Garip’i Barındırmayan Bir Dünya?
Dün gece Ceren’le birlikte onun adını Garip koyduk.
Ne politikadan, ne insanlardan, ne mesai saatlerinin arttırılmasından, ne başlamış bulunan ekonomik krizden söz ediyorum. Garip, bir köpek yavrusu.
Bu dağın başında, ne olduğunu bilmediği bu dünyaya istenci dışında gelivermişti işte. Nasıl bir dünyaydı bu? O küçük bedenine bir yer var mıydı? Annesinin arka ayağı sakattı ve topallıyordu. Üstelik uyuz da olmuştu bu anne ve doğal olarak yavrularına da geçmişti uyuz hastalığı. İki kardeştiler. Onlara yukarki dağ yolunda rastlıyordum Keje’yi dolaştırırken. Bizi görünce yolun kenarında bir yerlere sığınmaya çalışıyorlardı. Sonra kardeşlerden biri öldü. Garip yalnız başına kaldı. Bazen annesinin peşinden yetişmeye çalışırken görüyordum onu. Annesinin de kendisinin de uyuz hastalığı ilerliyordu. Parasızlığın gözü kör olsun. Onları tedavi edecek ya da veterinere götürecek paramız yoktu. Adalar belediyesi ise bu adada yaşayan ve çoğalan dağ köpekleri konusunda yapılan başvurulara karşı sağırdı ne yazık ki.
Kınalıada son 15 günde iyice boşaldı. Dağ köpeklerine yiyecek taşıyan iyi insanlar da azaldı. Ama onlara yine de tek tük rastlıyoruz. Pazar arabasına doldurdukları yiyeceklerle dağ köpeklerinin aç kalmaması için dağ bayır dolaşıyorlar.
Bizim kaldığımız apartman da iyice boşaldı. Apartmanın bahçesine sığınan köpekler var. Biz ve apartmanda kalan yukardaki tek komşu, bu aç hayvanları doyurmaya çalışıyoruz. Bahçeye yerleşen, adını “Dağlı” koyduğumuz, çok sevimli bir dişi köpek var. Bu yaz onun ve başka bir annenin yedi yavrusunu belediye gelip aldı ve sığınağa götürdü. Dağlı da bizim evin bahçesine sığındı. Akşamları Keje’yle birlikte onu da arkadaki kayalıklara gezmeye götürüyordum.
Derken Dağlı’nın “dönem”i geldi ve bahçeye, üç erkek dağ köpeği daha yerleşti. Önce onları bahçeye sokmamaya çalıştık ama ne mümkün. Dağlı’nın yaydığı koku her türlü engeli aşmalarına yetiyordu.
İki gündür bahçeye, yukarda sözünü ettiğim, arka ayağı sakat anne ile yavrusu da sığındı. Yemek kokusu almışlardı. Fakat durumları iyice perişandı. Uyuz, vücutlarının her yanına yayılmıştı. Öbürlerine de bulaştırma ihtimali vardı. Veterinerleri arayıp ilaç sorduk. Keje’nin veterinerleri, durumu anlamamız gerekir, belki de uyuz değildir, resimlerini çekip bize yollayın dediler. Resimlerini çekip internetten yolladık. İnceleme sonucunda uyuz olduklarına karar verdiler. Ağızdan verilen bir ilaç varmış. Yarına hazır ederiz, gelin alın dediler.
Bir ara balkondan baktım. Anası ile yavrusu sokak kapısının dibindeydiler. Yavru anasının üstüne çıkmıştı. Uyumaya çalışıyorlardı ama galiba uyuz hastalığı buna pek izin vermiyordu.
Akşam hava kararınca kasaptan aldığımız kemiği kaynattım. Birazını Keje’ye verdim. Birazını da bahçedekilere götürmek üzere bir kaba koydum. Dış kapıya çıktığımda yavruyu kapının ucunda gördüm. Öylece büzülmüş yatıyordu. Anası yoktu. Kemik koklattım. Halsiz ve iştahsızdı, yemedi. Diğerlerine bakındım, göremedim. Nasıl olsa gelirler diyerek bizim balkonun alt tarafına bıraktım kemikleri. Dönüp eve girmiştim ki, dışarıdan köpek sesleri duydum. Yeniden çıktım bahçeye. Küçük yavru sendeleyerek kemikleri koyduğum yere doğru gidiyordu. O an, o çok sevdiğimiz Dağlı’nın hırladığını duydum. Dağlı, korkunç bir şekilde hırlayarak yavrunun üstüne hücum etti ve onu ısırdı. Yavru ağlıyordu. Ben yetiştiğimde herhalde Dağlı onu birkaç kez ısırmış olmalıydı. Dağlı’yı kovaladım. Yavruya döndüm. Bahçenin çıkış kapısına yönelmişti sendeleyerek. Ağlaması inlemeye dönüşmüştü. Çıkış yoluna giderken bir pençe de, aynı bahçede yaşayan kediden yedi. Ağlama sesi arttı. Sonra kapıdan çıktı. Yolun aşağısına doğru inmeye başladı yine sendeleyerek. Gidip evden süt aldım ve peşinden indim ben de. Başka bir evin bahçesine girdi. Bir şeyler aranıyordu, belki de küçük gövdesini saklayacağı bir yer. Önüne süt döktüm. İçmedi. Bahçeden çıktı. Yolun karşısındaki, yolla vahşi çalıları ayıran tellerin oraya gitti. Tellerin altından geçti ve çalıların arasında öylece büzüldü. Bu dünyada ona bir tek burası kalmıştı. Bir tek burası…
O, garibanların da garibanıydı. Gariban diye bağrımıza bastığımız, kendisi de ana olan Dağlı’nın ve ara sıra süt verdiğimiz yaşlı kedinin saldırısına uğramıştı. Annesini kaybetmişti. Ona bu dünyada el uzatacak hiç kimse yoktu. En azından o böyle hissediyordu. Vahşi çalıların ardında ölüme yattı.
Gece onun adını Garip koyduk Ceren’le birlikte. Uzun olmasa belki de Gariplerin Garibi derdik.
Sabah annesini gördüm bahçede. Öylece kıvrılmış yatıyordu. Bana korkuyla baktı. Kaçmaya kalktı. “Kaçma” dedim, sanki beni anlamış gibi yeniden kıvrılıp yattı. Gözlerinde acıyı gördüm.
Yoldan aşağı indim, Garip’in bu dünyadaki son sığınağına bakmak için. Tellerin öbür tarafına geçip bakındım. “Garip” diye seslendim. Yoktu. Üst dağ yoluna gidip aradım. Yoktu.
Belki de o hiç yoktu.
Belki de bize mazlumun da mazlumu olduğunu göstermek için bu lanetli yeryüzüne kısa süreliğine avdet etmiş bir görüntüden ibaretti.
Geldi, gösterdi ve gitti.
Ah Garip ah. Bu koca dünya o küçücük bedenini barındıramayacak kadar zalimdi. Dilerim artık acı çekmiyorsundur.
Gün Zileli
14 Ekim 2011
yakarsa dünyayı garipler yakar.
keje ye selam abi.
belediyelerin çoğunun son zamanlarda sokaklara yerleştirmiş olduğu çöp toplama kutuları fazla steril..her yanı öyle sıkı sıkıya kapanmış ki sokak hayvanlarının girip ,eşeleyip ,bir umut belki yiyecek bulmalarına imkan yok..hayvan sever dernekleri sorunla ilgileniyordur umarım..
Üremeleri engellendiği için, İstanbul’da kucuk kopek gormek artik neredeyse imkansiz. -elbette belli semptlerde-.
Yolda gordugumuz kopeklerin pekcogu yasli ve yapilan ilaclardan midir bilinmez, “pestil” gibi yerde yatiyorlar gun boyu.. Buyuyen yeni nesilleri yok ve onlar da bir sure sonra ölüp, gidecekler.. Sokaklarda kopek gormek icin son yillar.
bütün anlayış ve ideolojiler toplumun atomize olmuş en küçük parçası bireylerin kendi arasındaki ilişkiler ve doğa ile ilişkileri üstüne inşa edildiğini hatırlarsak enteresan bir tür olarak biz insanların gerek kendi aramızdaki gerekse doğa ve doğadaki diger türlerle olan ilişkilerimizin sorunlu olduğunu öğrenebilirsek yakın yada uzak bir gelecekte dağlı ve garip gibilerin ve benzerlerininde yer kürede anlamlı bir işlevi ve yeri olduğunu anlayacağız
Kaan Arslanoğlu’ndan aynı minvalde bir yazı:
Dönmek İçin İktidara Tek Koşul
Akpat için, tüm hayvan dostları, kardeşlerim için…
Muhalif yazarlar dönebilir. Ben de dönebilirim. Bunun için iktidara farklı bir koşulum var. Tek koşul.
Üç ay kadar önce sokaktan, bahçelerden gelen bir ağlama sesiyle irkildik. Araştırdık ki 10-15 günlük bir yavru köpek bırakmışlar bizim oraya. Sahip çıktık, besledik. Sesi kesildi, ama yaklaşık iki ay otistik bir halden çıkmadı. Göz teması bile kurmuyor, her şeyden ürküyordu. Simsiyahtı, dirsekten aşağısı ayakları bembeyaz. Adını Akpat koyduk.
Sonra neler yaşanabilir? Elbette rahatsız olanlar çıkar. Onun yavru köpek havlamasından rahatsız oldular, pislik yapıyor çevrede dediler. Akpat giderek hareketlendi oyunbazlaştı. Yine ürkekti, ama insanların arkasından koşuyor, dokunmaksızın oynamak istiyordu. Korktular. Beslemeyin bu köpeği, gönderin dediler. Aslında her yerde çoğunluk hayvansever, ama insan soyundan bir kişi rahatsız oldu mu, dünyanın efendisi olarak bu kişinin sözü geçer. “Ama, çocuğum korkuyooor!” dedi mi bir ana-baba akan sular durur. “Çocuklarınızı böyle yetiştirmeyin, hayvan tanımayan, bitki ağaç sevmeyen bu nesiller ilerde uçan sinekten korkacak, üstelik o korkuyla birbirlerini yiyecekler, zaten yiyorlar bile” dedik. Kimine anlattık, kimine anlatamadık. Ama sonunda biz baskın çıktık.
Uzatmayayım, hayatta bir başına, yağmurda soğuk gecede bir ağaç dibinde yatan, ne annesine ne kardeşlerine sarılma şansı bulamayan Akpatçık sonunda tamamen açıldı, otizmden çıktı. Gördüğü iri iri köpeklere hızla koşuyor, onlarla teklifsizce oynuyordu artık. Bizim de çevremizde dört dönüyor, zıplıyor, ama kendine dokundurtmuyordu daha. Bir yakalasam götürüp aşılarını yaptıracaktım, ama yakalayamadım. Yaptıramadığım aşının hastalığından üç gün içinde soldu. Onu veterinere götürdüğümde artık çok geçti. Ancak ölürken başını okşayabildim. Son derece haklı olan insana güvensizliğini aşamamıştık. Evlat acısı gibi içimizi dağlayıp gitti.
İnsana koyan sadece ölüm de değil. Kayba üzülmek birazcık bencilce bir şey belki. Çaresiz bir canlının, bir insan olsun, hayvan olsun acı çekmesine dayanmak zor asıl.
Şimdi diyenler çıkacaktır “Hayvanların acısına mı kaldık, dünyada bunca insan ölürken, acı çekerken.” Ben de tam da bunu anlatmak istiyorum, bu ikisinin acısı bire bir aynı. Zihnimizdeki, “yüreğimizdeki” aynı odaktan kaynaklanıyor. Birinde duyarsızlık varsa çok büyük olasılıkla ötekinde de vardır. Bilimi kim takıyor, ama bilimsel olarak da bu böyle.
Belki bendeki bu duygu yönetme zaafı başlı başına bir sorun. Belki değil, tam da öyle. Ama tüm insanlık olarak aynı hastalıkla malulüz. Ya aşırı, ya güdük. Sevmeyi bilmiyoruz, sevgileri nefrete, acıya dönüştürüyoruz. Duygularımızı yönetemiyoruz. Güzel duygularımızdan çok az iyilik filizleniyor, pek çok kötülük fışkırtıyoruz.
“Önce vatan!” diyenler arasından çok çıkmıyor mu en önce vatanı satanlar. “Barış” diyenler değil mi savaş ağalarına en önce kul köle olanlar. “İnanç” diyenler değil mi, tüm maddiyatı ele geçirmek isteyenler. “Önce insan” diyenler ne zaman içtenlikle açtılar yüreklerini, ne zaman iyiliğe koştular? “Önce insan” diyenler arasından çıkmıyor mu insanlığı bitiren kapitalizme hayran duranlar.
İnsanlar çok acı çekiyor bu dünyada, hayvanlar daha çok. Doğa koşulları zaten yaralayıcı, birbirlerine tehlikeleri büyük, bir de insan eliyle gelen zulümler. Çiftliklerde gördükleri işkenceler, mezbahalardaki sefillikler, “gerekli” tıbbi deneyler, gereksiz kozmetik deneyler, keyif için vurmalar, zehirlemeler…
Bu kadar acılarla, işkencelerle dolu bir dünya asla “Tanrı” eseri olamaz. Hadi biz insanlar, bu dünyada sınanıyoruz diyelim, hayvanlar ne için sınanıyor? “Tanrı aşkıyla” gözyaşı döküp, burnunu çeke çeke haykıran hiçbir imam, Allah’ın bu kadar gaddar olabileceğine, Tanrı’nın böyle bir “üstün ahenk” kurduğuna bizi inandıramaz. Bu “üstün ahenk”e dindar Dostoyevski bakın nasıl isyan ediyor: “O iğrenç yerde öcü alınmamış gözyaşları döküp göğsünü yumruklayarak Tanrı’cığına yalvaran yavrunun tek bir gözyaşına değmez bu üstün ahenk”
Tamam, bu olsa olsa Darwinci “güçlü olan kazanır ve yaşar” ilkesiyle vücut bulmuş evrimci bir sistem. Peki bu kör olasıca acıma duygumuz nereden çıkmış? Ve neden Hz. İsa’nın mucizesi bir türlü gerçekleşmiyor. Bizler acı çektikçe neden başkalarının acıları kaybolmuyor, hiç değilse azalmıyor? Yoksa azalıyor mu biraz?
İnsan hakları kazanılmadan hayvan haklarını savunmak niye diye soracaklardır. Bu kafayla ne o gerçekleşir, ne öbürü. İnsana değer veriyorsanız hiç değilse hayvanların gördüğü eziyetlerden etkilenenlerin “insan hakkı” olarak hayvan hakkına saygı gösterin.
İktidar hiç değilse hayvanların durumlarını düzeltmek için bir şeyler yapsın. Hiç değilse hayvansever Hz. Muhammed aşkına bir şeyler yapsın.
Önümüz kurban bayramı. Yine İslam’ı küçük düşürecek hayvan eziyetlerinin binlercesi yinelenecek. AKP bu konuda ciddi bir şeyler yapsın.
Dönmek için tek koşulum budur.
Not: Akpat’a şefkatle yaklaşan komşularımıza, gösterdiği yakınlıktan ötürü Düzce Hayvan Barınağı veteriner hekimi Arif Kardeş’e ve barınağın tokgözlü çalışanlarına teşekkürlerimi sunuyorum.
Sn Zileli’nin bitiş ve çöküş yazılarından biri olarak görüyoruz.
Devrimci konumdan uzaklaşanların geldiği yer,örnek olması için okunmalı.
BaranaS’a katılmadığımı belirtmek isterim. Çünkü;
* Neoliberal düzenin Türkiye’de emekçilere sadece maddi anlamda zarar vermediği, diğer konularda da tahribat yarattığı aşikardır. Pop kültürü, tüketim kültürü, kökten-bencillik, piyasa rasyonelliği vb gibi kapitalizmin yan ürünleri özellikle son otuz yılda Türkiye ve diğer ülkelerde insanların saf/temiz/insancıl duygularını körelterek onları sadece üreten ve tüketen androidler haline getirmiştir. Bu açıdan baktığımızda, devrimcilerin toplumsal hayata müdahale etmeleri gereken noktalardan biri de insanların manevi yönlerindeki bu boşluğa ve yozlaşmaya karşı mücadele olmalıdır. O yüzden, duygusal konularda yazılar yazmak kimsenin devrimciliğine halel getirmez.
* Devrimciler her zaman hakim güncel konular hakkında fikir söyleyecek diye bir kaide yoktur. Medyada hakim olan tartışma konularının büyük bir bölümünü egemen sınıfların iç çelişkileri ve holding medyasının yarattığı sahte gündemler oluşturur ki bunun da temel amacı toplumsal muhalefeti düzen-içi polemiklere yedeklemek ve halkın gerçek sorunlarını görmesini de engellemektir. O yüzden emekçilerin ve ezilenlerin (bu ezilenler tabi ki hayvanlar ve endüstrileşme mağduru yeşil alanlar da olabilir) asıl gündemini tartışmak, medyadaki egemen tartışmalara katılmaktan daha hayırlı bir iştir. Tabi ki ülke ve dünya gündemini bütüncül bir şekilde takip etmek, doğru tahliller yapabilmemiz için gerekli olacaktır; ancak bütün zamanımızı egemen sınıfın yarattığı gündemi takip etmeye ayırırsak sadece ince politikalar peşinde koşan, pusuya yatıp güç dengelerini takip eden, fırsatçı, komplocu, ehven-i şerci, kolay yoldan yükselme telaşında olan anlayışlara doğru savruluruz.
* Kendisini insani duygulardan arındıran, mekanik düşünüp hareket eden bir kişiden çok kaliteli bir militan olabilir; ancak o kişinin gerçek bir devrimci olabileceği şüphelidir. Çünkü (en azından bana göre) devrimcilik, bir iktidar mücadelesi değildir, ezilenlerin hem maddi hem de manevi açıdan kendi kaderini özgürce tayin edebileceği bir düzeni yaratma mücadelesidir. İnsani duygulardan kopmuş bir “devrimciliğin” er ya da geç varacağı iki sapma vardır: birincisi stalinizm (ve türevleri), diğeri de piyasa tapınmacılığıdır; özünde ikisi de birbirinden pek farklı değildir.
Sn Zileli’nin bitiş ve çöküş yazılarından biri olarak görüyoruz.
Devrimci konumdan uzaklaşanların geldiği yer,örnek olması için okunmalı.
Asıl seni örnek olarak okuyoruz ve senin türündekilerle aynı sözde “devrimci” konumda olmadığımız için şükrediyoruz.
doganın tüm hayvanların ortak yaşamı olan paylaşımcılık malesef bazen hastalıklar bazen insanların fasııt egilimleri sonuçu tahribata ugruyoo Garip inşallah hayattadır saglıgınıda tek başına yenmesi için gönlümden dilek tutuyorum enerjisini bulduktan sonra bu dünyada HAYATIMIZIN ORTAKLAŞA payşacagımız hastalıklarda ve saglıklarda biribirimize omuz vercegimiz dünya için .Garipe yardım edemesemde tüm kalpimle hayyatta kalması için dilek tutuyorum
bitiş ve çöküş içindeki sensin ve neyse……
bu dünyada garipleri barındırmazlar bu dünya katil devletlerin dünyasıdır.ZALİMLERE İNAT YAŞASIN AŞK YAŞASIN DEVRİM YAŞASIN ANARŞİ WALL Street occupy
Yaşam hakkının lüks kabul edildiği bir dünyayı dobra şekilde ortaya koyan güzel bir yazı olmuş… Garibin yorgun ve küskün bedeni umarım sizin göremediğiniz bir yerlerde hayata tutunmuştur…
BaranaS 14 Ekim 11 / 10pm
Sn Zileli’nin bitiş ve çöküş yazılarından biri olarak görüyoruz.
Devrimci konumdan uzaklaşanların geldiği yer,örnek olması için okunmalı.
boyle bır yazıya ” bıtıs ve cokus” yazısı demıs banana pardon baranas.
bence boyle duygulu bır yazıya boyle bır yorum yapan adam ınsanı olarak bıtıktır…