeller ve itaatkarları arasında bir kast ayrımı yoktur, bencillik, rekabet, demoralizasyon, yozlaşma, kısırlık ve cahillik için bir zemin yoktur. Burada işçiler kendi kaderlerini kendi ellerine almak zorundadır.
Ama Lenin başka türlü düşünmüştü. Sendikaları korumak istemişti; içerden değiştirmek için; Sosyal demokrat yetkilileri çıkartmak ve onları Bolşevik yetkililerle değiştirmek için; kötü bir bürokrasiyi iyi bir bürokrasiyle değiştirmek için. Kötü olan Sosyal bir Demokrasi’de gelişiyor, iyi olan Bolşevizm’de.
Bu arada, 20 yıllık deneyim böyle bir konseptin aptallığını göstermiş oldu. Lenin’in önerisini takip eden Komünistler, sendikaları yeniden düzenlemek için tüm ve muhtelif yöntemleri denemiş oldular. Sonuç hiçti. Kendi sendikalarını oluşturma girişimi de neredeyse bir hiçti. Sosyal Demokrat ve Bolşevik Sendikalar arasında yapılan yarış, yozlaşmadaki bir yarışmaydı. Bu süreçte işçilerin devrimci enerjileri tükendi. Faşizme karşı mücadele üzerine yoğunlaşmak yerine, işçiler karşıt bürokrasilerin çıkarları arasındaki anlamsız ve sonuçsuz bir deneyimle meşgul olmuşlardı. Kitleler kendilerine ve “kendi” örgütlerine güvenini kaybetmişti. Kendilerinin kandırılmış ve ihanete uğramış olduğunu hissettiler. Faşizmin metodları -İşçilerin her adımına hükmetmek için- öz-inisiyatifin uyanışına engel olmak için, sınıf bilincinin tüm bağlarını sabote etmek için, sayısız yenilgiyle kitlelerin moralini bozmak ve iktidarsızlaştırmak için -Bolşevik prensipleriyle uyumlu bir şekildeki 20 yıllık çalışma sırasında tüm bu metodlar zaten geliştirilmişti-. Faşizmin zaferi çok kolay bir zaferdi, çünkü sendikalardaki işçi liderleri ve partiler, onlar (Faşistler) için eşyaların faşistçe şemalarına yerleştirilebilecek olan uygun insan materyalini hazırlamışlardı.
V.
Parlamenterizm konusunda da, Lenin Proleteryanın özgürleşmesinde bir tehlike ve daha fazla politik gelişimi için bir ayakbağına dönüşmüş, çürümüş bir politik kurumun savunucu rolünde var oluyor. Ultra-sollar parlamenterizmin tüm biçimleriyle savaştılar. Seçimlere katılmayı reddetiler ve parlamenter kararlara saygı göstermediler. Ancak, Lenin, parlamenter aktivitelere çok gayret gösterdi ve onlara çok önem bağladı. Ultra-sol, parlamenterizmi ajitasyon için tarihsel bir aşama olarak tanımladı, ve hem parlamenterler hem de işçilerin için politik yozlaşmanın sürekli bir kaynağından daha fazlası olarak görmedi. Yasalara uygun reformlar ilüzyonu yaratarak, ve eleştirel fırsatlarda Devrimci bilinçliliği ve kitlelerin tutarlılığını köreltti, parlamento, karşı devrimin silahına dönüştü. (Parlamenterizm) Yok edilmeliydi, ya da , başka hiçbir şey mümkün değildiyse, sabote edilmeliydi. Proletarya bilincinde bir rol oynayan, parlamenterist gelenekle mücadele edilmeliydi.
Tersi bir etkiyi gerçekleştirmek için, Lenin tarihsel ve politik olarak modası geçmiş kurumları ayrı tutma hilesiyle hareket etti. Kuşkusuz, parlamentarizmin tarihsel olarak eskidiğini savundu, ancak politik durum böyle değildi, ve bunu birinin hesaba katması gerekebilirdi. Birisi katılmak zorunda olabilirdi çünkü hala bir parça politik roldeydi.
Ne argüman ama! Kapitalizm de, politik olarak değil sadece tarihsel olarak demodedir. Lenin’in mantığına göre, o halde devrimci bir tarzda kapitalizmle savaşmak mümkün değildir. Bunun yerine bir uzlaşma bulunmalıdır. Oportünizm, pazarlık, politik pazarlık,―Lenin’in taktiklerinin sonucu olurdu. Monarşi de, sadece tarihsel olarak ama politik olarak üstün değildir. Lenin’e göre, işçilerin onu yok etmeye hakkı olamazdı ancak bir uzlaşma yolu bulmaya mecbur edilebilirlerdi. Aynı hikaye kiliseyle ilgili de doğru olabilirdi, sadece tarihsel olarak ama politik olarak zamanı geçmiş değil. Ayrıca, büyük kitlelelerden olan insanlar kiliselere. Bir devrimci olarak Lenin, kitleler neredeyse devrimcilerin de orada olması gerektiğini işaret etti. Tutarlılık onu ‘Kiliseye girin; bu devrimci bir görevdir!’ demeye zorlayacaktır. Nihayetinde, orada faşizm vardır. Bir gün, faşizm de tarihsel olarak zamanı geçmiş, ancak politik olarak halen varolmuş olacak. O halde ne yapılması gerekir? Faşizmle uzlaşma sağlamak için, gerçekliği kabullenmek. Lenin’in mantığına göre, Stalin ve Hitler arasındaki bir pakt, Stalin’in aslında Lenin’in en iyi öğrencisi olduğunu izah eder. Ve yakın gelecekte, Bolşevik ajanlar Moskova ve Berlin arasındaki paktı, tek gerçek devrimci taktik olarak selamlarlarsa, hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Parlamentarizm sorununa dair Lenin’in pozisyonu, proleter devriminin zaruri ihtiyaçları ve karakteristiklerini anlama kapasitesinin sadece ilave bir örneğidir. Devrimi tamamiyle burjuvadır; Mücadelesi çoğunluk için, yönetimsel pozisyonlar için ve kanun makinesini eline geçirmek içindir. Aslında onun için önemi; seçim kampanyalarında mümkün olduğu kadar çok oy kazanmak, parlamentolarda güçlü bir Bolşevik Fraksiyona sahip olmak, kanunların biçimi ve kapsamını belirlemeye yardım etmek, politik yönetimde yer almak olduğunu düşündü. Bugün parlamentarizmin önemsiz bir blöf olduğunu, boş bir hayal ürünü, ve burjuva toplumunun gerçek güçünün tamamiyle farklı yerlere dayandığının; tüm muhtemel parlamenter yenilgilere rağmen, burjuvazinin parlamenter olmayan alanlarda kendi arzusu ve çıkarlarında ısrar edecek yeterli araçlarının hala elinde olabileceğinin tamamiyle farkına varmadı. Lenin, parlamentarizmin kitlelerdeki moralsizleştirici etkilerini göremedi, kamu ahlakının parlamenter yozlaşmayla zehirlenişini kavramadı. Rüşvetçi, satın alınmış, ve sinik parlamenter politikacılar gelirleri için kaygılıydı. Önfaşist Almanya’da, gericiler (reaksiyonerler) parlamentodayken, parlamentonun çöküşüne yol açmakla tehdit ederek istedikleri her yasayı geçirdikleri bir zaman vardı. Parlamenter politikacılar için, kendi kolay gelirlerinin sonu demek olan böyle bir tehditten daha baha berbat bir şey yoktu. Böyle bir sondan kaçınmak için, herşeye evet diyebilirlerdi. Ve şu an Almanya’da, Rusya’da, İtalya’daki durum nasıl? Parlamenter kulların fikirleri yoktur, iradeleri yoktur ve faşist efendilerinin gönüllü hizmetçilerinden başka bir şey değildirler.
Parlamenterizmin tamamiyle bozulduğuna ve yozlaştığına yönelik hiç şüphe olamaz. Fakat, Neden proleterya bir zamanlar kendi amaçları için kullanılmış olan politik enstrümanın bu bozulmasını durdurmadı? Parlamenterizme destansı bir devrimci eylemle son vermek, Parlamenterizmin faşistçe toplumda sona ermiş acınacak haldeki tiyatrosundan açıkça daha faydalı ve proleteryanın bilinci için eğitici olurdu. Fakat böyle bir tutum, bugün Stalin’e yabancı olduğu gibi, Lenin’e de tamamiyle yabancıydı. Lenin işçilerin kendi ruhsal ve fiziksel köleğininden özgürleşmesiyle ilgili değildi; kitlelerin hatalı bilinci ya da insanın kendi-yabancılaşmasından rahatsız değildi. Ona göre tüm problem az çok bir iktidar sorunundan daha fazlası değildi. Burjuvazi gibi, kazançlar ve kayıplar açısından düşündü, az çok, alacak ve verecek; ve onun tüm işten anlayan hesapları sadece dışsal şeylerle ilgiliydi: üyelik rakamları, oy sayıları, parlamentodaki koltuklar, kontrol pozisyonları. Onun materyalizmi, insan varlıklarıyla değil, mekanizmalarla uğraşan bir burjuva materyalizmiydi. Gerçekten sosyo-tarihsel bağlamda düşünemiyordu. Onun için parlamento; her zaman, tüm uluslarda aynı anlamı taşıyan, bir boşluktaki soyut bir kavramdı. Kesinlikle parlamentonun farklı aşamalardan geçtiğini kabul ediyor, ve buna tartışmalarında da değiniyor, fakat kendi bilgisini kendi teori ve pratiğinde kullanmıyor. Lenin’in parlamento taraftarı tartışmalarında, tartışmayı bitirme amacıyla, kapitalizmin yükselen aşamalarındaki eski kapitalist parlamentoları gizliyor. Ve eğer eski parlamentolara saldırırsa, bu genç ve uzun zamandır köhnemiş olan bakış açısından bir saldırı. Uzun lafın kısası, politikaların, imkanlar dahilindekinin sanatı olduğuna karar veriyor. Ancak, işçiler için politika devrim sanatıdır.
VI.
Lenin’in uzlaşmalar sorununa dair konumuna değinmek gerek. Dünya Savaşı sırasında Alman Sosyal Demokrasisi, burjuvaziye satılmıştı. Yine de, daha çok kendi isteği dışında, Alman devrimine miras kaldı. Bu, Alman konsey hareketinin katledilmesinden payını almış olan Rusya’nın geniş çaptaki bir yardımıyla mümkün olmuştu. Sosyal Demokrasinin kucağına düşmüş olan iktidar bir hiç için kullanıldı. Sosyal Demokrasi, kapitalizmin yeniden inşaasında işçiler üzerindeki iktidarını burjuvazi ile paylaşıyor olmasının memnuniyetiyle kendi eski sınıf işbirliği siyasetini tümüyle yeniledi. Alman radikal işçileri bu ihanete ‘Karşı-devrimle uzlaşma yok!’ sloganıyla karşı durdular. Burada net bir karar gerektiren somut bir olgu, özel bir durum vardı. Söz konusu olan, gerçek sorunları teşhis etmekten aciz olan Lenin, bu somut spesifik sorundan genel bir problem yarattı. Bir general cakasıyla ve bir kardinal yanılmazlığıyla, ultra-solları her koşul altında politik muhalifleriyle uzlaşmanın devrimci bir görev olduğuna ikna etmeye çalıştı. Eğer birisi bugün uzlaşmalara değinen broşüründeki, Lenin’in o pragraflarını okursa, Lenin’in 1920’deki görüşlerini Stalin’in şimdiki uzlaşmalar politikasıyla karşılaştırmaya yönelirdi. Lenin’in iktidarında Bolşevik gerçeklik haline gelmemiş olan, bir tane bile Bolşevik Teorinin ölümcül günahı yoktur.
Lenin’e göre, ultra-solcular Treaty Of Versailles’i (Versailles Barış Antlaşması) imzalamayı arzulamalılar. Halbuki, hala Lenin’le mutabakat içinde olan Komünist Parti, Hitler yanlılarıyla iş birliği içerisinde bir uzlaşma yaparak, Versailles Barış Antlaşması’na karşı protesto gerçekleştirdi. Alman Solcu Lauffenberg tarafından Almanya’da 1919’da propagandası yapılan “Ulusal Bolşevizm” Lenin’in fikrine göre “cennete absürd bir ağlamaydı”. Ama Radek ve Komünist Parti, -yine Lenin’in prensibiyle uyumlu olarak- Alman Ulusalcılığıyla bir uzlaşma sonucuna vardı, ve Ruhr Havzası’nın işgaline karşı protesto gerçekleştirdi, ve ulusal kahraman Schlageter’i kutladı. Lenin’in kendi sözleriyle, Milletler Cemiyeti, işçilerinin sonuçta sadece daha sert savaşabileceği “kapitalist soyguncuların ve haydutların grubuydu”. Lakin, Stalin -Lenin’in taktikleriyle uyumlu olarak- bu aynı haydutlarla bir uzlaşma yaptı, ve SSCB Milletler Cemiyeti’ne girdi. Lenin’in düşüncesinde “halk” ya da “insanlar” konsepti küçük burjuvazinin karşı-devrimci ideolojisine suç yaratan bir tavizdi. Bu; Leninistlerin, Stalin ve Dimitrov’un çılgınca “Halk Cephesi” hareketini başlatmak için küçük burjuvaziyle bir uzlaşma yapmasını engellemedi. Lenin için, emperyalizm dünya proletaryasının en büyük düşmanıydı, ve ona karşı tüm güçler harekete geçirilmeliydi. Fakat Stalin, yine gerçek Leninist modayla, Hitler’in emperyalizmiyle bir ittifak hazırlamakla oldukça meşguldü. Daha fazla örnek vermek gerekli mi? Tarihsel deneyimler, devrim ve karşı-devrim arasındaki tüm uzlaşmaların sadece ölüme hizmet edeceğini öğretiyor. Onlar (Uzlaşmalar), sadece Devrimci Hareketin yenilgisine yol açar. Tüm uzlaşma politikası bir yenilgi politikasıdır. Alman Sosyal Demokrasisi ile önemsiz bir uzlaşma olarak başlamış olan şey kendi sonunu Hitler’de buldu. Lenin’in gerekli bir uzlaşma olarak meşrulaştırdığı şey, kendi sonunu Stalin’de buldu. Devrimci uzlaşmazlığı,“Komünizmin çocukluk hastalığı” olarak teşhis eden Lenin, oportünizmin ihtiyarlık hastalığından, yalancı komünizmden acı çekmekteydi.
VII.
Eğer birisi Lenin’in kitapçığı tarafından yaratılan Bolşevizm’in resmine eleştirel gözlerle bakarsa, şu temel noktalar Bolşevizmin karakteristikleri olarak kabul edilebilir:
Bolşevizm ulusalcı bir doktrindir. Temelinde ve varoluşunda ulusal bir problemi çözmek için tasarlanmıştır, daha sonra Uluslar arası kapsamdaki bir teori ve pratiğe ve genel bir doktrine yükseltilmiştir. Ulusalcı karakteri, ezilen ulusların bağımsızlığı mücedelesindeki tutumuyla ışığa çıkar.
Bolşevizm otoriter bir sistemdir. Sosyal piramidin zirvesi en önemli ve belirleyici noktadır. Otorite çok-güçlü kişilikte gerçekleşir. Lider mitinde, burjuva kişilik ideali en üst zaferini kutlar.
Örgütsel olarak, bolşevizm yüksek düzeyde merkeziyetçidir. Merkez komite tüm insiyatifin, liderliğin, talimatın, emirlerin sorumluluğuna sahiptir. Burjuva Devlet’te olduğu gibi, örgütün en önemli üyeleri burjuva rolünü oynar; işçilerin biricik görevi emirlere itaat etmektir.
Bolşevizm militan bir iktidar politikası tarif eder.Yalnızca iktidarla ilgilidir, geleneksel burjuva düşüncesindeki yönetme biçimlerinden hiç farklı değildir. Organizasyon özelinde üyelerin otonomisi(kendi kaderini tayini) yoktur. Ordu; partiye, örgütlenmenin mükemmel örneği olarak hizmet eder.
Bolşevizm diktatörlüktür. Canavarca bir zorla ve teröristçe düzenlemelerle çalışır, tüm işlevlerini tüm Bolşevik olmayan kurumların ve fikirlerin bastırılmasına yönlendirir. Onun “proleterya diktatörlüğü”, bürokrasi diktatörlüğü ya da tek kişinin diktatörlüğüdür.
Bolşevizm mekanistik bir yöntemdir. Otomatik koordinasyonu, teknik olarak güvenlileştirilmiş uyumluluğu ve sosyal düzenin en etkili hedefi olarak en verimli totalitarizmi arzular. Merkezice “planlanmış” ekonomi, bilinçli olarak teknik-örgütsel problemleri sosyo-ekonomik sorunlarla karıştırır.
Bolşevizmin sosyal yapısı bir burjuva doğasıdır. Ücretlilik sistemini ortadan kaldırmaz ve proletaryanın emeğinin ürettikleri üzerinde kendi kararını almasını reddeder. Bu yüzden geleneksel olarak burjuva sosyal düzeninin sınıf sınırlarının içinde kalır. Kapitalizm ebedileşir.
Bolşevizm yalnızca burjuva devrimi sınırlarının içinde devrimci bir elementtir. Sovyet sistemini anlayamamış, bu yüzden de, o (Bolşevizm) Burjuva toplumunun ve ekonomisinin temel yapısını dönüştürememiştir. Sosyalizmi değil, ama Devlet Kapitalizmini yerleştirir.
Bolşevizm nihayetinde sosyalist teorinin öncülük edecek bir köprü değildir. Sovyet sistemi olmadan, insanlığın ve şeylerin tamamiyle radikal devrimi olmadan, tüm sosyalistçe taleplerin en temel olanlarını, yani insanın kapitalist kendi-yabancılaşmasına son vermeyi karşılayamaz Burjuva toplumunun son aşamasını temsil eder, yeni bir toplumun ilk basamağını değil.
Bu 9 madde, Bolşevizm ve Sosyalizmin bağlantılanamayacak karşıtlığını gösteriyor. Tüm gerekli açıklıkla, Bolşevik hareketin burjuva karakterini ve onun faşizmle yakın ilişkisini göstermekteler. Ulusalcılık, otoriterlik, merkeziyetçilik, lider diktatörlüğü, iktidar politikaları, terör-egemenliği, mekanistik dinamikleri, ve sosyalleşmedeki acizliği – faşizmin tüm bu temel karakteristikleri Bolşevizm’de varoldu ve hala varolmakta. Faşizm, Bolşevizmin birebir bir kopyası. Bu yüzden birine karşı mücadele, diğerine karşı bir mücadeleyle başlamak zorunda.
digitalelephant.blogspot.com/2010/08/struggle-against-fascism-begins-with.html
“
Onur Özgen,
Kendini Bolşevik-Leninist ve tarihsel materyalist olarak tanımlıyorsun. İddian büyük değil, aksine, kolaycı. Zira elinde bilginin ve kurtuluşun kapısını açacak bir anahtar olduğunu düşünüyorsun. Köşeli bir retorikle, bir jargonla dünyayı, toplumları, sınıfları, ihtilafları ve devrimleri açıklayabileceğini sanıyorsun. Bu ezber sana bir fikir ufku vermediği için de sürekli alıntılarla konuşuyorsun. “Rosa aptalsa siz nesiniz?”, “Lenin yalan mı söylüyor şimdi?”, “Koca Marks bilmeyecek de sen mi bileceksin?”, “Bakınız bu konuda Troçki demiş ki…”
Bak bir sözün var, faşizmin tipik naif savunularını hatırlatıyor: “Çünkü Lenin ve Troçki’nin yaptıkları o tarihsel döneme ait özel politikalardı..” Bilirsin, bizde Mustafa Kemal için söylerler bunu. “Tarihsel döneme özgü”. Kuşkusuz öyle, bu hiçbir şeye savunma teşkil edemez ama her şey tarihsel.
İşin tuhafı, bu tarihsellikler, özgülükler için de senin kendini Bolşevik-Leninist diyalektik materyalist olarak tanımlıyor oluşundur. Başladığımız yere döndük. Bolşevik-Leninist, te allam.
Lenin ile Stalin arasındaki geçişin marks’a kadar götürülmesi gerekli. Ama ben iki boyutuyla -Marx’ı çok detaylı bilmediğimden ötürü, sadece bildiğim boyutundan bahsedeceğim- yani ilerlemeci doğrusallık (lineer) bir tarih akışı ve aynı zamanda bir öncekiyle bağlı olarakta -ki bu Marks için kaçınılmaz birşeydi- üretim araçlarının gelişimi olarak değerlendirdiği endüstrileşmeye, diyalektik metodu kullandığından ötürü ve ahlakçılığından dolayı, iyi ve kötü üzerinden bir bakış ile pozitif değer atfetti, ve üretici güçlerin gelişmesi gibi, üretilen varlıkların standardize olmasını ve eşzamanlı olarak ta güncelde -sınırsız- çoğaltılmasına (bu tabiki kapitalistlerin çıkarına ve insanların da dahil olduğu tüm yaşamlar için ölümün örgütlenmesi demekti) olanak veren teknolojik sistemi yaratan endüstrinin tarafında yer aldı. (Makine kırıcılarına yönelik, -kendisi hiçbir zaman fabrikada çalışmamışken- çıkarlarının farkında olmadıkları ve makinelerin kontrolünü ele geçirerek “paylaşımda”, o bunu dağıtım çobanlığı olarak algıladı esasında, yani üretimin metalarının paylaşımını onayladı, -diğer insani gibi görünen duygu uyandıran eşitlikçi ilişkilere yaptığı vurgu yani kendince “komünizmi” ise yaşamla bağlandığında yani yaşam koşullarıyla zorunlu olarak birleştiğinde bu hisler bence katlanılmaz ve kabul edilemez, -tabi ki burada Marx’ın yaşadığı zamanın koşulları içinde birisi olduğunu bilmek özcü saldırılarda bulunmamak gerekiyor ama bu yine de onu sorumsuzlaştırmaz).
Marx’ın birçok değerini sahiplenen sovyetlerde(bolşevikler) bu bağlamda proleterya diktatörlüğü, endüstriyel gelişme, doğrusal ilerlemecilik gibi konularda paylaştığı fikirlerinden dolayı kendi yapabileceği kadar ve bu yapabilecekleri için uygun buldukları ittifaklarla bir “devrim” gerçekleştirdi.
Merkeziyetçilik özelinde daha öncesinde başlamış olan, marx ve bakunin yoldaş arasındaki tartışmayla kendimizi sınırlamamalıyız -birçok boyutuyla tabi ki bakunin’in tarafında durulacaktır-, ama bakunin’inde sorunlarını radikal ve yıkıcı bir şekilde de eleştirmeliyiz. Özellikle; endüstri, doğrusal ilerleme, ve mekanik materyalizm bağlamlarında. Ancak kendisine her marksist diyen determinist olarak kaçınılmaz bir şekilde mutlak konumlara yerleşecek gibi bir sonuca da zaman ve mekan üstünde varmamak gerekir diye düşünüyorum – tabi ki “marksizm”in hemen her versiyonundaki sorunlara ve kendi özgünlüklerine göre dereceleri belirlenecek saldırılar olacaktır.
Ancak çok önemli bir şekilde birkaç detayı da belirtmek gerekli;
Beğenelim ya da beğenmeyelim, İspanya’daki anarşist yoldaşların ciddi sorunlu pratikleri de olmuştur, savaş koşullarının -ki buna dair her türlü ifadelerimiz deneyimsiz bir gerçeklikten yapılabilir olacak- kendi (o “zamanlarda” yaşamış insanların gerçekliklerinde) koşullarının içerisinde “anarşist diktatörlük” ilan edilerek, sosyalist fraksiyonlarında olduğu varoluşlara çatışmanın ötesinde pratik yasaklamalar meydana gelmiştir. Bu bağlamda anarşizmi otomatik olarak “idealleştirmek” ciddi sorunlara -tüm boyutlarıyla aynı olmasa da- tekrar yol açabilir. Bu noktada isyancı anarşi olarakta tarif edilen, dışardan ve bazı bireylerin kendilerini çağırdıkları isimlerle ya da Jean Weir’ın “mücadelenin isyancı metodu ” olarak tarif ettiği anarşi oluşunun çok önemli bir tespiti bulunmakta. Yakınlıklar üzerinden bir araya gelmiş bireylerin iktidar almak -her türünün- ötesinde topyekün yıkıma yakın (hesapsız nihilist saldırganlık değil) perspektiflerinde ifade ettiği, otoriteyle çarpışma anlarındaki (bu sadece fiziksel bir çarpışma değildir tabi ki) ve bireylerin kendi ilişkilerinde deneyimledikleri niteliksel deneyimler özcü bir bakışın çok daha ötesinde anlamlara gelmekte. Özcü değil, çünkü bu tercih(ler)i ya da yol(lar)u, -her türlü- doğa kavramı üzerinden tanımlamıyor, somut koşullarla bağlantılandırarak -ki bunu yapmamak kavramsal gevezeliklere kadar varabilecek şeylere yol açabiliyor- farklı somut yüzleşmelere işaret etmekte, ve bu bağlamda Jean’ın ifade ettiği gibi, bireylerin ideolojik olarak önyargılarla yüklenmiş “yeni insan” vb. şartlandırılmalarının yani “eski” ve “yeni”, “iyi” ve “kötü” dogmatik mirasının etkilerinin ve sınırlayıcılığının ötesindeki farklı oluşlara engel olmayarak ama “liberal iktisattan miras alınan sınırsız özgürlük” tuzağına da düşmeden özgürlüğün kendince evrenselcilik ötesindeki sınırını tarif etmekte.
Bu bağlamın oldukça önemli, ve anarş-izm(yönetici-siz) tanımlamasının potansiyelinde olan, yaşama ve yaşamaya yakın, aynı zamanda da, ispanya hatalarının (bir hatadan ibaret gibi aptalca bir şey söylemiyorum) tekrarlanmaması yolundaki en samimi yüzleşme olduğunu düşünüyorum.
anarşi arkadaş,
diyalektik le ilgili yorumlarını okudum bende diyalektiğin emek-sermaye ilişkisine bir yorum yapmıştım daha önce senin için yazayım, yorumunu almak isterim.
KENDİNİ OLUMLAMA
Emeğin özgürleşmesi anti-diyalektiktir.
Emek-sermaye diyalektiğinde birbirini olumsuzlama vardır. Emek olumsuzlamanın olumsuzlamasını yaparak kendini var ederken, her zaman olumsuzlayacağı sermayeye ihtiyaç duyar. Ücretli emek üretimiyle, sürekli sermayeyi doğurur/büyütür. Sermayede olumsuzlayacağı emeğe ihtiyaç duyar ve onu her zaman var eder.
Ücretli emek- sermaye çelişkisi üzerine politika kurulurken, bu çelişkinin sermayenin yıkılmasının yolu olacağı düşünüldü. Oysa ki sermaye için çelişki kurucu bir güçtü. Nasıl ki krizlerde sermaye için bir kurucu güç oluyorsa. Sermaye her krizden kendini olumlayarak çıkar. Evet krizler sermayenin(kapitalizmin) doğasında vardır. Çünkü sermaye kendini buradan olumlamaktadır, var etmektedir. Ücretli emek- sermaye çelişkisi ve krizlerdir sermayeyi yeniden yeniden üreten yaşatan.
Karl Marks’ın Grundrisse eserinin 492.sayfasında(birikim yayınları)dediği gibi “Nihayet, bizzat sermaye emek ilişkisinin yeniden- üretimi ve yeni-üretimi, üretim ve değerlenme sürecinin başlıca sonucu olarak görülmektedir. Bu toplumsal ilişki, bu üretim ilişkisi, gerçek sürecin maddi sonuçlarından çok daha önemli bir üründür. Gerçekten, bu süreçte işçi kendi kendini emek kapasitesi olarak ve kendi karşıtı olarak sermayeyi üretmekte, kapitalist ise kendi kendini sermaye olarak ve kendi karşıtı olarak canlı emek kapasitesini üretmektedir. Her biri kendini yeniden üretirken, kendi olumsuzlamasını da yeniden üretmektedir. Kapitalist, emeği yabancı emek olarak üretmekte; emek, ürünü yabancı ürün olarak üretmektedir. Kapitalist işçiyi, işçide kapitalisti yeniden üretmektedir, vb…”
Yine aynı kitabın 399uncu sayfasında Marks “aynı zamanda hem ücretli emeğin korunmasını hem de sermayenin ortadan kaldırılmasını istemek, demek ki kendi içinde çelişkili ve kendi kendini çürüten bir taleptir.”
Öyleyse sermaye var oldukça ve karşısında da ücretli emek oldukça, emek özgürleşemeyecek ya da emeğin özgürlüğü sermayenin dolayısı ile mülkiyetin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Çünkü emeği ücretli yapan sermayenin ve mülkiyetin varlığıdır.
Emek ile sermaye arasındaki ilişki çelişki değil antagonist bir çatışmadır. Emeğin mücadelesi ücretli emekten çıkmak için olmalıdır. Emeğin ve emekçinin mülksüzlüğüdür sermayeyi var eden ya da sermayedir emeği mülksüzleştirip ücretliye dönüştüren. Dolayısıyla ücretli emek hem sermayeye çalışıp artı-değer üretip hem de onun pazarı olup ondan kurtulamayacaktır. Emek kendine çalışmalı, mülkü ve emeği bugünden toplusallaştırmalı, bunun için mücadele etmelidir. Mülkiyetin toplumsallaşmadığı yerde sermaye ve kendine yabancılaşmış emek(ücretli emek)varlığını sürdürür. Dolayısıyla emek sermaye tarafından mülksüzleştirilmeye karşı, mülkiyeti ve emeği komünalistleştirmelidir. Aksi takdirde sınıfa karşı sınıf politikası ile sınıfsızlaşmayı sağlayamayacaktır. Devletsizliği devletle sağlayamayacağı gibi. Gittiğiniz yol sizi yapılandırır. Denildiği gibi her şey kullananına göre farklılık arz etmez. Devlet olarak varsan baskı kuracağın birileri olacaktır. Çünkü devlet bir baskı aracıdır. Sınıf olarak var olduğun müddetçe karşında da bir sınıf olacaktır. Sınıflı toplum oradan kaldırılmak isteniyorsa bu günden başlanmalıdır.
Sürekli olumsuzlama yerine bu günden olumlu örnekler yaratılmalıdır.
Peki sınıf adına mücadele eden yapılar ne yapmıştır?
Sorunun tespitini, çözümünü, çözüme gidilecek yolu önceden belirleyip mücadele başlattılar.
“alt yapı üst yapıyı belirler”
“üretim araçları kimin elinde ise o yaşamı belirler”deyip. “sınıfa karşı sınıf” koyuldu. Sınıf sermaye sınıfıydı, karşısına işçi sınıfı koyuldu. Sermaye sınıfının panzehiri işçi sınıfı oldu. O zaman işçi sınıfının(proleterya)gelişmesi çoğalması gerekir denildi. Bu gelişimin aslında diyalektik olarak sermaye sınıfının da gelişimi olacağı ve işçi sınıfının gelişiminin aslında sermaye sınıfına bağlandığı görülmedi.
Bu anlayış mücadelenin ekolojik, kimlik, cinsiyet, inanç sorunlarını kapsamayacağı(ve ücretli emek-sermaye arasında kurulan diyalektik çelişkinin sermaye lehine işlediği) görülmedi. Çünkü bu sistemci felsefeler her şeyi önceden düşünmüştü; üretim araçları ele geçirilecek,işçi devletleri oluşacak ve bu devletler sosyalist olduğu için emeğin bütün sorunlarını çözecekti. Bu ücreti emek- sermaye diyalektiğinin handikapları, kendini kurulan “işçi devletleri”nde gösterdi. Emekçiler ücreti emekçi olduğu için sermaye kapitalistlerden “işçi devletine” , devlet adına da devlet bürokrasisine geçmiş oldu. Emekçiler ücreti emekçi olmaktan kurtulamadılar, kurtulamazlardı.
Evet tarihsel olayları tarihsel materyalizmin süzgecinden geçirmeden yorumlamıyorum Mazlum İlke, size inat. Ve artık, “Faşizme karşı mücadele Bolşevizme karşı mücadeleyle başlar” diyen sizleri ciddiye dahi almamak gerektiğini düşünüyorum. Çünkü politik en ufak bi amacınız olmadığını çok önceden farketsem de, yeni yeni görüyorum ki, terbiyesizsiniz de.
selam murat yazını okudum ancak şimdilik birşeyler yazacak vaktim olmadığından cevap yazamıyorum. isyankar selamlarla.
Merhaba tekrar murat; sanırım sana yarın yazabileceğim. Bu arada okumak istersen dipnot yayınları’na Yakup Coşar’ın çevirisini yaptığı Emma Goldman’ın Rus Devriminin Çöküş Nedenleri isimli broşürünün internette bir kısmı var. İngilizcesini de bulabilirsin metalaştırılmamış bir biçimde.
http://internationala.org/index.php/kutuphane/makale/1592-rus-devriminin-coekue-nedenleri-emma-goldman.html
Rus Devriminin Çöküş Nedenleri – Emma Goldman
Önsöz
Rudolf Rocker
Modern anarşist hareketin propagandacı temsilcileri arasında Emma Goldman kuşkusuz en parlak ve özel kişiliklerden biridir -öğretinin, içsel dünyasını ve yaşamının amacını oluşturduğu büyük bir karakter. Goldman, 1869 yılında Kaunas’da(1) doğdu ve çocukluğunun ilk yıllarını Kurland’da(2) geçirdi. Yedi yaşındayken ailesi tarafından Königsberg’e, babaannesinin yanına gönderildi ve on üç yaşında anne ve babasıyla birlikte Petersburg’a gidene kadar burada yaşadı.
Petersburg’a gidişleri II. Alexander’ın öldürülmesinden bir yıl sonrasında rastlıyordu. Başkentin tüm atmosferi hala devrimci partinin Çarlığa karşı yürüttüğü ve tüm Rus toplumunu derinden sarsan korkunç savaşın dolayımsız sonuçlarıyla yüklüydü. Genç devrimci öğrencilerle bu sıralar kurduğu ilişkiler, genç kız üzerinde gelecekteki yaşamına belli bir yön verecek etkiler yaratmıştı.
1886 yılında, kızkardeşi Helena’nın peşinden Amerika’ya göç etti ve geçici olarak akrabalarının bulunduğu Rochester’a yerleşti. Bu dönemde Amerikan İşçi Hareketi devrimci gelişiminin zirvesine ulaşmıştı. Devasa grev dalgası tüm ülkeyi sarsıyor ve sekiz saatlik işgünü talebi doğrultusunda büyük bir harekete dönüşüyordu. Bunlara, anarşist işçi önderlerinin canice idamlarıyla sonuçlanan meşum Şikago olayları eklendi. Emma Goldman, Şikago anarşistlerinin davasını yoğun bir heyecan ve gerinlikle izledi ve suçsuzlukları gün gibi ortada olan bu insanları hiçbir Amerikan mahkemesinin ipe göndermeyeceğine sonuna kadar inandı. İhtimal vermediği bu vahşetin gerçekleşmesi onu büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. 11 Kasım 1887 Goldman’ın yaşamının dönüm noktası oldu; gelişmiş, derin adalet duygusu onu devrimci bir yaşama doğru sürüklüyordu. Rusya’da iken kaptığı özgürlükçü eğilimler şekilleniyor, derin bir idealizmden kaynaklanan düşünceler doğrultusunda berraklaşıyordu. Anarşist ve sosyalist literatürü yoğun bir çalışmayla nceliyor ve esas olarak Johann Most’un çıkardığı “Özgürlük” adlı derginin etkisiyle gittikçe anarşist düşüncenin çekim alanına giriyordu.
Aktif yoldaşlarla ilk ilişkisi, New Haven’de ekmeğini kazandığı korse fabrikasında başladı. 1889 yılında uzun süredir beslediği bir hayali gerçekleştirip, New York’a taşınınca yeni edindiği fikirleri derinleştirmek ve şekillendirmek için geniş olanaklara kavuştu. Özellikle Johann Most parlak, tutkulu konuşmalarıyla genç idealistin berrak dimağında güçlü bir etki bırakıyordu. Çok geçmeden de bu yeni devrimci, anarşist düşüncenin heyecanlı ajitatörlerinden biri oldu. Artık Emma Goldman’ın yaşamında coşkulu, yoğun ve yıpratıcı bir çalışma dönemi başlıyordu. Ajitasyon çalışmaları, ilk başlarda, ekonomik mücadelelerine hatırı sayılır katkılarda bulunduğu New York’un ve diğer şehirlerin Alman ve Yahudi işçi çevreleriyle sınırlı kaldı.
1892 yılında Homsetead’da, yerleşim biriminin adını tüm dünyaya taşıyan büyük bir grev hareketi ortaya çıktı. Tepeden tırnağa silahlı Pinkertonların vahşi saldırısına uğrayan işçiler de silaha sarılıp sermayenin uşaklarına hak ettikleri karşılığı vermiş ve onları geri çekilmeye zorlamışlardı. Sonuçta olaya milis kuvvetleri müdahale etmiş ve kan dökerek işçileri ağır bir yenilgiye uğratmışlardı. Homestead’taki kanlı olaylar Amerika’daki bütün örgütlü işçi hareketi içerisinde büyük bir heyecan ve öfke dalgası yarattı. Kamuoyundaki bu havanın etkisiyle genç bir anarşist, Alexander Berkman, tüm işçi topluluğunun nefret ettiği, trajik olayların gerçek sorumlusu olan Frick’i öldürme girişiminde bulundu. Frick hafif yaralandı. Buna rağmen Berkman, tarafsız olmadığı çok net olan bir mahkeme tarafından olağanüstü bir cezaya, 22 yıl kürek cezasına çarptrıldı. Bu korkunç olay Goldman için büyük bir darbe oldu: çünkü Goldman, Berkman’la yakın arkadaştı ve aynı grup içerisinde bulunuyordu. Ayrıca arkadaşlarının bir kısmı Berkman’ın eylemini kınıyor ve bu durum kendi içlerinde ciddi hesaplaşmalara neden oluyordu. Aynı günlerde burjuva basını da Emma Goldman’a nefretle saldırıyor ve olaydan onun da sorumlu olduğunu iddia ediyordu. Arkadaşlarının terk ettiği ve kamuoyunun nefretini ensesinden hisseden genç idealist uzunca bir süre kalacak ev bulmakta bile zorlandı, bazı geceleri sokakta geçirmeye kaldı.
Ertesi yıl Amerika’da işsizlerin büyük hareketi doğunca Emma Goldman harekete katkıda bulunmak için tekrar sahneye çıktı. New York’da Union Square’de, grevci tekstil işçilerinin bir toplantısında yaptığı konuşma kapitalist basın tarafından hakaret olarak yorumlandı ve çarputılmış biçimde yayımlandı. Sonuçta Emma Goldman 1893 yılında halkı isyan teşvik etmekten bir yıl hapse mahkum edildi. Nefret edilen propagandacıyı suçlu ilan etme hırsına kapılan jüri, lehteki 12 tanığın ifadelerini dikkate almamış ve daha sonra görevini kötüye kullanmaktan hapse mahkum olacak bir muhbirin ifadesine göre karar vermişti.
Cezaevinden çıkarken Emma’nın düşünceleri olgunlaşmış, deneyimleri zenginleşmişti. Islah olması söz konusu bile değildi. 1895 yılında Avrupa’ya gitmek üzere bir süreliğine Amerika2dan ayrıldı. Tüm İngiltere ve İskoçya’yı içine alan başarılı bir propaganda turundan sonra Viyana’ya gidip bir hastanede hemşirelik eğitimi aldı. 1896’da nihatet Amerika’ya döndüğünde kendini büyük bir tutkuyla tekrar propaganda çalışmalarına verdi. 1897 yılında, adının bütün ülkeye yayılmasına neden olan ve Büyük Okyanus kıyılarına kadar uzanan ilk büyük ajitasyon turuna çıktı. Bu tarihten itibaren Emma Goldman, Amerikan kamuoyunda hesaba katılması gereken bir şahsiyet olmuştu. Ülkeyi baştan başa dolaşıyor, en ücra yerlere kadar ayak basmadık yer bırakmıyordu. Parlak konuşma yetisi ve sözlerinde güçlü bir biçimde dile gelen samimi inanç, özgürlük davasına bilinçli savaşçılar, kendisine ise Amerikan radikal çevrelerindeki tüm tanınmış şahsiyetlerin dostluğunu kazandırıyordu. Ancak onun başarılı çalışmaları aynı zamanda bu yürekli isyancıya karşı tüm reaksiyoner güçleri de harekete geçiriyordu. Öyle ki, hemen her turunda tutuklamalarla, toplantı yasaklarıyla karşılaşıyordu. Emma Goldman adı, burjuva düzeninin temsilcileri üzerinde kırmızı şal etkisi yaratıyor ve bu kadın, modern bayağı literatürün okuyucu kitlesine sunduğu sıradan komplocu tiplemeyle uzaktan yakından hiçbir benzerlik taşımasa da, Amerikalı darkafalılar nezdinde zamanla tüm kötülüklerin sembolüne dönüşüyordu.
Emma Goldman’ın en önemli özelliklerinden birisi derin bir adalet duygusuna sahip olmasıdır. Adaletin ihlal edildiği, insan onurunun ayaklar altına alındığı her yerde Emma Goldman, başına neler geleceğini dikkate almaksızın, haksızlığa karşı protestoda bulunmak için ateşli konuşmalarla ortaya çıkmataydı. Ve kendi eyleminin sonuçlarından başkalarının zarar görmesine hiçbir zaman izin vermiyordu; yaptıklarının tüm sorumluluğunu üstlenmeye her zaman hazırdı. Başkan McKinley’in Buffalo’da öldürülmesinden sonra anarşistlere karşı korkunç bir nefret kampanyası başladığında, Emma’nın ülkeyi terk etmesi için arkadaşlarının çok büyük çaba harcamaları gerekti. “Cesur ve Özgür İnsanların” ülkesinde yaşanan Şikago adalet trajedisi ve diğer adli canavarlıklar arkadaşlarının ısrarlarını elbette haklı kılıyordu. Ama Emma Goldman yerinden kıpırdamıyor ve yaklaşayan uğursuzluğa meydan okuyordu. Czologsz olayında hiçbir sorumluluğu olmamasına rağmen başka yoldaşlarıyla birlikte tutuklandı ve polisin korkunç vahşetine maruz kaldı. Tüm ülkede karşı-devrimci sürüler, tüm suçu, inancı hilafına hakim düşünceyle uzlaşmayı reddetmek olan bu yiğit kadının kellesi için uluyorlardı. Emma Goldman’ın o zaman her şeye rağmen hayatta kalabilmesi belki de sadece bir tesadüften ibarettir.
1914 yılında büyük kitle kıyımları başladığında Emma Goldman savaşa karşı sesini ilk yükseltenler arasındaydı. Savaş karşıtlarının birçoğu, bizzat Amerika savaşa girince fikrini değiştirmişti. Emma Goldman bunu yapmadı. Kan ve intikam duygularının bütün ülkeyi adeta kasıp kavurduğu dönemlerde bile davasına korkusuz biçimde sadık kalmayı bilmdi. Sonuç, tutuklanma ve iki yıl süren gözaltı oldu. Savaş sonra erdiğinde Emma Goldman vatandaşı olduğu bu ülkeden sınırdışı edilerek, aynı kaderi paylaşan ilk grupla birlikte Sovyet Rusya’ya gönderildi. Kalben hep bağlı olduğu eski yurduna hangi duygularla döndüğünü aşağıdaki satılarda, özellikle de hazırlamakta olduğu daha kapsamlı eserinde okuyacağız. Emma Goldman’ın hareketli yaşamındaki en acı tecrübeler kuşkusuz Rusya’da edindikleriydi. Bu satırlar, özgürlük özlemiyle kavrulan ve en yüce beklentilerinin ihanete uğradığını gören bir ruhun ifadesidir. Sosyalizm sloganlarıyla yarım yamalak gizlenmiş gaddar bir gerçekliğin içi boş parıltısı böyle bir ruh üzerinde iki kat itici etki yaratmış olmalıdır.
Bu kitapçığın sözüm ona radikal basının kabul etmemesinin ardından bir burjuva gazetesinde yayımlanması, o ünlü “proleterya diktatörlüğünün” tam ya da yarı savunucuları açısından, Emma Goldman’ı umutsuz lanet ve kişisel sövgü seliyle boğmaya kalkmanın yeterli gerekçesi oldu. Bolşevik Rusya’nın ulslararası konferanslarda kapitalist dünyanın temsilcileriyle aynı masalarda oturmalarına tek laf etmeyen aynı insanlar, gerçekliğin, bütün diğer yollar kapalı olduğu için burjuva basınında yayımlanmasına ahlaki bir öfke duyuyorlar. Gerçekte ise bu satırların içeriğine karşı söyleyecek birşeyleri olmadığından onu karalamak için başka araçlara başvuruyorlar. Emma Goldman’ın bu doğuştan yeteneksizleri özel olarak yanıtlamaya gereksinimi yok. Onun tüm yaşamı bu gibilerin suçlamalarına verilen yanıttır. Floransalı’nın sözü onun için de geçerlidir: Segu il tuo corso, e lascia dir le gente!(3)
Dipnotlar:
1 Bugünkü Litvanya’ da (ç.n)
2 Bugünkü Letonya’da (ç.n)
3:Dante’nin sözü: İt ürür, kervan yürür.
Giriş
Rusya’da geçirdiğim iki yıl içerisinde Amerikan basınında benimle yapıldığı iddia olunan görüşmelerden söz eden çok sayıda yazı yayımlandı. Bu yazıların birkaçında benim düşüncelerimi değiştirdiğim, artık devrime inanmadığım ve devrimin zorunluluğundan artık emin olmadığım beyan edildi. Hatta bir gazete sansasyonel bir hikaye uydurup odamda kutsal bir eşya gibi bir Amerikan bayrağı bulundurduğumu yazdı. Kısacası Amerikan hükümetine karşı işlediği suçların farkına varmış, günah çıkaran bir papaza benzetildim.
Bunların tümü tabii ki saçmalıktan ibarettir. Düşüncelerimin doğruluğuna hiçbir zaman şimdiki kadar derinden inanmamıştım; daha önce hiçbir zaman, anarşist öğretinin iç tutarlığına ve mantığına ilişkin bu kadar güçlü kanıtlarım olmamıştı. Ancak kimseyle ayrıntılı bir söyleşi yapmadım. Bunun nedeni ise, Rusya’nın trajik durumunu kavrayabilecek duruma gelmek için bir yıldan fazla bir zamana ihtiyaç duymuş olmamdı. Şimdi olduğu gibi o zamanda Rus sorununun birkaç sıradan lafla geçiştirilemeyecek kadar karmaşık olduğuna inanıyordum. Rusya üzerine, orada birkaç hafta ya da en iyi olasılıkla birkaç ay kaldıktan sonra yazan insanların kitaplarının büyük bir kısmının bana çok yüzeysel gelmesinin nedeni de budur. Kendim net bir fikir sahibi olmadan belli bir fikri kamuoyu nezdinde açıklama sorumluluğunu hissetmiş bile olsam, bunu basın temsilcilerine yapamazdım. Emperyalist güçlerin Rusya’nın boğazını sıkmaya devam ettikleri bir süreçte suskunluğu sürdürmenin gerekli olduğunu düşünüoyrdum. Ayrıca gazetecilerle yaşadığım otuz yıllık deneyim, istisnalarının olduğunu memnuniyetle itiraf etsem de, onların dürüstlükleri konusunda beni ikna etmeye yetmiyordu.
Artık suskunluk dönnemi sona erdi. Bu nedenle söylenmesi gerekenleri açıkça söyleyeceğim. Bu noktada karşılaşacağım zorlukların bilincindeyim. Gericilerin, yani Rus devriminin düşmanlarının sözlerimi yanlış yorumlayacaklarını biliyorum. Komünist Partisi ile Rus devrimini birbirine karıştıran devrimin sözüm ona dostlarının da beni mahkum edeceklerinden eminim. Bu nedenle tutumumu iki tarafa da açıklamamamın gerekli olduğunu düşünüyorum.
Dört yıl önce ABD hükümeti benden bir cani yaratarak evimi ve ülkemi terke zorladı. Ve bunların tümü savaşa karşı sesimi yükseltme cesareti göstermemden dolayı oldu. O zamanlar savaşın yol açacağı korkunç yıkıma, olağanüstü maddi hasara ve onun sınırsız sayıda insan hayatına mal olacağına dikkat çekiyordum. Suçum buydu. Bugün savaşı desteklemiş olan birçok insan, savaşın genel öfke seline kapılmayanların haklı olduğuna, savaşın bir takım şarlatanlar ve onların hempaları tarafından savaş lordlarının çıkarları için başlatıldığına, desteklendiğine ve finanse edildiğine inanıyor. “Demokrasi için savaş”, “savaşı bitirmek için savaş” sloganları dünyayı gerçek bir cehenneme çevirdi. Açlık kralı bütün ülkeleri kasıp kavururken, savaş sırasında insan etini yok ederek zenginleşenler kralların bu en güçlüsüne kur yapıyorlar. Milyonlarca insanın katledilmesi ve yerkürenin yarısının çöle çevrilmesiyle yetinmeyip, dünyayı bir kaleye, halkların yüzyıllar süren savaşımla elde edilen hak ve özgürlüklerinin zincire vurulduğu bir zindana çevirdiler. Bir zamanlar “cesur ve özgür insanların ülkesi” olarak bilinen demokratik Amerika, tüm ülkelerin başkaldıranlarına kucak açan İngiltere, özgürlüğün eşiği Fransa ve daha önemsiz birçok ülke… hepsi bugün ruhun çöllerinden başka nedirler? Bunların bir zamanlar konuklara açık olan kapıları bugün kapalı ve sürgülü. Sadece politik tutukluların iniltileri, sınırsız sayıdaki işsizin küfür ve bedduları bu düşünce ve fikir mezarlığında sessizliği bozuyor.
Gerçekten de savaş lordları, eserleriyle övünebilirler. Komploları başarılı oldu. Demirden pençeleriyle dünya halklarının enselerine çölmüş bulunuyorlar. Aslında şu Rusya da olmasa keyiflerine diyecek yok.
O asil sermaye ve ordu ikilisi Rusya’da bir devrimin olacağını hesaplamamıştı. Tam da emperyalizmin zaferinden emin olduğu, savaş ganimetlerinin su gibi akmaya başladığı bir dönemde Rus halkının kalkıp da devrimi tüm dünyaya yayabilecek bir yangını çıkarıvermesi hiç de “kibar” bir davranış değildi. Bu “hayasızlığı” ezmek için birşeyler yapmak gerekiyordu. Almanya ile savaş, ikiyüzlülükle, Alman halkına karşı değil, Alman emperyalizmi ve militarizme karşı bir savaş diye sunulmuştu. Aynı hilekar dil Rus devrimine karşı tezgahlanan haçlı seferi olumlanırken de kullanıldı. Rus halkna değil, Bolşeviklere karşı savaşılıyordu -devrimi onlar ateşlemişlerdi, onların yok edilmeleri gerekiyordu. Böylece Rusya’ya karşı savaş başlatıldı. İşgalciler milyonlarca Rusu öldürdüler. abluka nedeniyle yüzbinlerce kadın açlık ve sğuktan öldü. Rusya umutsuzluğun ve ölümün kol gezdiği korkunç bir çöle dönüşmüştü. Bolşeviklerin iktidarı sınırsız bir güce ulaşırken, Rus devrimi yerle bir olmaktaydı. Emperyalistlerin Rusya’ya karşı yürüttükleri dört yıllık komplonun sonucu budur.
Peki, bu neden oldu? Çok basit: Devrimi tek başına gerçekleştiren ve onu ne pahasına olursa olsun saldırganlara karşı korumaya kararlı olan Rus halkı, sınırsız sayıdaki cephede, içteki düşmanlara gerekli dikkati gösteremeyecek derecede meşguldü. Rusya’nın işçi ve köylüleri cephede kahramanca hayatlarını ortaya koyarlarken, içerdeki düşman giderek güçleniyordu. Bolşevikler, yavaş ama güvenli adımlarla Sovyetleri yok eden, devrimi çökerten, bürokrasi ve despotizm açısından dünyanın bütün büyük devletleriyle boy ölçüşebilecek merkeziyetçi bir devlet kuruyorlardı.
İki yıllık gözlem ve dneyimlerime dayanarak kesin olarak söyleyebilirim ki, dıştan sürekli bir saldırı tehdidi olmasa, Rus halkı Kolçakların, Denikinlerin ve diğerlerinin saldırılarında olduğu gibi, içteki tehdidi görecek ve defetmiş olacaktı. Emperyalistlerin karşı saldırıları olmasa, halk, komünist devletin yıkılan Rusya’yı yeniden inşa etmek konusundaki yeteneksizliğini, sığlığını anlayacak, onun çablarının gerçek hedefini kavrayacaktı. Bu durumda kitleler ülkenin dumura uğramış sosyal güçlerini harekete geçirebilirlerdi. Peki halk da aynı şekilde yanılıp yolunu şaşıramaz mıydı? Tabii, bu da mümkündü. Ancak bu durumda kendi insiyatifine ve gücüne güvenmeyi öğrenecek ve sadece bununla bile devrim kurtarılabilecekti.
Yüzyılların en büyük olayı Rus devriminin çöküşü, yalnızca yabancı güçlerin müdahalesini talep eden bir kısım eski devrimcinin caniyane aptallıkları ve bu müdahaleyi finanse eden emperyalistler yüzünden gerçekleşmiştir. Bolşeviklerin, saldırıların hedefi olmaları nedeniyle, uzunca bir süre sosyal devrimin kutsal sembolü olarak gözükebilmelerini de buna borçluyuz.
Uğursuz bir yanılgıyı burada ortaya koymak istiyorum. Hayır, devrime inancımı yitirmedim. Tersine, Lenin’in askeri komünizm diye adlandırdığı şeyin dünyaya dayatılması durumunda, gelecek her devrimin yenilgiye mahkum olduğuna mutlak bir biçimde inandığım için bu yanılgıyı ortaya koymak istiyorum. Bolşeviklerin Rus Devrimine neler yaptıkları, devletin gerekliliği konusunda ikna olduğum için değil; Rusya’da yaşananlar, hangi biçim altında ve hangi gerekçeyle davranırsa davransın her tür devletin, kitlelerin özgür düşünmelerini ve eylem taleplerini felce uğratan ölümcül bir ağırlık oluşturduğunu her çeşit teoriden daha net bir biçimde gözlerimizin önüne serdiği için anlatacağım. Bunu anlatmayı Bolşeviklerin eliyle çarmıha gerilen devrim, eziyet edilen Rus halkına ve yanıltılan dünyaya karşı bir borç olarak görüyorum. Ve bütün borcumu, yazdıklarımın gerici güçler tarafından kötüye kullanılmasına ve görme yetilerini yitirmiş radikallerin saldırılarına aldırış etmeksizin ödemek istiyorum…
Stokholm, Ocak 1922 – Emma Goldman
Sovyet Devriminin Çöküş Nedenleri
Rus devriminin boğulmasına katkıda bulunan faktörler tartışılırken, sadece karşı-devrimcilerin bu trajedide oynadıkları role dikkat çekmek yeterli değildir. Şüphesiz ki onların suçları sonsuza kadar lanetlenmeyi hak edecek kadar büyüktür. Bu Rus “yurtseveleri” -monarşıstler, Kadetler (anayasal demokratlar), sağcı sosyal devrimciler vs.. – dünyayı bir dış müdahale için velveleye verdiler. Onlar bu savaşta, kendi ülkelerinden ve başka uluslardan binlerce insanın kurban edilmesinin baş sorumlularıdır. Kendileri tam bir güvenlik içinde yaşıyorlardı: Onlara ne Çeka’nın kurşunları, ne de açlığın ya da tifüsün uğursuz eli ulaşıyordu. Yurtsever rolü oynamak için bütün imkanları mevcuttu. Ama bunların hepsi yeterince bilinen şeylerdir ve yeniden açıklanmaları gerekli değildir. Bilinmeyen, Rus devriminin çöküşüyle sonuçlanan bu büyük sosyal trajedide rol oynayan güçlerin, sadece müdahale traftarı Ruslar ve müttefiklerinden ibaret olmadığıdır. Bir diğer güç Bolşeviklerin kendisiydi ve şimdi onların rolleri hakkında birşeyler söylemek istiyorum.
Belki de Rus devriminin kaderi daha doğarken belli olmuştu. Devrim, Rusya’nın kanını kurutan, erkek nüfusun en seçkin kesimini yok eden ve tüm ülkeyi çöle çeviren dört yıllık bir savaşın ardından ortaya çıktı. Bu koşullar altında devrimin, dünyanın geri kalan kısmının azgın saldırısına karşı koyacak gücü bulamaması anlaşılabilirdi. Bolşevikler, Rus halkının büyük politik değişimler için gerekli olan ilk atılımı gerçekleştirecek güce ve özveriye sahip olduğunu, ancak devrimci bir dönemin yavaş ve yupratıcı günlük işleri için zorunlu olan sabra sahip olmadığını iddia etmekteler. Ben bu iddianın doğru olduğunu düşünmüyorum. Bu iddia iyi gerekçelenndirilmiş olsa bile ben, Rus devrimini oğan ve halkı despotizm boyunduruğu altına sokan şeyin, esas olarak dışardan gelen saldırılar değil, Rusya’nın kendi içindeki anlamsız ve acımasız yöntemler olduğu savında direnirdim. Bu, Bolşeviklerin Marksist devlet sanatıydı; ilk dönemlerde devrimin başarısı için zorunluluk olarak göklere çıkarılan, ama her tarafa sefalet, güvensizlik ve düşmanlık yaydıktan ve halkın Rus devrimine güvenini yavşa yavaş yok ettikten sona zararlı görülüp bir kenara atılan taktikti.
Herhangi bir dönemde, devrim için en büyük tehlikenin dış saldırılardan mı, yoksa içeride halkın dışlanmasından, devrime olan ilgisinin felce uğratılmasından mı geldiği yolunda bir kuşku var olduysa, Rus devrimi bu kuşkuyu ebediyen ortadan kaldırmıştır. Müttefiklerin para, savaş malzemesi ve insan gücüyle destekledikleri karşı-devrim, tam anlamıyla başarısızlığa uğramıştı. Onun yenilgisi Kızıl Ordu’daki kahramanlık ruhundan ziyade, her saldırıya başarıyla karşı koyan halkın devrimci coşkusuyla açıklanabilri. Buna rağmen Rus devrimi acılı bir sürecin sonunda can verdi. Bu durum nasıl açıklanabilir?
Esas nedenler uzakta değildir. Bir devrimin karşıdan gelen bütün direnişleri kırabilmesinde ve engelleri başarıyla aşabilmesinde, onun sürekli olarak halkın önünü bir meşale gibi aydınlatması, halkın ise sürekli olarak devrimin tutkulu kalp atışını hissetmesi çok önemlidir. Başka bir ifadeyle, kitlelerin, devrimin kendi eserleri olduğunu ve yeni bir yaşam kurmak demek olan o zor işe fiilen katıldıklarını her zaman hissetmeleri gerekir. Kısa bir süre için de olsa, Ekim Devriminden sonra işçiler, köylüler, askerler kendi devrimci kaderlerinin gerçekten de sahibi olmuşlardı. ama hemen sonra komünist devletin görünmez demir eli işin içine girdi, kendi amaçları için kllanmak üzere devrimi halktan kopardı.
Bolşevikler Marksist kilisenin cizvit papazları gibidirler. İnsan olarak samimiyetsiz ya da kötü niyetli oldukları için değil. Politika ve yöntemlerini belirleyen şey onların Marksizmleridir. Kullandıkları araçlar kendi asli hedeflerini gerçekleştirilmlerini engelledi. Komünizm, sosyalizm, eşitlik, özgürlük: Rus kitlelerin, uğruna büyük acılar çektiği her şey, Bolşevik taktiğin “amaç bütün araçları kutsar” yolundaki cizvitçi ilkesi ışığında anlamsızlaştırılıp kirletildi. Ekim Devrimine özelliğini veren idealist çabaların yerini kinizm ve kabalık aldı. Her türden coşku felce uğratıldı her tür kamusal kaygı yok edildi, Bugün halka katılımsızlık ve ilgisizlik hükmedir. Ne yabancı güçlerin müdahalesinin, ne de ablukanın halkı devrime yabancılaştırma, ona devrimle ilgili ger şeyden nefret etme duygusunu verme gücü yoktu. Bunu gerçekleştiren Bolşeviklerin iç politikaları oldu. Halk bugün “Bütün bu değişiklikler ne için yapıldı?” diye soruyor. “Tüm egemenler birbirinin aynısı; yoksullara ise her zaman acı çekmek düşüyor.” Bolşeviklere Rsya üzerinde iktidarlarını kurma imkanı veren, halktaki, yüzyılların boyun eğmişliğiyle birleşen bu kadercilikti. Peki bu deneyim, Bolşevikleri, amacın tüm araçları kutsamadığı konusunda ikna etti mi?
Şüphesiz Lenin sık sık pişmanlığını ifade eder. Komünistlerin Rusya çağındaki her Konklavesinden(1) sonra bir Mea Culpa(2) duyarız. Genç bir komünist bir gün bana, “Lenin günün birinde Ekim Devrimini bir hata olarak açıklarsa şaşırmam” demişti. Gerçekten de LEnin hatalarını itiraf ediyor. Ama bu durum onun aynı yanlış politikayı devam ettirmesini hiçbir şekilde engellemiyor. Her yeni deneyim Lenin ve fanatik taraftarlarınca devrimin ve bilimin zirvesi olarak sunuluyor. Yeni yasaların haklılığını ve anlamını sorgulayanların, ölçüsüz davrananların vay haline! Böyleleri derhal karşı-devrimci, spekülatör ya da eşkıya diye damgalanıyo. Ancak Lenin çok geçmeden yeniden pişmanlığını beyan edip, kendi kör takipçi sürüsüyle, son deneyimin başarılı olabileceğine inanan bu insanlarla soytarılar diye alay ediyor. Lenin tüm dünyayı ve Rusya’yı dört yıl boyunca yanıltıp, komünizmin kurulmta olduğu konusunda ikna etmeye çalıştıktan sonra, Tüm Rus Sovyetlerinin son kongresinde kendi arkadaşlarıyla alay etti, onları bugün Rusya’da komünizmin kurulabileceğine inanacak kadar saf olmakla suçladı. Lenin bu açıklamaları yaparken cezaevi kapıları, hala, suçları aynı şeyleri üç yıl önce ve daha hafif tonda söylemekten ibaret olan çok sayıda insanın üstüne kapalıydı.
Burada Bolşeviklerin, hedeflerine ulaşmak için, halka değişik dönemlerde hikmetinden sual olunmaz gerçekler diye sunup kabule zorladıkları ve sonuçta devrimin çöküşüne neden olan yöntemleri sıralamak ilginç olurdu. Ancak yazımızın boyutları, Bolşevik devletin sorumluluğunu taşıdığı bu eylemlerin ayrıntılı biçimde incelenmesine izin vermiyor. Bu nedenle, sadece en önemli dönemleri ve çarpıcı yöntemleri kısaca anlatmakla yetineceğim.
Brest-Litowsk anlaşması, ardından gelen tüm kötülüklerin çıkış noktası oldu. Anlaşma, Bolşeviklerin o zamana kadar dünyaya ilan ettikleri her şeyin toptan inkarıydı: Savaş tazminatlarının reddi, her türden gizli diplomasinin ortadan kaldırılması, tüm ezilen halklara kendi kaderlerini tayin hakkı. Bolşevikler buna rağmen, Alman halkını dikkate almaksızın, Alman emperyalizmiyle anlaşma imzaladılar. Bu anlaşma Letland, Finlandiya, Ukrayna ve Beyaz Rusya’ya ihanet edilerek satın alındı. Sonuç? Yıllar süren iç savaş, birlik olmaları devrimin savunulması açısından yaşamsal önemde olan devrimci güçlerin parçalanması ve ülkeyi bugüne kadar egemenliği altında tutan kızıl dehşetin başlaması.
Ukrayna ve Beyaz Rusya köylüleri Alman saldırganları geri püskütrtmeyi bildiler, ancak Bolşeviklerin ihanetini ne unuttular, ne de affettiler. “Çeteleri yok etmek” için Ukrayana’da sürekli olarak bulundurulan bir milyon askerin varlığ, Ukrayna köylülerinin Bolşevik devleti nasıl bir aşkla sevildiklerine tanıklık ediyor. Brest-Litowsk ihanetine kadar işçilerle omuz omuza olan köylüler, anlaşmanın ardından, işçi ve köylülerin temsilcileri olma iddiasındaki Bolşeviklere nefret ve tiksinti duygularıyla yüz çevirdiler. Lenin, devrimin nefes alması için onay istiyordu. Ama bu onun Rusya açısından bedeli en ağır olan hatasıyd: çünkü bu, devrimin boğulması demekti.
1: Kardinallerin Papa’yı seçmek için yaptıkları toplantı (ç.n)
2: (Latince) hata yaptım (ç.n)
Raswjorstka (Ürünlerin Zorla alınması)
Brest-Litowsk Anlaşmasını, Raswjorstka, yani ürünlerin köylülerden zorla alınması izledi. Bolşevikler, Raswjorstka’ya, şehirlerin yiyecek gereksinimini karşılamayı reddettikleri için başvurmak zorunda kaldıklarını iddia etmekteler. Bu, olsa olsa, kısmen doğrudur. Köylüler gerçekte ürünlerini hükümetin ajanlarına vermeyi reddediyorlar ve işçilerle doğrudan ilişki kurabilme hakkını talep ediyorlardı. Ancak köylülerin bu talepleri kabul edilmedi. Bolşevik hükümetin yetersizliğii ve bürokrasinin kokuşmuşluğu köylülerin memnuniyetisizliğinin ortaya çıkmasında büyük rol oynadı. Ürünlerine karşılık olarak vaat edilen endüstri ürünleri köylülere ya hiç ulaşılmadı ya da ulaştığı ender durumlarda da eksik, kırılıp dökülmüş olarak ulaştı. Kharkowda bulunduğum dönemde bürokrasinin merkezi mekanizmasının yetersizliğini gözleyebilme imkanım olmuştu. Bir büyük fabrikanın deposunda çok soayıda tarım makinası bulunuyordu. Moskova, sabotaj cezası tehdidi ile bunların iki hafta içinde hazır hale getirilmesini emretti. Emir yerine getirildi. Ama daha sonra makinalar altı ay boyunca burada yatmaya devam etti ve merkezi hükümet bunları makina gereksinimleri had safhada olan köylülere dağıtma konusunda en küçük bir girişimde bile bulunmadı. Bu, Moskova’daki “sistemin” nasıl çalıştığı, daha dorğusu çalışmadığını gösteren çok sayıdan örnekten sadece biridir. Bu koşullarda köylülerin, Bolşevik devletin yönetme yeteneğine olan güvenlerini yitirmiş olmalarına şaşılabilir mi? İşte Bolşevikler, sonunda köylülerin güvenini ikna ve dostlkla kazanamayacaklrını görmek zorunda kaldıkları çareyi Raswjorstka’da, yani ürünleri köylülerden zorla almada buldular. Köylüleri bu kadar öfkelendirecek ve onları yeni hükümetin mutlak düşmanı haline getirecek daha başarılı bir yöntem asla bulunamazdı. Raswjorstka, köylüleri sürekli tehdit altında tutan bir dehşet sembolü oldu ve onların herşeyini ellerinden aldı. Bu çılgın yöntemin, çok sayıda kurbana ve davasa tahribata yol açank korkunç sonuçlarına ilişkin tam bir dökümünün yapılması anacak gelecekte mümkün olabilecektir. İnanılmaz gibi gözükse de açlığın en büyük nedenlerinden birinin Raswjorstka olduğu, Rusya’da iyi bilinen bir gerçektir. Çünkü bu sistemle sadece köylülerin son pudlarına(3) değil, gelecek yıl ekecekleri patateslerine ve tohumlarına da el konuldu. Volga yöresindeki içler acısı durumun asıl nedeninin kuraklık olduğu doğrudur. Ama birkaç bölgenin Volga’daki açlığa derman olacak kadar ürün yetiştireceği de en az o kadar doğrudur.
Mallarına el konulan köylülerin hükümet ajanlarına karşı direnişlerini takip eden ve daima “komünistlerin” yönetiminde gerçekleştirilen cezalandırma seferlerinde köylülere karşı şiddet kullanılıyor ve genellikle, uğranılan köyün tümü tahrip ediliyordu. Köylülerin yerel makamlar ve nihayet Moskova nezdindeki protestoları da sonuçsuz kalıyordu. Şimdilerde Rusya’da Bolşeviklerin gıda maddedileri “toplamaları” ile ilgili anlamlı bir anekdot dilden dile dolaşmaktadır: Bir köylü heyeti Lenin’in karşısına çıkar; “Evet beybaba,” der Lenin köyün en yaşlısına, “artık memnun olmalısınız. Toprağınız, ineğiniz, tavuğunuz, kısaca herşeyiniz var.” “Öyle evlat, Tanrıya şükür,” diye yanıtlar köylü. “Toprak bana ait, ama ürünü elimden alıyorsun; inek benim malım, sütü elimden alıyorsun; tavuk benim tavuğum, yumurtayı elimden alıyorsun. Tanrıya şükür evlat.”
Bu şekilde sömürülüp aldatılan köylüler komünistlere cephe aldılar. Raswjorstka, tüm adaletsizlikleriyle ceza seferleri, ülkede güçlü bir devrm karşıtı hissiat yarattı. Rusya konusunda yazılar hazırlayan kimi yazalar hükümetin köylülerin uzlaşmazlıklarıyla ilgili geliştirdiği tezi aynen kabullendiler. Örneğin, bugünkü Rusya’nın diğerleriyle karşılaştırılamayacak ölçüde en samimi ve ciddi eleştirmeni Bertrand Russel,”Bolşevizmin Teorisi ve Pratiği” başlıklı yazısında şöyle diyor: “Köylülerin Bolşeviklere yönelik antipatileriyle ilgili nedenlerin yetersiz olduğunun itiraf edilmesi gerekir.” Açıktır ki, Bertrand Russel’ın Raswjorstka’nın sonuçlarını gözlemleme fırsatı hiç olmamıştır, yoksa başka bir izlenim edinirdi. İşin gerçeği, Rus köylüleri o kadar pasif ve ağırkanlı olmasalardı, Bolşevik Devletin ömrü fazla uzun olmazdı. Görünen o ki, Bolşevik devlet, köylülerin pasif direnişi sonucu bile neredeyse yıkılacaktı. Lenin’i yeni vergi politikasına ve serbest ticarete zorlayan şey – Raswjorstka’nın insanlık dışı ve karşı-devrimci olması değil- bu gerçeğin farkedilmesidir.
3: Pud: Eski Rus ağırlık ölçüsü: 16.38 kg(ç.n)
Rus Kooperatifleri
Rus kooperatifleri halkın yaşamında büyük bir kültürel ve ekonomik güç oluşturuyordu. 1918 yılında ülke çapında 25.000 şube ile büyük bir ağ oluşturan kooperatiflerin dokuz milyon üyesi vardı. Aynı dönemde, ödenmiş semayaleri 25 bin rubleyi bulurken, bir önceki yılda ciroları 200 milyon ruble tutuyordu. Açıktır ki, kooperatifler devrimci örgütlenmeler değillerdi. Ancak varlıkları şehirle köy arasındaki ilişkilerde bağlantı unsuru olarak hayati önem taşıyordu. Başlarında ne türden karşı-devrimciler olursa olsun bunlar, tüm örgütlenmeye zarar vermeden, kolaylıkla ayıklanabilirlerdi. Ancak bu yaplanmaların faaliyetlerine izin verilmesi, kaçınılmaz biçimde, merkezi devletin yetkilerinin sınırlanması gibi gözükecekti. Bu nedenle kooperatifler “tasfiye edildi” ve böylelikle Rusya’nın yeniden inşası açısından önemli bir unsur yok edildi. Ancak kooperatifler zafer çığlıklarıyla öbür dünyaya gönderildikten, kooperatif hareketi içinde özveriyle çalışmış çok sayıda kadın ve erkek yaşamlarını atıl bir şekilde cezaevlerinde geçirdikten sonra, Lenin bir kez daha göğsünü dövüyor ve bir kez daha -mea culpa- diyordu. Bugün kooperatifler yeniden kurulmaya ve ölü bedenler caanlandırılmaya çalışılıyor. Kooperatiflerin yasal olarak yeniden tanınmalarından kısa bir süre önce, o sırada ölüm döşeğinde olan Kropotkin, Dimitrof’dan altı kooperatifiçinin cezaevinden salıverilmesi arzusunu dile getirmişti. Bu adamları ciddi ve inançlarına bağlı işçiler olarak tanıyordu. Yaptıklarına sadık kaldıkları için zaten 18 aydan beri Butyrki hapishanesinde çile çekiyorlardı. Bunlar ancak Lenin’in kooperatiflerin yeniden kurulması gerektiğini açıklamasından sonra serbest bırakıldılar. Kooperatiflerin Bolşevik devlet yapısı içerisinde, tasfiye edilmelerinden önce sahip olduklar anlamı ve gücü bir gün kazanacaklarına inanmak zordur.
Sovyetler
Bugünkü Rusya’yı Sovyet Rusya, Bolşevik devleti de Sovyet Devleti diye adlandırmak düpedüz gülünçtür. 1905 devrimi sırasında ilk kez kurulan Sovyetler Ekim Devriminden sonra yeniden ortaya çıktılar. Sovyetlerin Bolşevik hükümetine olan yakınlığı ilk Hristiyan hareketin Hristiyan kilisesine yakınlığı kadardır. Köylü, işçi, asker ve denizci konseyleri Rus halkının özgürleşen güçlerinin kendiliğinden sonuçlarıydılar. Sovyetler, kitlelerin yüzyıllar boyu süren baskı dönemlerinden sonra dile getirdikleri gereksinimlerine denk düşüyorlardı. Daha 1917 yılının Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında Sovyetlerin dinamik gücü, işçileri ve köylüleri fabrikaların ve toprağın mülkiyetini ele geçirmeye zorluyordu. Sovyetler büyük bir hızla bütün Rusya’ya yayılıp Ekim Devriminin ateşini tutuşturdular ve çalışmalarını bu olaydan sonra da aylar boyunca sürdürdüler. Sovyetlerin anlamını kavrayamayan bazı sosyalist politikacılar bizzat Sovyeler tarafından bir kenara atıldılar. Bu hareketin kabaran dalgasına karşı çıkmayı deneselerdi Bolşeviklerin başına da aynı şey gelirdi. Ancak kurnaz ve hilekar bir cizvit olan Lenin, halkın genel çığlığını kendi parolası haline getirdi: -Bütün İktidar Sovyetlere!- Ancak Lenin ve sadık kullarının kendilerini koltuklarında emniyette hissetmelerinden sonra Sovyetlerin yıpratılması süreci başladı. Bugün Sovyetler Rusya’daki herşey gibi, bedensel varlıkları kaybolmuş birer siluetten başka birşey değildirler.
Sovyetler, bgün sadece Komünist Partisi’nin kararlarını tekrar ediyorlar. aşka bir politik yaklaşımın duyulma olasılığı yoktur. Komünistlerin seçim yöntemleri Tammany Hall’i(4) bile kıskandırıyor olmalıdır. Rusya’ya geri dönüşümden kısa bir süre sonra önde gelen bir komünist bana, -Murphy usta ve Tammany Hall bizim elimize su dökemez- demişti. Ben doğal olarak adamın şaka yaptığını düşünmüştüm. Ancak çok geçmeden gerçeği ifade ettiğini farkettim. Komünist oyları şişirmek için komünistler her tür hileyi kullanıyorlar. Alışılmış yöntemlerin yetmediği yerlerde istihkakın kesilmesi ve tutuklama tehditleri kullanılıyor. Çeka, kader gibi her an hazır ve nazırdır ve seçmenler kendilerini neyin beklediğini bilmektedirler. Bu nedenle komünistlerin neden bütün seçimleri kesin olarak kazandıklarını anlamak kolaydır. Buna rağmen Bolşevik Rusya’da Menşeviklerin, Sol Sosyalist Devrimcilerin, hatta Anarşistlerin ara sıra bir temsilci çıkarabilmeleri az şey değildir. Yayın çıkarma, özgür konuşma ve fabrikalarda yasal propaganda hakkı olmadan muhalefet partilerinin Sovyetlere temsilci seçmeyi başarmaları bir mucize gibidir. Ancak orada sesini duyurma olanağı hiç yoktur. Komünist şakşakçılar (kişiliksiz alkışçılar) komünistler dşında kimsenin sesinin duyulmamasına özen göstermekteler.
Arada sırada bir anarşist Sovyet seçilirse, hükümet normal olarak temsilciliği tanımayı reddetmekte ya da Çeka, herhangi bir bahaneyle, seçilen kişinin karşısına çıkarılmaktadır. 1920 yılında Moskova’da fabrika kulüplerinden birinde bir seçimde bulunmuştum. Hükümet, işçilerin adayı olan bir anarşistin seçilmesini ikinci kez onaylamamıştı. Karşı aday olarak Maku sağlığı İdaresi komiseri Semasçko çıkarılmasına rağmen, işçiler üçüncü kez anarşisti seçtiler. Semasçko’nun, rakibinin kişiliğine yönetlik hakaretleri, onu gözden düşürüme çabaları, seçmenleri yumrukla yıldırma ve aforoz etme tehditleri fayda etmedi. İşçiler adamın yüzüne karşı güldüler, alaycı bravo çığlıklarıyla onunla dalgalarını geçtiler ve üçüncü kez anarşisti seçtiler. Birkaç ay sonra, seçilen kişi bir bahaneyle tutuklandı ve ancak uzun bir açlık grevi sonunda ve o sırada Moskova’da bulunan bir İngiliz işçi misyonunun gezisi sırasında bir skandalın patlak vermesini önlemek isteyen Bolşeviklerce serbest bırakıldı. Moskova’yı terk etmemden, yani 1 Aralık 1921’den hemen önce Moskova Sovyetinin üç anarşist üyesi tutuklandı. Bunlardan birisi başkent dışına sürgüne gönderildi. Diğer ikisi hakkında ise, sonradan öğrendiğime göre, normal olarak, sorgu yapılıp dava açılmadan sanığın kurşuna dizilmesi ile sonuçlanan -çetecilik ve yeraltı faaliyeti- suçlamasıyla dava açılmış. Bu kişilerin suçları Moskova Sovyetinde her şeyi açık yüreklilikle söylemekten ibaretti. Bu yüzden oradan -uzaklaştırılmaları- gerekiyordu. Açıkça görülmektedir ki, ne Moskova Sovyetinin, ne de Rusya’daki başka bir Sovyetin görevini yaparken kendi başına karar verme hakkı ya da bağımsızlığı hakkı söz konusudur. Hatta Komünist Partisi’nin sıradan bir üyesinin bile orada görüşlerini açıklama konusunda fazla olanağı yoktur. Hem Sovyetlerin, hem de tüm Bolşevik hükümetin içinde -proletarya diktatörlüğü- çok küçük bir grubun elinde bulunmaktadır – o, Rusya’yı ve Rus Halkını tek başına egemenliği altında tutan merkezdeki küçük gruptur.
Bir zamanların ideali olan -işçilerin, köylülerin ve askerlerin özgür fikir alışverişi- halkın artık rağbet etmediği ve tüm inancını yitirdiği bir komediye dönüşmüş bulunuyor.
4: 19. yüzyılda Amerika’da Demokrat Parti içine yerleşmiş mafyavari bir grup (ç.n.)
Çalışma Seferberliği
Gerçekte angaryadan başka bir şey olmayan çalışma seferberliği dünyaya komünist sistemin en önemli unsurlarından biri olarak övgüyle sunuldu. “-Bugün Sovyet Rusya’da herkes çalışmak zorundadır. Artık parazitler yoktur.-” Gerçi Lenin hiçbir zaman bu uygulamanın Rusya’yı yeniden inşa için yürürlüğe konan başka birçok benzer uygulamagibi bir hata olduğunu itiraf etmedi; ama onun, angaryanın işçilern verimliliğini artırmak konusunda hiçbir şey gtirmediğini net olarak anladığına inanıyorum. Uygulandığını dönemde angarya, sadece kitlesel bir kölelik sistemi kurmayı ve burjuva asalakların yerini Bolşevik asalaklar aygıtının almasını başardı. Görevi işçileri zorlamak, iş sırasında gözetlemek, tutuklamak ve zaman zaman da, işlerini izinsiz erketmeleri durumunda, kurşuna dizmekti. Gerçekten de işçilerin büyük çoğunluğu işyerlerine gidiyordu, ancak çalışmak için değil; avarelik etmek, karılarının ve çocuklarının köyde un ve patatesle değiştirebilecekleri birkaç parça malı gizlice üretmek için, Açlıktan ölmemenin tek yolu buydu.
Sadece köyden şehire bir şey getirilme imkanı üzerine bile bir kitap yazılabilir. Ticaret yasağıyla birlikte, resmi görevli olmayan herkesin köyden şehiren getirebilecekleri mallara el koymak üzere tüm tren istasyonlarına askerler ve Çeka elamanlarından oluşan müsadere birlikleri (Sagrhaditelniotrjad) yerleştirilmeye başlandı. Ancak büyük zorluklarla seyahat izni alabilen, seyahat imkanı çıkana kadar günlerce, hatta haftalarca istasyonlarda bekleyen, tıka basa dolu pis vagonlarda ayakta, bazen de vagonların üstünde ya da merdivenlerde yolculuktan sonra bir pud un ya da patates elde edebilen bu şanssız zavallılar, seyahatlerinin son istasyonunda önlerine çıkan müsadere birliklerinin herşeyi ellerinden almalarını sessiz sedasız sineye çekmek zorundalardı. Çoğu durumda komünist devletin koruyucuları el konulan malları kendi aralarında paylaşıyorlardı. Yoksul kurbanlar başlarına başka birşey gelmediyse kendilerini şanslı saymalıydılar. Çünkü değerli yüklerinin müsadere edilmesinin dışında, işin içinde, çok sık yapıldığı gibi, “-spekülasyon-” iddiasıyla, içeri atılmak da vardır. Kıtlık döneminde hayatta kalmaya çaba harcadıkları için Rusya’nın hapishanelerini dolduran mutsuz insan yığınlarının yanında, gerçekten spekülasyon yaptıkları için hapse atılanların sayısı yok denecek kadar azdır.
Bolşeviklerin bir konuda haklarını teslim etmek lazım -onlar yarım iş yapmazlar. Angarya yasallaşır yasallaşmaz acımasız ir şekilde uygulandı. Erkek kadın, genç yaşlı, yırtık pırtık ayakkabıları ve lime lime olmuş ince elbislerine akılmaksızın, ayrım gözetilmeksizin, buz gibi havada ve tipide kar küremeye ya da buz kırmaya zorlandılar. Bazen odun kesmek için gruplar halinde ormana gönderildiler. Sonuç zatülcenp, akciğer iltihabı ya da veremdi. Ancak bu sonuçlardan sonra Kremlin’deki bilgeler işbölümünü düzenleyecek bölümler açtılar. Bu bölüm, işçilerin bedensel güçleri konusunda karar veriyor, onları sınıflandırıyor ve mesleklerine göre işlere dağıtıyordu.
İşe zorlamak için kullanılan yöntemlere karşı derin bir nefret duydukları için, insanların bu köleleştirici ve insanlık dışı koşullarda işten kaçmaya çalışmalarına şaşmamak gerekiyor. İnsanlar zamanla komnist devlet, damarlarından yaşam enerjilerini soğuran bir sülük gii görmeye başladılar. Uzun savaş yıllarının darbelerini yaşayan, Yudeniç’in sürülerine karşı şehirlerini kahramanca savunan, savaş ve açlığın dehşetini yaşayan, tüm Rusya’nın en devrimci işçileri olarak nam salan Petrograd işçilerinin bile sahte devrimcilerden ve onlarla bağlantılı her şeyden nefret etmeye başlamaları bir mucize miydi? Ancak bu onların hatası değildi. Onların ideallerini ve inançlarını yıkan Bolşeviklerin zalim devlet mekanizmasıydı. İnsanlarda, ancak uzun dönemde aşılabilecek devrim karşıtı bir ruh hali yaratan oydu.
Petrograd Sovyeti’nin bir toplantısındaki bir saneyi hiç unutmayacağım. Kronstadt’ın kaderi ile ilgili kararın verileceği geceydi. Komünist liderlerin uzun konuşmalarından sonra birkaç işçi ve denizci söz istedi. ir cephane işçisi konuşuyordu. Yüzü izleyicilere değil, oturum başkanına dönüktü. Gerinlikten sesi titriyor, gözleri alevler saçıyor ve tüm bedeni sarsılıyordu. Petrograd Sovyeti’nin başkanı Zinovyev’e hitap ediyordu: “-Üç buçuk yıl önce siz Alman ajanı, devrim düşmanı olarak damgalanıp hafiyelerin hakaretlerine ve takibine uğrarken, biz Petrogradlı işçiler ve denizciler sizi kurtardık, sizin için savaştık, kan döktük ve sizi sonunda bugün olduğunuz yere getirdik. Bunu siz halkın isteklerine tercüman olacağınızı düşündüğümüz için yaptık. Ama o andan itibaren siz ve hükümetiniz bizden uzaklaştınız. Ve şimdi bizlere hakaretler yağdırıyor ve bizi karşı-devrimci ilan etmekte diretiyorsunuz. Ekim Devriminde verdiğiniz sözleri yerine getirmenizi istediğimiz için bizi hapse atıyor ve kurşuna diziyorsunuz.-”
Adamın başına neler geldiğini bilmiyorum. Cüretkarlığından dolayı cezaevini ya da merzarlığı boylamış olabilir. Ama çığlığını kimse duymadı. O çığlık, devrim döneminde olağanüstü bir coşku düzeyine ulaşan, şimdiyse bolşevik devlet tarafından zincire vurulan ve ölümle pençeleşen bir ruhun, tüm Rus halkının ruhunun çığlığıydı.
Çeka
Çeka, tam adıyla Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonu, şüphesiz Bolşevik rejimin en karanlık kurumudur. Bolşeviklerin iktidar almalarının hemen ardından, karşı-devrime, sabotaj ve spekülasyona karşı mücadele amacıyla kuruldu. Başlarda İçişleri Komiserliği, Svoyetler ve Komünist Partisi’nce kontrol edilen Çeka, zamanla tüm Rusya’nın en güçlü örgütü haline geldi. Çeka bugün devlet içinde bir devlet değil, devlet üzerinde bir devlettir. En ücra köyüne kadar bütün Rusya bir Çeka ağıyla sarılmış durumdadır. Devasa bürokratik sistemin her bölümünün, tanrısal kudreti ile Rus halkının ölüm kalımı konusunda karar veren kendi Olağanüstü Komisyonu mevcuttur. Çeka’nın yarattığı cehennemi tüm dehşetiyle dünyaya anlatabilmek için Dante olmak gerekirdi: Kendi maşaları üzerinde yarattığı bayağılaştırıcı, kişilik yıkıcı etki; Rusya’ya yaydığı dehşet, güvensizlik, nefret, acı ve ölüm korkusu.
Tüm Rusya Olağanüstü Komisyonu’nun başı Dzerjinski’dir. Başkanlığın diğer üyeleri gibi o da denenmiş bir “komünisttir”. Kamuya açık bir raporda şöyle diyor Dzerjinski: “Biz örgütlenmiş dehşetin temsilcileriyiz… biz Sovyet rejiminin düşmanlarını terörize ediyoruz. Ev arama, mala ve sermayayeye el koyma, göz altına alma, soruşturma yapma, suçlu olduğuna inandıklarımızı yargılama ve cezalandırma ve idam cezası verme yetkisine sahibiz.” Başka bir deyişle, Çeka aynı zamanda muhbir, polis, hakim, gardiyan ve cellattır. O, kararlarına itiraz edilemeyen ve eline düşenin nadiren kurtulduğu en yüksek otoritedir. Operasyonlarını hemen her zaman geceleri yapar. Bir bölgedeki ani bir ışık seli Çeka’nın olağanüstü hızlı otomobillerinin gürültüsü, halkı ürkütmenin ve dehşete düşürmenin sinyalleridir. Çeka gene iş başında. Bu gece tutuklanan bahtsızlar kimler acaba? Sırada kim var? Çeka devrim düşmanlarına karşı savaşmak amacıyla kurulmuştu. Ancak Çeka’nın ortaya çıkardığı her gerçek komplonun ardından, yeni uydurma ya da bizzat kendilerinin teşvik ettikleri komplolar çıkıyor. Çeka’nın en önemli unsurunun ajan ve provokatörler olduğunu unutmamak gerekiyor. Bunlar tifüs salgını gibi Rusya’nın tüm atmosferini zehirliyorlar. Kurbanlarını kıstırmak ve onları tehlikeli karşı-devrimciler ve spekülatörler olarak cezalandırmak için, ne kadar iğrenç ve korkunç olursa olsun, her türlü vasıtayı kullanmaktan çekinmiyorlar. Gerçekte ise Çeka’nın bizatihi kendisi karşı-devrimci saldırıların ve emsalsiz spekülasyonların yuvasıdır.
Her komünist, parti disiplini gereği, her zaman Çeka’da görev yapmakla yükümlüdür. Ancak Çeka mensuplarının büyük çoğunluğu eski Çarlık Okhrana’sının, Kara Yüzler’in elemanlarından ve ordunun eski üst rütbeli subaylarından oluşmaktadır. Bunlar barbarca yöntemler kullanmak konusunda ihtisas sahibi kişilerdir. Batılı ülkelere Rusya’da, başlarında işçi ve köylülerin bulunduğu halk mahkemeleri üzerine yazılmış parlak raporlar verildi. Çeka’nın alanında bu tür mahkemelerin esamesi bile okunmaz. Oturumlar gizlidir. Sözüm ona sorgular, tabii yapılıyorsa, her tür adaletin grotesk bir biçimde çiğnenmesinden başka bir şey değildir. “Sanık” daha önceden üretilmiş delillerle karşı karşıyadır. Ne tanığı vardır, ne de savunma imkanı verilmiştir. Bu dehşet odasını terk ederken serbest mi bırakılacağı, yoksa hüküm mü giyeceği konusunda bir fikri yoktur. Bir gece hücresinden geri getirilmemek üzere alınıp götürülene kadar sinirleri harap eden sürekli bir belirsizlik içinde yaşar. Ertesi gün bir Çeka mensubu kalan pılı pırtıyı almak için hücreye gittiğinde, diğer tutuklular, soğukkanlılıkla işlenen sonu gelmez cinayet serisine bir yenisinin daha eklendiğini öğrenmiş olurlar. Ya akraba ve arkadaşlar? Onlar, günler haftalar boyu Çeka merkez binasının bulunduğu Lubyanka sokağında sıraya girer, bir önceki gece kurşuna dizildiğini öğrenecekleri güne kadar sabırla yakınlarından bir haber beklerle. Böylece bu kederli insanların trajedilerine ve acılarına bir de aşağılanma eklenmiş olur.
Çarlığın eski Okhrana’sının yaptığı gibi Bolşevik Okhrana da yaptığı alçakça şeyleri halktan gizliyor. Ama gerçek günün birinde gün ışığına çıkacak. Çeka’nın duvarlarının arkasında yapılan korkunç işlerle- vahşi işkenceler, rüşvet, yaygın spekülasyon- ilgili şimdiden oldukça önemli yazılı materyal bulunuyor. Durum hakkında bilgi sahibi olmak için Bolşeviklerin muhaliflerine uzlaşmanız bile gerekmiyor. Çeka’nın kendisi de zaman zaman bize bu materyali sunuyor. Örneğin Çeka’nın haftalık yayın organının üçüncü sayısındaki bir yazıda işkencenin zorunluluğu savunuluyor: “Bu kadar duygusallık yeter” başlığını taşıyan yazıda kelimesi kelimesine şunlar söyleniyor: “-Rusya’nın düşmanlarına karşı mücadelede, onları itiraf etttirmek ve sonunda başka bir dünyaya göndermek için işkenceyi kullanmak zorunludur.” -Okuyucu asla Çeka’nın 1918’den itibaren ilerici olduğu vehmine kapılmamalıdır. Geçen yıl Profesör Tagantseff’in sözüm ona komplosu açığa çıkarıldığında tutuklulara dayak atıldı, içecek verilmeyerek işkence yapıldı ve ek olarak benzeri olağandışı “devrimci” yöntemler de kullanıldı. Bu bilgileri karşı devrimcilerden değil tutuklular arasında bulunan ve Çekacı yöntemlerin başarısına tanıklık eden çok dürüst bir komünistten aldım. Karşı-devrimciler arasında bir komünist mi? Bu nasıl mümkün olabilir? Çok basit. Çeka ağını attığında suçlularla birlikte suçsuzları da, gerçekte çoğunlukla suçsuzları da yakalar. Yoksa, bütün şehir duymadan örneğin 68 kişinin bir komploya katılması nasıl mümkün olabilir? Gerçekten de geçen yaz 68 kişi Petrograd’da Tagantseff komplosuyla ilişkilendirilerek kurşuna dizildi. Ve bu sayı Çeka’nın zindanlarında ölüme gönderilen suçsuz erkek ve kadınların, hatta çocukların küçük bir yüzdesini oluşturuyor.
Hükümetten tekrar tekrar bu korkunç örgütün gücünün sınırlanması talep edildi. Böyle bir deneme 1920 yılının sonbaharında yapıldı. Ama hemen bunun ardından Moskova’da işlenen suç sayısı hızla arttı ve “komplolar” sıklaştı. Tabii ki, Çeka’nın, Bolşevik devlet açısından vazgeçilmezliğini kanıtlaması gerekmekteydi. Bunun üzerinde Dzerjinski’ye açık bir teşekkür mesajı gönderildi ve bu mesaj Pravda’da yayımlandı. Petrograd Sovyeti’nin toplantılarının birinde Zinovyev, Dizerjenski’yi, “kendini devrime adamış bir aziz” ilan etti. Karanlık Ortaçağ’ın tarihi bu tür martirlerle doludur. Bolşeviklerin insanlık tarihinin en karanlık dönemini taklit etmek zorunda kalmaları ne korkunç.
Bu vesileyle, Bolşeviklerin, 1917 yılında geçici hükümetin asker kaçakları için ölüm cezasını yürürlüğe koyma girişimi sırasındaki tavırlarını hatırlamak ilginç olacaktır. O zaman Bolşevikler bu türden bir vahşete karşı çok şiddetli tepki göstermiş, ölüm cezasının insanlık açısından ne kadar barbarca ve alçaltıcı olduğunu savunmuşlardı. ekim Devriminden hemen sonra, Sovyetlerin İkinci Tüm Rusya Kongrelerinde Bolşevikler, diğer devrimci unsurlarla birlikte, bu cezanın kaldırılması doğrultusunda oy vermişlerdi. Bugün Razstrels (kurşuna dizme) Çeka’nın komünist devletçe kabul edilen ve bir komünist azizin yetkisi dahilinde uygulanan en gözde yöntemdir.
Peki, sosyalist devrimin yeni bir toplumsal yaşamın doğum eylemi olduğunu vazeden Marksizm ne olacak? Rusya’da uygulandığı şekliyle Bolşevik yöntem ve ilkelerde bunun bir işareti var mıdır? Bolşevik devletin kanıtladığı şey, kendisinin şimdiye kadar Rus devrimi açısından yok edici bir komplo olduğu ve böyle olmaya devam ettiğidir.
nasıl ki kemalistler ya da tam tersi liberaller cumhuriyeti demokrat parti öncesi ve sonrası/ atatürk öncesi ve sonrası diye makasla kesiyorlar, aynısını bizim sosyalistler de lenin öncesi ve sonrası olarak yapıyorlar.
bu bilim karşıtı iki yüzlülükten başka bir şey değildir. tarih devamlılık ister. makasla bir yerinden kesip atamazsın. sosyoloji sana “hayırdır kardeş ne yapıyorsun!” diye sormaz mı? sosyolojiden korkmuyorsan bari babalarından marx’tan kork.
bakıyorum türkiye emekçi sınıfını hiç ilgilendirmeyen yazılar yazılmış anlaşılan loş odalarda masa başında sıgarası önünde visgi yudumluyorlar .türkiyenin kürt sorunu yoksul topraksız köylüsü batı emperyalizimi yok çözüm üretilmiyor üretilmeside beklenemez gün zileli geçmişini pazarlıyor
Ekim devrimi öncesinde Lenin uluslararası düzeyde sosyalistler arasında Menşevik Martov kadar tanınan biri değildi. Ekim’den sonra Martov tamamen unutuldu ve Lenin ünlü bir düşünce adamı oldu. Keza Ekim öncesinde yapılan tüm parti kongrelerinde Stalin teorik konularda hiç konuşmamıştır. Bir teşebbüsü nedeniyle delegeler tarafından alaya alınmıştır. Kurduğu cümleler çok aptalcadır. Teorik yazıları tehdit ve aşağılmaları içerir. Rusça’ya hakim olmadığı da söylenir. Ancak Stalin 1930’lu yıllarda büyük bir teorisyen olarak ilan edildi. Bu teorisyen veya sosyal bilimci partinin tüm teorisyenlerini ve 8 milyon Rus köylüsünü öldürdü.
Aynı şekilde Mao, E.Hoca, Kim Il Sung ve Pol Pot iktidarı eline geçirdikleri için teorisyen oldular. İktidardan uzaklaşmalarıyla birlikte teorileri tüm önemini kaybetti. Mao’nun insanoğlunun zekasını alenen aşağılayan Kızıl Kitabı Çin’de bile artık ciddiye alınmıyor. E. Hoca’nın tüm kitaplarını Arnavutlar kamyonlarla kağıt fabrikasına gönderdiler.
Keza Türkçeden başka bir dil bilmeyen, ancak Türkçesi İbrahim Tatlıses Türkçesine benzeyen A. Öcalan bir sürü teori oluşturdu. Bir zamanlar Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek bile onda bir derinlik buldular.
Türkiye’de radikal devlet karşıtlığına damgasını vuran Bolşevizm/Stalinizm, Maoculuk ve Pol Potçuluktur. Ben hukuk devletini ve insan haklarını hiçe sayan bu akımları faşist olarak tanımlıyorum.
http://www.dersimsite.org/yahudi1.html –
anonim beyefendi,
. bolşevikler ,maocular, stalinistler devlet karşıtı değildir, devleti ele geçirmek isterler ve geçirmişlerdir, hiç biri devleti ortadan kaldırmak istememiştir. sonracığıma, devlet ve hukuk bir oxmory durumudur. birarada olamazlar, bütün devletler bir sınıfın egemenliğini korumak kollamak içindir, insan hakları diye bir şey söz konusu olamaz, ancak egemen insanın haklarını korurlar. devletin tüm hukukuda egemenin durumunu sürdürebilinir kılmak içindir.
Onu biliyorum. Burada, “Türk Devleti”ne karşı olan Stalinistlerden bahsediyor zaten. Türkiye’deki Stalinistlerin-Maocuların (ve “Stalin devleti”, “Mao devleti”nin) en az karşı oldukları “Türk Devleti” kadar suçlu olduğunu savunuyor yazar. “Devlet” konusunda ise haklısın.
“Bu konudaki düşüncelerimin bilindiğini sanıyorum. Bir devrimin olmazsa olmaz koşulu inisiyatifin gerçek emekçi kitlelerin elinde olmasıdır. Bu inisiyatifi emekçilerden alıp bir partiye, bir organa verdiğiniz an orada devrim bitmiş demektir.”
şu yazıyı ilk okul çocuğunun eline verin şunu söyler..” …öğretmenim mi yapacakmış devrimi..”
bir emekçi kadına okutun “…kocam mı devrim yapacak…” aa…
ve bir emekçiye verin ” ..boş vaktim yok…” der..
sayın zileli eğer sandığınız gibi varolan toplum dinamikleri devrim yapsaydı şimdiye kadar sayısız devrim yapmıştı… doktor hasta ilişkisini ele alalım daha açıklayıcı olacaktır…
Bir doktorun eğer bir ilacı yoksa o doktor gider sizin gibi habire hastaya tedevisinin ne kadar mümkün olmadığını anlatır durur… siz şu anda bunu yapıyorsunuz yukarıdaki söylemlerinizle… elinizde ki hastanıza bu sistem içinde çok sağlıklı beslenmesi gerektiğini vs söyleyebilirmisiniz… ama söylüyorsunuz… koşulları mümkün müdür buna… değildir.. neden çünkü hastalığın gerçek sebebi zaten buna müsade etmiyor… siz aynen doktorlar gibi hastaya ilaç dayatmaya meraklısınız..komünistler de bu hastalığın sebebini ortadan kaldırmaya çalışırlar… peki bir hastalığı tedavi etmek için o hastalıklı bedeni hemen alırmısınız muayenehanenize…alamazsınız… parti de almadı alsaymıydı sizce… elinizde güçlü stilize yöntemleriniz yoksa… sonra alla muhafaza kendinize bulaştırsınız.. aman aman.. ama bolşeviklerin vardı… bolşeviklerin vardı ki tüm o hastalıklı toplum onların doktorluğuna inandılar yoksa ilacın adı komünizm değilde anarşizm olurdu… ve elinizde ne kadar güçlü ilacınız olsa bile o hastalar can acısından yaşadıkları kaostan dolayı kimseye inanmazlar… çünkü tedavi edecek kişi uzaydan gelmiyor…aynı toplum içinden geliyor.. bu yüzden güven biraz zor… anlaması lazım, tanıması lazım… az çok tedavi yöntemlerini görmesi lazım… ve doktor bunu hastaya yansıtabildiği kadar başarılıdır… eğer bunu yansıtamazsa hastadan şimdi bügünlerde bayağı gündem olduğu gibi dayağı yer… siz doktoru hastanın eline vererek tepe takla ettiniz… bizim komünist doktorlarımız ile ilgili eleştirilerinize gelince tüm toplum doktorları sadece bir hastalığa karşı sadece bir ilaç ile müdahele etmek zorundadır…çünkü karşımızda tek bir hastalık vardır hastalıkların anası Kapitalizm… eğer farklı ilaçlar ile müdahele ederseniz bu ilaç bazen tutsa bile gittiği yol farklı olacağı için yan etkileri olacaktır.. ve o hastayı iyileştirmeyip dahada kötü bir duruma sokacaktır.. o zaman o hastalar sana hiç güvenmezler şimdi olduğu gibi.. komünistler hangi yolun doğru olduğunu bilmek zorundadırlar… ve tüm komünistlerin bir tek ilacı olmak zorundadır.. çünkü yukarıda söylediğim gibi karşımızda sadece bir hastalık var… Kapitalizm… ve dağılan labaratuvarımızdan geriye kalan doktorlarımız her biri farklı yollardan hastayı tedavi etmeye çalıştılar.. bunlar bügün iki akım gibi bilinirler prof. dr.troçki ve prof dr. stalin… tabi bunların ‘izm’ leri… sizler bu hastalığı insanlara anlatırken bu geriye kalanların ne kadar beceriksiz doktor olduklarını ve bir çok hastayı öldürdüklerini söylüyorsunuz…ama hastalarımız sürekli tarihte tedavi yöntemi olarak bir o ilaca inanmışlar… evet doğru bunlar beceriksizlerdi.. bi saniye ama ellerinde ilaç vardı aa … ya arkadaş elinde hastayı tedavi edecek doktor neden iyileştirmezki?… işte buda bilimsel düşünmek zorunda olan doktorların sorunu.. yani aramızda iki doktor ellerinde ilaç olduğu halde bir haltlar yapamamışlar sonra girmişler birbirlerine falan…
onları sadece birer doktor oldukları için anlamak zorundayız… ama esas anlamamız gereken bizi ilgilendiren kısmı… yani ilaç… işte o ilacı anlayabilmek için inan dönüp doktorlara bakman gerekiyor… çünkü bir onlar bilirler.. malesef… siz bunları ayrıştırabildiğiniz ölçüde iyi bir doktor olabilirsiniz… bir doktorlara birde hastalığa bakarak neyin nerde doğru olduğunu anlamak için nereye bakmamız gerekir önce hastalığa..)
ve bunu kesinlikle unutmayın;
Kolu kırık bir hastanın doktor kırığını anlayabilmek için kolunu hafifçe oynatır veya röntgen filimini çekmek zorundadır.. biraz acı çekecektir hastamız ama emin ol iyileşecektir… ama sizler habire hastanın kolu incidi diyorsunuz aa ayıp ya ayıp?
inanın bu doktorlar gibi muayehanesi, labratuvar vs bir gün ortadan kalkacaktır… tüm hastalar iyileşinceye kadar…
durumu teoriye boğmak istemedim arkadaşlar )
Zileli bosuna israr ediyor, Türk Solu Kemal’den de, Stalin’den de vazgeçmez. Kendisinin de dedigi gibi Türkiye’de aslinda bir bakima üç ulus var, bu uluslardan biri olan Kemaliye ulusundan cacik olmaz. Bunlarin önyargilari degismez.
Tarihsel gerçekleri olduğunun dışında abartarak yüceltmek de yermek de çarpıklığa ve ”kara propaganda” amaçlı bir dezenformasyona hizmet eder kanaatindeyim.
Sayın Gün’ün yazısından ziyade, yazıya yapılan yorumlara dikkat ettim de 100 yıllık hastalığın halen aynı inatla tevarüs edebildiğine şahit oldum.
Zileli’yle ”mantık” ziyadesiyle ve ciddi argümanlarla tartışan arkadaşları ayrı tutmak kaydıyla, ona ”kafadan” ön yargılar ve ezber klişelerle karşı çıkmaya çalışanlara sözüm:
Şu haliyle ”gerekçeleriniz”in Kürtlerle savaş’ta ”devlet”in sivil katliamlara ilişkin gerekçelerinden ne farkı var? Hakim Ulus-devlet düşünme tarzı ve şeması ”kutsal kurum-devlet-beka” ile ”tali/kurban birey-insan” değil midir?
Otoriter, tek yönlü hiyerarşik kurumsal ilişki tesisatının olduğu her yerde yukarıda örneklenmiş şema ortaktır: Kurumlar karşısında feda edilip gözden çıkarılması muteber ve makbul birey.
Pre-kapitalist toplumların ”din-ahlak” temelinde yarattıkları ”resmi ideoloji”nin kapitalizm sonrası modernite döneminde sekülerleşerek devam ettiğini görüyoruz.
Kapitalizm öncesi toplumlarda, din ve ahlak karşısında ”birey” nasıl kolaylıkla feda edilebilir bir özne(?)yse, modernite sonrasında da birey ”devlet-ulus-parti-ideoloji” temelinde feda edilmektedir.
Şu haliyle ”feda” kendi başına ideolojik bir ”çarpıklığa” vurgu yapmıyorsa nedir?
Hiyerarşik-otoriter kurumsallaşmanın geldiği, geleceği yer tarihte her zaman ”tahakküm”dür. Formel-biçemçi düşünüşün insanlara biçtiği deli gömlekleri, tarım toplumlarından sanayi toplumlarına ‘hiyerarşi ve otorite” ürettiği her işleyişte ”arızalar” çıkarmıştır.
Öncü parti ve demokratik merkeziyetçilik ”kolpa”larına sorgusuz inananların kolaylıkla ”dindar bir teist”in düşünce şematiğine ulaşması epeyce ironik. Her ikisi de ”formel”, her ikisi de ”biçimlendirici”, her ikisi de ”otoriter”, her ikisi de ”tek yönlü”, her ikisinde de ”kurumlar baki-bireyler tali”.
Tarihte ”aşamalar” olduğunu kabul edebilir, bunların o zamanın ana-akım siyasal ve felsefi geleneklerin sakatlıkları olduğunu söyleyebiliriz. Şu durumda, tarihte takılıp ”stalin ne yapmış-ne yapmamış”tan ziyade, o tarihsel çarpıklıklara bakıp asıl biz ”ne yapmamalıyız”ı konuşabiliriz.
Bu durumda, 100 yıl öncesinin ”kolpa”sı öncü parti, dem. merkeziyetçilik ve profesyonel devrimcilik… gibi yanlışlarda ısrar mı edeceğiz?
İdea’ları, hala ısrarla ”otoriter-kurumsal hiyerarşi” temelinde örgütlemeyi mi düşüneceğiz?
Kimse kusura bakmasın ama ben bazılarının hayal ettiği gibi otoriter-sekter bir parti diktatöryasındansa burcuva-murcuva demokratik bir ”danimarka”da, ”norveç”te yaşamayı tercih ederim.
Hepsinden öte ”verimsizliği” akademik çalışmalarla da ”sabit” merkezci-vesayetçi parti/ sekter parti iktisadi tercihlerinin hali ortada. Tabi, kimileri bunun da ”burcuva iftiraları” olduğunu iddia edeceklere ”iyi uykular” diyebiliriz ancak.
.
sayın Gün Zileli ; MAHİR ÇAYAN, DENİZ GEZMİŞ ve İBRAHİM KAYPAKKAYA’ yı cıa,mit ajanı olarak göstermiş, 12 mart faşist dabesinin hazırlanmasında solun içindeki ajanlar demiştir..ayrıca yine kendisi mahir kaynak ı sol çevrelere büyük devrimci diye tanıtmış ve solun içine sokmuştur, 70 lerin başında…mahir kaynak bilindiği gibi THKP-C nin içindeki ajandır..daha sonra Gün Zileli yazdığı yazısında ilyas aydın a devrimciliğinin idade-i itibarını istemektedir..bu kendisinin haddine değildir çünkü ilyas aydını ögütü olan Thkp ajan ilan etmiştir, ayrıca esas ajanları büyük devrimci ve gerçek devrimcileri ise ajan ilan eden gün zileli neyin peşindedir? gün zileli sadece bunla kalmamış stalini de eleştirmiştir bunu yaparkende marksizmin tüm değerlerini stalinizme eşitleyerek tüm marksizmin yüce ilkelerini tahrif etmiştir.ancak bizler gün zilelinin neyin peşinde olduğunu çok iyi biliyoruz kendisi oportünzmin batağında bulunmaktadır…ondandır ki devrimci değerleri tahrif edip yozlaştırma yoluna gitmektedir…ama tarih geriye işlemeyeceği gibi devrimcilerde bu akıl bunaltma oyunlarına gelmeyip saflarındaki gün zileli gibi sağ sapma oportünistleri bertaraf edeceklerdir…!
Halim KAR la Söyleşiler; Hangisi Leninistti- Troçki-mi ? Stalin-mi ?
HALİM KAR ile EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE SÖYLEŞİLER 2 –
Kemal DOĞANdan okura açıklama;
Sayın okurlar,yazar Halim KAR ile EKİM devrimi üzerine yaptığım söyleşinin 2. Bölümünü sizlere sunuyorum. Ve sanıyorum ki,bu söyleşi bazı tabuları tartışmamıza yol açacak. Çünkü garip bir söyleşi haline dönüştü bu açıklamalar. Öyle şeyler konuştuk ki EKİM devrimi üzerine bir çok yazarla,o kadar olur.AMA,Halim KAR ile yaptığım söyleşi ? Hiçbir yazarın görüşüne uymuyordu. Belki de söyleşiyi, enteresan kılan yan buraydı.
Her konuda değişik bir bakış açısı vardı.Kendine Komünist demiyor, aksine Demokratım diyor ve aktif politikayı bıraktığını söylüyordu amma hala devrimlerle ilgileniyordu. Halim KARın bir özelliği de genç yazar çizer takımı istediği kadar hata yapsın,hiç karışmıyor,hatta onları yazıp,çizsinler diye cesaretlendiriyor, onlarında bizim kadar hata yapma hakkı var diyerek,sık sık Onları kamuoyuna tanıtıyordu. Genç kimdir ? diye Halim KARa soracak olsanız ? Sanıyorum, benden bir yaş küçük olan bile gençtir diye sizi cevaplayacaktı. Ben ise,ondan 30 yaş küçüktüm ve gençleri kırmadığını bildiğimden,onu sık sık gizli Troçkist olmakla itham ettim. O ise, sadece güldü.
Birgün bir konuşmamızda Ona,Biz size minnettarız dedim.O ise ; asıl, biz size minnettarız,bizi ve ideallerimizi yaşatacak olan asıl kuşak sizlersiniz.Evet,size bir enkaz bıraktık arkamızda, koskoca bir özür diliyoruz sizden, ama BÜYÜK ve ÖLÜMSÜZ bir ZAFER bıraktığımızı da unutmayın,eğer BAŞARIRSANIZ,biz gibi tarihin mahzeninde başarısızlıkla hatırlanmayıp, unutulmayacak ,asıl ÖLÜMSÜZLEŞECEK olan SİZLERSİNİZ dedi.
İşte söyleşinin bu kısmında yine ona ben gizli Troçkist derken,ve öyle düşünürken hala,O, bu sorularıma aşağıdaki cevapları veriyordu. Beraber izleyelim arzu ederseniz bu soru ve cevapları,ne dersiniz ?
HALİM KAR ile EKİM DEVRİMİ ÜZERİNE SÖYLEŞİLER 2 –
-Kemal DOĞAN ; Acaba, izlemek istediğiniz tarihsel hatta, şöyle bir çomak sokup, merak ettiklerimizi ÖN plana alsak, ezberinizi bozup konuyu dağıtmış ya da kafanızı karıştırmış olurmuyuz ? Merak ettiğim, “Çünkü,Stalinin akıl hocası ve önderi, teorisyeni; yüz yıldır iddia edildiği gibi LENİN değil, bizzat Troçki dir !”Diyorsunuz, bunu derken, bunun açıklaması ile ilgili bir soru sorulabilinir mi? Bence bu konuyu öne alıp, sizden cevap istesem ? Çünkü bu sizin tarafınızdan ileri sürülen yepyeni bir iddia gibi görünüyor sol saflarda ?
*Halim KAR; Bravo sana,işte soru böyle sorulur,harikasın sen çocuk ! Biz eski tüfek denilen tarihin ambarına kendilerini,kendi elleri ile itmiş olanlara,dahası; milyonlarca kitleyi ve emeği har vurup harman savuranlara karşı boynunuzu eğmeyeceksiniz ! Sözleriniz , sorgu ve itham dolu olmalı ! Sizlerin karşısında boynu bükük durması gerekenler bizleriz ! Koskoca bir enkaz bıraktık sizlere. Bizi ancak siz bağışlarsınız,Oda; Şan,şeref vede Zaferi sizlere bıraktığımız için ! (az bir şey,değildir bu ?)
Gelelim soruya; bu tezler (Stalin ve Troçki kafadardır) her ne kadar yeni görünse de, ben Fikret BAŞKAYAda dahil olmak üzere bir çok Aydınımızla bu tartışmayı yıllardır sözlü olarak yürütüyorum ama iyi oldu, şimdi yazıya dökelim bunu.Benim değil ama ezbercilerin ezberlerinin bozulacağı muhakkak. Müsadenle ara başlık atacağım bu konuya;
STALİN, HİÇBİR ZAMAN LENİNİST OLMADI ! O BİR TROÇKİST Tİ
Sınav soruları gibi sıralayalım öncelikle ama şu belgeyi buraya alarak. Stalin,Lenini ilk defa 1905te ki Fillandiya da yapılan Parti Konferansında görecekti.Bu konferansta Lenini beklerken kurduğu hayalleri ve duyguları kısaca kendi ağzından alalım buraya;
Bir büyük adamın toplantılara geç gelmesine ve katılımcıların nefeeslerini tutarak
Onun gelişini beklemelerine,büyük adam içeri girmeden önce alçak sesle:Susun !.. Sessizlik!.. Geliyor ! diye uyarılar yapılmasına alışılmıştır..
Bu tören bana LÜZÜMSUZ GÖRÜNMÜYOR,çünkü etki yaratıyor ve SAYGI UYANDIRIYORDU. Ancak Leninin Konferansa delegelerden ÖNCE GELDİĞİNİ ve Salonun bir köşesinde kendisine yer bularak,HİÇ BEKLEMEDİĞİM ŞEKİLDE Konferanstaki EN SIRADAN DELEGELERLE ,sıradan muhabetler yaptığını ÖĞRENİNCE HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRADIM. O tarihte bunun bana ZORUNLU KURALLARIN ÇİĞNENMESİ gibi GELDİĞİNİ sizlerden GİZLEMEYECEĞİM.
Bu sadeliğin ve alçak gönüllülüğün,bu fark edilmemeye uğraşma ÇABASININ veya en azından dikkat çekmemeye ÇALIŞMANIN ve YÜKSEK konumunu belli ETMEMENİN,yeni kitlelerin, insanlığın sıra neferi olan bu sade ve sıradan kitlelerin yeni lideri olan Leninin en güçlü noktalardan biri olduğunu ancak daha sonra öğrenebildim (Stalin,Çatışkıların adamı sf.22.23.Toplu kaynakça verilecektir söyleşi sonunda)
O hiçbir zaman Lenin olamayacaktı. Aslında,Lenini beklerken Stalinin beyninde tasavvur ettiği LİDERLİK kültü tamda buydu! Stalin burda , kendi kişiliğini , özlemlerini, kendini anlatıyordu ! Parti de ŞEF olduktan sonra,Konferans ve kongrelerde Onun adı ,daha o gelmeden cafcaflı bir şekilde tanıtılır ve geleceği belirtilirdi. Arkasından (ben orjinal filmini izledim Rusça,orda gördüm bu durumu), herkes o gelmeden ayağa kalkar, alkışlar başlar, o nihayet gelir, gururlu bir şekilde podyumlara el sallar ve yerine oturana kadar bu alkış tufanı hiç dinmezdi.(sıkıysa,dinsin)
Dahası,her hangi bir Kongre ve Konferansta kendine rakip çıkacak bir tek fert bile bırakmayacak, daha dahası, sıradan muhalefetleri bile kanla kutsayacaktı. Buraya bir nokta koyalım.AMA, şu adına Leninin VASİYETİ denilen mektuptan, yani Leninin bizzat kendi ağzından Stalinin hiçte sıradan insanlığı bile ,bir türlü beceremediğini ve kişiliğindeki KARİYER HIRSINI bizzat Lenin yazacak ve bizlerde görecektik ki; gerçekten Stalin 1905 konferansında Lenini beklerken anlattığı kişilikle, karşımızdaydı. Şimdi buraya Leninin VASİYETİNİ alalım ve İşte Lenin vasiyetin de, STALİN :(bazı tembel okurlar için bu VASİYETin elimizde bulunan kısmını buraya alıyorum)
LENİNİN VASİYETİ
Denge sağlamayı,yakın gelecekteki bir BÖLÜNMEYE KARŞI bir GÜVENCE olarak DÜŞÜNÜYORUM;burada , tamamen KİŞİSEL olan bazı fikirleri belirtmek niyetindeyim.
Denge sorunundaki TEMEL ETKENLERİN bu bakış açısından- Merkez komitesinin STALİN ve TROÇKİ gibi üyeleri olduğu kanısındayım. Kanımca,BÖLÜNME TEHLİKESİNİN büyük bir BÖLÜMÜNÜ BUNLAR ARASINDAKİ ilişki OLUŞTURMAKTADIR. Bu önlenebilir ve SANIRIM; Önlenme şansı,Merkez Komitesinde ki ÜYE SAYISI elliye ya da YÜZE çıkarılarak ARTIRILABİLİR.
STALİN yoldaş,GENEL SEKRETER olduktan sonra,MUAZZAM bir İKTİDARA SAHİP OLDU.; onun bu İKTİDARI her zaman YETERLİ bir temkinlilikle kullanacağından EMİN DEĞİLİM. Öte yandan,ulaştırma ve haberleşme HALK KOMİSERLİĞİ sorunuyla ilgili olarak Merkez Komitesine KARŞI yürüttüğü mücadelede görüldüğü gibi,TROÇKİ YOLDAŞ,yalnızca OLAĞANÜSTÜ YETENEK SAHİBİ bir insan KİŞİSEL olarak HİÇ kuşkusuz MEVCUT MERKEZ KOMİTESİNDEKİ EN YETENEKLİ KİŞİDİR- olarak değil,aynı zamanda kendine AŞIRI güvenen ve sorunların YANLIZCA idari yanıyla AŞIRI derecede ilgilenen bir insan olarak kendini göstermektedir.Mevcut Merkez Komitesinin bu en YETENEKLİ İKİ ÖNDERİN sahip oldukları nitelikler ,onlar istemeseler de,BİR BÖLÜNMEYE yol açabilir. Eğer partimiz bunu önlemek üzere ÖNLEM almazsa, UMULMADIK bir BÖLÜNME meydana gelebilir.
….Stalin ÇOK KABADIR ve biz komünistler arasındaki ilişkilerde tamamen göz yumulabilir olan bu hata,GENEL SEKRETERLİK görevinde GÖZ YUMULAMAZ OLMAKTADIR. Bu yüzden, yoldaşlara,STALİNi bu GÖREVDEN ALMANIN VE onun yerine,bütün bu bakımlardan STALİNden farklı birini,YANİ daha sabırlı,DAHA SADIK,daha kibar,yoldaşlara karşı daha nazik ve daha az KAPRİSLİ birini atamanın bir yolunu bulmalarını öneririm.
Bu durum ÖNEMSİZ bir şey gibi görünebilir ama öyle sanıyorum ki STALİNle TROÇKİ arasında ki yukarıda sözünü ettiğim ilişki açısından HİÇ DE ÖNEMSİZ bir sorun değildir ya da ÖNEMLE ele alınması gereken bir ÖNEMSİZ SORUNDUR (J.T.Murphy. STALİN.sf.189.190)
LENİNİN VASİYETİNE KISA BİR DEĞİNİ
Öncelikle şunu hatırlatalım; Leninin bu Vasiyeti Bolşevik Partinin hiçbir Kongre veya Konferansında Okunmadı (evet,bize anlatılanlar,malesef yalandı) Stalin döneminde (Troçkinin tavrı bu Vasiyete vardı-yoktu tartışmasında tam bir İKİ YÜZLÜLÜKTÜ,önce yok dedi,sonra var dedi,sonra tekrar inkar etti,Sürgüne gittiğinde ise var diye tekrar çark etti.Troçki bırakın muhalefet etmeyi ? kendi savunduğu görüşlerinde bile istikrar yoktu. O bir yamalı bohçaydı. Siyasal tavırları,bir ideolog dan ziyade tıpkı bir ŞİZOFRENİ hastasına benziyordu) Leninin bu Vasiyeti politbüro daki çok az bir elit tabaka tarafından okunmuştu. Leninin eşi (hanımı) KRUPSKAYA,Leninin Vasiyetinin,22 Mayıs 1924 yapılan Parti KONGRESİNDE okunması için bağır bağır bağırıyordu. (bakınız.E.H.CARR. Leninden Staline Rus Devrimi sf.79. MER yayınları.1992 basım.İstanbul) Stalin, susturacaktır KRUPSKAYAyı. Tıpkı,Leninin mektubunu Troçkiye götürdüğü için (Lenin henüz ölmeden) Stalin tarafından tehdit edildiği gibi.
Leninin yattığı hastane, adeta Stalin tarafından abluka altına alınmış havası yaratıyor. Çünkü Stalini durduracak tek insan vardır,oda Lenin. Buna ise Leninin sağlığı el vermez.Lenin hastaneden bir tek Troçki ile ilişkiye geçmek istemektedir. Troçki ise dönüp Leninin yüzüne bile bakmaz. Tıpkı cenazesine bile gelmeyi tenezzül etmediği,hatta Krupskayaya başsağlığı bile dilemeyi düşünmediği gibi.Fakat,Leninin şu öngörüsü doğru çıkacaktı; Leninin ölümünün hemen ardından bu siyam ikizleri müthiş bir kariyer kavgasına girip kapışacaklardı. Düşünsel olarak bunların aralarında FARK YOKTU,dahası Troçki ne demişse ? Stalin Onu tasfiye edip Sürgüne yolladıktan sonra, Troçkinin hemen hemen her söylediği şeyin, aynısının tıpkısını yapacak,hayata uygulayacaktı. Zorunlu Kollektivizm, Sendikalara ATAMA yolu ile yönetici gönderme,dahası Sendikaları yasaklama, hızlı sanayileşme, Muhalefete tahamülsüzlük ve tasfiye,Tek Şef,Tek Adam kalma,aşırı BÜROKRATİZM… vb.vb.. Düşünceler hep Troçkinin damgasını taşıyacaktı Evet,Vasiyete gelelim.
Vasiyeti dikkatli bir şekilde okuyan bir okurun gözüne (tabi birazda Leninin eski düşüncelerinden haberi olan) ilk önce şunlar çarpacaktır; bu nasıl bir rejimdir ki ? Rejimin kaderi TEK veya İKİ ADAMIN (Leninin ifadesiyle) eline KALMIŞTI ? Ve bu rejimde BÜTÜN GÜÇ, bir GENEL SEKRETERİN elinde TOPLANMIŞTI ?…
Hani,proleter demokrasi,burjuva demokrasisinden milyon kez daha demokratikti ? .. (Lenin,Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı) Hani, İşçi yönetimleri, işçi denetimleri, işçi konseyleri,dahası SOVYETLER (işçi-köylü-asker..) kanalıyla vede kitlelerin en geniş katılımı ve denetimi ile oluşturulacaktı Sosyalist sistem ?… Böylesi kitle denetiminin olduğu bir rejimde TEK ADAM istediği kadar kariyerist veya halk düşmanı bir kişiliğe bürünsün,BARINAMAZ ki ! Böylesi bir kitle insiyatifi ile yönetilen bir rejimde,asıl korkması gereken YÖNETENLER olması gerekirken ? Nasıl olmuştu ki,Lenin ölüm döşeğinde çöküşe ve PARÇALANMAYA karşı ÖNLEM adına,STALİNin Sekreterlikten alınmasını ve Yetkili organlardaki ÜYE SAYISINI artırmayla bu işin çözümleneceğini düşünebilmişti ???
Bunlar tamamen,kitle insiyatifi dışı ve işin BÜROKRATİK önlemler yanıydı. Sahi,RUS devrimi ve BOLŞEVİKLER, en geniş demokrasiyi savunup (daha 1917 Ekim devrimine kadar),nasıl böyle TEK PARTİ ve TEK ADAMIN sultasına bağlı hale gelmişti ?..
Buraya,ileride değineceğiz,bu değişimi anlatacağız AMA Lenin yoldaşın bu sözlerine karşı, şunu söyleyerek; aslında Ekim Devrimi,ne STALİNin Genel Sekreterliği ne de TROÇKİnin kaprislerinin sonucu, nede Stalin – Troçki in çatışması ile tehlikeye girmişti. EKİM devrimi, bizzat LENİN ZAMANINDA taa 1919-1921 yıllarında olduğu yerde çakılıp kalmış, denetlenmesi kitlelerce MÜMKÜN OLMAYAN; TEK PARTİ ve TEK ADAM saltanatı daha o yıllarda ortaya çıkmıştı ! Asıl sorgulanması gereken Proleterya Diktatörlüğü adına, her türlü farklı düşünce ve örgütlenmenin YASAKLANMASI ve tasfiye edilmesiydi…
Lenin,bunları göremedi ve belkide hiç görmek istemedi. İşte,Leninin bu hatalarının ÜRÜNÜ olarak, bir günah çocuğu olan STALİN dünyaya geliyordu. Stalin, tam da bu anda, Leninin bu hatalarına kıskançlıkla sarılacak,Lenin öldükten SONRA müthiş bir Leninist (?) olarak karşımıza çıkacaktı. Peki ya Lenin SAĞKEN ?
Stalin, Lenin sağ iken ne ciddi bir şekilde Leninin KARŞISINA DİKİLDİ (çünkü,teorik birikimi yoktu, kullandığı teorik argumanlar ise hep devşirme düşüncelerdi. Az ilerde anlatacağız) ne de LENİNİN söylediklerini uyguladı.
Okurun dikkatini Vasiyetteki bir diğer noktaya ÇEKMEK isterim; Mevcut Merkez Komitesinin bu en YETENEKLİ İKİ ÖNDERİN (Lenin) Evet,yanlış okumadınız,koskoca Rus Komünist partisinde İKİ YETENEKLİ ÖNDER diyor Lenin, yani bunlar; STALİN ve TROÇKİ. Bildiğimiz gibi bu iki YETENEKTEN biri; Leninin deyimi ile,çatlaklara sızmada uzman olan TROÇKİdir ve hayatı Lenin ve Bolşevik düşmanlığı ile geçmiştir,TEMMUZ-AĞUSTOS 1917ye kadar. Ve Bolşevik Parti için TROÇKİ yabancı bir kimsedir.
AMA, RUS devrimine gerçekten çok katkıları olmuştur. Fakat, geçmişi bir zincir gibi boynunda sallanmakta , Bolşevik parti içinde sevilmemekte, en hafif deyimi ile, Bolşevik parti kadroları Ona hala şaibe ile bakmaktadırlar. Leninin Troçki ile yürüttüğü polemikler ve tanımlamalar, Troçkinin kariyerini yerden yere vurduğu söylem ve haklı yakıştırmalar,Onun hakkında Bolşeviklerin iyi niyetli tavır göstermelerini engelleyecektir. Ve O hep yabancı ve de fırsatçı,çatlakları dolduran bir unsur olarak tanımlanacaktır(doğru bir tanımlama olduğunu yeniden belirtelim).
Diğer yanda Stalin ise başından beri Bolşeviklerle birlikte olmuş ama ne Lenine açıkça karşı durmuş, nede Leninin tezlerini savunmuş, (Parti içinde)göz ucuyla sürekli güçler dengesini aramış, her zaman güçlü görünenden yana tavır koymuş bir adam var;çocukluk arkadaşlarının deyimi ile KOBA, Annesinin SOSOsu,yani Çavuşgali STALİN ! Leninin çok yerinde tanımlaması ile de; Büyük Rus şövenisti, ve büyük ZORBA !
Şimdi bize 50-100 yıldır Büyük Leninist diye tanımlanan bu adama gözlerimizi çeviriyoruz. (bu satırların yazarı 25 yıl Stalin savunuculuğu yapmıştır ve aynı zamanda bu benim bir özeleştirimdir kamuoyu karşısında) Evet, başlayalım:
HANGİSİ LENİNİST Tİ ? STALİN Mİ ? TROÇKİ-Mİ ?
Daha 1922de Lenin ölüm döşeğinden STALİNe işaret ederek,Partiyi, Güçsüzleri ve Çaresizleri EZMEK İÇİN geri dönmekte olan BÜYÜK ZORBAya,dzierzhimordaya BÜYÜK RUS ŞÖVENİSTİNE karşı uyanık olmaya çağırıyor ve bu UYARIYI daha önce YAPMADIĞI için Rus işçileri önünde BÜYÜK SUÇLULUK duyduğunu itiraf ediyordu (İsaac Deutscher. Bitmemiş Devrimsf.58.Belge yayınları.Birinci basım)
………………………..
Yer MOSKOVA;13.Parti kongresi,Troçki davudi ses tonu ile ünlü hitabelerinden birini daha yapıyor.Etkileyici bir konuşma tarzı var ve isim vermeden Stalini eleştiriyor…. Kongre bitmek üzereyken,Troçki,Buharine yaklaşıyor ve tereddütle; Stalin bana cevap vermedi, neden acaba ?diye soruyor.
-Buharin; O sana cevap vermeyi değil,seni yok etmeyi düşünüyor diyor.
…………………….
Lenin aynı döneme ait bir başka notta (Aralık 1922)Stalinin aceleciliğini ve YÖNETİCİLİK İÇİN ÇILDIRDIĞINI yazıyordu.(K.Neill CAMERON.Çatışkıların Adamı,Stalin.sf.61. Ceylan yayınları)
………………………….
Şimdi saadete gelelim ve somut soru-cevaplarla tartışırken , eski Stalinist yoldaşlarımızla da biraz kapışalım. Ve onlara hitaben;değerli yoldaşlar, artık yollarımız AYRILIYOR, her ne kadar ayrılık kolay değil, deseler de. Ben,niçin Stalinizmden koptuğumu bu araştırma- inceleme yazımla deklare etmiş oluyorum kamuoyu önünde. Her zaman yaptığım gibi,hiç bir siyasi mevziden bugüne kadar dövüşmeden çekilmedim. Şimdi sizlerin benim burada kısmi belgelerle de olsa (hepsi için yerimiz dar) ortaya koyduğum ve koyacağım tutanaklara bu yüzden dikkat etmeniz,dahası eleştirel yaklaşmanız gerekiyor . Buyrunuz;
STALİN ? O HER ZAMAN LENİNİN KARŞISINDAYDI !
1)1912 PRAG Konferansında Menşeviklerden ayrılarak Yeni Parti kurulmasına, Leninin bu girişimine karşı çıkan kimdir ? Stalin ! (Lenin,bir öneri üzerine, daha doğrusu kaçıp gitmesin diye,Stalinin ağzına bir parmak bal çalacaktır bu Konferansta ve Merkez Komitesine alacaktır Stalini, öneriler üzerine.) -Kaynak.Bertram.D.Wolfe.Devrimi Yapan 3 Adam.Cilt.1.Cilt.2
STALİN,ŞUBAT DEVRİMİNDE MENŞEVİKLERLE YAN YANA
2)Leninin NİSAN TEZLERİNE,ne gariptir ki, 8 Nisan 1917 tarihli Bolşeviklerin yayın organı Pravda SALDIRDIRACAKTIR önce; Leninin KİŞİSEL görüşlerinden ibaret ve KABUL EDİLEMEZ diyordu. (Belgeyi veren,Tony Cliff.sf.102.Rusyada Devlet Kapitalizmi)Yazı PRAVDA adına çıkmıştı AMA Pravdayı o sıra çıkaran ve bu yazıyı kaleme alan,bizzat Stalinin kendisiydi. Leninin bir mektubunu (konuya ilişkin ve de eksik olarak) yayınlayıp, Lenin den zılgıt yiyen kimdir ? Yine Stalin ! Geçici Hükümeti desteklemek ihanettir derken Lenin, Geçici Hükümeti destekleyen kimdi ? Yine Stalin !
İşte belgeler; Geçici hükümeti DEĞİŞTİRMEYİ şimdiden MESELE ETMEYİ bir HATA… sayan Stalindir.(Pravda.27 Mart 1917) Keza; ÇIKIŞ YOLU, Geçici hükümet üstünde BASKI KURMAK, onu; Milletlerin kendi kaderini tayin haklarını TANIMA zemini üzerinde,barış görüşmelerine derhal başlamaya hazır olduğunu BEYANA zorlamaktır ( yazar,Stalin.Pravda 29 Mart 1917.Aktaran. Jean Elleinstein.Devrimler Devrimi,sf.85.Hür yayınevi. 1970. basımı. istanbul)
-SORUYORUM ? Stalinin burada savunduğu görüşler MENŞEVİKLERden ÖDÜNÇ alınanan görüşlermidir ? Değilmidir ? (Geçici Hükümeti aynı şekilde destekleyen,iktidarı burjuvaziye bırakmalıyız diyende Menşeviklerdir.Stalin onlardan ödünç almıştır bu görüşleri)
-Stalin,parti gazetesi PRAVDAnın başındadır o sıra ve Leninin yolladığı mektuplardan sadece bir tanesini (o da kısaltarak) yayınlar,yani sansür uygular Lenine. Lenin ise,Geçici Hükümeti destekleyenleri HAYİN olarak değerlendirir bu mektuplarında.(Bakınız,Lenin,Nisan Tezleri. Ayrıca;E.H.CARR.Bolşevik Devrimi.cilt.1.sf.83.84.85.86) Lenin, bir yığın fırça çektikten sonra, Stalini Pravdanın başından alacaktır bu olaydan sonra. Aynı Stalin,1913 yılında yine Pravdanın başında(çömezi MOLOTOVdur)sorumlu ve etkiliyken, Leninin MENŞEVİKLERE…. çatan MEKTUP ve Makalelelerini yayınlamadığı için, zılgıt yiyen (isim vermeden) yine Stalindir.İşte Leninin tepkisi;
-Belge; Bu yazı kurulunu KAPI DIŞARI ATMAMIZ GEREK..Böylesi insanlara,siz , YAZI KURULUMU DİYORSUNUZ ? Davayı berbat eden,PİS BULAŞIK BEZİNDEN İĞRENÇ ŞEYLER BUNLAR,adam değil..- Lenin- (Kaynak.Devrimi Yapan 3 Adam.Bertram.D.WOLFE.sf.255. BFS yayınları.1989. 3.Basım)
STALİN, HEP SALLANTI-DA
–
3)Ekim devrimi ayaklanması kararında önce kararsız, sonra kerhen (el mecbur evet diyen kimdir ? Yine Stalin !
-Belge verelim;1917 yılı Ağustos unda Geçici Hükümetin Başkanı Kerenski tarafından, bütün SOL partilerin katılacağı bir Devlet Konferansı düzenlendi. Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler ise adına Demokratik Konferans dedikleri, ara boşluğu doldurmak için bir başka Konferans düzenlediler. Lenin üstüne basa basa bu konferansa katılmayı REDEDERKEN , Stalin önce boykot,sonra bu konferansa katılmayı tercih ederken, Leninin Eylül ayından beri Merkez Komitesine Tüm İktidar Sovyetlere ! ve Bolşevikler için iktidarı silahlı güç ile ele geçirme zamanı gelmiştir çağrısına kulak tıkayanlardan biri yine Stalindir.
(Troçki,Leninle aynı görüştedir bu sıra) Ne zaman ki,Lenin Merkez Komitesinin önüne istifasını koyar (Ya Ayaklanma Olacak yada İstifa ediyorum,ayrılıp, propaganda hakkımı da kullanacağım,diyerek) ancak o zaman Evet diyen MK (Merkez Komite) içinde yine kerhen Stalin de vardır.(Kaynak.E.H.CARR. Bolşevik Devrimi.cilt.1.sf.94.95.96)
Şunları da ekleyelim;Stalin,hiç bir zaman Menşeviklerden kopmadı siyasi olarak.O devamlı, Menşevik görüşlerle,Bolşevik görüşler arasında sallanıp durdu Muhalefet yıllarında. TEK BAŞINA iktidarı ele aldığı zaman ise ? Kendini onaylamayan herkesi ya tutuklayacak Sürgün edecekti ? Ya da fiziki imhaya tabi tutacaktı.
STALİN – BEKLE GÖRCÜ
4)Brest-Litovski anlaşmasında Rusyanın içinde bulunduğu kritik durumu bile göremeyen ve imza konusunda hep geriden gelen ve göz ucuyla güçler Dengesini sinsice izleyip en son tavrı kerhen koyan(onaylayan) kim ? Stalin !
-Lenin,Brest-Litovski anlaşmasına MK çoğunluğunu ve Stalini ancak bu konuya ilişkin yaptığı 2.Oturumda ikna edecektir. Çekimser bir tavrı vardır yine Stalinin.işte belge;
-Lenin,komite üyelerini,BUHARİNin kararlı MUHALEFETİNE,Troçkinin,Stalinin ve Dzerjinski nin TEREDÜTLERİNE rağmen,yeniden İKNA eder. (Kaynak.Jean Elleinstein. Devrimler Devrimi. Sf.145.146.)
Yani hep, ama hep ikirciklidir Stalin. Her zaman, göz ucuyla yanında güçlü birisinin gölgesini arayan adama benzer tavırları… (eğer,Brest-Litovski anlaşması Almanlarla imzalanmayacak olsa ? Bütün bir devrimi de , tüm RUSYAyı da kaybetme rizikosu vardır. Çok büyük bir toprak parçasını (Rus topraklarının beşte/biri bu anlaşmayla Almanlara bırakılıyordu) rağmen ? Bu anlaşma Bolşeviklere SOLUK alınacak bir zaman kazandıracaktır bir cephede. Radek,1920 yılında yapılan Doğu Halkları Kurultayında bu anlaşmayı anlatırken; bir kemik attık önlerine emperyalistlerin.. biraz nefes alabilmek için,diyecektir. (Bakınız.1920 Doğu Halkları Kurultayı Koral Yayınları)
-Kemal DOĞAN; hocam öyle şeyler anlatıyorsun ki, inan,sanki bu RUS devrim tarihini ben hiç okumamışım gibi bir duyguya kapıldım. Benim bu söyleşide duyduklarım, okuduklarım, gerek Bolşevik Parti Tarihinden,gerek SOL örgütlerin her EKİM ayında yayınladıkları EKİM DEVRİMİ anlatımlarından çok çok farklı.Şaşırdım tek kelime ile. Üstelik savlarınızı belgelerle ortaya koyuyorsunuz da… Gerçekten çok şaşırtıcı. Üzerinde epey düşünülmesi ve tartışılması gereken şeyler bunlar. Sanki RUS devrimini yeniden yazıyorsunuz gibi bir duyguya kapıldım.. FAKAT, bu anlatım tarzınızla ve böyle giderse, herhalde ben yakında TROÇKİST olurum sayende (ha.. haa..haaaaa). Sahi hep Stalinin olumsuzluklarını anlatıyorsunuz , tanrılar aşkına, bir Bektaşi fıkrasının dediği gibi; şu rahmetli TROÇKİnin hiçmi suçu yoktu ? Yoksa Siz gizli Troçkistmisiniz hocam?. Hani içime kurt düştü. Buyrun.
*Halim KAR; Gülmek güzeldir,insanı güzelleştirir derler. Ama,biz aslında kendi cahaletimize gülüyoruz,bunu da kabul edelim. Bende, sen gibi 25 yıl aynı nakaratlarla idare ettim ve eğitildim ve eğittim bir yığın kadroyu. Sonra,Behrengi nin küçük karabalığı gibi, veya Kuyunun dibinden çıkan Kurbağa misali, başka alanlara açılınca bir de baktım ki ? Başka dünya,başka deryalar var ve bambaşka . İlk önce bende şaşırdım tabi,sen gibi. Sonra başka kaynakçalara yöneldim, acaba doğrumu-yalan mı ? diyerek,kuşkulandım çünkü..
Bu benim bir yıllı aşkın bir zamanımı aldı. İşte burda size bu çalışmamı sunuyorum.Şunu unutmanı istemem. Senin burada benimle yaptığın Söyleşi ve İçeriği Kürdistan ve Türkiye SOL camiasında bir ilktir ve bu görüşler, tezler ve sentezler yalnız bana aittir. Bu güne kadar Ülkelerimiz coğrafyasında böylesi bir tahlil hiç olmamıştır.Ben,bu Söyleşi de bugüne kadar yapılmayan bir şeyi yaptım; RUS devrimini çok farklı bir gözle ele aldım ve ters yüz edilen RUS devrim tarihini bacaklarının üzerine dikmeye çalıştım . Bu görüşler bana aittir (Engelste Benle Marxa aittir der bir çok yerde,ama o diyince USTA ,ben diyince KARİYERİST olma ihtimalim yüksek , bu yakıştırmayı yapacaklara , şimdiden teşekkür etmek isterim) .
Takdir ve eleştiri hiç şüphesiz siz okur ve yazarlarındır,asıl önemli olan bu. Çünkü ben,şeflere değil, sizlere,yani; şu adına sağır ve büyük okyanus denilen insanların sesi olmaya çabalıyorum, on yıllar boyu.
Diğer bir meseleye gelelim; Troçkiye elbette değineceğimki değiniyorum da (zaten sen benim izleyeceğim siyasi hattı, sorduğun sorularla karıştırmış durumdasın) AMA, Troçki, Bolşevik partinin benim ele aldığım tarihte içinde değil ki ? Yani,adamın olmadığı yerde, durup dururken neden günahını alayım ? Hayır,sende oradaydın heval Troçki ! diyemem ki , ayıp olur yani.(gülme)
Evet,Troçki; O hep ayrı bir grup örgütlenmesi içinde oldu ve kendi grubunda da hep TEK ADAM olarak kaldı. Çünkü Troçki,tek adam pozisyonunu (olası rizikoları düşünerek olsa gerek) yitirmemek için PARTİ hiç kurmadı. Parti Kurmak ? Bir yerde (tabi üyeleri de varsa biliyorsun, bizim Ülkelerimiz toprağında adı parti olan ama ne tüzüğü nede ÜYESİ bulunmayan Başkanlık Konseyi yada Özel Komite ,Genel Komiteler gırıla var,dahası SEROKLAR tarafından , zaten atama yapılıyor üyeye NE GEREK VAR ? diyen ,yığınca adı parti olarak sıfatlandırılmayacak bir çok örgüt var.
Yani sorun sadece ben partiyim demekle parti olunmuyor) Parti işlevlerini ve tabana karşı sorumluluğu; yani KONGRE, Konferans gibi işlevleride yerine getirmesi gerekir. Bu ise en azından YÖNETİMDE KOLEKTİF BİR ÇALIŞMAYI da zorunlu kılar (şekilsel bile olsa.Stalinin Bolşevik partiyi ne hale soktuğunu ileride ayrıca ele alacağız ve göreceğiz ki,en güzel idealler bile kötü yöneticilerin elinde canavara dönüşebiliyor) İşte Troçki, buna bile tahammül edemediğinden, hiç bir zaman parti kurma gibi bir girişimi olmamıştır, başı ağrımasın diye. Troçkinin çalışma tarzına göre Kendi efendidir, etrafındakiler de bu efendinin parmak işaretine göre dans eden uşak.
Evet,şimdi geldik arzu haline , çünkü Troçki kapıda bekliyor ve soruyu zamanında sordun . Bekletmeyelim istersen ? Huyudur, hem kendine hayran, hemde biraz sinirlidir de, bekletilmeyi sevmez. Hadi açalım kapıyı. Xer xati heval Troçki , xer xati ! (Hoş geldin).
SİYAM İKİZLERİ YAN YANA TROÇKİ ve STALİN
Stalinist yoldaşlar ne zaman konu Troçki olsa,Yahudinin iflas edince eski defterleri karıştırması gibi,Troçkinin anti-Leninist geçen yıllarından (Troçki grubuyla Temmuz-Ağustos 1917de Leninin çağrısı ile Bolşevik partiye katıldı. Bazıları,Leninin çağrısını görmezden gelip,bu çağrıyı Staline mal ederler. Yani,babalık yapmıştır Troçkiye Stalin, demek isterler bu vesile ile, çok kaba bir çarpıtma doğrusu.) bol bol dem vururlar. (İyi de,Leninden daha fazla Troçkiyi tanımıyorlardı her halde ,de mi ? Çünkü Lenin,Troçkiyi bile- isteye partiye davet etti ve hemen ilk konferansta da Merkez Komitesine aldı. Ve yine ,O ayrı ve zıt kutuplarda oldukları yıllarda, Lenin Troçkiye en ağır hakaretleri yaparken,Troçki de Lenine yapıyordu aynısını) bol bol alıntı vermeyi severler.
Aslında ben bunların bir kısmını anlayışla karşılıyorum AMA Troçkinin eski düşüncelerini temcit pilavı gibi ikide bir öne sürerlerken, bir diğer olumsuzluğun batağına düşmekten, bir diğer olumsuzluğu aklamaktan kendilerini kurtaramıyor, dahası Stalini hem aklıyor hemde, Stalini , Leninle özdeştirererek kitlelere her türlü zorbalığı, vahşeti, Sosyalizm diye göstererek, çok daha ağır suç işliyorlar. Bazen ise,Stalini Leninist göstermek için öyle siyasal akrobasi numaraları sergiliyorlar ki ? Katıla katıla bizi güldürüyorlar. Bu kısma biraz değinelim :
SENDİKALAR ÜZERİNE- LENİN- TROÇKİ POLEMİĞİ
Lenin ile Troçki arasında süren bu polemikler,Stalinistlerin elinde Troçkistleri yıpratmak için bir malzeme olmuştur.
-Belge; 1920lerin sonlarında Lenin,Troçki ve Buharin ile Sovyet toplumunda SENDİKALARIN ROLÜ konusunda TERS DÜŞTÜ. Troçki,üretimi ARTIRMAK için SENDİKALARIN devlet GÜCÜNÜN FİİLİ ORGANLARI haline gelmesini,LİDERLERİN SEÇİLEREK DEĞİL, ATAMA yoluyla İŞBAŞINA gelmesini ve Ulusal Ekonomi Konseyinin üçte ikisini kontrol etmesini istiyordu.
Lenin,Troçki ve Buharine şu alaylı cevabı verecekti; Bu MÜKEMMEL bir bürokrasi örneğidir! Troçki ve Krestinski Sendikaların ÖNCÜ PERSONELİNİ SEÇECEKLERDİR !Dahası, Troçkinin planı partiye duyulan gereksinimi tahrip edecek…bu sovyet devleti için, proleterya diktatörlüğü için ÖLÜM DEMEKTİR . (K.Neill CAMERON.Çatışkıların Adamı STALİNsf.57)
Evet,şimdi soralım Stalinist yoldaşlarımıza, koskoca bir kongre boyunca,Lenin, gerek Buharin,gerek Krestinski,ile bağıra çağıra tartışırken ve defalarca SÖZ HAKKI alırlarken ? Sizin Stalin amcanız bu tartışamaların NERESİNDEDİR ? HİÇBİR YERİNDE ! Stalin bu kongrede ne elini kaldırır nede görüş belirtir. Stalin, her zamanki gibi kulislerde sinsice güçlü olan tarafı izlemektedir ! Var-mı aksini ispatlayacağınız bir BELGE ? YOKTUR !..
Leninin ölümünden sonra Stalin,kendini keskin Leninist göstermek için,Troçki ile Lenin arasında süren bu polemikleri,sanki kendi dün söylemiş gibi Troçkiye karşı daha fazla Leninist olduğunu partiye ispat etmek için kullanacaktır. Halbu ki kendisi bu tartışmaların hiçbir yerinde yoktur bu polemikler yapılırken. Evet,Troçki ile polemik yıllarında ise, Leninin yazılarının kötü bir kopyasını yıllar sonra tekrar ederek, Troçkinin ardından şunları söyleyebilmiştir (Troçki sürgündedir o sıra);
Kautskycilik, Menşevizm vb. gereksiz laf kalabalığı bir yana bırakıldığında, Troçkinin, işçi örgütleri ile askeri örgütler arasında varolan farkı kavrayamadığı, savaşın bittiği ve sanayinin yeniden canlandırılmasının olduğu bir zamanda askeri yöntemlerle demokratik (sendikal) yöntemleri karşı karşıya koymanın zorunlu, kaçınılmaz olduğunu kavrayamadığı, dolayısıyla askeri yöntemleri sendikalara taşımanın yanlış ve zararlı olduğunu kavrayamadığı açıktır.
(Stalin, Eserler, 5. Cilt, Sf. 19-20)
Peki,bu satırları okuyan ve dünyadan haberi olan bir okur ? Dönüp Stalinin yüzüne karşı; iyi hadi hoş bir cevap vermişsin,aslında Leninden devşirmene rağmen bu eleştiriyi,Onun adını bile vermemişsin AMA sen bu söylediklerinin NERESİNDESİN ? Demez mi !!! Ve dahası şunları da eklemez mi ? GREV hakkkını sen yasaklamadın mı ?. Sendikaları Parti Sendikası diye nitelendirip YÖNETİCİLERİNİ önce ATAMALARLA seçip, sonra işlevsiz hale sokarak sonra da SEN KAPATMADIN mı ? (al sana BÜROKRASİ Leninin deyimi ile)
Üretimde çalışan işçiyi ÖDÜLLENDİRME adına,burjuva sistemin TAYLOR akord- sistemini SEN UYGULAMADIN MI ?. Askeri yöntemlerle Sendikaları yönetip , işçi sınıfını ve her türlü muhalefeti SEN SUSTURMADIN mı ?…
Peki bütün bu düşünceleri daha dün Troçki savunurken, SEN Leninizm şovlarıyla Troçkiye bunları savundu diye de SALDIRAN SEN DEĞİLMİYDİN ! diyecektir hiç şüphesiz. (Kaynakça. Rusyada Devlet Kapitalizmi.Tony Cliff.Metis yayınları.E.H.CARR. Leninden Staline Rus Devrimi-1917-1929-Mer yayınları.)
İsmail BEŞİKÇİ hocanın sık sık vurguladığı (Marxda söyler bunu) çok güzel bir sözü var,der ki; Sözler ve Olaylar OLGULAR ile birlikte ele alınmalıdır. Eğer biz, söylenen sözlerle HAYATA UYGULANANI bir bütünlük içinde ele almazsak ? Hem kendimizi,hem toplumu kandırmış, hemde DEMAGOJİ ile gerçeği biribirine karıştırmış oluruz. Böylesi bir metafizik mantıkla giderek Hitlerin Nasyonal Sosyalizm (Ulusal Sosyalizm) safsatalarına da inanıp,onu da Sosyalist ilan etmemiz mümkün, bu sakat bakış açısıyla. O yüzden; söylem ve eylem (teori ve pratik) bir uyum sağlıyorsa, bir anlamı,bir değeri vardır. Yoksa,bunun adı ;demagojidir, aldatmadır,halk avcılığıdır,oy avcılığıdır.
Şunları da ekleyelim buraya ve soralım Stalinist yoldaşlara; Troçki hiç olmazsa kendi düşüncelerini açıkça tartışmıştır, ya Stalin ?.. bu ,BİR !
Gelelim,İkinci soruya; Sayın Stalinist yoldaşlar, (Troçki) Leninizmin altını oyup,BÜROKRAT ve SİNSİCE bir yönelime girerek, kendi yandaşlarının (Troçki) eline iktidarı vermeye çalışırken ? Diğeri (Stalin) ise Leninizmin en sıradan Demokratik hak ve özgürlüklerini bile DİRİ DİRİ toprağa gömmüştür ! Peki,buna ne diyeceksiniz ?
İleride daha bir kaç örneğini vereceğimiz gibi, bütün muhalefeti ile birlikte ! Peki aralarında ne fark var ? Unutmayın ki,SENDİKALAR tartışması 13.Kongre de olmuştur ve Stalin,bir kez bile elini kaldırıp söz hakkı isteyip Lenine destek dahi çıkmamıştır.Stalinist yoldaşlarım (Stalinist yoldaşlarım terimini,Stalin nezdinde değil,hala onu savunupta gerçeği göremeyen benim 25 yıl savunuculuğunu yaptığım gibi bilgisizce- arkadaşlar için kullanıyorum.Stalini yoldaş gördüğümden değil ), kendi tarihleriye hesaplaşmalıdır artık ve şunu da iyice bilmelidirler ki ; O küçük çocuklar yeterince büyüdüler ,eski oyuncaklarla Oynamıyorlar artık !
……………………………………………..
Kemal DOĞAN ; Sizin,okuma ve çalışma tarzınıza bakıyorumda, herkesin söylediği ama hiçbir zaman göz önüne almadığı,dahası;ayrıntı ve lüzümsuz gibi gördüğü noktaları öyle ele alıyorsunuz ki ,bu metodunuzla ele aldığınız her konu bir başka havaya,bir başka harmoniye büründüğü gibi,okuru da araştırma ve daha dikkatli olmaya itiyor. Demek ki, bazı küçük gibi görünen ayrıntlar NİTELİĞİN asıl karekterini ortaya çıkarıyor ? Dikkatimi çeken diğer bir nokta , sürekli NEHRİN KARŞIYAKASINA da bakıyor ve olayların geçtiği zamanları bile titizlikle ele alıyorsunuz. Gerçekten enteresan ve güzel.Bu sözlerim,sizin her dediğinize katılıyorum anlamına gelmez tabiki ama yaklaşımlarınıza önem verdiğim anlamına da pekala gelir,diye de ayrıca belirtmek istiyorum. Bize bu konuda başka örnekler verebilirmisiniz acaba ? Ne kadardır, Stalin Troçki akrabalıklığı ?
*Halim KAR ; öncelikle bu güzel duyguların için ben teşekkürler ederim sana.Elbette, bana katılman şart değil zaten ,bunu belirleyecek olan senin ve işin bu kısmı senin sorunun.Ben, burada senin sayende geçmişimle hesaplaşıyor ve kitleler nezdinde bir özeleştiri veriyorum. Bu bana yeter. Ben,sana daha çok borçlandım, teşekkür etmesi gereken benim sana.Evet,bir örnek daha verip, söyleşinin bu bölümünü kapatalım,diğer bölümlere yayalım, Rus Devrimini, Proleterya Diktatörlüğünün Çıkmazları? , Leninin Hataları ve Suçları ? ,Stalinin Diktatörlüğü ?, Temizlik Hareketleri , Milli Meselede Beyaz bir Rustan daha fazla Rus, (Lenine aittir bu tanım,benim değil) yani Şövenist, (Kaldıki biz Kürdler Stalinin az darbesini yemedik) adını taktığı şeyleri erteliyelim.
Zaten benim amacım, okura bir çalışma ve araştırma perspektifi sunmak bu konuda. Ana şemayı ortaya koyarsak, diğer bölümleri bir çok militan bir çorap söküğü gibi araştırıp sonuçlandıracaktır. Benim amacım tamda bu. Yoksa,Rus devrimini satır satır yazacak durumda değilim. Buna ne ömrümün vefa edeceğini, nede gücümün yeteceğini sanmıyorum. Evet,bir örnek daha verelim, Troçkinin tezlerini Stalin nasıl adım adım takip ettiğine dair ve noktalayalım burayı. Müsade edersen eğer,yine bir ara başlık koyacağım buraya;
HIZLI SANAYİLEŞME-STALİN, YİNE TROÇKİnin İZİNDE
1925 yılları Bolşevik Partinin için için kaynadığı yıllardır.İç çatışmalar,hele hele,Stalinin Kamenev ve Zinovyev ile kendi aralarında 1921 yılında 10.Parti Kongresinden sonra partiden gizli olarak kurdukları TRİVMA (Üçlü Çete Lenin,parti içinde ama partiden gizli kurulan bu şebekeden habersizdi önceleri AMA sonra bu Trivmayı (diğer adıyla;SEMYORKA)ortadan kaldırmak için bizzat Troçkiden yardım isteyecektir ama Troçki gıkını bile çıkarmayacaktır.(Bakınız.Selim İLERİ.Bir Gün Bile Yaşamak sf.572) çatırdamaktadır. Çünkü Troçkiyi etksiz ve yetkisiz hale getirmişlerdir, şimdi biribiriyle kapışacaklardır iktidar için ama daha zaman var. Biz buraya fırtına öncesini alıyoruz.
Leninin uzun yıllar sürecek dediği NEP (Yeni Ekonomik Politika= diğer bir deyimle; Proleterya Diktatörlüğü denetiminde küçük ve zengin köylülüğün kapitalist tarzda geliştirilmesi)
Köylülere,Özgürce gelişin diye bağırmaktadır 13.Kongreden bu yana Buharin. Leninde bu politikayı zaten üretimin gelişmesi için gündeme getirmişti. AMA şimdiki yer 14.Parti Kongresi idi. Buharini destekleyen ve hala MKda olan Troçkide orda ama Merkez Komitesi etiketi taşımasına rağmen,kendi üzgün isteğiyle (aslında Troçki mağdur rolü oynayarak ve duygulara hitap edeceğini sanarak,Stalin ve Trivma karşında bir kez daha geri adım atmış, Kızıl Ordu Komutanlığından da,diğer sorumluluklarından da, kendi isteğiyle istifa etmiş, tamda Stalinin istediği şeyleri eline vermişti) artık sembolik bir değerden öteye gitmeyen bir kariyer (Merkez Komitede hala,ama)sahibidir Troçki.
KOZLAR ORTAYA DÖKÜLÜRKEN TRİUVMA ÇÖZÜLÜYOR
Bu Kongre de,baş konuşmacılar,Stalin,Zinovyev,Preobrazhensky,Buharindir. Troçki ise Hızlı Sanayileşmeyi ve küçük Köylülüğü zorla kolhozlara sokmayı ,Ekim devriminin başından beri savunmaktadır. Yani,bu fikrin isim babası Troçkidir.Bu yüzden BUHARİN, Zinovyeve saldırırken, Zinovyevi, Troçkist olmakla suçluyordu. Bu kongrede ORTADA oynayan bir adam vardı yine STALİN. Rakiplerinin birbirini yıpratmalarını seviçle izliyordu ve konuştuğunda , yarım ağızla Buharini destekliyordu. Yani,köylülüğün desteklenmesi ve zenginleştirilmesi politikasını. Triuvma da çatlaklar bu kongrede su yüzüne çıkıyordu. Kulaklara ve küçük köylü işletmelerine takınılacak tavır bu kongrede onaylanmadı. Maç,berabere bitti yani. Vuslad, bir başka bahara kalmıştı. (E.H.CARR. Leninden Staline Rus Devrimi.sf.84.85.86.87.88.89.)
HASAD ZAMANI STALİN BÜTÜN MUHALİFLERİNİ ALT EDİYOR
Triuvma çatlamıştı.Bu sefer bazı muhalifler tıpkı Stalinin önceleri yaptığı gibi,pragmatist bir koalisyon kurarak Staline karşı birleşmişlerdi. Yani,Troçki,Zinovyev ve Kamanev. Yıl 1926.Yer;15.Parti kongresi.
Başını,Troçki,Zinovyev ve Kamenevin çektiği Birleşik MUHALEFET; Küçük ölçekli üretimi, büyük ölçekli KOLEKTİF üretime dönüştürmek gerekir,diye bastırıyorlardı.Bu aynı zamanda Leninin uzun yıllar alacak dediği NEP (Yeni Ekonomik Politika) çizgisinden kopuşun bir ifadesiydi.
Stalin, birleşik muhalefete şöyle cevap verecekti; yığınsal kolektivizasyona ÇOK ERKEN başlamanın,Sanayileşmenin başarılması için barışa gereksinim duyulduğu bir dönemde, kırsal alanda bir İÇ SAVAŞA yol açacağı.. gerekçesiyle KARŞI ÇIKIYORDU. NEP politikasını savunanları bu çalımla (Başta BUHARİN..) yanına almış oldu. (Kennet.Neill Cameron. Stalin,Çatışkıların Adamı sf.59.60.Ceylan yayınları.Birinci basım.1997)
1927 yılı birleşik muhalefetin ÖLÜM yılı olacaktır. Troçki,önce tutuklanacak, sonra ALMA ATAya sürgüne yollanacaktır. Elbette,bizim değinmek istediğimiz bu değil, asıl garip şey ondan sonra başlayacaktır; 1927-1928-1929 yıllarında, yani bütün muhalfet ya tutuklandıktan, yada Sürgün edildikten sonra hepimizin bildiği; hızlı sanayileşme adına, TARIMIN KOLEKTİVİZASYONU denilen , haçlı seferi başlatılacaktı KÖYLÜLERE KARŞI!
Evet,muhalefet yok edildikten BİR YIL SONRA ! Stalin, Troçkinin ileri sürdüğü bütün tezleri şimdi kendi uyguluyordu ama TROÇKİSİZ ! Kariyer ve Koltuk kavgasından başka bir şey değildi Onunla Troçki arasındaki kavga.Bu Söyleşiye başlarken; bunlar Siyam ikizleridir demiştim ve hala diyorum. İtirazı olan varsa ? Lütfen belgelesin.
TROÇKİ İSTANBULDA DURUMU DEĞERLENDİRİYOR
Troçki Konuşuyor; Benim köylüyü soymak istediğim ileri sürüldü.Yalandır aksine olarak sanayi süratle o hale getirmek lazımdır ki,köylünün taleplerini karşılayabilsin. Stalinle bu İHTİLAFIMIZ Leninin ölümünden beri devam ediyor.Staline göre,sanayinin çok hızlı gelişmesi köylü sınıfını geride bırakacaktır.Ben diyorum ki sanayinin gelişmesindeki gecikmeler tarımın gelişmesini de geciktiriyor (Bir gazeteci ile yaptığı söyleşi.Aktaran.Ömer Sami COŞAR. Kitap. Troçki İstanbulda. Sf.100-101. Yaylacık yayıncılık.Basım.1969)
Bir başka gazeteci; Stalin,tam sizin dediğiniz gibi hızlı sanayileşmeye ve köylülüğü kolektivizme almaya başladı, ne diyorsunuz ? diyince, Troçki pişkin bir yüzle; ama ben Stalinin yaptığı gibi dememiştim,diyecektir aynı yerde… O sadece iyi bir hatip değil, çok iyi bir Şovmen,dünkü söylediklerini rahatlıkla çarpıtacak kadar kaypaktır da.Troçki,tıpkı bir Kevgire benziyordu, üzerinde bir şeyin durması mümkün olmayan,sürekli kayan bir kevgire.Stalin onun bu yönünü iyi tahlil etmişti.
Troçki A dese ? STALİN Z demeyi bir namus borcu sayardı. STALİN B dese, Troçki R diye hemen sallardı.Dikkat edilirse,Stalin ,Troçkinin söylediği aynı şeyleri yapınca,bu sefer Troçki çark etmektedir,ben öyle demedim diye.Aslında bu Siyam İkizleri aynı yumurtanın ikizleriydi hepsi bu.Tekrar etmek istiyorum; bütün bunlara rağmen Stalin,Troçkinin bütün teorik düşüncelerini adım adım izliyor ve hayata uyguluyordu da…
BİR ANEKDOT GÜLELİM ARTIK
Bende yoruldum yazmaktan,okur da usandı okumaktan Kemalim, en iyisi bu söyleşinin son kısmına bir anekdot ekleyelim ve bitirelim müsadenle.Bu fıkrayı o tarihlerde Rusya da anlatanlar, üç yıl hapis cezası ile cezalandırılıyormuş.(Ömer Sami Coşarın kitabında bu Anekdot.sf.95,ben biraz değiştirdim kitaba ulaşamıyacak okurları düşünerek.Öz aynı) Ben orada olsaydım, bağıra çağıra anlatır, bu cezayı seve seve üstlenirdim. Değer bu cezaya şu anekdot;
Anekdot
Troçki, İstanbula sürgün(1929) edilmiştir ve Büyük Adada eski bir Köşkü kiralar. Hergün balığa çıkmaktadır korumalarıyla.
Bir gün yine denize açılmışken, gözleri uzakların derinliğine dalar. Bu durum korumalarının dikkatini çeker ve sorarlar;
-Ne oldu sayın Leon Davidoviç Troçki ?
-Troçki; Düşünüyorum da,Lenin sağ olsaydı,şimdi Oda benimle beraber burda balık tutardı.Beraber olurduk. demiş.
Ben, Gün Zileleli’yi anlmakda zorlanıyorım açıkçası!
Her devrim ”zor” ile olur, her türlü devrim sürecinde ve sonrasında iç savaşlar/çatışmalar kaçınılmazdır.
Ekim Devrimi sonrası iç savaşı çıkaran Beyazlar’dır.
Bayzlar kendi açılarından haklıydılra; çünkü kaybettikleri iktidarı geri almak için saldırmaları gerekiyordu.
Dünya Tarihinde bütün devrimlerin temelde benzer süreçleri yaşadığını görmek ve anlamak gerekir.
Bolşevikler ise savunma ve Proleter Devrim’i korumak zorundaydılar. İktidarı ele geçirmek de, korumak da ”çiçek, böcek” ile olacak iş değildir.
Ölümleri her nedense imalı olarak Beyazlar üzerinden anlatmışsınız. Peki, bedel ödeyen Bolşevikler’e ve destekçilerine neden değinmemişsiniz?
Unutulmamalıdır ki, Kızl Ordu işçi-köylü sovyetlerinden oluşan bir ordudur. Bolşvikler elinde silahla önüne geleni kurşuna dizen caniler değillerdir.
Devrimin ve Sovyet Halkları’nın kurtuluşunun emperyalist dünya ile olan farkın kısa sürede kapatılmasında gören Stalin’in uyguladıklarının sonucudurki, Nazi Faşizmin karşısında insanlık yok olmamış, Sovyet halkları hala gücünü dünyaya kabul ettirmeyi başarmıştır.
Bürokrasi sorununa gelince, ne diyeyim; ”Allah” akıl-fikir versin, bu konuyu anlamayanlara.
Geçen, bir yorumumda da belirttiğim gibi; Stalin üzerinden Bolşevizme ve önderlerine yapılan dolaylı saldırlar yavaş yavaş aleniyet kazanmaya başlamışdır. Yakındır, Marx ve Enfels’e de ”sıranın” gelmesi.
Stalin katil(!), Lenin Marxsizmden anlamaz(!)..!! Oturduğunuz rahat koltuklarınızda klavye başında Devrim yapmak(!), kıtlıkların, cehaletlerin, dünya savaşlarının yaşandığı coğrafyalarda Devrim yapmakdan elbettde daha kolaydır!
anlamakta zorlanmanız normal:)
1) ABD EMPERYALİSTLERİ, KOMÜNİZM DÜŞMANI İDİYSELER, NEDEN SOVYETLER BİRLİĞİ İLE BİRLEŞİP HİTLER’İ YENMİŞLER ve ATOM BOMBASINI NEDEN SOVYETLER BİRLİĞİ’NE DEĞİL DE JAPONYA’YA ATMIŞLARDI ?!
Yüzlerce, hatta binlerce yıl önce dünyanın her yerinde – bilhassa Doğu toplumlarında****- sayısız kez kurulan, fakat o zamanki egemenlerin işine gelmediği için defalarca yıkılan ve bilimsel teori-taktik ve stratejilerini 1800’lü yıllarda tamamlayıp 1871’de Paris Komünü ile taçlandıran, 1900’lerin başlarında tüm dünya toplumlarının en büyük özlemi ve istemi olan “sosyalizm”, yani “toplumcu sistem”, dünyanın en eşit en özgürlükçü ve sınıfsız toplumu olan “komünist sistemin” öncülü olup, 1917’de Rusya’da ve daha sonra başta Çin olmak üzere onlarca ülkede kurulan “Sosyalizm” gerçek sosyalizm miydi(?); yoksa, emekçi insanlığın tek umudu olan “sosyalist/komünist sistemler”, yoksul ülkeleri daha iyi sömürmek için onların biraz daha palazlanmalarını sağlamak nedeniyle, önce kurulmasını, sonra da yavaş yavaş yıkılıp kapitalist sisteme geçmelerini sağlamak için emperyalistlerin sinsi planları gereği mi kurulmuşlardı ?!.. ( Çünkü, ABD ve Avrupa emperyalistleri, Sovyetler Birliği’ni yıkmak isteselerdi, 2. Dünya Savaşı’nda, Hitler’e karşı Sovyetler Birliği ile birlik olmak yerine, Hitler’in Stalin’i yenmesinden veya ona ağır kayıplar verdirmesinden sonra, kendileri saldırıp sosyalizmi yıkarlardı… Ya da 1945’te Japonya’nın savunmasız iki sivil beldesine acımasızca iki atom bombası atarken(!), birkaç tane de Sovyetler Birliği’ne atıp, onu kesinlikle yerlebir edebilirlerdi…)
2) NEDEN “TEK ÜLKEDE SOSYALİZM” ?!
Lenin ve Stalin’in başını çektiği Bolşevikler, gerek Sovyetler Birliği’ni kurmadan önce, gerekse kurduktan sonra, başta Menşeviklerden olmak üzere kendilerine muhalif görüşlü partilerden milyonlarca aydını, militanı, partizanı ve Troçki’yi öldürterek, sosyalizmin tüm dünyaya yayılmasını engellemek için “Tek Ülkede Sosyalizm” gibi haince bir uygulamayla, sosyalizmin doğmadan ölmesine sebep olmuşlardı !..
3) PROLETARYA DİKTATÖRLÜĞÜNDEN “TEK ADAM DİKTATÖRLÜĞÜNE”!
Lenin’in “Proletarya Diktatörlüğü” gibi antipatik ve antidemokratik diktatoryal tez ve uygulaması sonucu, proletarya yani “işçi sınıfı egemenliği”nin yerini “Komünist Parti diktatörlüğü” almış(!), daha sonra, onun yerini “tek kişi diktatörlüğü” olan “Stalin diktatörlüğü” almış ve onun acımasız despotizmi altında milyonlarca gerçek komünist öldürülerek, Sovyetler Birliği, “Ölü Komünistler Mezarlığı”na dönüştürülmüştü !…
Bu arada Sovyetler Birliği kurulmadan önce, mazlum halklara verilen “bağımsızlık vaatleri” çöpe atılıp, topyekûn katliam ve sürgünlere tabii tutlarak, daha çok mağdur ve perişan edilmişlerdi !!!
Bu kadar gaddarca yontulan, terörize edilip susturulan, benliğine bencillik ve metafizik dayatılan toplumun, sosyalist bir toplum değil, “kapitalist bir toplum” olması bile mümkün değilken, böyle bir ceberut ve despot bir sistemin “sosyalizm veya komünizm” olduğunu iddia etmek abesle iştigaldir !…
http://members.boardhost.com/Ozgurbakis/msg/1335441465.html
Anonim rumuzlu kişi,paylaştığın değerlendirmenin fazla çocukça olduğunu ifade etmek zorundayım.Tarihin bütün devrimlerine “ilüminati” komplosu düzeyinde bakan bir yaklaşım geliştirilmiş ve kimi birey ve grupların uygulamaları “Amerika’nın oyunları bunlar.” basitliğine indirgenmiş . “Tek ülkede sosyalizm” tezinin sscb’de burjuvazinin yerine geçen yeni bir asalak zümrenin işine geldiği çok açık olmakla birlikte, bence biz komintern’in işçi hareketinde ciddi tahribata yol açan politikalarının yalnızca devrimleri durdurmak değil, aynı zamanda onlara bürolardan tek tip bir biçimde yön verme çabası da olduğunu ifade etmeliyiz.
(Dipnot: ABD’nin elinde iki tane atom bombası vardı, geçerken “sallayacağı” bir üçüncüsü yoktu… İyi ki de yoktu!)
Gün Zileli, ”sizi anlamıyorum” derken, hatalarınızı/çelişkilerinizi hemen her yazınızda göstermenizdeki ısrardaki devrimci mantığı anlamıyorum manasında söylemiştim..
Çünkü, siz kendinizin sürekli ”devrimci olduğunu” belirten ifadeleriniz var.
Ancak, bu coğrafyada hemen hemen her inisiyatif sahibi kendini devrimci olarak ifade ettikçe, açıkçası ben ve benim gibler kendimizden şüphe duymaya başladık!
Marksizmi demek ki benden ve benim gibi düşünenlerden başka herkes doğru (!) okumuş!
Genel başlıklar üzerinden burada Marksizmi anlatcak değilim. Çünkü, sizin anarşist-ki anarşizmde marksizmden çalıntılarla oluşmuş bir burjuva ideolojisidir.- kimliğiniz bir sır değil. Ve bu saatten sonra ne siz bize, ne de ben sizlere bir şeyler kabukkendirmesi mümkün değildir.
Sadece şunu belirteyim, eleştiri ile eleştiri maskesiyle bir çok değeri mahkum etme gayretkeşliği aynı şey değildir.
Bir gün herhangi bir coğrafyada ML Devrim gerçekleştiğinde, muzaffer Ekim Devrimi tüm unsurlarıyla o günün Devrimci Komünistlerine ışık olmaya devam edecektir.
(Doğan Takan ve benzerleri beni ve benim gibi düşünenleri ilgilendiren bir unsur değildir, olamaz da zaten. Bunu da unutmadan belirteyim.)
kendinizden şüphe duymaya başlamanız ilk devrimci adımdır. bu çok iyi.
Anonim rumuzlu kişi anarşizmle ilgili yaptığın iğrenç genellemeler sen ve senin gibi marksist sansürcü manuplatörlerin alışkanlık haline getirdiği bir şey ,bu yüzden şaşıracak bir durum yok. Tabi, zaten Marx bütün kuramlarını St.Simon,Proudhon ve “ütopik” diye nitelendirdiği diğer sosyalistlerden çalmadı, komünist manifesto demokrasi manifestosu adlı bir kitapın kopyası değildi, paris komününü itibarsızlaştırmaya çalışan, almanyanın fransaya işgalini olumlayan ve ingilterenin hindistanı sömürmesinde “devrimci” bir yan bulan,1. enternasyonelde sosyal demokrat burjuva sosyalistleriyle beraber toplumsal devrimcileri tasfiye edip kendi bürokratik diktatörlüğünü inşa eden -işçi mücadelesindeki karşı devrimin ilk adımıdır bu- de marks ve marksistler değildi. İtalyada pilastiğimiz yok diye devrimi durduran, rusyada sovyetlerin içini boşaltan, işçi sınıfının burjuva toplumun yedek lastiğine dönüşmesine en büyük katkıyı yapan da yine güzide marksistlerimiz olmamıştı. Marksizm reformist bir akımdır, bu yüzden onun içindeki devrimci sapmalar(sol komünistler, durumcular ve benzeri işçilist akımlar) hep anarşist olmakla “suçlanmıştır”. Anarşizm ise sentezci bir akımdır ,bir ideoloji değil. Onun gençler ve emekçi sınıflar arasında karşılık bulmasının sebebi, gerçek toplumsal özgürlüğünün bu kesimlerin çıkarına olmasıdır. Ve bu gün, anarşistlerin marksist/leninistlerden ve diğer devletçi/sosyal demokrat akımlardan karşı-devrimcilikten ve ihanetten başka öğrenebileceği hiçbir şey yoktur! Senin gibi sansürcü yalancılar oldukça, unutmaki özgürlük şiarını her daim yükseltenler de olacaktır…
“Yedek lastik” diyerek kastettiğimi de açmak gerekirse, özellikle Avrupa solunun parlementarist akımlarının marksist kökenli olduğunu ve sendikalar üzerinde kurdukları bürokratik denetimin 68 ve 2010da fransada ve 2011de ispanya ve yunanistanda sermaye sınıflarının ne kadar işine yaradığını es geçmeyelim…
Anaya: Sizin gibi düşünenelerin ML’den anlamadığınız aşikardır. Komünist Manifesto ile Demokrarik/Considerant Manifesto arasaında hiçbir benzerlik,ortak durum olmadığını sizin ve sizin gibi düşünenlerin gör(e)meyişi benim/bizim için sürpriz olmadı. V. Considerant ömrünün sonuna kadar yakalaşık yarım yüzyıl Komünist Manifesto ile birlikte idi bu dünyada. Ve bu süreçte Considerant ve dostları bu ”suçlamaları” yapmamışken, günümüz Anarşistleri analaşılıyor ki, yeni bir heyecan peşindeler. Simon, Proudhon, Hegel ve diğer benzer filozoflar aynı dönemin filozoflarıdır. Her filozof öncülünden etkilenir. Bu kaçınılmazdır. Marx’ı çağdaşlarından ve kendisinden öncekilerden farklı kılan Diyalektik Materyalizm öğretisidir. Burada az sayıda yaptığım yorumlarımın ortak vurgusu şudur; eleştirleriniz -en azından öyle nitelendireyim- birazcıkda olsa akılcı olsun, ayakları yere bassın.
Peki buna ne dersiniz; sizin ve sizin gibilerin bakış açısıyla bakarsak, adı geçen tüm filozoflar Şeyh Bedrettin’den ”çalıntı” yapmışlardır. Buyrun, cevap verin!
Anarşizm’in marksizmden çalıntı yaptığını tekrar yineliyorum, siz/sizin gibi düşünenler Proudhonculuk izleri ile karşılık veriyorsunuz. Komünist Manifesto’ya atıfla belirttiğiniz ”suçlamalara” hedef olan maddelerdeki içerikleri anlamak, sanırım D.Materyalizm algısından yoksun olanlar için imkansız olacaktır. Unutmadan; Marksizm’in temeli olan Diyalektik Materyalizm’i de Marx ve Engels Hegel’den ”çalmıştır”(!), hatırlatayım!
Ayrıca şunuda belirteyim: Marxizmin Devlet ve Proletarya Diktatörlüğü’nü öğrenmek istiyorsanız, Paris Komünü’ne bakmanız sizler için yeterli olur, umarım.
/* Çünkü, sizin anarşist-ki anarşizmde marksizmden çalıntılarla oluşmuş bir burjuva ideolojisidir.- kimliğiniz bir sır değil. */
Anlaşılan dostumuz kendini çeka üyesi sanıyor..
/*Anarşizm’in marksizmden çalıntı yaptığını tekrar yineliyorum, siz/sizin gibi düşünenler Proudhonculuk izleri ile karşılık veriyorsunuz*/
Evet, proudhoncu politik düzeni -bir ölçüde- savunuyoruz, ancak proudhon’u ve onun eserlerini din kitabı gibi sahiplenmiyoruz. Sürekli ve sadece şu ya da bu kişinin “hadislerinden” söz etmiyoruz.
Gelelim proudhoncu dünya görüşüne… Bence bunu proudhondan okumanız gerek, marxdan değil. Anarşizm tolstoydan wilde’a, kropotkinden chomskye, stirnerdan zerzana,godwinden proudhona çok farklı dünya görüşlerine sahip bireylerin geliştirdiği sentez bir teoridir.
*/Her filozof öncülünden etkilenir.*/
Evet ama genelde öncüllerini sansür etmezler. Yukarıda söylediklerini bununla bir kıyasla istersen hatamı kabul edeyim sonra.
/*Ayrıca şunuda belirteyim: Marxizmin Devlet ve Proletarya Diktatörlüğü’nü öğrenmek istiyorsanız, Paris Komünü’ne bakmanız sizler için yeterli olur, umarım.*/
Zeki çocuk:
http://mitolojivegercek.blogcu.com/komun-ve-marx/11889301
*/Komünist Manifesto’ya atıfla belirttiğiniz ”suçlamalara” hedef olan maddelerdeki içerikleri anlamak, sanırım D.Materyalizm algısından yoksun olanlar için imkansız olacaktır.*/
Arada komünist manifestoyu açıp şifre çözücülüğü de yapıyor musun? Öyle sanıyorum, daha + kutupların – kutupları çekmesini dahi açıklayamayan bir teori ve onun “hindistanla ilgilterede aynı anda devrim olacak!” , ” Batı Kapitalizmi Amerikan ve fransız burjuvazisinin çelişkilerinden ötürü yıkılacak!” “Rus devrimi mirlerin geliştirilmesiyle olabilir”(bu hataya çoğu anarşist de düşmüştür onu da belirteyim) “ne sovyeti kardeşim bizim idealimiz alman devlet kapitalizmidir”, “devlet yıkılmaz sönümlenir” türünden son derece bilimsel(!) analizleri bize bir gelecek sunmuyor
Son olarak, şu yazının da bir incelenmesini öneririm, rudolf rockerı katılmadığım çok nokta da olsa:
http://www.lafisyanda.org/php/marks-ve-anarsizm-rudolf-rocker
Ha bu arada, ne gün zileli ne de bir başkası bütün anarşistler adına konuşabilir. Buna da açıklık getireyim. Örneğin ben gün zilelinin ve fikret başkayanın ekim devriminin önemine dair görüşlerine katılmıyorum. Ekim devrimi gerekli ve önemli bir siyasal hamleydi ve son tahlilde cesurcaydı.
Bu konuda önemli bir -anarşist- değerlendirme olarak şuna da göz atılmalıdır:
http://www.lafisyanda.org/php/rus-devrimi-ekime-dair-dort-efsane-andrew-flood
Anaya: Herhangi bir ideoloji ve doktrin hakkında ben ve benim gibi düşünenler son tahlili yapacak kapasitede kendimizi görmüyoruz. Sizleri bilemem! Malum, bu coğrafyada herkes her konuda ahkam kesmeyi çok seviyor. Kimi kalkar İslam’I ”öğreten” olur, kimi Marksizm’den iki kelamla hocalık taslar, kimi eleştiri babında sözümona eleştirdiği ideolojileri, doktrinleri çok ”bilmiş” görünümüne bürünür, vb vb… Ben ve benim gibler hiçbir ideolojiyi, goktrini ve bunların kurucularını putlaştırmadık, putalaştırmayızda. Ekim Devrimi, Anarşizm, ML, Maoizm, İslamiyet, Dinler, Kemal(izm) vb. birçok konuda zamanımız ve kapasitemiz oranında olabildiğince araştırma ve değerlendirmelerde bulunduk, ”çok şükür”. Belirttiğiniz linklerdeki yazılara baktım. Özellikle ”efsanaler” hususna. Açaıkça söylemek gerekirse, yıllarca o kadar çok ispatlanmış saçmalıklar dinledik ve okudukki, artık bu ”yeni jenerasyon” …… (adını siz belirleyin) dünün undurlarını okunakdan ve dinlemekten gına geldi. Çünkü, mantıksızlık diz boyu, durup durup temcit pilavı gibi benzer şekiller tekrarlanıp duruyor.
Kimsenin avukatlığını yapacak değiliz. Kimse de”babımızın oğlu” değil. Marks, Engels, Lenin ve diğer Bilimsel Sosyalizm Ustaları’nın her ”karalamasını” bugün saldırılarına araç edenlerle tartışılacak, onlarla fikir alışverişi yapılacak bir durumu göremiyorum.
Marx ve Engels Klasik Kapitalist Çağın Bilimsel Sosyalizm Ustalarıdır. Onlar ”parçalı” olanları bilimsel bir olgunlukta birleştirip insanlığa bıraktı. Onlar Das Kapital’i bıraktı. Onların bıraktığı bu mantığı bugüne ve yarına taşımakda devrimcilerin görevidir. Bugünün emperyalist çağın anlayışıyla ne o günün Sömürgler Sorunu’nu anlama zahmetine gireriz, ne de o günün İrlanda Sorunu üzerine tezleriyle ile bugün birebir, dogmatik bir şekilde bugün Kürt Sorunu’nu anlama zahmetine gireriz. Her çağın koşulları farklıdır. Önemli olan Das Kapital Mantığı’dır. Lenin’in ve diğer Ustaların ortaya çıkışı bu sebepledir.
Tarisel döneme damgasını vurmuş buralarda ifadelerini görmediğim Anarşizm’in sosyalist mücadeleye katkıları eylem ve teoride önemsenmez ve inkar edilmiş değildir.
Ancak, Anarşizm’in tarih sahnesine çıkışı sonrasında eylem şekli bir yerden sonra tıkanmıştır ve özellikle emperylist çağda egemen düzenin kontrolünden kurtulamamıştır.
”Bildik” argümanları burada tekrar etmeye gerek yok.
Sizlere söyleyeceğim son sözüm şu:
Ekim Devrimi bize her açıdan dersler vermeye devam eder.
Sosyalist İnşaa’nın tamamlanamamasının nedenleri ”cafe sohbetleri” ile anlaşılmaz. Bugün öyle ilginç yapılar)kişiler varki, ”Ekim Devrimi Marxizmin inkarıdır” derler.
Anlaycağınız; dünden bugüne herkes Marxizmi aşmış(!), aferin aşanlara! Ve bu aşanlar(!) sayesinde ”dünya güllük gülüstanlık”! Bu durum coğrafyamızda şu mantıkslığa benziyor; bu coğrfayda ”sol” hiçbir zaman iktidar olmadı, ancak tün sorunların sebebi olarak sol görülür ve her dönem küfür yer. Ve diyorumki; bu tartışma akademik ve ciddi bir tartışmadır. Bu ve benzeri konularda çokça durulmasınında insanımıza/insanlığa bir faydası yoktur, kısa vadede. Tabi niyet başkaysa, bilemem artık!
Sizlere iyi Sohbetler, sağlıcakla kalın.
Kafasını kuma gömmüş gerici ml’lerin ve onların anarşizmi kendi çaplarında düzen-içi gösterme çabalarının çokça gülünç örneğini gördüğüm için bence de öğrenilebilecek çok fazla şey yok. Indignados,The Occupy hareketi ve benzeri hareketlerin anarşist eylem/örgütlenme biçimine, Yunanistan’dan Malezya’ya dünyanın dört bir yanında kurulan halk meclislerine ,Latin Amerika’da 2000lerin başından itibaren girişilen özyönetim dalgasına ve emekçi mahallelerinin 10yıllardır gelişen özörgütlenme/isyan bilincine, Hindistan’daki fabrika işgallerinde kurulan Kitle meclislerine, chiapastaki zapatist konseylere, yanıbaşımızda , mezopotamyada geliştirilen köy komünlerine ve o coğrafyanın onurlu halkının bürokrasiden bağımsız yaşam inşa etmedeki başarılarına (ve saymayı unuttuğum bir çok şeye)bir göz atarsan; anarşistlerin “tıkanmış” yöntemlerini açıkça görebilirsin. Sağlıcakla kal “yoldaş”!
güzel örnekler.
Her zaman görünürde “en keskin” söylemi yakalamaya çalışan anarşistlerin, Gün Zileli’nin bahsettiği konularda çok basit bir burjuva hümanisti seviyesine inmeleri, “liberalleşmeleri” ve “hepsi kasap bunların” demeleri çok eğlenceli oluyor 🙂
tüm yazılan yazı ve yorumları, zilelinin yazdığı vede diğer cevapları da okudum… gün zileliyi yatırıp çocukluğuna döndürün ancak o zaman bu vebadan kurtulmuş olursunuz.. gerisi beyhude çabadır adam anarşist değil şizofreni…
sağ ol ya… kliniğin falan var mı, tedaviye geleyim.
Sayin abilerim gun bey bunu yazmis baskaya ne yazmis birds onu okumak isterim ogrenmek isteyen genc kusak
Çok fazla yorum yapılmış, hepsini okuyamadım. Haliyle daha önce söyleyen olmuş mu bilmiyorum ama, Troçki’yi başyapıtını okumadan, bundan da öte bu konuda (Bolşevizm vs Stalinizm) yazılmış en temel ve büyük eser denebilecek “İhanete Uğrayan Devrim”i okumadan yazmışsınız: “Nitekim Troçki, orduda rütbeleri yeniden geri getirmiş, asker komitelerini ve Sovyetlerini dağıtmış, çarlık ordusunun subaylarını yeniden istihdam etmiş, ordunun eski hiyerarşik yapısını ve ritüellerini yeniden teessüs etmiştir.” Stalin’in orduda rütbeleri geri getirmesi kitabın önemli başlıklarından biridir. Troçki, bu kararı sistematik bir bütünlüğün (bürokratikleşme-yozlaşma) uyumlu parçası olarak ele alır ve eleştirel bir tahlilini yapar. Gün Zileli’nin bundan habersiz olmasına “insan gerçekten hayret ediyor” 🙂 Selamlar.
Deutscher’i okumanızı salık veririm. Orada Troçki’nin (iç savaşta) rütbeleri ihdas ettiği, hatta Stalin’in buna karşı çıkanlar arasında olduğu anlatılır. İhanete Uğrayan Devrim’i okumuştum, evet ama bir savunmadır.
http://www.habervitrini.com/galeri/made-in-rusya-841774/3/#foto