Stalinist Tarih Yazımının Yöntemleri
Mesele dergisinin Ağustos 2015 sayısında yayınlanmıştır.
Stalinist tarihçiyle Stalinist sorgucunun yöntemleri arasında çok büyük benzerlikler vardır. Hatta Stalinist tarihçinin, yöntemlerini esas olarak Stalinist sorgu polislerinden aldıklarını bile ileri sürebiliriz. Bu iki meslek erbabının temel ilkeleri aynıdır: Hayali kurguya dayanan Büyük Yalan’ı gerçeğin yerine koy ve gerçekmiş gibi ısrarla savun. Bu temel ilkeyi sorgucu ve tarihçi nasıl hayata geçirir? Bunların üzerinde duralım.
Birincisi, sorgucu, başlangıçta kimsenin inanmayacağı bir kurguyu sanığın önüne bir suç olarak getirir ve tersini ispat et, der. Sanık, doğal olarak Büyük Yalan üzerine inşa edilen suçunu inkâr eder ama suçsuzluğunu ispat edecek kanıtı bulamaz. Çünkü hayali bir suçun gerçekliği ispat edilemeyeceği gibi gerçek olmadığı da ispat edilemez. Dolayısıyla isnat edilen suç havada asılı kalır. Bir süre sonra da olmadığı ispat edilemeyen bir suç olarak “gerçeklik kazanır”.
Örnek verecek olursak; sorgucu, sanığın yabancı devletlerin istihbarat örgütleriyle bağlantı içinde olduğunu ileri sürer ve sanıktan bunun böyle olmadığını ispat etmesini ister. Sanık bunun doğru olmadığını söyler ama kendini destekleyecek bir kanıt bulamaz. Çünkü olmayan şeylerin kanıtları da olmaz.
Stalinist tarih yazımı da aynı yöntemi uygular. Gerçeklikte olmayan bir şeyi olmuş gibi ileri sürer ve tersi kanıtlanmadıkça bu gerçeğin kendisidir, der. Örnek verecek olursak, Stalinist tarih, Troçki’nin bir Alman ve Japon ajanı olduğunu ileri sürer ve tersini ileri sürenlerden kanıt ister. Bunun tek kanıtı, Alman ve Japon istihbarat örgütlerinin Troçki’nin ajanları olmadığını ileri süren bir belge ortaya koymalarıdır. Kaldı ki, böyle bir belge ileri sürseler bile aslında bu, Troçki’nin onların “ajanı” olduğunun göstergesi olarak alınabilir. “Bakın gördünüz mü, kendi ajanlarını nasıl korumaya çalışıyorlar” denir. Kaldı ki, hiçbir istihbarat örgütü böyle bir karşı kanıt ileri sürmez zaten.
İkincisi, polis sorgucusu da, Stalinist tarihçi de kimsenin inanmayacağı yalanları büyük bir özgüvenle ve en büyük gerçekmiş gibi öne sürmekte ustadırlar. Bilirler ki, yalanlar ısrarla ve büyük bir özgüvenle her yerde tekrarlanırsa bir süre sonra insanlarda bir “gerçeklik” duygusu yaratırlar.
Örneğin sorgucu, ifade almaya, “karşıdevrimci faaliyetlere girişmenize yol açan etkenler…” diye başlar. Yani ona göre sanığın karşıdevrimciliği tartışılmaz bir gerçektir. Tartışılması gereken nokta, bu karşıdevrimciliğe nelerin yol açmış olabileceğidir. Eğer sanık bu temel saptamaya itiraz edecek olursa, sorgucu şaşırmış gibi yapıp, “evet ama bu herkesin kabul ettiği bir gerçek” der. Sanıkla, onun karşıdevrimciliğinin gerçekliği üzerine asla tartışmaya girmez. Bunu o kadar ısrarla uygular ki, sanık da bir süre sonra kendi karşıdevrimciliğini doğal bir şeymiş gibi benimsemeye başlar.
Stalinist tarihçi de buna benzer bir yöntem uygular. Örneğin ona göre anarşizmin ya da Menşevizmin karşıdevrimciliği artık kanıtlanmış, tartışma götürmez bir gerçektir. Bu yüzden bu tür akımların karşıdevrimci olduğunu apiori olarak ileri sürer ve bu konuda asla tartışmaya girmez. Bu tür akımların sözünün geçtiği her yerde “karşıdevrimci” tabirini de son derece doğal bir şeymiş gibi isimlerinin başına ekler.
Üçüncüsü, sorgucu polisin ifadeyi parça parça alması gibi, Stalinist tarihçi de kendi tezlerini parça parça ortaya koyar. Önce sorgucunun yöntemini görelim.
Sorgucu, karşısına getirilen sanığa “bay X’le şu zamanda görüşmüşsünüz” der. Sanık bunu reddeder. Bunun üzerine sorgucu saf bir tutum takınarak, “yani onu tanımıyorsunuz, öyle mi?” diye sorar. Bunun üzerine sanık, “öyle bir şey demedim, tanıyorum elbette” der. Bunun üzerine sorgucu, “tanıdığınıza göre en azından bir kere görüşmüş olmalısınız” der. “Evet” der sanık. Bunun üzerine sorgucu, bir kâğıda sadece “Bay X’le görüştüm” diye yazar ve sanığa bunu imzalatır. Sanık bu kadarcık bir şeyi imzalamakta sakınca görmez. Ertesi gün sorgucu, sanığa, “Bay X’le sadece bir kere mi görüştünüz” diye sorar. Sanık, “hayır, zaman zaman görüşürdük elbette, çünkü aynı dairede çalışıyorduk” cevabını verir. Bunun üzerine sorgucu, sanığa şu ifadeyi imzalatır: “Bay X’le çalıştığım dairede zaman zaman görüşüyorduk.” Ertesi gün sorgucu, sanığa, “Troçkist Bay X’le görüştüğünüzü kabul ettiğinize göre bize neler konuştuğunuzu da söylersiniz” der. Sanık, “genel şeylerden” diye cevap verir. Bunun üzerine sorgucu, sanığa, “Troçkist Bay X’le çalıştığım dairede bir araya gelip hareketin genel sorunları üzerine özel görüşmeler yapıyorduk” diye bir ifadeyi imzalaması için ısrar eder. Böylece ifade eklene eklene uzar gider ve uzun bir emek sonucunda ortaya, sanığın kesinlikle tanıyamayacağı bir itiraf çıkar.
Stalinist tarihçinin de bu yöntemden bir şeyler öğrendiği kesindir. Stalinist tarihçi tarih yazımında ek yaftalar yapıştırma yöntemiyle metni “zenginleştirir”. Örneğin, “Troçki” demez de “karşıdevrimci Troçki” der her seferinde. Bu kullanımı yeterince kabul ettirdiğini düşündüğü bir noktada, “karşıdevrimci istihbarat örgütlerinin ajanı Troçki” diye tanımlamalarını çoğaltır durur.
Dördüncüsü, sorgucu tezlerini ileri sürerken kurbanını gevşetebilmek için gevşek ifadeler kullanır. “Belki” gibi, “olabilir gibi”, “sanki” vb. gibi. Yani aslında kesin bir kanıya sahip değildir de, bir takım ihtimaller düşünüyor havası verir. Kısa süre sonra sanık bu “belki”lerin içine düşer. “İhtimal budur ya”. “Belki, olabilir” der. Bunu dediği an sorgucu birden gevşek ihtimalleri bırakıp kesin ifadelere geçerek avının boğazına yapışır.
Stalinist tarihçi de zaman zaman bu yönteme başvurur. Tezlerini ileri sürerken, yumuşak, gevşek ifadelerle yaklaşır okuyucuya. Böylesi bir “liberalizm”le gevşeyen okuyucunun zihnine “ihtimallerini” akıtır ve ardından “ihtimaller” hızla kesinlik kazanır. “Belkiler” “mutlak”a, “sankiler” “kesinlikle”ye dönüşür.
Beşincisi, sorgucu aslında elinde hiçbir kanıtı olmadığı halde sanığa güçlü kanıtları varmış da o anda açıklamayı doğru bulmuyormuş gibi bir tavır takınır. Aslında belki böyle kanıtları hiç yoktur, blöf yapıyordur ya da kanıt dediği şey, başka sanıklardan alınmış itiraflardan ibarettir. Ama sorgucu eli çok güçlüymüş gibi bir poz takınır daima.
Stalinist tarihçinin de en önemli özelliklerinden biri sahip olduğu kerameti kendinden menkul tarihi yalanları dünyanın en büyük gerçekleriymiş gibi ileri sürmesi ya da böyle gerçeklere sahipmiş ve eli çok güçlüymüş gibi bir hava takınmasıdır. Kısacası Stalinist tarihçi insanları ideolojik terör yoluyla etkisi altına almaya çalışan şirretin biridir.
Ekte bu şirretlerden biriyle yapılan bir tartışmayı bulacaksınız.
http://www.gunzileli.com/2013/12/04/buyuk-temizlik-buyuk-kirlilik/
Gun Abi merhaba,
Bu tur tarih yazimi Ile Kemalistlerin yalanlari arasinda yontemsel benzerlikler var mi? O donem Rusya sinda, sanirim Kadro dergisine benzer cok yayin vardir.
Iyi calismalar,
Yahu, Gun bey, hala daha nelerle ugrasiyorsunuz?..
Stalin mi kaldi Trocki mi?
Avami dille soyleyecek olursam, “hepsinin it s..sin anasini”..
Ayrica, kisileri savunamayacaklari seylerle suclamanin tarihi onlarla mi basladi sanki..
Yoo.. hep vardi, hep de var olacak.
hepten suya Verdi herifte takinti var, yeni baslayan trockistler icin oneri zileli ile anti stalinizme baslamayin, tarihci ustad kadir misirlioglunun zileli versiyonuna dusersiniz, herif milyon yillik insanlik tarihini stalinle aciklior yaa, stalini diriltsek sey diyecek, Ulan bi sus vallahi billahi ben seytanim ama bi sus herseyidemi ben yarattim, stalinis tarih yaziciligi ve plutonun gezegenlikten cikarilmasi, zilelinin sevgilisi, bunu al doktora gotur…
Gün Bey, Stalin siz doğmadan yıllar önce öldü, biliyorsunuz değil mi?
notlarimi yayinlamiyorsun bu kis adalardayim ona göre, CEKA/NKVD/KGB bu kis gelcez:)
Temelde vardır tabii.
solun içinde olmadığınızdan böyle düşünmeniz normal. Bir de gelin buraları görün bakalım.
Hayır. Stalin 1953’te öldüğünde ben 7 yaşındaydım.
Geleceğin varsa göreceğin de var.
esas sen bir doktora görünsen iyi edersin arkadaş. Ne zamandır söyleyecektim bunu. Gerçekten tedaviye ihtiyacın var.
Ya Stalin’in ölüm tarihini ya da benim doğum tarihimi bilmiyorsunuz.
SİTEDEKİ YORUMLARI OKUYAN ARKADAŞLARA DUYURU:
YUKARIDA DA YORUM ÖRNEKLERİNİ GÖRECEĞİNİZ BİR YORUMCU VAR. ZAMAN ZAMAN YAZAR. KENDİSİNİN THKP-C’Lİ OLDUĞUNU SÖYLÜYOR. YORUMLARININ YÜZDE DOKSANI KÜFÜR, HAKARET, TEHDİT VE CİNSEL SALDIRI İÇERDİĞİNDEN ÇOK AZ YORUMU YAYINLANABİLİYOR. YUKARIDA ÖRNEĞİNİ GÖRDÜĞÜNÜZ GİBİ, TEHDİTLERİNDEN BİRİ DE KINALIADA’YA GELECE(KLERİ) YÖNÜNDE. YAZIN GELE(CEKLERİ)Nİ SÖYLÜYORDU. BEKLEDİM, GELMEDİ(LER). ŞİMDİ KIŞA GELE(CEKLER)İNİ SÖYLÜYOR. 16 YAŞIMDAN BERİ BU İŞLERİN İÇİNDEYİM. ARADAN 53 YIL GEÇTİ. SENEYE 70 YAŞIMDA OLACAĞIM. EĞER KORKSAYDIM BU İŞLERE DE GİRMEZDİM. BU ŞAHIS ACABA BU TÜR TEHDİTLERLE BENİ GERÇEKTEN KORKUTACAĞINI MI SANIYOR, YOKSA ŞAKA MI YAPIYOR, KARAR VEREMEDİM. KENDİSİNE TAVSİYEM ŞU: ÖNCELİKLE BİR RUH DOKTORUNA GİTSİN VE CİNSEL SAPMASINI TEDAVİ ETTİRSİN. YAYINLAMADIĞIM ÖYLE MESAJLARI VAR Kİ, OKUSANIZ HAYRETLER İÇİNDE KALIRSINIZ.
SİZE KISACA SORMAK İSTEDİĞİM İSE ŞU: BU ŞAHISTAN BUNDAN SONRA DA GELMESİ MUHTEMEL YORUMLARI İBRET-İ ALEM İÇİN, OLDUĞU GİBİ YAYINLAYAYIM MI, YOKSA ESKİSİ GİBİ ÇÖPE Mİ ATAYIM. GÖRÜŞLERİNİZİ BİLDİRİRSENİZ SEVİNİRİM.
GÜN ZİLELİ
AKP-PKK SAVAŞ KOALİSYONU YAZISININ ALTINDA DA DEMİN YAYINLADIĞIM BİR YORUMU VAR. “AMA KABAHAT BİZDE” DİYE BAŞLAYAN. ONU DA İBRET-İ ALEM İÇİN YAYINLADIM. O YORUMA BİR BAKARSANIZ KALİTE HAKKINDA BİR FİKİR EDİNEBİLİRSİNİZ.
G.Z.
“Bir de gelin buraları görün bakalım.”
Oralar neresi?
Solcular, fanus içinde mi yaşıyorsunuz?
Gün, küfür ve sapkınlık konusunu bilemem.
Ama tehditler ne kadar uyduruk da olsa asla yayınlanmamalı. Hiç bir şekilde yayınlanmaması iki önemli rol oynar: Birincisi baştan tartışma alanının şiddetle kapatılmasının kabul edilemez olduğunu herkese gösterir. Tehdidi yapan, biraz da “ben X’i tehdit edebilirim, tehlikeliyim, bana saygı duyun” beklentisi içindedir, şov yapmak ister. Önce bunu elinden alıyoruz. İkincisi, tehditi yapan tehdidinin ulaşıp ulaşmadığını bile bilmemelidir. Bu da tehdidin muhatapına bile ulaşmadan filtrelenmesi veya filtrelendiği hissi verilmesiyle olur (Tehdit kime yapılıyorsa yapılsın anonim site admini baştan zaten silmelidir – tehdidin yapıldığı kişiye ayrıca özel olarak bildirilmesi opsyoneldir). Böylece tehdit sahteyse işlevini yerine getiremez. Gerçekse de bir şey değişmemiş olur.
Biz geçmişte adminlik ettiğimiz politik forumlarda hep bu şekilde yaklaştık, forumda sözel kavga edip sonra açıkça seni yakalicam dövücem gibi tehditte bulunanlar bir süre sonra kayboldu.
Bu en kıytırık futbol sitesinde de oyun sitesinde de twitter’da da çıkar. İnternetten birilerine bu derece ayar olabilen insanlarda olayın duygusal arıza boyutu ön plandadır. Bu arızayı beslememek, ilgi göstermemek en doğrusu. Sıkılıp gidecektir.
Ayrıca aynı kişiden gelen başka abuk subuk içerikli, spam vb. mesajları da engellemek konusunda daha rahat davranılmalı, teknik olarak kurallara bağlılıktan öte. İtibar diye bir şey de var hayatta, itibarını yerle bir edip edip her günün ertesi bana temiz sayfa açın diye gelemezsin.
haklısın. bugüne kadar böyle davranmıştım zaten.
Diyelim ki Kürtlerin çoğunlukta olduğu bağımsız bir ülke kuruldu.
Türkiye, İran, Irak ve Suriye topraklarından birleşmeler yapıldı ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bağımsız bir ülke kuruldu.
Abdullah Öcalan, KCK, PKK, Kandil, HDP + İran, Irak ve Suriye’deki diğer Kürt unsurlar birlik olabildi ve Kürtlerin çoğunlukta olduğu bağımsız bir ülke kuruldu.
Bu unsurlar içinde, özellikle askeri tecrübe yönünden en eskilerinden biri olması sebebiyle PKK’nın hamiliğinde dönüşüm geçirerek, dünya ülkelerinin “legal statü bahşettiği” bir orduları da kuruldu.
Şimdi Gün Bey:
Bu durumda:
Siz artık bu yeni “Kürtlerin çoğunlukta olduğu bağımsız bir ülke” ile ilgili nasıl davranışlar sergileyeceksiniz?
Sorumu en öz şekilde ifade edebilmek için: Şu davranışlara mı yelken açacaksınız:
Çok olmadığımız kesin
Çok olan tarafta değiliz
Çok olan tarafta olmayacağız
Türkiye’de Kürt olacağız
Kürtlerde Ermeni
Ermenilerde Süryani
Gidip Almanya’da Türk olacağız
Hollanda’da Surinamlı
Fransa’da Cezayirli
İran’da Azeri
Amerika’da zifiri Zenci olacağız
Çoğalan zencide mutlaka Kızılderili
İsrail’de Filistinli
Köpeğin karşısında Kedi
Kedinin karşısında Kuş olacağız
Kuşun karşısında Börtü Böcek
Hakemler hep karşı takımı tutacak
Ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
Çiçeklerden kamelya olacağız
Az kolumuzun tarafında
Solda olacağız
Bu itirazın ilk şartı
Solda da az olacağız
Devrimi çoğaltırken çünkü
Bir başka devrime hızla azalacağız
Bu da itirazın ikinci şartı!
*
Cevabınızı sabırsılıkla bekliyoruz.
Ve umarız iki-üç kelime, bir-iki cümleyle “geçiştirici cevap” yazmazsınız…
TL, DOLAR KARŞISINDA DEĞER KAYBETTİ.
TL, EURO KARŞISINDA DEĞER KAYBETTİ.
İHRACAT NİYE DÜŞTÜ?
Ocak 2015-Ağustos2015 döneminde TL, Dolar karşısında %27, Euro karşısında %16 değer kaybetti. Aynı dönemde Türkiye’nin ihracatı %8,9 azaldı. İhracatta bu tür uzunca süren bir azalma geçmişte pek görülmemişti.
Türkiye’nin ihracatındaki ağırlık: Önce Euro’ya sonra da Dolara,
İthalatında ve finansman maliyetlerindeki ağırlık: Önce Dolar’a sonra Euro’ya ait. (Yani; Dolar/TL paritesinde Dolar’ın çok hızlı yükselmesi, Euro’nun TL karşısında yükselmesine nazaran, daha fazla zarar veriyor.)
Bir ülkenin parası, dış ticaret ilişkisi içinde olduğu ülkelerin paralarına karşı değer kaybederse ihracatçıları, ihraç ettiği mallar karşılığında daha fazla TL elde eder.
Yılbaşında Euro/TL kuru 2,85 TL iken Almanya’ya 100.000 Euro tutarında mal ihraç eden bir ihracatçının eline 285.000 TL geçiyordu.
Bugün Euro/TL kuru 3,27 TL! Bugün Almanya’ya 100.000 Euro tutarında mal ihraç eden ihracatçının eline 327.000 TL geçer. Yani aynı malı ihraç eden ihracatı zaman içinde Euro, TL’ye göre değer kazandığında daha çok TL gelir elde etmiş olur. Bu ihracatın %65’inin ithal mallarla, kalan %35’lik kısmının yerli mal ve hizmetle yapıldığını ve ithalatın da yine Almanya’dan Euro karşılığı yapıldığını düşünürsek bu ihracatçının; TL’nin Euro’ya karşı değer kaybından doğan gerçek kazancını şöyle hesaplayabiliriz:
327.000 – 285.000 = 42.000 TL x %35 = 14.700 TL.
Bu ihracatçının malını Almanya’ya satarak Euro gelir elde ettiğini, buna karşılık bu malı Türkiye içinde üretirken kullandığı yabancı malları Dolar karşılığı ithal ettiğini ve 2015 yılı başında Dolar/TL kurunun 2,30 TL ve Euro/TL kurunun 2,85 TL olduğunu varsayalım.
Diyelim ki bu ihracatçı 80.500 Dolarlık ithal malını (karşılığı yaklaşık 185.000 TL ediyor) 100.000 TL’lik yerli mal ve hizmet ile birleştirerek 285.000 TL’ye imal ediyor olsun. Bu ürünleri yılbaşında Almanya’ya sattığında (285.000 / 2,85 =) 100.000 Euro elde edecek demektir (ihracatçının kârı bu toplamların içinde varsayılmıştır.)
Şimdi Dolar/TL kurunun 2,92 TL’ye Euro/TL kurunun da 3,27’ye çıktığı durumu ele alalım!
Yılbaşından bugüne kadar yurtiçinde enflasyon da %7 olarak gerçekleşmiş olsun. Bu durumda bu ihracatçı ihraç edeceği malların üretiminde kullanacağı malların ithalatı için 80.500 Dolar ödediğinde kasasından 235.060 TL çıkacaktır (eski kura göre 235.060 – 185.00 = 50.060 TL fazla.) Buna enflasyonla %7 oranında artarak 107.000 TL olan yerli mal ve hizmetler için ödenen bedeli de eklersek maliyeti (235.060 + 107.000 =) 342.060 TL oluyor demektir. Bu malı 100.000 Euro’ya Almanya’ya sattığında eline geçecek para (100.000 x 3,27 =) 327.000 TL olacaktır.
Yani:
342.060 TL’ye mal ettiği malları Almanya’ya satan ihracatçı bunun karşılığında 327.000 TL elde etmiş ve zarar etmiştir! (Ya da kârı içinde varsaydığımız için kârında ciddi düşüş olmuştur!)
TL’nin yabancı paralara karşı değer kaybı bize mutlaka “ihracat geliri artışı” getirmez!
Bize “ihracat artışı geliri” sağlayacak şey; TL’nin Dolara karşı kaybettiği değerden fazlasını Euro’ya karşı kaybetmesidir. Ya da bizim dışımızda oluşacak gelişmelerin Euro/Dolar kuruna Euro’nun Dolara karşı değer kazanmasına yol açacak şekilde etki yapmasıdır.
Ocak 2015-Temmuz 2015 arasında ihracatımızdaki düşüş %9,4 iken,
Ocak 2015-Ağustos 2015 döneminde düşüşün %8,9’a gerilemiş olmasının (yani “ihracattaki düşüşün hızının azalmış olmasının”) nedeni:
Son aylarda; Euro/Dolar kurunun Euro lehine hareketlenmiş olmasıdır.
Euro/Dolar kuru Euro lehine değişirken “ihracatımızı artırıyoruz” diye övünmek ne kadar yanlışsa; tersi olduğunda “dış gelişmelerden dolayı böyle oluyor” demek de o kadar yanlıştır!
Önemli olan kendi paramızı stabil tutabilecek reformları yapabilmektir! Bir atasözümüzde belirtildiği gibi: “El parasıyla gerdeğe girilmez.”
Mahfi Eğilmez
Hazine eski müsteşarı
Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi
1 Eylül 2015 Salı
http://www.mahfiegilmez.com/2015/09/dolar-artt-euro-artt-ihracat-niye-dustu.html
Gün Abi daha önce bu konuyu yine gündeme getirmiştim, sen de katılmıştın. Ama maalesef değişen bir şey yok. Söyler misin lütfen, senin “Stalinist Tarih Yazımının Yöntemleri” başlıklı yazın ile 10 numaralı yorumun, hatta 9 numaralı yorumun ne ilgisi var? Niye böyle konuyla alakasız ve okurları yoran ve konudan uzaklaştıran, anlamsız, uzun, çöp yorumları onaylıyorsun?
Haklısın da ne yapabilirim. Atla geç.
Sayın Zileli, ispiyonculuk tan bahsetmemişsiniz. Yok sa benim buralarda duyduklarım efsane midir???
merhaba, sitenizdeki bir yazıya yorum bırakmıştım ancak hangi yazı olduğunu not etmediğimden unuttum, şimdi o yazıyı ve yorumumu bulamıyorum. Yok eğer yorumumu sildiyseniz belirtirseniz sevinirim.
ha evet o da var ama tarih yazımında ispiyonculuk nasıl yer alır bilemiyorum.
bu yorum gelmedi. Yeniden yollar mısınız rica etsem.
Ricanız üzerine yorumumu yeniden yolluyorum:
” 12 eylülde dünyaya gelmemiş askerler niye 12 eylüle karşı çıkmıyorlar diye sormak insafsızlık ve mantıksızlık olur. Örneğin teğmen Mehmet Ali Çelebi 1980 yılında daha dünyaya gelmemişti. Balyoz ve Ergenekon iftiralarıyla tutuklananların çoğu da 12 Eylül’de ya doğmamıştı ya da daha 2 – 3 yaşındaydı. ”
Teşekkürler. Selamlar.
Bu yorumu yayınlamıştım diye hatırlıyorum. Neyse.
Gun bakiyorum sirret tarihci diyorsun ama Furr”u okumaktan da geri kalmiyorsun. Bu sefer hangi yazisini okudun? Yoksa Furr’un Katyn de olduruldugu iddia edilen bazi subaylarin aslında naziler tarafindan olduruldugunu ispatlayan Ukrayna daki arkeolojik kazilara iliskin yazisini mi okudun.
O kazi ve orada ki bulunan seyler o kadar onemli ki sadece Furr ve senin Stalinist oldugunu iddia ettigin tarihci ve akademisyenler degil ama, Soros”un Acik Toplum enstitusu de konu uzerine makale yayinladi. Hem de Furr ile aynı görüşleri paylaşarak. Yani yenilir yutulur sey degil. Makale ye buradan erisebilirsiniz. Yoksa stalinistler Acik toplum enstitusunu de ele gecirmis olabilir mi? https://www.opendemocracy.net/od-russia/ivan-katchanovski/owning-massacre-ukraines-katyn
Ingilizce bilmeyen arkadaslar icin kisaca ozetleyeyim. Volodymr- Volonsky Ukrayna Polonya sınırında küçük bir kasaba ve onun yakınında 1997 yapılan kazılarda naziler tarafından öldürülmüş yüzlerce ceset bulundu. Cesetlerın çoğunluğu kadın ve çocuklar. Ama sadece kadın ve çocuklar değil ama iddialara göre Katyn de öldürüldüğü iddia edilen iki Polonyalı güvenlik görevlisine ait bazı badge vb de de bu mezarlarda bulundu. Kıyamet ondan sonra koptu zaten, Çunki bu durum ölenlerin Katyn de öldükleri tezini çürütüyor. En azından bazı kişiler naziler tarafından hem de yahudi (savaş öncesi şehrin nufüsunun büyük çoğunluğu yahudi idi ve öldürülen sivilllerin hepsi ya Yahudi ya da komunistler) sivillerle beraber öldürüldüğünü gösteriyor.
Tabii bu katliamlar faşist Ukrayna polisi ve Eısengruppe tarafından yapıldığı için önce bu katliamın SSCB tarafından yapıldığı yalanı yayılmak istendi ama tutmadı tabii, Sağcı hatta faşist yorumları ile bilinen Wikimedia bile katliamın nazilerin ve Ukrayna faşistlerinin işi olduğunun kanıtlandığını kabul etmiş durumda. ( Ne hikmetse aynı wiki makalesi Nazilerin katliam mezarında bulunan Katyn kurbanlarından bahsetmiyor, Halbuki bu kazıların en önemli bulgusu onlar) Wiki makalesi için
https://en.wikipedia.org/wiki/Volodymyr-Volynskyi
Bu buluntular üzerine Grover Fürr’ün makalesi için https://msuweb.montclair.edu/~furrg/research/furr_katyn_2013.pdf
Açık toplum portalında yayınlanan makale de burada https://www.opendemocracy.net/od-russia/ivan-katchanovski/owning-massacre-ukraines-katyn
11 numaralı arkadaşımıza cevap:
10 numarada okuduklarınızın devamı daha da gelecek. Alışmaya başlasanız iyi edersiniz…
Saygılarımızla
Doğrusu kendi adıma GZ’nin bu anlatılarını önemsiyorum. Ne çabuk unutuldu. Ergenekon, Balyoz ve Fenerbahçe iddianamelerini. Binlerce sayfaydı. En sıradan gündelik insani faaliyetler, darbe girişimine ait olgular gibi sunuldu. Totaliter Diktatörlük hevesleri var olduğu sürece Stalin ölmemiştir…
Totaliter solcuların bu tür yöntemler kullanacağını biliyoruz. Bu sebeple “gıcıklanıyor” olabilirler.
Stalin’in öldüğünü sanan bence çok naiftir!
*
Örneğin Gezi İsyanında adam ne dedi.. “Komşularınızı ihbar edin..” Yakınlarda muhtarlardan da muhbirlik beklediğini açıkladı.. Bunlar Faşistik, Hitler, Stalin sistemiydi… Kocasını ihbar etmeyen kadın suçlu sayılır, toplama kampına yollanırdı. RTE uygun konjonktürü bulsaydı Stalin’in tüm yöntemlerini uygulardı. Bir çoğunu denedi, başaramadı.. Başarısız oldu ise bu yolda nice insan emek verdiği için olmalı; bu bağlamda GZ de bu emek dünyasına katkı vermeye devam ediyor…
soljenitsin ile senin arandaki fark uzerine bir sosylog bir psikolog ve bir sosyalpsikologun, yazdigi bir yaziyi okumak isterdim. yol o yol….
gercekten sevimli ve gercekten ozgurlukcu sol bir siyaset izleyen selocsn Levent tuzel in gecici hukumette yer almayi da , oh a o Kadar diye diye red eden Levent tuzel e o da onlarin takdiri felan demsesi beklenirken, bunu degerlendircez diye basina aciklama yapmis:)
zavalli Levent tuzel „smile“-Emoticon sen selo yu oyle soyledigi gibi hdp nin bir siyasetler koalisyonu ve es baskanlari olan kimlik siyasetine bile riayet eden partinin es baskanimi sandin, nasil yedin fircayi,:9 parti disipliine (APO nun direktiflerine ) uyacaksin hewal. selocan a bakip ne sevimli cocuk diyenlere tum selocancilara. 🙂 siz bunu hakettiniz
https://www.youtube.com/watch?v=2vVOiEgkTkU
Beni şerefyab ettiniz. Soljenitsin büyük bir yazardır. Romanları yüzyıllar boyunca okunacaktır.
Demirtaş’ın Tüzel hakkındaki açıklaması benim de hoşuma gitmedi.
sirri sureyya… diye başlayan yorum hakaret içerdiğinden yayınlanmamıştır.
söyle olur … diye başlayan yorum hakaret içerdiğinden yayınlanmadı.
ayyy… diye başlayan yorum ciddiyetten uzak olduğu için yayınlanmadı.
bence … diye başlayan yorum hakaret içerdiğinden yayınlanmadı.
Gün abi 15 numarada Ahmet’in yazdıklarında doğruluk payı var mı? Bir aydınlatır mısın meseleyi?
Külliyen yalan. Bu katliamın Stalin’in marifeti olduğunu Stalinistlerin dışında bütün dünya kabul etti. Deliller ve belgeler ortada.
Sitedeki bu konuyla ilgili yazılara bak. Örneğin General Blokhin yazısına. Stalinizm kategorisinde bulacaksın.
Ne yalan soyleyeyim; Muslum Gurses’i yasarken hic takdir etmisligim yotur.
Temel sebebi de, adam yerine koyduklarimizin onu arabesk diyerek tukaka edisi olsa gerek.
Fakat, linki verilen sarkisinin sozlerini aradim buldum ve vezin ve kafiye acisindan hic de fena olmadigini, anlam acisindan ise hayli iyi oldugunu soyleyebilirim.
Sol/Kurt uzmani degilim ama HDP-EMEP baglaminda da cuk oturdugunu teslim ederim. Linki veren arakdasa tesekkurler.
Sozler/Gufte bu:
Aldanma çocuksu mahsun yüzüne
Mutlaka terkedip gidecek birgün
Kanma sever gibi göründüğüne
Seni sevmiyorum diyecek birgün
Sevmek çok güzelşey aldanmak acı
Ruhunu saracak bır derin sancı
O durmayan yolcu sen garip hancı
Hesabı vermeden gidecek bir gün
Uğruna yılları harcayacaksın
Aşkını ömrünle bir tutacaksın
Ne yazık sonunda ağlayacaksın
Gururunu yere atacak bir gün
17 nolu yoruma iliskin:
Komsunun bir kutsalligi mi var? Hasbelkader bitisik dairelerde, ya da ayni apartmanda yasiyoruz diye, komsunun herseyine goz mu yummak gerekir?
Komsu canli bomba olup kimbilir kac kisiyi havaya ucuracak ise, molotof kokteyli yapip gariban esnafin dukkanini yakacak ise, yollari kesecek, hastaneye yetistirilmek icin yolda olanin yolda olmesine yol acacak, sokaktan gecenleri terorize edecekse, karisini cocuklarini esek sudan gelinceye kadar dovuyorsa, mahallenin/apartmanin cocuklarina ilisiyor taciz ediyorsa.. hala daha bu kutsal (!) komsuyu ihbar edilmezlik imtiyaziyla koruma altina almamiz mi bekleniyor?
Anarsizmin de bir raconu oldugunu, bunlarin onlarin arasinda olmadigini dusunuyorum.
ihbar mutlak olarak kötü bir şeydir.
24 numaralı anonim,
15’te linklenen yazının Katyn katliamını kimin yaptığı ile bir ilgisi yok. Volodymr-Volonsky’de başka bir katliamı ile ilgili. Yazı diyor ki Volodymr-Volonsky’deki katliamın sorumlusunun SSCB olduğu iddia edildi, fakat aslında sorumlu Naziler’di. Bu açıdan, Volodymr-Volonsky katliamı “Ukrayna’nın Katyn”idir diyor yazı. Çünkü Katyn katliamı da önce Naziler’e itelenmek istenmişti, fakat sorumlusu SSCB çıktı. Yani yazının kendisi Katyn katliamının sorumlusuna şaibe düşürmek bir yana teyit ediyor. Bir detay olarak, Katyn’de öldürüldüğü sanılan 2 kişi, Volodymr-Volonsky’de öldürüldüğü ortaya çıkmış. Ahmet bey buradan fantastik genellemeler çıkarmak için imalarda bulunmaya çalışıyor zavallıca, belki Katyn’deki geri kalan 20.000+ kişi de aslında aslında Naziler’ce Ukrayna’da öldürülmüştür he mi? gibi..
Üstelik bunu Yeltsin daha SSCB yıkılmadan arşivlerden katliam emirlerini çıkararak kabul etti, SSCB büyük anlatısını yeni milli şovenizmi adına korumak konusunda oldukça titiz olan Putin bile kabul etti.
Tamamen su bulandırma amaçlı, zavallıca bir kaynak kullanımı girişimi Ahmet’ten…
“ihbar mutlak olarak kötü bir şeydir.”
Bunu yeniyetme bir velet soylese ustunde durmam; ama, akli basinda olan (oldugunu sandigim) birisi soylerse cidden garipserim.
Sucu onlemenin, sucla mucadelenin butun safhalarini ‘devlet’e birakmak, herseyden ‘devlet’i tek ve mutlak sorumlu saymak demek, acikca ya da zimnen ‘devlet’e bireylerin herseyine karismak mesruiyetini vermek demektir.
Baska bir deyisle, bir yandan “ben otoriteye karsiyim” demek, ote yandan da ‘otorite’nin isini yeterince iyi yapmadigindan sikayet etmek, ya kisinin bilincaltinda Orwelian/Diktatoryal/Fasist devlet arzulari olduguna ya da ne dedigini/istedigini bilmeyisine isaret eder.
Her şeyi devletten beklediğim sizin varsayımınız. Tam tersine, ben devletin yıkılmasını isterim. İhbarcılık ise her zaman devletin hizmetindedir. Devletler her zaman ihbarcılığı teşvik etmiştir.
İyi ki açıkladın Mülayim. Ben yazıya bakmamıştım bile.
Hay bin kunduz..
Nasildi, o, karakisin ortasinda, evdeki tandirin basinda oturup ta..ak kebabi yaparken, kocasinin dagda donarak oldugu haberi geldiginde, “bu sicakta donan koca bana lazim degil” diyen kadin menkibesi?..
Devletin yoklugunda basgosteren korsanlik yuzunden hayatin zindan ve hayat sartlarinin da sefillik oldugu adalardan birinde, bugun, oturdugu yerden “ben devletin yıkılmasını isterim” demek ne buyuk lukstur..
‘Fildisi kuleden ahkam kesmek” bu degilse nedir?
Ama, olsun, ben sizin bu cocuksu yaninizi seviyorum –samimiyim. 🙂
kürt halkinin silahli orgutlenmesi tasfiye edilmek isteniyor, ve sen bilerek yada bilmeyerek rol ustlendin zileli
Mulayim bir yandan makale de hiç bir şey olmadığını iddia ediyor ama diğer yandan da makalede Katyn de öldüğü iddia edilen iki kişinin ( o sanılan diyor bir de bunun ayrıntı olduğunu iddia ediyor) naziler ve ukrayna faşistleri tarafından öldürülen kişiler arasında bulunduğunu söylendiğini kabul ediyor. EE ben ne dedim? Grover Furr da bunu söyler ve makale bu durumu teyid ediyor. Bu makale de Grover Furr’un dediklerini doğruluyor, Katyn de öldürüldükleri ileri sürülen güvenlik görevlileri, en azından ikisi Sovyet Güvenlik güçleri tarafından değil ama bizzat naziler tarafından öldürülmüş.
Peki iki kişi bu kadar önemli mi? Yoksa Mülayim kardeşimizin iddia ettiği gibi bir ayrıntı mı? Evet çok önemli. Gerek Katyn de ki gerekse diğer diğer yerlerdeki toplu mezarlar, nazilerin öldürmeden önce herkesin üzerini aradığını ve üzerlerindeki her şeye el koyduklarını gösteriyor. Bu nokta da bu iki güvenlik görevlisinin kimlikleri gözden kaçan belgeler olmalı, Zaten kimlik bilgisi dediğimiz onların yaka kartları kemerleri vb filan. Tabii tüm bu eşyalar devlet malı olduğu için üzerlerinde kimlik bilgileri yazılı. Arkeolojik kazılar sonucu bu tür eşyaların çok azı bulunabilir. O yüzden iki kişi buzdağının üstüdür. Altı kaç kişi? Düşünsenize görevlilerin dikkatsizliği sonucu unutulan sadece bir kaç kimlik bilgisinin ikisi bulunuyor. Sizce yüzde kaçı böyle unutulmuştur? Unutulanlardan yüzde kaçı bulunmuştur?
Yeltsin’in ortaya attığı belgelerin gerçekliği hala tartışılıyor. Bu belgeler asıl belgeler değil, kopyalar. Bu konuda araştırmacılar Rus devletinden sürekli olarak asıl belgeleri kamuyuna sunmasını istediler ama Rus devleti bunu reddediyor. En sonunda 2009 da idi sanırım ya da 2010 da Medvedev yönetimi orijinaller diye yine aynı kopyaları basınla paylaştı.
Peki Rus yönetimi niye orijinalleri araştırmacılara göstermiyor? Çunki o zaman belgelerin sahte olup olmadığı anlaşılabılir. Uzmanlar kağıdın yaşına, kimyasına, belgenin yazıldığı daktilonun üzerindeki mürekkebin kimyasına, mürekkebin yaşına vb bir çok şeye bakarak belgelerin sahte olup olmadıklarını kavrayabilir. Bu konuda Rusya da bir çok kitap yazıldığı söyleniyor. BU da neden Rus hükümetinin bu cinayetleri Stalin’e yıkan bu belgelerin orijinallerini sakladıklarını açıklıyor.
Yeltsin belgelerinin doğruluğu şüpheli ama Nazi ölüm çukurlarında yatan polonyalı güvenlik görevlileri ise gerçek ıse gerçek
bu kis oradayiz ensende bir namlu soguklugu yada kafana inen bir kutsal cekicin soguklugu, bu senin perincekle devrimcilik oynadigin gunlere benzemez soljeyniztyin, bu kis adalardayiz.sogukluhttps://www.youtube.com/watch?v=9cvHjoQ5LTIguna alistir kendini,
stalinistler…
kadin gerilla cesetleri cirilciplak iskence edilmis, gecici hukumette bakanlik tartismalari., sahile vurmus bir cocuk cesedi….emperyalizmden bahsetmemek lazim, … ama baris,…. kahrolsun baris yasasin ezilenlerin savasi, kahrolsun aristokratik sol.
bunu animsatacayim sana zileli :
Gün Zileli
Eylül 4th, 2015 at 06:35
Beni şerefyab ettiniz. Soljenitsin büyük bir yazardır. Romanları yüzyıllar boyunca okunacaktır
Read more: http://www.gunzileli.com/2015/08/31/stalinist-tarih-yaziminin-yontemleri/comment-page-1/#comments#ixzz3kvapNQ00
azgin bir fasizmi ongoren soljenitjini serefyab olmakla karsilayan bir zileli var ise bundan kelli davamiz soljenitsjin uzre sursun, kicirmak yok ama, zileli bir soljenitszin asidir dedigimde bi yere kivirmiycan:) bunu sevduuuum,:)
hatta bu tarihsel bir seydir zileli ve soljenitsysin:) hic bu Kadar mutlu olmamistim, soljenitsini tefrika edecegim Burda ve her seferinde altina imza atacaksin kivirmadan zileli yoksa rezilsin (lan zaten rezilsinde benimkisi tez olarak zileliyi rezil etmek) bu kis adalara stalinizm gelcek:)
ve zileli soljenitzine tapti , bu kolay olurdu, zileli bitti daha farkli bir anarsist trockist veriniz. sundan basliyalim, soljenitsinin franko ile muhabbeti,, bu daha baslangic ama zileli:)
kemalizm icin seyh sait ne ise bolsevikler icin soljenitzin odur, burdan bir magduriyet cikarmi? cikar ama soljenitzin olmaktan ovunmek cikmaz,. seni car lari krallari savunacak yere Kadar tekmeleyecegim zileli:)sen bir KARSI DEVRIMCIsin, adali arkadaslarina soyle yazsinlar , ayyy zileli yine lafi gedigine koydun, karsi marsi ama devrimciyim yaaa hahaaaayt:) her tavsani Kendo tazisina kovalatacaksin, seni ciktigin kovuga Kadar kovalayacigim zileli, eski seyhinden yardim isteyecekin…. perincekten, seni oraya Kadar kovaliacagim… seni ve Paradigma uzmani profunu, ve tum donek 68 lilerini. topunuz soljenitsyinci siniz:)
dersimilere had bildiren potansiyel lazkiye fatihi selocan a selam olsun bhttps://www.youtube.com/watch?v=2vVOiEgkTkUir kez daha, dua etsin solda hafiza yok:iste size bir Stalinist tarih yaziciligi:)
arabim nusayriyim lazkiyeliyim kim beni neden ve nasil selahattin demirtasin kurt ozgurlucusel bilmecimsel planina dahil edebilir.? kürtler denize baska yerden acilsinlar , akp nin buyuk osmanli projesini aponun ozgurluk manifestou diye alkislayip, artik aponun sirtinda yuk olan solu, atip ermeni rum lobilerinide yok eden bir selahattin Demirtas sevimli cocugun ki tukkiye oligarsisine kendini kanitlamak icin saz bile calmistir Ulan ben size daha ne diyeyim size muslum baba cok:) https://www.youtube.com/watch?v=2vVOiEgkTkU
isin sirrini buldum… gun abi.. gun bey diye basla sonra ne yazmissin abi harikasin de sonra yazarsan yaz iki kere kere iki 69 de yanit verir zileli, onun olayi bu, hadi baskayalim iyi oyun cikar burdan….bunu sevduuuum:) zaten canim sikiliyodu.:)
sevimlimi sevimli cok acayip solcu konusuyor.. zavalli Selahattin Demirtas.senin omrun hep yanlis anlasildim demeklemi gececek, koalisyon lazkiye aleviler dersimliler, emep tuzel. cek selo cek senin omrun yanlis anlasildim demekle gececek.. sirri baslarken bitti selo yu zorluyoruz siradaki gelsin, cek selocan cek snin omrun yanlis anlasildim demek ve aydin dogana saz calmaklami gececek.:)
https://www.youtube.com/watch?v=U5a78N1SoAo
Tehdit olduğu için yayınlamayacaktım ama herkes görsün diye yayınlıyorum. işte budur, buyrun.
Düzeyi görün diye yayınlandı.
ibret için yayınlandı.
Düzey ölçümü 🙂
sadece bier kerelieğine yayınlıyorum, sizlerden özür dileyerek Bugüne kadar böyle yüzlercesini sizleri rahatsız etmemek için yayınlamadım.
Düzey yerin altı 🙂
Aynı kişi yine kafayı bulmuş dün gece.
ARKADAŞLAR,
HEPİNİZDEN ÖZÜR DİLEYEREK YUKARIDAKİ MESAJLARI BİR KERELİĞİNE YAYINLADIM. DÜZEYİ GÖRÜN, TEHDİTLERİ GÖRÜN, FAŞİZAN ZİHNİYETİ GÖRÜN DİYE. BENCE BU ŞAHIS STALİNİST BİLE OLAMAYACAK KADAR DÜZEYSİZ.
Ahmet işine geldiğinde arşivlere bakalım diyor. İşine gelmediğinde arşivlere ne diye güvenelim, belki orijinal değiller, bana onların orijinal olduğunu testlerle ispatlayın diyor. Şimdi böyle testler yapılsa bile o zaman da test yapılan kişilere ne diye güvenelim denilebilir ve bu mantık ve güven konusu sonsuza kadar uzatılabilir. Bu mantık ve güven konusuna zaman zaman hak veriyorum: “Ne diye onlara bu kadar güvenelim değil mi?”
Ama bu mantıktan bakarsak anarşistler ve diğer birçokları anarşistleri en büyük düşman ilan eden Stalin’e ve onun devletine, ikiyüzlü ve yalancı Lenin’e ne diye güvensinler değil mi?
Edit: Stalin’in anarşistleri en büyük düşman olarak gördüğünü yazmıştım. Doğrusu Stalin’in sözleri ile şöyle olacaktı:
” Biz, anarşistlerin, marksizmin gerçek düşmanları olduğuna inanırız. Bunun sonucu olarak da, gerçek düşmanlara karşı gerçek bir mücadele verilmesi gerektiğini savunuruz. Bu nedenle, anarşistlerin “doktrinini” baştan sona incelemek ve bütün yönleriyle iyice değerlendirmek zorunludur.”
Kısaca Stalin anarşistleri ‘gerçek düşman’ olarak görüyordu.
o yüzden de eline geçirebildiklerini öldürdü.
KENDİNİ “SOLCU”, “DEVRİMCİ” ve “ANARŞİST” ZANNEDENLER DE DAHİL OLMAK ÜZERE;
ABD MERKEZ BANKASI (FED)’İN YAKLAŞAN FAİZ ARTIRIM SÜRECİ NE İFADE EDİYOR?
BU FAİZ ARTIRIM SÜRECİ; HAYATLARIMIZI NASIL ETKİLEYECEK?
*** “Parasal genişleme” nedir? ***
(QE & Quantitative easing: Parasal genişleme)
(ABD Merkez Bankası & FED & Federal Reserve)
Parasal genişleme; merkez bankalarının açık piyasa işlemi (APİ) olarak bilinen para politikası aracının çok büyük miktarlara ulaşmış halinden başka bir şey değil. Merkez Bankaları, piyasaya likidite (yani “nakit para”) vermek istediklerinde piyasadan tahvil, bono gibi kâğıtları alır (bunlara kısaca kâğıt diyeceğim) ve karşılığında para verirler. Bu işlemleri; tümden satın alarak yapabilecekleri gibi kısa süreli devralıp iade etmeye dayalı “repo yöntemi”yle de yapabilirler.
Parasal genişlemeyi ilk kez başlatan ABD Merkez Bankası (FED), bu yolla piyasada likiditeyi artırarak ekonomiyi canlandırmayı amaçlıyordu. Aslında bu yapılanın “para basmak”tan bir farkı yoktu. Hattâ daha da kötüsü; para basıp o parayı Hazine’ye vermekten bir farkı yoktu. Çünkü para karşılığında alınan kâğıtların büyük çoğunluğu Hazine kâğıtlarıydı. FED, bankaların veya kurumların ellerindeki Hazine kâğıtlarını alarak Hazine’nin borcunu üstlenmiş oluyordu.
*** FED’in “QE” uygulamaları neydi? ***
FED; bir yandan bankalara bu şekilde likidite sağlarken, bir yandan da faizleri düşürerek bankaların kredi verebilmelerini sağlamaya çalıştı. Amaç; bu yolla talebi ve dolayısıyla ekonomiyi canlandırmaktı. FED, bu işlemi yaparken bastığı para miktarını astronomik biçimde artırdı! FED’in bilançosu 2008 yılında 900 milyar USD dolayındaydı; bugün 4,5 trilyon USD dolayında bulunuyor!
FED, 2008 Aralık ile 2010 Temmuz arasında uyguladığı QE1 programında bankalardan toplamda 800 milyar USD tutarında “Hazine kâğıdı” ve “Mortgage’e dayalı türev ürünleri”ni satın aldı ve karşılığında nakit para verdi.
Aynı dönemde faiz oranını da sıfıra kadar indirerek piyasada kredi talebi yaratmaya çalıştı.
Bu kadar büyük miktarlı bir müdahaleye karşın QE1 programı istendiği kadar iyi sonuçlar vermedi! Piyasada bir kıpırdanma olduysa da bu, öngörülenin çok altındaydı. Talep yeterince artırılamamıştı!
QE1’den istediği sonucu alamayan FED, 2010 Kasım’da QE2 adıyla yeni bir parasal genişleme programını başlattı. Bu program da ilkiyle aynı mantık üzerine kuruluydu. 2011 Temmuz’a kadar süren QE2 ile FED, yine bankalardan “Hazine kâğıdı” aldı ve karşılığında bankalara 600 milyar USD tutarında para verdi. QE2, ilkine göre daha başarılı oldu. Bunun iki nedeni var:
1. FED bu kez uzun vadeli kâğıtları alıp karşılığında para vererek bankaları uzun vadeli bağlantılardan kurtarmıştı.
2. QE1’in üzerine gelen bu parasal destek piyasadaki likiditeyi (yani “nakit paranın her yere ulaşabilmesini”) daha da genişletmişti.
2011 Eylül’de FED, bu kez adına “Operation Twist” denilen ve toplamda 400 milyar USD tutan bir uygulamayı sahneye koydu. QE’ye benzeyen; yani “uzun vadeli tahvilleri” ve “mortgage’a dayalı türev ürünleri” bankalardan alarak onlara para verip uzun bağlantılardan kurtulmalarını sağlayan bir uygulamaydı. “Operation Twist”; yeni bir uygulama değildi. FED tarafından ilk kez 1961’de elindeki “kısa vadeli” Hazine kâğıtlarını “uzun vadeli” olanlarla değiştirmek ve bu yolla yatırımcılara kaynak sağlamak amacıyla uygulanmıştı. Genel olarak 1961’de ki de, 2011’de ki de başarılı sonuçlar verdi.
FED, 2012 Eylül’de QE3’’ü uygulamaya soktuğunu açıkladı. Bu programda FED, “operation twist” kapsamında aylık 40 milyar USD tutarında “mortgage’a dayalı türev ürünleri” almaya devam ederken her ay 85 milyar USD tutarında da “Hazine kağıdı” alacağını ilan etti. QE3 ile birlikte FED alışılmadık üç açıklama yaptı:
1. Faizi 2015 yılına kadar sıfır oranında tutacağını ilan etti.
2. Kâğıt alarak para verme operasyonunu, ABD’deki istihdam ciddi biçimde iyileşene kadar sürdüreceğini belirtti.
3. Ekonomiyi canlandırmak için çalışacağını ve ekonomik daralmaya izin vermeyeceğini açıkladı.
Bu üç açıklama da bir Merkez Bankası için alışılmamış açıklamalardı ve FED bu tür açıklamaları daha önce hiç yapmamıştı. Bunları yapmaktali amacının; tüketici, yatırımcı ve finans kurumu güvenini yeniden oluşturmak olduğunu ya da kısaca beklentileri olumlu yöne çevirmek olduğunu söyleyebiliriz.
2012 Eylül’de FED, QE4’ü yaşama geçirdi ve aylık 85 milyar USD tutarında uzun vadeli Hazine kâğıtlarını almayı sürdüreceğini açıkladı. FED, QE4 programını açıklarken bu uygulamayı iki koşuldan birisinin gerçekleşmesine kadar sürdüreceğini ilan etti. Bu iki koşul şunlardı:
1. ABD’de İşsizlik oranının %6,5’un altına düşmesi.
2. ABD’de enflasyon oranının %2,5’un üzerine çıkması.
İşsizlik oranı gerçekten de zaman içinde %6,5’un altına düştü (6 Eylül 2015 itibariyle ABD’de işsizlik oranı %5,1 düzeyinde.) Bu düşüşü izleyerek FED, QE4’ü tedrici olarak kaldıracağını 23 Mayıs 2013’de dünyaya duyurdu. Bunun anlamı; ekonomik krizden kıvrım kıvrım inleyen piyasalara tedavi olmaları için yıllardır akıttığı nakit parayı aşama aşama azaltacağı ve en sonunda keseceği demekti.
Duyurusuna sadık kaldı ve tahvil alımını yavaş yavaş azaltmaya 17 Aralık 2014’te başladı. 27 Ekim 2014’de QE4 uygulamasına ve tahvil alımlarına son verdi.
*** Peki “QE”ler işe yaradı mı? ***
FED’in uyguladığı parasal genişleme programlarının tam olarak amacına ulaştığını söylemek zor!
Amaç; eğer ekonomide büyümeye geri dönmek, işsizliği azaltmak, deflasyonist yapıyı kırmak ve finansal sisteme güveni geri getirmek olarak tanımlanırsa bunlardan bazılarına ulaşıldığını, bazılarına da kısmen ulaşıldığını söylemek mümkün.
Aşağıdaki tablo 2008’den bu yana gelişmeleri ortaya koyuyor:
(Veriler için kaynak: IMF, WEO Database, Nisan 2015.)
ABD’de ekonomik büyüme oranı (%):
2008: -0,3
2009: -0,3
2010: 2,5
2011: 1,6
2012: 2,3
2013: 2,2
2014: 2,4
2015 (tahmini): 3,1
ABD’de enflasyon oranı (%):
2008: 0,7
2009: 1,9
2010: 1,7
2011: 3,1
2012: 1,8
2013: 1,3
2014: 0,9
2015 (tahmini): 0,5
ABD’de işsizlik oranı (%):
2008: 5,8
2009: 9,3
2010: 9,6
2011: 8,9
2012: 8,1
2013: 7,4
2014: 6,1
2015 Ağustos: 5,1
Yukarıdaki verileri incelediğimizde; ABD ekonomisinin bu “QE” uygulamaları sonucunda resesyondan (durgunluktan) çıkarak ekonomik büyümeye geri döndüğünü, dolayısıyla uygulamaların bu alanda başarılı olduğunu söyleyebiliyoruz.
Benzer bir yargıyı işsizlik oranındaki gerilemeye bakarak da yapabiliyoruz. Buna karşılık; enflasyonda aynı şeyi söylemek mümkün değil!
Enflasyon tam tersine düşüş eğilimini sürdürüyor! Ekonomi üzerindeki en büyük baskı da bu deflasyon tehdidi zaten. Bunlara ek olarak bazı noktaları da vurgulayalım: İşsizlikteki ciddi düşüşe karşın henüz istihdamdaki artışlar, ücretlerdeki & maaşlardaki iyileşmeler, iş kalitesindeki artışlar tam istendiği düzeyde değil. Finansal kurumlara ve araçlara yeniden güven sağlanmış olsa da “QE”lerin yarattığı büyük likidite genişlemesi (devasa nakit paranın dolaşması) birçok alanda yeni balonlar oluşmasına yol açmış bulunuyor!
Aslında FED’in faizi artırma isteği de bu balonların daha fazla şişmesini önleme arzusundan kaynaklanıyor!
*** FED faizi artırır mı? ***
FED’in faizi artıracağını biliyoruz ama zamanlaması konusunda düşünce birliği yok!
Yukarıda değindiğimiz gibi; bilançosunun kriz öncesine göre 5 kat artmış olması (4,5 trilyon USD!) ve piyasaya verilen bol likiditenin yarattığı balonların FED’i rahatsız etmemesi mümkün değil!
Bu nedenle FED, eninde sonunda faizi artıracak!
FED başlangıçta istihdam ve enflasyonu hedef alarak yola çıkmıştı. Sonradan bunların yanına büyümeyi de ekledi. Bugün geldiğimiz aşamada istihdam ve büyümede hedefe ulaşılmış olsa da enflasyon konusunda hedeften uzak olunduğu görülüyor. Bu durumda FED’in faiz konusunda nihai kararını enflasyondaki gelişmelere (ayrıntılara ve “çekirdek enflasyon”a) bakarak vereceği anlaşılıyor.
*** FED faizi artırırsa ne olur? ***
FED’in faizi sıfır dolayında tutması, ABD’de faizlerin çok düşük olması sonucunu getiriyor. Benzer bir durum, enflasyonun çok düşük olduğu Euro bölgesi ve Japonya için de geçerli. O nedenle bu bölgelerdeki tasarruflar ister istemez “daha yüksek faiz öneren gelişme yolundaki ülkeler”e yöneliyor! (Türkiye de bu ülkelere dahil.)
FED’in faizi artırması bir seferlik bir hamle olmayacak. Bu artılş devam eden bir süreç olacak. O nedenle FED’in faiz artışı gelişme yolundaki ülkelere yönelmiş olan fonların, artık; yüksek riske ayarlı yüksek getirilerden vazgeçip, ABD tahvillerine ve diğer araçlara yönelmesine yol açacak! Yani 2008’den beri dünyadaki birçok piyasaya yayılmış olan “nakit para”, tekrar ABD’ye; yani anavatanına geri dönmeye başlayacak!
Bu durum, yani “para çıkışları”; Türkiye’nin de aralarında yer aldığı “dış finansmana eroinman gibi bağımlı ekonomiler”de ciddi depremlere yol açacak!
Bir örnek aktarayım:
Türkiye’nin önümüzdeki (2015 Eylül – 2016 Eylül arasında) bir yılda çevirmesi gereken dış borç tutarı 170 milyar dolar!
Yaklaşık 35 – 40 milyar dolar da cari açık vereceğini tahmin edersek kabaca 200 – 210 milyar dolar dolayında dış finansman ihtiyacı olacak demektir!
Bu durum; Türkiye’nin niçin en kırılgan ekonomilerden birisi olduğunu apaçık ortaya koyuyor!
Not:
*** Diğer Ülkelerde “QE” Uygulamaları ***
FED’in uyguladığı QE benzeri uygulamaları önce İngiltere Merkez Bankası (BOE & Bank of England) uygulamaya koydu. Söz konusu uygulama hâlâ devam ediyor. İngiltere bu uygulamadan son derecede olumlu sonuçlar aldı.
Ardından Japonya Merkez Bankası (BOJ & Bank of Japan) da 2012’de benzer bir uygulamaya girdi. Bu yolla BOJ, giderek değerlenmiş bulunan Yen’in piyasada bollaşmasını sağlayıp değerini düşürerek ihracatı artırmayı amaçladı. Japonya, devam eden bu uygulamada kısmen başarılı oldu.
QE uygulamasına en son giren Avrupa Merkez Bankası (AMB & ECB & European Central Bank), 2015 başında aylık 60 milyar Euro tutarında tahvil alarak karşılığında bankalara nakit para vermeye başladı. Amacı; değeri yükselmiş bulunan Euro’yu piyasada bollaştırarak değerini düşürmek ve Euro bölgesinin ihracatını desteklemekti. AMB, devam etmekte olan bu uygulamada henüz hissedilir bir başarıya ulaşamadı. O nedenle AMB’nin QE’de uyguladığı miktarı artırması yolunda baskılar artıyor.
Mahfi Eğilmez
Hazine eski müsteşarı
Kadir Has Üniversitesi öğretim üyesi
5 Eylül 2015 Cumartesi
http://www.mahfiegilmez.com/2015/09/parasal-genisleme-uygulamalar.html
Düzetlme:
FED, duyurusuna sadık kaldı ve tahvil alımını yavaş yavaş azaltmaya 17 Aralık 2013′te başladı.
“Psikiyatrinin şimdiye kadar yazılmış en etkili ve radikal eleştirisi”
Yalanlar Bilimi Psikiyatri
Thomas Szasz
“Psikanaliz gibi psikoloji de yeni bir insan icadı ve yeni bir akademik disiplindir. İkisi de Aydınlanma’nın, modernitenin, bilim çağının zararlı yan ürünleridir… ve sahte-bilimdir.”
Yarım asırdan uzun zaman boyunca Thomas Szasz kariyerinin büyük bölümünü psikiyatrinin kökten eleştirisine adadı. Neredeyse tüm yaşamını kaplayan bu uğraşın doruk noktasını teşkil eden son yapıtı Psikiyatri: Yalanlar Bilimi’nde Szasz, psikiyatri tarihi ve pratiğinin ayrılmaz parçası olan aldatmacanın rolünü betimliyor.
“Psikiyatrinin şimdiye kadar yazılmış en etkili ve radikal eleştirisi”
New York Times
“Psikiyatrinin tüm meşruiyetini yerle bir ediyor”
Los Angeles Times
“Psikiyatri: Yalanlar Bilimi, psikiyatri kurumunda çürümüş bir şey olduğu iddiasını çok kuvvetli biçimde ortaya koyuyor. Psikiyatrik kölelik karşıtlığının asi adamı Thomas Szasz, psikiyatrinin aldatmacalarını çok yerinde örneklerle, güçlü ve etkili argümanlarla gözler önüne seriyor. Szasz, ahlaksal sorumluluk ile sahte bilim arasında yeni bir iç savaş başlatabilir.”
David Ramsay Steele
“Thomas Szasz dünyada psikiyatrinin en sert eleştiricisi.”
Richard Vatz
yayınevini de yaz Orkun.
Aylak Kitap-Popüler Bilim Dizisi
https://www.youtube.com/watch?v=oRfhbIwisQ0
57:35 den sonra şiddetle öneririm.
Gün Abi, Ekim ayı sonlarında Üstün Öngel Hoca Eskişehir de Psikiyatri”Bilimdalı” üzerine konuşma yapmayı planlamaktadır. Şimdiden arkadaşlara yaymaya başlarsak çok sevinirim.
Herkese selamlar,
Bu da kitabın linki:
http://www.idefix.com/kitap/yalanlar-bilimi-psikiyatri-thomas-szasz/tanim.asp?sid=QPONL0VIFB3B68UIIBD6
Bu da kitabın linki:
…
http://www.idefix.com/kitap/yalanlar-bilimi-psikiyatri-thomas-szasz/tanim.asp?sid=QPONL0VIFB3B68UIIBD6
!!! ACİL !!! ACİL !!! ACİL !!!
KİTAP: “Borç” İlk 5000 Yıl
Yazan: David Graeber (Antropolog)
Çeviren: Muammer Pehlivan
Yayınevi: Everest Yayınları
Adres:
http://www.everestyayinlari.com/tr/kitap.asp?id=1454
!!! ACİL !!! ACİL !!! ACİL !!!
Levent Tüzel tavri üzre, gerci daha sonra kurtarma cabalari olduda, Selo can ve Altan Tan in sözlerini yeni bir HDP kuyrukcu takimin sansürcülügü taktigi( yalan sansurculuge dusmuslerdir) dahi tarihten silelemez. Deniyorki Levent Tüzel in tavrinda Mustafa Yalcinerin tweet i rol oynamis. Inanmam. Hala kiviracak alan var daha Emep derin seyhülislami Aydin Cubukcu fetva vermedi.:)o derin adamin teori yapisi yaninda, iktidarin hukugu fahiselestirmesi bile masum kalir.en derinden kivirtamayacagi hic bisey yoktur, zavali yalciner:)
soljenytsin onunurumdur demis, zileliytszin , onuruna saldiracagim, onceden soyleyeyim dedim nerelerden saldiracagimi bilesin, tercumanlar bulundurasin Sayin ZIYLELITSYIN; seni onurlandiracagiz…
Açık ki Soljenitsin’in konuşmalarının temeli sosyalizme karşı sonu gelmez kirli savaştan ibarettir – iddiaları Sovyetler Birliği’nde idam edilen milyonlardan Kuzey Vietnam’da tutsak edilen ve köleleştirilen on binlerce Amerikalı hakkında masallara kadar varıyordu! Kuzey Vietnam’da Amerikalıların zorunlu çalışmaya tabi tutulduğu hakkında Soljenitsin’in fikirleri Rambo filmlerine ilham kaynağı oldu. ABD ile Sovyetler Birliği arasında barış lehinde yazmaya cesaret eden Amerikalı gazeteciler Soljenitsin tarafından potansiyel hain olarak ilan edildi. “Tank ve uçak bakımından ABD’den beş ya da yedi kat üstün” olduğunu iddia ettiği Sovyetler Birliği’yle baş edebilmek için silahlanmanın hızlandırılması propagandası yaptı. Hatta Sovyetler Birliği’nin elinde ABD’dekinin iki, üç hatta beş katı kadar atom bombası olduğunu savunuyordu. Soljenitsin&’in Sovyetler Birliği hakkında sözleri aşırı sağın görüşlerini temsil ediyordu. Fakat faşizme desteğinde daha da ileri gitti.
Franco’nun 1975’te ölümüyle, faşist ispanyol rejimi politik yapı üzerinde hâkimiyetini kaybetmeye başladı. 1976 başında da ispanya’da yaşanan olaylar dünya kamuoyunun ilgisini çekmeye başladı. Demokrasi ve özgürlük için grevler ve gösteriler oluyordu. Franco’nun ardılı kral Juan Carlos toplumsal kaynaşmayı yatıştırabilmek için ülkeyi yavaş yavaş liberalleştirmek zorunda kaldı.
ispanyol politik tarihinin bu en önemli anında, Aleksandr Soljenitsin Madrid’de ortaya çıktı ve 20 Mart cumartesi akşamı en çok televizyon izlenen saatte Directissimo adlı televizyon programında konuştu. Sorulacak soruları önceden bilen Soljenitsin, gerici açıklamaların her türlüsünü yapmak için bu kürsüyü kullandı. Amacı kralın sözde liberalleştirme uygulamalarını desteklemek değil, aksine demokratik reformlara karşı çıkmaktı. Televizyondaki röportajında, 110 milyon Rus’un sosyalizm yüzünden öldüğünü ilan etti ve “Sovyet halkının köleliğiyle ispanyolların özgürlüğünü” karşılaştırdı. “ilerici çevreleri”, ispanya’da diktatörlükten başka bir şey görmeyen “ütopyacıları” da suçladı. “ilerici” derken demokratik muhalefette yer alan herkesi kastediyordu; liberal, sosyal-demokrat ya da komünist fark etmeksizin. “Geçen sonbahar” diyordu Soljenitsin “dünya kamuoyu ispanyol larin” [Franco rejiminin idama mahkûm ettiği ispanyol anti-faşistler] ‘geleceğinden kaygılandı.”ilerici kamuoyu her zaman, bir yandan eylemlere destek verirken diğer yandan politik reformlar talep ediyor. Hızlı bir demokratik reform isteyenler yarın ya da yarından sonra ne olacağını biliyorlar mı? ispanya yarın demokrasiyle tanışabilir ama yarından sonra demokrasinin totalitarizme dönüşmesini kim engelleyecek?” Gazeteciler bunun özgürlük karşıtı bir rejimi desteklediği anlamına gelip gelmediğini sorduklarında, Soljenitsin şöyle yanıtladı: “Özgürlüğün olmadığı tek bir yer biliyorum o da Rusya’dır.” Soljenitsin’in televizyondaki açıklamaları ispanyol Faşizmine açık bir destekti, ki bu ideolojiyi halen savunmaktadır.
Aleksandr Soljenitsin, geleneksel tarzda bir faşist ve Çarcı, Franco ve Hitler sempatizanı. Sovyet ceza sistemi ve Sovyet insanının yaşamıyla ilgili dehşet tablolarının bir yaratıcısı olarak Batı’da uzun süre saygın bir “özgürlük savaşçısı” ve bir “edebiyat dehası” olarak göklere çıkarıldı. Soğuk savaş döneminde best-seller olan kitaplarını bugün kimse okumuyor.
Soljenitsin’in ABD’de 18 yıllık sürgünden sonra medya sahnesinde görülmemeye ve kapitalist hükümetlerden daha az destek bulmaya başlamasının nedenlerinden biri budur. Kapitalistler için Soljenitsin, Sosyalizme karşı kirli savaşlarında kullanacakları gökten zembille inmiş bir hediyeydi, fakat her şeyin bir sınırı var. Kapitalist yeni Rusya’daki politik gruplara Batı’nın desteğini belirleyen, bu grupların kanatları altında Rusya’da azami kâr getiren tatlı işlere girişip girişemeyecekleridir. Rusya’nın geleceğinde politik rejim olarak faşizm iş dünyası için faydalı görünmüyor. Bu yüzden Soljenitsin’in Rusya için politik programının Batı’dan destek bulma şansı yok. Soljenitsin’in Rusya’nın politik geleceği için istediği, basitçe Çarın otokratik yönetimiyle Rus Ortodoks Kilisesinin tarihi birliğinin geri gelmesi! Böyle bir politik aptallığa destek vermekte en berbat emperyalistin bile çıkarı olamaz. Batı’da hâlâ Soljenitsin’e destek arayanlar bunun için aşırı sağcı taşkafalara bakmak zorundalar.
sorular buralardan cikacak ZYLETIYTZSIN. hazirlan
Zilelytzsyin . `altina imza atmani bekliyoruz, sendeki Stalin Lenin karsitligi flan degil, sendeki solyjenizysincilik, artik perincek sana ne ettiyse intikamini tum devrimci akimlardan almaya kalkan bir apartman cocugusun , ZYLETSZIN
imza at altina:
sonra originallerini gönderelim( el altinda ispanyolca bilen tercuman bulundur):)
ilerici” derken demokratik muhalefette yer alan herkesi kastediyordu; liberal, sosyal-demokrat ya da komünist fark etmeksizin. “Geçen sonbahar” diyordu Soljenitsin “dünya kamuoyu ispanyol larin” [Franco rejiminin idama mahkûm ettiği ispanyol anti-faşistler] ‘geleceğinden kaygılandı.”ilerici kamuoyu her zaman, bir yandan eylemlere destek verirken diğer yandan politik reformlar talep ediyor. Hızlı bir demokratik reform isteyenler yarın ya da yarından sonra ne olacağını biliyorlar mı? ispanya yarın demokrasiyle tanışabilir ama yarından sonra demokrasinin totalitarizme dönüşmesini kim engelleyecek?” Gazeteciler bunun özgürlük karşıtı bir rejimi desteklediği anlamına gelip gelmediğini sorduklarında, Soljenitsin şöyle yanıtladı: “Özgürlüğün olmadığı tek bir yer biliyorum o da Rusya’dır.”
yasamini ilerici kamuoyunu her vakit her vesile ile, uysada uymasada stalinizme karsi uyarmaya vakfetmis bir beyinden anti Stalinist bile cikmazzzz.derin supheler cikar. bu derin supheler pkk ile akp nin isbirligi yaptigi iddiasindan daha fazla kanitlanabilirdirler.
Dur sana bi iki tarih konusu daha vereyim: persilsaynla yikanmis alman savas gazileri, liberal ve hatta solcu alman kanallarinda, aslinda kendilerinin sscb de savas sucu islemedigi, ama sscb nin kizil ordu askerlerinin berlinde 1 milyon alman kadinin irzina gectigini soyluyorlar, belkide Stalin emriyle yaz bakalim tarihi ard ye cikarsinlar seni, 20 milyon insan savas sucu islemeden oldurulebilirmi? soljenitzyin tarihcileri sizi? size soft neo nazizmi bile aklatirlar, bir anti stalinizm dir gidiyor, isvicrede amerikali ve canadali turistlerin sikayeti uzerine“ gürültücü cin li turistlere`ayri vagon veriyorlar, alman doktorlara guvenmeyen turkiyeli gocmenler turkiyeye gidiyor, soft neo nazizm, Beyaz irk degil hatta cinsellik degil baska seyler uzerinden yuruyor, avusturya hollanda da ki asiri sag homoseksuelli ve hatta irk ayrimini yapmiyor din ten görünüsü ortadogulu olmak, neo nietschecilik ustun uygarlik uzerinden yapiyor, zilelinin hocasi bu bati merkezciligi iyi Bilir ve cok guzel elestirir ama, zileli ondan sadece duymak istedigi seyleri duymus, , neo fasizm hakkinda arkaik kaliyor, nesine guveneyim zyletsyinin:)
yeni avrupa asiri sagi,
homofobik degildir
kadin haklarini savunur
hayvan haklarini savunur
Uygun bir eski koloniden gelmis farkli rengide savunur.
yeni avrupa sagi hatta liberal yesilcidir
vergi vs mevzuu bahis olunca özerkcidir, dayanisma sevmez merkeziyetcilik fasizme esdir onun icin , ama butun merkezi militar NATO politikalarina özerkce Onay verir
Yeni Avrupa sagi ile özgürlükcü sol , hdp ödp manifestosu arasindaki farklari bulunuz
yeni avrupa sagi Saglam anti komunisttir Saglam anti marxisttir yeni avrupa soluna göre Lenin ile Hitler arasinda fark yoktur.jakoben olan ne varsa kötüdür.
peki yeni avrupa solu ile yeni avrupa solu arasinda fark nedir?. yöntem sadece yöntem, ve üslup ve tarz, ozde aynidirlar
Yeni avrupa asiri sagi ile yeni avrupa soluna göre marxizmin leninizm in ezberine aykiri olan hersey iyidir.
10 nolu Sayin yarismaci, marjinal fayda konusundada yazsaniz, okuruz, serefyab oluruz.:)
10 numaradan 11 numaraya okuyacaksinnnnn ögreneceksinnnn osmanlicayida ögereneceksinnnn:)
Ziylenistiinist tarih yazamamin yöntemsizligi.
ayni tarih yönteminin denisik meyveleri.
https://www.youtube.com/watch?v=06xV37DfKe0
böyle buyurmus ab nin köle ruhlu solcusu, emrin olur hemen gömeriz, bunlar geziyede akil vermeye gelmislerse, kim simartti ise bu avrupa solunu avrupa merkezli herseyin iyi oldugunu sanan vhtte herseyi kendi dislarindaki solu ilkel gören emperyalist diycem( emperyalizm kavramini sorgulaya acti zileli) Ulan sen hayatinda secim kampanyasi kokteylerinden baska neyin mucadelesini verdinde kime akil veriyorsun diyemiyoruz bu tiplere, oyleya fasizm gelir ise avrupaya kacariz imkanlar bunlarin elinde , cem ozdemir solcumudur?
olur gömeriz sizden iimi bilcez Sayin emperyalizmin sol misyoneri
http://www.yonhaber.com/manset/pkk-silahlari-ebediyen-gomsun
örnek ariyordum kendi ayagiyla geldi, basta Ertugrul kurkcu olmak uzere , cem Özdemir tarzi siyasetle ömür tüketmeyi devrim denen seyin pesinde kosmaya tercih edebilecek sohret solcularin orani yuzde doksan dokuz nokta dokuzdur… salaga bak ortadogu la bura sen hamburgmu sandin, sen once git nsu culari Adam gibi yargilat devletinin kirli ellerini suriyeden cektir derler adama , lavuga bak..
http://www.yonhaber.com/manset/pkk-silahlari-ebediyen-gomsun
http://www.yonhaber.com/manset/pkk-silahlari-ebediyen-gomsun
emperryalizmin solunun sevimli cocugu cem ozdemir ve partisinin ileri gelen köle ruhlu yabancilari, ciktiklari yere kendierini gerisin geri gömmeli ve oradan bir daha hic cikmamalidirlar
irkciligi ile meshur bir ulkenin kotasindan solcu milletvekili olmusa adama bak akil veriyor, yaw senin mucadelen Kadar diyarbakirdaki cocuk siyaset dersi verir sana, ona buna sunu buraya göm demek degil. sonu `melidir`malidir dir deme ile biten cumle kurma hakkini kim , Verdi, terbiyesiz herif. geziyede geldiydi bu tipler akil ogretecekler,
http://www.yonhaber.com/manset/pkk-silahlari-ebediyen-gomsun
“Soljenitsin’in televizyondaki açıklamaları ispanyol Faşizmine açık bir destekti, ki bu ideolojiyi halen savunmaktadır.”… demişsin ama
Soljenitsin 2008 yılında öldü.
İspanya’da Andreas Nin’i işkence yaparak kim öldürdü? Soljenitsin’in öldürmediğini biliyorum. Acaba kim?
Kızıl Ordu generalleri Tukaçevski’yi, Yakir’i ve yüzlercesini kim öldürdü? Soljenitsin’in öldürmediğini biliyorum. Acaba kim?
ibretlik olarak yayınlandı.
Bu şahıs devamlı olarak dezenformasyon yaymakta, benim kendilerine “pezevenk” değimi iddia etmektedir. Benim bu sitede yer alan hiçbir yazımda bu deyim geçmediği gibi kimseye böyle bir hakarette bulunmadım. Şahsın, Vigilante?!!? başlıklı yazımdaki aşağıdaki satırlara takıldığını sanıyorum. Yarası olan gocunur:
“Vigilanteler, yerel alanlarda yalnızca antikomünist terörle kısıtlı kalmaz, aynı zamanda yerel polisin görevlerini de üstlenirler. Örneğin, fuhuşa, uyuşturucu ticaretine, kumara karşı kendi kendilerini görevlendirir ve “cezalandırma” adını verdikleri eylemler yoluyla çevrede yerel bir otorite olmaya çalışırlar. Bir anlamda mafyatik bir faaliyettir bu. Yerel mafya grupları da kendilerine rakip çeteleri aynı “ahlaki” gerekçelerle bastırırlar. Vigilantelerin, kimi durumlarda rakip mafya gruplarının vurucu gücü rolünü oynadığı da görülmüştür. Başlangıçta halisane duygularla bile başlansa, bu tür kirli işleri bastırma görüntüsüyle işe girişen Vigilante gruplarının, kısa süre sonra, mücadele ettiklerini söyledikleri işlerin yerel tekelcisi olarak ortaya çıktıkları az görülmüş olaylardan değildir.
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde de Vigilanteleri hatırlatan bir takım faaliyetler göze çarpabilmektedir.”
Gün Zileli
Read more: http://www.gunzileli.com/2014/01/16/vigilante/#ixzz3l83ysSQW
Gün abi selam,
Bu Turgut Balya kimdir , onla ilgili fikrin nedir ?
Pol potu bir insan nasıl savunur ?
TİKP’den bir arkadaştı. Daha sonra kendini Pol potçu ilan etti. Neden ki? Stalin’i savunan onca kişi varken o da Pol pot’u savunmuş, çok mu?
(57) VE (58) NUMARALI ANONİMLERE CEVAP:
Ne Osmanlıca öğretmek,
Ne Soninke öğretmek,
Ne Mandarin öğretmek,
Ne ÖzTürkçe öğretmek,
Ne Kurmanci öğretmek,
Ne Arapça öğretmek,
Ne ÜveyTürkçe öğretmek,
Ne Vietnamca öğretmek,
Ne Zazaca öğretmek,
Ne Gucaratça öğretmek,
Ne Bahasa Indonesia öğretmek,
Ne Farsça öğretmek,
Ne Yidiş öğretmek,
Ne Hiragana öğretmek,
Ne Kınalıadaca öğretmek,
(…)
derdindeyiz!
“Marjinal fayda”ya gelene kadar (kusura bakmayın) 40×40 fırın ekmek yemeniz gerekebilir!
İlk önce:
(Almanca) “Arbeitswerttheorie”
(Almanca) “Mehrwert”
kavramlarının hangi uyarıları yaptığını öğrenmeye çalışınız!
Kendilerini “solcu”, “devrimci” ve “anarşist” zannedenler derhâl alışmaya başlarsa ilk önce kendilerine hemen ardından çevrelerine iyilik etmiş olurlar; “ekonomi” konusu ile ilgili metinler hızlanarak yağmaya devam edecek!
Saygılarımızla
Zaten sizden bir POl Pot cu yok diyordum meger o da varmis 🙂
anlaşırsınız bence.
Stalincilikte Doğu’yla da aynı saftasın zaten
To Mr Gun Zileli:
“These exact words have been repeated over and over again by engineers who willingly served the Soviet state and then did the same thing in Russia. They believed it was not their fault. When Stalin’s security services in the 1930s and 1940s needed to conduct secret research in particular areas, they arrested scientists and engineers and sent them to special installations, the sharashkas, which were closed off from the outside and heavily guarded. The scientists and engineers were motivated to produce quick results under the threat of being sent to labor camps if they failed. But in the years after Stalin’s death in 1953 this system evolved into a far-reaching system of research institutes, not all of them closed.”
Book: “The Red Web”: The Struggle Between Russia’s Digital Dictators and the New Online Revolutionaries
Written by: Andrei Soldatov & Irina Borogan
Address:
http://www.amazon.com/The-Red-Web-Dictators-Revolutionaries/dp/1610395735
For a detailed review about the book:
“HOW PUTIN CONTROLS THE INTERNET AND POPULAR OPINION IN RUSSIA”
https://theintercept.com/2015/09/08/how-putin-controls-the-russian-internet/
“Devrimci faşizm” olur mu?
Mehmet YILDIZ
Kısa bir süre önce Dersim’de bir birahanede çıkan bir kavga esnasında bir şahsın silahla yaralanması üzerine bir grup insan sokağa döküldü ve polisten zanlı birahane sahibini kendilerine teslim etmesini istedi. “Protestocular” zanlıyı linç etmek istiyorlardı. Polisin zanlıyı koruması üzerine ise “protestocular” toplam sayısı 15 olan kentteki tüm birahaneleri tahrip ettiler. Birahanelerde çalışan kadın garsonlar can güvenliği endişesiyle özel araçlarla geceyarısı Elazığ’a gönderildiler.
Olay üzerine medyada ilginç tartışmalar yapıldı. Örneğin Taraf gazatesi yazarlarından Hıdır Geviş söz konusu “protesto” hareketini “devrimci faşizm” olarak tanımladı. Yine aynı gazetenin bir başka yazarı (İlker Demir) ise bu tanımlamayı çok yanlış bularak Dimitrov’un faşizm tanımını salık verdi.
2007 yılında Desimliler arasında benzer bir tartışma yapmıştık. İlgili bulduğum için 2007 yılında bu tartışma vesilesiyle yazdığım yazıyı kısaltarak aşağıda aktarıyorum:
Yahudi-Kulak sentezi yahut Dersim modeli
“Sol” ve “ulusal kurtuluşçu” olarak bilinen şiddet yanlısı örgütleri “faşist” olarak tanımladığım ve bunlar tarafından öldürülen Dersimlilerin zulüm dolu acı hikayelerini karınca kararınca dile getirdiğim için söz konusu örgütlerin yandaşlarının çok yoğun saldırılarına uğradım. Bu beklediğim bir şeydi. Beklemediğim, Dersim davasına inandığını ve Dersimlilerin hakkını savunduğunu iddia eden şahısların da beni aynı gerekçelerle terör örgütlerine açıkça hedef göstermeleri oldu.
Bunun nedeni söz konusu şahısların son derece otoriter bir muhakeme ve ahlak anlayışına sahip olmalarıdır. Radikal sol düşünceleri benimseyen insanlar kendilerini ahlaki ve entelektüel bir otorite olarak görürler. Ahlaki ve entelektüel olarak toplumdan üstün olduklarına inanan bu şahıslar toplumdaki ahlaki ve politik sapmalara veya yozlaşmalara derhal ve son derece sert bir biçimde müdahale etmeyi kendi görevleri olarak görürler. Nitekim bir otorite ile konuşan bu şahıslara göre, ben belli başlı iki büyük hata yapmıştım. Birinci olarak, sol ve “ulusal kurtuluşçu” terör örgütlerine “faşist” demek suretiyle “itin kuyruğuna basmıştım ve doğal olarak ısırılacaktım”. İkinci olarak, “bilimsel” faşizm tanımından uzaklaşarak faşizm kavramını bir küfür derekesine indirgemiştim.
Hümanistler Nazi Almanya’sında Yahudilerin, Stalin Rusya’sında Kulakların haklarını savundular. Çünkü terörün en büyük mağdurları onlardı. Mağdurlar arasında ayrım yapmak hümanizmle asla bağdaşmaz. Siyasi ve ahlaki sorunlara bu gibi bir perspektiften bakıyoruz. O nedenle kendimizi, Nazi Almanyasında Yahudiler, Stalin Rusyasında ise Kulak sınıfına mensup “birinci dereceden anti-Sovyet unsurlar” olarak görüyoruz.
Yahudi-Kulak sentezinden doğan faşizm tanımlamasının sağlam ve kabul edilebilir bir tanımlama olduğunu göstermeye çalışacağım. Bu tanım Dimitrov başta olmak üzere bütün solcu teorisyenlerin yaptıkları faşizm tanımlamalarından daha güvenilir, daha benimsenebilir bir tanımlamadır. Dersimliyim diye yaptığım tanımlamanın içeriğine bile bakmadan tanımlamanın kategorik olarak küçümsenmesini veya geçersiz ilan edilmesini doğru bulmuyorum.
Hümanizm sağ ve sol terör arasında bir ayrım yapmaz
Bolşevizm Nazizm gibi kriminal bir ideolojidir. Hümanizm bakımından Bolşevist/Stalinist, Maocu veya Pol Potçu ahlak, siyaset ve bilgi anlayışları arasında bir fark yoktur. Bir ırkın üstün olduğuna inanmakla bir sosyal sınıfın üstün olduğuna inanmak farklı politik düşünceleri içerir. Ancak her iki durumda zulme uğrayanlar insanlardır. Faşizm ile komünizm hümanizm karşıtlıkları bakımından karşıt kutupları oluşturmaz. Nazizm ile Bolşevizm/Stalinizm/Pol Potçuluk/Maoizm gibi totaliter sistemlerin karşıt ideolojik ve politik sistemler olarak görülmeleri çok yanıltıcıdır. İnsanların öldürülmelerini veya baskı altına alınmalarını kategorik olarak reddeden hümanizm politik kriminalliğin arkasındaki hikayeleri veya ideolojileri önemsiz görür. Bir Rus atasözündeki gibi “kurdu boz olduğu için değil, koyun yediği için vururlar”.
Türkiye’deki “devrimci” ahlak, siyaset ve bilgi anlayışı
Türkiye’de toplumun hiçbir kesimi devrimciliğe veya radikal politik gruplara ilgi duymuyor. Onun için bu gruplar Türkiye’de politik bir hareket oluşturmuyorlar. Beş-on kişi devrimci ordu veya parti rolünü oynuyor. Çok keyfi bir ahlak, siyaset ve bilgi anlayışına sahip olan bu insanlar özellikle belli etnik gruplara yoğun bir şiddet uyguluyorlar. Çok sık bir biçimde insanlar sorgusuz sualsiz kurşuna diziliyorlar. Dersimliler hem sağ, hem de sol terör gruplarının estirdikleri teröre maruz kalıyorlar. Çünkü Dersim devrimci faaliyetin en verimli biçimde yürütülebileceği bir yer olarak görülüyor. Örneğin, Çankırılarla kıyaslandıklarında Dersimlilerin tüm talihsizliği açık bir biçimde görülebilir.
Sosyal fenomenin bilimsel açıklanışı ve “devrimci sosyal bilimciler”
Bilindiği gibi ortalama sosyal bilimciler sosyal olguları objektif bir biçimde açıklamaya çalışırlar. Başka bir deyişle toplumu anlamakta fizikçilerin doğayı anlama çabalarına denk düşen bir çaba göstermek isterler. Örneğin, sosyoloji fizik kadar başarılı ve itibarlı bir bilim dalı olsaydı, büyük olasılıkla demokratik ülkelerde sosyologlara danışılmadan sosyal alanda geniş kapsamlı bir şey yapılmazdı. Ancak bu gibi başarılı bir durumda bile sosyologlar “Topluma optimal bir bilimsel karakter vermek bizim görevimizdir,” diyerek topluma yeni bir biçim vermeye kalkmazlardı. Çünkü sosyal bir olguyu en iyi biçimde anlama kapasitesi size insanların yaşam biçimine müdahale etme hakkını vermez. Sosyal bilimciler totaliter önderler değildirler. Hukuk devleti yasaları çerçevesinde araştırma yapmakla ve alternatifler sunmakla yetinirlerdi.
19. yüzyılın ortalarından itibaren ortaya ikinci bir sosyal bilimci tipi çıktı. Marksistler en iyi ve en başarılı sosyal bilimciler olduklarını iddia ettiler. Sosyal olguların objektif bir biçimde açıklanması ile ilgilenen sosyal bilimlerin ne kadar başarılı olup olmadıkları sorunundan ayrı olarak, hiçbir akademik eğitimi olmayan Marksistlerin/devrimcilerin devrime inanıyor olmalarından dolayı kendilerini sosyal bilimci ilan etmeleri ve otorite ile konuşmaları sosyal teorilerle suç işleme arasında bir nedensellik bağının oluşmasına yol açtı.
20. yüzyılda Marksizm modern sanayi toplumlarında etkinlik kurmaktan çok geri ülkelerde popüler olmakla tanınır. Böylece entelektüel ve ahlaki olarak ancak Saddam Hüseyin kadar geliştiği söylenebilecek olan bir sürü sosyal bilimci veya teorisyen türedi. Dolayısıyla bu kendi kendine bilim adamı olmuş ve meşruiyet aramayan bilim adamları önlüğü içinde laboratuarda çalışan veya sosyal istatistiklerle oynayıp duran halim selim insanlara hiçbir bakımdan benzemiyorlar. Bu yeni tip bilimciler milyonları ölüme gönderen, soyan, zorla çalıştıran, sürgün eden, zindanlara dolduran ve işkencelerden geçiren kriminallerdir.
Devrimcilerin teorileri devrimci bir bakış açısıyla oluşturulmuştur. Devrime hizmet etmeyen bir teori gerçeği ifade etse de, geçersiz ve yararsızdır. Örneğin, kitlelerin kesinlikle devrimden yana olmadıklarını son derece sağlam bir biçimde ispatlayan bir araştırmanın teorik ve pratik bir değeri yoktur. Kitleler kesin bir biçimde devrimi reddetse de devrimci düşünür en fazla bunun geçici bir durum olduğunu söyler. Çünkü devrim kaçınılmazdır. Normatif tercihlerini objektif saptamalar şeklinde sunan devrimci teorisyenler onun için akademisyen olmaktan ziyade politik kriminal oluyorlar.
Devrimci teorisyenlerin itibarları teorilerinin epistemik sağlamlığıyla hiç ilgili değildir. Teorilerin itibarı iktidar ve güç faktörleriyle açıklanabilir. Örneğin, Ekim devrimi öncesinde Lenin uluslararası düzeyde sosyalistler arasında Menşevik Martov kadar tanınan biri değildi. Ekim’den sonra Martov tamamen unutuldu ve Lenin ünlü bir düşünce adamı oldu. Keza Ekim öncesinde yapılan tüm parti kongrelerinde Stalin teorik konularda hiç konuşmamıştır. Bir teşebbüsü nedeniyle delegeler tarafından alaya alınmıştır. Kurduğu cümleler çok aptalcadır. Teorik yazıları tehdit ve aşağılmaları içerir. Rusça’ya hakim olmadığı da söylenir. Ancak Stalin 1930’lu yıllarda büyük bir teorisyen olarak ilan edildi. Bu teorisyen veya sosyal bilimci partinin tüm diğer teorisyenlerini ve 8 milyon Rus köylüsünü öldürdü.
Aynı şekilde Mao, E. Hoca, Kim Il Sung ve Pol Pot iktidarı eline geçirdikleri için teorisyen oldular. İktidardan uzaklaşmalarıyla birlikte teorileri tüm önemini kaybetti. Mao’nun insanoğlunun zekasını alenen aşağılayan Kızıl Kitabı Çin’de bile artık ciddiye alınmıyor. E. Hoca’nın tüm kitapları kamyonlarla kağıt fabrikasına gönderildi.
Keza Türkçeden başka bir dil bilmeyen, ancak Türkçesi İbrahim Tatlıses’in Türkçesine benzeyen A. Öcalan bile bir sürü teori oluşturdu. Bir zamanlar Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek gibi “büyük sosyal filozoflar” bile onda bir derinlik buldular.
Dimitrov’un veya Komintern’in faşizm tanımı veya Dimitrov’un faşizm üzerine yaptığı konuşmalar da ideolojik çatışma içinde yapılan açıklamalardır. Dimitrov faşizmi sosyal bir fenomen olarak anlamak yerine, proleter devrimi çabuklaştıracağına inandığı bir teori oluşturmaya çalıştı. Her şeyden önce bahsi geçen yazıları ve konuşmalarıyla Stalin rejimine hizmet etmek istedi. Nazi Almanyasında yargılamasının (1933) beraatle sonuçlanmasıyla haklı olarak övünen ve Göbels’e karşı büyük bir zafer kazandığını dile getiren Dimitrov SBKP önderlerinin Moskova’daki hukuksuz gülünç yargılamalarından ve öldürülmelerinden hiç bahsetmedi. Nazi rejimi altında yapılan bir mahkemede kendisine tanınan savunma hakkı ile SBKP liderlerine Moskova yargılanmaları sırasında tanınan haklar arasında bir kıyaslama yapmadı. Kendisi beraat ederken, Moskova yargılamaları sanıklarının neden öldürüldüğü üzerine hiç düşünmedi. Faşizm sorununu incelerken sık sık Fransa ile Almanya arasında kıyaslamalar yapmasına rağmen, Leipzig ile Moskova’yı kıyaslamak hiç aklına gelmedi. Gözleri önünde öldürülen milyonlarca zavallı, perişan, çıplak, aç ve yorgun köylüyü görmezlikten geldi. Konuşmalarında Stalin’den bol bol teorik alıntılar yapmakla yetindi.
Dimitrov’un faşizm tanımı
Georgi DimitrovKomintern’de faşizm üzerine çok sayıda konuşma yaptı. Burada Dimitrov tarafından Komintern’in 7. Dünya Kongresi’ne sunulan raporunu esas alacağım. Çünkü bu rapor konu ile ilgili en ayrıntılı ve en uzun makaleyi içermektedir. Ayrıca diğer konuşmalar veya makaleler içerik olarak burada söylenenlerden farklı değildir.
Dimitrov faşizmi “finans kapitalin en gerici, en terörist diktatörlüğü” olarak tanımlıyor. Faşizmi doğuran 3 temel nedenin ise şunlar olduğunu söylüyor:
Emperyalist çevreler ekonomik krizin bütün yükünü emekçilerin sırtına yüklemek istiyorlar.
Bu çevreler emperyalist sömürüyü yoğunlaştırmak ve sömürgeleri yeniden paylaşmak için savaşa gitmek istiyorlar.
Aynı Emperyalist çevreler proleter devrimci hareketi bastırmak ve dünya proletaryasının kalesi olan SSCB’yi ortadan kaldırmak istiyorlar.
1929 ekonomik krizi bilindiği gibi ABD kaynaklıdır. Kriz ABD, Kanada, İngiltere (UK), Almanya, Fransa, Avusturya ve Hollanda başta olmak üzere bütün batı ülkelerinde yaşandı. Dimitrov’a göre bütün bu ülkeler finans kapital tarafından yönetiliyordu. Emperyalist-kapitalist burjuvazinin hiçbir ülkede işçi sınıfına sempatik bakmadığı doğruydu, ancak bu ülkeler otomatikman faşistleşmediler, savaş yanlısı olmadılar ve SSCB’ye savaş ilan etmediler. Dahası, ABD ve İngiltere Nazi Almanyasına karşı SSCB ile ittifak yaptılar.
Otto Bauer faşizmi, proletarya ve burjuva sınıflarının her ikisinden de bağımsız duran bir devlet gücü olarak tanımlıyordu. Bir İngiliz sosyalisti olan Brailsford’a göre faşizm isyancı küçük burjuvazinin devlet erkini ele geçirmesiydi. Dimitrov’a göre bu görüşlerin her ikisi de yanlıştı. Faşizm finans kapitalin ta kendisiydi.
Almanya’da olup bitenler Dimitrov’a göre tarihsel bir evre idi. Nazizm Dimitrov’un ve Stalin’in gözünde Avrupa’nın geleceği demekti. Daha doğrusu Avrupa Stalinizmi şeçmezse Nazizme mahkum olacaktı. Burjuva demokrasisi sorunları çözemiyordu. Ömrü dolmuştu. Sosyal demokrat işçi partileri liberal burjuva düzenin ömrünü uzatıyorlardı. Faşistlerin iktidara gelmesi aslında sosyalist devrimi daha da hızlandıracaktı. Bu süreç kaçınılmazdı.
148.387 kelimelik oldukça uzun söz konusu raporda (İngilizce çevirisini kastediyorum) Dimitrov bir kez olsun bile Nazizmin anti-semitizm ile olan ilişkisini dile getirmiyor. Oysa anti-semitizm Nazizmin en başta gelen komponentidir. Holocaust’u inkar ederek Nazizmi anlamaya çalışmak mantıksızlık ve vicdansızlıktır. Sosyal gerçekleri objektif olarak anlamaya çalışmak ve Hitler’in iktidarı ele geçirme sürecini somut olarak incelemek yerine, Dimitrov bize finans kapital masalını anlatıyor. Yahudilere yönelen açık Nazi düşmanlığını bilerek inkar eden Dimitrov finans kapital çevrelerinin insanlığı topluca imha etme niyetinin olduğunu söylüyor.
Stalinistler gerçekten irrasyonel tufan teorileri yapıyorlardı. Öte yandan, SSCB 1929’dan itibaren Nazizmin Holocaust çılgınlığına denk düşen türden bir devlet terörüne sahne oluyordu. Stalinistler tarih ve sistem teorileriyle adeta kendilerini projecte ediyorlardı. Stalinistlere göre emperyalist burjuvazi doğal gelişim sürecinin bir ürünü olarak insanoğlunun kurdu haline gelmişti. Finans kapital çevreleri sınıf çıkarlarından dolayı tüm insanlığı yiyecekti. Hitler finans kapitalin temsilcisiydi. Hitler tarihsel ve sınıfsal bir üründü. Tıpkı Stalin gibi…Hitler’in “Mein Kampf”ı finans kapitalin politik manifestosuydu. Stalin’in eserleri ise devrimci proletaryanın politik manifestosuydu. İnsanlık Hitler ve Stalin’den birini seçmek mecburiyetindeydi. Başka bir çıkış yolu yoktu.
Nazizmin finans kapitalin bir ürünü olduğu masalını anlatan Dimitrov’a göre, bütün Avrupa ülkeleri finans kapitalin egemenliği altındaydı. Ama bu ülkelerin neden faşist ülkeler haline gelmediklerini açıklamıyordu. Krize ve finans kapitalin egemenliğine rağmen demokrasiyi tehdit edecek faşist bir hareketin ülkelerin çoğunluğunda ortaya çıkmamasını yer yer işçi sınıfının örgütlülüğü ile açıklaması ise bir başka komiklikti. Çünkü işçi hareketinin en güçlü veya örgütlü olduğu yer Almanya idi.
Özetle, Dimitrov’un faşizm tahlili insanların gözleri önünde somut olarak cereyan eden faşizmi anlama çabası değil, fiktif bir finans kapital masalından ve Sovyet yanlısı propagandadan ibarettir.
Stalinistler kuşkusuz kategorik olarak faşizm karşısında demokrasiyi savunamazlardı. Çünkü Stalinistler demokrasi yanlısı değillerdi. Alman faşistlerinin 1940’lı yıllarda Yahudilere karşı yapacakları katliam ağırlığında toplu bir imha hareketini onlar daha o zaman köylülere karşı gerçekleştirmişlerdi. 1990 yılında açılan resmi Sovyet arşivlerine göre bile 1930-1931 yılları arasında 1,803,392 kişi çalışma kamplarına gönderildi. 1932-1940 yılları arasında ise çalışma kamplarında 389,521 kişinin öldüğü dile getirilmektedir.
Milyonlarca köylüyü sorgusuz sualsiz kurşuna dizen NKVD (o zamanki KGB) bu işi son derece basitleştirmek ve hızla uygulamak için 0047 nolu bir talimat yayınladı. NKVD’nin ölüm mangaları üç kişiden oluşuyorlardı. Üçlü ölüm mangaları yıllarca yargısız infaz yaptılar.
Keza NKVD 1939-1940 arasında üç kere Gestapo ile konferans düzenledi. Nitekim Polonya SSCB ve Nazi Almanyası arasında bu konferanslarda pay edildi.
Stalinist diktatörlüğü faşizme karşı tek gerçek alternatif olarak sunan Dimitrov’un bütün bunları bilmemesi olanaksızdı. Demokrasiden ve hukuk devletinden faşistler kadar nefret eden komünistler tek çözümün Sovyet tipi bir devlet kurmak olduğunu söylüyorlardı. Demokrasiden bunu anlıyorlardı. Nitekim günümüzde aynı şeyi savunuyorlar.
İnsanlığın uğradığı tüm talihsizliklerden Avrupa sosyal-demokrat işçi partilerini sorumlu tutan Dimitrov demokrasi güçlerinin faşizme karşı birleşik bir cephe kurmak için komünistlerden demokrasiye bağlı kalma teminatı istemeleri karşısında, “biz Sovyet demokrasisinin sadık savunucularıyız, Sovyet demokrasisi yeryüzündeki en tutarlı demokrasidir” diyordu.
Dimitrov’a göre Avrupa’daki bazı sosyal-demokrat liderler komünistlerle birlikte anti-faşist bir cephe kurmamak için şöyle bir bahane uyduruyorlardı: “Social-Democracy is for democracy, the Communists are for dictatorship; therefore we cannot form a united front with the Communists” (Sosyal-demokrasi demokrasi, komünistler ise diktatörlük yanlısıdırlar; bu nedenle komünistlerle birleşik bir cephe oluşturamayız.)
Dimitrov buna şöyle bir cevap veriyor:“But are we offering you now a united front for the purpose of proclaiming the dictatorship of the proletariat? We make no such proposal now.”(Şimdi size proletarya diktatörlüğünü ilan etmek üzere birleşik bir cephe kurmayı mı öneriyoruz? Şu an böyle bir teklifte bulunmuyoruz.)
Dimitrov bu sözleri sarfederken demokrasiyi savunmak gibi bir amaçlarının olmadığını itiraf ettiğinin farkında bile değildir. Çünkü Stalinizm sağduyunun inkarıdır. Stalinizm aklın küçümsenmesidir.
Sosyal-demokratlar diyorlar ki:”Let the Communists recognize democracy, let them come out in its defense; then we shall be ready for a united front.”(Komünistler demokrasiyi tanımalıdırlar, onu savunma görevini üstlenmelidirler, o zaman onlarla birleşik bir cephe kurmaya hazır oluruz.)
Dimitrov’un yanıtı: “To this we reply: We are the adherents of Soviet democracy, the democracy of the working people, the most consistent democracy in the world.” (Buna cevaben şunu söylüyoruz: Biz dünyanın en tutarlı demokrasisi olan Sovyet demokrasisinin yani çalışan halkın demokrasisinin sadık savunucularıyız.)
Dimitrov bu sözleriyle demokrasi yanlılarına açıkça zorbalık yapıyor. Dimitrov insanlıkla açıkça alay ediyor.
ABD, İngiltere ve Fransa 2. Dünya Savaşı’nda SSCB ile ittifak yaptılar. SSCB Nazi Almanyasının yenilgisinde çok önemli bir rol oynadı. Ancak müttefikler cephesi bir demokrasi cephesi değildi. SSCB’nin etki sahasında kalan ülkeler ancak 1990’lı yıllarda özgürleşmeye başladılar.
Nazizm ve Stalinizm
Nazizm ve Stalinizm hukuki açıdan aynı özelliklere sahiptir. Nazizm ve Stalinizm tüm insanlar için geçerli olan hukuk, demokrasi ve insan hakları kavramının reddedilmesi demektir. Hümanizmi ve rasyonalizmi reddeden bu akımlar insanlığı düşman kamplara bölerler. Nitekim Almanya’da Yahudiler, Rusya’da Kulaklar insan sayılmadı. Dini veya ırkı yüzünden öldürülen insanların, sahip oldukları domuzların sayısı veya ara sıra işçi kiralamaları yüzünden öldürülen insanlardan farklı olduklarını söyleyemeyiz. Nazizmi ve Stalinizmi yahut aşırı sağ ile radikal solu birleştiren şey görüldüğü gibi hukuksuzluktur. 19. ve 20. yüzyıllarda ortaya çıkan bu gibi bir hukuksuzluğu faşizm olarak tanımlıyorum.
Sonuç
Dimitrov’un faşizm teorisi ahlaksızlığın ve çifte standartın teorisidir. Sosyal bilimler bakımından akademik hiçbir değer taşımayan bu teori Stalinist bir propagandadan ibarettir.
Marksizm, Bolşevizm/Stalinizm, Maoizm, Pol Potçuluk vb. gibi akımların yandaşları güvenilir sosyal bilimciler veya iyi etik hocaları sayılmazlar. Sosyal teorilerin en iyileri bile matematiksel dille ifade edilmeyen ama kesintisiz bir biçimde gözlemlenebilen fenomenleri tarif etme özellikleri taşımazlar. “Devrimci” teoriler ise önceden yapılan normatif tercihlere dayanır. Bu teorilerin objektif bir temeli yoktur. Bu sözde teoriler gerçek bir teori formuna ve diline bile sahip değildir. Politik mülahazalar objektif olgulara prensip olarak dayanabilir ama bu süreklilik arzeden bir statü olmaktan ziyade, bir test meselesidir. Doğru düşünce kendini her zaman pratikte ispatlamak zorundadır.
İnsanlık şiddet politikalarına mahkum olmak zorunda değildir. Faşist rejimler ancak demokrasi ve hümanizm aracılığıyla altedilebilir. Zulme uğrayanlar başka zalimlerin esiri olmadan bir çıkış yolu bulmak zorundadırlar. Aksi halde özgürleşemezler.
http://www.duzceyerelhaber.com/Mehmet-YILDIZ/18927-Devrimci-fasizm-olur-mu
“İNSAN NE ZAMAN ELİNE SİLAH ALIR?”
“ÖZ SAVUNMA” NEDİR?
TÜRKİYE’Yİ NE BEKLİYOR?
(Okuyacağınız metin Aleksey Mozgovoy’un hatırasına adanmıştır.)
Yazan: Süleyman Altunoğlu
Tarih: 8 Eylül 2015
BUNLAR İYİ GÜNLERİMİZ!
“Bunlar iyi günlerimiz.” Giderek daha fazla söylenen bir söz hâlini aldı bu!
Kitleler mecbur kalmadıkça eline silah almaz! Bir tehdit hissetmeli ve o tehdide karşı kendini korumasız hissetmeli!
Öyle ki; hissettiği tehdit, eline silahı alınca alacağı riskten, ceza almaktan, hedef olmaktan daha büyük olmalı!
Ortadoğu ve Ukrayna’da halklar “öz savunma” ile katillere karşı koyabiliyor!
SOYKIRIM, KATİLLER VE ÖZ SAVUNMA
Kışın geldiğini; evin kapısının önüne kar yağıp, yollar kapandığında anlamak kadar acı verici bir şey olmasa gerek!
Ülkemizdeki sol, yurtsever, ilerici kesimin kahir ekseriyeti evet artık farkına vardı ki; ortada bir Suriye devrimi filan yok. Cihadçılar varken Esad’ı tartışmak saçmalık. Cihadçıları getirmek ABD ve diğerlerinin fikri, para Körfez ülkelerinden çıktı. AKP de para için “getir-götür işleri” yapıyor.
Yine de bu algı, ampirizmin sınırlarından çıkmış değil, cihadçı deyince kargadan başka kuş tanımıyormuşuz gibi IŞİD’ten başkasını pek gündemimize almıyoruz. Suriye zihinlerde halâ uzak. 911 km’lik sınırın ortadan kalktığının, cihadçı trafiğinin hedefinin Suriye ile sınırlı olmadığının ise henüz tam bilincinde olduğumuz söylenemez. Son 7-8 yıldır iniş ve çıkışlarıyla gelişen muhalefete, bu muhalefet içinde solculara, Kürtlere ve Alevilere karşı cihadçıların vurucu bir güç olarak hazırlandığının yeni yeni farkına varıyoruz!
Soykırımın tanımı: “Ulusal, etnik, ırksal ve dinsel bir grubun bütününün ya da bir bölümünün yok edilmesi niyetiyle girişilen şu hareketlerden herhangi biridir:
Grubun üyelerinin öldürülmesi,
Grubun üyelerine ciddi bedensel ya da zihinsel hasar verilmesi,
Grubun yaşam koşullarının bunun grubun bütününe ya da bir kısmına getireceği fiziksel yıkım hesaplanarak kasti olarak bozulması,
Grup içinde doğumları engelleyecek yöntemlerin uygulanması; [ve] çocukların zorla bir gruptan alınıp bir diğerine verilmesi” olarak yapılmış.
(http://www.ushmm.org/wlc/tr/article.php?ModuleId=10007043)
Ortadoğu’da halklar yeni bir “Sykes-Picot” ile karşı karşıya. Emperyalizm ile ilişkileri iyi olan ama birbiri ile kavgalı onlarca küçük devlet ve devletçik kurulmak isteniyor. Yeni enerji hatları kurulmak isteniyor. Tabii emperyalistler arası çelişkiler de var. Batı liderliğindeki blok karşı tarafın olanaklarını da tüketmek istiyor. Katliam, sürgün ve soykırım burada işlevli bir araç olarak ortaya çıkıyor.
Soykırım; “uluslaşmak” ve “kapitalist pazar paylaşımı”nda yapılanların en uç boyutta ifadesi. Asimilasyondan ve sürgün politikalarından sonuç alınamadığı yerde soykırımın ortaya çıktığını görüyoruz!
Diğer yöntemlerle sonuç almak zaman aldığı ya da istenen sonuçları yaratmada bazen yetersiz kaldığı için soykırıma başvuruluyor.
Bu tanımın ışığında bugün Ortadoğu’da süregiden savaşlar birer soykırıma azmetme olarak, bu suçun faili cihatçılar, azmettiricisi ise emperyalizm olarak karşımıza çıkıyor.
“Gezi”den hemen önce yaşanan Reyhanlı bombası, son yaşanan (5 Haziran 2015) Diyarbakır bombası, Suruç’taki canlı bomba bize gösterdi ki; yeni seri katilimiz cihatçılar.
KATİLİ KİM DURDURABİLİR?
Katliamları, sürgünleri ve bunlarla beraber büyüyen soykırımı kim durdurabilir?
Ordular mı? Evet olabilir.
Kızılordu gibi bir ordu olsa böyle bir şansımız olabilirdi. Fakat Kızılordu bile pek çok katliamı, sürgünü yetişip engelleyemedi.
1941 Eylül’ünde Ukrayna Kiev’de yaklaşık 60 bin komünist, Sovyet savaş esiri, Yahudi ve Roman iki gün içinde Babi Yar denilen yerde öldürülür.
(https://en.wikipedia.org/wiki/Babi_Yar)
Gerillalar mı? Evet olabilir.
O tarihlerde Ukrayna, Nazi işgali altındaydı ve Sovyetler işgal altındaki topraklarda gerilla birlikleri örgütlüyordu.
Nazım Hikmet’in Bursa hapishanesinde yatarken yazdığı “Tanya” şiirini sanırım hepimiz biliyoruz. Tanya da işgal altındaki bölgelerde savaşan bir gerillaydı.
(http://russiapedia.rt.com/prominent-russians/history-and-mythology/zoya-kosmodemyanskaya/)
2014’te IŞİD Musul’u ele geçirdikten sonra Şengal bölgesine yaklaşmaya başladı. Halk KDP’den silah istedi, ancak alamadı. IŞİD Şengal’e saldırdığında halk yakındaki dağlık bölgeye doğru akın etti. Söylenene göre dağlık alanın girişinde iyi bir yerde mevzilenmiş küçük, yalnızca 6-7 kişilik bir PKK gerilla birliği binlerce insanın hayatını kurtarıyor.
(http://www.gazetecileronline.com/newsdetails/14574-/GazetecilerOnline/sincari-iside-teslim-etti-barzani-ezidileri-satti)
Ancak yine de ordu ve gerillanın yetmediği, ulaşamadığı, ya da tutuk davrandığı için amacına ulaşan onlarca katliam var!
1965’te Endonezya’da ordu içindeki faşistler darbe yapar ve bir iki ay içinde çoğunluğunu Endonezya Komünist Partisi üye ve taraftarlarının oluşturduğu bir milyon insan katledilir.
(https://en.wikipedia.org/wiki/Indonesian_killings_of_1965%E2%80%9366)
Bugün Endonezya’yı emperyalizmle iyi ilişkiler içindeki iki İslami cemaat yönetiyor.
(http://www.vananalizhaber.com/endonezyada-nu-ve-muhammediyye-cemaatlerinin-kongrelerinden-izlenimler/)
Komünistler, ordu içinde güçlü olmalarına, ülke çapında üç milyon üyeye sahip olmalarına rağmen silahlanmamışlar, ordunun silahlarına el koyma gibi bir gaye gütmemişlerdi.
1954’te Guatemala’da ilerici Arbenz hükümeti darbe ile devrildi. Arbenz ordu içinden gelen bir sosyalistti, ama tehditler apaçık ortadayken bile halkı silahlandırmadı. O dönemde Che oradaydı ve yaşananlar onun devrimci düşüncelerini şekillendirdi.
(https://www.greenleft.org.au/node/56590)
O hâlde ilk olarak; “Katliam, sürgün ve soykırıma karşı en etkili araç nedir?” sorusunun cevabını arayacağız.
DÜNDEN BUGÜNE FAİLİN DEĞİŞİMİ
Soykırım, katliam ve sürgünler elbette sistematik olmaları sebebiyle resmi bir damga taşır. Ancak kapitalizm için bu işleri ikinci veya üçüncü dereceden taşeronlara ihale etmek her zaman tercih sebebi olmuştur. Genel gidişata baktığımızda da bu tercihin arttığını görüyoruz.
Örneğin İsrail destekli Lübnan faşist örgütü Falanjistlerin Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarında 1982’de yaptığı katliam. Ya da 1980 öncesinde Çorum ve Maraş’ta MHP eliyle yapılan katliamlar.
(http://www.dunyabulteni.net/haber/286223/sabra-ve-satilla-katliami-nasil-gerceklesti)
Yine de bu olaylarda hukuk diliyle söylersek; “fail ile azmettiren arasındaki bağ nispeten açıktır”, teşhis daha kolaydır. Bu teşhis önemli, çünkü halk kendini kime karşı savunacağını bilmek zorunda.
Şimdiki hâlde ise fail ile azmettiren arasındaki bağ daha dolaylı ve karmaşık. “Nusra”, “IŞİD”, “Ahrar-üş Şam” ve diğer cihadçı paralı asker çetelerine verilen silah, eğitim ve lojistik destek daha iyi kamufle ediliyor. ÖSO bu çevrelere verilen desteğe aracı olan ve emperyalizmin elini temiz gösteren bir perde olarak kullanılıyor. Eğit-donat’ın bir fiyasko olarak sunulması ise bu perdenin en süslü tarafı. Son beş yıldır cihadçıları getiren, eğiten, donatan ve savaşa yollayan kimdi?
Dahası IŞİD özelinde ortaya çıktığı gibi kundakçının itfaiyeci rolüne büründüğünü görüyoruz. ABD liderliğindeki koalisyon IŞİD’i sadece Ortadoğu’yu yıkmak için değil, aynı zamanda yıkım sonrasındaki müdahalede de bir bahane olarak kullanıyor. İkna olanların çokluğuna bakarsak ne kadar inandırıcı olabildiklerini görebiliriz.
Kısacası karşımızda bir soykırım, katliam ve sürgün aracı olarak cihadçı çeteler var.
Bu çalışmada daha çok Ortadoğu’da yaşanan örnekler ele alınacak. Ancak Ukrayna da konumuz dahilinde. Orada cihadçı çetelerin rolü çok tali. Kafkas kökenli vahhabi-selefi gruplar Kiev’le birlikte hareket ediyor.
(http://www.ozguruniversite.org/index.php/guencel-yazlar/1512-cia-nazileri-ve-cihatclar-koordine-ediyor)
Orada halkı tehdit eden asıl güç ise paralı asker ordusu “Blackwater elemanları”.
(http://actualidad.rt.com/actualidad/view/121889-video-mercenarios-blackwater-ucrania)
Blackwater’ı Ebu Gureyb hapishanesi ve Irak’ın farklı yerlerindeki katliam ve işkencelerinden hatırlayabiliriz. O tarihlerde Irak’ta cihatçı çeteler hem çok cılızdı, hem de iki grup da parayla kullanıldıkları için birlikte ele almamızda bir sorun yok.
adaya gidecek kontra dilli sözde solcu… gitmeden bana da haber ver geleyim ister tek ister on kişi .ister silah ister sopayla haybeden üfleyip püfleme.
thkp c li imiş… ulan sen kim devrimcilik kim? kontra özentisi.
Gün abi, Pavel Sudoplatov’un “Özel Görevler” kitabıyla (Ayrıntı Yayınları, Haziran 2015) ilgili bugün tkp’lilerin sitesi sol haberde bir değerlendirme çıktı. Kitabı yayıma hazırlayan kişi olarak bunlara ne cevap vereceksin?
Çelişkilerle dolu bir Sovyet istihbaratçısı: Sudoplatov
Pavel Sudoplatov’un Ayrıntı yayınlarından çıkan anıları oldukça ilginç bir otobiyografi. Sudoplatov 1938 ve 1953 yılları arasında Sovyet istihbarıntında çeşitli kademeler de görev yapmış NKDV’nin üst düzey bir subayı. Kendi deyimi ile eski kuşak çekistlerden. Görev yaptığı yıllarda Stalin, Molotov ve iç işleri halk komiseri Beria’nın en güvendiği subaylar arasında. Zaten bu güven katıldığı hatta bizzat yönettiği operasyonlardan belli.
Sudoplatov milliyetçi Ukraynalılara karşı operasyonlarda sivriliyor. Troçki suikastinin planlayıcılarından, Nazilere karşı verilen büyük yurtseverlik savaşında cephe gerisinde bir çok işbirlikçiyi ve SS subaylarını yok eden operasyonları yönetmiş. ABD’ye karşı verilen atom bombası mücadelesinde belki de en önemli işleri Sudopaltov’un casusları yapıyor. Kitapta 20. Yüzyılın bu en önemli operasyonları hakkında bir çok detaya yer vermiş Sudoplatov
Dikkatimi çeken iki kısım var kitapta. Biri meşhur Rosenberg davası. Sudoplatov Rosenberg çiftinin çok önemli görevleri olmadığını söylüyor. ABD’deki casus şebekesinin bir hatası ile açığa çıkıyorlar. Sudoplatov ABD’nin bu dava ve verilen idamla siyasi bir mesaj verdiğini düşünüyor. İkinci dikkat çeken kısım ise İran’dan kaçan Molla Mustafa Barzani ile görüşmesi. Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’daki politikalarını özetleyen ilginç bir görüşme olmuş.
Sudoplatov’un görevi Stalin’in ölümü ve Beria’nın tasfiyesi ile sona eriyor. Beria’nın vatana ihanet ve kişisel çıkarları uğruna birçok kişiyi öldürmek gibi suçlardan kurşuna dizilmesi ile birlikte Sudoplatov da tutuklanıp yargılanıyor. Bu süreçten sonra ise kitaba fazlasıyla yansıyan çelişkileri başlıyor.
Sudoplatov tutuklandıktan sonra Hruşçov ve ekibinin suçlamalarının asılsızlığı için mücadele etmeye çalışıyor. Bu konu da gayet haklı. Suçlamalar hiç bir delile dayanmıyor. Birçok başarılı Sovyet istihbarat operasyonu suç delili olarak önüne getiriliyor.
Sudoplatov’un en büyük çelişkisi Sovyet tarihini ama özellikle de Stalin’li dönemi büyük bir suç ve terör dönemi olarak ifade etmesi. Buna dair elle tutulur bir kanıt sunmuyor. Çelişkili tarafı ise bu dönemde birçok operasyo da yer alması ve operasyonları gayet başarılı ve meşru görmesi.
Sudoplatov kitabın bir bölümünde şöyle söylüyor: “Beria, Stalin, Molotov işledikleri tüm suçlara karşın SSCB’yi geri kalmış bir tarım ülkesinden nükleer silahla donanmış bir uzay devletine dönüştürdüler. Hruşçov, Bulganin ve Melenkov aynı derecede korkunç suçlar işlediler ama SSCB’ye hiçbir şey katmadılar.” Kitabın bir çok bölümünde yiğidi öldürüp hakkını yememe gibi bir stratejisi var. Ama yiğidi öldürdüğü kısımlar havada kalıyor
Sudoplatov öncelikle 1936-1938 arasındaki tasfiyeleri eleştiriyor. Stalin’i yargısız infaz yapmakla suçluyor. Ama detaya girmiyor. O yıllar da Ukrayna milliyetçilerine karşı operasyon da olduğu için konuya pek vakıf değil. 1939-1940’ta bizzat kendisinin yönettiği Trotsky suikasti sırasında tasfiye edilen birçok ismin Troçkist hiziple bağlarını keşfediyor. Yine orduda ki bir çok tasfiyede Alman istihbaratçılarla olan bağlarını da zaman içinde görüyor. Fakat her nedense o sıralar ülke de bile olmadığı tasfiyeler Stalin’in yargısız infazı olmaya devam ediyor.
Sudoplatov çok tartışılan Trotsky suikastı konusunda parti önderliğini suçlamıyor. Çünkü operasyonu yöneten kendisi. Troçkist hizbin İspanya iç savaşı sırasında dünya Komünist hareketinde kırılmalara yol açabilecek işler yaptığını ve bu durumun faşizme karşı savaşta Sovyetlerin elini zayıflatacağı gibi bir endişe ile hareket edildiğini söylüyor. Suikasti gayet meşru buluyor. Fakat Troçkist hizbin savaştan önce ülkeden tasfiye edilmesine ısrarla vahşet adını takabiliyor
Sudopaltov’un yiğidi öldürmediği konu faşizme karşı verilen büyük yurtseverlik savaşı oluyor. Hitler ile yapılan saldırmazlık paktı ile başlıyor. Sudoplatov paktı Sovyetleri siyasetin dışına itmeye çalışan İngiliz ve Amerikalılara atılmış bir gol olarak görüyor. Etik olarak bir sorun görmediğini, Yalta konferasından farksız olduğunu ekliyor. Anıları yazarken ona eşlik eden Jerrold L. Schecter bunun karşısında dehşete düştüm demekten kendini alamıyor. Azılı bir anti–komünist olan Schecter, Hitler ve Stalin eşitlemesi yapılmadığında dehşete düşmeye oldukça hazırlıklı. Ayrıca Sudoplatov savaş sırasında Stalin’in şoka girdiği ve on gün konuşmadığı gibi yalanları birinci ağızdan yalanlıyor. Bu dönemler de Kremlin de Stalin’le bizzat görüşüyor gayet soğukkanlı ve kararlı buluyor.
Sudoplatov’un en fazla üstünde durduğu konu Parti önderliğini suçladğı ‘Katin katliamı’ oluyor. Esir alınan 22.000 Polonyalı subay ve sivilin Beria’nın tavsiyesi Stalin ve Molotov’un onayı ile katledildiğini söylüyor. Kanıt olarak sunduğu ise KGB arşivlerinden çıkan ve Beria tarafından Stalin’e yazılmış bir mektup. Mektupta Beria kampta bulunan subayların geçmişte Sovyetler birliğine karşı operasyonlara katıldığını ve birçoğunun hala bu heveste olduğunu yazıyor. Beria mektupta Polonyalıların yargılanması gerektiğini aksi halde faşizme karşı savaşta Sovyetlere zarar vermeye devam edeceklerini söylüyor. Yargılanıp kurşuna dizilen Polonyalı subaylar olduğu bir gerçek fakat bu mektuptan Beria’nın 22.000 subay ve sivili infaz edilmesini tavsiye etmesi gibi bir sonuç çıkmıyor. Halbuki Katin katliamının meşhur faşist Almanya’nın Propaganda Bakanı Joseph Goebbels tarafından icat edildiği ortaya çıkan bir gerçek. Nunberg mahkemelerinde Katin’de bulunan cesetlerden Alman kurşunları çıktığı ve birçok kişinin sanılanın aksine 1940’ta değil 1941 sonbaharında öldüğü ortaya çıktı. Dahası, Hitler’in ve Goebbels’in katliamın sorumluluğunu Sovyetlere atmak için verdiği talimatlar ortaya çıktı. Sovyet istihbaratının bu ünlü şefi bunları bilmiyor olamaz.
Sudoplatov niye bu kadar yalan söylüyor sorusu geliyor akıllara. Hruşçov tarafından tasfiye edildikten sonra tek saplantısı itibarının iade edilmesi oluyor. İtibarını geri isterken bunu ideolojik bir kavga olmaktan çıkarıyor. Hruşçov ve ekibi Stalin dönemine karşı ideolojik bir saldırıya geçiyor. Sudoplatov’da bu saldırıdan payını alanlardan ve yıllar içinde itibarını ideolojik mücadeleden kaçarak ve hatta geçmişine yeri geldiğinde küfür ederek kazanacağını düşünüyor. Siyaseten teslim olduktan sonra ise yalan ve dezanformasyon hayatının bir parçası oluyor. İtibarını geri alması Sovyetlerin dağılması ile gerçekleşiyor. Kitabın yazılması da aynı tarihler de oluyor. Sovyetler yeni dağılmış, bütün dünyada sosyalizme ve Stalin’e küfürün revaçta olduğu yıllar da o da üzerine düşeni yapıyor ve modayı takip ederek ‘itibarını’ geri alıyor.
Kitabı bitirdiğimde aklıma uzun yıllar önce okuduğum Molotov anlatıyor kitabı geldi. Molotov’la röportaj yapan Feliks Çuyev, yaşlı bolşeviğe itibarının iadesi hakkında niye başvuru yapmadığını soruyor. Molotov itibarının halkın ve tarihin önünde sınanacağı cevabını veriyor. Bunca zaman sonra Molotov tarih önünde büyük bir devrimci, Sudoplatov gibilerse çelişkili birer eski ajan olarak anılıyorlar.
http://haber.sol.org.tr/blog/serbest-kursu/caglar-akyuz/celiskilerle-dolu-bir-sovyet-istihbaratcisi-sudoplatov-129174
KATİLLERE KARŞI: “ÖZ SAVUNMA” !
Öz savunma soykırım, katliam ve sürgünleri engelleyebilir.
Sebebi basit, bir katil sürüsü sizi muhalifliğinizden, kökeninizden, inancınızdan ötürü, sahip olduğunuz şeyleri elinizden almak, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmek için üzerinize geldiğinde sizi sizden başka kim koruyabilir ki? Diğer yandan öz savunma bu suçların bir aracına da dönüşebilir, halklar din, mezhep ve milliyet temelinde birbirine düşebilir. Gelin biz önce güncel ve başarılı örneklere bakalım.
Suriye’nin hemen tüm bölgelerinde NDF,
Suriye Kürdistanı-Rojava’da YPG ve YPJ,
Irak’ta Haşd El Şabi,
Yemen’de Halk Komiteleri,
Doğu Ukrayna’da Halk Milisleri ilk akla gelenler.
Aralarındaki siyasi farklılıklar da önemli ancak baktığımızda benzerlikleri çok fazla. Nedir bu benzerlikler? Birincisi geçmişlerinde sosyal ve siyasal çalışma geleneği var, yumurta kapıya dayandığında gelip de haydi silahlanalım demiyorlar. Öncesinde bölgedeki halkla her düzeyde ilişkileri var. İkincisi halkın eline silah vermede tereddüt etmiyorlar.
Klasik savaşlarda tümüyle yenilmek veya kazanmak dışında alternatif genelde olmazken, yeni çağın savaşlarında savaş daha uzun vadeli kısmen yenilgi, kısmen zaferlerle dolu bir süreç halinde gelişiyor
Suriye’de NDF yaklaşık 100 bin kişiyi kapsıyor.[11] Ordu dışında ancak orduya bağlılar. Kuruluş tarihi 2012. İçlerinde kadınlar da var. Köylerin, mahallelerin savunulmasında önemli rol üstleniyorlar. Çünkü Suriye ordusu klasik bir ordu olarak cihadçıların açtığı savaşa ilk başta iyi cevap veremedi. Sonradan savaşa uyum sağladı ve bunun bir biçimi olarak da bu savunma komitelerini geliştirdi, halka silah dağıttı, onlara eğitim verdi. Cihadçıların askeri üstünlüğüne karşı birkaç hafif silah ne işe yarayabilir ki derseniz internetten İştebrak katliamına dair videoları izleyebilirsiniz. Bazen küçük bir karşı koyuş bile daha fazla insanın tahliyesi veya takviyenin gelmesi için yeterli zamanı yaratabiliyor. Suriye üç tarafından sınırları açık olmasına ve düşman komşularına rağmen halen ayaktaysa silahlı halk sayesindedir. Suriye ordusu ve NDF muhaliflere göre 400 yerde aktif biçimde savaşıyor[12] (SOHR).
YPG/YPJ örgütlenmesinin geçmişi PKK’nin ve Öcalan’ın Suriye’de kurumlaştığı 19 yıllık himaye döneminde yaptığı siyasi ve sosyal çalışmaya dayanıyor. Sonrasında Suriye’nin Batı’ya ve Türkiye’ye yaklaştığı dönem (ki bugün Suriye bunun olumsuz farklı sonuçlarını da yaşıyor) bu ilişkiler kısmen bozulsa da Suriye, savaşın ve işgalin başladığı dönemden Kobane’de ABD desteği geldiği döneme kadar, YPG’ye ağır ve hafif silah desteğinde bulundu.[13]
Burada konumuz açısından asıl önemli olan için halk içinde belli bir ilişki zemininin şart olması. Doğrudan siyasi çalışmayı içermeyen, sosyal çalışma diyebileceğimiz her türden örgütlenme çalışması bu tür kriz dönemlerinde üzerinde durulabilecek bir zemin sunuyor.
Türkiye devrimci, muhalif geleneğinde bu tarz bir çalışma geleneği zayıf, örgütlenme deyince sadece siyasi örgütlenme anlaşılıyor. Bir örnekle açıklamak gerekirse sosyal çalışma bir toprağı sürmek gibi, sürülmemiş bir toprağa hiçbir şey ekemezsiniz.
Irak’taki Haşd el Şabi örgütlenmesi de bu gerçeği doğruluyor.[14] Geçmişteki sosyal yardım ağları üzerinden örgütlenen Şii ağırlıklı bu güç Irak’ta IŞİD’in pek çok yeri almasını engellediği gibi IŞİD’e karşı da büyük başarılara imza attı.
Yemen’deki Halk Komiteleri Ensarullah hareketi ve ordu ile birlikte Yemen halkını Suudi Arabistan ve diğer saldırganlara karşı koruyan önemli bir güç.
Donetsk’te ise halk milislerinin geçmişinde gelişmiş bir sanayi havzası olan bölgenin güçlü işçi sınıfını ve onun geleneklerini görüyoruz. Kiev’de faşist bir yönetimin kurulması, bu kesimi Sovyet dönemine sahip çıkmaya yöneltmekle kalmadı 2. Paylaşım Savaşı’nın tecrübelerini yeniden yorumlayan güçlü anti-faşist bir mücadele çıkarttı. Bu halk milislerinin sayısı kesin verilmemekle beraber on binlerden bahsediliyor.[15]
Tüm bu güçler örgütlü oldukları yerlerde halkları korudular ve ayakta kalmayı sağlayabildiler. Bugün savaşlar nizami yaşanmıyor, iki ordunun karşılıklı savaşması şeklinde cereyan etmiyor.[16] Klasik savaşlarda tümüyle yenilmek veya kazanmak dışında alternatif genelde olmazken, yeni çağın savaşlarında savaş daha uzun vadeli kısmen yenilgi, kısmen zaferlerle dolu bir süreç halinde gelişiyor.[17]
Geçmişte Kuzey İrlanda, Filistin ve Latin Amerika’daki yoksul mahallelerde ve Irak Savaşı’nda şehir savaşları ve ayaklanmalar üzerine önemli bir tecrübe biriktiren emperyalistler bugün bunu Suriye, Ukrayna’da daha geliştiriyor. Gezi’deki palalılar, Berkin’in cenazesinden sonra mahalleyi basmaya gelen Burakcan’lar, 6-8 Ekim Kobanê ayaklanmasındaki Hüda-Par’cılar gidişatı haber veriyor.
Bu savaşta önemli rol oynayan ve sahiplerinin elinin temiz kalmasını sağlayan paralı asker çeteleri, taktiklerini insansızlaştırma, enerji kaynaklarını tutma (IŞİD Suriye ve Irak’ta önemli gaz, petrol ve su kaynaklarını elinde tutuyor), mülkiyetin topluca el değiştirmesini sağlamak (mesela Okmeydanı kentsel dönüşümü) ve psikolojik savaş üzerine geliştiriyorlar.
Hedef aldıkları bölgede gizli bir şekilde örgütleniyorlar, biz sol kesim gibi öyle basın açıklaması, stand açma, miting vb. ile ilgilenmiyorlar. Kişiden kişiye ilişkiler üzerine gidiyorlar. Sarsıcı eylemleri yine medyayı etkili bir şekilde kullanarak geniş kitlelere ulaştırıyorlar. Devamında insansızlaştırma ve boyun eğdirme geliyor. Enerji kaynaklarına ulaştıklarında kendilerine ait bir ekonomiye ve militanlarına düzenli maaş ödeme gücüne ulaşıyorlar.
Doğrudan ve tümden hedef aldıkları kesim Aleviler ve azınlıklar, ancak duruma göre herkesi düşman ilan edebilecek bir zihniyete sahipler.
İçlerinde önemli ve eşit sayıda Türk ve Kürt var. Onları belli bir milliyete özel olarak yakın ya da düşman olarak düşünmek yanlış olur.
Kobanê’de 25 Haziran 2015’te 200’e yakın insanı, milisi ve gerillayı öldürdükleri katliamda YPG’nin müttefiki Burkan el Fırat içindeki ilişkilerini kullanarak şehre sızmışlardı.
İNSAN NE ZAMAN ELİNE SİLAH ALIR?
Öz savunma sonuçta silahla olabilecek bir şey ve hiç kimse durup dururken eline silah almaz. Yaşar Kemal, ünlü kahramanı İnce Memed’i “mecbur insan” olarak tanımlardı. İnce Memed’in sevdiği ile bir yuva kurmaktan başka bir hayali yokken, koşullar onu her seferinde dağa çıkmaya zorlar.
Peki sıradan hayatlar yaşayan insanlar, kriz koşullarında birer savaşçıya dönüşebilir mi? Ya da ne kadarı dönüşür? Tek başlarına halkı nereye kadar koruyabilirler?
Bu sorulara vereceğimiz cevaplar önemli.
Tarihin destanlaşmış anlatılarına baktığımızda iki cevap görebiliriz. Asker milletler/savaşçı halklar ve “düşman tarlanın sınırına gelince bakarız” diyenler.
İskoçların milli kahramanı Willliam Wallace ‘Cesur Yürek’, Londra’ya karşı savaşmak istediğinde yanında tecrübesiz İskoç köylülerinden başka kimseyi bulamamış ve yenilmişti.[18]
Spartalıları, 300’leri duymuşsunuzdur.[19] Herodot’un aktardığı, tarihin gördüğü en savaşçı halk. Erkekleri ve kadınlarıyla küçük yaştan askerlik üzerine şekillenen bir hayatları olmuş. Pers/İran imparatorluğu antik çağda Yunan şehirlerini birer birer düşürdüğünde, 300 kişiyle İmparatorun devasa ordusunun karşısına çıkan Spartalılar’dan başkası olmamış. Diğer şehir devletlerinden desteğe gelen savaşçılar birkaç gün sonra onları yalnız bırakır. Sparta Kralı Leonidas onları kınar, hiçbiri profesyonel asker değildir.
300’ler de yenilir. Biri hariç hepsi ölür.
İki örnek de gösteriyor ki tek başına kahramanlar-ordular, ya da tek başına halk bir yere varamıyor. Nitekim sonrasında iki yerde de eksik olan tamamlanmış ve savaş kazanılmıştır.
Bu tabi çatışmanın doğası üzerine teknik bir yorum.
“ÖZ SAVUNMA” HALKLARIN ALEYHİNE NASIL DÖNER?
Öz savunma belli bir mezhep, din ya da milliyet odak alarak yapılırsa pekâlâ mezhep çatışmasının ya milliyetçi gerilimlerin bir aracı da olabilir.
Haseke’de, 22 Nisan 2015 akşamı, bir grup YPG’li, YPG’nin müttefiki Süryani milislerinin iki ileri gelenini evlerinden alır, yolda gözlerini bağlar ve saldırır, üzerlerindeki silah ve paralara el koyar. İki kişiden David Jendo olay yerinde ölür, diğeri ise ağır yaralı halde kurtulur. Elyas Nasser olayı kamuoyuna duyurur,[20] bir hafta sonra YPG bir açıklama[21] yaparak “Süryani soykırımının yıldönümünde böyle bir olayın yaşanmış olmasına tepkisini” belirtir, “bunun bölgedeki bütün dini ve etnik grupları hedef alan bir suç olduğunu ilan eder ve adalet sözü” verir. Devamında yapılan mahkemede iki sanık için 20’şer yıl, ikisine ise 3-4 yıl ceza istenir. Ancak mahkeme iki sanığa 2’şer yıl ceza verir, diğer iki sanık ise beraat eder.
Süryani Askeri Konseyi’nin tepkisi üzerine dava yeniden görülür ve ilk istenen cezalar verilir[22]. Cinayetin emrini kimlerin verdiğine dair ise mahkeme bir açıklamada bulunmaz.
Süryani Askeri Konseyi, YPG ile ilişkisini sürdürse de bu olay ciddi bir güvensizlik kaynağı olmuş durumda.
Şu anda Süryanilerin ilişkileri Suriye Arap Ordusu ve NDF ile daha iyi durumda.
2015’in ilk aylarında Haseke’de NDF ile YPG arasında lokal çatışmalar yaşandı sonrasında Suriye Ulusal Güvenlik Başkanı Ali Memluk Haseke’ye gelerek YPG ile görüştü, görüşme sonrasında Haseke NDF komutanı ve askeri genel komutanı görevden alındı.[23]
Emperyalist ülkelerin, bölgedeki devletlerin ve ulusal özlemlerin beraber ve ayrı ayrı oynadıkları roller düşünüldüğünde mezhep, millet temelindeki öz savunma güce ulaşıldığında kolaylıkla bir zaafa dönüşebilir.
Öz savunma pekâlâ mezhep çatışmasının ya milliyetçi gerilimlerin bir aracı da olabilir
Bu konuda en çarpıcı örnek kuşkusuz Ukrayna’nın doğusundaki Donbass bölgesindeki milisler. Faşizme karşı ve ekonomik haklar için verilen mücadele, bölgenin güçlü işçi sınıfı geleneklerinin de yardımıyla sosyalist bir hatta doğru evrilmeye başlamıştı. Ukrayna’nın geriletilmesi Rusya’yı rahatlatıyordu, halkın sosyalizme özleminden kaynaklı Sovyet dönemi sembolleri daha yoğun öne çıkıyordu, Moskova bir yere kadar buna da katlanabilirdi ancak sosyalist bir programa yeniden dönülmesini iki emperyalist kutup da kabul etmezdi.
Sosyalist halk milislerinin komutanı, şehir savaşında yeni bir çağı haber veren Aleksey Mozgovoy[24] oldukça profesyonel bir şekilde katledildi. Sosyalist bir programı henüz yeni ilan etmişti.[25]
Peşinden Temmuz ayında Rusya’nın Donetsk Halk Cumhuriyeti’ne müdahalesi geldi, pek çok isim ya görevden alındı, ya suikasta uğradı, ya da etkisizleştirildi. Peşinden Ukrayna ordusundan generallerin transfer haberleri gelmeye başladı.
İki emperyalist kamp doğrudan ya da dolaylı savaşırken bir tarafa yaslanarak, bir yere kadar yol almak mümkün, ancak bağımsız bir iradenin oluştuğu noktada iki tarafın da şimşeklerini üzerine çekmek kaçınılmaz.
O halde bu koşullarda öz savunma sadece sosyalist olmakla kalmamalı aynı zamanda da güçlü bir anti-emperyalizm içermelidir.
Gelin bu sonuçlar ışığında kendi geçmişimize bakalım:
MALATYA’DAN, ÇORUM’A GAZİ’YE “HALK” KENDİNİ NASIL SAVUNDU?
Sivas, Çorum, Maraş ve Malatya.
Nedense hep amacına ulaşmış katliamları hatırlıyoruz ve onları da sadece trajedi boyutuyla anıyoruz. Oysa her biri çok farklı bilgiler veriyor bize.
Nisan 1978’de Malatya’nın Adalet Partili belediye başkanı Hamit Fendoğlu’na bombalı bir paket yollanır, sonrasında Aleviler ve solcular hedef gösterilir ve Fendoğlu’nun aşiretinin de katılımıyla on binlerce insan, sol-Alevi mahalle Paşaköşkü‘nün girişine dayanır.
Dönemin tüm devrimci grupları bir araya gelerek ortak bir savunma kurarlar, barikatlar kurulur, mahallenin girişinde makineliler hilal biçiminde, görünecek bir şekilde dizilir, gelenlerden birkaçının ayağına ve havaya açılan birkaç el ateşten sonra, kitleyi hem sakin olmaya davet eden, hem de aba altından sopa gösteren etkili bir konuşma yapılır.[26]
Provokasyon boşa çıkar, kışkırtılmış halk dağılır. Bunun üzerine asker gelir, başlarındaki komutan o dönem yüzbaşı rütbesinde olan sonrasında JİTEM kurucusu olarak tanıdığımız Arif Doğan’dır.[27]
Faşistler hınçlarını şehirdeki dükkanlardan çıkarır. Birkaç öğrenci öldürülür.[28]
Büyük bir kitle katliamı hedeflenirken plan boşa çıkar.
Birkaç ay sonra Maraş’ta benzer bir katliam girişimi yaşandığında oradaki devrimciler bu basireti gösteremez, katliamı öngöremez, hazırlık yapmaz ve sonuç ağır olur. Maraş’ta güçlü bir sol varken, bunun önemli bir kısmı Türk Sünni kesimden iken tablo tersine döner, şehir Alevilerden, Kürtlerden ve soldan büyük oranda arındırılır.[29]
Bu kitle katliamlarının hedefi solu daraltmaktı, kitle bağlarını kesmekti ve bunda da bir ölçüde başarılı oldu. Başarının büyüklüğü devrimcilerin önderliğinde verilen savunmayla ters orantılıydı.
Çorum katliamı yine benzer bir şekilde başladığında devrimciler halkla birlikte mahallelerin girişine Malatya’daki gibi barikatları kurarlar ve makinelileri koyarlar, bugün Çorum’da bir Alevi varlığından bahsediliyorsa bunu o savunmaya borçlular.[30]
Kuşkusuz Çorum’da da pek çok insan öldürüldü ama bu Maraş’ta olduğu kadar olmadığı gibi aynı oranda bir göçe, bozguna da sebep olmadı. Öldürülenlerin çoğu güvenli mahalleler dışında tek başına faşistlerce yakalanan korunmasız insanlardı.
Sivas katliamı günler öncesinden yapılan hazırlıklarla başladı, şehre Hicret koşusu adı altında pek çok İslamcı militan getirildi. Yine de 2 Temmuz günü öğlen saatlerinde kitap stantlarının olduğu tarihi medrese içindeki arkadaşlarımıza saldırdıklarında sayıları birkaç yüz bile değildi.
Barikat kuruldu, çatışma çıktı ve püskürtüldüler. Sonrasında devrimciler, kitleye Sivas’ın demokrat-Alevi mahalleleri olan Kolej ve Alibaba’ya gidilmesi önerisinde bulundu. Bu öneriye katılanların bugün hepsi sağ.[31]
Erdal İnönü’nün vaatlerine inanıp otele gidenleri ise her sene anıyoruz. Medrese saldırısı öğlen yaşandı, otelin yakılması ise sekiz saat sonra. O saate kadar o güruh şehirde tur atıp sayısını artırdı.
Günler süren hazırlık, devletin göz yumduğunun her aşamada ve her düzeyde gerici-faşistlere hissettirilmesi ve yine de geçen kocaman sekiz saat.
Geçtiğimiz 22 senenin ve beş yıllık Suriye savaşının ardından benzer bir durumda yeterli sayıya ulaşmak için katillere kaç saat gerekeceğini her birimiz kendimize soralım.
Gazi Mahallesi’nde 1995 12 Mart’ında kahveler tarandı, bu defa bir galeyan tiyatrosu oynanmadı. Failler görünürde meçhuldü. O gece halk bir protesto yapıp evine dönseydi onlar için her şey farklı olurdu, dönmediler, failin peşine düştüler “hedef karakol” diyenlerle birlikte yürüdüler.[32] Günlerce barikatların ardında direndiler.
Gazi, bugün de “Bir mahalle nasıl korunur?” bunun örneklerini yaratmayı sürdürüyor.
Diğer yandan her yer, artık adlarını ezbere bildiğimiz o birkaç mahalle gibi değil, bir eylemden dönerken girdiğimiz ilk sokakta başımıza ne geleceğini bilmiyoruz. Ali İsmail’e en çok bu yüzden yandık.
Kitleler mecbur kalmadıkça eline silah almaz, bir tehdit hissetmeli ve o tehdide karşı kendini korumasız hissetmeli. Öyle ki hissettiği tehdit, eline silahı alınca alacağı riskten, ceza almaktan, hedef olmaktan daha büyük olmalı.
Norveç’te 2011 Temmuz’unda bir ırkçı faşist Sosyal Demokrat Parti yaz kampına saldırdı ve 77 kişiyi öldürdü.
Sosyal demokrat bir Norveçli, Norveç hükümetinin ırkçılara karşı tavrını göstermelik bulabilir[33], nitekim katliamdan kurtulan biri böyle düşünüyor ancak yine de Norveçli ortalama bir sosyal demokratın kendisini savunmak için silaha sarılmayı düşünmesi için çokça saldırı yaşaması lazım. Norveç yasalarının ve hükümetinin kendisini değil de saldırganları koruduğunu tekrar tekrar tecrübe etmesi lazım.
Son sözü Lenin’e bırakalım:
“Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah sahibi olmaya çalışmayan ezilen bir sınıf, köle muamelesi görmeye layıktır.”
Not:
10 yıldır Karaburun’da yapılan kongre bu sene ele aldığı soykırım, katliam ve savaşlar konusundan dolayı Karaburun’da yapılamadı. İlçe belediye yönetimi gelenekselleşen desteğini çekti ve hasmane bir tutum takındı!
Kaynaklar:
[11] http://gezite.org/ndfli-kadin-savascilar/, erişim tarihi 15.08.2015
[12] https://twitter.com/hasansvri/status/616711298806460417, erişim tarihi 15.08.2015
[13] http://haber.sol.org.tr/dunya/esad-erdogan-musluman-kardeslerdir-kobaniden-sonra-ypg-ile-iliskiler-degisti-109467, erişim tarihi 15.08.2015
[14] http://siyasol.org/ortadogu-islamcilik-ve-demokrasi/, erişim tarihi 15.08.2015
[15] http://www.evrensel.net/haber/255226/donbassta-yasananlarin-sinifsal-karakteri-2, erişim tarihi 16.08.2015
[16] http://siyasol.org/abd-ve-israile-karsi-silahlanmis-halkin-cagi/, erişim tarihi 16.08.2015
[17] http://gezite.org/yeni-cagin-savaslari/, erişim tarihi 16.08.2015
[18] http://www.bbc.co.uk/history/historic_figures/wallace_william.shtml, erişim tarihi 16.08.2015
[19] https://www.awesomestories.com/asset/view/300-Thermopylae-and-Rise-of-an-Empire, erişim tarihi 16.08.2015
[20] http://auginhaninke.blogg.se/2015/may/kurdish-betrayal-of-assyrians-continues.html, erişim tarihi 16.08.2015
[21] http://www.aina.org/news/20150429204716.htm, erişim tarihi 16.08.2015
[22] https://twitter.com/SyriacMFS/status/624928282304229376, erişim tarihi 16.08.2015
[23] https://twitter.com/hasansvri/status/591942956053041152, erişim tarihi 16.08.2015
[24] http://www.liveleak.com/view?i=424_1432729907, erişim tarihi 16.08.2015
[25] http://haber.sol.org.tr/video/prizrak-hayalet-tugayi-komutani-aleksey-mozgovoyun-manifestosu-109291, erişim tarihi 16.08.2015
[26] Kişisel görüşme
[27] https://tr.wikipedia.org/wiki/Hamit_Fendo%C4%9Flu, erişim tarihi 16.08.2015
[28] Kaynaklarda sayı 3 ila 8 arasında değişiyor.
[29] http://siyasol.org/maras-katliami-ve-iki-alinin-bize-biraktigi/, erişim tarihi 16.08.2015
[30] Yaz Mevsiminde Katliam ve Direniş/1980 Çorum/Gazi Eke, s. 137.
[31] http://peoplesfront.info/index.php/oezguen-yazlar/tuerkce/53-2-temmuz-1993-sivas-katliam-ve-tuerkiye.html, erişim tarihi 16.08.2015
[32] http://www.ozgurluk.info/sehitlerimiz/sehitler-html/Ali%20Haydar%20Cakmak-anlatim.htm, erişim tarihi 16.08.2015
[33] http://www.dw.com/tr/norve%C3%A7-katliam%C4%B1n%C4%B1n-ard%C4%B1ndan/a-17800177, erişim tarihi 16.08.2015
BİR KEDİNİN RÜYASI
İnsan hayatının amaçlı olması gerektiği düşüncesini aydınlanmaya borçluyuz. İlerleme fikri, o güne dek sezilen ama tam anlamıyla bilince çıkmayan bir tarihselliğin adını koyuyor ve insana bu tarihsellik içinde kendisini tekrar ve tekrar aşma görevi biçiyordu.
Modernleşmenin kilit taşını oluşturan bu düşünce insanı hayvan kadar çaresiz gören kaderciliği çöpe atmıştı. Böylelikle öncüleri maceracılar ve hayalperestler, sahipleri ise tüccar, sanayici ve bankerler olan görkemli ve dehşetli bir çağ açıldı. Bir yanda keşifler yapıldı, ütopyalar kurgulandı, senfoniler bestelendi ve romanlar yazıldı; diğer yanda ise sömürge imparatorlukları kuruldu, sanayi devrimleri yapıldı ve devasa zenginlikler istiflendi. Sermaye biriktirme özgürlüğü onu sınırlandıran tüm eski esaretleri yok etti ve insanı pek çok açıdan özgürleştirdi.
Ne var ki toplumsal hayatın zorunluluğu, her özgürlüğün başka özgürlükler tarafından sınırlanması ve büyüyen her özgürlüğün başka özgürlükleri küçültmesidir. Bu yüzden sınırsız özgürlük barbarca bir arzudur çünkü başkalarının üzerinde sınırsız bir tahakküm kurmayı gerektirir. Marx’ın çok isabetli biçimde tespit ettiği üzere; sermayeye dayalı özel mülkiyet varlığını sürdürmek için durmaksızın birikmek, önüne çıkan maddi ya da felsefi her sınırı aşmak zorundaydı. Bunun doğal sonucu tarihteki tüm barbarlıkları gölgede bırakacak bir modern barbarlaşma oldu. Sermaye büyüdükçe bütün özgürlükleri yok etmeye başladı. Kısa sürede bireyden dahi bağımsızlaşıp anonimleşti, gözü dönmüş bir azınlığın insanlığın harisçe tekeline aldığı, banka ve borsalara yığılmış bir zenginliğe, bir ejderha hazinesine dönüştü.
Doğayı fethetmiş insanlık yalnızca kendisiyle mücadele eder oldu. Kriz, sefalet ve savaşlar afetlerin yerini aldı. Ve sonunda, 1917 sonbaharında Rusya’da işçi ve köylüler bu gözü dönmüşlüğe yeni maceracı ve hayalperestlerin öncülüğünde dur dedi.
Sermayenin ilk elden yanıtı takındığı bütün uygarlık maskelerini düşürecek nitelikteydi: Nazi faşizmi, o işe yaramayınca da atom bombası ile kitle katliamı tehdidi. Yeni insanlık bunları püskürttüğünde ise en az bunlar kadar korkunç bir adım attılar: İlerlemeden tamamen vazgeçtiler. “Hayatın bireyi aşan bir amacı yoktur, bireyin hayatı ise mutluluğu kovalamaktan ibarettir” dediler ve milyarlarca insanı bu alçalmaya ikna ettiler. Bu bir alçalmaydı, çünkü dayatılan mutluluk formülü maddi tasalardan uzak bir aile yaşantısından ibaretti ve böylelikle insan bir kez daha beklentilerini, biçimi ne kadar sofistike olursa olsun, özünde hayvanınkilerle eşitliyordu.
Hepimiz bu hedefle büyüdük ve hayallerimizden ya vazgeçtik, ya da onları hobi olarak kovalamayı kabullendik. İkna edildiğimiz tasasız ve konforlu yaşam paketi borçlanma sopasının ucundaki tüketim havucu oldu. Koskoca emekçi insanlık olarak hep beraber eşekleştik. Kimimize altın semer vurulsa da hepimiz için sonuç aynıydı. Ya yük taşıdık, ya dolap çevirdik, ya da insanlığın kaderini eline geçirmiş azınlığa binek olduk. Şimdi bütün hayallerimizi ve ütopyalarımızı yitirmiş, en gerçekçi halimizle, gerçeğin çölünde imkânsız bir mutluluğu kovalıyoruz. Bireyi aşan amaçların yeri bireysel, sıradan yaşam kurgularıyla doldurulamadı ve geriye Sartre’a Bulantı’yı yazdıran koca boşluk, uygarlığın sonundaki kara delik kaldı.
Açık ki, bu karanlıktan kurtulmak için elimizi kolumuzu bağlayan statik gerçekçiliğimizi, çok özel sandığımız sıradanlığımızı bırakıp; bir kez daha içimizdeki maceracı ruhu uyandırmamız gerekiyor. “Hayatın amacı bitmektir” diyen Ajan Smith’in karşısında ağzındaki kanı tükürüp düştüğü yerden doğrulan Neo’yu izlerken, sahne güzel olduğu için değil yapmamız gerekenin bu olduğunu hissettiğimizden gözlerimiz doluyor. Nasılını şimdilik boş verelim. Büyük kurtuluşlar karmaşık kurgulardan önce basit ve büyük fikirlere dayanır, bu fikirler ise on bin yıldır değişmedi: Eşitlik ve Özgürlük.
Birkaç yıl önce, dinci gericiliğe karşı örgütlenmek gerektiğini tartışırken, cumhuriyet mitingleri başarısızlığa uğrayınca ülkeden ümidi kesip ABD’ye göç etmiş bir bilim insanı bana “ateistler kedi gibidir, örgütlemek imkânsızdır” demişti. Bizi bozguna uğratan bu yaygın ve yanlış fikrin yanıtını izninizle bir öyküyü özetleyerek vermek isterim:
“Halinden mutlu bir ev kedisi kızışma döneminde evden kaçar ve hamile kalır. Buna kızan sahibi yavrularını doğdukları gibi boğar. O gece, evlatlarını kaybetmiş kedi uykusunda rüyalar tanrısını görür ve ona neden böyle olduğunu sorar. Tanrı ona geçmişte dünyaya kedilerin hükmettiğini, ama rüyalarını ortaklaştıran insanların dünyayı kendi hayallerine göre şekillendirip egemenliği kedilerden çaldığını anlatır. Ve eğer yalnızca bin tane kedi dahi rüyalarını ortaklaştırabilirse, dünya tekrar onların olacaktır. Evlatlarını kaybetmiş kedi uyandığı gibi evden kaçar ve kendisiyle aynı rüyayı paylaşmaya ikna olacak bin türdeşini aramak için yollara düşer.”
(Neil Gaiman, “Bin Kedinin Rüyası”, çev. Ece Esmer, Sandman 3 – Düş Ülkesi içinde, Laika Yayıncılık, İstanbul, 2011.)
Büyük kurtuluşlar ne istediğini bilmeden meydanları dolduran milyonların değil, ne istediğini bilen ve o milyonlara yön veren binlerin eseridir. Hemen hepimiz kedi gibi bireysel, pek çoğumuz sahiplerinin evinin güvencesinde mutlu olabilir; ama bu dünya ve ülkenin dayanılamayacak kadar berbat hale geldiğinde hemfikir olanlarımız gemileri yakabilir, rüyalarını ortaklaştırabilir ve insanlığın umutsuzca beklediği kurtarıcılara dönüşebilir.
Belki bin değil ama on binimiz yeter. Artar bile.
Nevzat Evrim Önal
27 Ağustos 2015
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/bin-kedinin-ruyasi-127630
*
FOTOĞRAFLARA SIĞMAK ya da SIĞMAMAK
Hayat fotoğraf karelerine sığar mı?
Tanesi on liradan kapış kapış selfi çubuğu alanlarımız öyle düşünüyor. Gerçek hayatımızın istenmeyen kısımlarını montajda kestiğimizde geriye başrolünü oynadığımız kurgulanmış hayat kalıyor ve bu günden güne, bir yapboz gibi parça parça Facebook duvarlarına, Instagram profillerine asılıp görücüye çıkıyor. Göstermek için yaşıyoruz.
Peki, neden?
Çünkü berbat bir dünyada insanca bir hayat yaşamaya çalışmanın çelişkisi altındayız. Dünyanın kötülüklerini umursamamamız ve hayattaki (tipik olarak para karşılığı satın alınan) bireysel güzelliklere odaklanmamız, bunları kovalamamız öğütleniyor ama güzel olması beklenen her deneyimin ardından ağzımızda kekremsi bir tat kalıyor. İnsanız; arzularımız kadar vicdanımız da var ve ruhunu özel mülkiyete satmış bir avuç cibilliyetsiz dışında hepimiz hayatımızda güzel ne varsa bunu insanlığın geri kalanıyla ortaklaştıramamanın sancısını çekiyor. Kendimizle barışık biçimde güzelliklerin tadını çıkartamıyoruz; yaşadığımız her güzel deneyimin akranlarımızca alkışlanmasına, tasdik ve takdir edilmesine muhtacız. Soran olsa bağımsız ve özgür bireyler olduğumuzu söyleriz ama bir kumsalda ayaklarımızı uzattığımızda dahi millet beğene basmasa güzel bir tatil yapıyor olduğumuzdan şüphe edecek kadar özgüvensiziz. Bu yüzden gittiğimiz her konserde en az yarımız elinde cep telefonu video klip çekmeye çalışıyor. Kendimizi müziğe ve onun ilham vereceği duygulara bıraksak belki sıradışı, kişisel bir deneyim yaşayacağız; ama bu sefer de Youtube’da paylaşamayacağız, tasdik ettiremeyeceğiz ve gerçekliğinden de, güzelliğinden de emin olamayacağız.
Hayatımızın asıl toplumsal kısmı olan emeğimizi el birliğiyle ve bütün insanlığın iyiliği için sarf edemedikçe; kişisel ve özel, hatta mahrem olması gerekenleri ortaklaştırmaya çalışıyoruz. Bu beraberinde başka bir çelişki getiriyor: Hayatımızın işten arta kalan, bize ait saatlerine sığdırmaya çalıştığımız kişisel deneyimlerimizin hem biricik ve sıra dışı, hem de ortaklaştırılabilir olmasına ihtiyaç duyuyoruz.
Bakın Sartre bu çelişkiye dair ne diyor:
“En bayağı olayın serüven haline gelmesi için onu anlatmaya başlamak gerekir (ve yeterlidir). İnsanları aldatan budur: Bir insan daima bir öykü anlatıcısıdır, kendisinin ve başkalarının öyküleriyle kuşatılmış olarak yaşar, başına gelen her şeyi onların içinden görür ve hayatını bir öykü anlatıyormuşçasına yaşamaya çalışır.
Ama bir tercih yapmak zorundasınız: Ya yaşayacak, ya anlatacaksınız.”
(Jean-Paul Sartre, Bulantı, 5. Baskı, çev. [kimi düzeltmelerle] Samih Tiryakioğlu, İstanbul: Varlık, 1994, s.47.)
Bu uyarıya kulak vermekte fayda var; zira bugün içinde nefes alıp verdiğimiz toplumsal düzenin bize dayattığı hayatta hem sıra dışı, hem dar arkadaş çevremizi aşacak bir biçimde insanlarla ortaklaştırabileceğimiz, hem de insanlığın ortak çıkarlarına katkı koyacağından emin olabileceğimiz tek edim bu düzeni yıkmak için örgütlü biçimde mücadele etmek. İnsanlığın eşitsiz de olsa ilerlediği, geliştiği bir döneme doğsaydık böyle olmayabilir, aklımız ve emeğimiz düzen içinde anlam bulabilirdi ama tarihin en şanssız kuşaklarından biriyiz ve ömrümüz özel mülkiyete dayalı uygarlığımızın sonuna denk geldi. Bu karanlık barbarlaşma çağında, hayatın hızla tükenen güzelliklerinden payımıza düşeni vicdanımız rahat biçimde alabilmek için dahi insanlığın bu karanlıktan kurtulması için emek veriyor olmalıyız.
Ne var ki bu, hayatımızı bizzat anlatacağımız bir öykü gibi kurgulayarak olamaz; çünkü kahramanı ile anlatıcısının aynı olacağı bir kurgu tanım gereği kişisel güvenlik arayışını başa yazar. Ama madem kahramanlara ihtiyaç duyulan bir çağda doğduk, gelin gerçekten sıra dışı hayatlar yaşayalım ve yaptıklarımızın öyküsünü anlatmayı tarihçilere bırakalım. 2013 Haziranı’nın olağanüstü günlerinde hayatımız ve onurumuz için mücadele ederken hangimizin aklına arkamıza polisi alıp selfi çekmek geliyordu? Yaptıklarımızın insanlığın tümü için iyi ve doğru olduğundan o kadar emindik ki, tasdik ettirmeye ihtiyaç duymuyorduk.
Bunun tersi de doğru. İnsanlığın tarihsel ihtiyaçları aydınlanmış bireyin sorumluluğudur. Bir yanda temiz ve vicdanlı kalmaya çalışıp diğer yanda bu barbar karanlıkla mücadele etmezsek; gün gelir binlerce fotoğrafa sığdıramadığımız hayatımıza tek bir fotoğrafa sığmış mini minnacık bir hayat çarpıverir. Bu hayat gözden ve gönülden uzak Afrika’da bir akbabanın insafına kalmış da olabilir, bizzat ayaklarımızı uzatıp güneşlendiğimiz bir sahilde karaya vurmuş da.
Ölü çocukların faili tek bir kişi değil milyonlardır. O milyonlardan biri olmadığımızdan emin olamamak korkunç bir şeydir. İnsan, hayatına yüklediği anlamların ya da vicdanının bir kısmını yitirmek arasında bir tercih yapmak zorunda kalır ve sosyal medyadan ne kadar duyar kassa para etmez.
Bu alçak düzeni yıkmak için mücadele etmek çocuk katilleriyle karşı saflarda olmanın tek garantisidir. Sadece bu garanti için dahi her tehlike göze alınır.
Nevzat Evrim Önal
27 Ağustos 2015
http://haber.sol.org.tr/yazarlar/nevzat-evrim-onal/fotograflara-sigmak-ya-da-sigmamak-128445
Arkadaşım, Sutoplatov’u yayına hazırlayan olmam, onun tutarsızlıklarına kefil olmam anlamına gelmiyor. Her tanıklıkta olduğu gibi bir sürü sübjektif yan, çarpıtma ve tutarsızlık olacaktır elbette. Devrimci tutum, bu anlatılanlar içinde gerçekle çarpıtmayı ayırt etmeye çalışmaktır. Sutoplatov elbette birçok bakımdan tutarsız. Kendi sübjektif durumuna bağlı olarak bazı bilgileri verirken bazılarını da çarpıttığı kesin. Stalin değerlendirmeleri de çelişkili tabii ki. Ama kuşbakışı baktığın zaman, Stalin’in istihbarat aygıtının nasıl bir cinayet şebekesi olduğunu görmek de mümkün. Nazilerin Gestopo’su bile çocuk kalır NKVD’nin yanında. Katin ormanı ile ile ilgili bilgilerin ya da görüşlerin yanlış. infaz edilenlerin alman tabancalarıyla öldürülmüş olması da nkvd’nin cinayetlerini örtbas etme planının bir parçası. Artık Katin’in NKVD’nin işi olduğu bütün dünya tarafından kabul edilmiş bulunuyor. Troçki cinayetini kimin işlediği ne kadar açıksa katin katliamının sorumlusu da o kadar ortadadır. Bu arada, kitaptaki Türkçe hatalarının bana ait olmadığını da belirteyim. Benim yaptığım kimi Türkçe düzeltmeler, daha sonradan çevirmen tarafından yeniden “düzeltilmiş”.
Sözde Katyn katliamı (!)
Goebbels’in olayı anti-Sovyet propaganda malzemesi olarak kullanmasını Katyn katliamını inkar etmek için yeterli gören beynin çalışma şekli Ermeni Soykırımı muhtelif odaklar tarafından Türkiye aleyhine propaganda malzemesi olarak kullanılıyor diye Ermeni Soykırımı’nı inkar edeninki ile bire bir aynıdır.
Müthiş bir benzetme. Gerçekten de öyle.
Bu haber.sol.org.tr sitesi Stalin ve daha birçok konuda dinci, yobaz ve derin devlet savunucularına benzer bir yaklaşım sergiliyor.
Bunlara kalsa Stalin hatasız, olağanüstü bir lider. Marksizm de yine hatasız bir ideoloji. Bunlara kalsa Karl Marks, Lenin ve Stalin peygamber düzeyinde hatasız olağanüstü çok büyük kişiler.
Sitelerinde Stalin’i eleştiren yazı pek görmedim. Tamam eleştirmek zorunda değiller ama Stalin’i kutsayan dogmatik bir yaklaşımları var. Böylece genelde Stalin’i böyle yücelten, hemen her konuda onu haklı çıkartan yazılar görmek mümkün. Bu durumda ne kanıt getirirseniz getirin Stalin bir tarafa kanıtlar bir tarafa diyeceklerdir. Zaten otomatik olarak her durumda Stalin’i haklı gören bir yaklaşımları var. Yani aslında Stalin onlara göre mutlak doğruları belirliyor. Bu takdirde, Stalin mutlak doğru gibi kabul edilince, onun yanlışları da mutlak doğru gibi kabul edilince bununla uyuşmayan gerçekleri de zorla veya çarpıtarak anlatmaktan başka çareleri yok. Yaptıkları veya yapmaya çalıştıkları da bu.
Stalin, Marks ve Lenin’e bu kadar taraflı ve dogmatik, kutsal kitap gözüyle bakan bir anlayışın son derece kesin ve sarsılmaz çok büyük kanıtlar bile olsa bile onları kabul edeceğini sanmıyorum. Üstelik böylesi bir durumda her türlü kanıtı ısrarla çarpıtarak yorumlayacaklardır. Bu yüzden haber haber.sol.org.tr sitesinin yaklaşımları temelde yobazca olduğu için çok ciddiye alınmamalıdır.
78. nolu yazı için edit: “Bu takdirde, Stalin mutlak doğru gibi kabul edilince, onun yanlışları da mutlak doğru gibi kabul edilince bununla uyuşmayan gerçekleri de çarpıtarak anlatmaktan başka çareleri yok.” şeklinde olacak.
78. yorumun devamı:
Stalinist tarihçi olayları Stalin açısından bakmaya ve yorumlamaya çalışan bir tarihçidir. Bu yüzden çoğunlukla olaylara tek boyutlu ve dar açıdan bakar, en önemlisi önemli gerçekleri görmezden gelir.Çünkü bu bakış açısı Stalin dışında onunla çatışan gerçekleri doğru olarak kabul etmez, onları, yani bu Stalin dışında onu yalanlayan önemli gerçekleri alabildiğince aşağılayarak Stalin’i Tanrı mertebesine yükseltir ve dogma haline getirir. Bu yüzden aslında bu tarihçi için gerçekler önemli değildir, Stalin’in haklı çıkması ve onun bakış açısının doğrulanması önemlidir.
Peki olaylara Stalin açısıyla bakmak ne demektir? Stalin SSCB totaliter devletinin tepesinde en yetkili bir diktatördü. Böylelikle Stalin görüşlerini egemen sınıfın diğer değişle egemen bürokrasinin de yardımıyla kitlelere zorla ve başka yollarla benimsetiyordu. Bu bakımdan Stalinist tarihçi SSCB’deki olaylara egemen sınıf açısından bakan kişidir aynı zamanda. Tabii bu konuda Stalinist tarihçi haklı çıkmak için SSCB devletine ve orada yazanlara başvurarak kendi haklı çıkarmaya çalışacaktır. SSCB otoriter, merkeziyetçi, totaliter ve Stalin’in güdümünde bir devlet olduğu için bu tarihçi kendini haklı çıkaracak bir sürü asılsız kanıta ulaşmakta zorluk çekmeyecektir.
Bu tıpkı İslam dininin doğru olduğuna inanan birinin kanıt olarak Kur’an göstermesi gibi bir şey. “Bak burada böyle yazıyormuş” diye kendi yazdıkları hayali olayları gerçekmiş gibi anlatmakta zorlanmayacaklardır. Bunlara mutlak biçimde inandıkları için bunlara karşı çıkan her kanıt otomatik olarak onlar için yanlış demektir.
80. yorumun devamı:
Stalin’in eleştirisini hainlik olarak gören ya da Stalin eleştirisini her koşulda burjuvaya destek olarak göstermeye çalışan bir zihniyet var. (haber.sol.org.tr de bunlardan biri. ) Böyle yapmakla yani Stalin’i mutlak doğru ve onu Tanrı yerine koymakla aslında dogmatik olduklarını bu açıdan da gerici bir ideolojiyi desteklediklerini ilan etmiş oluyorlar. (İdeoloji gerici olmasa bile böyle yapmakla zaten gerici ve yobaz bir ideoloji haline gelmiş oluyor.)
Aslında burada tuhaf olan şey şu: eleştiriye bu derece kapalı olmak, kişileri putlaştırıp onları Tanrı haline getirmek Marksizmle de çelişiyor gibi görünüyor. Fakat bu çelişkili hal Marksizm’in kendisinde zaten vardı. Bakunin defalarca bu konuda Marks’ı uyarmasına rağmen Marks bu doğru tespitlere karşı sadece sonuna kadar kulaklarını tıkadı. Böylece Marksizm, Bakunin’in de aslında uyardığı bu gericilik ve yobazlık batağına en baştan dibine kadar battı.
Bu durumda gelinen nokta şöyle olacaktır: yöneticiler ve egemen sınıf Marksizm de kutsanacaktır. Devletin yöneticilerine Tanrı gibi davranılacak, onların hatasız olduğu düşünülecektir. Bu devlette vatandaşın birinci görevi de bu yöneticilere yalakalık yapmak ve onlara sürekli övgüler düzmek şeklinde olacaktır. Zaten Kuzey Kore, Çin ve SSCB deki uygulamalar da bu şekildedir.
Özlem Barın kim Gün? Hangi yazıyı Aktroller yapıştırmış?
81 nolu Anonim yazıyor:
Gün, sanırım yanlışlık oldu: 78,79, 80 ve 81. numaralı yazıları yazan kişi olarak söylüyorum aktrol, AKP’li değilim, bu partiye en ufak sempatim bile yok. Neyse sanırım bir yanlışlık oldu, o mesajı sanırım başka biri için yazdınız. Ve bunu düzelteceğinizi umuyorum.
kusura bakma. yanlış yere koymuşum cevabımı. birazdan sileceğim.
yanlış yere yapıştırmışım cevabımı. Özgürlük barikatı yazısında aktroller var da. onlara cevap vermiştim.
stalinizm eleştirisi gün zileli’nin, marksist- leninist olduğu dönemleri de kapsıyor mu? yoksa anarşist gün zileli’nin öz eleştirisi midir bu?
bir siteniz var, insanlar yorum yapıyor. siz önce okuyup-değerlendirip sonra paylaşıyorsunuz. bence stalinizm kadar olmasa da, kaliteli sayılacak bir bürokrasi bilinciniz var.
peki gün zileli anarşist olmayı da beceremeyince ne olacak?
Evet, ML olduğum dönemi de kapsıyor. 1980’den, hatta 1977’den itibaren Stalinizmi eleştiririm. 1992’de anarşist oluşum bu eleştirelliğin doğal sonucudur.
Arkadaşlar hatırlar, bu site başlangıçta tamamen moderatörsüzdü. İnsanların önbilincine ve iyi niyetine güvenmiştik. Fakat istismar edildi. Bir sürü aktrol, fettrol, akpolis, akmasa üşüştü buraya. ayrıca soldan olduğunu iddia edenlerin küfürlerinden ve hakaretlerinden geçilmez oldu. Bunun üzerine moderatörlüğgü koymak zorunda kaldık. Fakaet şundan emin olabilirsiniz: Eleştirel hiçbir yorum konmamazlık edilmemektedir. Sadece durumu istismar eden aşırı uzun yorumlar, hakaret, tehdit ve küfür ifade edenler engellenmektedir.
http://sendika8.org/2015/12/cavusesku-romantizm-ve-gercekler-anil-aba/
Yukarıda biri Turgut Balya’dan bahsetmişti, Pol Pot’çu oluşundan bahsediyordu. Aydınlık’ta Pol Pot’u destekliyordu. Gün Zileli hatırlar Mehmet Ataberk ve Nuri Çolakoğlu’nun “Savaşan Kamboçya” isimli kitabını (aslında elinde olan biri kitabı tarayıp pdf olarak paylaşsa çok iyi olur). Gerçi o kadar geriye gitmeye gerek yok; Öncü Gençlik dergisi Mayıs 1998’de tarihli sayısında Pol Pot’la ilgili bir yazı var. Pol Pot’u övüyorlar, emperyalistler (Amerika) ve sosyal-emperyalistlerin (Rus Sosyal Emperyalistleri) uşağı Vietnam’ın ortak kumpası diye yazıp çiziyorlardı. Gerçekten çok ilginç. Herhalde şu son yıllarda internet oldukça yaygın olduğu için ve herhangi bir arama motoruna (diyeyim de reklam olmasın) “Pol Pot” yada “Khmer Rouge” gibi şeyler yazınca Demokratik Kampuçya anayasası bile çıktığı için bu çok değerli önderlerini anmayı bıraktılar.
Sıkıntı yok, Lenin ile Mao’nun arasına Mustafa Kemal’i koyup adeta M. Kemal’i Marksist ustalardan biri gösterenlerin yapamayacağı şey yoktur. Sayın Zileli bunun en büyük şahididir.