Kuşkusuz IŞİD Emperyal politikaların aracısı ya da yan ürünü olabilir. Yerel zorbaların ince iktidar hesaplarının piyonları, Sünni Halifelik rüyası ile yatıp, kalkanın kışkırtması; ABD’nin Irak işgaline tepkilerin birikmiş öfkesi ile uyandırılmış bir canavar olarak da açıklanabilir. Hiç bir şey olmayanı olduramaz. Ve IŞİD bu coğrafyaya aittir. Başka yerde “üremedi.” Doğum yeri Arabistan’dır! Milattan sonra… 800!
IŞİD’e bölgenin kültürel gelenekleri içinde ve tarihsel olarak bakıldığında hiç bir eylemi, düşüncesi şaşırtıcı değildir. Hangi amaçlara hizmet ediyor olduğu ayrı bir yazı konusu; Ama IŞİD’in kendisi “son tahlilde” son 40 yılın nüfus patlaması ile çoğalmış çocukların, İslamcı gelenekler içinde hapsedilmiş karakterin, gerçeklik algısını yitirten dinci toplumsal hayatın ruhu ile beslenmiş, umutsuz, yoksul, ezik gençlerin harekete geçmesidir. Yaşamları kutsal ve anlamlı olmayacaktır; ölüleri olsun kutsal sayılsın istiyorlar!
*
“Bir toplum birey üretemiyorsa ego üretir.” Birey yapamayan toplumlar, hasta egolu erkeklerin dünyasıdır. Egosu şişmiş birey ya da toplum bunalımına çözüm bulamazsa cinnet geçirir. Ve böyleleri evlatlarını, en yakınlarını kolayca katleder!
IŞİD bir dinsel inancın cinnet halidir. Ekonomik-toplumsal-siyasal koşulların “çelik yasalarınca” belirlenmiş toplumsal hayatların diyalektiğini çözememiş arkaik akıl ile ebedî yenilgiyi inkâr eden umutsuz bir “idealizmin” buluştuğu tarihî zamanlardır. IŞİD “Büyük Cinnetin” ilk perdesidir! Bu olgu, Müslüman toplumlarda, önümüzdeki 50-100 yıl boyunca bir sıtma hastalığı gibi benzer “ateşli krizlerle” yinelenecek görünüyor.
IŞİD, üç perdelik oyunun sonuncusudur. 800-1800 yılları arasındaki egemen İslâm İmparatorlukları ilk perdedir. 1800-2000 yıları arasında sömürgeleşme dönemi 2. perde. 1200 yıllık hesaplaşma bu; 3. perdede gerçekleşecek! IŞİD, son perdenin açılışıdır!
19. yy’dan başlayarak süregelen, ister Modernitenin bencil acımasızlığı, ister yerel zorbaların “statükocu” ve işbirlikçi siyaseti daha çok suçlu bulunsun, bugün anti-Emperyalist İslamcılık, özünde Emperyal geçmişine hayıflananların isyanıdır. Hırsının ve nefretin büyüklüğü bu geçmiştir. Bu geçmiş ile yaşadığı dünya arasındaki karanlık uçurumdan düşerken çıkarılan çığlıktır IŞİD.
Yaşadığı memleketinde bir duygu olarak, göçmen yaşadığı Batı diyarlarında kendini maddi-manevi değersizleştiren egemen Modernite kültürüne karşı nefretin hayata geçmiş halidir IŞİD. Eğitimsiz, donanımsız ama şişmiş erkek egosu ile kendini değersiz bulan egemen dünyayı değersizleştirme girişimidir IŞİD; Egosunu-kendini değersiz gören bu dünyayı, “öte dünya” ile değişme arzusu ile çırpınır;
“Viva la Muerte!”
“Cehennemin” bu dünyada şimdiden “kurulması”, O’nun “Cennete” giden yolunu kısaltacaktır! Bu dünyayı “cennet” yapabilmeye dair kişisel, toplumsal ve siyasal en küçük inanç ve ümit taşımayanlar için, böylesi bir umudu olanların da “katl-i Vaciptir!”
Yaşayarak hiç bir şeyi değiştiremeyeceğini anlayan umutsuz, kimsesiz, işsiz, umutsuz genç İslamcılar, öldürerek ve ölerek bir şeyleri değiştirebileceğini umuyor.
IŞİD,1000 yıllık İslamcı egonun, son 200 yıldır yaşadığı “yenilgiler ve sefalete” karşı duyduğu birikmiş çılgın öfkenin, hiç bir doğum kontrolü uygulamayarak, Modernite’nin sağlık bilimi ve araçlarıyla nüfusunu 30 yılda ikiye katlayan toplumların umutsuz gençliğinin, nefretini ikiye katlamış halidir!
IŞİD önce kendi toplumunu, insanlarını cezalandırıyor. Yalnızca Sadistik değil, Mazoşistik bir örgütlenmedir. IŞİD, din dışı değildir; ta kendisidir. O, her totaliter ve acımasız dinin içinde uyuyan “vahşetin” harekete geçmiş halidir; Hıristiyan papazların Güney Amerika’da yaptıkları din dışı mıydı? “Onlar geldiğinde topraklarımız vardı, kitabımız yoktu. Şimdi kitabımız var, toprağımız yok!” denilmişti. IŞİD’in dünyasında yaşayanlar anlayacak; “dinimiz var, hayatımız yok!”
*
IŞİD umutsuz İslamcı gençliğin has bencilliğidir. “Ben acı çekiyor, mahvoluyorum! Herkes mahvolsun!” Küçük burjuva bencilliğin varsıllara, neşeli gençlere karşı uyanmış kıskançlığın utanç dolu ezikliğini karşılayan bir ideoloji, içi dünyaya karşı nefretle doldurulmuş, bu nefretle boğulmamak için kendine bulduğu bir Din’dir. “Ben kaybettim; umudum yok bu dünyadan! Bu dünyadan ümidi olanlar da ölüme layıktır!” Yüreğinde “cehennem nefreti” birikmişlerin ortak neşesidir IŞİD!
Her şeyi bu dünyada halletmek isteyen; öte dünyanın adaletinden derin kuşku duyan, Modernite canavarlığına karşı, canavarlığı aynen taklide kalkışan acz’dir IŞİD. Bu güruhun askerleri, doğmasından sorumlu olduğu çocuğunun “kaderini” umursamayan; insan hayatını tümüyle “kadere, Allah’a bırakan”, tembelliğini, bencilliğini inanç maskesi arkasında gizleyen “ataerkil-erkek egemen toplumun” evlatlarıdır. Salt kurban olarak egolarını değerli kılacaklarını biliyorlar; ne bin yıllık İslam İmparatorluklarının sürecinden ders almışlar; ne de sefaletlerinin en büyük sebebi, şeyhlerinin trilyon dolarlık petrol zenginliğinden pay istemişler! Yoksul dindaşlarını katletmek kolaylarına geliyor!
Hayata emek vermeyen tembelliğin kanlı sığınağıdır IŞİD; sızlayan, ağlayan, kendinden-kendi dünyasından başka herkesi, her şeyi suçlayan, yalnızca öldürdükleri cesetlerin başında yaşadığını kanıtlayan, kendi gözünde de değersiz kimliklerinin ancak “öte dünyaya” pasaport olduğu; hayatından daha değerli cesedini kucağında taşıyan gençlerin umududur IŞİD.
Bireysel sorumsuzlukların kaderi ne ise, toplumsal sorumsuzlukların kaderi de aynıdır. Yaşanılanlar ve IŞİD, son iki yüz yılı “pas geçmenin” sonucudur. İnsan aklı ve emeğini değersizleştiren bir arkaik felsefeye körü-körüne bağlanma ve bireysel-toplumsal sorumsuzluğa ait diyalektiğin “sıradan” tezahürüdür.
MODERNİTE MÜSLÜMAN TOPLUMLARDA, ÖLDÜRDÜKLERİNDEN ÇOK DAHA FAZLASINI YAŞATIYOR. MÜSLÜMAN ÜLKELERİN NÜFUSUNU PATLATIYOR!
Zavallı gençleri mahveden cümleleri milyonlarca kez yineliyorlar; “Öyleyse Müslüman toplumlar; “Evlenin, çoğalın; zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim.” hadis-i şerifine uygun hareket etmelidir.” Bu sözler yenidoğanların yarısının bile altıncı yaşı görmediği zamanlarda söylenmişti.
“1700’lerin ortasında, her yeni doğan 100 bebekten bir yılın sonunda sadece 75’i ve beş yılın sonunda 58’i hayatta kalabiliyordu.
1800’lerin ortasında bir yılın sonunda 84, beş yılın sonunda da 74 bebek sağ kalabilir oldu.
1980’lerin sonunda Avrupa’da her 100 bebekten 99’u beş yaşında hayattaydı.”
Son 60 yıldır Müslümanları çoğaltan bu “hadis” değildir! Bu çoğalmayı Müslüman toplumların kendi geleneği-kültürü-bilimi sağlamıyor. Batı’nın ilaçları, teknolojisi ve zihniyeti, yani Modernite sayesinde gerçekleşiyor nüfus patlaması! Modernite IŞİD’i de böylece üretiyor.
Batı’da 1700’lerin ortasında her yüz bebekten 58’i sağ kaldığına göre, İslam dünyasında 1950’lerde de yeni doğan bebeklerin belki yarısı 10 yaşını geçemiyordu. Sekiz çocuk doğuran kadın, örneğin dördünü kaybediyordu.
“1990’da Dünya Çocuk Zirvesi’nin çağrıcısı altı ülkeden biri olan Mısır, aynı yılın eylülünde BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni uygulamaya koydu. ..1992 ve 2008 arasında beş yaş altı ölüm oranı üçte iki azaldı ve bin çocuktan 85’i beş yaşına gelmeden yaşamını yitirirken bu sayı 28’e indi.”
1950’lerden sonra ölüm oranları hızla düştü. Ve bugün 8 çocuk doğuran Müslüman kadınlar belki bir çocuğunu kaybediyor!
Ve Müslüman dünyada son 30-40 yıl içinde nüfus patladı! Bir çoğu 20-30 yılda nüfusunu ikiye katladı. Aynı dönemde kalkınma ve üretim bu artan nüfusun çok gerisindeydi.
Yerel işbirlikçi, hain ve bencil zorbaların baş destekçisi de elbette Modernitenin temsilcileriydi! Bir yanı ile Modernite “yaşattığı” çocukların nefretinden yine de kurtulamıyor! Bu hakedilmiş bir nefret olsa da, nefretin nedenlerine ait cehalet IŞİD’le taçlanıyor!
ÖLÜMÜN KAÇINILMAZ OLDUĞUNU ANLAYAN BENCİL ZORBA, KATLİAM YAPAR…
Bin dört yüz yıllık geleneğini milyonlarca yılın sentezi, Biyolojik-Cinsel-insanî hayatın “geleneklerine” dayatmaya kalkışmış İslamcı Paradigma, Seküler Paradigmaya ebediyen yenilmiştir! Hırçınlığın, vahşetin, kadına karşı yoğunlaşmış şiddetin sebebi, bu gerçeklikle yüzleşebilecek tarihsel akıl, gelenek birikiminden yoksun oluşudur. Bu kuşak mahvolmadıkça daha iyi bir gelecek mümkün değildir!
Hayat değişir; düşünceler-inançlar çok sonra! Değişecekler.
Toplumlar üzerinde iktidarını kaybetmiş Dinsel Paradigma, elinden gelse yitirdiği Dünya’yı atom bombaları ile yok edebilir. “Benim olmayacaksa mahvolsun!” Bu zihniyetin bu “kemikleşmiş” hali nedeniyle, bu ağır yenilginin kabulü için daha zamana ve milyonlarca ölüye ihtiyaç olacak görünüyor! Ve elbette bu arkaik, egosal, bencil öfke her zaman kullanılmaya da açık olmuştur…
***
Neredeyse 200 yıldır insanlığın yararına hiç bir fikir, bilim, hiç bir teknoloji üretmeyen bir “zihniyet”, salt baskı, tehdit, cinayet ve terör ile ayakta kalabilir mi? Bu enlemlerde, Orta-Doğu’da yaşanılan bu karanlık yıllar, “aydınlanmanın”, şafak öncesine ait zamanı belki. Bu bir süreçtir ve 30-50 yıl sürebilir. 1400 yıllık bir dinin “can çekişmesi” için bu süre anlaşılabilir bir “vadedir.” (*)
____________________________________________________________
(*) Dinsel inanç, insanla yaşıt. Din, metafizik inançlar, güdüsel korkular içinde doğarken, bu sırada evrimsel akıl-bilinç kazanmış “çocuk”, o “korkan çocuk aklı” ile yaşadığı “çevre’ye” ait “bilgileri” aramaya başladı. Doğa-dünya ile uzlaşma, onu anlama, yatıştırma, ikna etme süreçleri içinde binlerce yıl bir başka olgu ortaya çıktı. Böylece Din, aynı zamanda bilimi, felsefeyi, sanatı yaratan aklî süreçleri de koşulladı. On binlerce yıl, Dinsel-inançsal bilgi-gelenekler, türün yaşaması, çoğalmasına hizmet etti. Ta ki, 17.-19. yy.’a dek.
Çok tanrılı dinlerle on binlerce yıl; tek tanrılı İbrahim’i dinlerle en az 3000 yıldır iç içe yaşayan insan zihninin bu önyargılardan kurtuluşu elbette kolay olmayacak, bu “çaba ve karşı çaba” çok zamana malolacaktır. Nasıl ki tutkulu, fırtınalı, olağan üstü mutlu zamanları yaşatan bir aşk biterken, insanı korkunç acılar içinde kıvrandırıyorsa, binlerce yıl “sevda” ile bağlandığımız Dinlerin hayatımızdan kaybolma süreci de aynı şekilde çok travmatik olacaktır. Bu “tutkulu” aşklarda nasıl ki intihar ya da cinayetler şaşırtıcı değilse, dinlerin reddinde de cinayetler, katliamlar kaçınılmazdır. Orta-Doğu’da olan, biten de budur!
Ortadoğu’daki savaş veya İslam ülkelerinin bugünkü durumu burada yazdığınız gibi çok aykırı veya garipsenecek bir durum değildir. Savaş, şiddet, toplumların ve canlı türlerinin yok olması ve yerlerine başkalarının geçmesi hayatta kalma mücadelesinin bir sonucudur. Dünyada yaşamın ortaya çıkışından insanlığın bugünkü evrimine dek sürmüştür ve sürecektir.
Günlük hayatta bunu düşünmüyoruz. Özellikle içinde yaşadığımız modern çağda. Modern kapitalist toplumun ideolojisi -buna modern toplumun dini de diyebiliriz- bu gerçeği unutturuyor.