Kapitalizme Barbar Kanı!

Özgür Üniversite Sitesinde, Celal Sancar’ın “İnsan Manzaraları” başlıklı, güzel bir “dünya turu” yazısı yer alıyor. “Maoculardan demokrasi ve kapitalizm sözü” ara başlığı altında, Nepal’deki son durum şöyle özetleniyor:

„Nepal’de, Maocularla barış anlaşması yapılmasından sonra düzenlenen ve monarşiyi sona erdirecek tarihi kurucu meclis seçimlerinde Maocular büyük farkla önde gidiyor. Seçim Komisyonu, Perşembe günü yapılan seçimlerde Maocuların … 160 sandalyenin yarısından fazlasını kazandığını, sayım yapılan çoğu bölgede de önde gittiğini duyurdu… ABD tarafından hâlâ terörist örgüt olarak kabul edilen Maocular, 601 üyeli kurucu mecliste açık çoğunluğu sağlayacaklarını söylüyorlar.  Maocular 2006 yılında 10 yıllık isyan hareketine son verdikten sonra siyasi sürece dahil olmuşlardı… İlk sonuçların açıklanması ardından taraftarları kutlamalar düzenlerken, Praçanda adıyla tanınan liderleri sonucun bir zafer olduğunu ifade etti; barış süreci ve çok partili demokrasiye bağlı olduklarını söyledi. Partinin Başkan Yardımcısı Baburam Battaray ise BBC’ye verdiği mülakatta üç haftaya kadar monarşiyi kaldıracaklarını, sonra da kraliyet sarayını kamulaştıracaklarını belirtti. Battaray ekonomide ise kapitalizmin devam edeceğini ve ancak ‚tam bir kapitalist temel kurulduktan sonra sosyal anlamda bir şeyler yapılabileceğini’ kaydetti. Mao, Stalin, Lenin, Marx ve Engels’in resimlerinin bulunduğu bir posterin önünde konuşan Doktor Battaray, partisinin ‚geçmiş kuşakların hatalarından ders almak istediğini’ söyledi.  Maocu yetkili ayrıca meclise kadınlar, alt kastın üyeleri ve farklı etnik kökenlerden gelenler gibi dezavantajlı toplulukları taşıyacaklarını belirtti…”

Battaray’ın, bu konuşmayı, belirtilen lider resimlerinin önünde yapması gerçekten anlamlıdır. O resimlerdeki liderlerin, bulutların üstünden haleflerini iftiharla süzdüklerini tahayyül etmek zor değil.

Gelinen bu son noktadan geriye doğru bir tarihsel yolculuk yapacak olursak, bugünkü durumun hiç de şaşırtıcı olmadığını görürüz.

1960’lı ve 70’li yıllarda, Maocu Partiler, Mao zedung öğretisinden hareketle, Milli Demokratik Devrim şiarını yükseltmişlerdi. Moskovacı partiler ise, bu konuda biraz daha geriden ve ihtiyatla gelmekle birlikte, „ilerlemecilik” adı altında benzeri bir „ulusal” ve „demokratik” programın savunucularıydılar. Neydi bu Milli demokratik devrim ya da Ulusal demokrasi denen şey? „Geri kalmış” ülkelerin burjuvazileri, toplumlarını gerekli kapitalizm aşamasına ulaştıramıyor, sanayi ülkeleri haline getiremiyorlardı. Burjuvazinin yerine getiremediği bu göreve, „işçi sınıfı adına” komünist partileri talip olmuşlardı. Bu partiler, ülkelerini hızla ve disiplinli bir şekilde „kalkındırıp” kapitalizm aşamasını tamamlayacaklardı ki, bundan sonra işçi sınıfının tam kurtuluşu anlamına gelen sosyalizm aşamasına geçilebilsin. Yani kısacası, komünist partiler, burjuvazinin kapitalizmi geliştirme görevine talip olmuşlardı. Bu bakımdan, bugünkü Nepal Komünistlerinin aldığı tutum hiç de şaşırtıcı değildir. Kapitalizmin geliştirilmesi görevini yerine getirecek Komünist Partisi parlamenter yoldan iktidara gelebiliyorsa bunu neden reddetsin?

Bugünkü Çin’e baktığımız zaman, Mao’nun „milli demokratik devrim” stratejisinin, dünya koşullarına uygun olarak, sadakatle uygulandığını görürüz. Mao, MDD ile, Çin’in, Komünist Partisi’nin iktidarı altında  kapitalizm aşamasını gerçekleştirmesini öngörmüştü. Çin, bugün kapitalizm yolunda dev adımlarla ilerliyor ve hızlı bir kapitalistleşme programı uyguluyorsa, bunda Mao’nun ilerlemeci ve aşamacı çizgisine aykırı bir şey olduğu pek düşünülemez.

Biraz daha geriye gidelim. Lenin, Menşevikleri, burjuvazinin peşine takılmakla eleştirmiş ve Bolşeviklerin tek başlarına iktidarı ele geçirmelerinin mümkün ve gerekli olduğunu savunmuştu. Ama temelde Lenin ve Troçki’yle Menşevikler arasında, uygulanacak ekonomik ve sosyal program açısından büyük bir ayrılık yoktu. Lenin ve Troçki de, Menşevikler gibi bir „burjuva demokratik” aşama öngörüyorlardı. Aradaki fark, Menşevikler bu aşamanın burjuvazinin önderliğinde yapılmasını savunurken, Lenin ve Troçki’nin, bu aşamanın bir sosyalist devrimle „proletaryanın” (yani Parti’nin) iktidarı ele geçirmesiyle gerçekleşeceğini öngörmeleridir. Yani, özünde program yine „kapitalizm aşaması”dır. Proletaryanın „kurtuluşu” için bu aşamanın tamamlanması zorunludur. Nitekim, Lenin iktidara gelir gelmez, bu programı en sert bir biçimde uyguladı, Alman devlet kapitalizmine övgüler düzdü, „kurtulacağı” ileri sürülen proletaryayı eskisinden de kötü fabrika köleleri haline getirdi. Proletarya, kurtulacağı „sosyalizm” aşamasına gelebilmek için, kapitalist ülkelerin proletaryasından bile çok çalışmalı, bir iç sömürge kölesi derekesine düşürülmeliydi!

II. Enternasyonal’deki tartışmalarda Bernstein, „kapitalist yolu savunduğu” gerekçesiyle günah keçisi haline getirilmiştir. Oysa Bernstein, Marx ve Engels’in savunduklarından çok da farklı bir şey savunmamıştır. Çünkü Marx ve Engels de, komünizmin kurucu babaları olarak, üretici güçlerin geliştirilmesi teorisine sıkı sıkı bağlıydılar ve bu teoriyi ilk vazedenler de onlardır. Onlara göre, kapitalizm üretici güçleri geliştirmekteydi, öyleyse Sosyal Demokrat Partilerin görevi, kapitalist sistem içinde sıkı bir şekilde örgütlenmek ve burjuvazinin kapitalizmi sonuna kadar geliştirmesini beklemekti. Ancak bundan sonra Sosyal Demokratlar iktidara talip olacaklardı.

Lenin ve Troçki’nin orijinalliği, aynı kapitalizm aşamasanın, Komünistlerin iktidarı aracılığıyla gerçekleştirilmesini teorize etmelerinden ibarettir.

Yani, yüz elli yıllık tarihe kuş bakışı baktığımızda, ne Sosyal Demokrasi aşamasında, ne de Komünist Partiler aşamasında, ortada öyle büyük „sapma”lar olmadığını görüyoruz. Önce Sosyal Demokratlar, sonra da onların içinden çıkan Komünistler, „işçi sınıfının kurtuluşu” adına kapitalizmi desteklemişler, hatta komünistler bununla da yetinmeyip büyük bir sabırsızlıkla kapitalizmi geliştirme programının uygulayıcısı olmuşlardır. Stalin’in 1930 hızlı endüstrileşme programı, uygulanan bu programın zirve noktasını oluşturur.

Tabii, bütün bu uygulamalar içinde sıra işçi sınıfının kurtuluşuna bir türlü gelmemiştir. Gerçeklikte olan, köylülüğün zorla yok edilip kalabalıklar halinde şehirlere sürülmesi, işçilerin ise eski rejimlerden bile daha zorbaca ve disiplinli bir çalışmaya tabi tutulup, ağır bir şekilde sömürülmesidir.

Klasik kapitalizm, bir yandan işçilerin mücadelesi, diğer yandan Sovyetler Birliği ve Çin gibi alternatif kapitalist odakların ortaya çıkması karşısında gerilemek, örneğin ücret ve disiplinli çalışma konusunda oldukça önemli tavizler vermek zorunda kalmıştır. Öte yandan, yeni yetişen kuşaklar, toplumun belli bir refaha kavuştuğu koşullarda eskisi kadar zorlu çalışmaya boyun eğmek istememişlerdir. Dolayısıyla, sanayi devrimi döneminde sıkıştırılan vidalar, özellikle 2. Dünya savaşından sonra belli ölçüde gevşemiştir. Bu da kapitalizmin birikimini azaltan bir etki yapmıştır. İşte tam böyle bir ortamda Komünist Partiler kapitalizmin imdanına yetişmiş, sıkı disiplin ve aşırı çalıştırma yoluyla ona canlandırıcı bir barbar kanı katmışlardır.

Yüz yıllık reel komünizmin, sonuç olarak kapitalizmin barbar kanı rolünü oynadığını ve hâlâ oynamakta olduğunu söyleyebiliriz.

İşçi sınıfının kurtuluşu mu? Onların bayraklarında hâlâ Marx’ın şu ünlü sözü yazılı: „İşçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir.”

Gün Zileli
19 Nisan 2008