Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Hepsi Yerele Aittir…

Anarşizm üzerine Yazılar, Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Kürt Sorunu

Londra’da yaşadığım 1990’lı yıllarda, Sığınmacılar (1990-2000, Londra) (2011, İletişim) kitabında da anlattığım bir anekdot vardı. Türkiye’nin tanınmış işadamlarından birinin oğlu benimle tanışmak istemişti. Aradaki arkadaş aracılığıyla davete icabet ettim. Sosyal yardımla yaşayan bir siyasi mültecinin uzağından bile geçemeyeceği, Londra merkezindeki lüks bir otelde bir yemek davetiydi bu. Anekdotu kitaptan aktarayım:

“Sabri’nin sınıfsal bilinci çok güçlü, sınıfsal söylemleri de yerindeydi. Örneğin sermayenin üretimdeki rolü üzerine konuşurken bir ara şunu söyledi: ‘Biz kârı daima dörde böleriz: yüzde 25’i işçinin, yüzde 25’i patronun, yüzde 25’i işletme giderlerinin, yüzde 25’i de yeniden yatırımın payıdır.’ Yani bu kadar ‘eşitlikti’ bir dağılım olabilirdi! İnsan faka basıp yutabilirdi bile bu ‘adil’ dağılımı. Gayet soğukkanlı, ‘bana göre hepsi işçinin payı’ dedim. Sabri sus pus oldu, konuyu değiştirmeye çalıştı. Sanırım bana ‘numarayı’ vermişti. Aman Allahım! Demek hepsi işçilerin! Biz ne olacağız peki? Biz nasıl idame ettireceğiz hayatımızı? Butler’ımızın (İngiltere’de ev içi hizmetleri gören uşak, G.Z.) maaşını nasıl ödeyecek, böyle güzel ve pahalı otellerde yemeğimizi nasıl yiyeceğiz?” (s. 236)

Yeni seçilen Diyarbakır Belediye Başkanı Gültan Kışanak’ın Diyarbakır’ın petrol gelirlerinden pay isteyen beyanı karşısında gelen tepkiler bana bu anekdotu hatırlattı. Hele göz kapakları daima yarı yarıya kapalı olduğu için hiç de enerjik bir görünüm vermeyen Enerji Bakanı’nın sözleri gerçekten çok çok ilginçti. Mealen hatırladığım kadarıyla Enerji Bakanı, o zaman Antalya’ya da turizm gelirlerinden, Giresun’a da fındık gelirlerinden pay mı bırakalım türü, trafoya giren kedilerden bile daha tuhaf şeyler söylüyordu.

Ben Gültan Kışanak’tan da fazlasını söyleyeceğim. Bence Diyarbakır, petrol gelirlerinin tamamına sahip olmalıdır, çünkü o petrol kendisine aittir. Elbette ne yemeye ne de içmeye yarayan, sadece kapitalist piyasada büyük değeri olan petrolün yararsızlığının kapitalizm dışı alternatiflerin konuşulduğu bir ortamda gündeme getirilmesi ayrı bir konudur ama bence bir yere ait olan ürünlerin ve değerlerin hepsi oranın halkına, emekçilerine ait olmalıdır. Dolayısıyla pay istemek değil, hakkı olanı talep etmek söz konusudur. Elbette Gültan Kışanak’ın talebinin yararlı bir tartışmayı açtığını kabul ederek söylüyorum bunu.

Aslında bu konu Marksistlerle anarşistler arasında da bir başka bağlamda tartışma konusudur. İktisadi alanda artı-değerin teorik izahını yapanın Karl Marx olduğunu kimse inkâr edemez. O koca Kapital’lerin temelinde artı-değere dayanan sömürü mekanizmalarının izahı yer alır. Bununla birlikte, Marksistler, bildiğim kadarıyla, eğer yanlışım varsa, bu konuyu daha iyi bilen Marksist arkadaşlar düzeltsinler, sosyalist düzende de bir tür artı-değeri kabul ederler. Sosyalist düzende artı-değer, artık kapitalist sınıf olmadığından, bireysel patronların cebine değil de, işçilere ait olduğu farz edilen sosyalist devlete gider. Farazi olarak sosyalist devlet bunu yine işçilerin ihtiyacına göre harcayacaktır (gerçi pratikte bu böyle olmamış, “sosyalist devlet” bu artı-değeri ya da teorik yanlışlık yapmamak için artı-emeği diyelim, işçilere, kısmen kreş, okul, barınak, ucuz su, ucuz elektrik şeklinde geri döndürürken, önemli ölçüde de, polis kontrolü, baskı, hapishane, hatta kimi durumlarda cop ve mermi şeklinde geri döndürmüştür). Öyle ki, devlet teorik olarak “işçi devleti” kabul edildiğinden işçilerin grev hakkı bile, “işçi sınıfı kendine karşı mı grev yapacak” gerekçesiyle ortadan kaldırılmıştır.

Anarşistlere soracak olursanız, hangi gerekçeyle olursa olsun, artı-değer ya da artı-emek, işçilerin sömürülmesi anlamına gelir. Bu yüzden anarşistler, işçilerin yarattığı değer de dâhil olmak üzere, bir bölgedeki değer ve ürünlerin tamamının orada yaşayan ve onları üreten insanlara ait olmasını savunurlar. Aslında bu, kapitalistler gibi, devletin de ortadan kalkması sorunudur. Peki, o bölgedeki insanlar “bunca zenginliğe” sahip olacaklar da ne olacak? Bu kadarı onlara fazla gelmez mi? Hiç de değil. Bir kere o kadar muazzam bir zenginliğin olacağı bir hayli tartışmalıdır. Diyelim ki olsun, oranın insanları kendi özgür komünlerinde bu zenginliğin nasıl kullanılacağına kendileri karar vereceklerdir, onları temsil ettiği iddia edilen bir devlet değil. Bu elbette bencil bir bölgecilik ya da işçicilik değildir. Çünkü kendi değerlerine, ürünlerine ve zenginliklerine sahip çıkan insanların hiç de bencil olmadıkları bu dediğimiz şey pratiğe geçtiğinde görülecektir. Emekçi insanları kapitalist düzenin, ihtiyaçları hiçbir zaman tatmin edilemeyen sömürücü burjuvazisi gibi düşünmeyelim. Kendi temel ve doğal ihtiyaçlarını karşılayan emekçiler, “fazla”yı elbette daha yoksul bölgelere yardım için ayıracak ve oralara sevk edeceklerdir. Ama bunu sadece kendi iradeleri ve kararlarıyla yapacaklardır, herhangi bir otoritenin yukarıdan dayatmasıyla değil.

Yeniden Gülten Kışanak’ın önerisine dönecek olursak, gösterilen tepkiyi anlamak gerçekten güçtür. Kürt illerinde son derece büyük bir yoksulluk vardır. Çünkü Kürdistan, Türkiye’nin batısı tarafından olabildiğince sömürülen bir bölgedir. “Doğu bölgesine yatırımdan” söz eden burjuvazi (ya da ulusalcı burjuvazi mi diyelim) acaba neden çok daha etkili ve gerçekçi bir yol olan, “her yere kendi ürününden pay” gibi masum bir istek karşısında hop oturup hop kalkmaktadır? Bu kadarı bile uygulansa, eğer o bölgelerin ürünleri ve zenginlikleri (pay olarak bile olsa) yeni bir Kürt burjuvazisinin yağmasına uğramayıp o bölgelerin emekçilerine adilce bölüştürülecek olsa Kürdistan’ın yoksulluk sorunu çok kısa bir süre içinde çözülebilir. Aslında “barış süreci” diye kafamızın etini yiyenlerin bu öneriye herkesten önce olumlu yaklaşması gerekmez miydi? Pek öyle görünmüyor.

Gün Zileli
16 Nisan 2014
www.gunzileli.com
gunzileli@hotmail.com

89 Comments

  1. aysegul

    Olması gereken güzel bir yazı ama bazı soru işaretleri var.
    Özgür komünler bu petrol zenginliğin nasıl kullanılacağına kendileri karar verirken, İnşaat ve diğer işlerle uğraşan Kürt iş adamaları (işi başka minvale çekmemek için diğer illegal uğraşlarını yazmıyorum) kan kokusu almış çakallar gibi bölgeye gelmeyecekmi ve silahtan arınmış komünler nasıl önlem alabilir?

  2. Gün Zileli

    tabii ki kendi özsavunmaları olacaktır.

  3. mikail firtinaci

    Onemli bir konuya deginmisiniz ve sonunda siyasi gundem analizinin otesinde bir tartisma acmisiniz. Elinize saglik. Iki elestirim var. Ilki komunistlerin komunist toplumda neyi savunduklari sorununda:

    Hayir komunistler komunist toplumda arti degerin olmasi gerektigini savunmazlar. Bahsettiginiz rejim -yani devlet kapitalizmi- esas olarak Rusya’da devrimden sonra uygulanmaya baslanmistir ve komunistler arasinda tartismalidir.

    Devlet kapitalizmi Lenin tarafindan bir “geri adim” olarak nitelenmisti. Buna gore dunya devrimi gerceklesmedigi ve Rusya’da agirligi koylu bir ulke oldugu icin, komunist bolluk rejimine gecilemiyordu. Dolayisiyla rejim yeni yatirimlar, ozellikle alt yapi yatirimlari yapmak yoluyla zaten 1. dunya savasi ve ic savasla yikima ugramis ekonomiyi, kapitalist yollarla yeniden insaya giristi. Bu yeniden yapilanmanin taktik isleyisi konusunda tartismalar olmustur. Sag kanat komunistler yeniden yapilanmanin yukunun koylulelere bindirilmemesini savunmustur. Sol kanat ve merkez ise nuanslara sahip olmak ile birlikte yuku iscilere degil koylulere ve/veya burjuvalara bindirmeyi savunmustur. Surasi onemli; iki tarafta bunlarin nihai cozum olmadiginin ve Almanya’da devrim olmadigi surece, sovyet sistemini yozlastiracagini gormustur.

    Peki “ideal”de neyi savunuyor komunistler (burada TKP turu sosyal demokratlari degil gercek komunistleri kast ediyorum tabi ki)? Birkac yonlu bir gecis surecini:

    1. Unsur: Toplumsal islevi sermayenin yeniden uretimi olan butun islerin yikimi: bankacilik, hizmet sektoru, emlak, sigorta v.s.

    2. Unsur: Boylece artan emek kapasitesinin toplumun saglikli yeniden uretimine yonlendirilmesi: alt-yapi, dogal rezervlerin yeniden insasi, gida, ulasim, barinak v.s. Elbette 1. unsur gerceklestiginde ve issizlerde hesaba katildiginda 2. unsurun gerceklestirilmesi cok az bir gunluk calisma saatiyle mumkun olacaktir.

    3. Unsur: Artan bos vaktini yaratici bir bicimde degerlendirmek isteyen butun kesimler icin egitim olanaklarinin sinirsizca acilmasi: bir sey ogretme icin birikimi olan herkes icin egitim kurumlarinda alanlar, universitlerin kapilarinin herkese acilmasi v.s.

    Bu uc unsurun gerceklestirilmesi komunistlerin gecis sureci dedigi seydir. Bu bir “insa” sureci degildir. Rusya’da ki “sosyalist insa” ve onun dogal sonucu olan devlet kapitalizminden farkli olarak, yukarida ana hatlari verili gecis sureci bir dagitim surecidir. Kapitalizm zaten hali hazirda herkesin bolluk ve refah icinde yasamasinin kosullarini dunya capinda uretmis bulunuyor. Yeni fabrikalar yapilmasi v.s. turu seyler tarihsel olarak burjuvazinin yaptigi seyler. Komunistler dagitimi ve esit bolusumu iceren bir program oneriyorlar.

    Elbette anarsistlerin (bir kismindan) su noktada ayriliniyor. Lokal bir bolusumun aksine komunistler dunya capinda bir bolusumu savunuyorlar. Ornegin bir bolgede yasayan insanlar maden kaynaklari acisindan sansli olabilirler. Fakat bu ozunde butun insanligin mirasi ve mulkudur. Dolayisiyla yerel olarak sahiplenilemez. Ayni sekilde bati avrupa-abd-japonya teknolojide ve bilimde zengin ve birikim sahibi olabilir. Ama bu birikimin bedelini uzun sinifli toplum caglarinda butun insanlik birlikte odedi. O yuzden bunlarda bedelsiz, degisimsiz herkese acilacaktir. Dolayisiyla alman sanayiinin teknik ve bilimsel kapasitesi sadece almanlarin degil butun insanligin sayilacaktir.

    Bu yuzden yerel degil, sovyet temelli bir merkezilesme gerekli. Bugun bu merkezilesmenin bir burokrasi uretmemesi ve isci konseyleri tarafindan kontrol edilebilmesi icin elimizde yeterince teknik ve insan malzemesi mevcut: butun dunya envanterini ve bolusum yollarini hesaplayacak programlar dizayn etmek teknik olarak mumkun. Bunlar kamu tarafindan kontrol edilebilir ve bir burokrasiye gerek olmadan kullanilabilirler.

    Son olarak petrol konusunda: petrol gelirinin paylasilmasi konusunda Kisanak’in aciklamasi hem milliyetci hem kapitalist bir mantigi iceriyor. O petrol kaynaklari butun insanligin. Tipki Istanbul bogazinin kurt, rum, ermeni ve turklerin hepsinin ortak mali olmasi gibi. O yuzden onun kullanim hakki yerel olamaz. Dahasi komunistler petrolun kar edici bir meta olarak kullanilmasina karsilar. Cunku petrol-asfalt-celik-cimento temelli 2. dunya savasi sonrasi kalkinmacilik dunyayi ekolojik yikimin esigine getirdi ve bir cok kanli emperyalist savasa neden oldu. Bati’da insanlari islevsiz suburban sprawllarda izolasyona hapsetti. Bu sistemi komunist devrim yikacaktir. Petrol yerine ekolojik temelli enerji kaynaklari gecicek ve petrol ancak cok yasamsal ve gerekli alanlara sevk edilecektir. Kisanak’in dedigi gibi Kurt burjuvazisinin kari icin degil, insanligin genelinin zaruri ihtiyaclari icin.

  4. bir okur; bir dost

    işin a,b,c sine döndük.. ya bu yazdıkların bize yıldızlar kadar uzak.. sadece okuması güzel; keyfli; moral yönü var sadece… a-k-p diktotaryasından uzaklaşmıyalım…

  5. Gün Zileli

    doğru valla. ben de hep akp diktatoryasını yazıyorum diye biraz da farklı bir konuyu ele alayım demiştim. Oysa MİT yasası ve dar bölge seçim yasası, çemberin tamamlandığını açıkça gösteriyor.

  6. Gün Zileli

    ben gerçek anlamdaki bir komünist merkeziyetçiliğin bile sonuçta bürokrasziyi doğruacağını düşünüyorum. Kaynaklara cve araçlara en yakın insanların kararları belirleyici olmalıdır. Varsayalım ki, bu kararlar bencilce olsa bile.

  7. bir okur; bir dost

    gün; seni okumaktan mutluyum. teşekkür ederim.

  8. Ayanoğlu

    BDP’nin – MİT AŞKI

    BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık :
    “MİT görevlerini üstlenmişse ve ilk kez MİT bu süreci götürüyorsa ve saldırıya maruz kalıyorsa biz buna seyirci kalmayız. Ben burada Hakan Fidan ve ekibini kutluyorum. 1 yıldır çatışmasızlık süreci yaşanıyorsa ve burada MİT’in bir katkısı varsa bundan mutluluk duyarız” dedi.

    http://www.haberturk.com/gundem/haber/939650-sirri-sakik-hakan-fidani-kutluyorum

    PKK kuyruğunda solculuk yapanlara sunulur.

  9. Gün Zileli

    sağol dost.

  10. Mülayim Sert

    Öncelikle güncele dair bir uyarı yapayım.

    TR’de “bölge”deki petrol zenginliği çok az. Petrolu duyup büyük zenginlik var hissine kapılmayın. Şu programın baştaki kısa kısmını izlemek çok faydalı olacaktır (yine Mustafa Sönmez):
    http://tvarsivi.com/?y=570&z=2014-04-14%2019:00:00

    Eğer herkes kendi yerelinde üretilen değerden pay alsın, desantralize olalım formülü sadece petrole uygulanırsa bölge bundan zararlı çıkar. Ancak Kışanak barajlardan vs. de bahsetti, o zaman iş değişebilir. Mesela doğudaki barajların batıdaki endüstriye elektrik sağlamak için kullanıldığı verili durumdan, doğuda sulama ve tarım için kullanılmaya veya doğuda endüstrileşmeye kullanılması gibi bir duruma geçilirse toplumsal adelet açısından bu olumlu olabilir.

    Dolayısıyla bölge halkının zararına olacağı halde “petrolden pay” demagojisi yapılırsa bundan burjuva milliyetçi bir ayrılıkçılık kokusu alırım. Bölgenin potansiyel egemen sınıfı “küçük olsun bizim olsun” anlayışı işletiyor anlamına gelir. TC egemen sınıfının sözcüleri de (bakan gibi) şak diye yapıştırır cevabı. Yok eğer daha kapsamlı bir şeyden bahsediliyorsa desteklenebilir. Gündemde olan hangisi henüz pek net değil. Ayrıca unutmayalım ki dünya’da çok sayıda “zengin ayrılıkçılığı” hareketi var. Bunların temel pozisyonu “biz kendi aramızda zengin ve mutluyuz, yoksul diğer kesimleri niye vergilerimizle sırtımızda taşıyoruz”. Bilindik bir örnek, kuzey italya’dakiler, bunlara sempati duymak mümkün değil:
    https://en.wikipedia.org/wiki/Lega_Nord

    Biraz da genel teoriye dönelim.
    GZ bu yazısıyla yerelcilik ilkesi ile büyük bir tartışma açtı. Uzunca bir süredir bu meseleye kendimce kafa yorsam da, kesin bir çözüme ulaşamadım. Hatta belki de devrim sonrası nasıl bir düzen olacağına dair en zor tartışma meselesi bu olabilir. GZ’nin “şanslı yerellikler cömert davranacaktır” iyimserliğine kısmen hak verebilirim. Ancak hemen, dayanışma duygularının bu kadar olgun ve evrensel olacağını bekleyemeyiz de denebilir. Ha bölgesel bencilliğe izin vermemek için kurulacak üst organın (devlet, federasyon, her ne ise) kendisinin daha zengin ve güçlü bölgelerin çıkarlarını temsil edenlerce domine edilmesi riski de var. Tıpkı burjuva devletin, her bireyi eşit temsil eder gibi yapsa da pratikte hep güçlü kapitalist bireyleri temsil etmesi gibi. Mikail’in komünist ilkesel bakışına da bir o kadar hak veriyorum, fakat evet dünya ölçeğinde merkezileşmiş bir adil dağıtım mekanizması kurmaya çalışmak bürokratik bir kabusa davetiye de çıkarabilir.

    Herhangi bir çelişkiyi çözmenin iki yolu vardır. Birincisi verili çelişki içerisinde “haklı” olan konumu tespit edip, “haksız” olana üstün gelmesini sağlamaktır. Yani adalet tesis etmek. Diğer çözüm ise çelişkinin kendisini ortadan kaldırmak, yani soruya doğru cevap vermeye çalışmak yerine soruyu gereksizleştirmek.

    Belki bu yerel-küresel problemine bir yandan adil bir cevap vermeye çalışırken bir yandan da bu problemin kendisini ortadan kaldırmaya önem vermek gerekiyor. Nasıl mı, mesela GZ’nin dediği gibi gelişim-üretim-tüketim arzularının sönümlenmesi, böylece ortada adil paylaşıma uğratılacak bazı değerler hiç üretilmez. Mesela kendine yeterli bir yerel komünün topraklarında kömür yatakları vardır, farklı bir toplumda illa da o kömürün değerlendirilmesi gerekmez. Böylece çıkarttığımızda nasıl paylaşacağız yerel mi genel mi tartışması hiç açılmaz. Yani yeni toplum manevi bir dönüşüm geçirmiştir ve maddi tüketim ihtiyaçları kapitalist topluma göre azalmıştır. Tersinden bakarsak Mikail’in dediği gibi gereksiz sektörler (hizmet sektörünün yok edilmesine ise katılmıyorum, sanırım tanımda anlaşamadığımızdan) ortadan kalkınca bir bolluk durumu da oluşacak. Buna yaratıcılığı ve paylaşımı kısıtlayan teknolojik rant ekonomisi unsurlarının ortadan kalkmasını da ekleyebiliriz (fikri mülkiyet mesela). Yani bu şekilde bir yandan ihtiyaçlar azalırken bir yandan zenginliklerin artması ile daha fazla bolluk yaratır, paylaşım sorununu arka plana doğru itebiliriz.

    Bu konuda benzer mevzuları ben de iki yıl önce şurada ele almaya çalışmıştım:

    https://servetdusmani.wordpress.com/2012/04/01/servet-dusmanligindan-bolluk-toplumuna-sosyalizm-hala-gerekli-mi/

  11. Anonim

    bana göre tarihteki sosyalist deneyimlerin hemen hemen hepsinin ‘devlet kapitalizmi’ suçlamasını hak etmesinin başlıca nedeni işçilerin kendi yarattıkları artı değerleri üzerinde söz sahibi olmamalarıydı. yine de bana kalırsa artı değer kamusal harcamalara kaynak oluşturması özelliğiyle meşru kabul edilebilir, çünkü: üretimin ve diğer toplumsal ihtiyaçların büyük organizasyonlarla karşılanmaya başlaması insan refahı (well being yerine kullanıyorum) için devasa bir adımdı ve bu kazancı koruyarak hala insanca yaşamanın bir yolunu bulabiliriz. bürokratik kurumları, ya da genel olarak devlet adını verdiğimiz bütün sistemi, temsiliyet gibi çıkmaz sokaklara sapmayan doğrudan demokratik örgütlenmeler olarak yeniden düzenleyebiliriz. komünler, işçi konseyleri vb.nin bu organizasyonda özgürlüklerini kaybetmemelerinin yollarını bulabileceğimizi düşünüyorum (rousseau ‘insanın iç sorunlarında olanağın sınırları sandığımız kadar dar değildir’ diyor. hatta bunu doğrudan demokrasinin işleyebileceğini savunurken söylüyor). örneğin, her bir komün istediği anda bu organizasyonun tamamen ya da kısmen dışına çıkma hakkına sahip olabilir, diğer komünlerle büyük organizasyondan (devlet demeyeyim de kızma) bağımsız istediği düzeyde ilişkiler kurup geliştirebilir vb… aynı zamanda bürokratik işlerde profesyonelleşme olmazsa ve komünler kısa süreli görevlendirmelerle bu işlerin üstesinden gelirse temsiliyet sorununun büyük oranda üstesinden gelinebilir (antik yunanda devlet aynen böyle işliyordu).

    artı değer böyle bir sistemde işçilerin kendi emeklerinin ürününe yabancılaşmadığı, ortak yarar adına bağışta bulunduğu bir değer olarak yeniden tanımlanabilir.

    rousseau-yen bi komünizm önermiş oldum, okuyanlar umarım ‘oha’ demezler. sevgiler.

  12. mikail firtinaci

    Esas onemli konu bunlar. Toplumu anarsistler ve/veya komunistler nasil orgutlemeyi oneriyorlar? Neleri degistirmeyi planliyorlar? Nasil?

    Cunku bugunun acil gundemi sanki geriye donulebilecek ideal bir burjuva demokrasisi varmista ona nasil donmeli sorusu degil. Bildigimiz sekliyle demokrasi cokmus durumda. Dunyanin her yerinde yargi ve yasama iktidarin, “usulusal cikarlarin” ve esasinda sermayenin genel ihtiyaclari icin baskilaniyor. AB ulkelerinde teknokrat hukumetler kuruluyor, ustelik Fransa-Almanya ikilisinin cikarlari icen diger ulkelerin ulusal egemenleri cigneniyor. Ucuncu dunya zaten malum. Parlamenter demokrasi her yerde devletci otoriterligi guclendiriyor

    akp rejimine diktatorluk diyerek sanki ekstrem bir durum varmis havasi yaratiliyor ama bunu diyenler ozunde asiri milliyetci bir perspektifteler. Dunyadan haberleri yok. O yuzden alttan isleyen surecleri goremiyorlar. Enternasyonalizmi -70’lerin ana akim solcularinin Rusyacilik veya Cincilikten ibaret sandiklari sey- metodolojik bir arac olarak kullanmadan bugunki Turkiye sanki dunyanin geri kalanindan cok ayriymis zannedilebilir.

    Anlamak istersek suradan baslayabiliriz: dunya capinda kapitalizm ne noktada? Ekolojik bir kriz var ilkin. Ve tekil kapitalistler bunu yonetemiyor. Ikincisi ekonomik krizler var. Bunlari da idare etmek icin devletci otoriteryanizm ve hatta uluslar arasi ittifaklar gerekli. Dolayisiyla birakin marjinallesmis toplumsal gruplari, tekil burjuvalarin cikarlari her yerde cigneniyor. ABD’de libertaryanlar ve tea party cevresi, AB’de ve Ukrayna gibi ulkelerde asiri sagci fasist muhalefet, Rusya’da ornegin yabloko gibi liberaller buna karsi yukselen bir muhalefeti temsil ediyor. Turkiye’de bunu mhp, bdp ve chp icindeki beyaz turk-liberal unsurlar temsil ediyor.

    Bunlar benzeri partikuler burjuva cikarlarini savunan gruplara karsi “devletin bekasini saglayabilecek” tek siyasi cizgi AKP benzeri otoriterlikler olarak kalmis durumda. ABD’de durumu iki parti sistemi kurtariyor ama Cumhuriyetci parti agir bir ideolojik cokus icinde. AB’de AB teknokrasisi-burokrasisi Brukselden mudahale ediyor ve demokrasinin cilasi dusuyor. Rusya zaten malum. Cin’de ki ekonomik gelisme ancak C”K”P diktatorluguyle mumkun olabildi.

    O halde su acik: istikrarin ve huzurun, degisimin tek guvencesi bugun komunizm. Cunku alternatif burjuva partiklerist hatlarda bir neo-feodalizm altinda “sinirsiz ozgurluklerin” yasandigi bir vahsi bati toplumu, ya da otoriter-devletci AKP benzeri iktidarlar. Ancak isci sinifi orta sinif demokratlara ya da anarsistlere, huzursuz beyaz turklere umduklari “ozgurluk” ortamini getirebilir. Orta sinif aydinlar bunu anlamadikca, isci sinifi mucadelesine katilmadikca ancak anarsizmin/komunizmin gelisini riske atiyorlar veya geciktiriyorlar.

    Masabasi matematik hesaplariyla siyaset yorumlari yapinca bisey degismeyecek. Doluyu bosa koy olmayacak, 2’yi 2’lye topla hic bir zaman 5 etmeyecek. Varsa katabilecekleri bir sey, orta sinif entellektueller isci sinifi mucadelesine katmali. Gerisi bos.

  13. soruYorum

    aradaki ayan-beyan cızırtılara kapılmadan, konuşma sürdülemez mi; konu tam da yakalanmışken?

    akp temsil ettiği güç ilişkileri, mit yasası ve diktatörlük meselesi bunlar işin konjonktür-el yanı. meselenin özü, mikail fırtınacının dediği gibi “komünistler (marksistler demeliydi bence) hem lokal değil, küresel bölüşümü savunurlar” ise, bunun hem de yerel olmayıp sovyet temelli bir MERKEZİLŞEŞME ile bunu nasıl sağlayacaklarını izah etmeli değil mi?

    burada bir kez daha merkezileşme- bürokrasi ve devlet üzerinden mülkiyet ve karşısında, devletsiz-mülkiyetsiz piyasa tartışmalarına yeniden ve daha özenle yapmak gerekmiyor mu?

  14. ferruh

    kürt hareketi uzun süredir özerkliğin tanımında yeraltı ve yerüstü kaynakların kullanımında inisiyatif sahibi olmaktan da bahsediyor ama sanırım ilk kez bu kadar somut bir şekilde ifade edildi. ben gültan kışanak’ın bu beyanatını bir yandan da özerklik düşüncesini kamusal alanda yerleştirmeye yönelik bir hamle olarak görüyorum. milliyetçi/ulusalcı cenahın ayarlarını bozan da bu yaşam alanında söz sahibi olma talebinin ortaya konması olsa gerek.

    diğer yandan bu talep gerçekleşecek olsaydı bile, kürt hareketinin mevcut siyasi çizgisi göz önünde bulundurulduğunda, ortaya çıkan sonucun “petrol gelirinin emekçilere paylaştırılması”ndan ziyade “kürt burjuvazisinin yağmasına uğraması”na yakın olacağını düşünüyorum.

  15. Zihni

    Emek-değer kavramını analiz etmeden, bir ekonomik değerin kime ait olduğunu söylemek zordur. Gün Abinin tezine göre, “bana yakın olan benimdir” demek oluyor. “Kim emek vermişse onundur” dese de, ana fikrin ağırlığı coğrafya-mesafe kavramını daha öne çıkarıyor gibi anladım.
    Sosyaist düzende (öz yönetimi kast ediyorum) mülkiyetin, işçiler dahil kimsenin olamaz. Kamu mülkiyeti söz konusudur. “Kamuyu” da coğrafya ve etnik temelinde alamayacağımıza göre, geriye paylaşım şeklini tartışmak kalıyor.
    Petolün üretiminde görev alan işçilerin oluşturduğu konsey, diğer “paralele konseylerle” iş birliği içinde, çalışanların ücretlernden artan gelir değerini yatırımda geriden gelen bölge konseylerinin mutlak talebi ve uzmanların planlama projesi doğrultusunda fazla gelir akatarılır.
    Bir sus havuzu örneğim vardı bu konuda:
    Bütün çalışanlar havuzda, şişme botun üzerinde olduğunu düşünelim. Havuza su (gelir) akıtan musluk ile havuz doldukça bütün botların (çalışanların) eşit yükseleceğini, havuzdan taşan suyun (fazlalığın), paralel konseylerin talebine göre yeni yatırım bölgelerine kaydırılacağını…
    Uzatmayalım, perol konusu mevcut düzen içinde düşünlürse Gülten Kışanak’ın dediği gibi olması gerektiği düşünülebilir. sosyalsit düzende emek-değer teorisinin özüne uygun olarak tartışılmalıdır.

  16. soruYorum

    hala meseleyi devlet mülkiyeti ve sonucunda ortaya çıkan burjuva- proletarya ikilemi üzerinden okuma ısrarı neden?.

    somutlaşalım:

    rojavada hangi devletin mülkiyeti ya da hangi burjuvaziden ya da milliyetçilikten bahsedile bilir?

    mesela kobani de fırınlar, kanton yönetiminde piyasaya ekmek sunuyor ve kazançtan “kanton ortak payına katkı yaptıktan sonra” kalan miktarı fırında çalışanlar aralarında paylaşıyorsa…bunlara iişçi ya da patron diyebilir miyiz.?

    dahası bu neden bir üretim tarzı olarak kabul görmez; sıkıntı nedir? mülkiyeti tescilleyen bir devletin fiilde var olmaması mı? ya da bildiğim sınıf ilişkisine dair ezberlerimize uymadığı için mi, olumsuz buluyoruz? yoksa mühendisler planlamdığı için mi?

    asıl izlenmesi gereken yol-yöntem hayatın sıcak pratiğinden doğamaz mı? ve bize düşen, bu yol ve yöntemlerin önündeki yapay engel ve sınırları kaldırarak bu çözümü küresek ölçekte genişletmek ve federatif bir yapıya ulaştırmak değil mi?

  17. Mülayim Sert

    Bu arada sınıfsız bir toplumda özgür üreticilerin (işçi değiller artık) kendilerini yeniden üretmeleri için (ihtiyaçları için) gereken ürünün üzerinde kalan ürüne artı-değer dememek lazım, artı-ürün demek lazım. Artı-değer değer için (değişim değeri için) üretim yapılan toplumlara özgüdür.

    Eğer ekonomik anlamda tamamen statik bir toplum hayal etmiyorsak, yani yeni ve değişik yatırımlar, teknolojik gelişmeler, yeni eğitim-sanat-spor kurumları gibi şeylerin olmasını istiyorsak artı-ürün varlığını koruyacaktır. Aksi halde kapitalizmin kurduğu mevcut ekonomik teşkilatı devralıp sonsuza kadar dondurmuş oluruz. Herhalde istediğimiz bu değil.

    Mesele, artı-ürünün hangi toplumsal örgütlenmeler yoluyla yeni ekonomik faaliyetlere dönüşeceğidir. İşyerinde üretildiği anda doğrudan bir üst kuruma aktarılarak da olabilir, önce işyerinde çalışan tüm üreticilere dağıtılıp, daha sonra kendi bireysel tasarrufları ile biriktirilip kooperatifleşme yoluyla birleştirilerek tekrar yeni bir yatırıma da dönüştürülebilir. İlki artı-ürünün daha kollektivist ikincisi daha bireyci bir toplumsallaştırması olur.

  18. Gün Zileli

    ha evet artı-ürün ya, bilgi tazelediğin için teşekkürler Mülayim. Ben hatırlayamamış, antı-emek falan demiştim. Doğrusu senin dediğin.

  19. Mülayim Sert

    @13 GZ

    artı-ürün’ün kaynağı da artı-emek zaten. aynı kapıya çıkıyor.

    üreticilerin kendilerini yeniden üretmeleri için gereken ürün = zorunlu ürün.

    zorunlu ürünü üretmek için gereken emek = zorunlu emek.

    ilkel komünizm (avcı-toplayıcı toplum mesela) bir üretim tarzı olarak bundan ibarettir. birikim, ve dolayısıyla ilerleme olmaz. statik veya en fazla döngüsel bir toplum vardır, baharda biriktirilen kışın tüketilir vb.

    zorunlu ürünün üzerine çıkan ürün = artı-ürün.

    artı-ürünü üretmek için harcanan emek = artı-emek.

    bu şema artı-ürünün var olduğu tüm üretim tarzlarına sahip toplumlar için geçerlidir. bunlar bugüne kadar hep sınıflı toplumlar olmuştur, çünkü artı-ürüne onu üreten sınıftan farklı bir sınıf el koymuştur (sömürü). ancak gelecekteki sınıfsız bir toplumda bu farklı olabilir.

    değişim değeri için (piyasa için) üretim yapılan toplumlarda artı-emek ile üretilen artı-ürünün aldığı forum = artı-değer.

    kapitalizm bu tip bir üretim tarzıdır.

    sınıfsız bir toplumda artı-değerin özgür üreticilerce kullanıldığı üretim tarzı piyasa sosyalizmi (daha isabetsiz bir tarifi de kooperatif kapitalizmi) denilen modeldir.

    planlamalı sosyalizmde artı-ürün artı-değer formunu almaz, kollektif bir şekilde idare edilir.

    [piyasa sosyalizmi veya planlamalı sosyalizmin “mümkün” olup olmadığı (kaçınılmaz olarak yeni bir sınıflı topluma yol verip vermeyeceği) ayrı bir tartışma konusudur]

    spekülasyon :

    komünizmde ise değer yasası ortadan kalkarken zorunlu ürün ile artı-ürün arasındaki ayrım da bulanıklaşmaya başlayacaktır. işte “ilkel komünizm”i tanımlayan koşulların daha üst düzeyde yeniden ortaya çıkması ile kast edilen budur.

  20. hortlak

    Yazilari okuyunca ne kadar marktanda,baska hertürlü ekonomik görüsten uzaklasildigi görülüyor.Böylece Ütobik bile degil anlatilanlar..
    Böyle sistemleri kuruldugundada birakin “öz savunmayi“ kendi kendine yikilir…ve böyle sistemlere karsi kapitalizm cok daha olumludur..

    Konu cok dein.. Marksida asmayi gerektirir eger cözüm bulunacaksa..

    Adina ne derseniz deyin, Üretim olmadan yasanmayacaktir.
    Üretilen ürün Sadece ot olmayacagindan..onbinlerce cesit olacagindan. adina ne densede ürünlerin degisimi olacaktir..

    Peki bu ürünlerin yaraticisi emek olduguna göre bunun ölcümü nasil olacak?yok gene kardesiz,din kardesiyiz derseniz toplumda en olumsuz bir sömürü toplumu yaratirsiniz… Bir tolumun diger toplumun emeginden gecinmesi.
    Burda kapitalist tolumlarda hic olmazsa olumlu sömürü olabilirken sosyalist topumlarda tam bir negatif, zararli sömürü olusur..

    Bu konuda tartismalar olumludur ama tartisma olarak…

  21. mikail firtinaci

    Hortlak;

    kapitalizmde neyi olumlu buldugunu anlamadim. Bitmeyen bir izdirap olarak yasaniyor kapitalizm milyarlarca insan icin. Eger insanlar bu sacmaliga dayaniyorsa hala ve intihar etmiyorsa isci sinifinin direncinin ve gucunun isaretidir bu sadece.

    Cin’de yuz yirmi milyon insan sehir sehir dolasip is ariyor su anda.

    Isi olanlar tek odali evlerde yasiyor. Kimileri cocuklarini ailelerine emanet edip kentte aylik 250 dolarlik islerde surunuyorlar.

    Ustumuzde giydigimiz dondan gomlege dunya tekstil uretiminin cogunu ustlenmis milyonlarca Bangladesli isci gunde 15 saate varan surelerle calisiyor. Kazandiklari para aylik 70 dolar bile degil. derme catma mezbaha bozmasi 5-6 katlik beton mezarlarda calisiyor bu insanlar.

    Dunya nufusunun yarisi bu boku yasiyor. 1 milyar insan bunu bile bulamiyor.

    Bati’da okuyup eden milyonlarca insan ise issiz. Avrupa’nin en egitimlisi, Yunan gencligi issizlikten kivraniyor. Niye? Cunku emekleri arti deger uretmekte o kadar yetersiz ki, sermaye bu muhendisleri, bilim insanlarini, doktorlari 700 euro’ya bile ise almiyor.

    Kapitalizm cokmus durumda. Karisimizda ki sorun artik kapitalizmi mi yoksa komunizmi mi tercih edecegiz sorusu degil? Komunizme ne zaman gececegiz sorusu bugun sorun. Cok gec kalirsak o da olamayabilir cunku.

  22. soruYorum

    amenna kapitalizm insanın başına gelen en kötü şeydir…

    ama önce bu meretin bir tanımını yapmak gerekmez mi?

    bir kaç soruyla yol almayı dener isek:

    1- kapitalizm devlet egemenliğinin sağladığı imkanlarla, emeğin ücretli emek olarak mülkleştirilmesi midir?

    2- para ve piyasanın bu işteki rolü nedir?

    3- üretimin sürdürülmesinde piyasanın yerini alabilecek başka bir enstrüman bulunabilir mi? yoksa onu mülkiyet ilişkilerinden (yani devletten) azade kılarak pekala “mülkiyetsiz bir değer belirleme aracı olarak kullanmak olası mı?

    4- emeğin değişim aracı olarak para yerine örneğin puan sistemli kredi kartı benzeri yöntemler nasıl bir sonuç doğurur?

    daha bir dolu cevabı gereken soru sorulabilir…

  23. hortlak

    Bir toplum bir avuc insani ayricalikli yasatabilir.Bir Toplum bir baska toplumun üzerinden yasamasi ise o toplumun tümünü felc haline getirir..

    Kapitalist toplumlumlarda bir ürün yada mal piyasa dalgalanmalarinda hic olmazsa bir gercek degerini bulur.. Sizin tassavur ettiginiz toplumlarda malin,yada ürünün degerini belirleyecek mekanizm olmadigindan ortaya toplumun topmumu sömürüsü ortaya cikar..
    kapitalist sömürerek is yerini muhafaza vede özelliklede gelistirmek zorundadir. Onun yedigi ictigi ise gene toplumda is acacagindan o toplum bu adaletsizlige katlanabilir..
    Yigilarin yiginlar üzerinden gecinmesi felaket olur..
    Bundan baska sonucta cikar; Toplumun dynamik gelismeside felc olur..
    Sonuc olarakta Cin deki son gelismelerde tam bunu ispatlar..

    Felc olmus 25 dolara calisan 1980 de insanlar maonun kitabini bile satin almasi mümkün degildi. Gazete bile olmazdi.. Duvar gazetesi sadece.. Araba ise uzaydan gelmis arac olarak görünürdü..
    Simdi araba pazari Dünyanin en büyügü..

    Kapitalizmin cikmazlarini degil Cakma sozyalist hayalleri tartisiyoruz..
    Konular cook derinde…Sadece mincik pencere acmak istedi..

  24. Yusuf Cemal

    Kapitalizm yok olunca ortaya cikacak sey komunizm, anarsizm felan degildir. Calisan sinifin egemenligidir. O sinifsiz topluma donusur donusmesine ama, gider Marsta koloni mi kurar, parayi mi kaldirir, yar yanagini da mi kolektiflestir, o o zamanin derdi. Kasmayin…

  25. Anonim

    gün zileli barış denen şey silahların denkliğimi dir yoksa karşılıklı silahsızlanma mıdır.veya her ikisinin dengeli bir sentezimi?

  26. Gün Zileli

    Bunun genel bir formülü yok bence. Halihazır barış durumunu soruyorsanız, bu, ne uzlaşmanın, pazarlığın, gizli görüşmelerin, ne de aba altından sopa göstermenin, zorun, tehtidin ürünü olabilir. Şeffaflık, kararlılık, direnç…

  27. hortlak

    Para yi kaldirmak metreyi ,Kg yi kaldirmak gibi anlamsiliga düseriz. O saydir,rakamdir. Simsiye kadar deneylerde her nekadar kaldirilmadiysada fiilen gecersiz ,göstermelik uygulandi.. Buda onlarin cöküsünü getirdi..

    Puan,kart larda paradir.. oda ölcme isine yarar..
    Para kelimesinden nefret ediliyorsa Mara. Sara da diyebilir.. güzel kiz isimleri..psikolojiye iyi gelir..

    3.Üretim iliskilerini kaldirilmaz..1 sine de Devletin degil Ilkel toplumun icinden dogmus,gelismis ,olusmus sürectir..

  28. soruYorum

    Yusuf Cemal arkadaş, kapitalizmin yok olması zaten, sınıfların da dolayısıyla da aynı zamanda egemenliklerinin de yok olması değil mi

    ROJAVAnın Kobané kantonundan verdiğim fırın örneğinde bir sınıf ötesi durum yok mu?

    Marx işçi sınıfını “devrimci özne olarak belirlerken; gerekçe olarak onun (proletaryanın) sınıfsızlaşmaya ve sınıfsızlaştırMAYA EN UYGUN SINIF olduğunu söylemiyor muydu?

  29. mikail firtinaci

    Hortlak;

    yine anlasamadik: para soyut ve evrensel bir kategoridir diyorsun. Iyi de insanligin ancak son 3.000 yilinda, o da cok sinirli olcude bir degisim araci olarak kullanildi para. Ve sadece son 200 yilda egemen degisim araci oldu degisim degeri.

    Ondan once 100.000lerce yil insanlarin degisim araci olarak kullandiklari sey karsiliksizlikti. Dolayisiyla para tarihsel ve gecici bir formdur – ozsel ve evrensel bir kategori degil, tarih ustu de degildir.

    Bir kusun, kopegin, sicanin, sincabin yavrusunu beslemek, bir kurdun, aslanin avini paylasmak icin degisim degerini kullandigina tanik olmus bir doga bilimci var midir? Ama bu canlilar arasinda paylasimin karsiliksiz kullanim degeri temelinde oldugunu gozlemliyoruz. O yuzden evrensel olan karsiliksiz yardimlasma (kropotkin), mumkun olan ise sevgiye karsi sevgi, dostluga karsi dostluk (marx).

    Kapitalizm ve degisim degerinin mutlak hukumranligi insanligin uzun yoculugunda kucuk bir an, bir saniyelik bir kabus olarak tarihe gomulecek. Son 200 yillik bu surecin daha bir 50 yil bile devam etme sensi yok cunku.

  30. mikail firtinaci

    Yusuf Cemal,

    Isyerinde is arkadaslarimizla konusurken ornegin, muhabbet “iyide yerine ne koyucaz” deyince ne demeliyiz? Cunku elestirdigimiz sey liberallerin dedigi gibi sadece “diktatorluk” degil. Oyle olsaydi demokrasi der gecerdik… Ama insanlara derme catma da olsa bir program, bir olasi yakin ve orta vade ufku onermeden sadece yikima cagirabilir miyiz? Ustelik yikim bile en az zararla gerceklestirmek icin iyi planlanmasi gereken, stratejik ve taktik bir sorunken…

    Eger bu kadar plansiz ve programsiz hareket etmek bir tercih sebebi ise, sunu goz onune alalim: bugun kapitalizm az cok kaotik bir sekilde catirdiyor. Birakalim yavasca coksun – eger sikinti hayatin orgutlenmesine dair somut onerilerden kacinmak ise – kapitalist pazar ekonomisi bu konuda en basarilisi bunu kabul etmek lazim.

  31. hortlak

    Firtinaci;
    -:)) :-:))

    Biraz evelosyandan sonra kuslar,hayvanlarda para kullanmasini ögrenecek.Biraz zamana ihtiyac var..

    Üretim basit olmadigindan,cok cesitli oldugundan bu üretilen ürünlerin degisimininde bir ölcü gerekir.. Buda paradir..Onu gereksiz yada etkisini azaltan maddi sartlar yaratilabilir..Ama bastan kaldirmak kaos vede adaletsizlige dönüsür..

    Sunu bastan koymak gerek: Mutlak bir adalet,hak olmaz,olmayacakta..

    Önümüzdeki somut sorunlari cözmek en dogrusudur.

    Issizligin olmadigi bir toplum,Tüm lüzumsuz bürokrasinin,askerin,Polisin..vb.. tüm asalak tüketicilerin de üretici oldugu,makinalasmaninda esas amac oldugu ,her kisinin özgür,ve esit sanslara sahip olmasi..

    Yani hayat sudan ucuz olursa parada etkisini kaybeder..
    Yani yani isciler makinalara düsmanken bizde tersini demeliyiz… Iscilerin kurtulusuda makinalasmaktan geciyor.
    Birak makinalar calissin -:) onlarin paraya ihtiyaci yok.. sosyalistdirler..

  32. soruYorum

    Marx’ın onca ısrarlı anlatımlarına rağmen marxistlerin sermaye ve para meselesini basit bir düşmanlık derekesine indirgemesi, ilginç değil mi?
    sermayenin toplumu emek ve üretim üzerinden sürülükten çıkaran en önemli etmen olduğunu…sermaye olmadan emeğin değer üretemeyeceğini…
    metanın, değişim değeri üzerinden paraya dönüşemediğinde hem değişim hem de kullanım değeri kazanamayıp, değersizleşeceğini…

    sermaye olarak paranın (PARA SERMAYENİN) üretim zamanına dönerek canlı emekle buluşmadığı sürece toplumsalın inşası için kullanım ve değişim değerlerini ilişkilendiremediğinde toplumsalın mümkün olamayacağını bilmezden gelerek nasıl olacak bu iş?

    “karşılıklı yardımlaşma-dayanışma” ve “sevgiye karşılık sevgi” insani hasletler olarak yüce duygulardır. insan bu duygular içinde olarak kısmi sıkıntıları çözerek “anarşist etikA ya-komünizme uygun davrandığı için kendini mutlu hissedebilir.

    Ama herhalde küresel ölçekte bir toplumsallık inşa edemez, diye düşünüyorum.

    bence devletin hemen ve derhal ilgasından başlamadan ve böylece de “mülkiyeti yani egemen sahiplenmeyi (maliklik) sonlandırmadan bir çözüm olası gözükmüyor…

  33. Gün Zileli

    gerçekten hortlakmışsın sen yahu. Bu işçilerin makinalaşması görüşü proletkült (1920’ler SB) zamanında ileri sürülmüştü. Hatta üretim araçları (çekiçler, çarklar vb) işçilerin organları olarak tahayyül edilmişti. Korkutucu bir hayalet!

  34. Anonim

    Mikail yoldaş hayal aleminde dolaşıyorsun. Yukarıda örnek verdiğin ülkelerde bir sene çalıştım;emek-yoğun işlerde,mavi yakalıların, köle-işçilerin arasında bulundum. Hiç birisinin kapitalizmden şikayetçi olduğunu ya da kapitalizmi yıkma telaşında olduğunu görmedim. Keşke senin dediğin gibi kapitalizm yıkılma aşamasında olsa ama değil. Kapitalizmin ne kadar esnek ve devrimci-değişken olduğunu tarih bize gösteriyor.
    Ayrıca ulusları-ulusçuluğu yıkmadan kapitalizmi yıksan ne fark edecek. Bugün İngiliz,Amerikan,Alman,Japon işçileri kapitalizmin yıkılmasına izin verir mi sanıyorsun! Onlar refahlarını Hintli, Çinli işçilerin sömürülmesine borçlular ve bunun bilincinde olduklarından sahip olduklarını kaybetmeyi göze alamazlar.

  35. Mülayim Sert

    @26 soruYorum

    Tarif ettiğin işleyiş kapitalist üretim tarzında zorunlu. Biz zaten bundan memnun olmadığımızi çin üretim tarzını değiştirmek şart diyoruz.

    Emekçilerin toplumsallaşması mı? 19. yüzyılda kendi yağında kavrulan köylü ailelerini topraklarından edip fabrikalar altında toplumsallaştırmak için sermaye “gerekliydi” belki evet. 21. yüzyılda kıçımızı koyduğumuz yerden toplumsallaşıyoruz, bak bu forumdayız, farkında mısın? Emekçinin toplumsallaşması için sermayeye ihtiyaç yok bugün.

    Sermaye olmadan emeğin değer üretememesi de ne demek? Tam tersi. Sermaye dediğin ölü emektir zaten. Emek olmadan sermaye felçtir. Emek özgür üreticiler kendilerini örgütlediklerinde, kendi kendisinin sermayesi olur zaten.

    Elbette amaç “meta” üretmekse yani değişim değeri için üretim yapmaksa arkasından dediklerin de gelir. Ancak eğer hedef komünizm ise, biz meta üretmeyeceğiz, doğrudan kullanım değeri üreteceğiz. Aramızdaki dağıtım, değer eşitliğine dayalı ticaret değil ihtiyaca göre olacak. Büyük bir aile gibi hareket edeceğiz yani. Bu belki derhal olmayacak, önce sosyalist bir geçiş aşaması yaşayacağız ama yine de ufkumuz bu olacak.

  36. Zihni

    Değişim aracının ne olması gerektiğine ve makinenein emek üzerindeki etkisine yönelik fikir geliştirmeler değil komünizmle kapitalzim arasındaki tercih farkı. Bu iki öğenin fikir kritiği daha sonraki bir iştir. Emeğin ölçümünü yaptığımız ve kötü niyetlere karşı önlem alındığımız an, gereğinin de “hak” kavramında yapılması için adım atışkdığı an, kapitalizmin sonu demektir.
    Üretim ve dağıtım tarzı konusunda komünizmin olmazsa olmazı çok açıktır, sömürüye geçit vermemek. Onun dışında, para da değişim aracı olarak kullanılabilir, makineleşmeyi tekelleştirmedikten sonra, işçinin günlük mesaisi 3-5 saat gibi sınırlandığını düşünelim, amaç da bu değil mi zaten? Yaşamaya zaman ayırmak. Kısaca özetlersem, madem ki önümüzde test edilmiş bir kapitalist üretim modeli var, bu da çok beğeniliyor, öyleyse, “kapitalistler gibi üretip, komünistler gibi paylaşmanın” kime zararı olur? Burada dikkat edilmesi gereken tek şey, kazancın artı değerinden üretim aracı özel mülkiyetine geçit vermemektir. Üretim sürecinde işçi mühendis bulunruken, ilkel egosundan başka özelliği olmayan patronun olmamasının topluma ne zararı olacak?

  37. hortlak

    “Iscilerin kurtulusuda makinalasmaktan geciyor.” makinalarin,teknolojinin gelismesi anlaminda yazmistim. Iscilerin isten kurtulmasi anlaminda.. Düzeltilir..

  38. Gün Zileli

    düzeltme ne yazık ki durumu düzeltmiyor. İşçilerin teknolojiyle kurtulacağı, kapitalist bir palavradır.

  39. Mülayim Sert

    @29 Zihni

    Bahsettiğin tarza en yakın deneyim bildiğim kadarıyla Yugoslavya’daki işyerlerinde özyönetime dayalı piyasa sosyalizmiydi. Yakın diyorum çünkü parti-devletin siyasi diktası altında bu ekonomik model kısmen uygulanıyordu.

    Sadece patronu devreden çıkarıp piyasayı korursan piyasanın kendisinden kaynaklanan olumsuzluklar baki kalıyor. Mesela dışsallıklar meselesi, sürekli rekabet halinde yaşamak (masrafları kısma baskısı) vb… Ayrıca patronlu üretim birimi modeli ile piyasanın varlığı arasında da birbirini destekleyen bir ilişki var bu nedenle. Mesela piyasa sosyalizmi altında rekabet nedeniyle üreticiler kendi ücretlerini düşürme baskısı hissettiğinde bu kararı kendi aleyhlerine almak konusunda isteksiz davranabilir. Oysa başlarında bir patron olsa bu kararı daha acımasız ve “verimli” şekilde verecek, kendi firmasına avantaj sağlayacaktır. Böylece piyasanın varlığı işyerinin içinde patronun veya bir profesyonel yöneticinin (sınıflı toplum) varlığını teşvik edebilir.

  40. hortlak

    Sermaye pasiv aktif olarak vardir. Aktif sermaye Parada kendini yansitir.

  41. hortlak

    -:))))
    daha düzeltmem. Sosyalizm sizi kurtarsin..

  42. soruYorum

    Mülayim Sert diyelim ki sen, şimdikinin bin katı gelişmiş bir cep telefonu-bilgisayar vb. icad edebilecek bir deha da olsan, bu fikrini gerçekleştirmek için sermayeye muhtaç kalacaksın. emeğin sermaye olmadan değer üretememesine işte örnek.

    sermayenin ölü emek olması , onun emekle buluşup değer üretemediği haldir. emekle buluşup ta değer ürettiğinde adı zaten üretken emek oluyor.

    gene de engüzel sen ifade etmişsin sorunun ne olduğunu: “Emek, özgür üreticiler kendilerini örgütlediklerinde, kendi kendisinin sermayesi olur zaten”.

    sorun tam da burda başlamıyor mu?

    kendisinin sermayesi olmak isteyen emek, bunu nasıl bir örgütlenmeyle yapacak? bu işi sermayesiz ve emek ürünlerini piyasada değerlendirmeden hele de para denen değişim aracını kullanmadan nasıl halledecek?

  43. Gün Zileli

    seni ben bile kurtaramam 🙂

  44. Yusuf Cemal

    Mikail, önereceğimiz program çalışan sınıfın politik ve ekonomik doğrudan egemenliği olmalı. Nedenleri gözlemlenebilir şeyler:

    Çünkü, bunun ötesinde söylenen her söz, altı başka türlü doldurulabilir sözler oluyor. Yalnızca son on yılda Kant’ın “yüce”lerinin altına doldurulanlara bir göz atalım: Anarko-kapitalizm, Privilege theory, Queer’in bin bir renkli versiyonu vs. Düz mantıkla ya da politik doğruculukla bakınca, her birinin kendisine göre haklı yanı var. Ama hepsi, komünizm denen şemsiyenin yarattığı boşluğu doldurmak üzere harekete geçmiş fikirler. O doldurulan yerin altının yıllar önce bürokrasinin iktidarıyla doldurulduğunu biliyoruz zaten. Daha önce Maoculuktan Checilik’e bir çok başka deneme de yapılmıştı. Sonucu malum.

    Çünkü, yaşadığımız çağda insanlar, özellikle de çalışanlar bir idea için hayatlarını ortaya koyacak insanlar olamazlar. Olabildiğince gerçek, olabildiğince somut olmalı anlatı/öğreti. Bunun “inanç”la bir ilgisi yok, dolayısıyla basitçe inancın point ettiği noktayı değiştirip insanları bir ideaya yöneltme fikri hatalı. Badiouların yaptıkları da bu. Bu durumun dönemin öğrenme ve eyleyiş tarzıyla doğrudan ilişkisi var. Ve bu öğrenme ve eyleme tarzı, “sözle harekete geçen milyonlar” olgusunu ortadan kaldırıyor. “Lenin işaretiyle ayaklandı partizan” hikayesi zaten gerçek değildi, ama şimdi düşüncesi bile artık tamamen masal.

    Çünkü, söz artık güçlü değil. “Başlangıçta eylem vardı” sözü hamasi bir söz değil artık. Kaynaklandığı romantik dönemdeki köklerinden çok daha farklı bir noktada. Çünkü karşıtı olarak görülen sözün gücü bitti. Bunu bekliyorduk, bunu arzuluyorduk, ama şimdi bunu kabullenemiyoruz. Ama durum bu.

    Bence sözde kadim asgari-azami program hadisesini yeniden düşünmek gerek. Böyle net sınırlar yoktur gibi artık bayatlamış bir “yeniden” düşünüş değil. Programın kendisinin olabildiğince gerçek olması gerektiği şeklinde bir düşünüş. Burada gerçek olarak kastettiğim, sağduyu ya da alışılmış olan anlamına kullanılan gerçek değil. Simgeleştirilememiş hakikat anlamında gerçek. Bu da bana kalırsa, ütopyalardan, ideallerden vazgeçip, onları öne çıkarmaktan değil, onlara doğru bizi ilerletecek gerçek adımlar atmak ve o adımları program olarak kaydetmek – vaazetmek – önermek’ten geçiyor. Ve bu hiç de yeni bir fikir değil. Yalnızca ütopik fikirler, kendini olduğundan güçlü görmeler, iradenin bütün kötümser deneyimine rağmen hala iyimser olarak addedilmesi vs gibi etmenler ortadan kaldırıldığında, eski literatürde olan şeyler. Yani formülü gerçekçi hale getirip, yani tersine çevirip “Aklın iyimserliği, iradenin kötümserliği”ne çare bulmak.

    Ve sonuçta, çalışan sınıfın egemenliğinde meta üretiminin olamayacağı açık sanırım. Değişim değeri üretme isteğinin nedeni kapitalizmin hükmettiği heryerde, her girişimde sermaye birikimidir. Ev geçindirmek vs. değil. Bu ortadan kalktığı anda, eğer yerine konacak yeni istençler hazır değilse toplumda çökme momenti başlar. Öyle başka ülkelerle rekabet vs. yüzünden değil. Üretimin neden yapılacağına dair soru sebebiyle. Salla başını al maaşını fikrinde olan, dünya yansa umrunda olmayacak, yalnızca ona verili gelen ve onun olduğu iddia edilen “kendi direk çıkarları”nı korumaya odaklı bireylerden oluşmuş bir sınıfla, bir gün dahi toplumsal eşitliği sürdüremezsiniz. Bunu aştığını sözel olarak ifade eden ya da hadi bir de siz yönetin ve bizi komünizme götürün diyen ya da ve hatta devrime bir fiil katılmış ve arınmış bile olsa dönüşümü sözel alanda, düşünce alanında kalmış bir sınıfla hiiiç yapamazsınız bunu. Ancak yepyeni bir üretim modeline hazır, onu hali hazırda uygulamaya çalışan, bunu uygulamak için kapitalistlerle çarpışan bir sınıf, yıkım ertesi bu yeni sistemin inşasına katılabilir.

  45. mikail firtinaci

    Anonim 27;

    Cokus ile ne dedigimi tam anlatamadim galiba. Ben kapitalizmin cokusunu isciler gerceklestirecektir bu kesin demiyorum. Bu potansiyeli isci sinifinin kesinlikle var. O ayri. Ama kapitalizmin kendisiyle birlikte insanligi yikma gucu de var. Ekolojik felaket, toplumsal cozulme, siyasi kilitlenme, savaslar… Butun bunlar kapitalizmin sonlu-tarihsel dogasinin gostergeleri. Ve bu yuzyili cikaramayacagina dair bilimsel kanitlar yeterince birikmis durumda.

    Ayrica insanlar soyledir, insanlar boyledir turu basma kalip, kisisel hayal kirikliklarimiza dayanan genel yargilardan kacinmaliyiz. Insanlar son derece karmasik canlilar. Bugun kabul ettigini yarin reddeder. Bu konularda cozumleme yapabilmek icin cok cesitli faktorlere bakmaliyiz.

    Ornegin bugun “halk cahil ondan AKP iktidarda diyen” bir CHPlinin cehaletiyle ve sabirsizligiyla siyasi cozumleme yapmak nasil sorunluysa, isci sinifi hakkinda “kapitalizm altinda keyfi yerinde” tarzi beylik laflar da milyarlarca olguyu gormezden gelen bir “kapitalist realizm” ya da burjuva fantazisi sadece.

    Isci sinifi gayet te mucadele ediyor. Bunun icin komunist falan olmaya gerek yok. Son derece sinirli, “objektif” bir gazetecilik tavriyla bile bunu goruruz.

  46. mikail firtinaci

    Yusuf Cemal,

    Aslinda soylediklerinde esas beni tedirgin sey utopya ve programi birbirinin yerine gecebilir kavramlar gibi kullanman. Mesele utopya ise, eve tehlikeli…

    Fakat program (ister asgari, ister azami, isterse de ikinisinden farkli bir sey olarak) bir tur “Kantci” ideale dayanan seyler degil. Ahlakin alanina ait degil bunlar. Tersine “tarihsel olanaklar” dunyasina ait seyler programlar. Dolayisiyla en dandirik program bile ahlaksal ve pratik akil ayrimlarinin otesine geciyor.

    Ha tabi programlarin bir cok sikintili yonu olabilir. Bir kere programlar komunist/anarsist olmayabilirler. Trocki’nin sosyal demokrasiden devralip surdurdugu asgari/azami ayrimi boyle sorunlu bir kavram mesela. Fakat farkli bir program da olabilir. Salt bir propaganda malzemesi, ikna araci olarak degil, kolektif dusunusunu ve hareketin bir urunu olan program olabilir. Onumuzdeki engellerin ve cukurlarin otesine nasil gecebiliriz, nasil insaya-yikima baslayabiliriz sorularina cevap vermeye calisabiliriz.

    Ama zor bir soru bu. Cunku bir cok baska meseleyle de bagli. Yinede stratejik/taktik hedefler belirleyememek radikal hareketlerdeki herkesi kendi fantazilerine hapsediyor genelde. Yani ne yapacagini bilemeyen, ne olacagi konusunda fikri olmayan kolektivitiler bilindik dogrulari surekli tekrarlayarak kendilerini onaylatmak istiyorlar genelde. Sahsen bunu cok yasadim ve bir sure sonra moral bozucu oluyor bu. Hareket edebilen siyasi bir grubun ise hedeflere ihtiyaci var. Siniflarin da orgutlerin de hedefleri olmali.

    Biz geleceksiz ve caresiz degiliz. Neden kendi yolumuzu cizmeye calismayalim? Neden bunu sinifimizin geneliyle tartismayalim? Bu illa bir temsiliyet yaratmak zorunda degiliz. Kendimiz icindeyiz zaten isci sinifinin. Program dusmanligina yol acan tarihsel nedenlerin bir coguna eyvallah. Ama program kavraminda bicimsel olarak bir sorun yok.

    Ornegin pratik bazi sorular: isci sinifi toplumsal iktidari nasil alabilir? Bu uzerine dusunmeye tartismaya deger bir sorun neden olmasin? Ne zarari var? Ya da iktidari aldiktan sonra ilk neyi hedefleyebilir? Bunu tartismak ya da sormakta bir sorun var mi?

  47. Zihni

    @31Mülayim Sert,
    “Sürekli rekabet hali” masraf kısmada ancak kaliteyi etkileyecek. Kapitalizmdeki rekabetin önemli bir kısmının hile ile karşılandığını düşünürsek ki öyledir, sosyalizmde rekabetin bir akordu olmalı. Rekabet kapitalizmdeki gibi akortsuzluktan dolayı gürültü değil, melodik ve enstrümantal kıvamda ses çıkarması için özel mekanizmalar kurulacaktır. Bunun en büyük güvencesi de, ölüm ötesine miras bırakmanın kaldırılması ve üretim aracına sahip olmayarak, egemenlik umudunun kalmamış olmasıdır.
    İşçi, rekabet uğruna kendi ücretini kısmak yerine, başka faktörleri devreye niçin sokmasın?
    Özyönetimde rekabetin sınırı vardır. Kapitalizmdeki gibi rakibini yok edip, tekelci duruma düşmek gibi bir misyonu olmayacağından, ve konseyler iş birliği aynı zamanda çıkar ilişkisi olduğundan, iyi huylu (akort edilmiş) rekabtten söz edebiliriz. Kendi ücretini kısma durmuyla karşı karşıya olan işçi, yatırım ve üretimde kendi kusurunun itirafını yapmış olacak ki, bu durum başka hamlenin motivasyonu da olacak aynı zamanda. Geriye bir Pazarlama faktörü riskleri kalıyor ki, bu durum önceden teorik tanımlanacak konu değil, canlı gidişatın ekonomik riskini doğru öngörüyle ilgilidir.

  48. Anonim

    1) Herşeyin takası mümkün olmayacaksa para yerine ne geçecek?

    2) Devlet ortadan kalkınca ortak kararlar nasıl alınacak? Herkesin aynı karara katılmadığı durumlarda salt çoğunluğun dediği mi olacak yoksa karar belirli bir yüzdeyle mi belirlenecek? Bu yüzde nasıl belirlenecek? Çoğunluğun yanlışı, azınlığın doğruyu bildiği durumlarda azınlığın dediği olması gerekliyse neyin doğru neyin yanlış olduğuna kim nasıl karar verecek?

    3) Ortak dilin ne olacağı nasıl belirlenecek? Bu dili öğrenmek zorunlu mu olacak? Bu dili bilmeyenler nasıl yaşayacak?

    4) Eğitim nasıl olacak? Zorunluluğu, parasızlığı, dili, müfredatı, ders kitapları, alan ve bölümler, zorunlu ve seçmeli derslerin hangileri olacağı, sınavlar, okulların yeri, servisler vs.

    5) Farklı ulus(çuluk/suzluk)lar, din(sizlik)ler, mezhep(sizlik)ler, yaşam tarzları ve kültürler arasındaki çatışmalar, çok eşliliğin ve evlilik dışı ilişkilerin yasaklığı veya serbestliği ve bunun ölçüsü, kılık-kıyafetler (ve saç-sakal) ve bunların açıklık/kapalılık, veya normallik/anormallik ölçüsü, yasaklığı veya serbestliği, bebeklerin ve çocukların rızası dışında yapılan sünnetin yasak veya serbest olması ve bunun din ve inanç özgürlüğüyle ilgili durumu, içkinin serbest olması durumunda toplumu rahatsız eden sarhoşlar ve alkolizmle nasıl mücadele edileceği, başkalarının, özellikle çocukların yanında ve hamileyken sigara içenler, idam cezasının olup olmayacağı, cinayetlere idam cezası verilip verilmeyeceği, verilirse masumiyetin ortaya çıkması durumunda ne olacağı, verilmezse aynı kişinin bir cinayet daha işlemesinin önüne geçilemezse ne olacağı, bir kişi hayatta bırakılamayacak kadar tehlikeliyse öldürülüp öldürülmemesi gibi sorunlara kimler nasıl çözümler üretecek?

  49. Anonim

    Ulusdevlet, Sevan Nişanyan

    Ödev yetiştirme derdine düşmüş bir genç okurum “Ulusdevlet nedir” diye bula bula soracak beni bulmuş. “Ulusdevlet, meşruiyet kaynağını din, müktesep hak, fetih, sözleşme, fayda ve saire yerine ‘ulus’ adı verilen ideal varlığa dayandıran zorba çetesine verilen addır. 1800′lerden 1960′lara kadar modaydı. Şimdi medeni ülkelerde kimse yemiyor,” diye cevap yazdım. Artık bilmem, ne not alır.
    Şöyle yazsa belki hocası insafa gelip aferini çakardı:
    Her devletin temel kaygısı, hocam, itaattir. Emir verdi, ceza verdi, falanca kişi veya zümrenin çıkarına aykırı bir karar verdi: insanların buna boyun eğmesini nasıl sağlayacak? “Silah zoruyla sağlar” desen olmaz, yetmez. Emrin “haksız” olduğuna inanırlarsa direnirler, istediğin kadar silahlan baş edemezsin. Hem ayrıca, o silahları kullanacak adamların da aklı yatması lazım ki yaptıkları doğru iştir. Yoksa o silahlar tutukluk yapar, hatta yüzüne patlar.
    Şimdi, insanlarda ezelden beri “biz” ve “ötekiler” duygusu vardır. Bizimkileri seversin, ötekilere gıcık kaparsın: temel bir içgüdüdür. Bizle ötekinin ayıracı bazen aşirettir, dar veya geniş memlekettir. Bazen dildir, bazen din veya mezheptir, bazen ortak töredir. Bazen meslek ve kültürdür, siyasi inançtır, takım ruhudur. Bu aidiyet duygusu hiçbir zaman tek bir boyuta oturmaz, en ilkel zannettiğin toplumlarda bile birbiriyle çelişen, birbirine tam oturmayan birkaç ayrı aidiyet katmanı bulunur. İnsanı insan yapan da işte o çok katmanlılıktır. Çok katmanlıysan, o katmanlar arasında karar vermen gerekir; ne yapacağın belli olmaz. Değilsen zaten koyundan farkın yok.
    Ulusdevletin püf noktası, hocam, insanların aidiyet duygusunu tek boyuta indirgeyebilme ham hayalidir. Der ki, din ve mezhep farketmez; Kayserililik yahut Sivaslılık yok; takım ruhuna da ancak milli takımı tuttuğun ölçüde cevaz veririm. Bir yanda birey var, öbür yanda tek ve mutlak itaat odağı, ulus! E ulusun neyi emrettiği nereden belli olacak? Ulusun sözcüsü olan Devlet ne diyorsa o! Bu kadar yalın: bütün toplumu koyuna dönüştürme projesidir.

    Ulusdevlet projesinin insanları koyuna dönüştürme projesi olduğunu anlattık dün.
    Ama bu proje hayaldir, yürümez. İnsanoğlu koyunluğa ancak bir yere kadar ayak uydurur. Çokkatmanlılığı sürekli yeniden üretir. Kimi der ki ben Avrupa insanıyım, orayı mihenk alır, verilen emirleri o kıstasa vurup sorgular. Öbürü der ki ben Müslümanım, o dediğin kitabıma uymaz. Beriki Lazlığını öne çıkarır, yahut aşiretinin emrini devletin kanunundan üstün tutar. Kimi Mor Parti’nin ulusun iradesini temsil ettiğine inanır, kimi Turuncuların. Oldu mu ortam karmakarışık?
    Sonuç şu: ulusdevlet projesi, durmaksızın vatan haini üretir. Sen insanı tek boyuta hapsetmeye çalıştıkça, insan dediğin o yaratık civa gibi elinden kaçar. Çıkar, benim sevgilim yahut çocuğum yahut vicdanım ittiğimin devletinden daha mühimdir der, ki normal duyarlığa sahip her insanın doğal duygusudur. Oysa ulusdevlet teorisi açısından baktığında bu dediği vatan hainliğinin daniskasıdır.
    İtaatin tek meşru odağı ulus=devlet ise, büsbütün koyunlaştıramadığın her insanı potansiyel vatan haini saymak zorundasın. Eyleme geçmese bile ruhunda kaypaklık vardır. Yarın “sana ölmeyi emrediyorum” dediğinde ne cevap vereceği, hangi itaat odağına boyun eğeceği belli olmaz. Bir bakmışın, memleketin yarısı bilfiil vatan haini olmuş, öbür yarısı da potansiyel vatan haini. Ulus dediğin şey senin Politbürondan ibaret imiş, o Politbüroda da kaç kişinin gizli emeller besleyen hain olduğunu bilemezsin üstelik. Artık as, asabildiğin kadar.
    Peki, hocam, burada ulus kötü şeydir, iptal edilmelidir diyor muyuz? Hayır, demiyoruz. İnsanın kendini bir yerlere ait hissetmesi neden fena olsun? Kültürünü seversin, dilini seversin, atalarını seversin, “bizimkiler”in hayrına bir şeyler yapıp mutlu olursun, onların başarılarıyla övünürsün, fena mı? Fena olan o değil, bunun tek başına, tek boyutlu insan imal etme projesine alet edilmesidir.
    Laiklik diyordun, buyur işte laikliğin en hası. Kurtar devleti tek boyutlu ulus inancından. De ki Devlet, vatandaşların dinine, mezhebine, ve ULUSUNA karışmaz. Kimsenin ulusunu üstün veya aşağı görmez. Ulus ibadetini devlet dini yapmaz. Devlet bir hizmet örgütüdür. Orada oturan herkesin faydasını gözetmekle mükelleftir, ister Türk ister Japon olsun. O kadar.
    Bunu diyebilsen, bir süre sonra bakarsın komşu ülkeler bile “biz sıkıldık bu ulusdevlet işinden, bi mahzuru yoksa bizi de alır mısınız” diye kapında sıra olmuşlar.

  50. Anonim

    6) Eğitim ve bilinç düzeyi yükseldikçe çözülecek bir sorun olmasına rağmen, aşırı nüfusun ülkeleri ve günümüzde bütün dünyayı tehlikeye soktuğu bir durumda, ciddi bir nüfus kontrolü şart değil midir? Tek çocuk politikasının bile yeterli olmadığı bir durumda, -insanların çocuk sahibi olma hakları ellerinden alınamayacaksa- çocuk yapmamanın mümkün olduğunca teşvik edilmesi gerekmez mi?

    7) Tıp teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte cinsiyet belirleme konusunda birçok bilimsel gelişmeler oldu. Bu gelişme erkek bebek sayısının artışında bir etken olarak belirtiliyor. Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi, kız bebek doğum oranının giderek azaldığı Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan ve Arnavutluk’tan bu konuya ilişkin inceleme başlatmasını istedi. Normal şartlarda her 100 kız bebeğe karşılık 105 erkek bebek dünyaya gelirken; Arnavutluk, Ermenistan ve Azerbaycan’da 100 kız bebeğe karşılık 112, Gürcistan’da ise 111 erkek bebek doğuyor. Özellikle ataerkil toplumlarda kız bebeklerinin kürtajla alınmasında da artış oldu. Nüfus dengesini bozacak, dünyadaki savaşların, çatışmaların ve şiddetin artışında da rolü olabilecek bu durumun önüne nasıl geçilebilir? Kadın-erkek nüfus dengesi açısından bu sorunun, yukarıdaki görüşümle çelişmediğini düşünüyorum ama insan neslinin tükenmesi tehlikesine yol açmayacaksa nüfusu gerileteceği için iyi görülebilir.

  51. soruYorum

    yukarlarda bir yerde bazı arkadaşlar hakkımda “murray rothbardcı bir anarko-kapitalizm” imasında bulunmuş olabilir mi? bu fikri de saygıyla karşılamakla beraber; anarko kapitalist değilim ve bu kavramı da çelişkili buluyorum. (fikir olarak yanlış da olsa yararlıdır. tartışmaya imkan verdiği için…) çelişkiyi kısaca şöyle ifade edebilirim.:

    “devlet yoksa mülkiyet de olmayacağı için, kapitalizm (mülkiyetçi ekonomi sistemlerin hepsi gibi )yok olacaktır. ancak bu fikir bir değişim aracı olarak paranın ve piyasanın derhal ortadan kaldırılabileceği gibi bir önkabul içermez.

    asıl olarak ve özetle: sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya özlemine bu araçlar yardımıyla daha erken ve zahmetsiz varılabilir. devlet mülkiyetinin yerine herkesin her yerde ve her istediği şeyi komünal bir biçimde piyasaya sürebildiği bir üretim ve dolaşım biçimi…

    karın devlet eliyle mülkiyete ve mirasa dönüşmesinin önlendiği için “toplumsal sermaye olarak dolaşımda olduğu” bir küresel anarşist piyasalar sistemi”.. para da bu işte sadece bir değişim aracı olabilir; yani “mülkiyet ve miras olamayacağına göre asıl işlevine geri döner. bu, bildiğimiz para değil de puan kartı vb.olabilir.

    sonuç olarak kapitalizm kendiyle birlikte gezegeni de sonlandırmadan bişeyler yapılacaksa, illaki öğretilmişlerle kifayet etmeden, önyargısız bir şekilde tartışmaya ihtiyaç var. hepsi bu kadar.

  52. Zihni

    Sınıf ve servet egemenliğini ortadan kaldırıp, yaşama ait bütün gerekli olan mekanizmalar bir şekilde kurulabilir.
    Merak ettiğim şudur:
    Komünist toplum düzeninde, bireyin içindeki ilkel ego, sembolik adıyla “şeytan” nasıl zap edilecek?
    Bütün dengeler ortak çıkar adına kurulduğunda, şeytan da intihar etmek zorunda kalır mı, yoksa bir yerlerde sistemin direncinin düşmesini mi kollar, mikrop gibi?

  53. Anonim

    abi diyarbakır’da petrol mü var ya?

  54. Yusuf Cemal

    Mikail zaten bu söylediklerin planlanması gereken, önceden tasarlanması gereken problemler. Nasıl iktidarı alacağımız, iktidar mekanizmasını nasıl Orodruin’e atacağımız, vs. bunlar zaten tartışmamız gereken konular.

    Ama iş, paranın nasıl kaldırılacağına gelince, ya da gelecekteki teknolojinin nasıl kullanılacağına gelince, yalnızca tartışırız. Gerçek bir programa yazamayız. Yazarsak zaten ayrı yerlerde oluruz. Çünkü burjuva hümanizm, tüm sola hakim. Yeniden ve eldeki verilerle yeniden biçimlenecek bio-politik bir bakış, ancak iktidar kaynakları toplumsalın eline verilince yapılabilecek bir şey. Ve o biçimlenirken bile, hala sabit karakterler, değişmeyen insan özü vs. ön yargılarına sahip olacaklarla büyük kapışmalar olacak.

    Dolayısıyla kadim tabirle azami programın ucu, ütopyalara açıldığı sürece orada şu Isaac Asimov’un Son Soru adlı öyküsündeki AC’nin verdiği cevabı burada tekrarlamak gerek: “Anlamlı bir yanıt için henüz yeterli veri mevcut değil.” Burada veriler, kapitalist ekonomizmin ve hiyerarşinin baskısından kurtulmuş özgür insanların verecekleri kararların bütünü. O verilere mutlak olarak yaklaşamasak da, ilk veriler gün yüzüne çıkmaya başladığında “Let there be light” diyebiliriz. Ama şu anda, böyle bir ortamda, anlamlı bir yanıt için henüz yeterli veri mevcut değil, diye düşünüyorum.

  55. Gün Zileli

    yoksa daha iyi 🙂

  56. Yusuf Cemal

    Soru-Yorum senin sözlerini kaçırmışım. Evet, aynen böyle. Çalışan sınıfın egemenliği, ekonomik sınıfları en azından şu aşamada ortadan kaldıracaktır. Evet?

    Para konusunda ise, aman acele etmeyelim derim. Tuvaletleri altından yapacaklarını söyleyenlerin, yiyecek lahana bulmak için kulaklara zenginleşiniz sloganıyla gidenleri bile korumak zorunda kaldıkları vaki olmuştur. Düsturumuz bence şu olmalı: Büyük lokma ye, büyük laf söyleme… :p Elbette para binlerce yıllık sınıflı toplum tarihi sebebiyle ortadan kalkacak. Ama ha deyince kalkmayacak. Gotha ve Erfurt programının eleştirisine bir bakın isterseniz. Komünizmin ilk fazlarında, hala burjuva eşitlik anlayışının sürdüğü o ilk anlardaki durumdan bahseder Marx. Onun gibi bir şey işte.

  57. soruYorum

    Yusuf Cemal ” çalışan sınıfın kendini de dahil ederek, sınıfları nasıl ortadan kaldırabileceğine( bence en olanaklı çözüm olarak) bir örnek vermek isterim.

    karşı gazetesini şu anda emekçi-çalışanlar çıkarmaya gayret ediyor. gazetenin hala bir mülk sahibi var ama, gazete kar etmediği için, varlığının bir anlamı yok.

    çalışan emekçiler bir şekilde başarılı olup, gazeteyi satışında tutturabilirlerse, ne ala… ama artık onlara proleter-işçi vb klasik sıfatlarının uygun olmayacağını da kabul edelim. çalışan-dırlar amenna… hatta bence patronlarını da bir çalışan olarak herkes kadar kardan eşit pay almaya razı etseler fena mı olur?

    oysa marxizmde kastedilen bu değil; gayet iyi bildiğin gibi… onlar parti önderlikli bir sınıf diktatoryasını komünizme gitmek için zorunlu aşama sayarlar…

    aradaki fark bariz ki bir devlete yaklaşım meselesi…

  58. Yusuf Cemal

    Evet, aynen bu değil SoruYorum. Bu gibi durumlar, kapitalist ekonomiyi olabildiğince yıpratabilmek ve bundan da öte, o ekonomi çökünce çalışanların hazır olacakları alternatifler yaratmak için olabildiğince çoğuna sahip olmamız gereken deneyimler.

    Ama sanırım biz, asıl olarak kar oranlarının düşme eğilimi ve tabi ki meta ekonomisi üzerine anlaşamayacağız. Bireysel olarak patronların bu kadar kazanıp, bizim bu kadar az maaş almamıza gıcığım. Ama patron benle aynı parayı alsaydı dahi, üretimi kontrol eden güdü, o üretimin arkasındaki sermayenin kendini daha da büyütme isteği olduğu sürece sistemdeki sarsıntılardan ve onun yaratacağı depremlerdem kurtulamayız. Ana güdü, paranın, sermayenin daha da büyümesi. Bu da üretmek daha fazla üretmek, üretim kar getirmiyorsa kar olan alanlara parayı göndermek, oralar da kar getirmiyorsa, üretim araçlarını ve onlarla birlikte insanların hayatlarını tahrip etmek ve karları yeniden yükseltmek anlamına geliyor. Öyle olunca yeni yatırımlar dahi tüketimdeki açığı gideremiyor ve hep sistemik krizlere düşüyoruz. Bu da yalnızca pastadan pay alma kavgasını ortadan kaldırarak sorunlarımızı çözemeyeceğimiz anlamına geliyor.

    Senin bahsettiğin “Marxizm”in, burjuva devrimciliğine bulaşmış ve sınırlarını farkedememiş, iyi niyetliliği ile cehenneme giden yolu döşemiş olduğunu düşünüyorum. Benim bildiğim Marxizmde parti bir araçtan ibarettir. Ve nasıl 1789 devrimi Jacoben’i Gironden’i bir sürü klüp üzerine dönmüşsse 20.yylın başının devrimleri de o partiler üzerine dönmüştü. Oysa 21. yylın devrimlerinin bu tarihsel gelişim göz önüne alınınca (Klüpler < Parti < Yeni örgütlenme) partiden daha kapsayıcı bir şey olacağı açık.

    Tek problem, ne kadar çırpınılırsa çırpınılsın, ne diller dökülürse dökülsün, neyle birileri neyle tehdit edilirse edilsin, insanlar arası bilgi ve bilinç eşitsizliğine çare bulamamamız. Bu anlamda party kelimesinin gerçek anlamı, bölütler ve tabi ki organize bölütler var olmak zorunda.

  59. soruYorum

    Kapitalizme dair algımızdan başlıyor düşüncelerimiz arasındaki fark, diye düşünüyorum. böyle başlayınca da sosyalizm, komünizm meselelerinde giderek açılan bir aralık, açı farkı oluşuyor. marksizmden hareketle siz kapitalizmi sadece sermaye ve üretim ilişkileri üzerinden tanımlamakta ısrar ediyorsunuz. bu da meselenin siyasal yanını talileştirmeye yol açıyor. şüphesiz sermaye üzerinden artı değer sömürüsüne dayanan bir sistem olduğunu yadsımak olanaksız. ama iş burada bırakılırsa eksik ve gderek mücadele açısından yanlış sonuçlara varması kaçınılmaz oluyor.

    devletin sağladığı egemenlik-iktidar gücü olmadan ne emek ne de sermaye mülkiyete dönüşemez. böylece bir cümle ile bırakıp sorayım: hala asgari azami proğram üzerinden “sosyalist devlet mülkiyeti”nde ısrarla “devlet kapitalizmini sosyalizm diye yutmayacaksak” işin içine piyasa ve sermaye dolaşımı, para meselelerini konuşmak üzere noktayı koymuş olayım.

  60. Tezer Özlü Yaşıyor!

    SAYIN ZİLELİ’YE VE BU SAYFAYI ZİYARET EDEN HERKESE BİR HATIRLATMA:

    WILHELM REICH BİZE NE ÖĞÜTLEMİŞTİ?

    “Beyaz Yaka” İLE “Beyaz YaLAka” ARASINDAKİ FARKLAR NEDİR?

    “REKABET” KELİMESİNİ NASIL ANLIYORUZ?

    Önce 7 dk.’lık bir animasyon filmi:

    “El empleo & The Employment” (Herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Link: http://vimeo.com/32966847

    “İstanbul/Maslak”taki yüksek bir iş plazasının camından öğle arası cappuccino yudumlayarak Taksim/Kazancı yokuşu taraflarından yükselen biber gazı dumanını + “protesto seslerini!” film izler gibi izlemek-dinlemek yeterli olmamalı!

    Yaklaşmakta olan asıl ve kalıcı tehlike özellikle 1975 ve sonrası doğumlular için “Maslak” metaforudur sayın okuyucu!

    Ne ima etmeye çalıştığımı bu makaleyi okuduğunuzda ve bahsettiğim kitabı bitirdiğinizde daha iyi anlayacaksınız!

    NOT: Aşağıda okuyacaklarınız herhangi bir ürün & hizmetin satış amaçlı promosyonunu yapmak değildir.

    * * *
    “Sarp Mogan” mahlası kullanılarak yazılmış “Beyaz YaLAka” (Okuyan Us Yayınları, 2014) kitabı; “sürmekte olan boş bir hayalden uyanmaya başlamak” deyiminin ülkemizdeki güncel örneklerinden biri olmuş.

    “İçeriden gelen eleştiri” ile “dışarıdan gelen eleştiri” arasında doğru orantılı bir ilişki çıkmasını her zaman beklememek kitaba daha geniş bir açıdan bakmamızı sağlayabilir.

    Kitabında Mogan’ın içeriden birisi olarak eleştiri yapması ile “uyanmaya başlamak” görüşü destekleniyor. Peki kitapta anlatılanları dışarıdan birisi hiç mi bilmiyordu ve bunları yazamaz mıydı; tabii ki yazabilirdi. Fakat ilk önce içeridekilerin yavaş yavaş sesini yükseltmeye başlaması, alınması gereken yolda hepimize önemli bir zaman kazandıracaktır. Ve bu “uyanmaya başlamak – ses yükseltmek” devam ettikçe, bir sarmal gibi, her yönden – her “yaka”dan kitle yaşadıklarını içinde saklamaktan vazgeçecek, etkileşim büyüyüp gelişecektir.

    Kitabı okurken ve okuduktan sonra; ” Amansız bir rekabet içinde — bir işte çalışan veya çalışmayan — her renk yakadan insan kendi hayatından ne kadar memnun? ” sorusunu aklımızda tutmayı tavsiye ederim.

    Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:

    “Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız.”

    Hayatlarının daha birinci basamağında “üniversite öğrencilerimizin!” aklına rekabet denilen olguyu yukarıdaki gibi zerk edersek; bu öğrenciler, günlük koşuşturma içinde dikkatini vererek bir edebi roman okumak ister mi? Yoksa, otobüs, metrobüs, minibüs köşelerinde; “NLP*” başta olmak üzere her tür “kişisel gelişim!” kitabı okumayı mı tercih eder?! (*NLP: Neuro-linguistic programming ~ Algısal Davranış Kontrolü ~ Duyu-Dil Programlama; DDP)

    Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!

    21. yüzyılda hayat sadece; “bireysel pazarlama, bireysel hırs, bireysel kurumsallaşma-şirketleşme, piyasada sürekli popüler kalmayı sağlama” sembolleri üzerinden mi yürüyecek?!

    Hangi mesleği yaptığınız farketmiyor! Bir perakende elektronik mağazasının genel müdürü de olsanız, tıp fakültesinden yeni mezun olacak bir beyin cerrahı da olsanız; “kişisel pazarlama” denilen kalın ve uzun bir duvar önünüze dikiliyor!

    İngiltere’yi ziyaret edenler ve ziyaret etme imkânı olanlar bir hususu iyi gözlemlesin. Fazla açılmaya gerek yok; Londra şehir merkezinden uzakta, il sınırının bitimine yakın yerlere giderseniz; orada geniş otoban köprülerinin çevresinde, mezralarda, küçük-küçük el yordamı köy benzeri yapılar görürsünüz. Eski minibüs, eski karavan, eski otobüs vb. her yerde vardır. Buralarda İngiltere’ye bir şekilde girmeyi başarmış, özellikle “Doğu Avrupa!” işçileri yaşıyor. Üstelik azımsanamayacak bir kısmı geldikleri ülkelerin en iyi üniversitelerinden yüksek derecelerle mezun olmuş! İngiltere’de bir umut; para biriktirmek ve/veya vatandaşlık elde edebilmek için, bir tekstil atölyesinde, bir “ihracat müdür yardımcısının evinde!” muazzam bir fizik öğretmeni veya laborant olduğu halde çocuk bakıcısı olarak “karın tokluğuna” yaşamaya hazır nice insanlar var!

    Bizim vatandaşlarımız da var, merak etmeyin! Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu’da “Avrupa Serbest Bölgesi” çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir veya Kars/Kağızman!…

    Prof. Ali Akay, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ünv. Sosyoloji Bölüm Başkanı (Mart 2012) uyarmıştı:

    “Bugünkü üniversite sistemine baktığımızda; bilginin değeri ‘bildiğin kaç para ediyor?’ sorusu üzerine kuruludur. Bu görüş 1970’lerde hızla yayılmaya başlamıştır. Steve Jobs ve Mark Zuckerberg gibi kişiler bu konuya verilebilecek en iyi iki örnektir. Bu nedenle bir bilimsel kimlik/başarıya sahip olmanın üstüne ‘businessman-iş adamı’ kavramı inşa edilmeye, bu anlayışa sahip öğrenci profili yaratılmaya çalışılıyor.”

    Prof. Celal Şengör, İstanbul Teknik Ünv. Jeoloji Mühendisliği Öğretim Görevlisi (Aralık 2006) uyarmıştı:

    “Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddî kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi.”

    Prof. Mustafa İnan, İnşaat Mühendisi (1911-1967) uyarmıştı:

    “Bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu çocuklar?!

    Oppenheimer gibi hissediyorsanız; bırakın yüksek binaları başkası yapsın, büyük barajlarda başkası çalışsın.

    Bazılarına çok uzaklardan bile görünen yüksek yapılar kurmak çekici gelecektir. Bırakınız bu işleri öyleleri yapsın.

    Bazıları da insanları çalıştırmak, büyük teşebbüsleri idare etmek ihtirası ile yanarak kuvvetli olmak isteyeceklerdir. Bırakınız parayla da onlar uğraşsın.

    Sizin kuvvetli olmak gibi bir derdiniz yoksa, siz de Leonardo Da Vinci gibi ‘Kuvvet nedir?’ diye merak ediyorsanız; buyrun, sizleri Mekanik kürsüsüne beklerim.

    Çünkü bazılarına göre ‘Kuvvet’; para ile organizasyonun çarpımına eşittir;

    Bize göre de kuvvet; ivme ve kütleyi ilgilendiren bir büyüklüktür.

    Bu iki formülü birbiriyle karıştırmayın olur mu çocuklar?!

    Kürsü ile ticarethaneyi birbirine karıştırmayın olur mu çocuklar?!”

    Prof. Wilhelm Reich, Psikiyatr (1897-1957) uyarmıştı:

    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın grev yaptığı değil;

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

    * * *
    Belki de konunun dönüp dolaşıp geldiği yer şurasıdır: “Para kazanmak için mi hayatımızı ekonominin dişleri arasına bırakıyoruz? Yoksa çalışmaktan zevk aldığımız için mi yaşamaya devam ediyoruz?” Bu iki temel ayrım üzerinde dikkatle durursak, Mogan bu kitabı yazmakla sadece istifra mı etmiş? Yoksa cevabını kendisinin de hâlen aradığı bir soru peşinde sistemin dışına çıkmaya çoğumuz gibi cesaret edemeden koşmaya mı gayret ediyor? sorularını sormaya başlarız.

    Her sabah 6.45’de servis minibüsünün gelmesini bekleyen bir muhasebe departmanı çalışanı veya bir otomobil-montaj fabrikasında vardiyalı çalışan bir işçi, özellikle bugün, “rekabet” kelimesi hakkında neler düşünüyor? “Para için çalışmak / Mutluluk için çalışmak” ikilemi hakkında neler düşünüyor? sorularını sormaya başlarız. Sadece muhasebe çalışanı, fabrikada işçi olmaya takılıp kalmayalım; meslekler çoğaltılabilir.

    “Rekabet” kelimesini “başkalarının ayağını kaydırmak” olarak anlamaya nereye kadar devam edebiliriz?!

    “Okumuş & eğitimli” olmak kusursuzluk mu?! İyi maaşlı bir iş bulup, yukarıda yazılanları ömür boyu görmezden gelmek mi?! “Ben kendimi zor kurtarmışım; başkasından bana ne!” demek mi?! Gölgeler içinde saklanarak yaşamak mı?!

    “Okumamış & eğitimsiz” olmak bir kusur mu? Küçümseme ve küçümsenme sebebi mi?!

    “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” özdeyişi; “Kim eğitimli? – Kim eğitimsiz?” ayrımını ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı mı?!

    Bir kurtarıcı hiçbir zaman gelmeyecek. Hiç kimsenin size yön göstermesini beklemeyin. Yön, kendi aklınız ve kendi vicdanınız olmalı!

    Aşağıdaki yedi kitap, iki belgesel, bir hiciv metni ve bir röportaj metni dikkatle tahlil edilirse; “Mogan’ı bu kitabı yazmaya sevk eden sebepler neler olabilir?” sorusunun cevabına birkaç adım daha yaklaşılabilir.

    Aşağıdaki liste uzun araştırmalar sonucu ortaya çıkmış değil. Bu kitaplar, hiciv metni ve röportaj okunup, belgeseller de izlendiğinde; içinde yaşadığımız “serbest piyasa ekonomisinin görmezden gelinen tarafları”nın neler olduğu tam anlaşılacaktır, gibi bir çıkarım da doğru değil.

    Mogan’ı ve umarız çok farklı meslek erbaplarından da gelecek benzeri kitapları daha derinden kavrayabilmek için hazırlanan bu liste, şu an okuduğunuz satırların yazıldığı anda akla gelen birkaç tavsiyeden ibarettir. Bu referanslar tabii ki çeşitlendirilebilir:

    * KİTAP 1: Karakter Aşınması / Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerindeki Etkileri
    Yazan: Richard Sennett
    Çeviren: Barış Yıldırım
    Yayınevi: Ayrıntı Yayınları

    * KİTAP 2: Oblomov
    Yazan: İvan Gonçarov
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 3: İşsizlik Hakkı
    Yazan: Ivan Illich
    Çeviren: Deniz Keskin
    Yayınevi: Yeni İnsan Yayınevi

    * KİTAP 4: “Boşuna mı Okuduk?” Türkiye’de Beyaz Yakalı İşsizliği
    Hazırlayanlar: Necmi Erdoğan & Tanıl Bora & Aksu Bora & İlknur Üstün
    Yayınevi: İletişim Yayınları

    * KİTAP 5: Dönüşüm
    Yazan: Franz Kafka
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 6: Germinal
    Yazan: Emile Zola
    (Birden çok yayınevi ve çevirmen tarafından Türkçe’ye kazandırılmış.)

    * KİTAP 7: Modernite Nasıl Unutturur
    Yazan: Paul Connerton
    Çeviren: Kübra Kelebekoğlu
    Yayınevi: Sel Yayınları

    * BELGESEL 1: El empleo & The Employment (Herkesin bir görevi vardır. Peki ama bu görevler ne ?!)

    Hazırlayan: Santiago Bou Grasso (Arjantinli yönetmen)

    Yayın yılı: 2008

    Link: http://vimeo.com/32966847

    * BELGESEL 2: The Century of the Self (Bencillik Devri ~ Ben Devri)

    Hazırlayan: Adam Curtis (İngiliz belgesel ve film yapımcısı)

    Yayın yılı: 2002

    Bölümler:

    Bölüm 1: Happiness Machines (Mutluluk Makineleri)
    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/22918234

    Bölüm 2: The Engineering of Consent (Rıza & İkna etme mühendisliği)
    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23204840

    Bölüm 3: There is a Policeman Inside All Our Heads: He Must Be Destroyed (Herbirimizin kafasının içine birer polis yerleştirilmiş: Bütün bunları kafamızdan kovmalıyız)
    Türkçe altyazılı video: http://vimeo.com/23485787

    Bölüm 4: Eight People Sipping Wine in Kettering (Kettering’de şarap yudumlayan sekiz kişi)
    İngilizce video: http://vimeo.com/70388245

    * JONATHAN SWIFT’in 1729’da yazdığı ve günümüze ışık tutmaya devam eden hiciv metni.

    18. yüzyıl başlarında Kuzey Avrupa’da iki algı ortaya çıktı:

    (A) Halk, sadece ve sadece bir ülkenin zenginlerinden ibarettir.

    (B) “Çalışan-emekçi-işçi sınıfa” düşük ücret ödenmesi gayet doğaldır; çünkü ücretler arttırılırsa bu insanlar daha az çalışmaya başlar.

    Swift hem bu ekonomik yozlaşmayı gözlemleyerek hem de İrlanda’nın o dönemdeki durumunu temel alarak meşhur hiciv metnini yazar:

    ” Mütevazı bir öneri: Çocuklarımızı niçin bir yiyecek olarak zenginlere satmalıyız? ” : http://epigraf.fisek.com.tr/index.php?num=663

    * PROF. DR. YANKI YAZGAN (Psikiyatr) ile Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği Boğaziçi Dergisi’nin Mart 2013’de yaptığı röportaj.

    Röportajın tam metni: http://yankiyazgan.blogspot.com.tr/2013/03/rekabet-yars-vs.html

    ” Rekabet & Yarış üzerine ” :

    Röportajdan bir bölüm:

    Günümüzde bir başka egemen yaklaşım; “her şey ancak bir işe yarayacaksa öğrenilir, kullanılırlık değeri var ise öğrenilir.”

    “Ne işime yarayacak?” sorusu bunu körüklüyor. Bu şekilde düşündüğünüzde, sınav sistemleri vs. rekabetten ziyade “ayıklamacı mantık” var. Toplumda işe yarayanlar ve yaramayanları ayırmak amaçlı bir bakış açısına; biz de ne kadar işe yarar olduğumuzu ispatlamak için bu sınavlara giriyoruz. Hepimiz girdik. Çoğumuz iyi puanlar aldı. İşe yarayanlar arasında yer alan birisi olduğumuz için, kazananlar grubundayız. Bunun rahatlığıyla konuşabiliyoruz. En azından kazananlara karşı bir kıskançlıktan konuştuğumuz söylenemez.

    Her şeyin kazanmak ve kaybetmekten ibaret görüldüğü, kaybetmenin bir felaket sayıldığı bir durumda insanlar kaybetmeye tahammülsüz hale geliyorlar, kaybetmeyi dünyanın sonu gibi yaşayabiliyorlar.

    Günümüzdeki sosyo-ekonomik düzen bizi birbirimizin önüne geçmeye teşvik edici ya da tahrik edici bir şekilde işliyor olabilir; rekabet denilince ilk aklımıza gelenin başka birilerinin sırtına, omzuna basarak yükselmeye benzer bir durum olması biraz bundan.

    Oysa, spordan örnek alırsak, rekabetin ilkesi olarak belden aşağıya vurmamak, başka birisi zayıf düştüğünde üstünlüğü o anda ele geçirmek için uğraşmamak, yerdekine vurmamak ya da boş kaleye gol atmamak gibi bazı centilmenlik ilkeleri var.

    Kıyasıya, öldüresiye, yok edesiye olan bir rekabetten bahsediyorsak, bunun insanlarda zamanla-ağır ağır meydana getireceği bir değişimden ziyade; insanların önemli bir bölümünü bu rekabete girmek zorunda hissettiren, insanı bu yönde iteleyen bir sosyal düzenden de söz etmeliyiz.

    Diğer yandan, “düzen” eleştirisi yapmadan önce şu soruyu sorabiliriz: Bu rekabete girmek zorunda mıyız? Kendimize başka bir yol bulmak, bize önerilen kaynaklar ve erişim yolları dışında dünyada var olmanın yollarını aramak çok mu zor?

    Çoğu kişi bu soruyu kendisine sormadığı için mevcut itiş kakış içerisinden kendisine bir yer açmaya çalışıyor. Bu başka yolları arayanlara; gerçekçi olmayan, ütopik, romantik denilebilir; zira ütopik ya da romantik olarak yaftalanan arayışlar hemen o anda bir tatmin yaratmaz, arzunun hemen doyurulmasından öte bir arayış içinde olmayı, beklemeyi, yokluğa ya da darlıklara dayanabilmeyi gerektirir.

    Biz ise hem hemen istiyoruz, hem de hepsini istiyoruz. Hemen ve hepsini elde etmek için, pek centilmence olmayan, kuralların sıkça bozulduğu, koşulların kendinize doğru büküldüğü, güçlünün haklı olduğu bir rekabet ortamına dalıyoruz.

    “Ben neyim ve benim sınırlarım nereden geçiyor?” Güvenin belirleyicisi biraz da bu sorunun yanıtında. Ama biraz önce konuştuğumuz rekabet türü; açık vermemek, zayıf gözükmemek, daha aşağıdaymış hissi uyandırmamak üzerine bir kültür ve davranış silsilesi oluşturduğu için sınırlarımızı bırakın başkalarına belli etmeyi, kendimiz bile öğrenmek istemiyoruz. Dolayısıyla “sınırsız ve müthiş gücü olan birisi izlenimi vermek makbul olandır” algısı maalesef yaygın.

    Reklamlarda, iş başvurularında, CV’lerde, herkes neyi ne kadar müthiş ve mükemmel yaptığını gösterme çabasında.

    Hiç mi başarısız olmuyorsunuz, hiç mi bir şeyinizin işe yaramadığı olmuyor? Hayat; S.W.O.T.* analizinden ibaret değil! O nedenle, en çok satan kitaplar başarı öyküleri; en çok okunan, dinlenen gurular, konferansçılar nasıl müthiş şeyler yarattıklarını anlatıyorlar devamlı. Böyle bir güven enflasyonu söz konusu. (*S.W.O.T.: Strengths, Weaknesses, Opportunities, Threats ~ G.Z.F.T.: Güçlü yönler, Zayıf yönler, Fırsatlar, Tehditler / Bu analiz özel sektörün birçok alanında fakat yoğunlukla “İnsan Kaynakları” birimleri tarafından; iş başvurularını değerlendirme sürecinde, mülakata katılan adayın/adayların yetkinliklerini test edebilmek için kullanılır.)

    O nedenle rekabet başlığı altında; kazanmak için her şeyi mübah gören anlayış bizim ruhlarımızı kemiriyor ve zehirliyor. Hepimiz belki de istemediğimiz tipte insanlar oluyoruz. Sonra da, 50-55 yaşına gelince, Budist tapınaklarına gidip yahut başka dinsel arınma gelenekleriyle bugüne kadar yaşadıklarımızdan kurtulmaya çalışıyoruz.

    Hayatı bu şekilde yaşamaya nereye kadar devam edebiliriz ?!

  61. Yusuf Cemal

    Beyaz YaLAka tam bir histeriklik örneği. İşin içinde olmayan kişilere ne kadar da kötü durumdalar dedirtmeyi amaçlayan, ama işin içinde olanların gram faydalanamayacağı bir kitap. En fazla gençlerin Dinle Küçük Adam’ı kadar faydalı olabilir.

    Diğer kitaplara gelince, Harry Braverman’ın Emek ve Tekelci Sermaye kitabı, Alfred Sohn-Rethel’in Kafa Emeği-Kol Emeği kitabı ile birlikte okunmazsa içi boş “örgütlenmelere” yol açıyor. Deneyimle sabit. Sennett’ın ne dediğini bile anlayamıyor insanlar. O kadar vahim yani.

  62. Yusuf Cemal

    SoruYorum belki de problem devleti, insanlari rehin almis silahli bir cete olarak kurguluyorsunuz bana kalirsa. O kurgu ya da modelin problemi, bu kadar insanin hala ona biat etmesini aciklayamamasi. Stockholm sendromu bir ipucu olabilir. Ama yikilan tarumar olan devletlerin yerine yeni devletlerin konmasi, o surecteki can hiras caba, devletle alakasiz insanlarin bile bellimiktar “erdemleriyle” hareket edip devleti yeniden ve yeniden yaratma cabasi vs. Stockholm sendromuyla aciklanamaz.

    Bir taksi duragi var. 3 plakasi olan taksici zamaninda almis o duragi. Sonra, yillar sonra bir cete gelmis ususmus o taksi duragina. O 3 kisiyi sindirmisler ve su an en buyuk taksi duragini o cete yonetiyor. Her arabadan 1000 lira alip, butun gun cay kahve iciyorlar bu durakta. Onlarca taksici nasil bu ise evet nasil diyor? Sendrom mu bu? Yoksa zorun gucu mu?

    Isin asli biraz sorgulayinca ortaya cikiyor. Taksiciler arasi eski kapismalar ortadan kaldirilmis, birinin musterisini digeri kapamiuor artik. O digeri sikayet ettigi anda, kapanin o durakta iki gun calismasina izin verilmiyor. Taksiciler neredeyse tek tip giyiniyor. Ama kimse buna laf etmiyor. Cunku “duzen-nizam-intizam” gelmis. Bildigimiz ekmek kavgasi bu.

    Bu bile ozellikle kucuk burjuvazinin devlet ya da benzer iktidar odaklarina nasil kapiliverdigini gosteriyor. Koyluler acisindan ayni dertlerin olacagini gormemek mumkun degil. Calisanlar icin cok daha dolayli yollardan bu gecerli. Illa bir dolayim olmasi gerek onlar icin. O da yetmez, tamamen deklase olmalilar. Neyse. Isin asli, bireyler kendi aralarindaki problemleri ortadan kaldiracak yollar bulamazlarsa herkes bizi rehin alir. Biz de gule oynaya rehin oluveririz.

    Devletle hesaplasacaksak, oyle kiytirik AKPyle degil, devletlerin tumuyle hesaplasacaksak uretim sistemini dertlerden biri olarak goremeyiz. Sonuna kadar giden bir siyasal mucadele vermenin on kosulu uretim sistemiyle hesaplasmak ve insanlari kendi guclerine ve yargilarina guvenen bagimsiz ama kolektif bireyler haline getirmekten geciyor.

  63. soruYorum

    tam da öyle işte…”silahlı bir çete”. işin can alıcı noktası bu çetenin insanın yaşamsal içgüdülerine (beslenme– barınma, korunma-güvenlik ve üreme-cinsellik ) yönelik bir “algı çarpıtması yaratacak söylemi inşa edebilmesinde bence…

    neyse konunun bu yönü çok uzayabilir…şimdilik durayım.

    ancak işin (gene söylediklerimle bağıntılı ve uzun bir tarihsel sürecin sonunda gelinen) ekonomik yönü de var ki; asıl bunu konuşmak gerekeceği kanısındayım: o da şu meşhur “sermayenin küresel dolaşım ve entegrasyon sürecinin geldiği aşama”. işte bu entegrasyon ve dolaşım seyri, bize devletten ve onun mülkiyeti belirleme gücünden kurtulmak için bir imkan sağlamakta olduğu gerçeği.

    açıkçası bu ilk kez oluyor. sermayenin küresel ölçekte dolaşıma girerek, entegre olması, ulus devletlerin sonunu getirmede bulunmaz tarihsel imkan yaratıyor. bunu değerlendirip, değerlendirememek elimizde. ve mesele hayati…(gezegenin varlığı söz konusu)

    ama bu fırsatı heba etmek istemiyorsak, klasik ezberlerimizden birazcık sıkılmaya başlamalıyız, diye düşünüyorum.

  64. Tezer Özlü Yaşıyor!

    “Beyaz YaLAka” kitabının bir histeri olduğu doğrudur; altına imza atılır!

    Fakat bir hususu gözden kaçırmamak gerekir:

    “Tezer Özlü” ismini bir metafor olarak kabul edersek; bu nadide yazarımız niçin ülkemizde birçok kesim tarafından beğeniliyor? Çünkü kimliğini gizlemeden, kendisine en yakın insanların karşı çıkacağını bile bile; “sen ne histerik bir insansın be Tezer; düşünen-yazan bir insansın, kitaplarınla iyi-kötü para kazanıyorsun, hâlâ ağlamaya devam ediyorsun!” diyeceklerini bile bile; aklından geçenleri, ruhunun sıkışmışlığını dışarı vurabildi! Cesur kalmayı ömrü boyunca başarabildi!

    Olaya bir de yukarıdaki minvalde bakacak olursak, sayın Zileli’yi de bir tür histerik olarak değerlendirmemiz gerekir! Her ne kadar ülkemizin önemli anarşistlerinden biri olsa da; o da “serbest piyasa ekonomisi” denen bir illetin içinde hayatını idame ettirmeye çalışıyor. Ve ekmek parasının büyük bir bölümü yazdığı kitapların telif haklarından, satış rakamlarından geliyor olabilir; tıpkı Tezer Özlü, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mihri Belli, Zülfü Livaneli, Yalçın Küçük, İlhan Selçuk, Behçet Necatigil, Cemal Süreyya, Ahmet Taner Kışlalı, Richard Sennet, Noam Chomsky, Emma Goldman, Antonio Gramsci, Hrant Dink, Naomi Klein, Harry Braverman, William Shakespeare, Ulrike Meinhof, Michael Klonsky, William Charles Ayers, Bernardine Dohrn, Asger Oluf Jorn, Michèle Bernstein, Guy Ernest Debord, Gabriel Garcia Marquez, Karl Marx veya Uğur Mumcu da olduğu gibi!

    Ben “Tezer Özlü Yaşıyor!” mahlasını, bir başkası “Yusuf Cemal” mahlasını, bir başkası da “soruYorum” mahlasını kullanarak bu sayfaya görüşlerini yazıyor; “Beyaz YaLAka” kitabının yazarının adı “Sarp Mogan” da bir mahlas. Niçin? Yukarıda yazılan yorumu tekrar tekrar okumanız tavsiye edilir: Çünkü hepimiz “serbest piyasa ekonomisi” illeti içinde yaşıyoruz, sevsek de – sevmesek de, ekmek paramızı bu çirkef düzenden kazanıyoruz! Ne yazık ki bir “Tezer Özlü” kadar cesaretimiz yok! Bu nedenle mahlas kullanarak fikirlerimizi söylemeye veya “histerik ruh hâllerimizi!” dışarı vurmaya gayret ediyoruz!

    Geçmişte bu “histerik ruh hâlini dışa vurmak, herkesle paylaşmak, farkındalık yaratmak!” yapan büyük yazarları — örneğin Kafka — yere göğe sığdıramıyoruz; ki doğru olanı yapıyoruz, çünkü gerçekten büyük edebiyatçılar; ama “Sarp Mogan” mahlasını kullanarak kitap yazan, hiçbir zaman “ben bir yazarım!” iddiasında bulunmamış, bir kişinin “iş plazasında yaşadıklarını!” yazarak “bizleri uyarmaya çalışması – uyandırmaya çalışması”nı görmezden gelip; onlara ne yazık ki hemen “histerik!” yaftasını yapıştırıp, verilmek istenen mesajı duymayarak ortamdan sıyrılmaya çalışıyoruz! Bu davranış daha sonra, “ağaç yaşken eğilir” misâli, büyüye büyüye “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” ve “Ben kendimi zor kurtarmışım; başkasından bana ne!” düşüncelerine evriliyor!

    Lütfen dikkat buyurun #1: “Sarp Mogan” mahlası; “bana ne!” dememiş ve uyarmak için oturup kitap yazmış!

    “Her meslekten eli kalem tutan bir kişi oturup histerik-histerik kitap yazsa; sonumuz ne olur ne acaba?!” demiyoruz zaten.

    Umarız zamanla, üslubu edebi yönden dolu dolu, “histerik kitapları!” da görürüz. Umarız, içimizde şu anda böyle insanlar da yavaş yavaş yetişiyordur!

    Emin olun; kimse kolay kolay oturup böyle bir “uyandırıcı!” kitap yazmaya, hele “kişisel pazarlama!” denilen algı azıya çıkmışken, yeltenmez. “Zaten yazmayı planladıklarımı çoğu kişi biliyor; benim çabam okyanusta bir damla olur sadece. Neden zaman ve para kaybedeyim?! En iyisi vazgeçeyim; sömürmeye ve sömürülmeye devam edeyim.” der!

    Lütfen dikkat buyurun #2: Bir işaret fişeği çakmak için, aklının & kaleminin meziyeti el verdiğince ve ne yazık ki mahlas kullanarak, bir kitap yazmak ile “hem parası var, hem de histerik” deyip işin içinden sıyrılmak aynı kefede değerlendirilmemeli!

    Lütfen dikkat buyurun #3: Sayın Zileli, donanımlı bir anarşist olduğu halde, “diktatörden kurtulmak için!” niçin “tatava yapma bas geç!”in günümüzde uygulanması gereken bir yöntem olduğunu bas bas bağırdı; ama dinleyen oldu mu?! Diktatör yerli yerinde duruyor! “Böyle anarşistlik mi olur?!” diyerek Zileli’ye hem twitter da, hem de evine taş attılar!

    Evet sayın Zileli, artık bir marksist-leninist değil. Ama marksist jargonda çok sık kullanılan “praxis & praksis” denen kavramın ne demek olduğunu gayet iyi biliyor! Bu kavramı, anarşist tecrübeleriyle harmanlayarak, “tatava yapma bas geç!”in her ne kadar iğrenç bir ifade olsa da, ilk önce başımızdan def etmemiz gereken bir diktatör ve onun partisi olduğunu söyleyerek, sonra sıranın “Cemaat”e, “Serbest Piyasa Ekonomisi”ni savunanlara ve diğerlerine de geleceğini söyleyerek; TYBG’nin yerel seçimlerde uygulamamız gerek bir yöntem olduğunu belirtti, uyardı! Dinleyen oldu mu?!

    Son tahlilde:

    Reich’in “Dinle Küçük Adam”ı nı veya Mogan’ın “Beyaz YaLAka”sını beğenmemiş olabilirsiniz. Mogan’ın zaten “ben bir edebiyatçı olmak istiyorum!” gibi bir ideali, bir rüyası; “bu kitapla çok para kazanayım!” amacı yok!

    Unutmayın: Mogan gibi “plaza içiden beyaz-mavi-turuncu-yeşil-kırmızı vd. yakalar!” bu kitaptan muazzam şekilde istifade ediyor; çünkü Mogan gibi mahlas kullanarak bile isyanlarını dışa vuracakları cesaretleri yok! “Beyaz YaLAka” kitabı az önce okuduğunuz her renk yakadan insan için bir tür “Toplum Sözleşmesi” kitabı gibi değerlendirilebilir: İsyanlarının müşterek bir mesajını herkese duyurmaya, yetişen nesilleri uyarmaya çalışan, şimdilik “edebi yazım dili” kaygısını taşımayan bir kitap!

    Niçin cesaretleri yok? Sebebini tahmin etmek çok basit sevgili “Yusuf Cemal”: Yaşadıkları ev kira ise kira parası ödenecek, bankadan kredi çekerek ev aldıysa bu paranın bankaya geri ödemesi var, çoluk-çocuk sahibiyse onların hayatının idamesi için harcama yapmak zorunda… Daha da çoğaltılabilecek sebepler!

    Bugün “Sarp Mogan” mahlaslı kişi hâlâ “bir özel şirkette!” çalışıyor, hâlâ “serbest piyasa ekonomisi”ne isyan ede ede her gün işe gidip-geliyor!

    Farkı ne: “Tezer Özlü” gibi kimliğini ifşa edecek cesareti şimdilik yok! Tıpkı sizde veya bende de, en azından şimdilik, o cesaretin olmadığı gibi sevgili “Yusuf Cemal”!

    Bu şahıs bir işaret fişiğine ateş vermek için çaba gösterdi; bize de bu ateşi büyütmek düşer! Tıpkı Zileli’nin de yıllardır yapmaya çalıştığı gibi!

    Sayın “Yusuf Cemal” ve bu sayfayı ziyaret eden herkes:

    Diktatör ve partisi hâlâ yerli yerinde duruyor!

    Birbirimizle çatışacaksak eğer; “yıkıcı” planlar değil, “yapıcı” planlar üzerine konuşalım!

    Ha “Ali Veli”, ha “Veli Ali”; değişen bir şey, en azından şimdilik, yok!

    Kendi içimizde bir amip gibi daha fazla bölünmenin bir anlamı olmadığını derhâl farketmemiz gerekiyor!

    * * *
    Yukarıda yazılan yorumu bir daha okumanız önerilir. Ve şu paragrafların üzerinde, sayın Zileli de dahil, hepimiz ciddi ciddi düşünmeliyiz:

    Prof. Celal Şengör, İstanbul Teknik Ünv. Jeoloji Mühendisliği Öğretim Görevlisi (Aralık 2006) uyarmıştı:

    “Üniversiteler artık bilginin üretildiği değil, üretilmiş bilginin nasıl maddî kazanca çevrileceğinin öğretildiği yerler haline geldi.”

    Bu nasıl bir “serbest piyasa ekonomosi” dir ki herkesle bir kukla gibi oynayabiliyor: Sayın Şengör’ün bile bizzat kendisinin kurduğu “Şengör Gayrimenkul Yatırım Sanayi ve Ticaret A.Ş.” şirketin varlığı rivayet ediliyor!

    Kimsenin şirket, organizasyon, topluluk vb. kurmasına karşı değiliz. Ama bir şirketin, bir organizasyonun, bir topluluğun ne tür amaçlar güttüğünü bilmek, ve korkmadan “eleştiri” yapmak zorundayız!

    Hangi mesleği yaptığınız farketmiyor! Bir perakende elektronik mağazasının genel müdürü de olsanız, tıp fakültesinden yeni mezun olacak bir beyin cerrahı da olsanız; “kişisel pazarlama” denilen kalın ve uzun bir duvar önünüze dikiliyor!

    İngiltere’yi ziyaret edenler ve ziyaret etme imkânı olanlar bir hususu iyi gözlemlesin. Fazla açılmaya gerek yok; Londra şehir merkezinden uzakta, il sınırının bitimine yakın yerlere giderseniz; orada geniş otoban köprülerinin çevresinde, mezralarda, küçük-küçük el yordamı köy benzeri yapılar görürsünüz. Eski minibüs, eski karavan, eski otobüs vb. her yerde vardır. Buralarda İngiltere’ye bir şekilde girmeyi başarmış, özellikle “Doğu Avrupa!” işçileri yaşıyor. Üstelik azımsanamayacak bir kısmı geldikleri ülkelerin en iyi üniversitelerinden yüksek derecelerle mezun olmuş! İngiltere’de bir umut; para biriktirmek ve/veya vatandaşlık elde edebilmek için, bir tekstil atölyesinde, bir “ihracat müdür yardımcısının evinde!” muazzam bir fizik öğretmeni veya laborant olduğu halde çocuk bakıcısı olarak “karın tokluğuna” yaşamaya hazır nice insanlar var!

    Bizim vatandaşlarımız da var, merak etmeyin! Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu’da “Avrupa Serbest Bölgesi” çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir veya Kars/Kağızman!…

    Prof. Wilhelm Reich, Psikiyatr (1897-1957) uyarmıştı:

    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın grev yaptığı değil;

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

    “Okumuş & eğitimli” olmak kusursuzluk mu?! İyi maaşlı bir iş bulup, yukarıda yazılanları ömür boyu görmezden gelmek mi?! “Ben kendimi zor kurtarmışım; başkasından bana ne!” demek mi?! Gölgeler içinde saklanarak yaşamak mı?!

    “Okumamış & eğitimsiz” olmak bir kusur mu? Küçümseme ve küçümsenme sebebi mi?!

    “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın!” özdeyişi; “Kim eğitimli? – Kim eğitimsiz?” ayrımını ortaya çıkaran bir turnusol kağıdı mı?!

    “İstanbul/Maslak”taki yüksek bir iş plazasının camından öğle arası cappuccino yudumlayarak Taksim/Kazancı yokuşu taraflarından yükselen biber gazı dumanını + “protesto seslerini!” film izler gibi izlemek-dinlemek yeterli olmamalı!

    Yaklaşmakta olan asıl ve kalıcı tehlike özellikle 1975 ve sonrası doğumlular için “Maslak” metaforudur sayın okuyucu!

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede okuyan öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde okuyan öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor sayın Okuyucu!

    Çuvaldızı kendimize batıralım:

    Bu soruyu hakaret etmek için sormuyorum, “gerçekle!” yüzleşmek için soruyorum: Sayın Zileli’nin geçmişte yaptıkları ve bugün yapmaya gayret ettikleri ile Zileli’nin kızının (Irmak Zileli) hayatı bir mi?! Sayın Zileli’nin kızı da, hepimizin evladı gibi, “serbest piyasa ekonomisi” denen illet içinde tutunmaya çalışıyor!

    Sayın Zileli de, her ne kadar anarşist olsa da; “acaba evladımın geleceği nasıl olacak? Ona iyi bir yarın bırakabilecek miyim?!” korkusunu yaşamış, yıllarca gözüne tek uyku girmediği geceler olmuştur muhakkak!

    “Orta Doğu Teknik Üniversitesi”ni ele alırsak: 1968 kuşağı öğrencilerinin verdiği mücadele ne idi? Şu anda bu üniversiteden yeni mezun olan bir gencin iş hayatına başlayacağı şirketler hangi siyasi ve iktisadi düzlem içersinde yaşıyor? Bu çelişki üzerine ciddi ciddi kafa yordunuz mu?!

    2012’nin ikinci yarısında “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, özellikle ODTÜ metaforu içinde toplanarak, tekrar kuruldu. Günümüzde: Hem ODTÜ öğrencileri mezun olacağı zaman, hem de “Yeni FKF” içinde verdikleri mücadeleden sonra, hayatlarını ne yönde devam ettirecekler; hiç düşündünüz mü?! Cevabı: “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin bayraktarlığını yapan “özel sektör!” içinde devam ettirecekler, söylediğinizi duyar gibiyim! Eee.. nerede kaldı 1968 ruhu?! Nerede kaldı “Yeni FKF” ?!

    Gerçekler acıtıcıdır! Duymaktan kaçarsak acı daha da artacak!

    Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:

    “Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız.”

    Akademik hayatlarının daha birinci basamağında “üniversite öğrencilerimizin!” aklına rekabet denilen olguyu yukarıdaki gibi zerk edersek; bu öğrenciler, günlük koşuşturma içinde dikkatini vererek bir edebi roman okumak ister mi? Yoksa, otobüs, metrobüs, minibüs köşelerinde; “NLP*” başta olmak üzere her tür “kişisel gelişim!” kitabı okumayı mı tercih eder?! (*NLP: Neuro-linguistic programming ~ Algısal Davranış Kontrolü ~ Duyu-Dil Programlama; DDP)

    Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!

  65. O.Gürsel

    “T. Özlü Yaşıyor!” söylemindeki samimiyet, bilinen solda kaybolduğu için “hak ettiğimizi” yaşıyoruz. RTE ise bu “samimiyeti” taşıdığına inanıldığı için orada…
    “Diktatörün” hala orada bulunması ise Diktatör karşıtlarından çok, bu ona oy verenlerin sorunu! Salt asgari bir insan hayatını idame ettirme gayretinde bu denli geriye çekilmişlerse, otoriter bir “babanın”, gözetimini, iki yüzlü ahlakını, komplocu, acımasız siyasetini, ancak istediği pelte kıvamında olunmuşsa okşama taahüddüne razı iseler… Yanlış anlaşılmasın; bun bu insanlara kızmam; onlar için üzülürüm; yine de onlara daha iyi seöenekler sunulmamış olmasına öfkelenirim! Ama “Diktatöre Hayır” söyleminin eleştirilmesini de çok yanlış bulurum; önemli olan tarihsel dönemeçlerde doğru tavır alabilmektir; bu tavırlar, hayatımız, özgüvenimiz, sahiciliğimiz, kendimizi ne kadar yaptığımıza ait kanıtlardır. Bu konunun nedenleri üzerine çok yazıldı… Ama hayatın güzel yanlarından birisi, her “doğru” tavır, duruş, sizi daha insani-siyasal-tarihsel olarak bir üst basamağa taşır… “Diktatöre Hayır” duruşu da RTE ile ilgili Kürt siyasetinin de, Kılıçdaroğlu vd.nin siyasetini de teşhir etme yolunda sağlam bir politik hat sağlayacaktır! Cumhurbaşkanlık seçimi süreci de bu “doğru” duruşta yalpalamadan yoluna devam etme imkanı sağlayacaktır. Mesele yenilmek değildir! Mesele alçakça, kariyeristçe, küçük hesaplar gözeterek kazanmak; şahsi çıkarlar, egosal kazanımlar adına sahtelikler yapmak; hatta RTE gibi zavallı insanları aldatarak, yalan söyleyerek, satın alarak kazanmaktır!
    Siyasal, tarihsel ve ahlaki olarak Diktatöre hayır süreci sürmektedir…

  66. Yusuf Cemal

    Ne yazık ki gerçekler acıdır ve duymaktan kaçarsak acı daha da artacak.

    Ve o gerçek şu: Bunların hepsi bütün çalışanlar tarafından biliniyor. Hiç kimse bu fikirlerle hiç tanışmamış değil. Dolayısıyla, bunları ifade etmek o istenen etkiyi asla veremiyor. Histerik politik davranışın sorunu da bu: O bilginin bir tek kendisinde olduğunu ve eğer duyulursa herkes tarafından paylaşılacağını zannediyor. “Kral çıplak!” lafının ardında yatan hikaye işte bu. Kral çıplak klişesinin klişe olmasının nedeni de bu. Aptal denilmesinden çekinmiyorlar, aptal olmadıklarını biliyorlar, Kralın çıplak olduğunu biliyorlar. Ama Kral giyinikmiş gibi davranmak istiyorlar. Uyanma metaforunun anlamsızlığının nedeni bu. Uyanıklar ama yine de uyuyormuş gibi yapıyorlar.

    Biliyorlar ama yine de yapıyorlar. Günümüzün formülü bu. Hiç kimse kendisini kandırmaya çalışmasın. Hiç kimse eski formül üzerinden (Bilmiyorlar ama yine de yapıyorlar) politikayı devam ettirmeye çalışmasın. Bugüne kadar tavuk uçuşu yapmamızın nedeni tam olarak bu politik anlayış. Ve o politik anlayışı bir daha çıkmamak üzere yerin dibine gömmek boynumuzun borcu.

    Diktatör yerinde duruyor. Ve eğer o eski yöntemi toprağa gömmessek, geleneksel “söylem yöntemi” yine hakim olacak ve bu diktatör bu yöntemle şans eseri inse dahi, hiç mi hiç istediğimizi elde edememiş olacağız. Çünkü toplumun örgütlenmesi ve yeni bir toplumu yaratması durumu haricinde zaten istediğimizi asla elde edemeyiz.

    Artık “Kral çıplak!” diye bağırınca kitlelerin etkileneceği çağlar geçti. Çağ, histerik çığlıklarla insanları uyandırma değil, yeni toplumu tuğla tuğla örme çağı.

  67. Yusuf Cemal

    SoruYorum, ben biat eden insanların bu çeteye izin vermesinin maddi nedenlerini, otomatik iktidarın yoğunlaşmasındaki gerçek nedenleri ortaya koymaya çalışmıştım. Çünkü bunu engellemenin yolu, o nedenleri ortadan kaldırmak.

    Oysa görüyorum ki, sen o nedenlerin maddi olmadığında, ideolojik olduğunda, “algı çarpıtması yaratan söylemler” olduğunda ısrar edeceksin. Sanırım aramızdaki fark, en azından bu noktada, söylemi destekleyecek gerçek maddi koşullar var mıdır yok mudur tartışmasına indirgeniyor. Ki bu da bir önceki yorumda “Tezer Özlü Yaşıyor!”la yaşadığım farkla aynı. Siz, her ikiniz de göğü işaret ederken, ben yeri işaret ediyorum gibi geliyor bana.

    Burada klasik ezber “Im Anfang war das Wort” iken, ezberi bozan “Im Anfang war die Tat” diyen Goethe değil miydi? Ben mi yanılıyorum?

  68. soruYorum

    Yusuf Cemal almanca bilmem ama başlangıçta niye ille söz ya da eylemden biri olmak zorunda olsun ki? ben de bunu anlamıyorum. bu “ille de birinden biri” takıntısı bizi klasik algıya mahkum eden mantık değil mi?

    ille de gerekiyorsa başlangıçta olan “söylerken eyleyen ve/ya da eylediğini anında söyleyen” HALLAK:::söz kelimesi ifade etmede yeterli değil. Dücane Cündüoğlu’nun dediği gibi kelam, logos ya da mantık;

    Böyle bir perspektif değişikliği lazım, “uyanıklar ama uyuyormuş gibi yapıyorlar” ya da kralın çıplaklığını “biliyoruz bile bile bilmezden geliyor isek” söylemimiz ve perspektifimiz yanlış…

    hep tekrarladığım seninle de aramızda konuştuğumuz bişeyi burada hatırlatmama izin verirsen:

    halk kavramını “boş gösteren” olarak hemen de tedavülden kaldırmada acele etmeyelim, derim.

    şu iki cümle alakasız ilk anda görünebilir; bence değiller

    Halk Hallakın her an halk ettiği demek ve Hallak işte o kelam-logos ya da mantık yani söylemi oluşturarak “eylemin eylemliğini bilinir-görünür kılan”

    halk nötr bir varlık olarak söylem üretemediği için eyleyemeyen, eyleyenin sözüne/söylemine mahkum kaldığı için de onun için eyleyen… egemen öznenin (devlet, sınıf ya da tanrı her ne ise) gücünü yetkesini kullanamayan her kes halkdır.

    biraz soontan ve karışık oldu ama irfanına güvenim tam…

  69. Yusuf Cemal

    SoruYorum, bak hemen soyut kelimelerle düşünme hatasına doğru meylettik. Benden oldu. Çok özür. Bir an için soyut kavramları askıya alıyorum izin verirsen.

    Problem şu: Devleti yok etmek için, insanların kafasındaki ön yargıları ve kâniliği yok etmek yeter mi? Yoksa bu önyargılar aslında önyargı değil mi? Yani, insanların bu önyargılara, bu ideolojik yanıltmalara gerçekten ihtiyaçları mı var?

    Benim ilk bu sorulara cevabım şu: Bunlar önyargı değil. Bunlar gerçek ihtiyaçlar. Mesela güvenlikli olma ihtiyacı, istendiği kadar abartılsın, gerçek bir ihtiyaç. Ve hali hazırda bu ihtiyacı karşılayacak devlet, onun zor aygıtları, hukuğu polisi püsürü ve gelirli olanlar için siteleri, özel güvenlik görevlileri var. Yani, hali hazırda zaten sistemin sunduğu araçları var. Dolayısıyla, mesela sitelerde oturan beyaz yakalı ahaliye “Aslında sizi korkutuyorlar. Aslında hiç kimse sizin malınıza, canınıza, ırzınıza el atmaya can atmıyor. Yalan bu yalan!” diye bağırmak ve bu yönde söylem geliştirmek hiç bir işe yaramaz. Çünkü, gerçekten de birileri onların mülklerini ele geçirmek istiyor. Çünkü onların durumlarına öfke ve imrenmeyle bakan milyonlar var.

    Burada çözüm, toplumun bu halde olmasının sebebini doğrudan hedef almaktan geçiyor. Yani, niçin bunu yapmak isteyen milyonlar var, sorusunu yanıtlamak ve o şartları ortadan kaldırmaktan geçiyor.

    Aynı şekilde, AKP’ye oy veren milyonlarca çalışan. Onlara “İstikrarsızlık da neymiş? Zaten sistem istikrarsız. Boşverin AKP’ye oy vermeyi!” demek kadar mantıksız bir şey yok. Adam her an atılabilirim korkusuyla yerinden kıpırdayamıyor. Adam her altı ayda bir iş değiştiriyor ve bir sonraki sefer daha iyi şartlarla iş umuyor. O insana ancak “Kendini bu şekilde koruyamazsın, örgütlenmen gerek.” diyerek, demek de yetmez yapıp göstererek adım attırabiliriz.

    Halk meselesine gelince, bu sözleri duyunca hemen aklıma Naziler Halk Devrimi kavramını kullanırken, Alman KPD’nin yaptığı “Biz de Halk devrimi istiyoruzkine!” manevrası karşısında Troçki’nin söyledikleri geliveriyor: “Sömürücler var, süper sömürücüler var, süper süper sömürücüler var. Ve bunların hepsi halk. Biz bu ilişkileri, bu hiyerarşiyi görmezden gelip, herkesi aynı kefeye koyamayız.” mealinde bir şeylerdi.

    Koyarsak, devrim anında tüm hesaplarımızı yanlış yapmış oluruz, çünkü süper-süper sömürüclerden başlayarak aşağı doğru, ta tabanda yalnızca biz hiç kimseyi sömürmeyip, yalnızca emek gücünü satarak yaşayanlar kalana kadar devrim çözünüverir. Ve biz bu süreçte tüm yatırımımızı “halka” yaptığımız için mal gibi kalırız ortada. Dolayısıyla “Biz %99’uz” düşüncesine söylenmesi gereken, “Siz belki, ama biz %99 değiliz” demek olmalı, diye düşünüyorum.

    Bu arada ben de Almanca bilmiyorum ama googledan sallıyorum Çarşamba geceleri bir iki şey. Goethe möte. Umarım irfanımla ilgili şüpheler ortaya çıkmaz.. :p 🙂

  70. soruYorum

    görüşlerin benim için düşündürücü ve o kadar da değerli…

  71. Tezer Özlü Yaşıyor!

    ” ‘Kral çıplak!’ özdeyişinin klişe olması ” ; evet doğru: “Klişe” kelimesinin sözlük anlamı yerli yerinde kullanılmış; ortada yanlış bir şey yok ki!

    Biz burada “yoğurt siyah renklidir!” demedik ki!

    Anlaşılan o ki amip gibi bölünmeye devam edeceğiz!

    Bunun temel sebebi de: Özellikle sol cenah içinde: Birisinin; “Benim fraksiyonum en iyisini yapar!” demesi, buna mukâbil bir başkasının “Hayır; benim fraksiyonum en iyisini yapar!” sarmalının şu yorum sayfasında da devam ediyor olması!

    Ne demişti Bertrand Russell:

    * “The whole problem with the world is that fools and fanatics are always so certain of themselves, but wiser people so full of doubts.”

    * “One of the painful things about our time is that those who feel certainty are stupid, and those with any imagination and understanding are filled with doubt and indecision.”

    Ne demişti Karl Marx:

    “The philosophers have only interpreted the world, in various ways; the point is to change it.”

    Ne demişti Ernst Fischer:

    “In a decaying society, art, if it is truthful, must also reflect decay. And unless it wants to break faith with its social function, art must show the world as changeable. And help to change it.”

    İsmet İnönü’den hazzetmem ama şu sözünü doğru bulurum (ve yukarıdaki sözlerin özeti mahiyetinde):

    “Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur.”

    Ne yazık!

    Yukarıda boşuna söylenmedi: ” Ha ‘Ali Veli’, ha ‘Veli Ali’; değişen bir şey, en azından şimdilik, yok! ” diye!

    Sevgili “Yusuf Cemal” sana sadece bir anımsatmada bulunabilirim. Çünkü sürekli kendi görüşlerinin en doğru olduğuna dair “hiç dinlemeden reaksiyoner!” bir tavrı benimsediğin için; bu yorum sayfasında fikir müzakere etmenin pek bir yararı olmayacağı ne yazık ki anlaşılıyor! Bu sözümün ardından: “Sıkıştı ve kaçtı işte. Bir histerikten de bu beklenirdi zaten!” düşüncesini aklından geçirme ihtimâlini de saklı tutuyorum!

    “Kral çıplak!” özdeyişini — yakın dönemi baz alarak konuyu daha fazla dağıtmamak adına bu örneği veriyorum — “3 Kasım 2002” tarihinden başlamak suretiyle hiç susmadan bağırmalıydık!

    Çuvaldızı kendimize batıralım:

    Şu an bu yorum sayfasında mahlas kullanarak fikir müzakere eden bizler; 3 Kasım 2002’den bugüne neredeydik?!

    Sayın “O.Gürsel”in: ” ‘Diktatörün’ hâlâ orada bulunması ise Diktatör karşıtlarından çok, bu ona oy verenlerin sorunu! ” saptaması yanlış değil ama ne yazık ki eksik!

    Diktatör ve partisine oy verenleri kandırılmış kabul edelim; bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler — “Yusuf Cemal” gibi bir uyanık veya “Tezer Özlü Yaşıyor!” gibi bir uyanık — hiç yüksek sesle, bağıra bağıra: “Yanlış yaptınız! Fakat tez zamanda bu yanlış yoldan dönebilirsiniz. Size doğru olduğuna kâni olduğumuz onlarca-yüzlerce yol gösteriyoruz. İllâ her şeyi bizim savunduğumuz gibi savunmak zorunda değilsiniz. Fakat her şeye ‘proletarya’ kelimesinin ne demek olduğunu öğrenerek başlayabilirsiniz! ‘Proletarya’ kelimesinin ne demek olduğunu öğrenmeyi geciktirdikçe ve diktatöre + partisine yanaşmaya devam ettiğiniz müddetçe; üzerinizde tepinecekler!” ve benzeri uyarıları bağıra bağıra yaptık mı?!

    Ama yukarıdakine benzer uyarıyı “1968 ruhu” her zaman yaptı: “Kral çıplak! ; bunu hiçbir zaman unutmayın. Kralın çıplak olduğunu hiçbir zaman unutmayın!” diye bellekleri sürekli diri tutmaya çalıştı.

    Ta ki ne zamana kadar: “12 Eylül 1980” denen buldozer hepimizin üzerinden geçinceye kadar!

    Sonra ne oldu peki:

    “Uyanık!” addettiğimiz çoğu kişi, yurtdışına “siyasi mülteci!” olarak gitti; Kenan Evran diktatörüne karşı kana kan mücadeleyi, tıpkı 12 Eylül’den bir gün önce sürdürdükleri gibi, devam ettirmedi!

    “Benim ve benim gibilerin bağırmadığımı nereden biliyorsun?!” diye sorabilirsin sevgili “Yusuf Cemal” !

    Kusura bakma: Sesin ve sesimiz anca İstanbul’da ve internet ortamında bir kaç yerde duyuldu ve sonra kesildi!

    Niye Rize’de bağırmadık?! Niye Diyarbakır’da bağırmadık?! Niye Antalya’da bağırmadık?! Niye Artvin’de bağırmadık?! Niye Uşak’da bağırmadık?! Niye Şırnak’da bağırmadık?!

    Türkiye’de sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Edirne veya Bursa ili mi var?! Sadece Gün Zileli’nin internet sitesi mi var?!

    “Türkiye’nin bütünü” denilen mücadele alanı yok mu?!

    “Tezer Özlü” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Hikmet Kıvılcımlı” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Taylan Özgür” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Harun Karadeniz” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Deniz Gezmiş” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Şirin Cemgil” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Mahir Çayan” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Erdal Eren” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    “Ethem Sarısülük” yaşasa “Kral Çıplak!” diye inadına bağırırdı!

    Yukarıda sayılan simge isimler (ve daha fazlası) şu an çıkıp gelseler ve sadece “Yusuf Cemal” ile “Tezer Özlü Yaşıyor!” mahlaslı iki “uyanığın!” münakaşasına baksalar: “Yahu siz kafayı mı yediniz?! İkinizin ayrıştığı noktalar toz zerreleri kadar küçük! Diktatör ise aldı başını yürüyor; siz hâlâ ‘hangi fraksiyonun peşine takılalım’ derdindesiniz!” şamarını-uyarısını yüzümüze vurur; sonra da sinirden hastanelik olurlardı!

    Umarım, “hiç dinlemeden reaksiyoner!” bir tavır göstermekten evvel — ve hatta umarım bu yönünü hem bu yorum sayfasında, hem de özel hayatında terk ederek — yukarıda “Beyaz YaLAka” ile ilgili yazılanlara ve hemen ardından “histeri” kelimesini kullanarak yazmama yol açtığın ikinci yoruma bir kez daha dikkatle bakarsın!

    Sayın Zileli’den örnek verelim:

    Zileli, “stalinist ahbapları!” ile ara ara atışır. Ve onlara der ki:

    ” Benim stalinist güzel arkadaşlarım, ‘serbest piyasa ekonomisi’ ve ‘faşizm’ azıya çıkmışken, ilk okul-orta okul-lise-üniversite gençliği ‘ekmek & iş’ uğruna şirketlerin önünde el-pençe beklerken; sizlerin bir arkadaşı olarak ‘bana’ niçin taş atıyorsunuz?!

    Sizin stalinist olmanız ve benim anarşist olmam; ortak düşmanlarımızı yollarından caydırdı mı?! Yoo.. hayır; caydırmadı!

    Diktatör ve partisini ayakta tutan kaç tane tarikat var; haberiniz var mı sizin?! Serbest bıraksan bu tarikatler kanlı-bıçaklı birbirlerini boğarlar! Ama niye kavgaya yeltenmiyorlar; çünkü birbirleriyle bozuşurlarsa iktidar ellerinden kayıp gidecek, biliyorlar!

    Mafya babası ‘Fethullah Gülen’ ve onunla ilişkisi olduğu söylenen ‘Nur cemaati’; tarikatlerden sadece biri! Daha adını-şanını bilmediğiniz o kadar çok tarikat var ki şu diktatör ve partisinin beslendiği!

    Birkaçını daha öğrenmek isterseniz; buyurun, açın; ‘Mezhepler Tarihi’ kitabı halk kütüphanelerinde mevcut; okuyun, öğrenin!

    Peki biz niye bir araya gelemiyoruz?!

    Ben bir anarşist olarak ‘iktidar!’ mefhumuna kökten karşıyım. Ama bir diktatör ve partisi benim her gün pestilimi çıkarıyorsa; hem diktatör ve partisini defetmek, hem de ‘iktidar!’ mefhumunu sözlüklerden silmek için yeri gelir ‘stalinist yoldaşlar!’ ile de birlik olmasını bilirim!

    Bana taş atmaya devam edecekseniz; nasıl birlik olacağız?!

    Peki ben niye size taş atmıyorum?! Benim de ‘stalinizm!’ e karşı teorilerim var. Bunları niçin yüzünüze yüzünüze vurmuyorum?!

    Çünkü bugün ‘birlik olmak!’ zamanı!

    Gücümüzü niçin fraksiyon yarıştırarak harcıyoruz?! Daha büyük mücadele yarın başlayacak; gücümüzü o zaman için biriktirsek daha sağlıklı, daha yapıcı olmaz mı?!

    İllâ bana taş atacaksanız: İlk önce sitemde-kitaplarımda-twitter hesabımda-dergilerde vs. söylediklerime, yazdıklarıma, işaret etmeye çalıştıklarıma bakın! İlk önce ne demişim; oturup sindire sindire anlamaya çalışın; eleştirinizi en sonunda yöneltin.

    Ama dinlemeden-duymadan-okumadan, ve hatta yazdıklarımı okuma esnasında bile ‘stalinist!’ tohumlarınız – ‘ önyargılarınız ! ‘ — bir atmaca gibi beyninizin bir köşesinde bekliyor: ‘Ya şu Zileli anarşistinin cümleleri arasında açık bir kelime yakalayayım da, ona stalinist bir ders vereyim; yanlış teoriler içinde yüzdüğünü anlasın!’

    İlk önce ne dediğimi adam akıllı değerlendirin; ondan sonra ne söyleyecekseniz söyleyin! ”

    Sevgili “Yusuf Cemal”, hangi fraksiyondan olduğun şu an kimse için önemli olmamalı!

    Yukarıda sevgili Gün Zileli üzerine yazdığım monologda “stalinizm” kelimesi geçiyor diye; “sen bana stalinist mi demek istiyorsun?!” tuzağına düşme lütfen!

    Umarım; “Beyaz YaLAka” kitabı ile ilgili yukarıda yazılan iki yorum metnini, şimdi daha bir dikkatle takip edersin!

    “Atmacaların” beyninde daha fazla durmasın; bırak onları ait olduğu yere; “doğaya!”; özgür olsunlar!

    Emin ol; “Atmacalarını” bırakınca sen de hafifleyeceksin!

    Son olarak:

    Eğer bu yorum sayfasında sen de, hepimiz gibi, fikirlerini “bu dünyada bir şeyleri doğru yolda değiştirmek için!” yazıyorsan; sen de bir “histeriksin!” Ama sanırım bunun henüz farkında değilsin!

    “Histeriklik!” sadece kendi aramızda, “dost meclisi!” misâli, Gün Zileli’nin internet sitesinde münakaşa ederek amip gibi bölünmekse eğer; şu an parmaklarımızı bastığımız klavye ve/veya bilgisayarı en yakınımzdaki pencereden dışarı fırlatıp atalım!

    “Histeriklik!” mücadele azmimizi kamçılıyor ve “inadına Kral Çıplak!” diye bağırtıyorsa; hepimiz, özellikle bugün, “daha fazla histerik!” olmanın yollarını aramalıyız!

    * * *
    SON HATIRLATMA:

    “İstanbul/Maslak”taki yüksek bir iş plazasının camından öğle arası cappuccino yudumlayarak Taksim/Kazancı yokuşu taraflarından yükselen biber gazı dumanını + “protesto seslerini!” film izler gibi izlemek-dinlemek yeterli olmamalı!

    Yaklaşmakta olan asıl ve kalıcı tehlike özellikle 1975 ve sonrası doğumlular için “Maslak” metaforudur sayın okuyucu!

    İstanbul’da herhangi bir üniversitede “eğitim gören!” öğrenciye de, Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde “eğitim gören!” öğrenciye de; bilinçaltından ağır ağır zamana yayarak, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatına sahip olmak özendiriliyor sayın okuyucu!

    Çuvaldızı kendimize batıralım:

    Bu soruyu hakaret etmek için sormuyorum, “gerçekle!” yüzleşmek için soruyorum:

    Bir ebeveyni ele alalım:

    Bir anne-baba (eğer varsa) savunduğu siyasi ideoloji ne olursa olsun; “acaba evladımın geleceği nasıl olacak? Ona iyi bir yarın bırakabilecek miyim?!” korkusunu yaşamış, yıllarca gözüne tek uyku girmediği geceler olmuştur muhakkak!

    Örneği boş yere uzatmamak için, sadece; bu ülke tarihinde simge olmuş bir üniversite ismi olduğu için soruyorum:

    “Orta Doğu Teknik Üniversitesi”ni ele alırsak: 1968 kuşağı öğrencilerinin verdiği mücadele ne idi? Şu anda bu üniversiteden yeni mezun olan bir gencin iş hayatına başlayacağı şirketler hangi siyasi ve iktisadi dünya içersinde yaşıyor? Bu çelişki üzerine hiç ciddi ciddi kafa yordunuz mu?!

    2012’nin ikinci yarısında / 2013’ün başlarında; “Fikir Kulüpleri Federasyonu”, özellikle ODTÜ metaforu içinde toplanarak, tekrar kuruldu.

    Günümüzde: Hem bu öğrencilerin mezuniyeti yaklaştığı zaman, hem de varsayalım bu öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun “Yeni FKF” içinde verdikleri mücadeleden sonra, hayatlarını ne yönde devam ettirecekler; hiç düşündünüz mü?! Cevabı: “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin bayraktarlığını yapan “özel sektör!” içinde devam ettirecekler, söylediğinizi duyar gibiyim! Eee.. nerede kaldı 1968 ruhu?! Nerede kaldı “Yeni FKF” ?!

    Gerçekler acıtıcıdır! Yüzleşmeyip kaçarsak acının şiddeti daha da artacak!

    Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:

    “Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız.”

    Akademik hayatlarının daha birinci basamağında “üniversite öğrencilerimizin!” aklına rekabet denilen olguyu yukarıdaki gibi zerk edersek; bu öğrenciler, günlük koşuşturma içinde dikkatini vererek bir edebi roman okumak ister mi? Yoksa; otobüs, metrobüs, minibüs köşelerinde; “NLP*” başta olmak üzere her tür “kişisel gelişim!” kitabı okumayı mı tercih eder?!

    (*NLP: Neuro-linguistic programming ~ Algısal Davranış Kontrolü ~ Duyu-Dil Programlama; DDP)

    Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!

    21. yüzyılda hayat sadece; “bireysel pazarlama, bireysel hırs, bireysel kurumsallaşma-şirketleşme, piyasada sürekli popüler kalmayı sağlama” sembolleri üzerinden mi yürüyecek?!

    Bir konuda emin olabilirsiniz:

    Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe de, haberleri olmayacak!

    “Proletarya” kelimesini bilmeyen “praxis & praksis”i de keşfedemez;
    “Praxis & praksis”i bilmeyen “lümpenleşme”yi de keşfedemez;
    “Lümpenleşme”yi bilmeyen “snoblaşma”yı da keşfedemez;
    “Snoblaşma”yı bilmeyen “konformizm”i de keşfedemez;
    “Konformizm”i bilmeyen “vasatlaşma”yı da keşfedemez;
    “Vasatlaşma”yı bilmeyen “oklokrasi”yi de keşfedemez…

    Bu zincir halkalarını gittiği yere kadar uzatabiliriz!

    Kendi hocaları, üstelik koca koca üniversitelerde “prof.” forsunu taşıyarak, öğrencilerinin beynini: ” ‘Serbest piyasa ekonomisi’ne alışın çocuklar, ve hatta bu sistemin yılmaz bir neferi olun! Eğer nefer olmayı seçerseniz; hayatta kazanan her daim siz olursunuz! ” cümlesi ile yıkıyorsa; “Uyanık Yusuf Cemal”, “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!” veya Gün Zileli bu internet sayfasında daha neyi bekliyor?! Niye evlatlarımızın gözümüzün önünde bambaşka tipte insanlar olup çıktığını göre göre; armut toplamaya devam ediyoruz?!

    “Kral Çıplak” özdeyişini inadına inadına bağıra bağıra söylemedikçe; gençlerimizin çok büyük bir bölümü, ne yazık ki, “Maslak” metaforu içinde bir iş hayatı (ve koca bir ömür!) hayaliyle yaşamını geçirecek!

    Diktatör ve partisi niçin hâlâ ayakta?!

    Çünkü kendini “uyanık!” zanneden “Yusuf Cemal” ve “Tezer Özlü Yaşıyor!”; 30 Mart 2014’ü 31 Mart 2014’e bağlayan gece sokağa çıkıp “II. Gezi”yi başlatmadığı için; avaz avaz “Kral Çıplak!” diye her vatandaşımızı uyarmadığı için!

    “Gençlerimiz!” (bırakın gençleri; daha bebeklikten itibaren her evladımız!) niçin, uyuşturucuya alışır gibi ağır ağır “serbest piyasa ekonomisinin pespaye bir uzvu” olarak yetişiyor?

    Çünkü kendini “uyanık!” zanneden “Yusuf Cemal” ve “Tezer Özlü Yaşıyor!”; sokağa çıkıp avaz avaz “Kral Çıplak!” diye evlatlarımızı uyarmadığı için!

    Histerik çığlıklar atmadan en yakınındaki insanları uyandırmadıkça; bırak toplumu tuğla tuğla örmeyi; o tuğlanın yarısını sana 36 ay vade ile “serbest piyasa ekonomisi!” içinde bin paraya satarlar, ve cebinden para vererek bu tuğlayı satın aldığını “Uyanık Yusuf Cemal”in ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”un ruhu duymaz!

    Şu an bu satırları okuduğun siteyi sana bir “internet servis sağlayıcı özel şirketi!” parayla satıyor sevgili “Uyanık Yusuf Cemal” ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”

    Biz, birbirimizle bu site üzerinde münakaşa ederken bile, birileri bizim klavye tuşlarımız üzerinden para kazanıyor sevgili “Uyanık Yusuf Cemal” ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”

    “Serbest piyasa ekonomisi!”, kendisine hiç bir zaman ait olmamış bir ağacın gölgesini bize bin paraya satar, biz de: ” Ohh.. ne güzel! Şu püfür püfür gölgeliği satın alalım da, sonra altına atarız kilimleri ve ‘ Kim histerik ?! – Kim histerik değil ?! ‘ uzun uzun muhabbet ederiz! ”

    “Diyalektik; gül bitti!” demek yukarıdaki örneklerdir sevgili “Uyanık Yusuf Cemal” ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”

    Kendini “uyanık!” zanneden “Yusuf Cemal” ve “uyanık!” zanneden “Tezer Özlü Yaşıyor!” dâhil, hiç kimse üç maymunu oynamasın:

    Mücadele Gün Zileli’nin internet sitesinde, “mahlas!” kullanarak, fikir yarıştırmak değil!

    Kusura bakmayalım: Mücadele alanı sadece Taksim, Kadıköy/Boğa, Kızılay veya Tomalı Hilmi’den ibaret değil!

    Reich’ı beğenelim-beğenmeyelim;

    Sevgili “Uyanık Yusuf Cemal” veya “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!” Almanca/İngilizce bilsin-bilmesin;

    Hepimiz, lütfen, şu söz üzerine, “Atmacalarımızı” birkaç haftalığına kafeslerinde tutarak,

    Ciddi ciddi düşünmeye çalışalım:

    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın grev yaptığı değil;

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

    Şimdilik bırakın Türkiye’yi ve dünyaya bakın:

    “Serbest piyasa ekonomisi!” Çin Halk Cumhruyieti içinde de var!

    “Yok!” demeyin; evet var!

    Şimdilik bırakın Mao’yu, bırakın Deng Xiaoping’i.

    Bugüne bakalım:

    “Çin Halk Cumhuriyeti” ile “Amerika Birleşik Devletleri” her ne kadar 21. yüzyılın ezeli iki kutbu olarak lanse edilse de, bu iki ülkenin “ekonomi” yönünden pek de farkı yok!

    ABD’deki şirketlerin ekseriyetinin Çin’de fabrikaları var; çünkü Çin’de en başta iş gücü maliyeti düşük! Ve bu fabrikaların içinde minimum 70.000 işçinin kalacağı yurtlar inşa edilmiş! Çünkü bu Çinli işçiler kiralık eve çıkmak istese aylık kira ücreti pahalı veya “ev sahibi olmak için” ev aramaya niyetlense, ömürleri para biriktirmeye yetmeyecek; bu nedenle bu işçilerin çok büyük bir kısmı “karın tokluğuna” bu yurtlarda kalmaya mecbur bırakılıyor!

    ABD içinde bir fabrikada çalışan işçinin ise sendikal hakları var, evine kendi arabasıyla gidip geliyor, özel ve/veya kamu sağlık sigortası var. Aynı/benzer haklar Çin’deki işçi için de olabilir.

    Fakat arada bir fark var:

    ABD içindeki işçinin bağlı olduğu “özel şirket!”in sahibi, yönetim kurulu, CEO’su veya “İnsan Kaynakları Müdürü!”; artık ABD’li işçinin kendisine aşırı maliyet çıkardığını, mali tablolardan gördüğü için, fabrikayı kapatıyor ve Çin’e, Güney Kore’ye, Tayvan’a, Kamboçya’ya veya Hindistan’a giderek; ya orada en baştan fabrika kuruyor ya da orada var olan fabrikalarla anlaşıp ürünlerini bu tesislerde ürettiriyor.

    Sonuç:

    ABD içinde işsizlik yükseliyor; Çin’de ise istihdam yükseliyor! Ama ne istihdam!

    ABD’deki insan işsizlikten perişan halde; Çin’deki insan ise “karın tokluğuna” çalışacak bir iş bulabildiği için “sözde komünist rejim içinde insan onuruna yakışır şekilde yaşamak!” vb. çoktan unutmuş; o da üç kuruşa çalışmaya mecbur bırakıldığı için perişan halde!

    TEKRARLIYORUM: Benzer manzarayı Tekirdağ/Çorlu’da “Avrupa Serbest Bölgesi” çevresinde de görebilirsiniz; İstanbul/Zeytinburnu da olabilir veya Kars/Kağızman!…

    TEKRARLIYORUM:

    Hepimiz, lütfen, şu söz üzerine, “Atmacalarımızı” birkaç haftalığına kafeslerinde tutarak,

    Ciddi ciddi düşünmeye çalışalım:

    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın grev yaptığı değil;

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

    TEKRARLIYORUM:

    Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe de, haberleri olmayacak!

    “Proletarya” kelimesini bilmeyen “praxis & praksis”i de keşfedemez;
    “Praxis & praksis”i bilmeyen “lümpenleşme”yi de keşfedemez;
    “Lümpenleşme”yi bilmeyen “snoblaşma”yı da keşfedemez;
    “Snoblaşma”yı bilmeyen “konformizm”i de keşfedemez;
    “Konformizm”i bilmeyen “vasatlaşma”yı da keşfedemez;
    “Vasatlaşma”yı bilmeyen “oklokrasi”yi de keşfedemez…

    Bu zincir halkalarını gittiği yere kadar uzatabiliriz!

    TEKRARLIYORUM:

    Şu an bu satırları okuduğun siteyi sana bir “internet servis sağlayıcı özel şirketi!” parayla satıyor sevgili “Uyanık Yusuf Cemal” ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”

    Biz, birbirimizle bu site üzerinde münakaşa ederken bile, birileri bizim klavye tuşlarımız üzerinden para kazanıyor sevgili “Uyanık Yusuf Cemal” ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”

    “Serbest piyasa ekonomisi!”, kendisine hiç bir zaman ait olmamış bir ağacın gölgesini bize bin paraya satar, biz de: ” Ohh.. ne güzel! Şu püfür püfür gölgeliği satın alalım da, sonra altına atarız kilimleri ve ‘ Kim histerik ?! – Kim histerik değil ?! ‘ uzun uzun muhabbet ederiz! ”

    Kusura bakmayalım: Mücadele alanı sadece Taksim, Kadıköy/Boğa, Kızılay veya Tomalı Hilmi’den ibaret değil!

  72. Tezer Özlü Yaşıyor!

    Konuya daha daha geniş açıdan bakabilmek için birkaç örnek vereyim:

    “Sol Gazetesi”ni, “Karşı Gazetesi”ni, “Cumhuriyet Gazetesi”ni sevin-sevmeyin; okuyun-okumayın farketmez.

    Hiç ciddi ciddi üzerinde kafa yordunuz mu?

    Bu gazeteler niçin mâli sıkıntı yaşıyor da; bir “Hürriyet Gazetesi”, bir “Vatan Gazetesi” veya bir “Zaman Gazetesi” mâli sıkıntı yaşamıyor?!

    Sayın Gül Zileli, eğer, kitaplarının telif haklarından ve/veya kitaplarının satışlarından elde ettiği gelir yetmez ise, bu siteyi bir gün kapatmayı düşünmez mi?! 60-70 yaşlarında “pazar kazanmak için iş!” aramaya başlamaz mı?

    “Tezer Özlü Yaşıyor!” mahlaslı yeteri kadar cesur olmayan sıradan bir insana “histerik!” demeden önce (hoş; bu kelimeyi gururla taşırım!) “serbest piyasa ekonomisi!” sizin cep telefonu kontörlerinizi/paralarınızı nasıl höpürdetiyor, üzerinde ciddi ciddi düşünmeye lütfen biraz vakit ayırın!

    Cep telefonunuza kontör/para yüklemezseniz, internetin aylık/yıllık vs. faturasını ödemezsiniz; bırakın diktatör ve partisine karşı mücadele etmeyi; şu internet sitesinde birbirimizle/fraksiyonlarla çatışmak için bile bir araya gelemeyeceğiz!

    SON KEZ TEKRARLIYORUM:

    Wilhelm Reich’ı beğenelim-beğenmeyelim;

    Sevgili “Uyanık Yusuf Cemal” veya “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!” Almanca/İngilizce bilsin-bilmesin;

    Hepimiz, lütfen, şu söz üzerine, “Atmacalarımızı” birkaç haftalığına kafeslerinde tutarak,

    Ciddi ciddi düşünmeye çalışalım:

    “Asıl açıklanması gereken:

    Neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen insanın grev yaptığı değil;

    Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”

  73. Yusuf Cemal

    Şimdi Gün Zileli yine bana kızacak. Ne bu şiddet diye. De artık yeter yani. Tezer Özlü Yaşıyor, anladık anladık. Ya tanıdıksın ya çok yakından takip ediyorsun. Gözümüzü çıkarmana gerek yok.

    Ama şimdi benim de sana bir çağrım var. İstersen bir dinle.

    Bu sorduğun soruların hiç sorulmadığını düşünmen, acaip bir solipsizm-ben merkezcilik. Bunları sormayanlar, sorgulamayanlar var elbet. Birilerinden ezberledikleri cümleleri ardı ardına sıralayanlarla dolu sol camia. Bir problemin analitik, hermetik, hegelyan ya da ne bilem başka türlüsünden çözümlerini aklına bile getirmeyen ve her yeni sözü sağcılıkla damgalayan, her tutarlı fikri de eski söylem diye kenara atan onbinler var. Ama bu her karşına çıkanın bunları sorgulamadığını düşünmeni gerektirmez. Kendi düşüncelerimi hiç savunmayacağım. Üç kuruşluk geçmişimi de abartacak değilim. Ama artık bazı şeylerden gına geldiğini de ifade etmem gerek.

    Histerik lafını kullanırken, Lacan’ın dört söylem matrisinin Zizek tarafından yamultulmuş halinin bana kalırsa gayet işçici bir çarpıtmasını kullanıyorum. Dolayısıyla bir söylem tarzına histerik demek, basitçe psikolojik bir tanı değil. Histerik söylem, efendi söylemi karşısında, köleyi köle kılan söylemlerden biridir. Mutlak sessizliğe yeğdir yeğ olmasına ama kırmızı mürekkebi olanlar histerik söylemle yetinemezler. Onlara analist söylemi ve efendi söyleminin çarpılmış hali olan sapkın söylem gerekir. Bu devrimci söylemdir.

    Histerik söylem, “Daha lüks bir ev, daha iyi bir araba mı senin hayalin?” diye sorar. Ama o devrimci olan diğer söylem, “Evet der, senin hayalin bu. Amma boş hayal. Çok küçükle yetinmişsin canım. Oysa sana dünya yetmez.” Bu düşünce ateşle oynamaktır. Çünkü Lucifer’in Faust’a düsturudur bu. Sonunu biliyoruz. Lucifer’i cinayetlerinde ibrikçisi olarak kullanır Faust. Başka şansımız yoksa, Lucifer de oluruz, Faust da.

    O sebeple, Sarp Mogan’a söyle. Eğer kanser muhabbeti doğruysa ve harbiden atlatmışsa, boşversin danışmanlık sevdasını da, bu sefer girsin bir işyerine ve işyerinde bir birlik/grup/cemaat yaratsın. O cemaatle bizim cemaatleri yanyana getirsin. Zaman az.

    Söylediklerimizin Rize’ye nasıl iletileceğini mi düşünüyorsun? İşyerlerinde Rize’li arkadaşın var mı? Ya da Anadolu’nun herhangi bir yerinden gelen? Vardır elbet. Herkes İstanbullu değil ya. Onları örgütle. Onları bizden yap. Sonra da gidip ana babalarını, o topraklarda yaşayan kardeşlerini nasıl dönüştürdüğünü izle. Bunu teşvik et. Proleter yol budur. Hep bu olagelmiştir. 1871’de Paris’te, 1917’de Petrograd’da, 1936’da Barcelona’da, 1979’da Tahran’da, 1989’da Temeşvar’da. Bu yöntem aklınıza bile gelmiyor. Çünkü işyerinde bir tane sağcı arkadaşınızı bile solcu yapmadınız. Bir tane zaten solcu olmayan insanı bile kazanamadınız. Bir tane faşistin kafasına çöküp, onu Kürt dostu haline getiremediniz. Biz bunu yaptık!

    Ve sonuçta, “Asıl açıklanması gereken, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediği” değildir. Gına geldi açıklaya açıklaya. Artık sakin “bilimsel” tartışma zamanı geçti. Aslında o zaman hiç gelmemişti. Ya da savaş zamanında bile yapabiliriz. Sonuçta şimdi, o teorilerin pratikte hesaplaşma zamanı.

    Ben diyorum işyerlerinde organize olalım, bak Kazova’ya bak, Greif’e. Biri diyor işyerleri bizi böler.

    Ama eleman, çalışanları gününün 12 saatini geçirdiği işyerinde örgütlenmekten alıkoyuyor. Dışarıda sosyal alanda, olsa olsa grev ziyaretleri yaptırabilmek için kafalıyor.

    “Yapma demiyorum, yap ama hobi olarak yap” misali, Cumartesi-Pazar’larını hayır işlerine adayan ikiyüzlüler gibi, hobiden solculuğu övüyor.

    Gezi direnişi boyunca, gündüz işyerinde gece Gezi’de olma durumunu, şizoidlik olarak görüp yenmenin yolunu bulacağına, Clark Kent’lik olarak övüyor.

    “Ben yapamıyorum, bari yapana yardım edeyim” meleksi düşüncesi var kafasında. Ah canım, ne iyilikseversin sen. O düşüncenin altında işyerinde hiç bir işe bulaşmayıp, kendini garantiye alıp, solculuğuna da halel getirtmeyip, temiz kalma refleksi sırıtıyor.

    Ve bu elemanlarla yanyana geldiğimde, bir de bana “Aman sus, birliğimizi bozma!” denilecek ha? Niye? Çünkü biz durmadan bölünüyoruz. Bölüneceğiz tabi. Ta ki siz ya da biz ya da onlar gerçeklerle düzgün düzgün oturup hesaplaşana kadar.

    Gına geldi aynı hikayelerden gına. Acep Gün Zileli’ye bizim tartışmalarımız da bu etkiyi mi yapıyor? Tamam fikirler gelişiyor ama bir çok tartışma süslenip püslenip yeniden ve yeniden ve yeniden piyasaya sürülüyor. Çok sıkıcı olmalı, çok…

  74. O.Gürsel

    “Neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir?!”
    Yanıt belli; güvenmediği için! “Düşünceye”, örgüte, kendine güvenmediği için…
    CHP’ye mi, Sosyalist partilere mi, kendi boynu eğik işçi arkadaşlarına mı güvenecek?
    Önüne güvenebileceği-inanabileceği tutarlı, işlerliği olabilecek, kendini döndürüp, yeniden üretebilecek bir ekonomik-hayat sistemi konulmuş değil! Sistem Kapitalistçe olacaksa CHP’den iyi “kapitalistlik” neden beklesin? SSCB, Stalin hikayesi’ni artık yalnızca bu partililer bilmiyor! Şimdi sömürülüyorlar ama bu sosyalistlerin onları hem sömüreceğini, hem de döveceğini seziyorlar!
    Velhasıl GÜVEN yok!
    Ve Güven bile yeterli değil; Bu sistemin kendilerini rezil-rüsva ettiği son ana dek denemeye devam edecekler… Endişem de o güne kadar olsun hazır olalım!

  75. Tezer Özlü Yaşıyor!

    Sevgili “Yusuf Cemal”, “Tezer Özlü Yaşıyor!” ve bu sayfayı ziyaret eden herkes,

    Bu kez daha net okuyacağız:

    [[[ 1 ]]] Amacım en başta “Yusuf Cemal”i; bu sitede mağdur etmek, yüzüne yumruk atmak, ders vermek, eğlenmek; bilgi birikimini, yabancı dil bilip-bilmediğini, kitap okuyup-okumadığını ölçmek ve daha da çoğaltılabilecek sebep ve sorularla bu müzakere sayfasını uzattıkça uzatmak DEĞİL!

    34 yılı aşkın süredir; kendimizi “keskin!” şekilde eleştirmekten kaçıyoruz!

    “Özal!”la başlayan süreçle, “sol!”un cebi de dahil olmak üzere, hepimizin cebi para görmeye başladığı için, bizi “serbest piyasa ekonomisi”ne uyuşturucu gibi alıştırdıkları için; “II. Gezi”, “III. Gezi”, “IV. Gezi”, “V. Gezi”, “VI. Gezi” … gibi muhalefet etmeyi unuttuk!

    Diyelim “1968 kuşağı” çok yaşlandı, yürümeye mecâli yok (Bazı nadidelerimizi hariç tutarak söylüyorum! Hepsi üzerine alınmasın!); “1978 kuşağı” da mı çok yaşlandı?!

    Konuyu bir akış içinde tutabilmek için sadece bir örnek vermeyi uygun buluyorum: En azından, “1978 kuşağı”ndan günümüze “ruhları canlı kalabilmiş!” eski-tüfekler; “27-28 Mayıs 2013’de kurulmaya başlanan barikatlar nasıl sağlam tutulur?!” sorusunu hemen akıllarına getirseydi, geçmişteki “barikat!” tecrübelerini yıllar sonra tekrar uygulamak için, meydanlara aksaydı: Şu an Taksim hâlâ sadece çapulcuların değil tüm halkın elindeydi! Şu an Kızılay veya Tomalı Hilmi hâlâ sadece çapulcuların değil tüm halkın elindeydi! Şu an Eskişehir’in, Antakya’nın bütünü sadece çapulcuların değil tüm halkın elindeydi!

    Ve bu muhalefet dalgası tüm Türkiye’ye yayılırdı!

    “1978 kuşağı” eski-tüfekler meydanlara akmıştır muhakkak, ama anlaşılıyor ki; “barikatlar nasıl sağlam tutulur?!” konusunda sokaklarda muazzam çaba sarfetmemişler, “muhalefet etmeyi!” yeni-yeni öğrenen gençlere ve halkın ekseriyetine yeteri kadar iyi örnek verememişler!

    Dikkat buyurun:

    Barikatları sadece “MLSPB” kurdu, sadece “Acilciler” kurdu, sadece “Stalinistler” kurdu, sadece “Anarşistler” kurdu, sadece “Kürtler” kurdu, sadece “Leninistler” kurdu, sadece “Troçkistler” kurdu, sadece “Ermeniler” kurdu, sadece “Maoistler” kurdu, sadece “LGBT” kurdu, sadece “Rote Armee Fraktion’un İstanbul Şubesi” kurdu, sadece “Ulusalcılar” kurdu, sadece “kadınlar” kurdu, sadece “erkekler” kurdu, sadece “Anti-kapitalist müslümanlar” kurdu, sadece “Spartakistler” kurdu, sadece “Situationist International’ın İstanbul Şubesi” kurdu, sadece “foco”cular kurdu DEMİYORUZ!

    ” 27-28 Mayıs 2013’de bir kıvılcım ateşi yaktı; ama ne yazık ki ateşi harlı hâle getirmek için dişe diş mücadele etmedik !!! ” DİYORUZ! Bunun asıl sebebi de hepimizi “serbest piyasa ekonomisi” ile uyuşturdukları için!

    Niçin o “Beyaz Yaka!”lar, o “Mavi Yaka!”lar, o “Turuncu Yaka!”lar ve tüm renkler; gündüz işe gitti, akşam 5.00’dan sonra protestolara katıldı?! Çünkü hepimizi “serbest piyasa ekonomisi” ile uyuşturdukları için!

    Niçin, günlerce-aylarca, yerlerimizden milim kıpırdamadan “Duran Adam” eylemlerini devam ettirmedik?! Haklılığımızı ilân edene kadar niçin devam etmedik?!

    Çünkü; bir gün sonra “para kazanmak için iş!”e gitmek zorundaydık! Maaş’ı alamamaktan korktuk, “beni işten atacaklar diye çok korkuyorum!” diye kendi kendimizi kandırdık! Alacağımız yeni model bir cep telefonu vardı! Evlatlarımızın eğitim-öğretimi için, nişan-düğün masrafları için, Ağustos 2013’e doğru Bodrum’da veya Ayvalık’ta yapılacak bir tatil için, bankaya ödenecek kredi kartı borcu için, “Çapul TV” oluşumunun aktif kalabilmesi için, “Karşı Gazetesi” çalışanlarının emeğinin karşılığını ödemek için, ev kirasını ödemek için “para!”ya ihtiyaç vardı.

    Teknolojiyi kainatın geleceğini ilerletmek için kullanmak varken; bizler, teknolojiyi “rekabet edip daha iyi model bir tablet bilgisayar!” için kullanıyoruz! Acaba Windows Phone mu alsam, yoksa Apple mı? HTC mı daha iyi, yoksa Samsung mu? derdindeyiz.

    Yukarıda Jonathan Swift, Ali Akay (prof.), Celal Şengör (prof.) ve Yankı Yazgan (prof.) ın “rekabet” kelimesi üzerine söyledikleri ne hikmetse bize nostalji gibi geliyor!

    Wilhelm Reich’in başından aşağı kamyonla kaya boşaltmaya devam ediyoruz!

    Bir kızılderilinin dünyadaki her topluma verdiği uyarı mesajını, “nostalji olarak anladığımız için!”, “eskide kaldı bunlar!” diye diye kendi kendimizi kandırdığımız için görmezden geliyoruz, üç-maymunu oynamaya devam ediyoruz:

    “Son ırmak kuruduğunda,
    son ağaç yok olduğunda,
    son balık öldüğünde;
    beyaz adam paranın yenmeyen birşey olduğunu anlayacak!”

    Geçmişi iyi gözlemlemediğimiz için göremedik ki: Biz işe gitmezsek, bizim sırtımızdan geçinenler bir “hiç!” Bize mecburlar! Hem “iktidarın!”, hem de “serbest piyasa ekonomisi”nden beslenen balinaların hakimiyetini sona erdirecektik!

    Sadece “Duran Adam” eylemlerini bıkmadan-korkmadan devam ettirmek, yeni bir yol açabilirdi!

    Niçin protesto tarihlerinin çoğunluğu özellikle “hafta sonu!”na denk getiriliyor?! Çünkü hepimizi “serbest piyasa ekonomisi” ile uyuşturdukları için!

    !!! Silkinelim !!!

    Ama sadece İstanbul, Ankara, İzmir, Edirne, Eskişehir, Bursa veya Antakya içinde ve Gün Zileli’nin internet sitesi gibi mecrâlarda “Atmacalarımızla!” fraksiyon yarıştırarak değil!

    [[[ 2 ]]] En azından sen “Yusuf Cemal”, ben “Tezer Özlü Yaşıyor!”: “Serbest Piyasa Ekonomisi”nin üzerimizde oturan ceberrut bir dev olduğunun farkında mıyız? Evet; farkındayız!

    Peki “farkında olmayanlar”ı ve “farkında olup -mahlas!- kullanarak bile protesto etmeyi düşünemeyenler”i uyarmak ve onları “proletarya” yolunda etkilemek hepimizin görevi mi? Evet; görevi! Sevelim-sevmeyelim, savunalım-savunmayalım, küçük/büyük görelim-görmeyelim farketmez: Zizek’in ve Alain Badiou’nun özellikle 2012 ve sonrası yaptığı konuşmaları bir kez daha gözden geçirmek zorundayız!

    “Beyaz YaLAka” kitabını yazan kişi “Sarp Mogan” mahlasını — maalesef “Yusuf Cemal” ve “Tezer Özlü Yaşıyor!” kadar kelimeleri cesur olmadığı için!, “sol”u bizim kadar keskin savunmadığı için! — kullanarak, önceden yakılmış ateşe bir katkıda bulunmak için, ateşin harlı harlı yanması için, kaleminin mahareti yettiğince, destek olmaya çalışıyor!

    Ama sol içindeki onlarca-yüzlerce “hizip!”; “Atmacalarını!” özgür bırakamadığı için bu kişiye hâlâ taş atıyor!

    Emin olalım “Sarp Mogan” mahlaslı kişi bu sayfada yazılanları görse:

    ” Ben size geleyim ya da siz bana gelin! İkimiz farklı şey söylemiyoruz ki! Ben ateşi büyütmeye çalışıyorum, tıpkı sizin yaptığınız gibi! Niçin bana taş atıyorsunuz?! Bakın gerçek adımı bile söyleyemiyorum size; niçin?! Çünkü ‘serbest piyasa ekonomisi’ne siz ne kadar bağlıysanız, ben de o kadar bağlıyım! Çocuğum önümüzdeki yıl üniversite sınavlarına hazırlanmaya başlayacak ve ona ‘kurs’ parası ayırmak zorundayım! Ben de istiyorum; eğitim-öğretim keşke parasız olsa, herkes ‘adil eğitim imkânları’na ulaşsa, ama mücadeleyi tek başına yapabilir miyim?! Siz bana destek çıkmıyorsunuz ki!

    Evet, bir konuda haklısınız. Bunca yıldır ‘serbest piyasa ekonomisi’nden nemalanmış bir insanım!

    Peki siz de nemalanmıyor musunuz ?! Peki sen de nemalanmıyor musun ‘Yusuf Cemal’ ?!

    Kendini ‘uyanık!’ zanneden, kendini akıl küpü zanneden, şu yorum sayfasında devrim yapmaya çalışan ‘liseli-ergen!’ misâli, o ‘Tezer Özlü Yaşıyor!’ mahlasını kullanan klavye savaşçısı kişi; ‘serbest piyasa ekonomisi’nden nemalanmıyor mu ?!

    Hepimizin büyüğü, ağabeyi, bize ışık tutmaya çalışan, geçmiş tecrübelerini bize aktarmaya çalışan, nerede yanlış yaptığını söylemekten çekinmeyen sevgili Gün Zileli, her ne kadar kendini anarşist olarak tanımlasa da, kitaplarının telif haklarından ve/veya kitaplarının satış rakamlarından elde ettiği gelir ile geçimini sağlamıyor mu ?! O da, bizler gibi, ‘ne yazık ki!’, -serbet piyasa ekonomisi!-nden nemalanmıyor mu ?!

    Ama artık görüyorum; hata yapmışım; kimse beni uyandırmaya çalışmamış! Veyahut, çocuklarımın aç kalmasından korktuğum için, kendimi ‘uyanık!’ zannettiğim hâlde, bunca yıldır susmuşum-sinmişim-saklanmışım! Artık hatamı anladım! Bakın, bugün bile -mahlas!- kullanarak çekine çekine sesimi yükseltmeye çalışıyorum; ortak mücadelemiz için size destek olmaya çalışıyorum: Niçin hâlâ bana taş atıyorsunuz?!

    Ben size geleyim ya da siz bana gelin; şu ceberrut ‘serbest piyasa ekonomisi’ sistemine karşı dişe diş mücadele edelim!

    Artık ‘mahlas!’ kullanmak zorunda kalmamak için daha güçlü mücadele edelim!

    Artık ‘Guy Fawkes Maskeleri!’ arkasına saklanmaya mecbur bırakılmamak için, kimliğmizi saklamaya mecbur bırakılmamak için daha güçlü mücadele edelim!

    Niçin hâlâ bana taş atıyorsunuz?!

    Her gün nefret ederek, her saniye küfür ede ede gittiğim ‘şirkette!’ arkadaşlarımla konuşuyorum, onlara ‘proletarya’nın ne demek olduğunu anlatıyorum; ofislerimizi işgal etmemiz gerektiğini söylüyorum; kendi ürettiğimiz ‘mal & hizmet’lerin bize ait olduğunu, kendimizle ve toplumla yabancılaşmamamız gerektiğini, tıpkı Marx’ın ‘theory of alienation’ da bizi yıllar öncesinden uyardığı gibi, anlatıyorum! Ama tek başına ne yapabilirim; söyleyin bana?!

    KOS (Konya Organize Sanayi Bölgesi), GAOSB (Gaziantep Organize Sanayi Bölgesi), OSTİM (Ankara-Ortadoğu Sanayi ve Ticaret Merkezi) veya Tekirdağ/Çorlu’daki ‘Avrupa Serbest Bölgesi’ içinde bir fabrikada, benimle aynı havayı soluyan ‘mavi yaka!’ yoldaşlarım da, kendi ürettikleri ‘mal & hizmet’lerin yine kendilerine ait olduğunu anlamalılar ve fabrikanın mülkiyetini müşterek hâle getirmek için fabrikayı işgal etmeliler; barikat kurmalılar!

    Ben o fabrikadaki yoldaşlarıma destek vermezsem, onlar da bana destek vermezse; mücadele nasıl büyüyecek?! Diktatör ve partisini nasıl başımızdan def edeceğiz?! Ceberrut ‘serbest piyasa ekonomisi’ni nasıl yerle bir edeceğiz?!

    Peki mücadele alanı sadece yukarıdaki mekânlar mı?! Tabii ki hayır! Örneğin nerede Dersim-Tunceli?! Dersimliler-Tuncelililer niçin sadece kendi illeriyle övünüyor?!

    Bizler; Greif’de ve/veya Edinburgh’da ve/veya Minnesota’da ve/veya Buenos Aires’de ve/veya Yeni Delhi’de ve/veya Harkov’da ve/veya Hong Kong’da bir banka şubesinde, bir sigorta acentası ofisinde, bir süper-markette, bir lokanta da, bir kuru yük gemisinde, bir yolcu uçağının içinde, bir maden ocağında, bir giyim mağazasında, bir fabrika yurdunda ‘karın tokluğu’na çalışmaya mahkum edilenler; ortak mülkiyetin ne demek olduğunu uygulamalı görmek için Dersim’e-Tunceli’ye veya Küba’ya mı gitmeliyiz?!

    Kendimiz, yaşadığımız mekânlarda başaramaz mıyız?! Biz aciz miyiz?!

    Yukarıda yazılanları bir kez daha düşünelim.

    Sevgili ‘Yusuf Cemal’ de düşünsün;

    Ve sen de bir kez daha düşün bizim meşhur klavye devrimcimiz, ‘liseli-ergenimiz!’, iki-üç kitap okudu diye kendisini dev aynasında gören ‘Tezer Özlü Yaşıyor!’ kişisi!

    En sonunda: Kendi aramızda “kim histerik? – kim histerik değil?” tartışırız!

    Eğer bugün, birbirimize en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde; amip gibi bölünmeye devam edersek, hadi üçümüzü geçtim, evlatlarımız birer ‘Dorian Gray’ olacak; farkında mısın sevgili ‘Yusuf Cemal’ ve hayattaki eğlencesi Adana/Bahçelievler semtindeki bir sitenin spor alanında basketbol oynamaktan ve NBA maçlarını izlemekten ibaret olan bir insan kırmasına benzeyen ‘Tezer Özlü Yaşıyor!’ kişisi ?! ”

    derdi!

    [[[ 3 ]]] “Üniversite gençliği elimizden kayıp gidiyor! Her biri ‘serbet piyasa ekonomisi’ne kul-köle olmak için yetiştiriliyor. Kendi evimizde ilk önce kendi evladımıza doğru yolu telkin edelim! Ama sadece kendi evladımızla sınırlı kalmayalım, ‘ben kendimi zor kurtarmışım; başkası da kendini kurtarsın!’ demeyelim, Türkiye’nin bütününü kapsayacak ileri aşama bir ‘Gezi’ hareketi başlatalım!”

    Buna mukabil;

    “İşyerindeki arkadaşlarını örgütledin mi?!”

    Farklı şey mi söylüyoruz?!!!

    Hâlâ birbirimize taş atacak mıyız?!

    [[[ 4 ]]] Diktatör ve partisini besleyen yüzlerce tarikat var bu ülke topraklarında. Bunların ekseriyeti niçin aralarını bozmamaya gayret ediyor?! Biliyorlar ki; safları gevşetirlerse iktidar ellerinden kayıp gidecek!

    Peki biz birbirimize taş atmaya devam edecek miyiz?!

    [[[ 5 ]]] “Serbest piyasa ekonomisi” cebimize gıdım gıdım para koyduğu için, ağzımıza yarım-parmak, yarım-parmak bal çalmaya devam ettiği için, şu an fikirlerimizi yazdığımız bu sayfada bizim klavye tuşlarımız üzerinden para kazanan “internet servis sağlayıcı özel şirketleri!”ne karşı mücadele etmeye niçin korkuyoruz?!

    “Atmacalarımızı!” doğaya bırakarak bir kez daha dikkat edelim: Kanser olup-olmaması üzerinden değil, bambaşka bir motivasyon üzerinden kurmuş uyarı mesajını, bir zahmet kitabı “Atmacalarımızı!” özgür bırakarak, sadece ne anlatmaya çalışmış buna kendimizi vererek okuyalım; anlamak zor değil! “Sarp Mogan” mahlaslı (ve onun gibi sesini yükseltmeye hazır yüzbinlerce sindirilmiş-korkutulmuş!), ne yazık ki, hepimiz kadar cesur olamayan kişi, doğru yolu nihayet keşfetmiş olabilir!

    Bu yolda ilerlemeye çalışırken, onu mücadelemize kabul edelim ve ateşi daha harlı hale getirelim!

    Köstek olmayalım, dışlamayalım, yabancılaştırmayalım, ötekileştirmeyelim, taş atmayalım! Dikkat buyuralım: Geçmişte nice hatalar yapmış olsa da doğru yolu nihayet keşfetmiş! Niye tekme vuralım?!

    Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:

    “Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız.”

    Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!

    Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe de, haberleri olmayacak!

    “Serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde: “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!” sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    “Praxis & praksis” kavramının ve “Diyalektik; gül bitti!” özdeyişinin ne demek olduğunu hatırlayalım; ama hatırlamakla kalmayalım, en yakınımızdaki kişiden başlayarak herkese anlatmak için çaba sarfedelim!

    “30 Mart 2014 yerel seçimlerinde diktatör ve partisine oy verenler dangalağın önde gideni olduklarını ispatladı! Bu insanlara niçin ‘proletarya’nın ne demek olduğunu anlatmaya çalışarak kendimi yorayım ki?! Eski hamam-eski tas; değişen bir şey olmayacak! Giderim Gün Zileli’nin internet sitesinde, orada yorum pencerelerine birkaç satır yazarım, bakarım histerik-histerik şeyler yazanlar var mı, onlarla klavye devrimciliği oynar; kendi kendimi tatmin ederim!” DEMEYELİM !!!

    Ve bütün bunları yaparken en başta kendimizi “Tezer Özlü Yaşıyor!” mahlasını kullanan “liseli-ergen heyecanına sahip!” kişisi gibi dev aynasında görmeyelim!

    Kendimizi eleştirmekten çekinmeyelim!

  76. Anonim

    Diyarbakir da Petrolmü bulunmus??? Türkiyenin batisi (türk burjuvazisi falanda degil, tüm bati da yerlesik nufus) kürt illerini nasil sömürüyor??? Hem üstelik Burjuvazi yatirimda yapmiyor ise arti deger nasil olusuyor. yeralti kaynaklari falan dense neyse… Tüm kürt illerinin yeralti kaynaklari vs Kürtlere ait olmalidir bu dogru.. Ama Kürdistan bati nin(türkler, türkiyenin) sömürgesidir tezi bugüne dek marxist ekonomi politikle aciklanamadi…Geri kalmislik alt yapi eksikligimi diyorsunuz.. O zaman Afyon dogu egenin köyleride bal gibi sömürgedir…birazcik bilim…Kürdistanin bagimsizligi tezi illa sömürge tezine dayandirilmak zorunda degildir… Ilhak her zaman kapitalist sömürgecilik ile akord edilemez. Kürdistan türkiyenin sömürgesidir demek Türkiye emperyalist (ekonomik bir kavram olarak) bir ulkedir demektir… Ayrica daha bastan iki ayri iktisadi toplumdan ,ileri olanin geri olanin uzerine coreklenmesi ve sömürmesi olarak bir tarihsellikte Türkiye kürdistan(hic iki ayri ekonomik toplumsal birim olmadilar) iliskisi nde kanitlanamaz. Kendisi sömürgelesmis bir siyasal yapi (türkiye devleti) kürdistani da ilhak ve isgal altinda tutarak tipki kendi topraklari ve halki gibi uluslarasi sömürgecilige acmistir. Kürdistanin sömürüsünden pay alan bir bati halki(isci sinifi aristokrasisinden )bahsetmek????? alt yapi hizmet , geri kalmislik, vergi dengesizlikleri ise tek arguman, artvin afyon vb pek cok somurge kesfedilebilir. Zileli mutlaka marxist ekonomi politikten haberdardir, ama nicedir aktuel moda ya uymakta tereddut etmeden katilip gercegi kaciriyor. gercek zaten devrimci. sol hurafelere gerek yok…(eger kurdistan uzerinden gecen bir petrol hatti vesilesi ile petrol gelirlerinden pay istiyorsa birileri, burada baskalirinin sömürüsünden pay alma istegi vardir onuda belirtlelim)

  77. Anonim

    Adına barış denilen teslimiyetin Kürtlere kanıksatılması politikası sürerken yeni karakol inşaatları da devam ediyor.

    Silahların susması önemlidir. Kimse ölmesin. Ama bu teslimiyetçiliğe de bir son verilsin.

    İşgalci işgal ettiği ülkeden çekilmiyor, toprağı işgal edilen kendi ülkesini terke zorlanıyor ve bunun adına barış ve demokrasi deniyor?

    En son Dersim ve Lice’de olduğu gibi buna direnenlerin eylemlerine de utanmadan “barış sürecini sabote etmek”, “provokasyon” deniyor.

  78. soruYorum

    Birileri “süreç”ten “hani bizim devletimiz?” i anlıyorsa, bilsin ki havasını alacak… Amaç birilerine yeni iktidar alanları yaratmak değil, birlikte özgürce yaşamak olmalıdır.

    Bu sözleri bir “türk” söyleseydi, “egemen ulus mantığını aşamamışlıkla” suçlamanın bir mantığını belki birileri bir şekilde bulabilirdi.

    ANARŞİST bir kürt ( ki kürtlüğünü mağdur ve mazlum-iyetin getirdiği anarşist bir etik kaygıyla “sahipleniyorsa” ) bunu derse ne cevap verilir?

  79. Anonim

    Türk devletinin ve ordusunun hiçbir değişiklik olmadan varlığını aynen devam ettirmesine karşı çıkmayan ve bunu barış ve birlikte özgürce yaşamak olarak gören “Türk Anarşist”e ne cevap verilir?
    Anarşistler devletleri ve orduları yok etmeyecek miydi?
    Buyrun yok edin. Ama siz devriminizi yapıp yok edene kadar bırakın Kürtlerin bir devleti olsun.

  80. soruYorum

    cevap belli değil mi ;anarşistim diyen herkesin, en yakınındakinden başlayarak tüm devletleri tarihin çöplüğüne süpürmesi için, elinden geleni ardına koymaması ?

    (Cümle kurallara uymuyor olabilir…mana anlaşıldıktan sonra önemi yok, değil mi?)

  81. soruYorum'a

    Türk anarşistler ve devrimciler okusun;
    Bakınız, hem Türk işçi ve emekçilerini hem de Türk devletini ve milliyetçiliğini savunanların Kürt halkına düşmanlığına;

    Taksim’de 1 Mayıs basın açıklamasını bile şiddet kullanarak engelleyen devlet, Lice’de karakol inşaatına karşı oturma eylemi yapan PKK yandaşlarına günlerce müdahalede bulunmuyor. Altıncı günün sonunda atılan taş, maytap, havai fişek ve ses bombaları sonucu 9 askerimiz yaralanıyor. Eylemciler müdahaleyi protesto için Bingöl – Diyarbakır karayolunu trafiğe kapatıyor, araçların kontak anahtarlarını alıp kimlik kontrolü yapmaya başlıyorlar. Kontroller sırasında uzman çavuş olduklarını tespit ettikleri iki askerimizi rehin alıyorlar. BDP Diyarbakır İl Eş Başkanı Zübeyde Zümrüt arabuluculuk yapıyor. PKK’lılar adına karakol yapımından vazgeçilmesi sözü istiyor…
    Aptullah Öcalan İmralı’dan yolladığı haberde resmen devleti tehdit ediyor:
    “Her an çatışma olasılıkları devrededir…”
    BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken, Apo’nun şartlarını açıklıyor:
    “Yerel yönetimler özerklik yasası ve Demokratik Sivil Toplum Yasası’nın çıkarılmasını istiyoruz…”
    AKP’nin bir Güneydoğu politikası yok… Sadece adım adım Apo’nun taleplerini yerine getiriyor. CHP’nin politikası var mı? O da yok. CHP Güneydoğu politikasını eski bir PKK avukatı olan Sezgin Tanrıkulu’na devretmiş, onur kırıcı gelişmeleri onur meselesi yapmadan izliyor…
    Türk halkı “Cenazeler gelmiyor ya…” diye uyutuluyor… Güneydoğu’da “devletin cenazesinin kaldırıldığı” gözlerden böyle kaçırılıyor…
    Aynı devlet; 40 bin polis, 50 toma, binlerce gaz tüfeği ve fişeği ile yürüyerek Taksim’e gelecek emekçileri ve gençleri vurmaya hazırlanıyor…

    http://www.milliyet.com.tr/devlet-dedigin-/gundem/ydetay/1874242/default.htm

  82. soruYorum

    kürdistanın diğer parçalarını da “arka bahçe” olarak elde etme hesapları yapıyor da onun için. yalnız bunun yöntemi (federe, kon federe, özerk vb) konusunda netleşmiş değil. içten içe bu hesaplaşma tamamlanmış değil…yalnız işlerin (yani devletin egemenliğinin) böyle sürmeyeceği noktasında netleşme var (zat-ı devletlerinin aklı bu). sonuçta değil , “egemenliğe halel getirmek; daha fazla bir alanda iktidar olmak söz konusu…petrol, doğalgaz, su ve ucuz emek, pazar imkanları da cabası… bu noktada küresel entegrasyona uygunluk da ilaveten “dış destek olarak işlev görüyor.

    işçilere gelince…”türk olan türk işçiler” eğer türk bayraklarıyla kadıköy meydanını doldurursa, bundan memnuniyet duyar bu akıllı devlet.

    ama kendi davası için, emeğin enternasyonal dayanışması için :”taksim zinhaar…”

  83. Yusuf Cemal

    Acep, 1 Mayıs’taki olanca kararlılığa ve tutkuya rağmen sonucun bu olmasından en küçük ders çıkardı mı “Tezer Özlü Yaşıyor!”?

    1. maddede anlattığı çoğulculuğun işe yaramadığını, politik doğrucu çoğulculuk yerine sınıf savaşımının kendi kurallarının kullanılması gerektiğine kani oldu mu?

    2. maddede iddia ettiği gibi korku olmadan, çoşkun bir fedakarlık ve kendini ifşa ile anca avucumuzu yalayacağımızı, İnce Mehmet’ten aşırılmış, Dadaloğlu soslu kahramanlık zırvaları yerine, adam akıllı savaş planı yapmamız gerektiğine inandı mı?

    3. maddedeki binlerce kez duyduğum “Farklı bir şey söylemiyoruz aslında” sözünün arkasında yatan, ben yapmam sen yap düşüncesinin sonuçlarına aydı mı?

    4. maddesinde iddia ettiği, biz birbirimizi kırmayalım kibarlık budalalığının Gezi’de patladığını, bu 1 Mayıs’ta da bunu gördüğümüzü farketti mi?

    5. maddesindeki iddiasının aksine, o öğrencilik gazının, basamaklarda tırmanacak kadar yalaka değilse, ancak bir iki yıl idare ettiğini, ardından gerçek dünyadaki sömürüye merhaba dediğini, beyaz yakalı işyerlerinden gelenlerin geçmişte solculuğa bulaşmayan insanlar olduğunu ayırdedebildi mi acep?

  84. Tezer Özlü Yaşıyor!

    Sevgili “Yusuf Cemal” başta olmak üzere, herkese usanmadan hatırlatma, tıpkı sayın Zileli’nin 70’ine merdiven dayadığı hâlde mücadeleye usanmadan, inatla devam ettiği gibi:

    Kendimizi “Tezer Özlü Yaşıyor!” mahlasını kullanan “liseli-ergen heyecanına sahip!” kişisi gibi dev aynasında görmeyelim!

    Kendimizi eleştirmekten çekinmeyelim!

    “Serbest piyasa ekonomisi” cebimize gıdım gıdım para koyduğu için, ağzımıza yarım-parmak, yarım-parmak bal çalmaya devam ettiği için, şu an fikirlerimizi yazdığımız bu sayfada bizim klavye tuşlarımız üzerinden para kazanan “internet servis sağlayıcı özel şirketleri!”ne karşı mücadele etmeye niçin korkuyoruz?!

    “Atmacalarımızı!” doğaya bırakarak bir kez daha dikkat edelim: Kanser olup-olmaması üzerinden değil, bambaşka bir motivasyon üzerinden kurmuş uyarı mesajını, bir zahmet kitabı “Atmacalarımızı!” özgür bırakarak, sadece ne anlatmaya çalışmış buna kendimizi vererek okuyalım; anlamak zor değil! “Sarp Mogan” mahlaslı (ve onun gibi sesini yükseltmeye hazır yüzbinlerce sindirilmiş-korkutulmuş!), ne yazık ki, hepimiz kadar cesur olamayan kişi, doğru yolu nihayet keşfetmiş olabilir!

    Bu yolda ilerlemeye çalışırken, onu mücadelemize kabul edelim ve ateşi daha harlı hâle getirelim!

    Köstek olmayalım, dışlamayalım, yabancılaştırmayalım, ötekileştirmeyelim, taş atmayalım!

    Dikkat buyuralım: Geçmişte nice hatalar yapmış olsa da doğru yolu nihayet keşfetmiş! Niye tekme vuralım?!

    Ders bırakmadan 4 yılda orta hâlli bir üniversite bitirebilen öğrenci profilini temel alırsak: Daha 1. yıl itibariyle; bizzat “öğretim görevlileri”, “okutmanlar”, “yard. doç.”lar, “doç.”lar, “prof.”lar tarafından öğrencilere şu empoze ediliyor:

    “Önümüzdeki hafta/ay, AAA şirketinin-iş kulübünün-derneğinin-odasının vd. fuarı-semineri-konferansı olacak. Kızlar en alımlı elbiselerini giyip en güzel makyajlarını yapsınlar, erkekler en ‘janti!’ takım elbiselerini giyip tıraş olsunlar; bu fuara yüksek katılım göstermenizi ve düzenlenen her panelde aktif görev almanızı bekliyorum! Böylece daha 1. yıldayken çevre edinmeye başlarsınız; mezuniyetiniz yaklaştığında ‘işsizler ordusuna düşer miyim acaba?!’ diye endişeye kapılmazsınız.”

    Bu öğrenci, yabancı dili, bir başka kültürün şiirini anlamak için mi öğrenmek ister; yoksa iş başvurusu yaptığı şirketlerde “İnsan Kaynakları Müdürü!”nün odası önünde kendisi gibi bekleyen diğer adayları elemek için mi öğrenmek ister?!

    Günümüz üniversitelerinde yetişen gençlerimizin çok büyük bir bölümünün “proletarya” kelimesinin varlığından ne yazık ki haberi yok! Yukarıda bahsedilen “empoze!” devam ettiği müddetçe de, haberleri olmayacak!

    “Serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”

    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    “Praxis & praksis” kavramının ve “Diyalektik; gül bitti!” özdeyişinin ne demek olduğunu hatırlayalım; ama hatırlamakla kalmayalım, en yakınımızdaki kişiden başlayarak herkese anlatmak için çaba sarfedelim!

    “30 Mart 2014 yerel seçimlerinde diktatör ve partisine oy verenler dangalağın önde gideni olduklarını ispatladı! Bu insanlara niçin ‘proletarya’nın ne demek olduğunu anlatmaya çalışarak kendimi yorayım ki?! Eski hamam-eski tas; değişen bir şey olmayacak! Giderim Gün Zileli’nin internet sitesinde, orada yorum pencerelerine birkaç satır yazarım, bakarım histerik-histerik şeyler yazanlar var mı, onlarla klavye devrimciliği oynar; kendi kendimi tatmin ederim!” DEMEYELİM !!!

    SORU:

    “1 Mayıs 2014” sadece bir günden mi ibaret ?! ; niçin “2 Mayıs 2014” itibariyle de mücadeleye devam etmedik ?!

    Çünkü “2 Mayıs 2014 Cuma” bir iş günü idi değil mi ?!

    Kendini “uyanık!” zanneden “Dadaloğlu soslu kahramanlık zırvaları” ile beyin mastürbasyonu yapan “Tezer Özlü Yaşıyor!” mahlaslı liseli-ergen + klavye savaşçısı kişi ile “Praxis & praksis” ve “diyalektik; gül bitti!” kavramları üzerine akademik ders verebilecek kapasitede olan saygıdeğer büyüğümüz “Yusuf Cemal” ve “serbest piyasa ekonomisi” ile uyuşturulmuş herkes: Maaşımızı+paracıklarımızı alabilmek için, işten atılmamak için; 1 Mayıs 2014’de sokaklara protestolara, 2 Mayıs 2014’de işe yani “sömürmeye ve sömürülmeye” devam !…

    27-28 Mayıs 2014’de; “Gezi”nin 1. yıl dönümünde de ne yazık ki aynı hikaye tekrarlanacak!

    Niçin ?!

    Çünkü genellikle “Cumartesi & Pazar” tatil günleri de ondan!

    “Serbest piyasa ekonomisi”nden beslenen balinalar “beyaz-mavi-yeşil-turuncu-siyah…yaLAka”lara diyor ki: ” Git bu iki gün nerede protesto eylemi yapacaksan yap. Ama ‘Pazartesi – Cuma’ arası hem kamu sektöründe, hem özel sektörde; ‘marş marş iş kapısının önüne sömürmeye ve sömürülmeye devam’ ” !…

    “…
    Sen artık sen değilsin. Sen artık bir ürünsün. Kendini bir ürün gibi görmezsen kariyer yapmayı unut gitsin. Kariyer yapmak, asla ve asla kendin olmamak demektir. Bir roldür. Bir markalaşma, pazarlama ve halkla ilişkiler çalışmasıdır.

    Üzülme. Yaz tatilinde anneannenin yazlığında kayısı marmelatlı katmer yerken parmak arası terliğinle kendin olabilirsin.

    Yılda beş-altı gün ama, daha fazla değil.

    Kalan 360 gün bize lazımsın !!!
    …”

    Meşhur kitap oburumuz,
    * “İnce Memed”i hiç okumadığı hâlde yine de oradan aşırma yapacak kadar yüzsüzleşmiş,
    * “çoğulculuk” kavramının ne demek olduğu konusunda seminerler verebilecek,
    * “politik doğruculuk” konseptinin nasıl saptırıldığını gayet iyi gören,
    * “kinder sürpriz yumurta” isimli bir “kapitalist!” markanın çikolatasını yemeye mecbur bırakılmış,
    * elinden yine bir başka “kapitalist!” markalar silsilesi olan [Motorola-iPad-iPhone-BlackBerry-Samsung-ASUS-Acer-PolyPad-General Mobile-HTC-Nokia-Reeder-Sony-LG-Google Nexus-Lenovo…] cihazları hiç düşürmeyen,
    * yüzü sivilcelere dolu klavye cambazı yorumcumuz “Tezer Özlü Yaşıyor!” kişisi ile
    “praxis & praksis”, “diyalektik; gül bitti!” ve “sınıf savaşımı” konularında bir bilge olan saygıdeğer büyüğümüz “Yusuf Cemal” bir araya gelir; Gün Zileli’nin sitesinde amiral battı oynamaya devam eder!

    Ne yazık:

    Durmak yok; “Sarp Mogan” mahlaslı kişiye ve onun gibi nicelerine taş atarak amip gibi bölünmeye devam!

  85. Yusuf Cemal

    Ohooo… Yazılanları kelime olarak okuyorsun. Ne dendiğiyle ilgilenmiyorsun. Diyorum ki, problem amip gibi bölünmek değil. Bu ne kadar sağ duyulu, mahalle bakkalı bakış açısıdır?

    Diyorum ki, o barikatları o anlattığın şekilde elde tutamazsın. Bu ancak örgütlü ve birbiriyle işbirliği yapacak gerçek toplumsal güçlerin tehdidiyle, tehdidi de yetmez, fiili gücüyle olabilecek bir şey. Dolayısıyla kahramanlıkla dolu hayaller yerine, çalışan sınıfın örgütlü bir güç olması için çabalamak gerekiyor. Bunun da yolu işyerlerinde örgütlenmektir. O örgütlenme olmadığı zaman, bu 1 Mayıs’ta da gördüğün gibi öyle şeyler olmuyor. Olmadığını hala anlayamadın mı?

    Diyorum ki, hala eski tas eski hamam olmasının nedeni, zaten şu kullandığın histerik dil. Bu yıllardır solun başını yiyen dil. O dille aynı şeyleri söylemeye devam ediyorsun, diyorum.

    Eğer bir diyalog kuracaksak, bir konuyu tartışacaksak, bunlara cevap verip, mesela amip gibi bölünmenin asıl problem olduğunu iddia edip, histerik söylemin mesela devrimci bir dil yaratacağını savunman gerekirken, yalnızca aynı ezberi tekrarlıyorsun. Kullandığın dilin, mesela 1970’lerdeki o arabesk-ağlak dilden farklı olduğunu iddia etmen gerekirdi. Ama bu dediklerimi bile anlamamışsın ki. Monolog oldu bu.

    Bir güzel de etiketledin kafanda, klasik saldırgan solcu diye. Ne güzel, kendi köşende kendi sözlerini dinleyebilirsin. Ama ikna edemezsin be Tezer Özlü Yaşıyor!

    Son diyeceğim şu: İşyerinde örgütlen ve oradaki örgütlenmeyle bizim aramızda bağ kur. Forumlardaki örgütlenmelerle bağ kur. Mahalle örgütlenmesiyle bağ kur. Başka da bir şey demiyorum. Nasolsa bunları da kelime olarak anlayacaksın. Belki illa reçete istiyorsundur. O halde al sana bir reçete: http://dazayn.org/2/post/2013/09/isyerleri-alismalarinda-ilkeler.html

  86. Tezer Özlü Yaşıyor!

    Sevgili “Yusuf Cemal” başta olmak üzere herkese:

    “Yusuf Cemal” karşısında saygıyla eğiliyor ve kendisine karşı yenildiğimi itiraf ediyorum!

    Yıkmaya çalıştığımız ve sözlüklerden silmek için mücadele verdiğimiz “iktidar!” karşısında; oksimoron bir şablon üzerinde fraksiyonlar arasında iktidar mücadelesi verip, sayın Zileli’nin internet sitesinde “amiral batı” oyununu kazandığı için kendisini kutlarım!

    “Korkup, kaçtın değil mi?!” : Evet hem de ne korkmak! “Sarp Mogan” mahlası ile geçmişte yaptığı hataların farkına varmış, yavaş yavaş “sol”un ne demek olduğunu anlamaya çalışan, “Gezi”de yaktığımız ateşi daha da harlı hâle getirmek için aramıza aldığımız yoldaşımız ve niceleriyle beraber geniş bir tuvalete saklandık; üzerimize taş yağdıracaklar diye göz ucuyla dışarıya bakamıyoruz!

    Ve ne yazık! Şu internet sitesinde bile “Atmacalarımızı!” özgür bırakamıyoruz!

    Hegel gibi bir büyük düşünürle birlikte “Johann G. Fichte”, “Erich S. Fromm”, “Edward W. Said” ve “Wilhelm Reich” üzerine de kafa yormayı biraz başarabilseydik, belki akıllanırdık!

    “Serbest piyasa ekonomosi” hepimizi birer “LSD” etkisi gibi uyuşturuyor, diye ikâz etmek kâfi değilmiş; ne yazık!

    Mücadele sadece “1 Mayıs”lardan mı ibaret?! Bunun “2 Mayıs”ı, “3 Mayıs”ı, “4 Mayıs”ı, “5 Mayıs”ı … “30 Aralık”ı … yok mu?! diye uyarmak kâfi değilmiş; ne yazık!

    Protesto tarihlerini, “boyuneğer şekilde!”, haftasonuna ayarlıyoruz! Çünkü “serbest piyasa ekonomisi”nin balina & baronları bizlere:

    “Pazartesi-Cuma arası sömürmeye ve sömürülmeye devam! Haftasonu; Cumartesi yarım/tam gün seni yine iş başında göreceğim veya o güne mahsus bir iş yok ise, seni ‘satış-pazarlama-kişisel gelişim-NLP’ teknikleri üzerine kurs alman için anlaşmalı olduğumuz danışmanlık şirketlerine de gönderebilirim! Onca yoğunluğun arasında boş vaktin kalırsa, protesto için ayağına ‘çakma new balance!’ ayakkabı giyip – kaldırım taşı sökeceğine; otur ‘kirâlık!’ evinde poponun üzerine, senin önüne her ay fırlattığım maaşın geldiği yeri; ‘şirketin!’ kârını nasıl daha da arttırırım, diye kendine kendine üniversite sınavlarına hazırlanır gibi ders çalış! Zaten sıradan bir genç üniversite kazanırsa, orada da benim önümde hazırola geçmesi için eğitim/öğretim veriyorlar! 4 yıllık lisans diploması; hâdi üzerine bir de ‘MBA-Master of Business Administration’ yaparsa, etti sana 6-7 yıllık bir yüksek lisans derecesi! Her yer artık bize çalışıyor; bunu kafana sok! Önce kendini kurtar! Bırak o; benim bile saygı duyduğum ‘Yusuf Cemal’i ve diğeri; müşkülpesent klavye savaşçısı ‘Tezer Özlü Yaşıyor!’ korkağını bir kenara! Ayrıca ‘Gün Zileli’ de kimmiş?! Böyle isim mi olur?! Anarşik-anarşik, histerik-histerik ‘Toplumsal Mücadele Saflaşmasında Bugünkü Üç Kategori’ başlıklı bir yazı karalamış, sanırsın ki tek başına devrim yapmış! At çöpe gitsin!”

    cümleleri ile emir veriyor; ne yazık!

    “Beyaz Yaka”ların da; “Mavi”, “Turuncu”, “Siyah”, “Pembe”, “Lacivert”, “Yeşil”, “Mor”, “Kızıl” … Yakalar ile aynı geminin yolcusu olduğunu anlamadıkça, birbirimize taş atmaya devam edeceğiz; ne yazık!

    Acaba yukarıda bahsedilen gemi, yolculuk esnasında büyük bir yarık alırsa: “Sen -Beyaz Yaka-sın, ayrıcalığın var, yaşamalısın; diğerleri ikinci-üçüncü-dördüncü-beşinci sınıf (veya ‘yaka!’) insanlar; onlar ölse de olur!” çemberi içinde bir büyük kavga vuku bulursa, belki aklımız başımıza gelir!

    Histerik çığlıklar atmadan en yakınındaki insanları uyandırmadıkça; bırak toplumu tuğla tuğla örmeyi; o tuğlanın yarısını sana 36 ay vade ile “serbest piyasa ekonomisi!” içinde bin paraya satarlar, ve cebinden para vererek bu tuğlayı satın aldığını “Uyanık Yusuf Cemal”in ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”un ruhu duymaz!

    “Serbest piyasa ekonomisi!”, kendisine hiç bir zaman ait olmamış bir ağacın gölgesini bize bin paraya satar, biz de: ” Ohh.. ne güzel! Şu püfür püfür gölgeliği satın alalım da, sonra altına atarız kilimleri ve ‘ Kim histerik ?! – Kim histerik değil ?! ‘ uzun uzun muhabbet ederiz! ”

    “Üniversitede okumak!” hayaliyle dershanelere/özel kurslara gönderilen ve hâlen üniversitede okuyupta “akademik eğitim!” aldığını zanneden (bir kısım!) nesillere; “serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”

    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    Bu sayfayı, “Yusuf Cemal” dışında da takip edenler var.

    En azından onlara, bu sayfaya defalarca yazıldığı üzere, son hatırlatma:

    “Praxis & praksis” kavramının ne demek olduğunu ve “diyalektik; gül bitti!” özdeyişinin neyi ifade ettiğini öğrenmeye gayret gösterin! Ama bu bilgiyi sadece kendinize saklamayın; öğretin, çevrenizdekilere de öğretin!

    Emin olun, bu ülkenin yetiştirdiği o nadide yazar “Tezer Özlü” yaşıyor olsa idi, size bıkmadan-usanmadan “praxis & praksis ve diyalektik”i anlatırdı!

    Kendisini biraz daha yakından tanımak isterseniz “Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980)” ve “Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984)” ile başlamak üzere tüm kitaplarını okuyabilirsiniz.

    Eğer sevgili arkadaşımız “Yusuf Cemal” de yukarıda verilen referanslara biraz vakit ayırırsa; Gün Zileli’nin internet sitesinde asıl amacın kendisine “taş atmak!” olmadığını anlayacaktır.

    Ama ne yazık; kendisi başkalarına taş atmaya devam ediyor!

    “İşyerleri çalışmalarında ilkeler” başlığıyla deklare edilmiş metin ile birlikte aşağıdaki bilgilerin arasında “1mm” bile fark olmadığını; umarım “Yusuf Cemal” başta olmak üzere bu sayfayı ziyaret eden herkes idrâk eder:

    (Not: “Dazayn IWW” oluşumunu/blog sayfasını ben de takip ediyorum. Sanırım “Yusuf Cemal”; “Dazayn IWW”nin “Sarp Mogan” kitabını yayınladıktan sonra onunla irtibat kurduğunu ve mücadeleye yekvücut devam ettiklerini gözden kaçırmış olabilir! Eğer “Yusuf Cemal” bu bilginin uydurma olduğunu düşünüyorsa; blog adresini ve twitter hesabını daha dikkatli kontrol etmesini tavsiye ederim.)

    Linkler; “Google Chrome” ve “Internet Explorer”da sorunsuz açılıyor:

    * Diyalektik Materyalizm – Hikmet Kıvılcımlı: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyN0tXOTBrdkVHdkE/edit

    * “Uyarmak İçin Uyanmalı – Uyanmak İçin Uyarmalı” – Hikmet Kıvılcımlı: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyc25aUU90RmU0MXc/edit

    * Türkiye’de bir işçi sınıfı devrimi üzerine strateji ve taktik (9 Bölüm) – Hikmet Kıvılcımlı:

    Bölüm 1 – Genel Düşünceler: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkydlhQRHg2UjNvbjA/edit

    Bölüm 2 – Yakın Tarihten Birkaç Madde: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyUDYyUUFfOC1pVE0/edit

    Bölüm 3 – Partide Konaklar ve Konuklar: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyNFI2MlpUMzZhSVk/edit

    Bölüm 4 – Parti ve Fraksiyon: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkySXp2YUxsTVJROHM/edit

    Bölüm 5 – Strateji Konusu: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyRi1pNG9EcThWZVU/edit

    Bölüm 6 – Düşman Burjuvazi: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyUXBLUlhxVzIybVU/edit

    Bölüm 7 – Müttefik: “Köylülük”: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyWm9aeC02akMwVWc/edit

    Bölüm 8 – Yedek Güç: “Milliyet (Doğu)”: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyMGxQMkJIUGRxSFU/edit

    Bölüm 9 – Taktik Ana Halkası: “Legaliteyi İstismar”: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyLXhhMW4tQkhrdGM/edit

    “Küçük savaşçı çekirdeklerin başlattıkları mücadeleye (öncü savaşı) giderek sürekli bir şekilde yeni yeni güçler katılır, kitle hareketleri boy göstermeye başlar, eski düzen yavaş yavaş yıpranır, çöker; işte tam bu sıradadır ki işçi sınıfı ve şehirli yığınlar savaşın kaderini tayin eder.”

    Ernesto “Che” Guevara (1928-1967)

    “…Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini — buna ülkedeki kapitalizm kendi doğal dinamikleriyle gelişmediği için, dışarıdan zorla giren ve/veya bizzat içeridekiler tarafından davet edilen ’emperyalist üretim ilişkileri’ demek yanlış olmayacaktır — uzun süre koruyabilecek seviyeye gelmiş ve bu ülkelerdeki halk kitlelerinin (özellikle geniş emekçi yığınların) tepkileri pasifize edilerek; bu ‘tepkiler’ ile ‘oligarşi’ arasında suni bir denge kurulmuştur.” <>

    EŞİTTİR:

    “-Serbest piyasa ekonomisi- ruhumuzu ve aklımızı uyuşturmaya devam ettiği için; devrimi sürekli erteliyoruz ve protesto tarihlerini gönüllü olarak hatfasonuna ayarlıyoruz!” <>

    “Şiddete başvurmayan doğrudan eylem,
    yaratmayı amaçladığı bunalım ve gerilim yoluyla, müzakere masasına oturmaya inat edercesine yanaşmayan toplumu sorunla yüz yüze gelmeye zorlar.
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar.
    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr. (Birmingham Hapishanesi’nden gönderdiği mektup, 16 Nisan 1963)

    Umarım en yakın zamanda “serbest piyasa ekonomisi”nin bıçağı kemiğimize dokunmaya başlar da, bunun acısıyla yerimizden zıplar, tüm “yaka!”larımızı yırtar, ve hakkımız olanı almak için amip gibi bölünmekten vazgeçeriz!

    Hâlâ taş atma niyetindeyseniz; sadece sevgili Gün Zileli’nin internet sitesi değil, tüm “sosyal medya!” sizleri bekliyor!

    “Dünya istekli insanlarla dolu:
    Bazıları birşeyleri değiştirmeye istekli;
    geri kalanlarda onları kendi hâline bırakmaya!”

    Robert L. Frost (1874-1963)

    Eğlenmeye devam edebilirsiniz, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız!

    Esen kalın…

  87. Tezer Özlü Yaşıyor!

    NOT:
    ÜST BÖLÜMDE TARAFIMDAN GÖNDERİLEN METİNDE, ÖNEMLİ BİR KAYNAK BİLGİSİ EKLENMESİ UNUTULMUŞTUR.
    MAHİR ÇAYAN’IN “KESİNTİSİZ DEVRİM II-III” BİLDİRİSİ KAYNAK OLARAK EKLENEREK METİN, DEĞİŞİKLİĞE UĞRAMADAN TEKRAR GÖNDERİLMİŞTİR.

    Sevgili “Yusuf Cemal” başta olmak üzere herkese:

    “Yusuf Cemal” karşısında saygıyla eğiliyor ve kendisine karşı yenildiğimi itiraf ediyorum!

    Yıkmaya çalıştığımız ve sözlüklerden silmek için mücadele verdiğimiz “iktidar!” karşısında; oksimoron bir şablon üzerinde fraksiyonlar arasında iktidar mücadelesi verip, sayın Zileli’nin internet sitesinde “amiral battı” oyununu kazandığı için kendisini kutlarım!

    “Korkup, kaçtın değil mi?!” : Evet hem de ne korkmak! “Sarp Mogan” mahlası ile geçmişte yaptığı hataların farkına varmış, yavaş yavaş “sol”un ne demek olduğunu anlamaya çalışan, “Gezi”de yaktığımız ateşi daha da harlı hâle getirmek için aramıza aldığımız yoldaşımız ve niceleriyle beraber geniş bir tuvalete saklandık; üzerimize taş yağdıracaklar diye göz ucuyla dışarıya bakamıyoruz!

    Ve ne yazık! Şu internet sitesinde bile “Atmacalarımızı!” özgür bırakamıyoruz!

    Hegel gibi bir büyük düşünürle birlikte “Johann G. Fichte”, “Erich S. Fromm”, “Edward W. Said” ve “Wilhelm Reich” üzerine de kafa yormayı biraz başarabilseydik, belki akıllanırdık!

    “Serbest piyasa ekonomisi” hepimizi birer “LSD” etkisi gibi uyuşturuyor, diye ikâz etmek kâfi değilmiş; ne yazık!

    Mücadele sadece “1 Mayıs”lardan mı ibaret?! Bunun “2 Mayıs”ı, “3 Mayıs”ı, “4 Mayıs”ı, “5 Mayıs”ı … “30 Aralık”ı … yok mu?! diye uyarmak kâfi değilmiş; ne yazık!

    Protesto tarihlerini, “boyuneğer şekilde!”, haftasonuna ayarlıyoruz! Çünkü “serbest piyasa ekonomisi”nin balina & baronları bizlere:

    “Pazartesi-Cuma arası sömürmeye ve sömürülmeye devam! Haftasonu; Cumartesi yarım/tam gün seni yine iş başında göreceğim veya o güne mahsus bir iş yok ise, seni ‘satış-pazarlama-kişisel gelişim-NLP’ teknikleri üzerine kurs alman için anlaşmalı olduğumuz danışmanlık şirketlerine de gönderebilirim! Onca yoğunluğun arasında boş vaktin kalırsa, protesto için ayağına ‘çakma new balance!’ ayakkabı giyip – kaldırım taşı sökeceğine; otur ‘kirâlık!’ evinde poponun üzerine, senin önüne her ay fırlattığım maaşın geldiği yeri; ‘şirketin!’ kârını nasıl daha da arttırırım, diye kendine kendine üniversite sınavlarına hazırlanır gibi ders çalış! Zaten sıradan bir genç üniversite kazanırsa, orada da benim önümde hazırola geçmesi için eğitim/öğretim veriyorlar! 4 yıllık lisans diploması; hâdi üzerine bir de ‘MBA-Master of Business Administration’ yaparsa, etti sana 6-7 yıllık bir yüksek lisans derecesi! Her yer artık bize çalışıyor; bunu kafana sok! Önce kendini kurtar! Bırak o; benim bile saygı duyduğum ‘Yusuf Cemal’i ve diğeri; müşkülpesent klavye savaşçısı ‘Tezer Özlü Yaşıyor!’ korkağını bir kenara! Ayrıca ‘Gün Zileli’ de kimmiş?! Böyle isim mi olur?! Anarşik-anarşik, histerik-histerik ‘Toplumsal Mücadele Saflaşmasında Bugünkü Üç Kategori’ başlıklı bir yazı karalamış, sanırsın ki tek başına devrim yapmış! At çöpe gitsin!”

    cümleleri ile emir veriyor; ne yazık!

    “Beyaz Yaka”ların da; “Mavi”, “Turuncu”, “Siyah”, “Pembe”, “Lacivert”, “Yeşil”, “Mor”, “Kızıl” … Yakalar ile aynı geminin yolcusu olduğunu anlamadıkça, birbirimize taş atmaya devam edeceğiz; ne yazık!

    Acaba yukarıda bahsedilen gemi, yolculuk esnasında büyük bir yarık alırsa: “Sen -Beyaz Yaka-sın, ayrıcalığın var, yaşamalısın; diğerleri ikinci-üçüncü-dördüncü-beşinci sınıf (veya ‘yaka!’) insanlar; onlar ölse de olur!” çemberi içinde bir büyük kavga vuku bulursa, belki aklımız başımıza gelir!

    Histerik çığlıklar atmadan en yakınındaki insanları uyandırmadıkça; bırak toplumu tuğla tuğla örmeyi; o tuğlanın yarısını sana 36 ay vade ile “serbest piyasa ekonomisi!” içinde bin paraya satarlar, ve cebinden para vererek bu tuğlayı satın aldığını “Uyanık Yusuf Cemal”in ve “Uyanık Tezer Özlü Yaşıyor!”un ruhu duymaz!

    “Serbest piyasa ekonomisi!”, kendisine hiç bir zaman ait olmamış bir ağacın gölgesini bize bin paraya satar, biz de: ” Ohh.. ne güzel! Şu püfür püfür gölgeliği satın alalım da, sonra altına atarız kilimleri ve ‘ Kim histerik ?! – Kim histerik değil ?! ‘ uzun uzun muhabbet ederiz! ”

    “Üniversitede okumak!” hayaliyle dershanelere/özel kurslara gönderilen ve hâlen üniversitede okuyupta “akademik eğitim!” aldığını zanneden (bir kısım!) nesillere; “serbest piyasa ekonomisi” şırınga edildiği ve “Maslak metaforu!” içindeki bir iş hayatı özendirildiği müddetçe; bizler, kendini “uyanık!” zannedenler, bu gençlerin büyük çoğunluğuyla oturup; “Marx”ı, “Goethe”yi, “Ömer Ayna”yı, “Alberto Bayo y Giroud”u, “Ali İsmail Korkmaz”ı, “Mustafa Suphi”yi, “Behice Boran”ı veya “Gülhane Parkı’nda bir ceviz ağacı olmak!” özlemini sindire sindire konuşamayacak duruma gelebiliriz!

    Bizler, kendilerini “uyanık!” zannedenler, bütün geçmişi anlatıp, bu gençten bize soru sormasını beklediğimizde:

    “Peki sevgili büyüğüm, şu meşhur ‘ceviz ağacının’ daha fazla ceviz vermesi için ne tür toprak-gübre-sulama yöntemi kullanmalıyım? Kaç sandık ceviz toplayabilirim bu ağaçtan? Çünkü bu ceviz sandıklarını, üniversite dönemimde hocalarımızın bizlere okuttuğu ‘Anthony Robbins kişisel gelişim kitapları’ndan anımsayarak geliştirdiğim yepyeni satış-pazarlama teknikleriyle bir başka komünist memleket olan Küba’ya ihraç ederek çok para kazanmak istiyorum! Hem Cihangir’den stüdyo tipi evi daha dün aldım. Bankaya tonlarca kredi borcum da var! Şimdi sen bırak bir kenara o yeryüzüne ışık getirdiği söylenen kovulmuş Lucifer’i-Mucifer’i, bırak Marx’ı-Carx’ı, bırak Faust’u-Maust’u da; bana asıl şu ihracat konusunda yardımcı olmalısın!”

    sözünü işiteceğiz ve sonra sinir krizi geçirip hastaneye yatacağız!

    Bu sayfayı, “Yusuf Cemal” dışında da takip edenler var.

    En azından onlara, bu sayfaya defalarca yazıldığı üzere, son hatırlatma:

    “Praxis & praksis” kavramının ne demek olduğunu ve “diyalektik; gül bitti!” özdeyişinin neyi ifade ettiğini öğrenmeye gayret gösterin! Ama bu bilgiyi sadece kendinize saklamayın; öğretin, çevrenizdekilere de öğretin!

    Emin olun, bu ülkenin yetiştirdiği o nadide yazar “Tezer Özlü” yaşıyor olsa idi, size bıkmadan-usanmadan “praxis & praksis ve diyalektik”i anlatırdı!

    Kendisini biraz daha yakından tanımak isterseniz “Çocukluğun Soğuk Geceleri (1980)” ve “Yaşamın Ucuna Yolculuk (1984)” ile başlamak üzere tüm kitaplarını okuyabilirsiniz.

    Eğer sevgili arkadaşımız “Yusuf Cemal” de yukarıda verilen referanslara biraz vakit ayırırsa; Gün Zileli’nin internet sitesinde asıl amacın kendisine “taş atmak!” olmadığını anlayacaktır.

    Ama ne yazık; kendisi başkalarına taş atmaya devam ediyor!

    “İşyerleri çalışmalarında ilkeler” başlığıyla deklare edilmiş metin ile birlikte aşağıdaki bilgilerin arasında “1mm” bile fark olmadığını; umarım “Yusuf Cemal” başta olmak üzere bu sayfayı ziyaret eden herkes idrâk eder:

    (Not: “Dazayn IWW” oluşumunu/blog sayfasını ben de takip ediyorum. Sanırım “Yusuf Cemal”; “Dazayn IWW”nin “Sarp Mogan” kitabını yayınladıktan sonra onunla irtibat kurduğunu ve mücadeleye yekvücut devam ettiklerini gözden kaçırmış olabilir! Eğer “Yusuf Cemal” bu bilginin uydurma olduğunu düşünüyorsa; blog adresini ve twitter hesabını daha dikkatli kontrol etmesini tavsiye ederim.)

    Linkler; “Google Chrome” ve “Internet Explorer”da sorunsuz açılıyor:

    * Diyalektik Materyalizm – Hikmet Kıvılcımlı: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyN0tXOTBrdkVHdkE/edit

    * “Uyarmak İçin Uyanmalı – Uyanmak İçin Uyarmalı” – Hikmet Kıvılcımlı: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyc25aUU90RmU0MXc/edit

    * Türkiye’de bir işçi sınıfı devrimi üzerine strateji ve taktik (9 Bölüm) – Hikmet Kıvılcımlı:

    Bölüm 1 – Genel Düşünceler: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkydlhQRHg2UjNvbjA/edit

    Bölüm 2 – Yakın Tarihten Birkaç Madde: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyUDYyUUFfOC1pVE0/edit

    Bölüm 3 – Partide Konaklar ve Konuklar: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyNFI2MlpUMzZhSVk/edit

    Bölüm 4 – Parti ve Fraksiyon: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkySXp2YUxsTVJROHM/edit

    Bölüm 5 – Strateji Konusu: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyRi1pNG9EcThWZVU/edit

    Bölüm 6 – Düşman Burjuvazi: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyUXBLUlhxVzIybVU/edit

    Bölüm 7 – Müttefik: “Köylülük”: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyWm9aeC02akMwVWc/edit

    Bölüm 8 – Yedek Güç: “Milliyet (Doğu)”: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyMGxQMkJIUGRxSFU/edit

    Bölüm 9 – Taktik Ana Halkası: “Legaliteyi İstismar”: https://docs.google.com/file/d/0B4WCAkfIVlkyLXhhMW4tQkhrdGM/edit

    “Küçük savaşçı çekirdeklerin başlattıkları mücadeleye (öncü savaşı) giderek sürekli bir şekilde yeni yeni güçler katılır, kitle hareketleri boy göstermeye başlar, eski düzen yavaş yavaş yıpranır, çöker; işte tam bu sıradadır ki işçi sınıfı ve şehirli yığınlar savaşın kaderini tayin eder.”

    Ernesto “Che” Guevara (1928-1967)

    “…Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini — buna ülkedeki kapitalizm kendi doğal dinamikleriyle gelişmediği için, dışarıdan zorla giren ve/veya bizzat içeridekiler tarafından davet edilen ‘emperyalist üretim ilişkileri’ demek yanlış olmayacaktır — uzun süre koruyabilecek seviyeye gelmiş ve bu ülkelerdeki halk kitlelerinin (özellikle geniş emekçi yığınların) tepkileri pasifize edilerek; bu ‘tepkiler’ ile ‘oligarşi’ arasında suni bir denge kurulmuştur.” (“Kesintisiz Devrim II-III, Emperyalizmin III. Bunalım Dönemi, sayfa 273, son paragraf”, Ocak-Şubat 1972, Mahir Çayan)

    EŞİTTİR:

    “-Serbest piyasa ekonomisi- ruhumuzu ve aklımızı uyuşturmaya devam ettiği için; devrimi sürekli erteliyoruz ve protesto tarihlerini gönüllü olarak hatfasonuna ayarlıyoruz!” (Mayıs 2014, Mahir Çayan’dan ve onun gibi nice devrimciden ders alanlar)

    “Şiddete başvurmayan doğrudan eylem,
    yaratmayı amaçladığı bunalım ve gerilim yoluyla, müzakere masasına oturmaya inat edercesine yanaşmayan toplumu sorunla yüz yüze gelmeye zorlar.
    Sorunu daha fazla göz ardı edilemeyecek biçimde dramatik duruma sokar.
    Acı tecrübelerimizden biliyoruz ki:
    Ezenler özgürlüğü asla gönüllü olarak vermezler;
    Ezilenlerin özgürlüğü kendi elleriyle alması gerekir!”

    Martin Luther King, Jr. (Birmingham Hapishanesi’nden gönderdiği mektup, 16 Nisan 1963)

    Umarım en yakın zamanda “serbest piyasa ekonomisi”nin bıçağı kemiğimize dokunmaya başlar da, bunun acısıyla yerimizden zıplar, tüm “yaka!”larımızı yırtar, ve hakkımız olanı almak için amip gibi bölünmekten vazgeçeriz!

    Hâlâ taş atma niyetindeyseniz; sadece sevgili Gün Zileli’nin internet sitesi değil, tüm “sosyal medya!” sizleri bekliyor!

    “Dünya istekli insanlarla dolu:
    Bazıları birşeyleri değiştirmeye istekli;
    geri kalanlarda onları kendi hâline bırakmaya!”

    Robert L. Frost (1874-1963)

    Eğlenmeye devam edebilirsiniz, her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız!

    Esen kalın…

  88. Yusuf Cemal

    Kimse sana korktun kaçtın diyemez. Kimse sana ben seni yendim de diyemez. Sakin… Aksi halde diazem ve paroksetin’e başlayacağım.

    Gezi’den elde edilen en önemli deneyim şu olmalı idi: Gezi, en azından İstanbul’da, en azından bizim gözümüzde bu saçmalığı, bu iki yüzlü davranışı bitirdi. Bir tarafın “Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”, diğer tarafın “Öldürmiycez, ölmiycez, kimsenin askeri olmıycaz!” diye slogan attığını ve yine de polisin gazı altında birlikte direndiklerini, birazdan TOMA’nın geçeceği yere birlikte barikat kurduklarını düşünün. “Elinde kalaşnikofla gezen teröriste bunu yapmazsınız!” diye polise bağıran kıza, yanındaki gencin “Kürtler bunu yıllardır çekiyor, hala anlamadınız mı? Düşman ortak.” dediğinde düzgünce tartışmaya başladıklarını düşünün. Bu olanlar gelip geçici şeyler olabilir. Ama bize politikanın nasıl yapılması gerektiğini gösteren “yüce” anlardı. Biz bundan sonra eleştirimizi, asla saklamayacağız. İsterse bu dersi unutanlar, algılamayanlar, algılamak istemeyenler, eleştirimizden dolayı bize “küssünler”, isterse dışlasınlar. Biz bu işin nasıl yapıldığını, nasıl yapılması gerektiğini gördük ve artık bir daha asla bu korkakça “taktiklere” taviz vermeyeceğiz.

    http://dazayn.org/2/post/2013/09/september-21st-2013.html

    Ama sen hala amip gibi bölünmekten korkuyorsun. Demek ki Gezi’den bizim aldığımız dersleri almamışsın. Başka dersler çıkarmışsın. Farklıyız ama işbirliği yapıyoruz. Ama bu eleştirimizin keskin olmaması anlamına gelmiyor.

    Birbirimizin kafasını yaralım. Küfür edelim. Aşağılayalım. Yeter ki, işbirliği anında histerik ya da duygusal davranmayalım. Türkiye’de olmayan bir politika bu. Yeni bir şey. Alışmaya çalış. Çünkü gelecekte her politik odak böyle davranacak. Uyuyanlar uyanmalı artık…

    PS: Bir de acep daha kısa yazabilir misin? İki metni alıp notepad ++ da karşılaştırmak gibi lükslere girişmek zorunda kaldım.

  89. Anonim

    Özerklik Tartışmaları ve Şovenizm
    Utku Kızılok

    Yerel seçimlerin ardından, Diyarbakır Belediyesi Eşbaşkanı Gültan Kışanak, verdiği bir mülakatta, Kürt bölgesinden çıkartılan petrolden pay talep ettiklerini dile getirdi. Hemen ardından Kürt hareketi, Hakkâri ve Şırnak’ın özerklik kapsamında pilot bölge olarak seçildiğini duyurdu. Bu açıklamalar üzerine, AKP’sinden MHP’sine, liberalinden muhafazakârına, sosyal-demokratından kendine komünist sıfatını yakıştıran TKP’ye varıncaya kadar geniş bir yelpaze, dört dörtlük bir şovenizm örneği sergilemekten geri durmadı. Konu Kürt halkının haklı talepleri noktasında tutum almaya gelince, kendilerine liberal ve hatta komünist etiketi takanların gerçek yüzleri hemen açığa çıkıveriyor.

    Kürt halkının haklı talepleri karşısında bin dereden su getiren ve şovence tutum alanların argümanlarına geçmeden önce, Kışanak’ın ne söylediğine bakalım: “Bölgede çıkan petrolden kesinlikle pay istiyoruz. Yereldeki tüm enerji kaynaklarından, yeraltı, yerüstü zenginliklerinden, ekonomik varlıklardan yerelin pay alması lazım. Şimdi arkadaşlar dosya hazırlığı yapıyorlar. Diyarbakır’da kaç petrol kuyusu var, ne kadar üretim yapılıyor, nereye gidiyor; geçmişte ağır çevre faturası vardı, onun durumunu araştırıyoruz. İçme kuyularını kirlettiği yönünde çok ciddi iddialar vardı. Petrol ekonominin ana dinamosudur ama oraya enerji gidiyor, bize kirliliği kalıyor. Elektrik gidiyor borç kalıyor; petrol gidiyor, sularımız kirleniyor. Bunu ne Allah kabul eder, ne kul kabul eder, ne demokrasi kabul eder. Kaynaklarını ver, ben götüreyim, ne kadar ağır faturası varsa kalsın, bunu kimse kabul etmez.”

    Bu açıklamaların akabinde Enerji Bakanı Taner Yıldız, bildik despotik devlet geleneğinin yavan sözlerini tekrarladı ve Kışanak’ın dile getirdiklerinin olanaksız olduğunu, gündemlerinde böyle bir şey olmadığını belirtti. Devam eden günlerde ise, AKP yanlısı yazarlar –ki kimileri kendilerine liberal de diyor– aynı konuda ve aynı dalga boyunda kalem oynattılar. Aslında bu yazarlardan Gülay Göktürk’ün aldığı şovenist tutum, o cenahın genel düşüncesini özetler nitelikteydi. Kürt hareketi ne zaman kendi taleplerini gündeme getirse ve adım atılması yönünde bastırsa, bunlar, hemen parmak sallayıp “ne yapmak istiyorsunuz” diye soruyorlar. Nitekim Göktürk gibiler, “yoksa Kışanak milliyetçileri azdırıp çözüm sürecini bitirmek mi istiyor” demekten geri durmadılar. Lafa gelince “çözüm”den yana olduklarını söyleyenler, iş somut adım atmaya geldiğinde Kürtlerin susmasını ve AKP’nin lütuflarını beklemelerini öğütlemektedirler. Yoksa “çözüm süreci” biter! Bu sözleri utanıp sıkılmadan sarf edenler, AKP’nin son bir yıldır Kürt halkının talepleri doğrultusunda tek anlamlı fiili/yasal adım atmadığını, “çözüm süreci” denen şeyin bir oyalamacadan ibaret kaldığını ve aslında çatışmasızlık sürecinin Kürt hareketinin gayretleriyle yürüdüğünü söylemiyorlar.

    Kışanak’ın açıklamalarına karşı çıkan Gülay Göktürk gibi AKP yanlısı burjuva yazarlar, anayasanın ve yerel yönetim modellerinin söz konusu talepleri yerine getirmeye izin vermeyeceğini, bunun ancak eyalet sistemiyle mümkün olabileceğini söylüyorlar. Ancak bu tespiti, söz konusu taleplerin hayata geçirilmesi için acilen yasal değişiklikler yapılması gerektiğine dikkat çekmek amacıyla yapmıyorlar; tersine, istemlere karşı çıkmak için yapıyorlar. Öncelikle belirtmek lazım ki, eyalet sistemi olmadan Kürt hareketinin dile getirdiği talepler hayata geçirilemez tespiti doğru değildir. Diğer taraftan, eğer anayasanın kapsamı darsa (ki bu doğrudur), AKP’ye düşen görev bir an önce gerekli yasal/anayasal değişiklikleri yaparak Kürt halkının istemlerini karşılamaktır.

    Gerek AKP gerekse onun kuyrukçuları, daha önce Kürt kentlerine yatırım yapılmadığını, şimdilerde ise önemli yatırımlar yapıldığını sıkça dile getiriyorlar. Eh, Kürt halkına da susmak ve bu yatırımlara şükretmek kalıyor o halde! Aslında Göktürk’ün dile getirdiği “elektrik, su ve doğalgaz faturası ödemiyorlar, vergi vermiyorlar, ama yine de devlet o bölgeye yatırım yapıyor” sözleri, yıllardır “beyaz Türk”lerin ağzından düşmeyen sözlerdir. Yıllar yılı bu sözleri tekrar eden “beyaz Türk”ler ya da daha geniş çerçevede Kemalist statükocular, Kürtlerin tembel, cahil, zorba ve şımarık olduklarını, Türklerin o bölgeyi beslediğini ama onların yine de “bölücülük” yaptığını söyleyip duruyorlar. Bilhassa bir konunun altını çizmek gerekiyor; devletin Kürt kentlerine yaptığı yatırımlar, esas olarak “güvenlik” amacıyla yapılan yatırımlardır. Üstelik yalnızca doğrudan askeri yatırımlar değil, baraj ve benzeri kapsamdaki yatırımların bile askeri bir boyutu vardır.

    Son yıllarda Kürt kentlerinde göze çarpan görece iyileşme ise, daha çok Kürt hareketinin belediyelerde yönetimde olmasının bir sonucu, kısmen de AKP’nin bölgede Kürt hareketi karşısında başka türlü tutunamayacak oluşu nedeniyledir. Ne var ki belediyelerin kaynakları son derece sınırlıdır. AKP hükümeti, BDP’li belediyelere merkezden kaynak aktarmamak için elinden geleni yapıyor. Kürdistan’a gerekli yatırımlar yapılmadığı ve bölgenin kaynaklarına merkezi hükümet tarafından el konulduğu için Kürt halkı işsizlik ve derin bir yoksullukla boğuşmaktadır. Kürtlerin elektrik-su faturasını kafaya takanlar, kurulduğu günden beri TC’nin, ulusal bilinç gelişir korkusuyla Kürt bölgesine tabiri caizse çivi çakmadığını, Kürt halkını yol geçmez dağların ardında kendi kaderine terk ettiğini ama baskı ve zorbalığı da üzerinden eksik etmediğini sorgulamıyorlar. Gülay Göktürk gibi “beyaz Türk”ler, egemen bir pozisyonda ve lütuf bahşeden bir edayla konuşarak, devletin yıllarca Kürt köylerini bombaladığı, yakıp yıktığı, milyonlarca insanı kentlerin varoşlarında derin bir yoksulluğa mahkûm ettiği ve aslında bu durumla elektrik faturası arasında doğrudan bir bağ olduğu gerçeğini gözlerden saklamaya çalışıyorlar.

    Türkiye, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın birçok maddesini, Kürt hareketinin elini güçlendireceğini düşündüğü için imzalamamıştır. Bu maddeler, yerel yönetimlerin kendilerini alâkadar eden konularda ve karar süreçlerinde dikkate alınmasını, yerel yönetimlerin iç örgütlenmelerinin kendileri tarafından belirlenmesini, mali kaynak sağlanırken yerel yönetimlere önceden danışılmasını, onlara tanınmış yetkileri serbestçe savunabilmek için yargı yoluna başvurabilmelerini içermektedir. Lakin devlet bu maddeleri imzalayarak hayata geçirmiyor. Yani neresinden bakarsak bakalım, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerinde mutlak bir hakimiyeti vardır. İşte bu nedenle –Kürdistan’ın bir iç sömürge olmasından bağımsız olarak söylersek– burjuva devlet, meselâ Kürt bölgesindeki kaynaklara el koyarken, yerel yönetimlere zırnık koklatmamaktadır.

    Bugün Türkiye’nin petrol ihtiyacının beşte biri Batman’dan karşılanmasına ve her sene bu petrolden 1 milyar 800 milyon dolar kazanılmasına rağmen, bu kentte halkın yaklaşık %70’i açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaktadır. Batman’ın yanı sıra Mardin-Midyat ve Diyarbakır’da da petrol üretimi yapılmaktadır. Ne var ki bu petrolden elde edilen gelir merkezi hükümet tarafından gasp edilmekte ve bölge halkının payına hiçbir şey düşmemektedir.

    Keza Türkiye’nin enerji ihtiyacının önemli bir kısmı da, başta Atatürk Barajı olmak üzere bölgedeki hidroelektrik santrallerinden karşılanmaktadır. Lakin buna rağmen Türkiye’nin en yoksul 10 ilini Kürt illeri oluşturmaktadır. Bu durum bile, AKP’nin ve düzen cephesinin “GAP’la birlikte bölgeye çok büyük bir yatırım yapıldığı” propagandasının gerçeklikten uzak olduğunu ortaya koyuyor. GAP, Kürt kentlerini ihya etmek için değil, bir yandan Türkiye’nin batısının enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla, bir yandan da, başta Suriye olmak üzere, Ortadoğu ülkelerine karşı suyu bir koz olarak kullanabilmek üzere geliştirilmiş bir projedir.

    Burjuva devlet yerel kaynakları sömürürken, geriye doğa ve kültür tahribatı bırakmaktadır. Tarihi bir yerleşim yeri olan Hasankeyf’in baraj suları altında kalacak olması, yine aynı şekilde PKK’nin geçişini engellemek amacıyla Türkiye-Irak sınırına birçok barajın inşa edilmesi ve bu barajların bölgenin ekolojik dengesini tehdit etmesi buna örnektir.

    Kürt hareketinin özerklik yönünde adımlar atmasını eleştiren burjuva çevreler ve bu arada TKP gibi sosyal şoven çevreler, özerklikten Kürtlerin zararlı çıkacağını söylüyorlar. Onlara şunu demek gerekiyor: Madem Kürtler özerklikten zararlı çıkacak, bırakın bu kararı Kürt halkı versin!

    Sosyal şovenizmin argümanları

    Kışanak’ın açıklamalarından sonra TKP’nin gazetesi Sol, bu konuya, sekiz sütuna atılmış “Bu öneri Kürt yoksuluna yaramaz: Petrol Özerkliği” manşetiyle, gazetenin ilk sayfasında yer verdi. Kışanak’ın açıklamalarını ilk sayfadan görüp eleştirmesi, TKP’nin bu konudaki hassasiyetini yeterince açık bir şekilde ortaya koymakta ve TKP’nin ismi dışında komünistlikle bir akrabalığı olmayıp sol Kemalist bir çizgiye sahip olduğunu bir kez daha tescillemektedir. Aslında söz konusu gazete haberi ve aynı gün sol.org sitesine konan “Özerklikte Kaynak Paylaşımı Tehlikesi” başlıklı yazı[1], TKP’nin 2009’da, yine Kürt meselesinde adım atılması gündeme geldiğinde yayınladığı Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nin bir özetidir. Doğrusu “emekçi” vurguları çıkartıldığında, tüm bu yazılardan geriye yalnızca su katılmamış bir şovenizm kalmaktadır. Elbette TKP sinsi bir şekilde davranmakta ve şovenist tutumunu “emekçi” söyleminin ardına saklamaya çalışmaktadır. Söz konusu gazete manşetindeki “bu öneri Kürt yoksuluna yaramaz” ifadesi ile, bu manşet altında öne çıkarılan “Yerelliklerde bulunan kaynakların gelirlerinin yerellerde kalması önerisi, uzmanlara göre, Türkiye’deki bölgesel eşitsizliği arttırma tehlikesini beraberinde getiriyor” spotu bu tutumun tipik bir yansımasıdır. “Yerellerde bulunan kaynakların gelirlerinin tümüyle yerellerde kalmasını” savunanlar varmışçasına yapılan bu çarpıtmada güdülen amaç da bellidir. Tüm bunlar bir yana, söz konusu olan, ülkenin herhangi bir bölgesi değil, iç sömürge durumunda olan bir Kürt bölgesidir ve TKP meselenin bu ulusal sorun boyutunu tümüyle gözardı etmektedir.

    TKP, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkmaktadır. Hiç kuşkusuz bu karşı çıkışın arkasında TKP’nin milliyetçi Kemalist ve Stalinist yaklaşımı vardır. Ancak TKP Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkarken, bunu sosyalizm vurgusuyla birlikte yapmakta ve teorik düzeyde kendi kaderini tayin hakkını sosyalizme havale ediyor gözükmektedir. Aydemir Güler ve Kemal Okuyan gibi önde gelen TKP’lilerin yazılarında ve ana metinlerinde, işçi ve yoksul Kürt kitlelerin olası bir Kürt devleti altında da sömürülmeye devam edeceği sıkça vurgulanmaktadır. Dolayısıyla Kürt emekçiler sosyalizmi beklemelidir! Ezen ulus unsurlarının “ne var canım bekleyin işte” yaklaşımının ne denli tepeden ve şovenistçe olduğu yeterince açıktır. Diğer taraftan TKP’nin sosyalizm anlayışının Stalinist devletçi bürokratik “sosyalizm” olduğu ve Stalin’in SSCB’de ezilen ulusları nasıl bastırdığı düşünülürse, Kürt halkını neyin beklediği kendiliğinden anlaşılır.

    TKP’nin sosyalizmi tepeden devletçi uygulamalara dayandığı için, onun açısından devletin katı merkeziyetçi yapısı çok önemlidir. Hem şovenist reflekslerle Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına karşı çıkan hem de anti-demokratik bir yaklaşımla katı merkeziyetçi yapının bozulmasını istemeyen TKP, başta özerklik olmak üzere her türlü yerinden yönetim uygulamasına muhalefet etmektedir. Bunu kitlelere yutturmak için ise “emek”, “ulusal ve bölgesel eşitlik” gibi kavramları kullanmaktadır. Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirgesi’nde yer alan şu ifadeler oldukça dikkat çekicidir: “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir. Merkezi yapının bugüne dek anti-demokratik, baskıcı ve zorla asimilasyonu hedefleyen bir karakter taşımış olması, ademi merkeziyetçiliğin doğru seçenek olması için yeterli değildir. Eyaletleşme yeni, sağlıklı, üzerinde iradi birlikteliğin tesis edileceği bir zemin değil, parçalanmanın bir evresi olacaktır.”

    Böylece TKP, eyalet ve özerklik sistemine kesin bir şekilde karşı olduğunu ortaya koymuş oluyor. Esasında TKP’nin bu konudaki pozisyonunu ortodoks Kemalizm olarak nitelendirmek yerinde olacaktır. Zira çok sayıda halkın bir arada yaşadığı, ezilen Kürt halkının ayağa kalktığı ve ulus-devletin üniter biçiminin iflas ettiği bir noktada TKP, Kemalizmin dayattığı üniter devlet yapısında ısrar etmektedir. TKP’nin asıl uykusunu kaçıran şey “bölünme ve parçalanma” korkusudur.

    Eyalet sistemi veya özerklik gibi uygulamaları –ulusal sorunu çözüp çözmeyeceğinden bağımsız olarak söylersek– ezilen bir halkın haklarının teslim edilmesi olarak görmeyenler, aynı TKP gibi kaçınılmaz olarak milliyetçiliğin ve şovenizmin kucağına otururlar. Bu noktadan sonra, Sol gazetesinin şu satırları yazması doğal hale gelir: “Gültan Kışanak’ın açıklamalarında, Kürtlerin yoğun yaşadığı illerle ülkenin kalanı arasında kategorik bir sınır çekmesi dikkat çekti.” Çok açık ki haberin dili, Kışanak’ın “bölücülük yaptığı” iması üzerine kurgulanmış. Sanki ortada bir Kürt sorunu yokmuş, sanki yıllardır bir savaş yürümüyormuş, sanki ezilen Kürt halkı ayağa kalkıp kendi yaşadığı topraklar üzerinde söz sahibi olmak istediğini ortaya koymamış da, Kışanak ansızın ortaya çıkıp ülkenin bir bölümü için sınır çeken ifadeler kullanmış!

    TKP Kürt halkının özgürlüğüne karşı çıkmakla kalmıyor, aynı zamanda Kürt hareketini itibarsızlaştırmaya dönük bir üslup da kullanıyor. Kardeşlik Bildirgesi’ndeki şu sözlerin pek kardeşçe ima içermediği açıktır: “Yerel yönetimlerin yetkilerinin genişletilmesi konusunda DTP’nin, bölge belediyelerinin, sermayenin, AB’nin, ABD’nin, AKP’nin, Irak Kürt yönetiminin aynı görüşte oldukları biliniyor.” Böylece TKP bir kalem darbesiyle Kürt halkının haklı taleplerini, Batılı emperyalist güçlerden, AKP ve sermayeden oluşan negatif görüntünün içine yerleştirerek olumsuz bir bakış açısı oluşturmaktadır. Hiç kuşku yok ki böylesi bir yöntemle, TKP ile Gülen Cemaati, Batılı emperyalist güçler ve TÜSİAD’ı aynı karenin içine yerleştirmek de mümkündür. Zira bunların Erdoğan’ın ve AKP’nin iktidardan gitmesi konusunda “aynı görüşte oldukları biliniyor”!

    Özerkliğe karşı çıkan TKP, Kürt hareketinin bu yöndeki adımlarını çeşitli argümanlarla çürütmeye ve olumsuz bir yargı oluşturmaya çalışırken, çarpıtmalara başvurmaktan ve bu arada yerel yönetimlere yetki devredilmesi gibi nispeten demokratik adımlara bile karşı çıkmaktan geri durmamaktadır. Kardeşlik Bildirgesi’nde şunlar deniyor: “Yerel yönetimlerin merkezle ve bütünle bağları zayıflatılırsa sermayeye bağımlılığı perçinlenir. Yabancı ve yerli sermaye girişlerinin amacı kârdır. Oysa yerel yönetim kâr amaçlı bir ticari faaliyet alanı değil, kamusal bir işlem, kamusal hizmetlerin bütünüdür. Kâr amaçlı faaliyet, halkın soyulması anlamına gelir. Yerelleşme özel olarak yabancı sermayenin ve emperyalist denetimin maddi temellerini oluşturur hale gelecektir.”

    Özerklikte Kaynak Paylaşımı Tehlikesi başlıklı yazıda ise şu satırlara yer veriliyor: “«Yerelleşme» olarak tarif edilen sürecin temeli, devletin vatandaşa sağlamakla yükümlü olduğu hizmetlerin yerel yönetimlere devredilmesi. Bunların başında eğitim ve sağlık geliyor… Yerel yönetimler, bu hizmetleri tamamen ücretsiz sağlayacak ekonomik güce sahip değil. Bu nedenle ya uluslararası kuruluşlardan sürekli borç alınıyor, ya da bu hizmetler piyasaya devredilip paralılaştırılıyor.”

    Bu hususlar, özerkliğe karşı çıkan TKP’nin temel argümanlarının başında geliyor. Öncelikle şu noktaya dikkat çekelim: TKP, bilinçleri bulandırmak amacıyla, son derece kaba bir çıkarsama yoluna giderek, “katı merkeziyetçi devlet yapısı halkın, yerelleşme ise sermayenin ve emperyalizmin çıkarınadır” algısını yaratmayı hedefliyor. Oysa bu bakış açısı yanlıştır ve burjuva devletin niteliğini devre dışı bırakmaktadır. Şu hususun altını kalınca çizmek lazım: Katı merkezi ya da ademi merkeziyetçi yapısıyla, yerel yönetimleriyle bir bütün olarak burjuva devletten söz ediyoruz. Burjuva devlet, sermayenin devletidir. Bu noktada asla yanılgıya izin verilmemelidir.

    TKP, merkezi devlet ve yerel yönetimleri karşılaştırırken, yerellerin merkezi hükümetin desteğinden yoksun kalarak kamu hizmeti veremeyeceğini, doğrudan sermayeye bağımlı hale geleceğini ve hizmetlerin piyasalaşacağını ifade ediyor. Pek güzel! Buradan çıkartılacak sonuç, merkezi hükümetin verdiği hizmetlerin piyasalaşmadığıdır. Lakin gerçekler, TKP’nin argümanlarını çürütüyor. Meselâ Türkiye’de sağlık, eğitim ve ulaşım başta olmak üzere birçok kamu hizmeti, merkezi yönetim eliyle, TKP’nin ifadesiyle önemli ölçüde piyasalaştırılmıştır. AKP hükümeti, hastane katkı paylarıyla vb. sağlığı paralı hale getirmiştir. Hastaneler, Kamu Hastaneleri Birliği adı altında birleştirilerek kâr amaçlı işletmelere dönüştürülmüştür. Ulaşımın paralı ve üstelik bir hayli pahalı olduğu, keza eğitimin de fiilen paralı hale getirildiği malûm! Sanki merkezi yönetim söz konusu alanlarda tamamen ücretsiz hizmet veriyormuş da yerel yönetimler bunları paralı hale getirecekmiş gibi bir algı yaratılması maksatlıdır. Belediyelerden bakanlıklara, okullardan hastanelere kadar neredeyse tüm kamu hizmeti taşeronlara teslim edilmiş durumda. Dolayısıyla kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması ve sermayeye alan açılması bizzat merkezi yönetim eliyle yapılmaktadır.

    Özerklikte Kaynak Paylaşımı Tehlikesi adlı yazıda şöyle deniyor: BDP, 2010 yılında “Demokratik Özerklik Projesi”ni kabul ederken, gerekçesini, Avrupa Konseyi’nin ‘Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na dayandırdı. Özerklik şartı, şimdiye kadar uygulandığı tüm ülkelerde, emekçiler açısından ciddi sorunları beraberinde getirdi. Bu şartı yalnızca Avrupa Konseyi öne sürmüyor. Avrupa Birliği, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı gibi çok sayıda uluslararası kurum, bu modeli destekliyor.” Daha sonra da şunlar ifade ediliyor: “Batı kapitalizmi, bu modeli özellikle Doğu Bloku’nun dağılmasının ardından eski sosyalist ülkelerde piyasalaşmayı sağlamak için uyguladı. Model, devletin vatandaşa hizmet verme zorunluluğu kavramını, «yararlanan öder» felsefesiyle açıklanabilecek bir müşterilik ilişkisine dönüştürdü.” TKP’nin özerklik düşmanlığı ve ikna edici argüman bulma kaygısı meseleler arasında alâkasız bağlar kurmasına neden oluyor. Sermayenin saldırılarının asıl sorumlusunu yerelleşme ve özerklikmiş gibi koymak tam anlamıyla bir çarpıtmadır. Sermayenin işçi sınıfının kazanılmış haklarına dönük saldırıları 1970’lerin sonundan beri sürüyor. Bunlar neo-liberal kapitalist saldırılardır.

    1970’lerin başında krize giren kapitalizm, krizin faturasını işçi sınıfının sırtına yıkmak amacıyla büyük bir saldırı dalgası başlattı. Bu saldırının hedefinde “sosyal devlet” uygulamaları ve işçi sınıfının her türlü kazanımı vardı. Burjuvazinin bu saldırıları hangi biçim altında yürüttüğü ayrı bir konudur. Burjuvazinin söz konusu saldırıları, kamu hizmetini yerele devrederek ve aynı zamanda taşeronlaştırarak hayata geçirmesi, asıl sorumlunun yerelleşme ve özerklik olduğunu mu gösterir? Diğer taraftan burjuvazinin saldırılarını durduracak olan şey yerelleşmeye/özerkliğe karşı çıkmak değil, güçlü bir sınıf hareketidir. Zaten dünyada burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki sınıfsal güç dengeleri değiştiği ve işçi sınıfının mücadelesi geriye çekildiği için sermaye neo-liberal saldırıları hayata geçirebilmiştir. Dolayısıyla bu neo-liberal saldırıları durduracak olan şey yerelleşme ve özerkliğe karşı katı merkezi devlet yönetimini savunmak olamaz.

    TKP’nin esas derdi sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerinin ne olacağı değildir. TKP, özerklikle birlikte Kürtlerin merkezi yapıdan bağımsızlaşması ve çeşitli konularda kendi kararlarını kendilerinin almasından korkuyor. TKP’nin durup durup “yerelleşme özel olarak yabancı sermayenin ve emperyalist denetimin maddi temellerini oluşturur hale gelecektir” demesinin nedeni budur. Burada, merkezi devlet yapısı korunduğunda sermayenin ve emperyalizmin maddi temelleri oluşturulmamış mı olacak sorusunu sormak ve bu konu üzerinde durmak mümkün, ama geçelim.

    TKP ve onunla aynı dalga boyundan konuşan başka sol Kemalistler, Gültan Kışanak’ın çıkışından sonra, özerkliğe vurmak amacıyla ilgisiz benzetmelere giderek çarpıtmalara başvurmaktan geri durmadılar. Meselâ sol.org’da yayınlanan söz konusu yazıda görüşüne başvurulan bir akademisyen şunları söylüyor: “Bugün üretim başta İstanbul olmak üzere büyük ölçüde gelişmiş bölgelere yoğunlaşmış durumda. Örneğin Kocaeli çevre tahribatının en yıkıcı yaşandığı, kanser vakalarının en yoğun görüldüğü yer. Kocaeli aynı zamanda Türkiye GSMH’ine en fazla katkı yapan yerlerden biri de. Kocaeli bugün başka illere kaynak aktaran bir yer. Yani her yerel birim kendi ürettiği kaynaklar üzerinde böylesi bir talepte bulunursa, Diyarbakır bu bölüşüm mantığından kaybedebilir.” Meğer Diyarbakır’ı ne kadar düşünüyorlarmış! Bu ifadelerin sahibinin derdinin Diyarbakır olmadığı ve esas meselenin Kürtlerin taleplerine karşı çıkmak olduğu açtıktır.

    Diyarbakır’da üretilen petrolden pay alma meselesi, Kürt halkının demokratik taleplerinin karşılanması ve özerklik bağlamında gündeme getirilmektedir. Bu nedenle, yukarıdaki karşılaştırmayı yapanlar, bilinçli bir şekilde Kürt meselesinin üzerinden atlamakta, bir çarpıtmaya başvurmakta ve esasında şovenist bir tutum almaktadırlar. “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir” diyen TKP, burjuvazinin milliyetçi ve şovenist kanadından geri kalmayacak ölçüde, bölünme korkusu yaymaktadır. Öncelikle belirtelim ki biz devrimci Marksistler, ayrı bir devlet kurma hakkı dâhil olmak üzere Kürt halkının özgürce kendi kaderini tayin hakkından yanayız. Özerklik ya da eyalet sistemi Kürtlerin ayrılması yolunda bir ilk adım da olabilir. Ama böyle olabilir diye işçi sınıfı devrimcileri, ezilen bir halkın haklı taleplerini görmezden gelerek burjuva devletin baskıcı uygulamalarını tasdik edemez ve şovenist bir tutum takınamazlar.

    Esasında bugünkü sorunların kaynağında Kürt halkının yok sayılması, ezilmesi ve demokratik haklarının tanınmaması yatmaktadır. Günümüzde, birden çok milliyeti barındıran ülkelerin çok büyük bir bölümünde, federasyona ya da özerkliğe dayalı bir sistem uygulanmaktadır. “Bugün dünyada irili ufaklı 200’den fazla devlet bulunmaktadır. Salt ansiklopedik verilere bakılacak olursa bunların yaklaşık 4’te birinin federatif olduğu görülmektedir. Üniter yapıya sahip olan devletlerin önemli bir bölümünün son derece küçük devletler olduğunu, yani içinde büyük çeşitlilik barındırma olasılığı az olan ülkeler olduğunu ve kimi üniter devletlerin de fiiliyatta bir federasyon gibi olduğunu hatırlayacak olursak, yeryüzünde gerçek anlamda federatif devlet oranının bundan daha yüksek olduğu anlaşılabilir. Dünyanın en geniş topraklara sahip ilk 10 ülkesinden 8’inin (ABD, Rusya, Brezilya, Hindistan, Kanada, Arjantin gibi) federasyon olduğu gerçeği kendi başına anlamlıdır. (…) Özellikle nispeten büyük ve milliyetler anlamında yerel çeşitlilik arz eden bir nüfusa sahip ülkelerde, özerk bölgeler, bölgesel meclisler vb. bulunmaktadır. Doğrusu Türkiye, etnik açıdan türdeş olmayıp da hem tek resmi dili olan hem de özerklik ya da federalizm türü yerel iktidar yapılanmalarına izin vermeyen neredeyse tek büyük nüfuslu ülke olma onuruna (!) sahiptir.”[2]

    TKP gibilerinin tezi doğru olsaydı, başta federasyonla yönetilen ABD olmak üzere, özerklik ya da federasyon sisteminin olduğu ülkelerin paramparça olması gerekirdi. Lakin gerçekler şovenistleri çürütüyor. Elbette biz devrimci Marksistler TKP gibi sol Kemalistlerin penceresinden değil, işçi sınıfının uluslararası çıkarları temelinde bakıyoruz meseleye. Kürt sorunun çözülmesi demek, hem ezilen bir halkın haklarının teslim edilmesi hem de Türk ve Kürt işçilerinin birliğinin önündeki engellerin temizlenmesi demektir. İşte bu bakış açısıyla, “işçilerin birliği, halkların eşitliği ve kardeşliği” şiarıyla şovenistlerin maskelerini indirmeli ve işçi sınıfı içinde enternasyonalizmi hâkim kılmak için daha fazla çalışmalıyız.

    [1] http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/ozerklikte-kaynak-paylasimi-te

    [2] Levent Toprak, Şovenizmin Tabuları ya da Üniter Devlet ve Resmi Dil Yalanları, MT, Ekim 2009

    http://marksisttutum.org/ozerklik_tartismalari_ve_sovenizm.htm

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑