Müdahil Olmak ve Dahil Olmak…
Bugünlerde ortalık davalara müdahil olanlardan geçilmiyor. BDP, geçmişte kendisinin de zarar gördüğünü ileri sürerek Andıç davasına müdahil başvurusu yapmış; CHP, MHP ve AKP Hükümeti de 12 Eylül’ün “mağduru” olarak Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya davasına müdahil olma kararı almış. Böylece belli başlı siyasal partilerin 12 Eylül darbesinin mağduru olduğunu otuz yıl sonra öğrenmiş olduk!
Müdahillerin topunu birden ruhsal açıdan ayıpladım, akıl olarak da küçümsedim. Açıklayayım.
Ruhsal olarak ayıpladım, çünkü, ne olursa olsun, yargılanan insanların karşısında bir anda yargılayan pozisyonuna geçme isteği hoş bir istek değil. İçinde, yeni iktidarların bileşenlerinden ve yeni zalimlerden biri olma arzusunu barındırır. Erdemden uzaktır. O yargıladığınız ya da yargılanmasına katıldığınız insanlar eski zalimler olsa da, yargılandıklarına göre mazluma dönüşmüşlerdir. Yargılanan karşısında yargılayan pozisyonuna geçmek ruhsal bakımdan hiç de zenginleştirici bir şey değildir. Yunanlı devrimci Panagulis, mahkeme önünde işkencecilerini bile teşhis etmeyi reddetmişti.
Peki, denecektir, geçmişte yapılanlardan hesap sorulmasın mı? Sorulsun elbette ama hesap sormanın yolu illa yaşını başını almış insanları mahkemelerde süründürmek ve hapse atmak mıdır?
Ben olsam, örneğin 12 Eylül’ün sorumlularını (yalnız iki ihtiyarı değil, bugün devlet ve hükümet makamlarında bulunanları da) 12 Eylül’ün gerçek mağdurlarının önüne (bugün kahraman kesilen çığırtkan ve şarlatanların değil) çıkarır ve onların sorularını halk önünde cevaplamalarını isterdim. Evet, bu da bir çeşit yargılamadır ama birincisi, manevi kınamanın ötesinde hapisle sonuçlanmayan başka tür bir yargılamadır; ikincisi ise, soru soran ve cevap veren aşağı yukarı eşit bir konumda olacaklarından kimse mazlum pozisyonunda olmayacak, maneviyatı sarsan durumlar ortaya çıkmayacaktır.
Önemli olan cezayla alçalmak değil (hem veren hem de verilen açısından bir alçalmadır bu); adalet ve erdemle yükselmektir.
İşin akıl yönüne gelince, durum daha da vahimdir. 12 Eylülcüleri yargıladıklarını sananlar, bu darbenin bir devlet işi olduğunu bilmiyormuş gibi davranıyorlar. Eğer bilselerdi, devletin yaptığı bu yargılamaya müdahil olmak istemezlerdi.
Devletler yaparlar ederler, insanları kırar geçirirler, ondan sonra geçmişte yapılanları bazı günah keçilerinin üstüne yıkıp işin içinden sıyrılırlar ve daha da kötüsü, geçmiş günahlarından “arınmış” olarak yeni suçlar işlemeye devam ederler. Savaş suçluları yargılanır ama o savaşa silah sağlayan silah fabrikatörleri ve tacirleri saygın insanlar olarak ortada dolanırlar.
BDP’lilere soruyorum. Kürtleri öldürmeye devam eden devletin açtığı Andıç yargılanmasına müdahil olmak bugünkü devlete dahil olmak anlamına gelmiyor mu? Müdahil olduğunuz yargılama hangi devletin yargı organlarınca yönetilmektedir? Andıç davasına müdahil oldunuz diyelim. Bu, bugünkü devletin kendini geçmiş suçlardan arınıyormuş gibi gösterme oyununa dahil olmak demek değil midir?
CHP’lilere soruyorum. Halk üzerinde baskı uygulayan, göstericilere boyalı su, biber gazı sıkan devletin “12 Eylülü yargılama” komedisine müdahil olmak, 12 Eylülcülerden hiç de farklı bir yönelim içinde olmayan bugünkü devletin imaj tazelemesine dahil olmak anlamına gelmiyor mu?
Bazıları şöyle diyebilir: Biz davaya müdahil olarak bu oyunları da açık etmek istiyoruz. Güzel, bu gerekçe makul olabilir. Böyle yapıp yapmayacaklarını eğer müdahil olma talepleri kabul edilirse görme olanağına sahip olacağız ama burada da bir sorun var.
Mesele kişilerde değil, kurumlardadır. Yani eğer bir yargılama yapılacaksa, öncelikle devlet ve onun kurumları, hapishaneleri, polisi, jandarması, ordusu yargılanmalıdır. Evet ama bu mümkün mü? Devlet kurumlarına dayanarak devlet kurumlarını yargılayamazsınız. 12 Eylül dolayısıyla yargılanan yaşlı emekli generaller tutuklu değiller ama yarın öbürsü gün mahkemeye zorla getirilmeleri istenirse ne olacak? Onları getirtmek için polis ve jandarma devreye sokulmayacak mı? Polis ve jandarma devletin, halihazırda halk düşmanı operasyonlarının en belli başlı aletleri değil mi? Ya Andıç davası? Bu davanın sanıkları, geçmişteki yetkileri ne olursa olsun, devletin baskı aygıtları aracılığıyla tutuklu bulunmuyorlar mı? Hapishanenin kapısında kim nöbet tutuyor? Onları mahkemeye tutuklu arabasıyla kim getiriyor? Müdahil olduğunuzda devletin bu baskı aparatlarıyla işbirliği yapar konuma düşmeyecek misiniz?
Var mısınız halkın, ezilenlerin, devleti, tüm devlet kurumlarını yargılamasına?
Aksi takdirde, bu tür müdahilliklerle devlete dahil olursunuz. Bu söylediklerim çok mu keskin, aynı zamanda çok mu teslimiyetçi geldi siz müdahillere?
Evet, devletin ve kurumlarının karşısında keskin, kim olursa olsun, yargılanan insanın karşısında teslimiyetçiyim.
Elini kurban kanına süren gazaba uğrar.
Gün Zileli
3 Nisan 2012
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com
Yeni Harman dergisinin Nisan sayısında yayımlanmıştır.
‘Hakaret nedeniyle kaldırılmıştır’ demek, yargılama yapmak demektir, bunu yapan kişinin bir mahkemeden farkı yoktur,bugün ‘hakaret’ gerekçesiyle sansür uygulayanlar yarın hapis veya başka cezaların hakim ve savcısı da olabilirler. Birazcık beyin taşıyan herkes bunu anlar, geri kalanı boş demagoji veya sözcük oyunudur
Özgürlük savunmasız değildir.
gördüğün gibi, eleştirilere dokunulmamaktadır ama saldırı ve küfür cevabını alır.
Madem ki “özgürlük savunmasiz degildir” diyorsun darbecilerin yargilanmasini da desteklemen gerek. Nasil bu sitede bazilari müdahil olup bazi kisilerin ulsaiminin engellenmesini istemislerse , davalara müdahil olmak da ayni seydir. Ama sen “özgürlük savunmasiz degildir” derken ,” ipin ucu bendeyse ôzgürlük savunmasiz degil” diyorsun, tipki Stalin gibi. Stalin de sosyalist özgürlük düzeni savunmasiz degildir, demekteydi.Senin mantiginla Stalin mantigi arasinda zerre kadar fark yok.
Bu sitede herkesin söz özgürlüğü güvence altındadır. Ancak özgürlüğü ortadan kaldıran küfür ve hakarete izin verilmez. Hakaret ve küfür özgürlüğün ihlalidir ve izin verilmez. Stalin demogojilerini bir tarafa bırak bakalım.
Darbeye, cuntaya,komplolara, Kizil elma’ya izin var öyle mi?
Darbe nedir, darbeye tesebbüs nedir, cunta var mi yok mu? Mahkeme yargiliyor. Bir cümlenin küfür mü, hakaret mi oldugunu da sen yargiliyorsun. Düzenin mahkemelerine güvenmiyormussun. Güzel. Biz sana nasil güvenelim? Iste Stalin demagijisi dedigin sey bu.
yahu zileli fobisinden bi kurtulup yazının tamamını sindire sindire bi daha okuyun be kardeşim…
“elini kurban kanına süren gazaba uğrar.”…işte özün bütün nesnelliği burada, bence.
yoruma gerek kalmayacak açık hakaretler söz konusu. Ökkeş bey, “sizin gibi….lere böylesi lazım” dediğinde oylama mı yapalım, bu acaba hakaret midir diye?
Ipek Calislar TV Net’de geçen aksam kendisinin de sonradan ögrendigi (çünkü 12 Eylül’de siyasiler kogusunda yatan kocasi da Perinçek ve Zileli gibi darbeyi desteklemektelerdi) bir konuyu gündeme getirdi. 12 Eylül iskencehanelerine tecavüze ugrayip çocuk dogurmak zorunda kalan kadinlar… Bu çocuklar simdi 30’un üstünde. Zileli de o kadinlar gibi tecavüze ugrasaydi (ki o da içeri girseydi, onu da olsa olsa Calislar gibi beyzadeler kogusuna koyarlardi o kadar), bugünkü tutumunu alir miydi?
1 Mayıs davası başlar, Zileli kışkırtıcıktan yargılanırsa ben müdahil olurum.
devletin tüm kurumlarını yargılaya varmısınız derken kendini BDP den daha ilerde devletle ve kurumlarıyla mücadele eden BDP yi devletle uzlaşan gibi sunmaya çalışan ilahi zileli.ayıp yahu devletin efendilerin ve egemenlerin gazabına uğramamak için onların dilinden BDP yi eleştirip en ufak bir bedel ödeme riskini alamayıp en liberter en devrimci ayaklarının altında eski efendilere güzelleme yapmakmı devlet ve tüm aparatlarına karşı mücadele oluyor eleştirdiğin kürt siyasi hareketinin devlet-iktidar-sistemle mücadelesinin bedellerini hatırlarsan bu cümleleri kurarken insan biraz utanır.madem en devrimcisi sen oluyorsun bunca saldırı tutuklamalardan sonra bir adliye önüne gelebilip bende aynını yapıyorum diyebildinmi?iyisimi sen önceki makale gibi anarşizmin genel anlayışı kömün gibi konularda yazda egemen ideolojiden zehirlenmiş özgürleşememiş yazıları yazmaktan vaz geç
12 Eylül Mahkemesi Soytarılığı…
… Ve “hesap verme günü” geldi!
AKP’nin “üstün gayretleri”yle ve hükümet olarak “müdahil” olmasıyla 12 Eylül’den “hesap sorulmaya” başlandı! Yüzlerce, belki binlerce kişi davanın görüleceği adliyenin önünde toplaştı. Ellerinde pankartlar ve dillerinde sloganlarla 12 Eylül “mağdurları” ve “yakınları” adliye önünü doldurdular! Sloganların bittiği ve “canlı yayın”ların başladığı yerde “mağdurlar ve yakınları” “halaya durdular”!
Üstelik, “medya” söylemiyle, “Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya rahatsızlıkları nedeniyle mahkemeye gelmedi ama 105 yaşındaki Berfo Ana ambulansla Ankara’ya geldi”.
Bu havada ve bu ortamda, MHP’sinden CHP’sine, hükümetten “78’liler Vakfı”na kadar herkesin “müdahil” olduğu, ucundan bucağından kendine yontmaya çalıştığı ve sonuçta “bir”inin kazandığı, “diğerleri”nin sadece figüran rolü oynadıkları 12 Eylül mahkemesi başladıııı!
Ve yine, her zamanki gibi, Recep Tayyip Erdoğan söyleyeceğini söyledi:
‘’12 Eylül halk oylaması öncesinde ittifak halinde bize muhalefet edenler, bize hakaret edenler, bizi yalan söylemekle itham edenler, bugün bütün söylediklerini yuttular ve şu anda mahcup olacaklarına inanmıyorum, ama mahcup bir eda ile mahkeme kapısında sıraya girdiler’’
İşte bu kadar!
“Özel yetkili” savcılara verilen talimatla açılan “12 Eylül davası”yla “bir”ileri insanlarla düpedüz alay ediyor. “Bir”i istediği için “özel yetkili” savcılar dava açıyor, “özel yetkili” mahkeme davayı başlatıyor ve bunun adına da “demokrasi”, “hukuk” ve “hesap sorma” deniliyor.
Eğer ki, o “bir”i talimat vermeseydi, eğer ki, “özel yetkili” savcılar “yargının bağımsızlığı” adına bu talimata uymasalardı, “özel yetkili” mahkeme aynı gerekçeyle davayı reddetseydi ne olacaktı?
Bu 12 Eylül davası, ne hukuksaldır, ne de meşrudur. Sadece “bir”inin talimatıyla yapılan bir “şov”dan ibarettir.
Mahkeme kapısına yığılan, buldukları fırsatta “halaya duran” ve kendilerini “12 Eylül mağduru ve yakını” olarak tanıtanların böylesi bir “şov”un parçası olmaları hiç de kabul edilebilir değildir.
Tarih çarpıtılmıştır ve çarpıtılmaya devam edilmektedir.
12 Eylül askeri darbesi, emperyalizmin ve onun yerli işbirlikçilerinin, gelişen devrimci mücadeleyi engellemek ve yok etmek amacıyla siyasal yönetimi askerileştirmesinden başka bir şey değildir. Ve devrimciler, emperyalizme ve oligarşiye karşı iktidar mücadelesi yürüten devrimciler, asla 12 Eylül askeri darbesinin “mağduru” olmamışlardır. Devrimcileri, devrim mücadelesinde yaşamını yitiren ya da yitirmeyen devrimcileri, hiç kimse, kendileri bile “mağdur” gibi gösteremez.
12 Eylül mahkemesi başlıyor diye adliye kapısına yığılan ya da yığdırılan insanların, devrimcilerin, devrimci oldukları, devrim istedikleri ve devrim yapmak için yola çıktıkları için “haksızlığa uğramış” (mağdur) insanlar olmadıklarını bilmeleri gerekirdi.
Devrimcilerin “12 Eylül’le hesaplaşmak” diye bir sorunları yoktur. Devrimcilerin sorunu, sadece ve sadece devrim yapmaktır. Devrim mücadelesinde karşılarına çıkan güçlüklerin, baskıların, işkencelerin karşı-devrimci terörün ürünü olduğunu bilirler.
Ve devrimciler, “görülecek hesapları”nı başkalarının üzerinden görmezler. Hele ki, her yanıyla ve her yönüyle karşı-devrimci bir siyasal iktidar “aracılığıyla” bunu yapmaya kalkışmazlar. Böyle bir şeyin mevcut iktidarın soldan meşrulaştırılmasından başka bir anlamı olmadığını bilirler.
Eğer devrimci olduğunu söyleyenler “bir şeylere” maruz kalmışlarsa, sadece ve sadece devrimci oldukları içindir. Bunu çarpıtmaya, başka türlü göstermeye kalkışılmamalıdır. Bugün belki devrimci mücadelenin “esamesi” bile okunmayabilir. Belki bugün devrim yapmaktan söz edenler bir elin parmakları kadar azdırlar. Ama tarih, eğer bizim bildiğimiz tarih, sınıf mücadelelerinin tarihi doğruysa, bugünler de geride kalacaktır. İşte o gün geldiğinde gerçek ve kalıcı tarihsel hesaplaşma yapılacaktır.
Bu nedenle, 105 yaşındaki Berfo Ana’yı ambulansla mahkeme kapısına getirenler, hiç çekincesiz soytarılık yapmaktadırlar. Mahkeme önünde toplanan, “halaya duran” insanlar, gençler, AKP iktidarının demagojik söyleminin figüranı yapılmışlardır.
İlerici, demokrat, yurtsever ve belki de “solcu” herkesin yapması gereken tek şey, bu “şov mahkeme”yi tanımamak, boykot etmektir. İnsanları, ilk başta Berfo Ana’yı bu “şov”a alet edenlerin yüzlerine tükürmek belki de bunun ilk adımı olacaktır.
Elbette bu soytarılığı tezgahlayanlar, bu tezgah için televizyon televizyon dolaşanlar günü geldiğinde hesap vereceklerdir.
Bunu bir yere yazın!
Soytarılığın Soytarılığı
Artık soytarılık da “bedava” değil. Her devrin soytarısı olduğu gibi, AKP devrinin de soytarıları var. Bunlara “medya”da köşe kapmış pek çokları dahil. Şimdi Ankara Adliyesi’nin önündeki 12 Eylül “mahkemesi” soytarılığının soytarılığını yapıyorlar.
Aşağıdaki sözler, böyle bir soytarılığın soytarısının yazısından alınmıştır:
“Ankara Adliyesi’nin önü, panayır yeri. Herkes orada; sağcısı, solcusu, referandumda 12 Eylülcülerin yargılanmasına ‘Hayır’ oyu verenler bile.
Maktul yakınları ile mağdur siyasi kurumlar da davaya müdahil. Birçok kişi, bugünleri de gördüğü için zil takıp oynayacak neredeyse.
Ama sinemacılardan, müzik sanatçılarından, karikatüristlerden çıt yok…
Hadi, Orhan Gencebay gibi siyasete mesafeli duranların sessizliğini anlayalım. Sevinç çığlıklarını duyurmak istemeyebilirler. Ama ya siyasi duruş sahibi sanatçılarımız, onlara ne demeli?
Sanatları kadar, sağ ya da sol ideolojik görüşleriyle de iftihar edenler nerede? Neden adliye bahçesinde onları da göremiyoruz?
Yılmaz Güney’le sansür kurulunu nasıl atlattıklarını, kaçakçı hikâyelerini aratmayan bir macerayla ‘Yol’ filminin negatiflerini yurtdışına nasıl kaçırdıklarını ballandıra ballandıra anlatan Tarık Akan nerede mesela?
Tarık Akan, Şerif Gören, Fatma Girik, Orhan Gencebay, Edip Akbayram, Selda Bağcan, Gani Müjde bir çırpıda akla gelenler. Daha pek çok isim sayılabilir.
Sanatçı duyarlılığını sergilemek için iyi bir fırsattı bu dava. Yeni kuşakları da cesaretlendirecek bir tavır takınabilirlerdi.
12 Eylülcülerden hesap soruluyor olmasından mutlu mu değiller, yoksa mutluluklarını bilemediğimiz bir nedenle gizlemeyi mi tercih ediyorlar?” (Aktif Beki, Radikal, 5 Nisan 2012.)
12 Eylül “Mağduru” Süleyman Demirel de Konuştu!
“Bu bir ihtilal mahkemesidir; yani 1980’de yapılmış olan ihtilalin, karşı mahkemesidir. Aradan 32 sene geçtikten sonra bu işin sorumluları ‘Neden yaptınız, kanunları neden çiğnediniz’ diye, mağdurları da ‘Alacağınız varsa, alın’ diye mahkemeye çağırılmaktadır. Böyle bir şey ilk defa görülmektedir….
Şimdi 32 yıl aradan sonra şartlar değişti, referandum yapıldı, yargılama oluyor. 2010 referandumu, 1982’yi ortadan kaldırmaz. Benim elimden milletin verdiği yetkiyi almışlar. Peki, yüzde 92’yi yok mu sayacağız? Peki, sayfalarda onlara o kadar destek verenleri yok mu sayacağız?
Bu vaziyette ben düşündüm ki ‘Verin hakkımı’ diye kimden isteyeceğim? Evren Paşa ile Tahsin Paşa’dan mı? Bu adamları yargılarken, yargılama imkânı olmayanlar, bu işin başka gerçek müsebbipleri ne olacak? Ben o yüzden bunu bir hukuk mahkemesi değil, bir ihtilal mahkemesi olarak görüyorum. Esas olan adil yargıdır. Bugün Türkiye’de barışı tesis etmek istiyorsanız, adil yargıyı sağlayın. Bakın bugün Türkiye’de el atılması gereken haksızlıklar, davalar var, onlara el atın, atabiliyorsanız. Barıştırın Türkiye’yi…” (Murat Yetkin, Radikal, 5 Nisan 2012.)
http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc126_6.html
hakaret nedeniyle kaldırıldı.
Sayın Zileli’nin yazısı, adalet arayanların “vicdanlı” olmalarının yanında aynı zamanda “cesur” olmaları gerektiğini çok güzel anlatıyor. Bu yazı vesilesi ile Zileli’ye saldırmak için bahane aradığı anlaşılan kişilerin, adalet duygularını ve siyasi mücadele yöntemlerini geliştirmek istiyorlarsa; bütün önyargılarını bir tarafa bırakarak yazıyı bir kere daha okumalarını öneririm. Bu duygular ve tespitler, 70 yıla yaklaşan “hayat bilgisi”nin ve 40 yılı aşan “hukuk” birikiminin özetidir. Ne var ki, şu söz, burada da geçerli görünüyor: “Gençler bilse, yaşlılar yapabilse…” bazı sorunları çözmek, kolaylaşacak…
Sırf Zileli yazdı diye doğruyu inkar etmek objektif bir davranış olamaz. Hele ki hakarete izin vermiyor diye adamı “stalin’e” benzetmek bu şekilde suçlamak son zamanların tabiri ile orantısız güç kullanmaktan başka bir şey değil bence.
Gün Abi bence senin değerlendirmende gözden kaçırdığın konuda şu; insanlar yaşam koşullarından ve günlük baskı, sindirme ortamından o kadar bunalmış vaziyetteler ki böyle şekli de olsa yargılamalara taraf olmak, mağduriyetin doğurduğu ağır öfkeyi veya öfke nöbetlerini cuntacılar veya diğerlerine yönlendirip psikolojik olarak biraz rahatlamak istiyorlar. Yada en azından ruhen bir şeyler yaptıklarını hissetme ihtiyacı duyuyorlar. Maalesef ki Devrimciler veya bu iddiada olanlar günlük yaşamdan veya güncel gerçek gündemden bu kadar kopuk olup pratik hayatta karşılık bulamayınca, ancak iktidarın toplumun gazını almak amaçlı ve yeni baskılara zemin hazırlamak amaçlı yaptığı şovlarda taraf olmak zorunda kalıyorlar.
Tüm bunlara bir ihtirazı kayıt koymam gerekirse Kenan Evreni, cuntanın başını istemeden de olsa masumlaştıracak ihtiyar vb. kelimelerle tanımlamak doğru olmadığı gibi mamak vd. yerleri görmüş insanlarında şekli bile olsa hesap soruluyor fikriyle deşarj olması bana bu pozisyondaki insanlar için çok samimi geliyor. Aynı şekilde seninde 12 eylül zulmünü yaşamış biri olarak bu konuda yaptığın tüm yorumları çok samimi bulduğum gibi.
çagri bey, Gün Zileli koca 12 Eylül dönemini evde kitap okuyarak geçirmis biridir, hani Erzurum’da milli bayramda vali konusma yaparken, iyice hamaset yapmak için oradaki sözde muharip gazi dedelerden birini çagir mis demis ki:
-Evet, sayin vatandaslarim, iste o günleri yasamis bir dede, söyle dedecigim düsmanla nasil çarpistiniz?
Dede demis ki:
-Ne deyim gurban, Rus geldi dediler girdik tandira, Rus gitti dediler çiktik tandirdan.
Iste, Zileli de o hesap , “12 Eylül geldi” denilmis, Zileli girmis tandira, “12 Eylül bitti” demisler Zileli çikmis tandirdan.
Ne Müdahil ne Dahilisiz geçmişizi unutalım tüm tüm yaşamızı güzelleştircek çeşitlilik verecek tüm fikirlere açık olalım. Sagcısıyla solcusuyla dindarıyla Devletiyle bu dünyada hak verildigi sürüce ortak yaşayalım.Devletler ve devlete şuan sahip olan oteriteler insanlara kendi istedgi yaşam şeklini vermelidir.yoksa DEVLETLER EDEBİYEN YOK OLMAYA MAHKUM KALIRLAR DEVLETLER sahip oldukları bu oteriteyi tarihte mutlaka kaybedecek Kaybedilmeyez sagcımısız solcumuz dindarımız kürtümüz çerkezimiz v.s Elini taşın altına koyup insanların istedigi yaşam şeklini vermelisin ki DEvletler kutsallıgını yitirmesin İÇİMİZDEKİ TÜM GÜZEL FİKİRLERİN VE ÇEŞİTLİLİGİN BİTMEDİGİ BİR DÜNYA Bİ ANARŞİ DİLİYOM
Darbe Soruşturmaları ve Devrimci Tutum
Levent Toprak
Bir süredir yürütülmekte olan soruşturmanın davaya dönüşmesi ve darbeci generallerden Kenan Evren ile Tahsin Şahinkaya’nın sanık sandalyesine oturtulmasıyla, 12 Eylül faşist darbesine dönük mahkeme süreci başlamış oldu. Konuyla ilgili tartışmalar tüm hızıyla sürerken, çok geçmeden, 1997’deki 28 Şubat darbesine dönük soruşturma süreci ve bu çerçevede sansasyonel tutuklama dalgaları yaşanmaya başladı. 28 Şubat’ın “astığı astık, kestiği kestik” generali Çevik Bir başta gelmek üzere dönemin önde gelen kimi generalleri bir bir tutuklanmaya başladı. Böylece, bir yandan olayın sansasyonelliği ve tazeliği, bir yandan da hükümet kanadının bilinçli vurgusuyla, hesaplaşma tartışmaları neredeyse tümüyle 28 Şubat’a kaydı.
12 Eylül yargılamaları vesilesiyle siyasi yelpazenin değişik unsurlarının içinde bulundukları durum ve sergiledikleri ibretlik tutumlar, 28 Şubat yargılamalarıyla daha da çeşitlenip katmerlendi. AKP, CHP ve MHP başta gelmek üzere burjuva siyasi partilerden tutun, sermaye örgütlerine, gazetecilere, bürokratlara, dini çevrelere, sendikalara, sosyalist hareketin bazı kesimlerine kadar nice kesim bu ibretlik durumlarını ortaya koymuşlardır.
Geniş emekçi yığınların bilincini bulandırıcı sayısız aldatmacanın kol gezdiği böylesi bir siyasal atmosferde işçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından bu konuda devrimci Marksist bakış açısını tekrar tekrar öne sürmek ve pekiştirmek önem taşıyor. Bu ise dikkatli bir yaklaşım ortaya koymayı, her adımda sapla samanı birbirinden ayırt etmeyi gerektiriyor.
28 Şubat yargılamalarından başlamak gerekirse, daha baştan bir noktayı vurgulamalıyız. 28 Şubat’ın tartışılması ve sorumlularının yargılanması hiç şüphesiz devrimci işçi sınıfının talepleri arasındadır. Ancak, diğer hususlar bir yana, bunun 12 Eylül’ü unutturma ve gölgeleme işlevine koşulmasına da izin vermemek gereklidir. Yani, bırakalım 12 Eylül yargılamalarının mevcut haliyle sürmesini, daha da genişletilmesi için zorlamak ve bu uğurda geniş bir seferberlik oluşturmak gerekliyken, bir de gargaraya getirilmesine göz yumulamaz.
AKP’nin 12 Eylül darbesi ve faşizmi ile hesaplaşmak gibi bir derdi olmadığı açıktır. O demokratik makyajını tazelemek için, dostlar alışverişte görsün misali iki bunak generalle sınırlı göstermelik bir yargılamayla işi savuşturma yanlısı. Daha önemlisi, bu sınırlı yargılama sürecini bir basamak olarak kullanarak, kendisi açısından asıl hedef olan 28 Şubat ve sonrasına ilerlemek istiyor. Böylece demokratik makyaj devam ettirilmiş olacağı gibi, tabanın yüreğine de su serpilmiş ve saflara moral motivasyon sağlanmış olacaktır. Ancak 28 Şubat bağlamında daha önemli bir somut hedef, genel medya ve sermaye güçleri alanında yeni mevziler kazanmaktır. 28 Şubat müdahalesinde başta TÜSİAD ve TİSK olmak üzere sermaye örgütlerinin ve onlara eşlik eden büyük medyanın “silahsız kuvvetler” olarak orduyu destekleyici tutumu şimdi onlar aleyhine bir koz olarak kullanılmaktadır. Böylece AKP ile organik bağlantılı sermaye çevrelerine yeni alan açılmaya çalışılacaktır.
Ancak bu böyledir diye ne 28 Şubat yargılamaları aleyhine tutum almak doğrudur, ne de 12 Eylül yargılamaları bu noktada basamak olarak kullanılıyor diye 12 Eylül’ün peşini bırakmak, bundan yüz çevirmek. AKP’nin hesapları ne olursa olsun işçi sınıfı ve sosyalist güçlerin yapması gereken, 12 Eylül’ü özellikle ön plana çıkararak, her iki darbe sürecinin de birlikte hesabının sorulmasını sağlamaya çalışmak olmalıdır. Her iki darbe süreci de tüm bağlantılarıyla aydınlatılmalı ve teşhir edilmelidir.
İşçi sınıfı açısından 12 Eylül darbesi özellikle ön plana çıkarılmalıdır, çünkü 12 Eylül doğrudan işçi sınıfı hareketine ve sosyalist harekete karşı yapılmıştır. O günlerde oluşan faşist rejimin kıyıcı terörüne ve kapsamlı baskı/sindirme stratejisine maruz kalan işçi sınıfı ve sosyalist hareket çok ağır bedeller ödemiş, geçmişin hemen tüm mevzileri kaybedilmiştir. Tam da bu nedenle patronlar sendikasının başkanı darbenin ardından “şimdiye kadar işçiler gülüyordu, şimdi gülme sırası bizde” demiştir. Bu nedenle işçi sınıfının özellikle bu darbeyle hesaplaşması büyük önem taşımaktadır.
Siyaset arenasında 12 Eylül bağlamında yaşanan yargılama benzeri süreçleri elinin tersiyle itmek, bu tür süreçlere ilgisiz kalmaya davet etmek, ya da hatta bu süreçleri bir tür tehlike gibi görmek yanlış tutumlardır. Önemli olan, düzenin farklı güçlerinin kendi iç çekişmeleri ve siyasi kaygılarıyla gündeme gelmiş bile olsa konuyu sonuna kadar işçi sınıfının çıkarlarına uygun yönde genişletmeye çalışmaktır.
12 Eylül darbecilerinin yargılanmasının önünü açan anayasa değişikliği, özde AKP’nin geniş kitlelere verdiği bir tavizdi. AKP’nin anayasa değişikliğindeki asıl amacı, kendisi için tehdit oluşturan yüksek yargıdaki kastvari kapalı devre sistemi kırmaktı. 12 Eylül’le özel bir hesabı olmayan AKP’nin onu gerçekten yargılamak gibi bir derdinin de olamayacağı elbette açıktı. Marksistler bu hususu başından beri açıkça ortaya koymuşlardır. Ancak sorun AKP’nin “gerçek niyetleri” sorunu değildir. Asıl sorun, düzene muhalif güçlerin 12 Eylül ve darbelerle hesaplaşma konusunda tutarlı birer takipçi olup olamadıklarıdır. 12 Eylül davasının açılabilmesinde, konuyu ısrarla gündemde tutmaya çalışanların rolü olduğu muhakkaktır.
Benzer bir tutum 28 Şubat’ın yargılanması ve teşhir edilmesi için de söz konusu olmalıdır. 28 Şubat darbesi doğrudan işçi sınıfı hareketini hedef alan bir müdahale olmayıp (zira zaten ortada düzeni tehdit eden bir işçi sınıfı hareketi yoktu), başta iktidardaki Refah Partisi olmak üzere esasen İslamcı grupları ve onları besleyen sermaye gruplarını hedef alan bir hükümet darbesiydi. Ancak doğrudan hedef olmasa da 28 Şubat’tan işçi sınıfı da olumsuz etkilenmiştir. Bir kere darbe sürecinin bir yan sonucu olarak ortaya büyük bir soygun ve talan çıkmış, devlet bankaları, çeşitli fon ve kaynaklar hortumlanmıştır. Ve her zaman olduğu gibi bunun faturası emekçi yığınların sırtına yıkılmıştır. Ama daha önemlisi emekçi kitlelerin şovenizme, Kürt düşmanlığına, ordu şakşakçılığına sürüklenmesi ve otoriterizme payanda edilmiş olmasıdır.
Öte yandan Kürt hareketi de 28 Şubat’ın saldırılarına maruz kalmıştır. Kürt hareketini destekleyenler ya da düzen cephesi içinden Kürt hareketi ile müzakere yapılmasını isteyenler doğrudan hedef olmuşlardır. Bununla düzen güçleri kendi cepheleri içinden Kürt sorununda aykırı ses çıkaranlara bir kez daha ağır bir gözdağı vermişlerdir. Bu süreçte İnsan Hakları Derneği başkanı Akın Birdal silahlı saldırıya uğramış ve vücuduna birçok kurşun isabet etmesine rağmen şans eseri hayatta kalmıştır.
12 Eylül ile 28 Şubat arasında çeşitli açılardan farklılıklar olsa da önemli ve temel nitelikte süreklilik çizgileri vardır. Devrimci işçi sınıfının tutumunda belirleyici olması gereken bu süreklilik çizgilerini anlayabilmek için 28 Şubat’ın niteliğini ve tarihsel bağlamını kısaca hatırlamak yararlı olacaktır.
28 Şubat neydi?
28 Şubat aslında genel hatlarıyla 90’lar boyunca yürütülmeye çalışılan bir sürecin doruk noktası idi. Daha önce içeride solu ve işçi hareketini, dışarıda da SSCB’yi asli tehdit olarak gören Türkiye burjuvazisi, solu ve işçi sınıfını bastırdıktan sonra, uluslararası arenada da SSCB’nin çöküşüyle birlikte tehdit algısını ve önceliklerini değiştirmiştir. Her daim listenin başlarında yer alan Kürt hareketini bir yana koyacak olursak, asıl değişiklik İslamcı akımların ve İran’ın ön plana getirilmesi olmuştur. İran’daki Molla rejiminin, üzerine salınan Saddam Irak’ı vasıtasıyla, 8 yıllık (1980-88) bir savaş sürecinin sonunda bitirilemediğinin ortaya çıkması ve bu arada tüm Müslüman dünyada İslamcı hareketlerin yükseliş sinyalleri vermesi burjuvazi açısından bu dönüşün dış hazırlayıcıları olmuştur. Aynı dönemde bu süreç içeride de adeta bumerang misali işlemiştir. Türkiye’deki İslamcı akımlar 80’li yıllar boyunca önce cunta tarafından toplumdan sol duyarlılıkları kazımak için özel olarak beslenmiş ve ardından Özal döneminde bu besleme iyiden iyiye bir semirme durumuna getirilmiştir.
Böylece ‘90 dönemecine sosyalist hareketi, işçi hareketini ve toplumdaki sol sempatileri büyük ölçüde tehdit olmaktan çıkarmış olarak giren Türkiye burjuvazisinin hâkim kesimleri, şimdi silahını kendisi için yeni bir tehdit olarak yükselmekte olduğunu gördüğü İslamcı akımlara çevirmekteydi. Türkiye’nin büyük bir sosyo-ekonomik dönüşüm geçirdiği ve bunun önemli bir parçası olarak kente göçün olağanüstü ivme kazandığı bu dönemde, solun yokluğu (ve varlığı ölçüsünde de basiretsizliği) koşullarında, İslamcı sermaye ve akımlar Refah Partisi öncülüğünde büyük bir hızla yükselmeye başladı. Önce büyük kentlerin çeşitli ilçelerinde sonra da büyük kent düzeyinde birer birer belediyeleri kazanan Refah Partisi, nihayet 1995 genel seçimlerinde birinci parti konumuna yükseldi. İslamcı sermayenin ve akımların bu yükselişini çoktan tespit etmiş olan Türkiye burjuvazisi, 90’lı yılların ilk yarısında, genel olarak Kürt illeri hariç olmak üzere, bir dizi provokasyonla karşı ağırlık oluşturmaya çalışmıştır. Bu süreçte örneğin Kemalist aydınlara yönelik bombalı suikastlar İslamcılara ve İran’a mal edilmiş ve bu doğrultuda bir kitle seferberliği ve duyarlılığı oluşturulmaya çalışılmıştır.
Ancak sermayenin hâkim kesimleri ve devlet bu işte pek başarılı olamadı ve Refah 1995’te birinci parti düzeyine yükseldi ve sonrasında da hükümet ortağı oldu. Bu durumdan son derece rahatsız olan Batıcı, modern, laik geçinen büyük sermaye ile iktidara her daim ortak olan askeri bürokrasi Refah’ı hükümetten dışlamak, olmayınca da düşürmek için faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. İşte 28 Şubat esas olarak bu duruma bir cerrahi çözüm getirme anlamına geliyordu. Hem açıktan bir askeri darbenin iç ve dış dengeler açısından pek uygun olmayacağı hesap edildiğinden hem de iş o noktaya varmadan hükümeti devirmenin mümkün görünmesinden dolayı, hükümet darbesi açık bir askeri darbe harekâtı olarak yürütülmedi. Bunun yerine vesayet mekanizmalarının azami ölçüde zorlanması, tehditler, kol bükmeler, lobicilik, medya baskısı vs. kullanıldı ve nitekim maksada vasıl olundu.
Hiç şüphesiz bu süreçte Refah’tan ve Erbakan’dan rahatsız olan ABD’nin de onayı alınmıştı. 2000’li yıllarda AKP karşıtı darbe girişimlerine karşı duran ve AKP’yi destekleyen ABD, o zaman Refah-Yol hükümetinin bu yollarla devrilmesine ve sonrasında da Refah’ın kapatılmasına ses çıkarmadı.
Devlette devamlılık
Burada altı çizilmesi gereken temel noktalardan biri, 12 Eylül’de de 28 Şubat’ta da kararları verenlerin, ABD (ve İsrail) egemenleriyle işbirliği halindeki hâkim sermaye kesimleri ile yüksek askeri bürokrasi olmasıdır. Bir durumda tehdit işçi sınıfı ve sol iken onlara vurulmuş, diğer durumda ise hedef İslamcı çevreler olmuştur. Dahası sola vurulurken İslamcı kesimlerden de yararlanılmıştır. Aslında İslamcılara vurulurken de soldan bir destek güç yaratılmaya çalışılmıştır, ama sol ve işçi hareketinin pek mecali kalmamış olduğu için bu noktada pek başarılı bir sonuca ulaşılamamıştır. Nitekim özellikle 2000’li yılların ilk yarısındaki darbeci girişimler sırasında bazı generallerin kendi aralarında “biz solu bitirmekle büyük hata ettik” dedikleri biliniyor.
İplerin burjuvazinin hâkim kesimlerinin elinde olduğu, tüm sahnenin onlar tarafından kurgulandığı ve başarılı olması durumunda yalnızca darbeci güçlerin elinin güçleneceği böylesi siyasi operasyonlardan işçi sınıfının hayrına bir sonuç çıkamayacağı açık olmalıdır. Ama ne yazık ki, özellikle 28 Şubat örneğinde sosyalist hareketin bazı kesimleri bu hükümet darbesinde bir hayır görmüşlerdir.
ABD (ve İsrail) faktörünün yanı sıra 12 Eylül ve 28 Şubat arasında başka süreklilikler de vardır. Her iki sürecin de baş yürütücüsü ve vurucu gücü olan ordunun zihniyet kalıpları, dünya görüşü ve refleksleri bir başka önemli süreklilik çizgisi oluşturmaktadır. Bu, ülkeyi özde kendi malı olarak gören, tepeden inmeci, despotik bir zihniyettir. Kendisi dışındaki tüm diğer toplumsal ve siyasi güçleri “ülke çıkarları” konusunda en iyi ihtimalle lakayt gören seçkinci bir dünya görüşüdür söz konusu olan. Bu durum her türlü despotluk için kendinde doğal hak gören bir tavır doğurmaktadır.
Bir diğer süreklilik de kadro sürekliliği olarak adlandırılabilir. Bu zihniyetle yetişmiş subaylar edindikleri darbeci birikimleri sonraki girişimlere taşımakta ve kuşaklar boyunca da aktarmaktadırlar. Burada sadece bir örnekle bunu somutlamak yararlı olabilir. 28 Şubat’ın kadiri mutlak kabadayısı pozlarındaki generali Çevik Bir, 12 Mart’ta bir işkenceci subay, 12 Eylül’de darbe şefi Kenan Evren’in bizzat yaveriydi. Aynı Çevik Bir’in uluslararası silah tekelleriyle ve ABD/İsrail lobisinin uluslararası kuruluşlarıyla içli dışlı ilişkiler içinde olduğu da biliniyor. Bu tür daha nice örnek olduğu muhakkaktır. Süreklilik çarpıcıdır ve kendi başına çok şey anlatmaktadır.
Öte yandan bu süreklilik somut anlamda darbe planları ve operasyonları açısından da mevcuttur. 2000’li yıllardaki darbe hazırlık ve teşebbüsleri de doğrudan 28 Şubat’ın devamı niteliğindedir. Arada neredeyse dolaysız bir süreklilik vardır. Hazırlıkların önemli bir bölümü, 28 Şubat’ın örgütleyicisi olan Batı Çalışma Grubu’nun (BÇG) yapmış olduğu çalışmaların güncellenmesine dayanıyordu. Ve yine aslında hatırlanacak olursa, o dönemlerin genelkurmay başkanı olan Hüseyin Kıvrıkoğlu 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini söylemişti. Bu abartılı söylem gerçekte kalıcı bir hazırlık yapılmış olduğunun ifadesi olması bakımından anlamlıdır. Ve yine bu darbe soruşturmaları dolayısıyla ortaya çıkan bulgu ve belgeler de göstermektedir ki, bunların hepsi de 12 Eylül’ün planı olan Bayrak Planı’nı temel almışlardır. Boşuna dememişler “devlette devamlılık esastır” diye.
Son olarak bir noktayı daha kısaca hatırlatmakta yarar var. 28 Şubat’ta tekelci sermayenin Erbakan’dan genel politik rahatsızlığının yanı sıra, onun izlemeye çalıştığı ekonomi politikalarından da rahatsızlığı vardı. Erbakan’ın kapitalizm koşullarında genel hatlarıyla demagojik ve ütopik politikalarının kendilerine zarar vereceğini hesap eden, devlet kaynaklarının bir bölümünün de yeni yetme İslami sermayeye aktarılmasına izin vermek istemeyen söz konusu sermaye kesimleri, hükümet darbesinin çeşitli düzeylerde destekleyicisi ve katılımcısı olmuşlardır. Nasıl 12 Eylül faşist darbesi 24 Ocak kararları ile simgeleşmiş bir ekonomik programa sahip idiyse, 28 Şubat’ta da büyük sermayenin birtakım doğrudan ekonomik çıkarları vardır. 28 Şubat’ı takip eden birkaç yıl içinde birçok batık bankanın devletin sırtına yıkılması gibi hadiseler de dahil olmak üzere, dönmekte olan korkunç borç-faiz çarkının emekçi halkın sırtına 300 milyar dolara yakın bir yük bindirmiş olduğuna dair hesaplamalar yapılmaktadır.
2000’li yılların başarısız darbecisi general Özden Örnek’in günlüklerinde sermayenin rolü ile ilgili yazılan bazı satırlar zaman zaman bu generallerin bile durumdan rahatsız olabildiklerini göstermektedir: “Paraları sayesinde her şeyi yapabileceklerini zannediyorlar. Hep askere yanaşıyorlar ve bizleri başkalarına karşı bir aracı ve silah olarak kullanıyorlar. Bunu gören asker de pek yok. İstedikleri hep asker darbe yapsın ve onlar da bu darbe vesilesi ile paylarını alsınlar.”
* * *
Darbeler arasında çeşitli farklılıklar olmakla beraber, burada işaret edilen süreklilik noktalarının da gösterdiği üzere, işçi sınıfının hangi kılıkta olursa olsun tüm darbelere karşı bütünlüklü bir tutum alması zorunluluktur. Bu bakımdan hem 12 Eylül hem de 28 Şubat işçi sınıfının hesap sorması gereken darbelerdir. Asıl olarak burjuvazinin kendi içindeki çekişme ve hesaplaşmalar çerçevesinde gündeme gelen darbe yargılama süreçleri devrimci işçi sınıfı açısından bir fırsat olarak görülerek, bu süreçler çok daha geniş çaplı gerçek hesaplaşmalar düzeyine yükseltilmeye çalışılmalıdır. Bu yargılama süreçlerinin kapsamı genişletilmeli, darbelerin tüm sorumluları sanık sandalyesine oturtulmalıdır. Buna sahne gerisinde rol oynayan tüm patronlar da, medya ileri gelenleri de, işbirlikçi sendika ağaları da dahildir.
Bu bağlamda somut olarak vurgulanması gereken bir nokta, 28 Şubat yargılamalarının 12 Eylül’le hesaplaşma gündemini karartmasına asla izin verilmemesi gerektiğidir. AKP’nin sürece böylesi bir yön vermeye çalıştığı açıktır ve buna direnilmelidir. Madalyonun öbür yüzünde ise, 28 Şubat’ta bir olumluluk gören kesimlerin 28 Şubat yargılamalarına karşı aldığı tutuma düşülmemesi zorunluluğu vardır. Ne yazık ki bu kesimler CHP ve Kemalistlerle sınırlı değildir. Sosyalist kimliğe sahip kimi çevreler de bu yanlış tutumu benimsemişlerdir. Bu tutum devletçi, tepeden “aydınlanmacı” yaklaşımlarla karakterize olan bir küçük-burjuva sosyalizmini ifade etmektedir. Bu anlayışın işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur. İşçi sınıfı ne AKP’nin ne de Kemalistlerin dümen suyuna girmeli, kendi bağımsız sınıf çizgisi doğrultusunda hareket etmeli ve tüm darbe süreçlerine tutarlı biçimde karşı durmalıdır.
http://www.marksisttutum.org/darbe_sorusturmalari_ve_devrimci_tutum.htm