Sovyetler Birliği, Çin, Kamboçya…
California Üniversitesi’nden bir akademisyen olan Michael Mann’ın Demokrasinin Karanlık yüzü -Etnik Temizliği Açıklamak- (Çev: Bülent O. Doğan, İthaki 2012) adlı 656 sayfalık kapsamlı kitabı, 20. Yüzyıldaki etnik temizlikleri inceliyor. Bu kapsamda şu ülkeler ve olaylar incelenmiş: Türkiye’deki Ermeni soykırımı; Nazilerin Yahudi soykırımı; “Komünist Temizlik” başlığı altında Sovyetler Birliği, Çin ve Kamboçya; daha yakın tarihlerde Yugoslavya ve Ruanda.
Michael Mann’ın konusu etnik temizlik olduğundan, “Komünist Temizlik” başlığı altında incelediği örnekler, konunun geneline pek uymamış. Zaten yazar da bunun farkında olduğu için, bu üç ülkede meydana gelen büyük kırımların soykırım tanımına girmeyeceğini belirtmektedir. Kamboçya bir ölçüde “soykırım”a yaklaşmış gibi görünmektedir ama orada bile soykırım tanımına tam uymayan durumlar olduğunu yazar da belirtmektedir.
Bu yazıda kitabın bütünü üzerinde durmayacağım. Sadece “Komünist Temizlik” ana başlığı altında ele alınan Sovyetler Birliği, Çin ve Kamboçya’yı ele alacak ve bu üç ülkedeki kitlesel kırımların, daha doğrusu bu üç ülke rejiminin benzemezliklerine dikkat çekmeye çalışacağım.
Michael Mann’ın, batılı bir akademisyen olarak, genelde akademisyenlerin çoğunun düştüğü bir hataya düştüğü kanısındayım. Bu üç rejimin “komünist” ana başlığı altına sıkıştırılması, aralarındaki önemli farklılıkları görmeyi engellemiş.
Lafı uzatmadan baştan söyleyecek olursam, Sovyetler Birliği, Çin ve Kamboçya, sadece sanayileşme ve batıya yetişme hedefleri ve tek parti rejimleri olmaları açısından ortak bir potaya konabilir. Bu temel benzerliklerin ötesinde her üç rejim de birbirinden hem sınıfsal, hem de yönelim açısından son derece farklıdır ve dahası, her üç rejim de, adlarının “komünist” olmasının ötesinde, ortaklaşmacılık anlamındaki komünizme son derece uzaktır. Bu uzaklıkları da bir diğer benzerlikleri olarak ele alınabilir tabii ki.
Sovyetler Birliği’nin, özellikle Stalin’de billurlaşan rejimi, sanayileşmeyi köle emeği ile gerçekleştirmeye çalışan toplumsal eşitlik düşmanı devletçi-kalkınmacı elitin diktatörlüğüdür.
Çin’in, özellikle Mao zedung’da billurlaşan rejimi, sanayileşmeyi kitle seferberliği ile gerçekleştirmeye çalışan eşitlikçi elitin diktatörlüğüdür.
Kamboçya’nın, özellikle Pol Pot’ta billurlaşan rejimi ise, sanayileşmeyi, şehirleri, entelektüel ve gelişmiş unsurları ortadan kaldırarak gerçekleştirmeye çalışan, aşırı köylü eşitlikçisi, dogmatik elitin diktatörlüğüdür.
Görüleceği gibi, olaya daha yakından bakıldığında, bu üç rejim, yönelimleriyle birbirinden son derece farklıdır. Hele Sovyetler Birliği ile Kamboçya arasında benzerlik bulmak, bu iki rejimi “komünist” gibi genel bir başlık altında toplamak imkânsızdır.
Stalin, işe başlarken, öncelikle, Ekim Devriminin eşitlikçi ideallerine saldırmış ve uzmanlara aşırı ayrıcalıklar tanımayı esas almıştır. Bu bir. İkincisi, Stalin’in en önemli özelliği, köylü düşmanlığıdır. Zaten zorla sanayileşmeyi, köylülüğün tasfiyesine dayandırmış ve köylülüğü bir köle-sınıf haline getirmiştir. Buna daha sonra, “halk düşmanı” adını taktığı, bütün toplumsal katmanları da eklemiştir elbette. Stalin’in kırdığı, birinci olarak köylülük; ikinci olarak, Rus olmayan tabi milliyetler ve halklar; üçüncü olarak, toplumsal planda direnme potansiyeli olan ya da olduğu farz edilen bütün Rusya halkıdır.
Mao’da ise, Stalin’in yaptığına benzer bir köylü kırımı söz konusu değildir. Hatta, Rusya’da olduğu gibi, köylünün mahsulüne doğrudan el koymak da söz konusu değildir. Michael Mann’ın belirttiği gibi, Mao, “Kırsaldaki radikallerin istifçiliği durdurmak için polis ve askeri güç kullanma talebini reddetti. Bunu yaparlarsa Stalinist felakete gideceklerini düşünüyordu – köylüler ellerinden geldikçe istifçilik yapmakta haklıdır, diyordu Mao.” (s. 390)
Mao, Stalin’in tepeden inmeciliğinin tersine, aşağıdancıydı. Sanayileşme için, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylü kitlelerinin aşağıdan seferberliğini savunuyordu. Zaten, Çin’de kitlesel ölümler, Stalin’in bütün ülkeyi büyük bir toplama kampına çevirdiği Rusya’dan farklı olarak, bu kitle seferberliği nosyonu nedeniyle meydana gelmiştir. Mao, tüm toplumu, istendiği gibi seferber edilebilecek kara bir kitle olarak görüyordu. Stalin’in tersine Mao, uzmanlara ayrıcalık vermeyi reddetti, bu “kara kitlenin” gücüne güvenmeyi tercih etti. Ne var ki, Mao’nun hatası da bu noktada ortaya çıktı. Çünkü toplum kara bir kitle değildi ve tepeden zorlanarak üretime koşulması imkânsızdı. “Büyük ileri atılım”, eşitliği bozmadan aşağıdan geliştirilmek istenen bir kampanyaydı ama ortaya konan fazlasıyla hayalci hedefler büyük bir başarısızlığa ve dolayısıyla açlığa yol açtı. Çin’deki ölümlerin büyük çoğunluğu, bu başarısızlığın yol açtığı kıtlık ve açlığın ürünüdür. Gerçi, 1930’ların başında görüldüğü gibi, Rusya’da da zorla kolektifleştirmenin sonucunda, özellikle Ukrayna’da korkunç bir açlık ortaya çıkmış ve insanlar açlıktan kitleler halinde ölmüşlerdir. Ne var ki, Rusya’daki kitlesel ölümlerin büyük çoğunluğu, açlıktan değil, doğrudan Stalin’in yönetimindeki GPU’nun infazlarından ve gulag kamplarından kaynaklanmıştır. Bu, Sovyetler Birliği ile Çin (orada da gulaglar vardı ama Sovyetler Birliği ile kıyaslanamaz) arasındaki önemli bir farklılığı oluşturur.
Kamboçya ise, özellikle Sovyetler Birliği’nden tamamen farklıdır. Hatta diyebiliriz ki, Kamboçya, Sovyetler Birliği’nin anti-tezidir. Stalin, aşırı eşitlik düşmanıydı. Pol Pot, aşırı eşitlikçiydi, öyle ki, entelektüelleri sembolize eden gözlüğü bile bu eşitliği bozan bir sembol olarak görüyordu. Stalin, eşitlikçi Ekim Devrimi ideallerini yok etmek için on binlerce parti üyesini öldürttü ve kamplara yolladı. Pol Pot ise, eşitliği sağlamak için, bizatihi varlıklarını eşitliğe aykırı gördüğü, Kmer halkı dışındaki daha gelişmiş halkları ve entelektüelleri ölüme gönderdi. Stalin, eşitlikçi Rus geleneklerinin sürdürücüsü köylülerin düşmanıydı. Pol Pot, köylü eşitlikçiliğinin karşısında bir engel olarak gördüğü şehirlilerin düşmanıydı. Stalin, uzmanların ayrıcalıklarından yanaydı, korkunç sanayileşme hamlesinde tökezleyen uzmanları yok etmesine rağmen sonuna kadar da öyle kaldı. Pol Pot ise uzmanlığın amansız düşmanıydı, sanayileşmeyi baltalaması pahasına uzmanları fiilen temizlemekte bir an bile duraklamadı. Benzemezlikleri daha da uzatmak mümkündür.
Bütün bu deneylerin başarısızlığı ve korkunç sonuçlara yol açması nereden kaynaklanıyor? Karl Marx’ın, sosyalizmin ileri sanayi temelinde kurulabileceği gibi son derece masum bir şey söylerken bu feci sonuçları öngörmesi mümkün müydü? Teori yapmak, devasa bir cephaneliğin orta yerinde bomba imal etmeye kalkışmak kadar tehlikeli bir şeydir.
Gün Zileli
18 Ekim 2012
Stalin’in eşitlikçilik düşmanlığını açmalıydınız. Stalin ideolojik nedenlerle değil, pratik sorunlar yüzünden ücret eşitlemesine karşı çıktı. Çünkü köylü Sovyet toplumu daha çok çalışmayı reddediyordu. Oysa SSCB, yaklaşan Nazi savaş tehlikesine karşı bir an önce sanayileşmek zorundaydı.
Tipik Stalinist bir yorum bu. Sovyetler Birliği nazi tehlikesinden dolayı falan sanayileşmek istiyor değildi. ayrıca köylülüğün katli Nazilerin başlangıçtaki işgalini olağanüstü kolaylaştırmıştır.
ayrıca mesele ücret eşitlemesi değildir. Ücretlerdeki olağanüstü makastır. Bir Sovyet generali ya da üst bürokratı bir işçinin aldığı maaşın 40 misli maaş alıyordu. yani bir işçi bugünkü parayla 1000 lira alırken üst bürokratların maaşı 40 bin liraydı. Lüks özel mağazalardan nominal değerlerle alışveriş yapma ayrıcalığı da cabası.
bu gibi yazıların sonunda hep, eşitlikçi bir toplumun imkansızlığına varıyoruz. denenmesi muhtemel her şey denenmiş oysa ki…
Denenmemiş bir tek şey var, o da emekçi kitlelerin özgürlükçü özinisiyatifi.
Bunlar denemesi muhtemel olan her şeye örnek değil ki ama. Her birinde, ne yapılması gerektiğini “bildiğini düşünen özne” bir insan grubunu bir şeylere zorluyor. İkna ya da zorlama, hiç farketmez. Zaten her zaman iç içeler. SSCB ile Çin’in özel bir farkı yok, yazıda anlatıldığının tersine. Nicelik farkı var diyelim. Al stahanovistleri vur kültür devrimindeki aşağıdan harekete.
Eşitlikçi toplumları, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar bu tür öznelerin zorlamasıyla inşa etme fikri çok ilginç aslında. Yani, mesela bir sınıfın bir bölümü diğer sınıfları zorlamıyor. Bir sınıfın yerine kendini ikame eden bir grup bürokrat ya da aydın (bildiğini zanneden özne) sınıflar içinde ayrıcalık yaratıp ya da var olan ayrıcalıkları kullanıp, onu ona kırdırıyor. Buradan eşitlikçi toplum nasıl çıkacak ki?
Gün Zileli haklı, çalışan sınıfların kendi inisiyatifi bi türlü “denenmiyor”. Söylemde herkes tamam diyor demesine. Ama şimdi ne yapacağız denilince, kimse şimdi çalışanların kendi inisiyatiflerini geliştirecekleri, mücadele etmeyi öğrenecekleri odaklar, ağlar, cemaatler kuralım demiyor. Herkes, en kolay yoldan köşe dönmecilik derdinde adeta. Kurarım partimi, alırım altıma iktidarımı, sürerim allah sürerim.
Kolektifleştirme 1928’de başlıyor. Naziler iktidara 1933’te geliyor. Yani Stalin’in 4-5 yıl önceden Almanya’da Komünistlerin Nazilere karşı yenileceklerini öngörmüş olması gerekir. Bu gibi durumlarda da ona öngörü değil, bilerek yenilmek denebilir ancak. Ama SSCB’nin bu bahanesinin kabul edilebilir olduğunu düşünüyorum. Tabi tersten alınırsa. Naziler olmasa da, Avrupa’dan birilerinin her an üstlerine saldıracağı korkusu vardı. Onlar saldırmadan biz hemen sanayileşelim düşüncesinin var olduğunu zaten biliyoruz. Ama buradan, “ne yapalım durum böyle” çıkmıyor. Buradan, dünya devrimi çıkıyor. Eğer bir kaç yıl içinde kapitalizmin belkemiğini kıramazsak, başımıza bu çürüme gelir, çıkıyor.
konu dışına kayış olur mu bilmiyorum ama, bu üç ülkedeki “sosyalizm”leri bir de makhno ukraynasıyla kıyasla yorumlamak ilginç olurdu gibime geliyor. acaba maknoviçna ne kadar “özgür emekçilerin öz inisiyatifi sayılabilir?
Marksistlerdeki “teknolojik ilerleme” fetişizmini önleyebilmek veya buna çare bulabilmek için yeni ve kapsamlı bir tarih tezinin ortaya konulması gerektiğini düşünüyorum. Uzun zaman önce de aşağı-yukarı belirttiğim gibi; bugünkü kapitalizm, Adam Smith’in “dahiyane” bir icadı olarak pat diye ortaya çıkmamıştır, paranın ve ticaretin ilk ortaya çıktığı eski çağlardan bu yana yüzlerce aşamadan geçerek kendi kendini tahkim etmiş, yer yer alternatif toplum projeleri, sınıf mücadeleleri veya dayanışmacı toplum deneylerinin de etkimesiyle kendini defalarca kez restore ederek bugünkü halini almıştır. İdealimizdeki özgürlükçü-eşitlikçi toplumun da buna benzer şekilde binlerce inşa deneylerinin birikmesi, yer yer yıkılıp yeniden kurulması ve kendi kendini tahkim etmesiyle, uzun bir süreç içinde gelişebileceğini düşünüyorum. İşte bu söylemek istediğim tarih tezi de insanlığın bugünkü geldiği noktada/evrede, geçmişteki dayanışmacı-toplum deneyleri ile ona zıt diyebileceğimiz rekabetçi-toplum deneylerinin ne ölçüde dönüştürücü etkiye sahip olduğu, ezilenlerin öz-mücadele ve öz-inşa denemelerinin tarihin akışını ne ölçüde etkilediği konusunda yapılacak ayrıntılı bir etüdün sonrasında ortaya çıkarılmalıdır. Kropotkin’in “Karşılıklı Yardımlaşma, Evrimin Bir Faktörü” yapıtı, bir yönüyle bu tarz bir tarih tezine yönelik çalışma için iyi bir taslak niteliği taşımaktadır.
Baştan sona sağcı ve komünizm düşmanı bir yazı.
Devrimden ve sosyalizm davasından vazgeçmenin bu kaçıncı itirafı.
Bu bir itiraf ve küfür yazısı.
Zileli artık ruhunu rahatlatmıyor.
Ayanoğlu, yazıyı fikirlerle çürütmeye çalışmalısın. İthamlarla fikirlerin çürütülmesi mümkün değil.
Sovyetler Birliği’nin hızla sanayileşmesi gibi bir hedefi vardı. Bunun için proleterya arasında ücret makasını açma gereği duydular. Çünkü işçiler “madem aynı ücreti alacağım, neden daha çok çalışayım, neden daha verimli olayım” diyorlardı.
Onun dışındaki uçurumlar konumuz dışı sayılmalıdır. generallerin aşırı yüksek maaşları vardıysa tabii ki kabul edilemezdi. Bunun ideolojik izahını nasıl yapmıştı acaba?
Köylü katliamının Nazi işgalini kolaylaştırmış olması da doğrudur tabii. Zaten ondan önce, kitle katliamının onaylanabilir tarafı yok. Kitle insiyatifini kaldırıp yerine parti insiyatifini koyunca bu tür kararlar olabiliyor işte.
Zileli,her yazısında devrime,devrimcilere küfretmeyi yazılarının girişine koymayı bir beceri sanıyor.Zileli “küfür yazıları” yazmaktan büyük haz duyuyor olmalı.
Ama artık bu küfür yazıları haz olmaktan çıktı,itirafname haline geldi.
Zileli-ye fikir değil vicdan,aydın vicdanı gerekli.
Dün Suriye’de Eset rejiminin misket bombalariyla öldürdügü 23 çocugun katili mezhepçi Eset rejimi kadar Türkiye’deki Insanlik düsmani komünist diktatïr yalakalaridir, bedel ödeyecekler, ödetecegiz.
Anladığım kadarıyla 10 numaradaki “insanlık dostu” arkadaş yeni bir 12 eylül için çağrı yapıyor.
12 Eylül referandumunda komünistler ya 12 Eylül’den yana oy kullandi, ya da en vicdanlilari da tarafsiz kaldi, komünistler zaten 12 Eylülcüdür, general yalakasidir.
Referandum efsanesi… 12 Eylül generallerinin yargılanması kararı zaten muhtemelen mecliste alınabilecekti. Referandum döneminde asıl kutuplaşma yargıda vaat edilen yapısal değişiklik sebebiyle gerçekleşti. Ki bu da aslında bir kılıftı. Mesele evet ya da hayırın somut anlamından öte siyasi bağlamıydı. Solun “Bilmemkaç kere hayır”, “yetmez ama evet” ya da “boykot” gibi tavırları da bilerek ya da bilmeyerek farklı siyasi yapıların ideolojik hattının benimsendiğini ifade etti.
Ayrıca Türkiye’de belirli askeri darbeleri olumlamamış ve belirli cuntalarla ittifak kurmamış hiçbir siyasi gelenek de yoktur. Dolayısıyla “darbe karşıtlığı”nda samimi olan herkesin önce tarihi özeleştiri yapması gerekir. 12 Eylülün de en büyük mağdurları solcu/sosyalistler, kürtler ve aleviler olmuştur.
Alişer sorduğun soru çok kritik. Aslında kendisini anarşist olarak görenler cevaplasa daha iyi olurdu. Böylelikle düzgün bir tartışma yapabilirdik. Her neyse. Belki şimdi yapabiliriz.
Kara ordu’nun, Mahnovçina’nın böyle net ortaya konulacak bir deneyimi olamazdı. İki nedenle; biri yasal olarak kaldırılsa da gelenek olarak devam eden toprağa bağlılığın/serfliğin/toprak köleliğinin/marabalığın sürdüğü topraklardaki köylüler arasında örgütlenmişti. Evet, devrim o geleneklere de başkaldırı demektir. Ama o güne kadar korkunç karanlık bir geleneğin, kapalı bir üretim biçiminin etkisiyle yetişmiş insanların bir anda onlardan tamamen kurtulduklarını varsaymak gerçekçi değil.
İkincisi ise sanırım adından belli, kara ordu. Özgür emekçi deneyimleri, fiziki iç savaş sırasında çok çok çok azdır zaten. Troçki bile “Terörizm ve Komünizm”de hep içsavaş hafifleyince olan deneyimlerden bahseder. İç savaş varsa, böyle deneyimler çok zor. Olan şeyler her zaman olduğu gibi, bir an için cephe gerisine düşen kasabalarda asılan beyannamelerden ve kentlerde işe yaramayacak “mir” örneklerinden ibaret. Nasıl “Savaş komünizmi” komünizm felan değilse, o beyannameler de anarşizm değil. Belki niyeti ve en iyi ihtimal bir iki deneyi gösteriyor olabilir.
Mahnovçina’dan daha olgun deneyim elbette İspanya. Yine bir iç savaş ama daha kentli bir anarşizm var artık ortada. Devrimi boğan hükümette dört anarşist bakan olunca -adalet bakanı Garcia Oliver’dı mesela-, o deneyimin de pek bir yere ilerlemesi söz konusu değildi. Hiç kimse kusura bakmasın, ama burjuvaziyi küstürmemek için çalışanların işyerlerine el koymalarını engelleyen bir hükümete biat etmişlerin, çalışanların öz inisiyatifini desteklediklerini düşünmek akıl karı değil. Belki takiye yapmışlarsa. 🙂
internette ukrayna devrimi (makhnovişçina) için türkçe fazla bir şey yok. bir kaç görsel ve “liberter komünistlerin örgütsel birliği ” başlıklı broşür vb dışında kaynağa ulaşamadım. konu hakkındaki kitaplar da elimde maalesef yok.
daha fazla bilgiye ulaşabilmek için bunu konuşmak istiyordum. gene de umarım istediğim bilgilere bu vesileyle ulaşırım.
asıl ilgilendiğim nokta, devrim süreci dediğimiz anın mülkiyet, siyaset ilişkisi. toplumsal devrim dediğimizde özellikle mülke sahip-yöneticilik edecek bir “üst” yapının olmaması hali anlaşılmalı diye düşünüyorum.
o takdirde mülkiyetten söz edemez oluruz. ukrayna da bu süreç nasıl işledi? maknocu hareketin şöyle bir anısını bir yerlerde okuduğumu hatırlıyorum. (ne kadar doğrusudur, bilemiyorum). hareketin milisleri (kara da olsa “ordu” ifadesi bana pek uygun görünmüyor), savaş sırasında bir başka yere ulaşmak için demiryolunu kullanmak durumunda kalır, ancak, demiryolu işçileri grevdedir.
makhno onlara gereksiz yere grev yapmak yerine, demiryolunu ele geçirip, komünalist bir tarzda örgütlemeyi önerir. sonunda işçiler ikna olur ve…
bu bir liberter çözüm müdür? bence olabilir. merkezi bir yapıya mülkiyeti devredip, planlı ekonomi yerine, piyasaya hizmet veren komünalist bir “şeriklik”.
eğer bu olabilirse bence, mülkiyet yerine kullanım hakkı diyebileceğimiz bir çözümün olabileceğinin de bir kanıtı sayılabilir. benzeri çözüm önerileri üzerinde düşünmek yararlı bir tartışmaya imkan verir gibime geliyor.
ancak atlanmamamsı gereken nokta, günümüz küresel gerçekliği içinde bu örgütlenmelerin de bu küreselliğe ters düşmemesi gereğidir. ulus içi bir çözümün olanağının olmadığı kanısı tasıyorum.
kısaca bunları söyledikten sonra, asıl olarak amacımın bu ko nuda bilgilenmek olduğunu tekrardan hatırlatayım ve yararlanacak bilgilere ulaşma dileğimi belirteyim.
Ilk basta her yaziyi karsi devrimci gorme anlayisina sahip olan yazarlari fikirlerini detayli bir sekilde koymaya ve bizleri aydinlatmaya davet ediyorum.
Bu tartismalari niye yapiyoruz yasanan reel sosyalzim deneylereni irdelemek topluma yeni projelerle sunmak ve yeni toplumu kavramak ve kavratmak icin.
Tum devrimci atilimlar tarihte yerlerini ,eksigiyle fazlasiyla
almislardir.gunumuz acisindan gelinen yerin sorgulamasini yapmak devrimci bir gorevdir.
En sacma fikirden bile bir seyler ogrenme ruhumuzu yitirmis,dogmalarimizin icinde yasamaktan, katilasmis, donmus,burokratik,cansiz bir cenazeye dondugumuzun farkinda bile degiliz,farkinda olanlar sorgulamaya devam ediyorlar.
Toplumlari ilkel,koleci,feodal ve kapitalist diye ifade etmek,biribirinin bagrinda gelisen bu toplumlar.kapitalzimden sosyalizme geciste,sosyalist toplumun dinamikleri dayanaklari neden gelismiyor?
Alti asirlik bir toplum-kapitalist- toplumlar tarihinde bir cirpida bizim iradi isteklerimizle ortadan kalkmiyor.yeni toplum dinamiklerini eskinin bagrinda yaratacaktir,yerel iktidarlar perspektifi bu dinamiklerin uzerine insa edildigi zaman,ozgur komunler fedarasyonu yakalama sansi olabilir.
siyasal devrimleToplumsal devrim neden cok uzun yillara tekabul etmelidir?
Geri kalmis ulkelerde devrimler kapitalizmi gelistirmek durumunda kaldi.
1917 ekim devrimide devlet eliyle kapitazlim uygulamalari 1919-1920 NEP donemi isci iktidarina ragmen niye uygulamaya konulmak zorunda kaldi.
Koylulugun kollektivizasyon anlayisiyla hizli bir sekilde nasil tasfiye edildigini yasamak 1928 yillarini stalini hakli cikarirmi?
Buharinin muhalefeti kollektivizasyonun daha tedricen yapilmasina yonelikti stalin zorunluklari teorilestirerek koyluleri ezdigi,kirdigi bir gercek degilmi,ukraynada acliktan 8 milyon insanin olumunden bahsedilmektedir.
Bu sorulari birazda tartismak icin ve kendimce netlesmek istedigim icin soruyorum
Bu yaziyi internetten derledim,kaynak hakkinda farkli bir bilgi varsa onemlidir.
Holodomor, Ukraynaca “açlikla öldürmek” anlamina gelir.
Ukrayna Kirimi, 1932–1933 arasinda, o dönem Sovyetler Birligi’nde, şimdiki Ukrayna ve Rusya’nin Kuban bölgesinde suni olarak yaratilan kitlik sebebiyle yaklaşik olarak 8 milyon insanin yok oldugu olaylara verilen addir.
Sovyet arşivlerinin açilmamasi yüzünden, ölü sayisini kesin olarak belirleyebilecek araştirmalar günümüze kadar hâlâ yapilamamiş olmasina ragmen, Ukrayna nüfusunun dörtte birinin o dönemde hayatini kaybettigi düşünülmektedir.
Holodomor’un sebeplerinden en önemlisi, Sovyet döneminin uygulamaya çaliştigi ekonomik ve sosyal politikalardir. Özellikte kooperatif tarim uygulamalarini kabul etmeyen Ukrayna köylüsü zorlamalar karşisinda tarim üretiminden vazgeçerek, üretimi durdurmuştur.
Durumun gidişatini önceden kestirebilecek olan dönemin yöneticileri, “anti-kolhoz” hareketin yayilmasini önlemek amaciyla, sorunu hafifletecek önlemler almaktan kaçinmiş ve bir nevi bölgede diger direnişçi köylülerce ibret alinabilecek bir olay çikarmak istemiştir.
Açligin en tepeye ulaştigi dönemde dahi, Sovyet yönetimi, 1932’de 1,7 milyon ton, 1933’te 1,84 milyon ton tahil ihraç etmiştir. Bölgede artan açliktan kaçmak isteyenlerin başka bölgelere gitmesine engel olunarak, katliama seyirci kalinmiştir. O dönemde kitlik haberleri mümkün oldugunca sansürlenerek dünyanin dikkatinden saklanmiştir.
Sovyetler Birliginin toprakta özel mülkiyete dayanan üretimi tasfiye ederek, köylüleri kolhoz ve sovhozlarda toplamak istemesi zengin köylülerin ve onlarin etkisi altindaki kimi köylülerin sert tepkisiyle karşilaşti.
Çünkü tarimda kolektifleştirme girişimlerinin başariya ulaşmasi demek zengin köylülerin eski ayricaliklarini kaybetmesi anlamina gelmekteydi. Bu nedenle zengin köylülerin kolektifleştirme hamlesine tepkisi tarimsal üretimi durdurmak oldu.
Bu durumun neticesinde de Ukrayna’da kitliga ve kitligin tetikledigi salgin hastaliklara bagli ölümler gerçekleşti. Ölümler neticesinde Sovyet hükümeti köylülerden ayni miktarda tahil toplamaktan vazgeçerek toplanan tahil miktarini düşürmüştür.
1940’larin sonunda Penisilin’in bulunmasiyla önüne geçilen salgin hastaliklarin 1930’lu yillarda önüne geçilmesine teknik olarak imkân yoktu. Penisilin bulunana kadar ABD ve Avrupa ülkeleri de dahil olmak üzere milyonlarca insan salgin hastaliklara yakalanarak hayatlarini kaybetmişlerdi.
Sovyet önderi Josef Stalin’in köysel kooperatifleşme hareketine en büyük muhalefeti ve direnci, bir kolhoz ya da sovkhoz için çalişmak yerine, özel üretimi tercih eden Ukrayna ve Don havzasi köylüleri göstermiştir.
Önceleri, verimli özel çifliklerin bu şekildeki ekonomik faaliyetlerine göz yuman Bolşevikler, sonralari, bu üretim tarzini, merkezi planlamaya karşi bir tehdit olarak algilamişlardir.
Devrimciler, Rus Iç Savaşi sirasinda, şehirlilere göre daha az destek aldiklari köylüleri, bu sistemle kontrollerine daha kolay alabileceklerini düşünüyorlardi. 1929 ve 30’lari takiben, hükümet köylerde kollektivizmin gelişimini saglamak için, binlerce resmi görevlisini tarlalara kooperatifleri organize etmeleri için göndermiştir.
1932 yili hasadinin iyi olmayacaginin anlaşilmasi üzerine, hükümet suçu, o dönemde nisbeten sistem dişinda kalan özel çifliklere atti ve alinan kararlarla, hasatta hesaplanan eksiklerin bu çifliklerden vergi olarak tahsil edilmesine karar verildi.
Silahli güçler kullanilarak, bir sonraki yilin tohumluklari ve çifliklerde yaşayanlarin ihtiyaçlari göz ardi edilerek, belirlenen miktarda tahil zorla alindi. Çiflik sahipleri, kooperatiflerde çalişmalari için devletin el koymak istedigi büyük baş hayvanlari kestiler ve bu yüzden tarlada üretimde kullanilabilecek hayvan sayisi azaldi.
Bir yil sonrasi tam bir felaket oldu. Ukrayna’daki en verimli tarim alanlari, tam anlamiyla birer kitlik alanina dönüştü. Gelen kitlik haberleri üzerine bölgeye gitmek isteyen gazetecilere engel olundu. Hükümet ve yerel politikacilar, acil olarak bölgede önlem alacaklarini ve yardim edeceklerini söylemelerine ragmen, yeterli çaba gösterilemedi.
Ukrayna’da insanlar ölürken SSCB tahil ihracatini arttirdi. Görgü taniklarina göre, bölgede açliktan kaçmak isteyen binlerce çocuk, ya ailelerinin oldugu yerlere ya da yetimhanelere geri gönderildi ve oralarda bakimsizlik ve açlik gibi sebeplerden öldüler.
Bilgi ve haber akişini önlemek amaciyla bizzat Stalin ve Molotov tarafindan imzalanan yönergelerle, seyahat edeceklere izin almalari şarti getirildi. Bölgeden kaçmaya çalişanlarin aslinda Sovyet düşmanlarinca organize edilen kişiler oldugu ve halkin buralardan çikarilmamalari gerektigi savunuldu.
Uygulamalarin tam sonuç vermesi için Stalin bizzat Pavel Postişev’i Ukrayna Ikinci Sekreteri olarak atadi. Onunla birlikte binlerce Sovyet görevlisi de, “kollektivizmin” gelişimini sekteye ugratacak her tehlikeyi önleme görevi ile Ukrayna’ya geldi. Stalin böylece Ukrayna’da kontrolü tamamen ele aldi.
1933-34 baharinda nisbeten iyi giden iklimin de etkisiyle, 1932-33 dönemindeki etkisiz ekim ve çalişan sayisindaki büyük azalmaya ragmen hasat iyi oldu. Köylülerin sayica azalmasiyla etkisizleşen muhalefet hareketi bu dönemde de etkili olamadi. SSCB’nin kendi kur rejimi açisindan gerekli gördügü tahil ihracina bu yil da devam edildi.
1933 yilinin sonunda, Ukrayna ve Rusya’da tahminen 5-10 milyon insanin öldügü düşünülmektedir.
Kurbanlarin %81.3’ü Ukraynali, %4.5’i Rus, %1.4’i Yahudi ve %1.1’i Polonyalidir. Tüm köylü nüfusunun %25-50’si hayatini kaybetti.Ukrayna’nin kuruluş temelini teşkil eden köylülük bilincinin bu dönemde aldigi yara, günümüzde hala halkina acisini hissettirmektedir.
Holodomor’u resmen soykirim olarak taniyan ülkeler;
Olaylarin soykirim özeliginde olup olmadigi tartişilsa da, Ukrayna’nin uluslararasi alanda Holodomor’un soykirim olarak taninmasi yönündeki taleplerine, Rusya Federasyonu şiddetle karşi çikmaktadir.
Holodomor’u şu an 26 ülke ve 1 uluslararasi kuruluş, soykirim olarak taniyor: Ukrayna, Avrupa Birligi, Amerika Birleşik Devletleri, Andorra, Arjantin, Avusturalya, Azerbaycan, Belçika, Brezilya, Çek Cumhuriyeti, Ekvador, Estonya, Gürcistan, Ispanya, Italya, Kanada, Kolombiya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Meksika, Moldova, Paraguay, Peru, Polonya , Slovakya ve Vatikan ve birçok ülkede çok sayida eyalet aldiklari kararlarla Holodomor’u soykirim olarak kabul etmektedir. Ukrayna’da her yilin kasim ayinin son Cumartesi günü, Holodomor kurbanlarini anma günüdür.
Holodomor’u resmen soykirim olarak taniyan ülkelerin sayisi Ukrayna
Andorra, Arjantin, Avrupa Birligi, Avustralya, Azerbaycan, Belçika, ABD, Brezilya, Çek Cumhuriyeti, Ekvador, Estonya, Gürcistan, Ispanya, Italya, Kanada, Kolombiya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Meksika, Moldova, Paraguay, Peru, Polonya, Slovakya, Şili, Ukrayna, Vatikan
^ Famine of 1932-33
^ Proposta d’acord relativa al 75e aniversari de l’Holodomor de 1932-1933, Consell General Principat d’Andorra, 26 Kasim, 2009, (Katalanca)
^ NR SR: Prijali deklaráciu k hladomoru v bývalom Sovietskom zväze, EpochMedia, 13 Aralik, 2007, (Slovakça)
^ Slovak Parliament Recognizes Holodomor of 1932-1933 in Former USSR, Including in Ukraine, as “Extermination Act”, Ukrinform, 13 Aralik, 2007
Ukrayna Soykirim ve Kitlik Vakfi, ABD
Kategoriler:Kitliklar Ukrayna’daki katliamlar Ukrayna tarihi Josef Stalin 1932’de SSCB
İhsan Eliaçık’tan Başbakan Erdoğan’a ağır eleştiri: Bunlar Allah’a güvenmiyorlar!
İlahiyatçı Yazar İhsan Eliaçık, uzun süredir dikkat çeken çıkışlarıyla gündeme geliyor. Özellikle AKP hükümetinin izlediği politikalara yönelik İslami kaynaklara dayalı eleştirileri tartışmalara neden oluyor.
Bir süre önce Emevi dininin öğretildiği İmam Hatip Liselerini bitirenlerin kafası çalışanlarının ‘ateist’ olacağını ileri süren Eliaçık, son olarak ‘muhafazakâr mankurt’ kavramıyla gündeme geldi. 1 Mayıs’ta Fatih Camii’nden Taksim’e yürüyerek kortej oluşturan ve kendilerine Antikapitalist Müslüman Gençler adını veren grubun, AKP kongresinin gerçekleştiği gün yayınladığı manifestoya da katkıda bulunan Eliaçık’a göre “kurtlarla saldırıyor, kuzularla meleşiyorlar” benzetmesinde bulunduğu AKP iktidarı kıblesini yitirmiş durumda. Başbakan Erdoğan’ı kamu olanaklarını kullanarak servet biriktirmekle suçlayarak ağır dille eleştiren Eliaçık, “bundan lider olmaz. Bunun peşinden gidilmez. Buna tavır konulması gerekir. Buna kılıç çekilmesi ve ‘seni bununla doğrulturuz’ denilmesi gerekir” diyor.
Açıklamalarıyla ezberleri bozan İhsan Eliaçık’la, AKP’yi, muhafazakârlığı ve onun deyimiyle ‘liberalleri örnek alıp’ yaşam alanlarını yağmalayanları konuştuk. Güney Amerika’daki yağmur ormanlarının özelleştirildiği gün Kızılderililerin torunlarının, “mülk İnka’nındır!” sloganları atarak eylemler yaptığını söyleyen Eliaçık, aynı günlerde Kabe’nin 120 kilo altınla kaplı örtüsünün yenilenerek altınların törene katılan liderler arasında paylaşıldığının altını çizip bu iki olayı karşılaştırıyor ve “Allah o gün Kabe’de değil, “mülk İnka’nındır” diye bağıran Kızılderililerin vicdanındaydı” diyor…
AKP kongresinin gerçekleştiği gün dışarıda kumanya dağıtılırken, salonda da Başbakan Erdoğan’ın konuşması sırasında ağlayanlara tanık olundu. Bu görüntüler, geçtiğimiz yıl yaşamını yitiren Kuzey Kore lideri Kim Jong’un ölümünün ardından zorla ağlayan insanları anımsattığına dair eleştirileri de beraberinde getirdi. Kongreden yansıyan fotoğraf ve sonrasına ilişkin siz ne düşünüyorsunuz?
-Kongre günü ağlayan muhafazakâr kitlenin şunu bilmesi gerekiyor: Eğer sizin yaşamınızda en yüce değer din ise kardeşim, bu dinin bir peygamberi var. Peşinden gittiğiniz lideri onunla ölçmeniz gerekir. Peygamber nasıl bir kamu hayatı sürdürmüşse, peşinden gittiğiniz liderin de böyle bir kamu hayatı sürdürmesi gerekir. Peygamber nasıl öldüyse, Müslüman bir liderin de öyle ölmesi gerekir. Şimdi bakalım, peygamber, 23 yıl din ve devlet faaliyeti yürütmüş, peygamberlik yapmış. Din-u devlet ifadesi eski tabirle din ve kamu işlerini tanımlar. Eğer siz kendinizi bu işe adamışsanız kendinize ait bir hayatınız, kendinize yonttuğunuz bir çıkarınız, menfaatiniz olamaz. Peygamber, 23 yıl içinde ceketiyle gelmiş, ceketiyle gitmiş. Geride hiç bir şey bırakmamış. Hz. Ömer, kendi işini yaparken kendi mumunu, devletin işini yaparken devletin mumunu yakmış diye övüne övüne bunu yıllarca İmam Hatip okullarındaki merasimlerde sergilediler. Tayyip Erdoğan bunun tiyatrosunu da oynamıştır belki. Çok meşhurdur yani. Şimdiki hayatına bakalım…
Ne görüyorsunuz şimdiki hayatına bakınca?
-Bir defa şunu söyleyeyim, ben Tayyip Erdoğan’a asla oy vermem. Niye? Bunun basit, sade ve gün gibi aşikâr bir gerekçesi var. Çünkü ‘kenz’ci. Yani kamu imtiyazı kullanarak para ve mal biriktiriyor. Bundan lider olmaz. Hele hele bundan Müslüman bir lider hiç olmaz. Bunun peşinden gidilmez. Buna tavır konulması gerekir. Buna kılıç çekilmesi ve “seni bununla doğrulturuz!” denilmesi gerekir. “Ne yapıyorsun sen?” denilmesi gerekir. Bir defa adam tüccar. Bildiğin tüccar yani. Önce kendi işlerine bakıyor, sonra zaman kalırsa milletin işlerine bakıyor. Ee karısı da tüccar. O da kuyumculuk yapıyor. Hastane zincirleri açıyor, oradan hisse, buradan hisse. Bu ne yahu? Tüccardan lider mi olur kardeşim? Bir defa devlet, yani millet; sizin ailecek yedi sülalenizin yaşamını emekli olduktan sonra bile garanti altına almış. Birinci dereceden emeklilik prosedürüne tabi tutuluyorsunuz. Sağlıktan eğitimine yedi sülalesine kadar her şey garanti altında. Devletin uçağıyla seyahat ediyorsunuz, devletin lojmanında oturma hakkınız var, emrinizde örtülü ödenek var, şu var bu var. Şimdi sizin neye ihtiyacınız olabilir? Sen niye mal biriktiriyorsun, niye para biriktiriyorsun? Sen başbakan olduktan sonra istifa etsen bile milletvekilisin ve devlet eski başbakanlarına ve milletvekillerine ölünceye kadar maaş bağlıyor. Hayatları garanti altında. Bunun dışında mal biriktirmenin anlamı ne ben anlayamıyorum. Bunu normal bir insan yapsa “adam geleceğini düşünüyor” diyebiliriz. Çünkü eğitimi, sağlığı hiç bir şeyi yok. Ama her şeyi garanti altında olan bu adam neden hala para ve mal biriktirir? Ne yapmaya çalışıyor? İşte burada bir gözü doymamışlık var. Bir de Allah’a inanmada bir sorun var.
Nasıl bir sorun var, biraz daha açar mısınız?
-Yani bunlar Allah’a inandığını söylüyorlar ama güvenmiyorlar. İnanıyor ama güvenmiyor. Böyle bir soyut Allah’a inanıyorlar. Oysa Allah’a güvenmek başka bir şey. Kuran sürekli olarak “gökten yağmur yağacak, yerden ot bitecek Allah’a güvenin” diyor. “Rızkınız kesilmeyecek Allah’a güvenin” diyor. “Allah’a tevekkül edin, bunun için biriktirmeyin” diyor. Allah’a güveni olmayan insan biriktirir, kendisini garanti altına almaya çalışır. Allah’a güvenmek, yağmura, doğaya, nebata güvenmek demektir. Hayata güvenmek demektir. Kıtlık olmayacak, perhiz şey kurumayacak, çalışırsan hepsi sana gelecek merak etme. Şimdi sen biriktirdiğin zaman başkasında azalıyor demektir. Yeryüzünde doğal bir düzen vardır ve bu düzen eşitlik üzerine kurulmuştur. Birisi bir yerde fazla biriktirdiği zaman diğerinde eksiliyor demektir. Kader, kısmet, nasip; bunlar Kuran’ın eşitlikçi kavramlarıdır. Fakat şu anki ölü kuranı anlatışlarıyla bu kavramları ters çevirip amuda kaldırarak mahvettiler.
Sizin dikkat çekici bir eleştiriniz de var, “kurtlarla saldırıp, kuzularla meleşiyorlar” diyorsunuz. Ne demek bu?
-Hükümet her zaman ikili oynuyor. Örneğin Neşet Ertaş’ın dizelerini okuyorsunuz, ancak Neşet Ertaş ölmeden önce “eğer arkamda bir çuval un bıraktımsa suç işlemişim demektir. Beni mezara koymadan önce o bir çuval unu dağıtın” demişti. Şimdi siz eğer Neşet Ertaş’ın dizelerini okuyorsanız, daha onun gibi yaşamayı, onun gibi ölmeyi göze almanız lazım. Acaba Tayyip Erdoğan vefat ettiğinde geride kaç çuval unu kalacak? Sen şimdi Neşet Ertaş’ın dizesini okuyorsan, adamın ölümü böyle; gayet peygamberane. Peygamber de aynen böyle öldü. Geride perhiz şeyi yoktu. En son yedi dirhemini dahi infak ettirmiştir. “Ben yedi dirhem de dahi olsa rabbimin huzuruna üzerimde bir mülkiyetle çıkmak istemem” demiştir. Dolayısıyla bana göre bu çok muhteşem bir ölümdür, tabiri caizse. Bunları kullanıyor ama onların yaşadığı gibi yaşamıyor. “Mal da yalan mülk de yalan” diyorsun ama hayatın mal mülk biriktirmekle geçiyor. Bir defa Neşet Ertaş devlet sanatçılığı payesini reddetmiş birisi. Dolayısıyla ona devlet töreni yapılması gereksizdi. Devlet adamları katılmamalıydı. Katılsalar bile en arka saflarda olmalıydılar. Dolayısıyla cenazesi de saptırıldı. Şimdi AKP’nin dış politikasına bakarsanız burada da aynı şey söz konusu. Örneğin kongreye Emin Cemayel de katıldı ve alkışlandı. Emin Cemayel kim? İsrail’de Sabra ve Şatilla katliamlarını yapan Falanjist partinin katliamın yapıldığı dönemki başkanı. Yani Sabra ve Şatilla katliamlarının siyasi sorumlusu. Onu kongreye çağırıyorsunuz ve insanlar alkışlıyorlar. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Hani “kurtlarla saldırıyorlar, kuzularla meleşiyorlar” dediğim bu. Hem o taraftan görünüp hem de bu tarafta olmak. Hem şiirini okuyor, hem onun gibi yaşamıyor.
Dış politika konusunu biraz daha açarsanız…
-Basit bir örnek vereyim, şimdi diyorlar ki; “sana PKK hakkında 24 saat istihbarat vereceğim.” Bunun karşılığında da Afganistan’a gidip Taliban’la savaşacaksın diyor. Hükümet de buna tamam diyor. Şu anda Türk askerleri Afganistan’da Taliban avına, cadı avına çıkıyor. Daha bir kaç gün önce 18 kişi öldü. Köyleri basıyorlar, burada Taliban var deyip katliam yapıyorlar. Amerikalılar Türk askerlerini orada bu amaçla kullanıyor. Türk askerinin Afganistan’da birazcık itibarı kaldıysa bu şekilde itibarsızlaştırılıyor. Suriye de aynı durumda. Türkiye’yi Suriye’ye sokmak istiyorlar. Bunun karşılığında borçları erteliyorlar. Şu kadar daha kredi açarım diyor, bilmem ne diyor. Amerikalılar seni kullanmadan sana ne borç verirler ne seninle ilişkiye geçerler ne de karşılıklı anlaşma yaparlar. Eğer PKK hakkında sana istihbarat veriyorlarsa karşılığında kiralık katillik yapmanı istiyor. Seni Suriye’ye sokmak için borçlarını ertelerim diyor. Batılılar böyle kardeşim. Bunlarla aynı yatağa girilir mi? Muhafazakâr AKP hükümeti bana göre kıblesini kaybetmiştir. Deli dana gibi nereye gideceğini bilmiyorlar. “BDP’yi muhattap almam” diyor, ertesi günü “İmralı’yla görüşebiliriz” diyor. Birisi Diyarbakır Emniyet Müdürü’nün açıklamalarına sahip çıkıyor, öbür taraftan Tayyip Erdoğan çıkıyor, “yok böyle bir şey” diyor. Kafaları karışık, ne yapacaklarını bilmiyorlar. Şu anda Türkiye’de iradeli bir politika yok.
Yoğun gündemin önemli başlıkları yeni Anayasa, başkanlık sistemi ve erken seçim tartışmaları. Sizce bu süreç nasıl şekillenecek?
-Ben iktidarı siyasi açıdan şöyle eleştiriyorum: Devletin davranışlarını değiştirmiyorlar, kendi davranışlarını devletleştiriyorlar. Bunun en güzel örneği, Tayyip Erdoğan’ın siyasi hayalleridir. Yani sistemi kendisi için değiştirmeye çalışıyor. Anayasa’yı bile kendisi için değiştiriyorlar. Hesapları şu: Anayasa’da Cumhurbaşkanının partili olmasına yönelik maddeleri kaldıracaklar. Böylece Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca partili olmuş olacak. Cumhurbaşkanı da yürütmenin başı olduğu için hükümetin oturumlarına bile başkanlık yapabilir. Biraz daha yetkiyle birlikte otomatikman yarı başkanlığa dönüşecek. Bakanlar Kurulu Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanacak. Başbakan da Cumhurbaşkanının yardımcısı gibi olacak ve fiili bir şekilde partili cumhurbaşkanlığı ile birlikte yarı başkanlık sistemine geçilmiş olacak. Şimdi bu nedir; kendi siyasi geleceği için sistemi değiştirmektir. Kendi ikbali için. Evet, sistemin değişmesi lazım ama bu bir şahsın ikbali için olmaz ki. Daha önceleri Turgut Özal’da bunu yapıyordu. Oysa “ sistemin şu şu yönleri ben olmasam bile değişmesi lazım” denmeli. Yani devletin davranışlarının değişmesi lazım, ülkenin menfaatine olan budur denilmesi lazım. Bunları düşünmüyor, öncelikle kendisinin ne olacağını düşünüyor. Bu çok yanlış.
Antikapitalist Müslüman Gençler konusuna gelirsek…
-Bu gençler öteden beri belirli konulara kafa yoran, bir arayışı olan gençlerdi. Ancak bu itirazlarını İslami muhitlerde yeterince dile getiremiyorlar. Dile getirseler bile dışlanıyorlardı. Çünkü İslami çevreler onların itiraz ettikleri şeylere itiraz etmiyor. Mesela en büyük itirazları Kapitalizm. Özellikle “kapitalizm Allah’ın düşmanıdır” vurgusu yapıyorlar. Çünkü Müslümanların çoğunlukla kapitalistleştiğini, kapitalizme kayıp gittiğini görüyorlar. Dini cemaatlerin bütün davasının, otuz yıllık mücadelenin sonunda kapitalizme abdest aldırmakla sonuçlandığını görüyorlar. Bugün baktığınızda milli görüş böyledir, AKP böyledir, cemaatler, nurcuların çoğu böyledir. Mısır’da İhvan-ı Müslümin böyledir, Pakistan’daki Cemaat-i İslami böyledir; Hamas ve Hizbullah dahi böyledir. Klavuzun gereği yok, yolun sonu belli. Böylece ne oluyor, kapitalizme İslam dünyasından bir alternatif yok. Bütün dini cemaatlerin mücadelesi, harçlıklardan arttırılarak yapılan bütün dini fedakârlıklar sonunda geliyor; buraya dayanıyor.
Şimdi burada yeni bir yol çiziliyor. Bu gençler hazırladıkları manifestoyla dini cemaatlere diyor ki; artık deniz bitti, kara göründü. Gidebileceğiniz bir yer yok. Bizi daha fazla kandıramazsınız. O zaman biz kendimize bu yolu çiziyoruz. Birinci mesele bu. Kapitalizme karşı çıkmak. Sizin ram olduğunuz, fit olduğunuz şeye karşı çıkıyoruz. Asıl karşı çıkışın buradan başlaması gerekiyor. Özellikle antikapitalist bir vurgu yaparak böyle bir manifesto yayınladılar. Benim de bu manifestoya katkım oldu. Ben de içeriğe bakıp görüşlerimi bildirdim ve bu manifesto yayınlandı. Bunun sonucunda da Kapitalizmle Mücadele Dernekleri’nin kurulması kararlaştırıldı. Bu bir kitlesel gençlik örgütü olacak.
Derneğin adının soğuk savaş döneminde ABD güdümünde kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni çağrıştırmasının özel bir anlamı var mı?
-Evet, bu biraz Komünizmle Mücadele Dernekleri’ni anımsatıyor ama tam tersi. Bir anlamda iade-i itibar ve redd-i miras var burada. Tarihi bir olaydır.
Bir bakıma Komünizmle mücadele derneklerinin yarattığı bir sonuç değil midir bugünkü itirazın kaynağı?
-Bunun tam tersi bir iradeyle buna karşı çıkılıyor burada. Komünizmle Mücadele Derneklerinin antitezi biçiminde. Burada önemli olan kapitalizmle mücadele derneklerinin dini çevrelerden gelen insanlar tarafından kuruluyor olmasıdır. Bu Türkiye’de bir ilktir. Aynı zamanda da bir milattır bana göre ve altının çizilmesi gerekir. Bunu sol kökenden gelen gençler yapmıyor, tam tersi komünizmle mücadele derneklerinden yetişenlerin çocukları, hatta torunları yapıyor. Bu, üzerinde çok tartışılacak bir durumdur. Manifestosuyla, Kapitalizmle Mücadele Dernekleri’yle Türkiye’nin birçok yerinde bir bilinç patlaması ve zihniyet devrimi yaşanacaktır. Kendi mecrasında akacak ve gün geçtikçe büyüyecektir. Bizden sonrakiler için kalıcı bir miras olacaktır.
Bu harekete yönelik özellikle soldan gelen “sınıf mücadelesine zarar vereceği” yönündeki eleştirilere ve “İslam özü itibariyle kapitalizme karşı bir tavır alamaz” yönündeki yorumlara neler söyleyeceksiniz?
-Bu çok yanlış bir görüş. Türkiye’deki sınıf mücadelesi tam da şimdi ‘antikapitalist Müslümanlar’ söylemiyle yerli yerine oturacak. Daha önce kablolar yanlış bağlanmıştı. Düşünün, acemi Bolşevik gidip işçiyle “Allah var mı yok mu?” tartışması yapıyor. Şimdi bunu solda da yapanlar oldu. Gariban insanlarla Allah var mı yok mu tartışmaları yapmak gereksizdir. Şimdi kablolar bu bakımdan yerli yerine oturacak. Biz ana babamızdan şunu gördük, asıl emek mücadelesinin oturduğu yer bana göre burasıdır. Benim annem babam, iki şeyi yerde görünce alıp öper ve yukarı kaldırırdı: Birincisi Kuran-ı Kerim, ikincisi de ekmek. Allah, ekmek, özgürlük… Şimdi bu kavramlar bir araya geliyor. Asıl mücadele şimdi başlıyor.
ALLAH KÂBE’DE DEĞİL, MÜLK İNKA’NINDIR DİYE BAĞIRANIN VİCDANINDA!
Başbakan Erdoğan, Sanırım 2009’daki dünya su forumu öncesinde “Allah’ın suyunu paraya çeviriyoruz” şeklinde bir söz söylemişti. Bunun ardından Türkiye’nin neredeyse bütün dereleri eşzamanlı olarak özel şirketlerin denetimine verildi. Yaşadıkları vadilerde sizin deyiminizle ‘Allah’a güvenerek’ ve bir bakıma bağımsız bir yaşam süren insanlar, bir sabah uyandıklarında karşılarında iş makinelerini gördüler. Birden yaşadıkları o cennet vadiler şirketlerin denetimine geçti, su kaynakları 49 yıllığına tahsis edildi. Allah’ın suyunu paraya çevirmek, bu dönemin fotoğrafını çeken bir kavram sayılabilir. Bu konuda siz neler düşünüyorsunuz merak ediyorum…
-“Allah’ın suyunu paraya çeviriyoruz” demek, güya kendiliğinde akıp giden ve işe yaramadığı söylenen suyu, üzerine baraj yaparak, HES yaparak paraya çeviriyoruz demek. Ama gerçekte bu böyle mi? Bu, Allah’ın suyunu birilerine peşkeş çekiyoruz demektir. Allah’ın suyu kendi halinde aktığı zaman zaten bütün milletin yararınadır. Yaşamın yararınadır. Eğer sen bütün milletin menfaatine, özelleştirmeden millet adına bir kamu faaliyeti yürüteceksen ve buradan millet faydalanacaksa o zaman tamam. Allah’ın nimetini eşit biçimde emek katarak kamuya dağıtıyorsun demektir. Ama sen böyle yapmıyorsun ki. Sen bunu özel şirketlere 49 yıllığına veriyorsun. Birçoğu da yabancı bu şirketlerin. O zaman Allah’ın suyu o şirketlerin malı olmuş oluyor. Şimdi bunu yaparak Allah’ın mülkünden çalmış oluyorsunuz. Allah’ın suyunu paraya çevirmek, çoğu da yabancı özel şirketlere 49 yıllığına vermek demek, “Allah’ın mülkünü yabancılara peşkeş çekiyorum” demektir. “Alın bunlarla daha da fazla zenginleşin” demektir. Bir defa bunu yapmaya hakkı yok. Sadece Allah’ın suyu değil, Allah’ın toprağı da böyledir. Madenleri de böyledir…
Peygamber, üç şey ortaktır diyor; hava, su ve toprak. Bunlar kamuya aittir, ortaktır. Bunlar alınıp satılamaz, kâr konusu yapılamaz. Burada sadece milletin menfaatine yönelik kamu faaliyeti yürütülebilir. Bu da suyu dağlardan şehre getirip halkın yararına akıtırsın. Bu bir kamu hizmetidir. Suyun bu bakımdan ücretsiz olması gerekir. En azında kamu maliyeti neyse bu giderleri karşılayacak cüzi bir tutar alınması gerekir. Kâr aracı olmaktan çıkması lazım. Doğal gaz yataklarının, kömür ocaklarının, toprağın bizatihi kendisinin mülkiyeti olamaz. Bana göre bütün tapular iptal edilmeli. Bir şeyi tapuluyorsun, “burası benim” diyorsun. Böyle bir şey olamaz. Sonra oğluna kalıyor, ondan torununa. İslam’ın ilk zamanlarında toprak mülkiyeti yoktu. Toprak Allah’ındır. Yeryüzü Allah’ındır. Toprak işleyenindir, su içenindir, hava soluyanındır.
Bunları dile getirenleri komünist olmakla suçluyorlar ama…
-Ne komünisti kardeşim. Peygamber bu üç şeyin ortak olduğunu söylüyor. Peygamberin sözü bu. Peygamberin sözüne komünist diyecekseniz o zaman peygamber de komünist deyin. Peygamberin zamanında böyleydi ama sonradan yağmaladılar. Dolayısıyla sen Allah’ın suyunu paraya çeviremezsin. Şimdi bu liberaller Müslümanları çok fena etkiledi. Bana göre bir insan Edirne’den girmeli, Kars’a kadar memleketinin geniş geniş yollarında göğsünü gere gere yürümeli ve hiç bir şekilde yolda önü kesilip ondan para alınmamalı. Şimdi sen Edirne’den Kars’a kadar gitsen en az on yerde senin yolunu kesip senden para alırlar. Varıncaya kadar meteliksiz kalırsın. Peki eskiden yol kesip de para alana ne diyorlardı? Eşkıya diyorlardı. Şu anda devlet yapıyor bunu. Bunların hepsi kamu hizmetidir. Sen zaten vergi topluyorsun. Nereye gidiyor bu vergiler? Şimdi gidin işadamlarına bir sorun. Analarını ağlatıyorlar vergilerle. Bunlar dış güçlerin de eliyle devlet denilen bir canavar yaratmışlar biz bu canavarı her sabah doyurmak zorundayız. Eğer bu canavarı doyurmazsan başına çöreklenir ve para para para… Bunların yabancı şirketlere gitmesinin sebebi ne?
İktidarın bakanlarının kibirli hallerinin de kamu vicdanında rahatsızlık yarattığına dair eleştirilere tanık oluyoruz. Örneğin bir bakan çıkıp barajın su tutulması töreninde “kapaklar kapana, sular tutula!” diyor. Bir diğeri “Çoruh nehri eskiden kendi istediği gibi akıyordu, bundan sonra bizim istediğimiz gibi akacak” diyebiliyor. Yaşama ve insanlığa karşı gösterilen bu kibri nasıl yorumluyorsunuz?
-Bu, bir Müslüman’a yakışan bir kibir değildir. Doğayla uyum içinde bir kamu faaliyeti ve devlet icraatı yürütülmesi gerekir. Şimdi bunların örnek aldığı liberal ekonomi ve bireysel mülkiyet, doğaya acı çektirerek ondan bir çıkar elde etme zihniyetini eleştirmemiz gerekiyor. Bunlar yanlış bir yeri örnek alıyorlar. Örnek aldıkları yerden küçük bir ayrıntı aktarayım; sanırım 2008 yılındaydı, Latin Amerika’daki yağmur ormanlarının özelleştirilmeye çalışılması sırasında yerli halk ayaklandı. Bir bakıma gökteki yağmur yere indiğinde bir yerde depolanıp yerel halka verilmeyecekti. Yerel halk bu suyu parayla alabilecekti. Ormanla birlikte o ormana yağan yağmuru da, bulutları da özelleştirdiler. Bunun üzerine yerli halk ayaklandı ve bu olaylar sırasında 25 kişi yaşamını yitirdi. Birçok yerliyi de hapse attılar. O günlerde haber bültenlerine de yansıyan gösterileri izlerken bir ayrıntıyı hiç unutmuyorum; yerliler “mülk İnka’nındır” diye bağırarak yürüyüş yapıyorlardı. İnka malum Kızılderili tanrısı. Yağmur ormanları İnka’nındır. Mülk İnka’nındır!
Amerikalı özel şirketlere verilemez diye bağırıyordu yerli halk. Şimdi aynı gün İslam coğrafyasında bir başka olay oldu: Mekke’de bulunan Kâbe’nin örtüsü değiştirildi. Kâbe’nin örtüsünün üzerinde 120 kilo altın vardır. Ve bu örtü her değiştirildiğinde o 120 kilo altın törene katılan devlet başkanlarına pay edilir. Sonra da yeniden üzerinde 120 kilo altın olan yeni bir örtü asılır Kâbe’ye. Şimdi Allah’ın evine 120 kilo altın asıyorsunuz, eski örtüdekileri de gelen devlet başkanlarına veriyorsunuz. Fukaraya da değil. Oysa kuran “altın biriktirmek ateştir” diyor. Kuran’ın en sevmediği şey altındır. Peygamber, kenz ayetleri yani Tövbe 34-35 inince “tebbet el kanizun, tebbet el fızza, tebbet ez-zeheb (Kahrolsun biriktiriciler, kahrolsun altın, kahrolsun gümüş) diye bağırmıştır. Öyle ki mescidin yaprakları titremiştir bağırmasından. Şimdi böyle bir peygamberin yurdunda, böyle bir surenin indiği Mekke’de Allah’ın evi olan Kâbe’de altın topluyorsun. Aynı gün de Kızılderili’lerin torunları “mülk İnka’nındır!” diye bağırıyor.
Bu ne anlama geliyor?
-Şimdi bu iki olayı karşılaştırdığımızda ben diyorum ki, ” Allah nerede?” Allah, Kâbe’de değil! Altının yığıldığı yerde Allah olmaz! Allah, o gün Peru’daki Kızılderili’nin vicdanında! Bütün yeryüzü Allah’ındır, bu ayrı. Ama altının, paranın yığıldığı yerde; devlet başkanlarının altın bölüştüğü yerde Allah olur mu? Öbür taraftan adam “mülk İnka’nındır” diye bağırıyor. Ben bunu söylediğim zaman muhafazakârlardan bir çok eleştiri aldım. Ben burada sembolik bir karşılaştırma yapıyorum. Söylediklerim tamamen semboliktir. Bir vicdan koyulması gerek ortaya, bir şey anlatmaya çalışıyorum. Şimdi sen kalkıp yağmur ormanlarını özelleştirenleri örnek alıyorsun. Kapaklar kapana, sular tutula diyorsun. Bunları da bir kamu menfaati olarak söylemiyorsun. Özel şirkete 49 yıllığına veriyorsun. Dünyada liberal kapitalist bir ekonomi hüküm sürdüğü için bunlar doğayı talan ediyorlar. Bizim muhafazakârlar da bunlara özeniyorlar. Bunların özenilecek bir tarafı yok. Bunların İslam kültüründe bulunan şeyler değil.
RTE’nin cevabı: In God we trust!
ukrayna holodomor araştırması ve yorumu ile ihsan eliaçık röportajının ardarda gelmesi, bu kültür coğrafyasında da ezberlerin bozulmasına ve kalıp düşüncelerden sıyrılma çabalamamıza bir örnektir herhalde. kendi adıma her iki arkadaşa ( karahasan ve çetin yazman) teşekkür ederim.
ancak hala ulus devletlerinin namusunu kurtarmaya girişen; bunun için gerek gördüklerinde sosyalizmden, kapitalizmden, milliyetçilik ve dinden referanslar almaya uğraşan birilerinin sitede dolaştığı da muhakkak.
onların fikri mücadelelerine de (kendi adıma)
eyvallah… ancak gerçekten fikir iseler, bilgi ve verilerle destekleniyor olmaları gerekir.
mesela o pek özendikleri “tam bağımsızlıkçı” sosyalist sscb nin ukraynada, ardından milli devletçi nazizmin polonyada katlettikleri “insanlar” /benim için canlı olma vasıfları yeterlidir ama ulusal-milliyetçiler ve ırkçılar için söylemek gerekirse) çoğu hazara karaim olan yahudi türklerdi. aynı dönemde dersimde kemalist milliyetçi devletin katlettiği alevi kürtler ve ermeniler gibi insandı yani.
Yalçın Küçük hoca, AKP ile TÜSİAD arasındaki tencere-kapak ilişkisini ele elmış ve geçerken dogmatik-marksistlere de dokundurmuş :
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/yalcin-kucuk-yazar/20186-koma-sutcu-imam-devri-devleti-soyanlar-spikerine-giydirenler-ve-am-i-a-marxist.html
Fasist kucuk ama mide bulandiran yalcin kucuk un yazisi tam da sizin duzeyinize uygun olmus, kemalist bascavus beygir yaveleri, size postayla bir cift postal yolluyorum bol bol yalayin.