Rusya-Türkiye/Putin-Erdoğan
Artıgerçek
Birbirine komşu olan Rusya ile Türkiye’nin siyasal ve sosyal tarihleri, XX. yüzyılın başından beri, neredeyse eşzamanlı olarak şaşırtıcı bir paralellik göstermektedir. Belki her iki ülkede hüküm süren bugünkü otoriter tek adam rejimlerinin benzerliği buradan da gelmektedir.
İKİ KADİM İMPARATORLUK
XX. yüzyılın başında bu iki ülke de kadim birer imparatorluktu ve monarşik rejimlerle yönetiliyordu: Rus İmparatorluğu (Çarlık) ve Osmanlı İmparatorluğu (Padişahlık). Her iki imparatorluk da yüzyıllar boyu periferilerinde orduları yoluyla yayılmacı bir siyaset izlemişlerdi. Batı’daki sömürgeci devletlerden ve imparatorluklardan farklı olarak, her ikisinin de yayılma alanlarının (yani imparatorluk sınırlarının) dışında uzak sömürgeleri yoktu.
Her iki imparatorluk da 1914 yılında başlayan I. Dünya Savaşı’na girmiş ve karşıt devlet ittifaklarında yer aldıkları halde ikisi de savaştan mağlup çıkmıştı.
Bu mağlubiyetler, her iki kadim imparatorluğun da çökmesine yol açmış, son Çar ve ailesi, iktidarı yeni alan Bolşevik rejim tarafından idam edilirken, son padişah ve ailesi Avrupa’ya kaçmıştı.
İKİ CUMHURİYET: BİRİ SOSYALİST, DİĞERİ LAİK
Savaştan sonra her iki ülkede de Cumhuriyet rejimleri ilan edildi: Rusya’daki yeni rejim, ülkeye Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) adını verdi (1917’de iktidara gelen Bolşevikler 1922’de SSCB’yi ilan etmişlerdi). SSCB, periferisindeki halkları yeni kurulan Kızıl Ordu’nun zoruyla, gerektiğinde işgalle (Gürcistan, Ukrayna vb), SSCB’nin sınırları içinde tutabildi. 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise, periferisinde hâkimiyeti altında tuttuğu ülkeleri, daha I. Dünya Savaşı’ndan önce, Balkan Savaşları vb. sırasında kaybetmişti. Anadolu’nun kadim Ermeni ve Rum halklarına etnik temizlik uygulayan Türkiye’nin toprakları, Anadolu ve Trakya ile sınırlanmıştı. Daha sonra, bir tek Hatay, 1939 yılında, Suriye’den koparılarak Türkiye topraklarına katıldı.
1921’de, Bolşeviklerle Çarlık yanlısı Beyaz Ordular arasındaki iç savaşın yeni iktidar lehine bitmesinden sonra Rusya, artık bir “sosyalist uluslar federasyonu”ydu. Ege’deki istilacı Yunan ordusuyla savaşan ve yenen Türkiye ise, 1923’ten itibaren, Kürtlere, Dersim gibi, Osmanlı zamanından beri özerk yaşayan bölgelerdeki halklara ulusal baskı uygulayan, katliamlara girişen ve İslamiyeti devlet denetimi altına alan laik bir ulus-devlet olarak yoluna devam etti.
Her iki ülkedeki rejim de, 1920’lerle 1950’ler arasında, yaklaşık otuz yıl boyunca tek adam rejimleri olarak var oldu (SSCB’de Lenin, sonra Stalin; TC’de Atatürk, sonra İnönü).
1939 yılında II. Dünya Savaşı patlak verdi. SSCB’nin o zamanki başkanı Stalin, Hitler Almanya’sıyla, 1939 yılında, Hitler’in savaş çıkartmak için elini serbest bırakan bir “Saldırmazlık Paktı” yapmasına rağmen, SSCB 1941 yılında Almanya’nın saldırısına uğradı ve ağır kayıplara yol açan bir savaş vermek zorunda kaldı. TC ise, o zamanki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün “denge siyaseti” sonucunda II. Dünya Savaşı’nın dışında kalabildi.
Savaşın bitiminde SSCB Hükümeti, Kırımlıları ve Orta Asya’daki Türkî halkları, bedava emek gücü olarak kullanmak üzere en kuzeydeki Gulag “çalışma” kamplarına sürdü. Bunun minyatür bir uygulamasını da TC’nin tek parti yönetimi, “varlık vergisi” bahanesiyle, Rum, Ermeni ve Yahudi azınlık mensuplarını Aşkale “çalışma” kamplarına sürerek yaptı.
İKİ ÜLKEDE DE TEK ADAM YÖNETİMLERİNİN SONU
Savaştan sonra, her iki ülkede de, 1950’lerde ve 1960’lara uzanan bir süreçte tek adam yönetimleri sona erdi. Kruşçev, 1956 yılında SSCB’de “kolektif yönetim”i ilan etti. Türkiye’de ise, 1950’de Demokrat Parti’nin seçimi kazanmasıyla tek adam yönetimi sona erdi. 27 Mayıs 1960 darbesiyle, “parlamentolu tek parti yönetimi” de son buldu.
Savaştan sonra, SSCB’nin başını çektiği “sosyalist blok”ta yer alan “sosyalist ülkeler”deki huzursuzluklar, 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslovakya işgallerinde olduğu gibi, Kızıl Ordu’nun zoruyla bastırılmaya çalışıldı. Türkiye’nin ise, SSCB’den farklı olarak, periferisinde yer alan “uydu ülkeler” yoktu. Bu yüzden, bu konuda başı fazla ağrımadı.
İKİ ÜLKEDE DE REJİMLERİN KRİZİ
Her iki ülkenin rejimi de 1970-80 döneminde belirgin bir krize girdi. Brejnev’in başında bulunduğu SSCB, bu krizi, muhalifleri “ruh hastalıkları kliniklerine” kapatan ve topluma karşı tamamen sağır, “durgunluk dönemi” denen tek parti yönetimiyle atlatmaya çalıştı ama Rus toplumu bu tür kalıpları zorlamaktaydı. TC ise, 1960’tan itibaren seçimlere dayanan çok partili bir rejimdi. Rejim, bir yandan TC’nin laik anayasasının baskı altında tuttuğu dinci akımlar, bir yandan da Kürtlerin ulus-devleti reddeden gerilla mücadelesi tarafından tehdit ediliyordu. Batıp çıkan partilerin yer aldığı parlamenter sistem krize çare üretemiyordu. TC rejiminin krize tek cevabı, ordunun muhtıra, darbe ve dayatmaları oldu ama bu da TC rejiminin burçlarını döven dalgaları yatıştıramadı.
Her iki ülke de, toplumsal ve siyasal krizlerini yatıştırmak için, genetik kodlarında yazılı yayılmacılığı hatırlayarak yeni işgallere girişti. TC, 1974 yılında Kıbrıs’ı; SSCB, 1979 yılında Afganistan’ı işgal etti.
SSCB’NİN VE TC’NİN SONU
SSCB, krizden kurtulmak için, son çare olarak reforma başvurmaya karar verdi ve bu eğilimin temsilcisi Gorbaçov 1985’te Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin ( SBKP) başkanı oldu. SBKP başkanlığı, Sovyet sisteminde, SSCB’nin de başkanı olmak anlamına geliyordu. SSCB, Gorbaçov önderliğinde son bir özgürlükçü hamleyle krizden çıkmaya çalıştı, ancak baskıcı rejimlerde özgürlük yolunda atılan adımlar genellikle bu tür rejimlerin tümüyle sona ermesine yol açtığından SSCB, 1991 yılında, KGB ve bazı Kızıl Ordu generallerinin başarısız son bir darbe girişiminin ardından “barışçı” denebilecek bir şekilde çöktü. 21 Aralık 1991’de Rusya Federasyonu resmen kuruldu.
TC’de ise ordu, rejimin temelinde bulunan laiklik ilkelerini dinci Erbakan Hükümeti’ne karşı korumak adına, 28 Şubat 1997’de, “28 Şubat kararları” denen adı konmayan bir darbe yaptı. Erbakan hükümeti dağıldı, fakat aslında toplumsal süreç, laik TC devletinin sonunu gösteriyordu. Nitekim, 2002’de seçimle iktidara gelen, Erbakan akımından çıkma dinci AKP’nin tek başına iktidara gelmesi, laik TC’nin sonu olarak görülebilir.
SSCB 1991’de; TC 2002’de son buldu.
İKİ ÜLKEDE DE OTORİTER TEK ADAM REJİMLERİ
Her iki ülkede de, 1920’lerde kurulan “sosyalist” ve “laik” devlet rejimlerinin çökmesinin ardından, iki otoriter lider yükselişe geçti. Eski KGB görevlisi Putin 1999’da Rusya Federasyonu’nun başkanı oldu ve tek adam yönetimine dayanan otoriter bir devlet rejimi kurdu.
2002’deki seçimlerle dinci AKP’nin iktidarı almasıyla başbakanlığa gelen eski İstanbul Belediye Başkanı Erdoğan, kendi otoriter tek adam rejimini, yirmi yıl içinde, birçok anayasa oylamasının ve seçimin yardımıyla adım adım inşa etti.
HER İKİ ÜLKENİN PERİFERİLERİNDEKİ ÜLKELERİ BAŞARISIZ İŞGAL GİRİŞİMLERİ
Her iki ülkenin tek adam rejimleri de, tarihlerindeki geleneksel yayılmacılıklarına uygun olarak, periferilerine yeni işgal girişimlerinde bulundular. Erdoğan’ın 2012’deki Suriye’yi işgal girişimi başarısız olunca Türkiye ile Suriye arasındaki; keza Putin’in, Kırım’ı ilhakından sonra, 2022’de Ukrayna’yı işgal girişimi başarısız olunca, Rusya ile Ukrayna arasındaki uzayan savaşlar bugün de devam etmektedir.
BUGÜN ve YARIN…
Bugün her iki ülkede de, şaibeli seçimlere ve parlamentolara dayanan otokratik tek adam rejimleri söz konusudur. Bu ülkelerde, başkanlık ya da parlamento seçimlerine katılan muhalefet partilerinin gerçek rakibi, tek adamların (Putin’in ve Erdoğan’ın) dayandığı partilerden çok, otokratik devlet rejimleridir. Bu rejimler yenilip tek adam diktatörlüklerine son verilmedikçe Putin’in ve Erdoğan’ın saltanatlarına son vermek mümkün gözükmemektedir.
Putin’in ve Erdoğan’ın birbirlerini bu kadar tutmalarının en önemli sebebi belki de, rejimlerinin benzerliğinin ötesinde, geleceğe ilişkin kader ortaklığıdır.
Durum böyle olmakla birlikte, Rusya ile Türkiye arasında çok önemli, hatta belirleyici bir farklılıktan söz etmemiz gerekir.
Putin’in tek adam otokrasisi, Rusya’da yaklaşık 70 yıl (1917-1991) sürmüş tek parti diktatörlüğünün üzerinde yükseliyor. Bu, Putin’in en büyük avantajıdır.
Erdoğan’ın tek adam otokrasisi ise, Türkiye’de yaklaşık 50 yıl (1950/60-2002) sürmüş seküler çok partili rejimin üzerinde yükseliyor. Bu da Erdoğan’ın en büyük dezavantajıdır.
Gün Zileli
11 Haziran 2023
Gün abi, her iki ülkenin devrim ve karşı devrim noktalarını müthiş yakalamışsın. Putin’in dayanak noktasının, bizimkinden daha güçlü ve enerjik oluşunu da. Kitlelerin ve Kuşakların Sürüklenişi romanını sen mi yazarsın, ben mi yazayım? İzin var mı?
sen yazarsan çok sevinirim.
“Ümit, ümitsizler için varlık kazandı.”
(Çok beğendiğim) Marksist Walter Benjamin
Ukrayna Zelenski/ Rusya Navalni. Türkiye’ye Zelenski/Navalni gibi YENİ ve DAHA ÇAĞDAŞ BİR DEVRİME liderlik edecek kerizmatik yiğitler lazım.
Tabii Ukrayna ve Rusya’da erkeklerin yiğit olması yiğitliğin sadece erkekliğe mahsus olduğu demek değil. Kadın da yiğit olabilir: Birleşik Krallar Kraliçesi Elizabeth/ Thatcher/ Merkel/ wonder Leyen vb.
Yeniliklere ayak uydurmak şart. Yeşillik-ekoloji, canlı cansız her türlü varlık hakları, sürdürebilir ekonomi, yeni yiyecek/yakacak doğal kaynaklar arama/bulma, yeni gezegen arama/bulma ve oralara taşınma vs. Yapay Zeka gibi ambarı daha geniş ve büyük zeka kaynakları kullanmak, genetik mühendisliğiyle daha uslu, daha sağlıklı, daha büyük beyinli, daha güzel/yakışıklı insanlar üretmek, vs. Kısacası artık insan becerisine sınır yok.
Zaten bu yenilikler her zaman, saklı veya potansiyel de olsa, Marksist-anarşist devrimcilerin İLERLEME mantığında vardı. Hem ve üstelik şimdi bilim adam ve kadınları da zamanın sonsuz olduğuna inanıyorlar, yani zaman bol!
Maalesef Türkiye Marksist ve anarşist devrimciler daha henüz üretimden tüketime geçildiğinden habersiz gibiler. Kapital’in bireyleri parça parça edip Kapital yasalarına göre yeniden yapılaştırdığını bilmez gibiler. Artık herkes tüm isteklerine kavuşabilir! Sınırlı/sonlu insan artık tufan öncesi kadar eski sayılır.