Haşhaşi-Assassin-Suikastçı

 

 

Hasan Sabbah, XI. Ve XII. Yüzyıllarda yaşamış, Batıni bir tarikat olarak kabul edilen, Şii kökenli İsmailiye mezhebinin Nizarilik kolunun takipçisidir. Tahran’a yakın Alamut Kalesi, İsmaililerin merkezi durumundaydı. Tarihte intiharî suikast, ilk kez Hasan Sabbah’ın müritleri tarafından uygulanmış ve Hasan Sabbah’ın müritleri, Selçuklu veziri Nizammülmülk’ü bir suikast sonucu öldürmüşlerdir. Söylentiye göre, Hasan Sabbah’ın müritleri, bu suikastlarda gereken cesareti kazanabilmek için haşhaş içiyorlardı. Bunlara, “haşhaş kullanan” anlamında “haşhaşi” deniyordu.

İngilizcede ve diğer batı dillerinde suikastçı anlamındaki“assassin” sözcüğü, Hasan Sabbah’ın haşhaşilerinden gelmektedir.

Başbakan, Gülen Cemaati’ni haşhaşilere benzeterek acaba hangi mesajı vermeye çalıştı?

Yakında düzmece bir suikast girişimiyle karşılaşırsak hiç şaşırmayalım.

 

Gün Zileli

14 Ocak 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

29 Comments

  1. sanırım bu kadar lafzi bir yorum yanlış oldu . kendince sinsi bir yapı olduğunu ima etti Rte bence

  2. belki de siz haklısınız ama bana bunu düşündürdü.

  3. Ya da Kirov cinayetine…

  4. benzetme uygun mu bilmem ama, cemaatin haşhaşinleri de hasan sabbah’ınkiler kadar gözükara gözüküyor. baksanıza, hükümetin görevden alacağını bile bile polisi, savcısı, orda-burda baskınlar düzenlemeye devam ediyorlar. van baskınını yapanlar da hemen alınmışlar.

    sabbah’ınkilerle gülen’in baskınıları arasındaki bir fark da şu: sabbah, müridlerine öbür dünyada bir cennet vaadediyordu. gülen ise bir şekilde, bu dünyada ihya ederek, başkaca bir cennete gerek bırakmıyor. 🙂

  5. haşhaşinler haşhaş kullanmazdı. hasan sabbah kendi oğlunu alkol aldığını için idam ettirmiş bir kişi. kelimenin aslı esasiyun’dur. haşhaşin o dönem tabu sayılan haşhaş kullanmanın, sünni ulema tarafından nizarilere bir yakıştırmasıdır.

    nizariler inanmış birer militandı, o dönemin en güçlü kişilerine suikastlerini haşhaş kullanan insanların yapamayacağını tahmin edersiniz. çünkü uzun ve gizli bir ön hazırlık gerektiriyordu bu suikastler.

    haşhaş kullanılmasına karşı bir insan değilim yanlış anlama, ama gerçekler bu. nizariler bir lokma bir hırka felsefesini de aşan bir anlayışa sahipler.

    nizariler hakkında bilgiyi eski yoldaşının faik bulut’un yazdığı Hasan Sabbah Gerçeği isimli kitapta bulabirsin sevgili gün.

  6. ayrıca siyasi suikastlar nizarilerden binlerce yıl önce yapılıyordu. jül sezar, makedon kralı filip, dördüncü halife ali…

  7. gerçekten çok yararlandım açıklamalarından. Ben bu konuları bilen bir insan değilim. Dinler tarihinden hiç anlamam da, bunu belirteyim dedim.

  8. bak bu da güzel bir katkı.

  9. iktidar varsa suikast da olmuştur, eski caglara kadar uzanabilir tarihi suikastin.

  10. Suikast bana suistimali hatırlattı. Senatoryumda iken tedavi olup taburcu olan hastaları başhekim odasına çağırır ve ‘içki, sigara, suistimal yok’ diye sıkı sıkı tembihlerdi. Her hastaya da yapardı bunu. Artık kaçı anlardı bunu bilmiyorum ama başhekimin anlatmak istediği sanırım her tür cinsel faaliyet idi ama en başta da mastürbasyon. Yaşasın suistimal!

  11. Haşhaşinler aynı zamanda proto-sosyalisttirler. Onları tek bir ortak yön üzerinden F-tipi çetesine benzeterek, Haşhaşinlere nesnel olarak hakaret etmeyelim lütfen. Tayyip zaten antikomünisttir, bu yüzden hasımlarını Haşhaşinlere benzetmesi kendi dünya görüşü içinde tutarlıdır. Ama biz yapmayalım!

  12. biz öyle bir şey yapmıyoruz. Sadece RTE’nin iddiasını dillendiriyoruz. Hasan Sabbahçılar gibi devrimci bir tarikatı Cemaate vb. benzetmek elbette komiktir.

  13. suikast
    Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)

    sū-i kasd “kötü tasarı” [ Meninski, Thesaurus (1680) ]
    suikast “siyasi kişileri hedefleyen cinayet” [ İbrahim Alaattin (Gövsa), Yeni Türk Lugatı (1930) ]

    Köken

    Arapça swA kökünden gelen sūˀ سؤ “kötülük, fenalık, habaset” (NOT: Arapça sözcük Arapça sāˀa “kötü idi, kötüleşti” fiilinden türetilmiştir. ) ve Arapça ḳaṣd قصد “kasıt, maksat” sِzcüklerinin bile؛iğidir. Daha fazla bilgi için kasıt maddesine bakınız.

    Ek açıklama

    Muhtemelen II. Abdülhamid dِِneminde yerli ve yabancı devlet ba؛kanlarına yِِnelik cinayet te؛ebbüslerinden açıkça sِz etmek sansüre tabi olduğu için, assassination kar؛ılığı bu dolaylı ifade tercih edilmi؛tir.

    ni‏anyan sِِzlüًğünden

  14. nasıl hemen misket bulmuş çocuklar gibi üstüne atladık haşşaşine??hani en devrimci öncüler olarak bu sistemden kopuşun adresi idik???sistemin aktörlerinden bırak kopmayı özgürleşmeyi sistemin efendilerinin istediğini konuşup tartışır olduk????şimdi zileliden beklediğim haşşaşın içine birazda koka katıp mevzuyu özgürleştirip anarşiyle bağlantısını kurması beklenmektedir???biraz derinleştirirse haşşaşinler ve hasan sabah anarkocu olmasın????ilk suikasti değilde ilk anarkocu olmasın????hatta ilk otonom KANTON u haşşaşiler yapmış olabilirmi????haşaşilerdeki örgüt yapısı katı eşitlikçi adelet içerirmiş diye duyumlar var nasıl olur zileliden evvel katı eşitlikçi adaleti icat edebilirler yanlışlık olmasın????haşaşilerde resmi dil Türkçemi???acemcemi????yoksa 3-5 resmi dil varmıymış?????özerkleşip özgürleşmiş olabilirlermi???haşşaş kulanınca daha özgürleşmiş olma ihtimalleri varmı???? o dönemin beyin stokçusunu dinleyip kafalarına huni takmışlarmı?????rivayet odurki tayip şeytan dediğine göre haşaşilerin melek olma ihtimalleri varmı?????? melekseler cinsiyetleri hakkında zilelinin görüşü nedir????son cümlenin patenti .m.alişere aittir????

  15. Hasan Sabah’ın militanları için kullanılan Haşhaşin değil,Haşhaşi’lerdir .Sondaki ”n” yoktur.
    Haşhaşiler İlk suikastçı değil,ilk intiharlı suikast eylemcileridir.Okuma ve yorumlamadır.Kesin bilgi olmayabilir…

  16. bu arada suikast farsça’da da aynı, daha doğrusu karşılığı “suikast girişimi” çıktı ama arapçası (iğtiyal) farklı olduğu için o dilde “kötü niyet” anlamına geliyor.

  17. Dostlar haşhaş iyidir. Haşhaş içen adamdan kötülük gelmez. Bu dar-ı dünyada zalimleri temizlemek adına ant içmiş kişilerin eylemlerini kutsamak gerekir…

  18. bir de işin “devlet karşıtlığı meselesi var/olsa gerek… islamdaki “dini önderlik-imamet” ile ” siyasi önderlik- hilafet” kavgası var. şia için ali imamdır, sunnilik için ise halife… nizariler imamcılardı, bilindiği gibi… ve bunda da “le hükmü ilellilah” “hakimiyet sadece allaha aittir” ayetine olan inançetkili olmuştur.(ARAF54. ve MAİDE 44).

  19. paris cinayetlerine değil mi bu gönderme?

  20. özgürlükçünün yazı hakkındaki zileliye samimi sorularının cevabını merak ettik????hazrette tık yok?????zilelinin gündemini tayipmi yapıyor????? yoksa zileli Ayanoğlu gibi faşizme karşı mücadelemi yapıyor??????

  21. tarihteki ilk otonom KANTON haşaşilerinkiymiş?????ben uydurdum belki anarşizmin gündemine kanton ve 3 resmi dil girebilirmi acep????

  22. ne sormuştun?

  23. haşhaşiler üzerine, bol tashihli, gelişimi tuhaf, yine de “çok açılı” bir yazı için: http://www.medyadev.net/index.php/guendem/item/401-hassan-sabbah-alamut-kalesi-hashasiler-gercegi-mehmet-oezguer-ersan

  24. Hassan sabah sünni abbasi selcuklu diktatörlügüne karshi cikmish bir liderdir ,Ve sünni müslümanligin yenemedigi bir hareketin lideridir .Ancak o zaman müslüman olmiyan mogollar tarafindan kalesi fethedilmishtir .Gün zileli bir kemalist yetishtirmesi olarak din konusunu bilmedigini itiraf ediyor .Solun tc de hazin hali dini bilmiyen ortadoguda ne solcu ne de anarshist olur .Ayrica bizi ilgilendiren bashka bir konu var hassan sabahin müridleri daha sonra fazlalah astarabadi liderliginde hurufi hareketini olushturdu ve bu hurufilerin bir halifesi nesimi dir .Ayrica hurufilerin bir daisi -dai propogandaci misyoner anlaminda -haci bektashi velidir . Aleviler cemlerinde fazlullah ve nesimiyi azizlerinden sayarlar .Nesimiden teorisini anlatan bir deyish ve fazlullahi öven bir deyish https://www.youtube.com/watch?v=W1SUjwmFZcY https://www.youtube.com/watch?v=MHz-vMHfypM

  25. Gün Züleli çok güzel detay bu..
    Ama tahminin tutarsa seni CHP’ye genel sekreter yapmaya kalkabilirler, dikkatli ol 🙂

  26. s<< edvrimci isen zileli, bilki, o malum yerden estirilen ruzgarin hedefi sadece leninist stalinist ler degil, devrimci olmanin anlamidir….ve o surecin disinda olmadan hic bir turlu devrimci olmak mumkun degildir…. neyle suclayacaklar seni? kürt dusmani olmaklami, hadi kürt ulusunun devlet kurma hakkini savun, ulus devletin cagdisi oldugunu imralida anlayanlara inat….

  27. İnsanlar Neden Tasavvufa Yöneliyorlar?
    İnsanların tasavvufa yönelmelerinin çok sebepleri vardır. Hepsini burada saymak belki mümkün değildir. Bize göre bunların önemlileri şunlardır:
    a- Fıkhî Mezhep Taassubu:
    Müslümanların birliğinin çözülmesinde, aralarında ihtilaf edip çatışmaya girmelerinde oynadığı olumsuz rolün yanında bu bağnaz fıkhî mezhepçilik duyguların donuklaşması, vicdani şuurun yitirilmesi ve manevi duyarlılığın köreltilmesinde de büyük rol oynamıştır. Ruhsuz ve faraziyelerle dolan fıkhî mezhep kitapları duyguları harekete getirmeyen, vicdanı okşamıyan, ruhun susuzluğunu gidermiyen, nefsi tehzip etmiyen ve heva ateşini söndürmiyen kuru bilgilerle dolup taşmıştır. Bu arada alabildiğine genişlemiş ve ucu bucağı görünmez bir umman halini almıştır. Hatta mesela Hanefi fıkhının en az yirmi sene içinde iyice öğrenilebileceği yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Halbuki Rasûlullah bu fıkhı ümmete öğretmiş, davetini neşretmiş, ordular donatmış ve savaşlar yapmış, fethedeceği yerleri fethetmiş ve Arap müşriklerinin elinden her türlü mukavemet ve eziyet görmüş olmasına rağmen bu süre ancak buna yakın olmuştur. Kısaca Rasûlullah bütün bunları yirmi üç sene gibi buna yakın bir zamanda gerçekleştirmiştir.
    İslâm kültürü ve hayatından uzak insanların tasavvufçuların kucağına atılmalarında bu bağnaz fıkhî mezhepçiliğin en büyük rolü olduğu söylenebilir. Çünkü bu insanlar keşf ve riyazat, halvet ve fuyuzat yolu ile bu ilimleri kendilerine en kısa zamanda öğreteceklerini va’deden, kabuk menasibinde saydıkları şerî ilimlerle uğraşmak yerine dinin özü ve hakikati dedikleri şeffaf, duyarlı hayati ve ruhani zevki gerçekleştireceklerini söyliyen tasavvufçular can kurtaran simidi gibi yapışmışlardır. Tıpkı ızdırap çekilen bir hastalıktan çok pahalıya patlıyan ve uzun zaman olan doktor tedavisi yerine işportacıların zaman zaman halk arasında reklamını yaptıkları ve her derde deva diyerek tanıttıkları birtakım ilaçlara ve yollara insanların meyletmesi ve ilgi duyması gibi. Zavallı müslümanlar dizginlerini bunların eline verir, onlar da bunları umman şeklini almış bağnaz fıkhî mezhepçilikten daha geniş ve ucu karanlık olan tasavvufa götürürler.
    Fıkhî mezhepçiliğin donukluğundan, ruhaniyet ve maneviyattan uzaklığından usanmış ve ruhaniyete susamış bu insanlar kendilerini tasavvufun kucağına atacakları yerde Kur’ân ve Sünnet fıkhına yönelselerdi bu ruhani hayatın lezzetini farkeder, ilim zevkini tadar, iman ve ihsan atmosferiyle ruhları dolardı. Her biri Rabbini görürcesine ibadet ederek ihsan derecesine yükselmenin zevkine ererdi.
    Kur’ân ve Sünnet atmosferine girselerdi, Rasûlullah’ın ve ashabının nasıl iman ve ihsan derecelerinin zirvesinde bir hayat sürdüklerini öğrenirlerdi.
    b- Kelam Tartışmaları:
    Müslümanların vicdan ve duyarlılığını ihya etmede bağnaz fıkhî mezhepçilik başarısız olduğu gibi haksız bir şekilde tevhid ilmi diye isimlendirilen kelam ilmi de aynı şekilde başarısız kalmıştır. Çünkü kelam, müslüman fertlerde ruhi duyarlılığı dondurmuş, duyguları öldürmüş, ruhi atmosferin dışına çıkarmış ve zaman zaman akidenin sapmasına, hatta inançsızlığa kadar götürmüştür. Çünkü başlangıçta İslâm’ı savunmak amacıyla ortaya çıkan kelam, zamanla kendini İslâm’ın yerine koymuş, kurumlaşmış ve İslâm’la uzaktan yakından ilgisi bulunmıyan Hint felsefeleri, Yunan cedel ve safsataları karışımı bir ilim olmuştur. Halbuki Kur’ân ve Sünnet’in dışında ve onların ışığında bu aleme bakıp teemmül etme yolu dışında tevhidin ne bir kaynağı vardır ne de olması mümkündür. Zira yüce Allah ancak kitabında kendisini tavsif ettiği ve Rasûlullah’ın bildirdiği şeylerle tavsif edilebilir.
    Bağnaz fıkhî mezhepçilik ve kelam tartışmaları sonucu duyguların donuklaştığı, duyarlılığın köreldiği ve ruhun katı kalıplar içinde sakıntı duymaya başladığı bütün bunlardan sonra insanın özlemini çektiği ve yaşamak istediği bu yüce hedeflerin tümü veya büyük çoğunun Kur’ân ve Sünnet fıkhıyla gerçekleşeceğine inanıyoruz. Ruhun özlemini çektiği, duyuların yaşamak istediği ve kalbin huzurunu bulacağı bu manevi ortamın Kur’ân ve Sünnet ilmiyle gerçekleşeceğini söylersek herhalde abartmış olmayız. Çünkü insanların önünde gün ışığı gibi aydınlık bir tecrübe vardır. Rasûlullah ve ashabının yaşadıkları tecrübe müminler için en güzel örnektir. Onların zamanında ne bağnaz mezhepçi fıkıh, ne de kültürlerin kompozisyonu haline gelmiş kelam ilmi mevcuttu. Bununla beraber bu insanların her birinin manevi hayatın ve ruhi cevvaliyetin en mükemmel şeklini yaşadığı ve tasavvuf denilen çıkmazlara hiçbir zaman ihtiyaç duymadıkları bir gerçektir. Çünkü bu insanlar Kur’ân ve Sünnet atmosferi içinde yaşıyor, onu teneffüs ediyor, ruhi ve manevi bütün gıdalarını onlardan alıyor, teorik ve pratik bütün ilimlerini de onlardan elde ediyordu. Bunların dışında ne bir şeyhin elinde çile doldurma, ne de bir başkasının el çabukluğuyla kısa bir zamanda bütün ilimleri elde etme gibi bir temayülleri olmuştur.
    Asrı saadet dönemine şöyle bir denelim. Peygamberliğin nuru ve ashabın sohbetiyle yetişen tabiin nesline bir bakalım. O zamanlar müslümanlar, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet değil miydiler? Zamanın benzerine çok nadir şahit olduğu ideal nesiller değil miydiler. Sadece çok oruç tutmak ve çok namaz kılmakla değil, belki melekvari bir hayat, kahramanca bir cihad, ilim ve medeniyet ufuklarında kanatlanma, uyanık vicdanlar ve alevli duygularla da ideal insanlar değil miydiler?
    Bağnaz mezhepçi fıkıh ve Kelam ilminin donuklaşması, akideyi ihya etme ve duyguları canlı tutmadaki başarısızlıklarından şu sonuca varmamız gerekir:
    Toplumda yayılan bu çirkin materyalizm karşısında imanın geleceği vicdanların uyanmasına, duyguların canlanmasına ve derlenip toplanmasına, büyük fedakarlıklara ve Allah yolunda gerekli harcamalara bağlıdır. Yani doğruluk, gayret ve hayatiyet gerektiren bir meydanda kuru ve donuk bir inanç ile Allah’tan uzaklığın ifadesi olan az bir zikrin yeterli olacağı söylenemez. Din azami ölçüde düşünce ve şuuru güçlendirme, İslâm toplumunda büyük bir atılımı sağlıyacak hamleleri gerçekleştirme yoluna gitmediği taktirde toplumdan silinmesi ve mensuplarının yok olması kaçınılmaz olacaktır.
    Kainatın sağlam kanunlarla idare edildiğini anlamıyan ve evreni düşünüp taşınma, seslerine kulak verme, tavsiyelerini tutma ve sözünü üstün kılma yoluyla Allah’ı bilmenin biricik yolunun da uyanık bir akıl olduğunu kavramıyan bir neslin bulunması herhalde hayat için bir züldür. Zaten bu kadar duyarsız ve anlayışsız bir neslin yaşadığı bir hayatın devamı mümkün değildir.
    Şüphe yok ki gözü bağnaz mezhepçi fıkıhta, aklı kelamda, duygusu tarikat ve evhamda ve bütün himmeti bu ilimden bir takım tılsımlar ezberlemek ve hiçbir duyguyu tahrik etmiyen, hiçbir şekilde şuuru da canlandırmıyan çarpım tablosunu tekrarlar gibi mezhepçi fıkıhtan birtakım ibareleri tekrarlamak olan bir insan, İslâm’dan oldukça uzak bir insandır. İmanın canlandırılması, düşüncenin uyandırılması ve donuklaşmadan, buharlaşmadan yahut sapmadan evvel onun süratle pratiğe dönüştürülmesi işleminde Kur’ân ve Sünnet fıkhı ne büyüktür!
    Müslümanlar bu ilahi fıkhı ihmal edip tevhid ilmi dedikleri felsefeler ve insanlara ilk tavsiyeleri kendilerini taklid etmekten nehyetmek olan gayri masum birtakım insanların sözleriyle Allah’a ibadet ettikleri, ibareleri içinde günlerini geçirdikleri gün himmetleri uyuşmuş, duyguları körelmiş, düşüncesi gerilemiş ve başlarına haçlılar, moğollar ve batılı emperyalistler musallat olmuştur. İçine düştükleri zilletten ve uğradıkları hezimetten ancak Allah’ın kitabına ve Rasûlullah’ın yoluna döndükleri gün kurtulabileceklerdir. Âyet-i kerîmeler bu dönüşü vacip kılmakta ve müslümanları her zaman uyarmaktadır. Yüce Allah buyuruyor:
    “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Rasûlü’ne götürün. Bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha hayırlıdır.”
    “Hayır! Rabine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan onu tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.”
    Rasûlullah da şöyle buyurmuştur: “Size iki şey bıraktım. Onlara sarıldığınız müddetçe sapmazsınız. Bunlar Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetidir.”
    Bütün bunlar İslâm’ın netliğini ve tazeliğini koruması, canlılığını muhafaza etmesi ve rolünü oynamaya devam ederek müslümanlarda güçlü bir hayat, coşkun bir duygu ve uyanık bir vicdan diriltmeye sürekli elverişli olması içindir. Rasûlullah da bu önemli görevi yerine getirme ve İslâm’ın her zaman terutaze ve dinamik olarak devam etmesi için zaman zaman müceddit ıslahatçılar olacağını bildirerek şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah bu ümmet için her yüz yılın başında dinini tazeliyecek (yenileyecek) kişiler gönderir.”
    Her asırda bu mücedditler gelmişlerdir. Bunlardan, İslâm’ın imajını bozan ve çığırından çıkarmaya çalışan kelamcılara karşı bir set gibi duran Ahmed İbn Hanbel’i anabiliriz. Bu yolda tüyleri ürperten ve insanı eleme boğan türlü işkenceler ve eziyetler görmüştür. Ondan sonra İmam İbn Teymiyye’ye gelinceye kadar yetişmiş büyük müçtehidlerin tümü bu görevi yerine getirmişlerdir.
    Nihayet İmam ibn Teymiyye de bu görevi yerine getirerek kelamcılardan felsefecilere kadar muhtelif kesimlerin sapmalarına karşı koymuş, tehlikelerini ve sapmalarını açıklamış, tasavvuf adına işlenen cinayetleri ve uydurulan bidatları gözler önüne sermiş, ilave olarak taklit ve mezhep taassubuyla mücadeleye çağırmış, Kur’ân ve Sünnet’e dönüşü teşvik etmiştir. Bu yolda işkenceler görmüş, zindanlarda yatmış ve sürgün hayatı yaşamıştır. Hatta eleştirdiği ve sapmalarını teşhir muhtelif çevrelerden iftira ve hakaretlere maruz kalmış, bütün dünya ona çok görülerek ömrünü zindanda tüketmeye mecbur edilmiştir. Allah yolunda ihlas ve cesareti sebebiyle Şam kalesi içindeki zindanda vefat etmiştir. Bugüne kadar ıslahatçılar ve mücedditler aynı yolda her türlü işkenceye, zulme, baskıya, şiddete ve iftiralara maruz kalmışlardır. Bugün de aynı şeylere maruz kalmaktadırlar.
    Belirttiğimiz gibi bu insanlar halkı Kur’ân ve sünnete yönelttikleri, zamanla donuklaşan ve bağnazlaşan mezhepçi fıkıh ve kelam tartışmalarından müslümanların çok zararlar gördüğünü söyledikleri için iftiralara ve suçlamaya maruz kalmışlardır. Bugün de aynı rolü oynamaya çalışan alimlere sonu gelmiyen bir dizi suçlama ve iftira yapılmaktadır. Hatta bunlar topluma bozguncu ve yıkıcı olarak takdim edilmekte, kitaplarının okunmasından sakındırılmakta ve söylediklerinde dinlenmemeleri istenmektedir.
    Müslümanların bidat ve hurafelerden uzak, kabirlere ve ruhlara tapmaktan uzak, kim olursa olsun insanları putlaştırmaktan veya masum saymaktan uzak bir İslâm’a yönelmelerini kısaca Kur’ân ve Sünnet’e yönelmelerini istiyen alimler Vahhabilik, reformculuk, modernistlik, şunun veya bunun düşmanlığıyla suçlanmakta ve yapacakları güzel hizmetlerinin engellenmesine çalışılmaktadır.
    Aynı şekilde bağnaz mezhepçi fıkıhtan ve içinden çıkılmaz bir durum alan kelam tartışmalarından uzak, Kur’ân ve sahih sünnete dayalı nezih bir İslâm’a yönelmelerini savunan, taklidin İslâm’da sevilen birşey olmadığını, müslümanların başkta akaid konularında olmak üzere inançlarını ve amellerinin kaynaklarını bilmeleri gerektiğini, devamlı bir tahkik çabası içinde müslümanların Kur’ân ve Sünnet’le her zaman içiçe ve diyalok halinde bulunmalarının vacip olduğunu, İslâm denilince bunların akla gelmesi gerektiğini, alimlerin içtihad ve görüşlerinin ise ancak bunlardan çıkarılan birtakım bilgiler olup Kur’ân ve Sünnet’in yerini tutamıyacağını anlatan alimler mezhepsizlik veya şunun bunun düşmanlığıyla itham edilmektedir. Müslümanlar için bağlayıcı ve zorunlu olanın Kur’ân ve sahih sünnet olduğu, içtihadların ise şeriat nazarında bağlayıcı bir durum arzetmediği, Kur’ân ve Sünnet’e uygun olduğu taktirde onlarla amel edilebileceği, aykırı olduğu taktirde bir yana bırakılacağı ve taklid edilen içtihadların mutlaka imkanlar ve şartlar ölçüsünde delillerinin araştırılması gerektiğini söyliyen alimler sanki İslâm’ın birerüşmanı ve müslümanların dinlerini bozmaya çalışan birer ajan gibi topluma takdim edilmekte ve hayırlı hizmetleri engellenmektedir. Bütün müçtehid imamlar “İçtihadlarımızın delillerini araştırın, delillerini bilmeden bizi taklid etmeyin, içtihadlarımızla naslar çatışacak olursa, mezhebimiz naslardır” demelerine rağmen, bunu söyliyen diğer alimler sanki dinde bidat çıkarmış gibi safdışı bırakılmak istenmektedir.
    İşte zamanla nasıl da altüst olmuş ve ıslahatçı ile bağnaz mukallid nasıl yer değiştirmiştir! Sanki bugüne kadar gelmiş geçmiş bütün ıslahatçılar ve mücedditler insanları taklidden sakındırmamış ve ne olursa olsun mutlaka Kur’ân ve Sünnet’e dönmeleri gerektiğini söylememiş gibi, sürekli taklidi savunan ve insanlarla Allah’ın dini arasında birtakım kişileri bir duvar haline getiren kör taassubu savunan bağnaz kişiler nasıl bayraklaştırılmakta, ama insanları Allah’ın dinine ve onu anlamaya çağıran ıslahatçılar nasıl birer öcü gibi gösterilmektedir!
    Kur’ân kültüründen ve sünnet eğitiminden uzak yaşıyan, Rasûlullah’ın ve ashabın Kur’ân ve Sünnet olan yaşayışından habersiz bsulunan insanların mutlaka Kur’ân ve Sünnet’le muhatap olmaları, bunların Kur’ân ve Sünnet eğitiminden geçmeleri ve din olarak ancak bu ikisini bellemeleri gerektiğini anlatan alimlere nasıl kimsenin inanmaması telkin edilmekte ve söylediklerinin bidat olduğu nasıl empoze edilmektedir. Onlara dinlerinin yıkılacağı, mezheplerinin ellerinden gideceği, bugüne kadar birtakım din düşmanlarının Kur’ân ve Sünnet’e dönüşü paravan yaparak İslâm’ı bozmak, hatta yıkmak istedikleri gibi bu insanların da dini bozmak istedikleri, onun için bildiklerinizden şaşmamanız gerektiği nasıl telkin edilmekte ve Allah’ın dinine taklidle nasıl karşı çıkılmaktadır!
    Halbuki İslâm ümmetinin bugüne kadar başına neler gelmişse, hep bu kör taklidin, kötü taklidin, bağnaz taklidin ve Kur’ân ile sünnet arasına birtakım setlerin çekilmesinin sonucu geldiğini aklı başında herkes anlar. Zira Kur’ân ve Sünnet eğitimi görmiyen, onların kapsayıcı, diriltici, yetiştirici, eğitici, öğretici, ruh ve madde dengesini sağlayıcı, şahsiyet ve izzet kazandırıcı, sadece Allah’a kul olmayı öğretici, hakla batılı bütün çıplaklığıyla gözler önüne serici terbiyesinden geçmiyen insanların ancak başkalarına birer uydu ve bağnaz olacağını bilmiyen yoktur. Bugüne kadar tecrübeler bunu göstermiştir. Kur’ân ve Sünnet’in bu ilahi eğitimi ve rehberliği olmadan müslümanların tekrar izzet ve şereflerini kazanmaları, Allah’a istediği gibi birer kul olmaları mümkün değildir. Cahiliyye devrinin barbar insanlarını, vahşi insanlarını, cahil insanlarını, putperest ve iptidai insanlarını saadet asrı insanı yapan, yarım asırlık zaman içinde dünyanın süper devletleri olan Bizans ve İran imparatorluklarını dize getiren, Kuzey Afrika’dan Türkistan’a kadar coğrafyaya İslâm’ı yayan ve dünya tarihinde örnek bir İslâm medeniyeti Kur’ân o insanlar acaba Kur’ân ve Sünnet eğitiminden başka hangi şeyle yetiştirildiler ve yetiştiler?
    Bütün müslümanlar için bunlar birer örnek değil midir? Onlarda müslümanlar için en güzel örnekler yok mudur? Salih selef olarak onların yolundan gitmkek zorunda değil miyiz? İnsanları onların yoluna davet eden kişileri takdir ve tebcil edeceğimiz yerde, bir takım lekeleyici ve yıpratıcı yakıştırmalarla safdışı etmemiz ve salih selefin yolundan yüz çevirmemiz nasıl makul sayılabilir? Hatta bunu söylemek nasıl “Şeriatı tehdit eden en büyük tehlike” olarak takdim edilebilir? Kur’ân ile sünnet eğitiminden geçmiyen, bunlarla kendileri arasında setler çeken, onları okumanın ve anlamının bizler için mümkün olmadığını söyliyen veya inanan bir anlayış nasıl İslâm’la bağdaştırılabilir? Biraz tarafsız ve insafla bunu düşünmemiz gerekmez mi?
    Bunları söylerken hiçbir zaman alimleri küçümsemek, bir tarafa bırakmak, söylediklerini yabana atmak, basit bilgilerle içtihad etmek gibi bir düşünce taşımadığımızı belirtmek isteriz. Aksine bütün alimlere ve müçtehidlere sonsuz saygı ve takdirimiz yanında onların elbette örnek alınabileceğini ve ilimlerinden istifa edileceğini söylüyoruz. İnsanların Kur’ân ve Sünnet eğitiminden geçmeleri gerekir, sözlerimizin bu gibi şeylerle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü o alimler de Kur’ân ve Sünnet’i bilerek yaşamalarını istemişlerdir. Ashabı kiramı ele alacak olursak, biliyoruz ki hepsi müçtehid değildiler. Aralarında kendini ilme vermiş ve çok yüksek seviyelere yükselmiş kişilerin yanında daha aşağı seviyede olanları da vardır. Ama hepsinin değişik oranlarda ve miktarlarda Kur’ân ve sünnet eğitiminden geçmediğini kim iddia edebilir? Onlar bu genel eğitimle örnek ashap nesli olmadılar mı? Bizim ve alimlerin insanları çağırdığı ve telkin ettiği bu eğitimin gerçekleşmesidir. İnsanların mutlaka Kur’ân ve sünnetle yüzyüze gelmeleridir ve onların eğitimiyle eğitilmeleridir.
    Bu eğitim verildiği ve gerçekleştiği zaman insanlar bağnaz taklidçilikten, bidat ve hurafeler içinde yüzmekten, insanları putlaştırmaktan, tasavvuf ve benzeri sapmalardan kurtulabilecek, doğrudan doğruya ilhamını Kur’ân’dan alacak ve asrın idrakine sunacaktır. Bu eğitim esnasında alimlerin içtihad ve görüşlerinden yararlanılacak, örnek ahlak ve çalışmaları anlatılacak, ama hiçbir zaman insanlarla Allah’ın dini arasında bir set yahut bir engel telakki edilmiyecektir. Onların da rolü insanları Allah’ın dini ile yüzyüze getirmek ve onu kavramaları için yardımcı olmaktan ibaret olacaktır. Bu gerçekleştiği takdirde Allah’ın kitabına ve Rasûlullah’ın sünnetine çağıran insanların gerçekte ne kadar isabetli davrandıkları anlaşılacak ve bütün bir toplum Allah’ın dinini öğrenmek için yarışa girecektir. Din eğitimi seferberliği, taklid ve bidatlardan kurtuluş, Allah’ın dinini tam ve bütün olarak algılama ve hayata geçirme o zaman gerçekleşecek ve İslâm ümmeti bu hamle neticesinde istediği yere gelecektir. Bunlar gerçekleşmediği müddetçe de papağan gibi taklit etmekten öteye geçmemiz mümkün olmıyacaktır.
    c- Yönetimlerin İslâm’dan Sapmaları Ve İslâmî Hayatı Engellemeleri:
    İnsanların tasavvufa yönelmelerinin sebeplerinden biri, belki de en önemlisi müslümanların başında bulunan yönetimlerin İslâm’dan sapmaları ve İslâm’ın öngördüğü şekilde kapsamlı bir İslâmî hayata meydan vermemeleridir. Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında başlıyan anlaşmazlık ve savaşlar İslâm toplumunda büyük tedirginliklere yolaçmış ve birtakım insanlar bu savaşlardan uzak kalmak, bulaşmamak, bunları izliyen fitnelerden uzak durmak için toplumdan kendilerini soyutlamış ve ferdi planda İslâm’ı yaşamaya kendilerini vermişlerdir. İslâm toplumunda ilk sapmaların bu anormal şartlar altında başladığı söylenebilir.
    Bunu izliyen dönemlerde de alimlerle yönetimlerin karşı karşıya geldikleri, hakkı ve Allah’ın dinini açıkça ve korkusuzca açıkladıkları, fitne ve sapmalara cesaretle karşı koydukları için yönetimler tarafından alimlerin nasıl türlü baskı ve işkencelere maruz kaldıklarını biliyoruz. Toplum fertleriyle yönetimler arasında bir nevi sözcülük ve temsilcilik görevini yapan alimlerin yönetimler tarafından cezalandırıldıkları, işkencelere maruz kaldıkları, sürüldükleri ve hapsedildikleri, hatta şehid edildiklerini gören halkın gözü yılmış, tabir caizse, meydanı zorba yönetimlere barıkmak zorunda kalmıştır. Kimileri artık bu işlerin düzelemiyeceğini, elden birşey gelmediğini, insanların yoldan çıktıklarını, âhir zaman fitnesi diyerek kıyameti beklediğini yahut Allah’ın vereceği azabın her an gelip çatabileceğini, onun için mehdinin gelişini beklemekten başka çare kalmadığını düşünerek köşelere çekilmiş, saatlerini münzevi ibadet ve zikirlerle geçirmeye koyulmuştur.
    Toplumda emri bilmaruf ve nehyi anilmünker (iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama) gittikçe ihmal edildiği için de kötülükler alabildiğine yayılmış ve iyilikler gitgide işlenemez olmuştur. Böylece toplumda içki, kumar, fuhuş, hile, yaltaklanma, dalkavukluk, jurnalcılık, fırkacılık, milliyetçilik, hırsızlık, haksızlık, zorbalık, aldatma ve yalan gibi İslâm’ın tasvip etmediği kötülükler yayılmış ve samimi dindarları tedirgin etmiştir. Artık insanların dinlerini yaşamanın zorlaşacağı, elde ateş tutmak kadar güçleşeceği, oturanların yürüyenlerden hayırlı olacağı, evlerine kapananların sahnede görünenlerden daha emin kalacakları, gibi telkinler insanları yönlendirici rolü oynamıştır.
    Bütün bunlar insanların sahneden çekilmelerini, başlarının çaresine bakmalarını, kendilerini ibadete ve zikre vererek piyasadan çekilmelerini doğrumuş ve toplumda bu uygulamaların alabildiğine yayılmasını sağlamıştır.
    Bugün de insanlar İslâm’ın öngördüğü şekilde mükemmel bir İslâmî hayat sürmek istiyorlar. Bütün emir ve yasaklarının yerine getirildiği, helal ve haramlarının gözetildiği, Kur’ân ve sünnet eğitiminin eksiksiz ve doğru bir şekilde verildiği, insanların meşru bütün şekil ve yerlerde bir araya gelebildiği, Allah’ın dinini korkusuzca ve eksiksiz söyleyebildiği bir İslâmî hayatı yaşamak istiyorlar. Oysa şeytanların musallat olduğu, nefislerin azgınlaştığı, kötülüklerin kol gezdiği, ahlaksızlığın caddeleri doldurduğu, yasakların aleni bir şekilde işlendiği, emirlerin yerine getirilemediği, İslâm’ın şiarı olan birçok şeylerin yasaklandığı, horlandığı veya suç unsuru sayıldığı bir ortamla muhatap oluyorlar. Haramlardan koruyacak, emirlerin yaşanış ve uygulanışını öğretecek, ahlaksızlıklardan tutup çekecek ve kötülüğe götüren sebepleri ortadan kaldıracak insanlara meydan verilmediği, İslâm’ı bütün kapsam ve organlarıyla takdim etmenin önünde engeller dikildiği, faziletli bir İslâm toplumunun oluşması ve yaşaması için çabaların kısıtlandığı bir ortamda insanlar dinlerini yaşamak ve kötülüklerden kurtulmak için sahnede boygösteren tarikat temsilcilerine gitmekten başka yol bulamamaktadır. Biraz imkanı olan birtakım alimler de ya bu imkanı kullanmasını bilmiyor yahut kullanacak cesareti bulamıyor ya da böyle bir şeyin gerekliliğine doğru dürüst bir şekilde inanmıyor.
    Onun için, bir alimin dediği gibi, bugün gençlik taşkınlık ve anormal davranışlar gösteriyorsa, bunda onlar kadar onların elinden tutmıyan ve İslâm’ın öngördüğü şekilde yönlendirmiyen alimlerin de sorumluluğu olduğu kesindir. Bunu tarikat ve tasavvuf çevrelerine insanların kapağı atmaları meselesine uygulayacak olursak, insanlar ve özellikle gençlik tarikat kapılarında ve şeyhlerin dizi dibinde yaşamaya yöneliyorsa, bunda onlara gereği gibi rehberlik yapmıyan ve İslâm’ı kapsamıyla takdim etmiyen alimlerin sorumluluğu vardır. Yani İslâm’ı sunmada ve örnek olmada alimler üzerine düşen görevi gerektiği gibi yerine getirmiş olsalardı, insanlar kurtuluşu belki de tarikat kapılarında veya şeyhlerin ellerinde aramıyacaktı. Diğer taraftan yönetimler tarafından alimlere bu imkanlar sağlanır ve önlerine binbir türlü yasaklarla engeller çıkarılmamış olsaydı, belki onlar da bu sorumluluğun altından kalkmak ve insanları sahih bir İslâmî hayata yönlendirmek için ellerinden geldiği kadar çaba göstereceklerdi. İslâm’ın bütün olarak alınması ve hayata geçilmesi mücadelesi veren alimler toplumda bertaraf edilip meydan cahillere ve tarikat şeyhlerine terkedilmemiş olsaydı, belki de bugün durum olduğundan bambaşka bir şekilde olurdu. Ama alimlerin önüne her türlü engeller dikilip yasaklar ve cezalarla elleri kolları bağlanınca, meydanda yaban otları boyverir ve insanlar seçenek olarak tarikatlardan başkasını göremez. Haramlardan alıkoyacak, emirleri öğretecek ve yerine getirilmesine ortam hazırlamaya çalışacak, insanların din duygularını ve ibadet ihtiyaçlarını karşılayacak tarikat çevrelerinden ve şeyhlerin dergâhlarından başkasını bulamaz.
    Çarpık bir din eğitimi ve maksatlı olarak İslâm’ın birçok unsurları gün geçtikçe bozulmakta ve artık İslâm’ın nefis ıslahından ibaret olduğu kanaati zihinlere yerleşmektedir. Batı taklitçiliği gereği topluma hıristiyanvari bir din anlayışı sunulması ve dinin bunlardan ibaret olduğunun sürekli işlenmesi sonucu insanlar artık dinin bu olduğuna inanmaktadır. Yaklaşık yüz yıla yakın bir zamandan beri topluma sunulan bu manastır din anlayışı dinin yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Radyo ve televizyonlarda yayınlanan din programlarında telkin edilen din anlayışı ve yapısı bu çarpıklığın oluşmasında çok önemli rol oynamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’den okunan pasajların bile bu anlayışla seçildiği ve güya suya sabuna dokunmıyan âyetlerin okunduğu göz önünde bulundurulursa, bu anlayışın oluşması için ne kadar çaba gösterildiği daha iyi anlaşılır. Okullarda okutulan din kültürü ve ahlak bilgisi gibi dini bilgiler veren kitaplarda dinin ancak bazı yönleri belirtilir ve anlatılırken bu anlayışın yerleşmesi için nasıl gayret edildiği daha iyi bilinir. Kültür emperyalizminden ve uygarlık adına saldırılardan kurtulmak için zaman zaman çaba gösteren birtakım insanların elleri ve kolları bağlanarak toplumda birtakım çevreler ve güçler tarafından nasıl afaroz edildiği göz önüne getirilirse, özlenen hedef daha iyi seçilir.
    Bütün bunlarla insanlar din konusunda cahil bırakılmakta, yanlış bilgilendirilmekte ve hurafe de olsa dindışı birtakım şeylere sarılmasına imkan hazırlanmaktadır. Dini bir hayat sürmek istiyen insanlar, kötülüklerden ve haramlardan uzak yaşamak istiyen vatandaşlar ister istemez soluğu tarikat ve tekke çevrelerinde almakta, bütün çarpıklıkları ve yanlışlıklarıyla oralarda dini yaşamayı aramaktadır. Çünkü kötülüklerin ve haramların alabildiğine serbest ve ortalığı doldurduğu bir ortamda insanlar kendilerini bu kötülüklerden ancak buralara sığınmakla koruyabileceklerine, ibadetlerini ancak bu gibi yerlerde yapabileceklerine inanmaktadır.
    Daha doğrusu bilerek veya bilmiyerek ister istemez buna inandırılmaktadır. İslâm’ın bütünü için çalışacak birkaç kişi bir araya gelecek olsa, enselerinde statükonun nefesini hissettiği ve her türlü hiyanet ve suçlamalarla suçlandığı bir ortamda ülkenin her tarafında tarikat ve tekke çevrelerinin mantar gibi bitmesine, türlü kılıklar ve biçimlerle ortada görünmesine, insanların otobüslerle ve uzak diyarlardan akın akın tekkelere ve ayinlere gitmelerine göz yumulması, mukaddes çorbadan içerek bereketlenmelerine ses çıkarılmaması acaba bu maksatlı yönlendirmenin ürünü değil midir? Sahih ve eksiksiz bir İslâm’ın önüne engeller çıkarılırken, sadece nefis ıslahı ve ayin için yapılan çabalara göz yumulması tasavvufa yönelişin en büyük etkenlerinden değil midir?
    Din eğitiminin üretken ve ülkenin ekonomisine maddi bir katkısı olmıyan bir eğitim olduğu palavrasını sürekli sakız gibi çiğniyen, ülkenin din adamına bu kadar ihtiyacı yoktur, diyerek din eğitimi verilen kurumların varlığına bile tahammül edemiyen bir zihniyetin radyo ve televizyonunda insanları uyuşturan, miskinleştiren ve bir lokma bir hırka felsefesini yansıtan tasavvuf müziğine ve tasavvufi motiflere bağrını açması, acaba insanları bu gibi yerlere yöneltmek amacına yönelik değil midir? İnanıyoruz ki İslâm’ın tam olarak yaşanabildiği ve insanların bundan dolayı birtakım yasaklar ve engellerle karşılaşmadığı bir ortamda kişiler tasavvufa bu kadar yönelmiyecek, dinin yaşanabildiği ve haramlardan korunduğu tek yerler tarikat ve tekkeler olmıyacak, ülkenin her yerinde mantar gibi şeyhler ve müridler bitmiyecektir. Toplumu bir moda gibi saran ve sürekli revaçta tutulan tasavvuf akımının biteceğini ve insanların ona kaymıyacaklarını elbette söylemek mümkün değildir. Çünkü her zaman ve her toplumda dengeli ve eğri insanlar bulunacak, hak üzere olanlar ve ondan sapanlar olacaktır. Ama İslâm’ın net olarak anlatıldığı, serbestçe yaşandığı ve eğitiminin doğru bir şekilde verildiği bir ortamda elbette tasavvuf modası bu kadar revaçta olmıyacaktır.
    Tasavvufa insanların yönelmelerinin önemli sebeplerinden biri olarak bizlere intikal eden tarihi kültür mirasını ve din anlayışını da belirtmeden geçemiyeceğiz. Kur’ân ve sünnet eğitiminin insanları mezhepsiz yapacağı, evliyayı inkâr etmeye götüreceği, kerametleri ve şefaati tanımamaya sevkedeceği, kabir ziyaretini yasaklıyacağı, şeklinde kabul edilen bir kültür ve anlayışın tasavvufun yayılmasında çok büyük rolü olduğu muhakkaktır. Kabirleri kutsallaştıran, ölülerle oturup kalkan, fetihlerin ve zaferlerin rüyalarla tesbit edildiğini söyliyen, hayat gerçeklerinden çok keramet ve olağanüstülüklere inanan toplumda birtakım insanlara din adına imtiyazlar ve dokunulmazlıklar tanıyan, imamlarını masum saydığı için Şia’yı eleştirdiği halde tasavvuf meşhurlarına masumiyet giydiren, sultanından vatandaşına kadar tarikata bağlı bulunan, Hakikati Muhammediyye, dinlerin birliği, gavs, aktab, ebdal, evtad, nukeba ve nuceba gibi gizli ülke hiyerarşisine inanan, dini keşf ve feyze bağlıyan, dinin naslarına apaçık aykırı olduğu halde bir tasavvuf ulusunun hatasını eleştirmeyi dine karşı gelmek sayan bir din anlayışının egemen olduğu bir toplumda tasavvufa yönelmeyi büyük ölçüde önlemek elbette güçtür. İnsanlar Kur’ân ve sünnet eğitiminden sahih bir şekilde geçirilmedikçe, onlara dinin kapsamlılığı ve bütünlüğü anlatılmadıkça, aradaki bu engelleyici ve uyuşturucu telkinler bir yana bırakılmadıkça bu moda daha çok sürecek gibi görünüyor. Çünkü insanların atalarından miras aldıkları şeyleri bir çırpıda bırakmaları mümkün değildir. Uzun çabalar ve sahih bir Kur’ân-sünnet eğitimi neticesinde ancak zamanla değişiklikler olabilir ve insanlar gün geçtikçe gerçekleri görebilir. Bütün müslümanlar bu Kur’ân-sünnet eğitimini sağlamak ve insanlara Allah’ın dinini net olarak sunmak için çaba göstermek zorundadır.
    Son olarak şunu da ekleyelim; bazıları sufilerin bir takım dini vecibeleri yerine getiriyor olmalarına aldanıyorlar ve itikatlarındaki pisliği göremiyorlar. Zaten onların bu maskeleri olmasaydı o dergahlarda hiç kimse kalmazdı. Bakınız “Mevlana” dedikleri Cehalettin Rumi bunu nasıl da itiraf ediyor;
    “Birçok dostlar ve kimseler bize bağlanıp itimad etmişlerdir. Eğer biz bu ibadetlerden vazgeçer, hiçbir şey yapmazsak onlar ne yapar ve kimin kapısına giderler”[1]
    [1] Eflaki Menakıbul Arifin(1/387)
    http://ehlieser.tr.gg/%26%23304%3Bnsanlar-Neden-Tasavvufa-Y.oe.neliyorlar-f-.htm

Comments are closed.