Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Forum

Genel yorumlarınızın yanı sıra, küfürlerinizi de bu bölüme yazabilirsiniz..

28 Comments

  1. Gün Zileli

    Hayatında hiç küfür etmeyen ilk küfrü etsin

  2. Gün Zileli

    o zaman kimse küfür edemeyecek demektir

  3. Mahir Zengin

    İnanalım mı?
    Sayın Zileli.Sokakta her üç kelimenin ikisi argo.Ve bu argonun şidettine maruz kalan ise kadın.

  4. Gün Zileli

    Ben sadece bu setedeki “küfür edilebilir” duyurusuna bir nazire yapmak istemiştim, İsa’nın “aranızda hiç günah işlemeyen ilk taşı atsın” sözüne anıştırma yaparak.

  5. Anonim

    KEMAL BURKAY TRT HABER DE SAAT 23 DE YAPTIĞI SÖYLEŞİDE PKK İLE ERGENEKON İŞBİRLİĞİ İÇİNDE DİYOR..TÜM KONUŞMANIN TAMAMINI DİNLEYİP YORUMUNUZU PAYLAŞIRMISINIZ?

    SEMA ERBAY

  6. Gün Zileli

    Ne yazık ki duyurunuzu bu sabah gördüm. İzlemek isterdim doğrusu. Ama şu kadarını söyleyeyim ki, Kemal Burkay son zamanlarda iyi sinyaller vermiyor, AKp-Devlet’le işbirliği ve anlaşma içinde olduğu izlenimi edindim ne yazık ki ve onun adına üzüldüm. Bir de, Oral Çalışlar’ın gidip onu taa İsveç’lerden getirmesinin bir anlamı vardı elbette.

  7. Anonim

    Burkay Ve Öcalan; Hata İle Suç Arasındaki Farkı Doğru Okumak

    Kemal Burkay’ın Ülkeye dönmesiyle birlikte yaşanan tartışmalar, Kürd siyasetinin içinde bulunduğu olumsuz tabloyu göstermesi ve bu olumsuz tablodan gereken derslerin çıkarılması bakımından yararlı olmuştur.

    Kemal Burkay’a yönelk eleştirilerin büyük kısmı, Türk medyasının kalemşörlerini, devlet tetikçilerini aratmayacak düzeyde olduğu için bunlara eleştiri yerine saldırı demek daha doğru olur. Bu saldırıyı yapanların kendilerini “yazar”, “aydın” olarak görmeleri ve yıllardır bu tiplerin siyasette söz söyleyebilmeleri yaşanan handikabı göstermesi bakımından ayrıca düşündürücüdür.

    Esen rüzgâra göre pozisyon belirleyen ve her zaman kişisel çıkarlarını gözettikleri için güçlüye yardakçılık yaparak politik arenada var olabilen bu “satılık kalemlerin” maskeleri düşürülmeden ve gerçek nitelikleriyle teşhir edilmeden, eleştiri ve saldırı arasındaki ince çizgiyi tutturmamız olanaklı değildir. Dahası, kişilikli, onurlu ve Kürdistan için kafa yoran insanlar ile bu yardakçı kesimi aynı kefeye koyarak birilerine haksızlık yapmış oluruz; hak etmedikleri halde birilerini de “insan yerine” koymuş oluruz.

    Kürdistan politik çevreleri net çizgilerle bazı ayırımlar yapmak ve bu ayırımlara göre tutum belirlemek zorundadır; yoksa bu tür yaranmacı, çıkarcı ve birilerinin tetikçiliğini yapmanın ötesinde hiçbir özelliği olmayan basit insanları dinlemek, katlanmak zorunda kalır.

    Bu tetikçilerin ortak özelliği, Öcalan gibi bir ihanetçiye dokunma cesaretine sahip olmadıkları için, Öcalan ve anlayışının sevmediği her kişi ve kuruma saldırmalarıdır.

    Kuzey Kürdistan’ın içinde bulunduğu durumdan ve yukarda sözü edilen niteliksiz insanların söz sahibi olmasında bütün Kürd politik şahsiyetlerinin/kurumlarının sorumluluğu/hatası vardır kuşkusuz. Bu sorumluluk/hata, zamanında gereken tavrı almadıkları için; Öcalan-devlet ilişkisini cesaretle dillendiremedikleri ve tavır alamadıkları için; tüm olumsuzluklara rağmen alternatif ve sürece müdahale edecek bir örgütlülük sağlayamadıkları için…

    Bu açıdan bakıldığında Kemal Burkay’ın da içinde bulunduğu ve geçmişte sorumluluk almış tüm politik kişiler eleştirilebilir ve de eleştirilmelidir de. Ancak bu eleştiri, Öcalan gibi bir ihanetçiye/işbirlikçiye yönelik eleştiri düzeyinde asla olmamalıdır. Çünkü eksikleri olan, hata yapan ya da sürece gerektiğinde gerekli müdahaleyi yapmayan politik kişi ve kurumları eleştirmek ile teslimiyetçi, işbirlikçi, açık ihanetçi bir kişiyi eleştirmek farklıdır.

    Bu nedenle onları aynı kategoride görmek büyük bir yanlıştır.

    Bir kategori, hatalardan oluşurken, diğer kategori ihanetten oluşuyor.

    Kemal Burkay ve diğer Kürd politik aktörlerin hiçbiri Öcalan ile aynı kategoride anılmayı hak etmiyorlar.

    Aynı kategoride değerlendirenler sadece bu kişilere ve temsil ettikleri kurumlara değil, Kürdistan’daki tüm değerlere de zarar vermiş olurlar. Çünkü Kürd politik aktörlerini, hiçbir değeri olmayan Öcalan ile aynı kategoride değerlendirilmeye tabi tutmak, sadece söz konusu aktörleri değersizleştirmekle kalınmaz, tüm Kürdistani değerleri de bilerek/bilmeyerek değersizleştirmek gibi bir yanlışa sürükler insanı.

    Bu açıdan bakıldığında, PKK yardakçıları dışında kalan Kürd politik çevrelerinin daha dikkatli olması ve saldırı yerine eleştiriyi esas alması gerekiyor. Küçük hesaplar uğruna ve “bırakın saldırsınlar” mantığıyla seyirci kalındığında, hem bütün değerlerden feragat etmiş oluruz hem de yeniden değer yaratma şansımızı ortadan kaldırırız.

    Çok basit bir mantıkla, “Öcalan ihanet etmiş/ediyor; Burkay ve diğer Kürd politik çevreleri ise hata yapmışlardır/bundan sonra da yapabilirler” ayırımını yapmak mümkündür. Öcalan’ı mahkûm etmek, diğerlerini ise eleştirmek gerekiyor.

    Başta PSK geleneği olmak üzere Kürd politik oluşumları bir konuda netleşmek zorundadırlar artık. PKK bir ihanet projesidir ve bu ihanet projesine açık ve net tavır almadıkça Ulusal Demokratik bir anlayış geliştirilemez. Bu nedenle herkes PKK ile arasına mesafe koymalıdır; aksi takdirde bugün olduğu gibi yarın da PKK yardakçılarının saldırılarına maruz kalırlar.

    Yaşanan bunca çirkin saldırıya rağmen HAK-PAR ve PSK’nin hala gerekli tutumu almamış olması ciddi olarak eleştirilmesi gereken bir konudur. Bu eleştiri, hemen hemen tüm Kürd politik kurum ve kişileri (PKK’ye destek verenler) için de geçerlidir. Geç kalınmış olsa da, yapılması gereken şey, iki ay önce ve geçmişte farklı zamanlarda destek verdikleri bir anlayış tarafından saldırıya uğrayanların, bu desteği geri çekmeleri, halka özeleştiri vermeleri ve PKK’ye karşı net tavır almalarıdır.

    Bu tavır alındığında, hem PKK ile ulusal demokratik güçler arasındaki fark; hem de Kürdistanlı politik insanlar, yazarlar, aydınlar ile yardakçılar arasındaki fark anlaşılmış olur…

    http://www.nasname.com/tr/9639.html

  8. Anonim

    sevsinler seni öcalan ve diğerleri bir değildir öcalan ihanetçi diğerleri olumludur derken diğerlerinden bir alternatif çıkarmak istiyorsun galiba tamda devlet-iktidar-sistem egemenlerininde yapmak istediği budur bunca ağır bedelle bu seviyeye gelip imha ve inkara karşı varlığını ve onurunu kabül ettirip başarmış bir kürt özgürlük hareketini tamda başardığı yerden devlet-iktidar-sistem egemenlerinin kucağına teslim etme çabası gibi geldi bana yukardaki yorum ayrıca özgürlükçü anarşizmi savunan bizlerin eleştirdiği türk ulusalcılığı milliciliği,devletçiliği,vesayetç,liği,ırkçılığı,şövenizminin zehirlediği zihinden yukardaki yorumun farkı nedir sadece türk yerine kürt kelimesini değiştirsek aynı anlayış değilmidir?şu anki bdp ve egemen kürt özgürlük siyasetinin geldiği yerin çok gerisine düşen yorumları yapanların anlayışı tarihin çöplüğünde olduğunu zaten pratikte karşılığı olmaması ile görüyoruz.bu anlayışın kürt özgürlük hareketini kendi ulusal kimliğinin içine hapsederek hem kürtlerin hemde türklerin özgürleşebilmesinin ana dinamiğini işlevsizleştirmek isteyen sistemin efendilerinin projesi olduğunu anlamamak için kör olmak gerek

  9. anonim'e

    Bu adamların sözde özgürlükçü özde kemalist-ulusalcı olduğunu da bir tek sen anlamadın, özgürlükçülük iddiası bir ingiliz taklitçiliği ve avrupa maymunluğundan ibaret (hani saç uzatan, kafa sallayan rock müzik hayranları gibi) , maksat kemalizmin yeni biçilerde savunulması .

  10. Anonim

    Şerafettin Elçi daha dün ne demişti:
    2012-02-07 23:25

    “Dewlet PKK’yı diğer Kürt örgütlerine karşı kurdu”

    “Silahlı mücadele asla tasvip edilemez”

    “Ergenekon’un önde gelen sanıklarından Perinçek Öcalan’ın akıl hocası…”

    “Uğur Mumcu PKK-MİT izi üzerindeyken öldürüldü”

    Bugün Kürt yazar ve siyasetçi Kemal Burkay, görüş ve açıklamaları nedeniyle PKK’nın küfür, iftira, tehdit dolu bir linç kampanyasına hedef iken, ona destek olacağına, Kemal Burkay’ı PKK’yı eleştirdiği için devlet yanlısı olmakla suçlayan, dönüşünü bir devlet projesi gibi gösteren ve PKK’yı “kendi içindeki hain ve itirafçılardan başka kimseyi öldürmüyor” deyip aklamaya çalışan Şerafettin elçi, daha iki-üç yıl öncesi, milletvekili olmak için PKK’ye yamanmamışken bakın neler söylüyordu:

    SOHBET VAKTİM
    Türkiye”nin en tanınan Kürt siyasetçilerinden biri olan Şerafettin Elçi ile Gaziosman Paşa”daki bürosunda Türkiye”nin en önemli meselelerini masaya yatırdık.
    Yener Dönmez-Engin Kaşdaş

    PKK HANGİ ŞARTLARDA KURULDU?

    PKK”yı istihbarat örgütleri mi kurdu?

    Tabi bu mesele dünyanın her yerinde böyle. İstihbarat örgütleri her türlü yapılanmanın içine sızmaya çalışırlar bu doğaldır. Bunun Ergenekon iddianamesinde de ifadesine rastlıyoruz. Ergenekon”un sol örgütlerden sağ örgütlere kadar sızabildiklerini görüyoruz (…)

    SİLAHLI MÜCADELE ASLA TASVİP EDİLEMEZ

    Siz bu yolu nasıl buluyorsunuz?

    Bizim mücadelemiz, bir şiddetin, silahlı mücadelenin siyasi sorunların çözümünde araç olamayacağı üzerinde duruyoruz. Bize göre bu tamamen siyasi bir sorundu. Barışçıl yöntemlerle bu sorun çözülebilir. Şiddet sorunu çözmeye el vermediği gibi çözümsüzlüğe doğru da sürükler. Biz başından beri silahlı mücadelenin bu konuda ilerleme sağlayamayacağına ve Türkiye”nin geleceğine zarar vereceğini bu nedenle parti olarak şahıs olarak da bu konudaki tavrımı takındı. Silahlı mücadeleden uzak durdum ve bunu yürüten insanlarla aramıza mesafe koyduk. Parti programımızda da bunu açıkça belirtmişizdir.

    UĞUR MUMCU BU İZ ÜZERİNDEYKEN ÖLDÜRÜLDÜ

    PKK”nın kuruluşu ve varlığı nasıl değerlendirilmeli? Kimler kurdu PKK”yı? Bazıları Kürtlerin siyasi ve kültürel taleplerini fırsat bilerek PKK”yı kurdu mu demeliyiz?

    PKK”nın kuruluşunda kuşkular var. İddianamede çok açık bir şekilde var. Bunun dışında Avni Özgürel”in Radikal”de sözleri var. Daha önce Abdullah Öcalan”ı Ankara”daki MİT”in bürosunda kendisini gördüğünü ifade etti. Bunun dışında bugün Ergenekon”un en önde gelen sanıklarından olan Perinçek”in Öcalan”ın akıl hocası ve can dostu olduğuna dair çok açık deliller var. Öcalan”ın kendisi bizzat yakalanmadan önce dedi ki ‘biz kuruluşumuzdan itibaren devletle dirsek teması içindeyiz.” Biraz düşünen, iyi bir gözlemci olan insanların kanaati şu ki, devlet PKK”yı özellikle diğer Kürt hareketlerine karşı adeta kurdu. Uğur Mumcu”nun öldürülme nedeni de buna bağlanıyor. Çünkü Uğur Mumcu, ciddi bir biçimde iz üzerindeydi. PKK”nın MİT tarafından kurulduğuna dair. Öldürülmesi de bununla bağlantılı. Kesin delil olmadığı için bunu ispatlayamıyoruz ama bu artık bilinen bir şey.

    (Röportajın tamamı için bak:
    http://www.kadep.org.tr/genel_baskanimiz_serafettin_elci_ile_roportaj.htm(KADEP’in kendi sitesi).
    http://www.dengekurdistan.nu/details.aspx?an=454

  11. Anonim

    http://www.youtube.com/watch?v=–vDn7ECC0Q

  12. Anonim

    Hüseyin Çelik’ten ‘Sözcü’ye manşet dersi
    Ak Parti Genel Başkan Yardımcısı Çelik, Başbakan Erdoğan’ın ‘ırkçılık’ anlamında kullandığı ‘asabiyet’ kelimesini ‘asabiyet’ olarak değerlendirip hakaret eden Sözcü’yü cehaletle suçladı

    AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, Sözcü gazetesinin bugünkü manşetinden Başbakan Erdoğan’a “yanlış anladığı” bir kelime üzerinden hakaret etmesine sert tepki gösterdi.

    Başbakan Erdoğan’ın dün grup toplantısındaki konuşmasında asabiyetle şeytanlık mesleği arasında bir bağ kurduğunu hatırlatan Çelik, “Bugün bir gazetemiz manşet atmış, asabiyeti öfke olarak sinirlilik olarak değerlendiriyor. Asabiyeti hiç duymadı mı bu cahil adamlar. Asabiyet Arapça bir kelimedir. Baba tarafından akrabalara düşkünlük, kabileye düşkünlük, aşiretinize düşkünlük, milliyetinize düşkünlük ve onlar dışındakileri ötekileştirmedir. Başbakanın kullandığı asabiyet kelimesi ırkçılıktır. Bunu ayıramayan bir insan gazeteci olabilir hele bir gazete manşet yapabilir mi? Ben o manşeti gazetecilik adına talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Gazetecilik adına cehalet örneğidir.” dedi.

    ERDOĞAN NE DEMİŞTİ?

    Başbakan Erdoğan partisinin dünkü Grup Toplantısı’nda yaptığı konuşmada ırkçılığın asabiyet olduğunu belirterek,”Asabiyet şeytandandır. Irkını, kavmini, kafatasını övmek, onunla böbürlenmek; yaratılanı aşağılamak şeytandandır” demişti.

    Sözcü gazetesi de Erdoğan’ın bu sözlerini “Sinirlilik” anlamındaki “asabiyet” olarak yorumlayarak aşağıdaki manşeti atmıştı:

    http://www.timeturk.com/tr/2013/01/23/huseyin-celik-ten-sozcu-ye-manset-dersi.html

  13. Anonim

    Modaratör siteyi çok bozdu.bu kadar olmaz dedik.bu kadar bozmaz dedik.bozdu bozdu dahada bozdu.çok bozdu.acayip bozdu.

  14. Anonim

    Sayın Gün Zileli yarılma kitabınızda bahsettiğiniz Dağda aynı mağarada kaldığınız kişi Hüseyin Güzel değil, Güzeltepe köyünden Hüseyin Kaya dır. Ayıca Söke den görüştüğünüz de Halil Özmen dir. Her ikisinide kaybettik, ama sağlıklarında düzeltme önerilrimizi,”önemli değil” diyerek dikkate almadılar. Bilgi için şu an yazıyorum. Başarılar.

  15. Gün Zileli

    çok teşekkür ederim. Yeni baskıda düzelteceğim.

  16. Gün Zileli

    Hüseyin Kaya’yı sayfa numaralarından buldum da, Halil Özmen’in geçtiği yeri saptayamadım. Acaba sayfa numarası vermeniz mümkün mü? İletişim Yayınlarına bildireceğim de. Halil Özmen’in öldüğünü duymuştum, Hüseyin Kaya’yı da sizden öğrenmiş oldum. Her ikisi de değerli insanlardı. Toprakları bol olsun.

  17. O.Gürsel

    (Beyin Stokçusu’na… Bu “sohbeti” bu makalenin altında sürdürmek uygun olmadığı için buraya taşıdım…)

    Meramımı olabildiğince kısa yazma çabasıyla bazı “benzetmelerde” hata yapabilirim. Birincisi “sağır-uyduruyor” söylemi yerine daha uygun bir anlatım bulunabilirdi… Öncelikle özgürlükçüden özür dilerim. Önceki yorumda kitlelerin “kandırıldığını”, gerçeğe ulaşma güçlüklerinden söz etmiş, Anonim de buna karşı çıkmış, Özgürlükçü de orayı atlamıştı. Bunu kısaca yazmak istemiştim.
    Söylemde “hatalar” yaptığımızda, asıl tartışılması gerekli konudan uzaklaşarak ve meseleyi kişiselleştirerek yanıt yazmak sonuçta kimseye yarar getirmeyecek. Bu hataya ben de düştüm sanıyorum. Daha dikkatli olacağım… Amacımızın “üzüm yemek” olduğunu unutmamaya çalışacağım. Unutursam da en sert biçimde anımsatılacağından hiç kuşkum yok; buna sevinmeyi öğrenmeyi deneyeceğim.
    Kişilik bozukluğuna gelince; en azından kendimde de saptadığım “bozukluklar” vardır. Bazen kendi “doğrumdan” çok emin olarak, bana göre bir “saçmalama” ile karşılaştığımda sakin kalamıyorum. Söylemek istediğimin kasıtlı olarak yanlış anlaşılmak istenildiğini sandığımda… “Sol-sosyalist” insanlardan “haksız-acımasız” olduğunu düşündüğüm eleştirilere karşı kırılganım… Belki bir başkası da bu “kırılganlığı” öfke, hakaret, tehdit ile dengeliyor… “Kimse mükemmel değil!” Bunlar “egosal”, pek sağlıklı olmayan tepkiler…
    Ve egoya gelelim. Ego kötü bir şey… Bu “hasta ” yanımızı öldürmek mümkün değil; ancak öldüğümüzde o da ölecek… Din’ler, gelenekler erkek ego’yu besliyor. O kadar kadın cinayeti neden ki? İnsani olarak kendini geliştirme, doğa-toplum-öteki-kendi ile sorunlarını çözememiş, kendini değersiz hisseden “zavallı” yaratık, o “yüce varlık” karşısında ona inanarak, hak etmediği değeri “ondan” alarak ego’sunu kandırıyor-güçlendiriyor. İnananlar için, kadınlar, inanmayanlar, köleler, cariyeler, “gavurlar” değersizleştirilerek ego tatmin edilir; ölüm korkusu ki, bu daha çok egoya ait bir korkudur; inanmanın, itaat-ibadet etmenin karşılığında sonsuz yaşam-cennet vaadi ile ego yatıştırılır. Cennet vaadleri ne kadar da dürtüseldir; bunlar ego için çok değerlidirler… Kapitalizm-bireycilik ise baştan sona ego’nun hükmünde… Bu yüzden din-erkeklik ile ne kadar da uyumlular!
    Köpek mevzusu… Hepimiz bazı önyargılar içeren, arkasında barındırdığı acımasızlığı, aşağılamayı paylaşmasak da söyleyiverdiğimiz basmakalıp cümleler vardır. “Köpek gibi” deyimi bence tam olarak buna girmez. Burada köpek aşağılanmamaktadır. Her canlı türünün kendine has bir karakteri vardır; bu anlamda belki biz insanlar da “karaktersiz” olarak en berbat bir tür de olabiliriz. Buna itiraz etmem. Ama bu “karaktersiz” tür, köpeğin doğal bir zorunlulukla, zeka-yetenek-evrim olarak, “ilişkilerde” gösterdiği davranışlara özeniyorsa sonuçta bu toplumsal hayatta her zaman sorun yaratır. Özenilecek şey değil! Kim bilir hangi ilişkilerin, zorunlulukların, çaresizliklerin, korkuların sürüklediği bir hal’dir! Şu denilebilir; insan da bir “köpek” gibi bazı değerlere, ilkelere sadakat göstermelidir… Evet; ama sorun hangi “değerler, ilkeler”… İnsan olmanın güçlükleri burada ortaya çıkıyor; bu “sadakat” köpek için hoş görülebilirken, insan zekasından beklentimiz gereği, değişen hayat ve edinilen yeni deneyim-bilgiler ışığında “biz” insandan bu “sadakatini” değiştirmesini bekliyoruz; dinsel inanışlar, Marksizm-Leninizm, metafizik inanışlar, “Yüce Stalin” vs.
    Ben yalnızca “Kürt” sorunu ile ilgili açıklamalar yaptım. Diğer ezilen azınlıklar konusuna girmedim. Toptancı davrandınız. Milliyetçilik her şekilde eleştirilmesi zorunlu bir “hastalıktır.” Bir avuç Türk dışında kalanların “elimine edilme” mevzuunda, bu “elimine” edilecek kitlenin Alman, Yahudi, Siyah, Arap olması tiksintimi zerre kadar azaltıp, çoğaltmazdı. Hangi “yüce-kutsal” ideallerin katliam planları hoş görü ile karşılanabilir? Hatta nasıl oluyor da bu siteyi-bu yazıyı okuyan her insan, Kürt, Türk fark etmez; yine de bir “vakar” içinde, en azından “sen ne yazdığının farkında mısın” diye sorması gerekmez miydi? Diyelim, benim de içimde Türk Milliyetçiliğine -her tür milliyetçiliğin taşıdığı- ait “pisliklerden-zehirden”, az ya da çok var… Bir şekilde bu “gerçek” ortaya çıktığında, “bilinç altı” faaliyetlerimle yüzleşirim… Çaba harcarım. Her insanın ana dille ilgili tüm hakları, etnik olarak (Türk müyüm, bilmiyorum!) benim sahip olduğum (ve sahip olamadığım) tüm hakların da bir Kürt bebeğinin da hakkı olduğuna inanarak, her tür milliyetçiliğin olduğu gibi Kürt Milliyetçiliğinin de “hepimizi felakete sürükleyecek” bir fanatizm olduğuna inanıyorum… Kaldı ki örneğin Kürt diline, sanatına pozitif ayırımcılık yapılmasını da doğru bulurum! Cinayetler işleyerek yürütülen siyasi faaliyetlerin “insanlığa” yarar getireceğini inanmıyorum. En iyi örnek Stalin ve Mao’dur. Ne oldu peki? Örneğin bugün Kürdistan kurulsa (ki buna Kürt halkı karar verecektir; başkalarını ilgilendirmez!) siyasal yapı nasıl olur? Totalitarizm’den kaçınmak mümkün mü? Elbette bunun yine de en büyük suçu Kürt Halkını bu denli “sert” bir mücadeleye zorunlu kılan son 90 yıllık TC politikalarıdır.
    Hoşçakalın…

  18. özgürlükçü

    şimdi daha iyi anlaşıldı.o.gürsel hakkındaki bütün eleştirilerimi geri almam gerektiği gibi sekter bir üsluptaki yorumlarım içinde özür dilerim.’elimine edilme’eleştirine her türden millicilik milliyetçiliğe ilişkin bütün görüşlerine katılıyorum.hepimiz eski ezberin zihnimizde bıraktığı tortuları taşıyor olabiliriz umarım gezi özgürlükçü toplumsal devrimci gençliği bizide zihnimizide bedenimizide çevremizide hayatımızıda özgürleştirir

  19. Gün Zileli

    Özgürlükçü’nün iyi ruhuna, sezgisel de olsa, her zaman güvenmişimdir.

  20. Anonim

    o zaman ben de buradan yanıt vermeye devam ediyorum;

    http://team-aow.discuforum.info/t2143-Muzaffer-Turkler-ve-Maglup-Dersimliler.htm

    http://www.dersimsite.org/sabihagokcen.html

  21. O.Gürsel

    “Putlar”… Mülkiyet ve Devlet’in hem kahramanları
    hem günah keçileri ? Dönemsel ihtiyaçlara göre değişir!

    Dersim katliamı… Kadın, çoluk, çocuk… Kimyasal silahlar da kullanılarak hem de… Bir an için ABD’li askerlerin bir Vietnam köyüne napalmlarla yaptıkları katliam görüntülerini anımsayalım… Aynı şey! Yüreğimiz acı ve öfke ile dolu; örneğin dramatik bir sahne; dumanlar içinde kalmış bir kadının ve çocuğunun boğulma sürecinde birlikte acı çekmesi; gaza bağlı, ölüme giderken, birbirlerine son bakışları… göz yaşlarımız akabilir..
    Sorumlular… Atatürk de dahil mi? Neden olmasın; O, o zamanlar Cumhurbaşkanı. Sıradan bir Cumhurbaşkanı değil; onun bilgisi, izni dışında bu işler mümkün mü? Akla uygun değil… Ama o zamanlar Almanya’da, Stalin Rusya’sında neler oluyor muydu? Tamam; bu tarihsel koşullar katliam mantığını açıklayabilir ama yine de olan bitenin bir insanlık suçu olduğunu değiştirmez!
    Olduğu ve olacağı da hep bu; iktidar, devlet, “nizam” anlayışı adına, binlerce yıldır yüzlerce, belki de binlerce katliam uygulandı… Son zamanlarda tartışılan Y. Sultan Selim katliamı… O yapmasaydı Şah İsmail yapacaktı! İşin içinden çıkılır gibi değil; herkesin kendi katliamcısı kahraman; güzel insan; tapılası bir “put!” Filistin köylerinde katliam yapan İsrail başbakanlarının “haklı” gerekçeleri neler olabilir!
    Dersim olayı da onlardan bir örnek… Bu “devlet-mülk” düzeni ile koşullanmış zihniyet en baştan reddedilmediği için de çok insana Dersim katliamı o denli “insanlık dışı” gelmiyor olmalı; Savunma belli! “Her zaman oldu; herkes yapıyor!” ” Hitler, Stalin de yapıyordu. Ermeniler de Türkleri ‘kıtır, kıtır kesiyorlardı ama! Stalin de muhaliflerini “Alman casusu Troçkistler” olarak kurşuna diziyordu. -Bu arada Almanya ile barış anlaşması görüşmelerini de yapıyordu.- Herkesin katliam için “makul” açıklamaları vardı!
    Sonuçta bir ideolojinin “tesisi” adına “putlar” yaratılmış; ve bu “putların” yaptığı insanlık suçları da “put’u” koruma adına tabulaştırılmış!
    Yine de bu “putlarla” çok uğraşmanın yararı yok! Çünkü gerçek suçlu yine de bu “put’lar” değil… Özel mülkiyet ve Devlet düzeni! Bu düzeni savunmak, korumak adına kim orada olursa olsun “tarihin” ender rastlanacak çok şanslı bir insanı değilse öyle ya da böyle bir katliamın suç ortağı olacaktır… (Örneğin T. Erdoğan’ın dolaylı da olsa Suriye’deki katliamlarda sorumluluğu var mı; yangına benzin dökmek gibi; daha uzlaştırmacı pozisyonları zorlamak yerine…)
    Şu gerçek; hiç bir insandan put olmaz!
    Sorun zaten put’laştırılacakların put olma arzusundan kaynaklanmıyor; put “gölgesine” sığınıp, “pis işlerine” orada meşruiyet kazandırmak isteyenlerin cazgırlığı-ideolojilerine ait bir durum…

  22. Anonim

    O zaman soru şu: Niye sadece Türkiye’deki put hala sapasağlam ayakta ve belki bir iki istisna dışında dünyanın hemen hemen hiçbir ülkesinde bu durum devam etmiyor? Bunun nedeni dünya kapitalist sistemi veya sınıflı toplum ve emek sömürüsünden çok Türkiye’nin ve Türk toplumunun tarihte ve günümüzdeki özel durumuyla açıklanabilir.
    Öte yandan diğer putların hiçbiri bu kadar putlaştırılmamıştır. Hitler kendine Ataalman mı demiştir? Ya da Mussolini, Stalin veya bugün ayakta olan Kim İl Sung ve Humeyni? Muhammed bile hiç olmazsa kendini peygamber ilan etmiş. Bu adam kendini tanrı ilan etmiş. (“Olmasaydın olmazdık” ve ona karşı verilen “Olmasaydın da olurduk” ilanına suç duyurusuna varan tepki ve linç)

  23. O.Gürsel

    Doğruyu teslim etmek gerekirse belki de en “iyi”, en derin merhametli, en “büyük” insanlar insanlığın çektiği acı karşısında bir yolunu bulup kendini öldürtenler… Deniz, Mahir… İbrahim… Filistin’de kendini öldürten Amerika’lı kadın, Narodnikler… Hem çok, hem de az’lar!
    Biz hala yaşayanlar, hatta 30’u geçenler (ben elli’yi geçtim) yeterince “iyi” insanlar, bir “devrimci”, “hümanist”, “anarşist”, “isyancı” olsaydık bunları yazamazdık; gençliğimde bir kaç kez denemiştim ama kısmet olmadı! Bu gerçeklik üzerinde yazdığımı biliyorum…
    Anonim; ne yapalım? Maymundan buraya kadar gelebildik; gelemeyenler de çok fazla… Bu “kabul” üzerine derin, derin nefes alarak düşünmek, düşünmek; şimdilik, ama şimdilik, “bir tuğla daha nasıl sökebilirim” üzerinden yol almak zorundayız… Hep konuştuğumuz Bolşevik Devrimi’ne dönelim… Karanlıkta Fısıldaşmaları okuyabilirsen görürsün; insan denilen yaratığın kötülük potansiyeli çok fazla!
    Belki de M. Kemal “put’u” bu kötülük potansiyelini dönemin adamlarına göre fazla derinleştirmemiş; belki de hala Stalinseverlerin de sığındığı o “iyi niyetli-idealist” devrimci olarak görülüyor. “Maymunlar” dünyası ve bir insani tarihsel gerçeklik içinde yazışmak, düşünmek zorundayız. Açlıktan inlerken bize bir dilim ekmek verenin analizi hiç bir zaman gerçekçi olamaz! Put’lar, böylece put oluyor belki.
    1. Dünya savaşının yıkımı, darmadağın bir ülke… “Giden, gelmiyor; acep ne iştir!”…. Bu koşullarda “bir dilim ekmek” veren adam!
    Herşey bir tarafa… İstese “sultan” olur muydu? Tayyip’in hayalleri ile karşılaştır…
    O, laikliği ve “uyduruk” da olsa bir parlemanterizmi seçti… Aklı, hayali, kapasitesi, “nesnel koşullar” … Ama Türk Milliyetçiliği adına işlediği cinayetler!… Katliamlar… Evet! Kahretsin!
    Son elli yıla bakalım! T. Erdoğan bile bu ülkede bu kadar güç sahibi olabilmişse… 100 yıl sonra bile bizim layığımız da olduğuna göre! Bu adamı bile nerdeyse putlaştıracak yığınlar önümüzde böylece bizi “tükürükleriyle boğacak” kadar çoksa….
    Geçmişi önümüzü aydınlatacak bir bakış açısıyla çözümlemeliyiz… Ne önümüzü karartacak, ne de mezarların üstünde tepinerek yol alamayız… Yineleyeceğim; Maymun’dan buraya kadar gelebildik… Daha yolumuz var…

  24. Anonim

    Bir Dokun, Bin ‘Ahh’ Dinle, ‘Kâse-i Fağfûr’dan..

    Selahaddin E. Çakırgil

    1- Bu da, bir ırkçılık ve kavmiyetçilik taassubu değil mi?

    Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, T.C. rejiminin en tepe noktasındaki isim olarak ve diğer sorumlular da ondan geri kalmıyacak şekilde, Irak’daki son karışıklıklar üzerine, özellikle türkmenlerin yalnız bırakılmayacaklarına ve onların yardımına koşulacağına dair sözler söylüyorlar.

    Kaldı ki, bu sözlerin hele de diplomatik açıdan kolayca yerine getirilemiyeceği anlaşılmalıdır. Osmanlı’nın çöküşünden sonra ingilizlerin ve daha sonra da emperyalist güç odaklarının kuklalarının eline geçen Irak ülkesi, kendi iç siyasetine uygun olmayan her durum karşısında komşularına, ‘İçişlerimize karışma!.’ ikazını yapmaktaydı. Bu durum yine tekrarlanabilir.

    Hatırlayalım ki, geçmiş 80 yıl boyunca hatırlanmayan türkmenler, Saddam’ın 35 yıllık Baasçı diktatörlük sisteminin yıkılması, iç düzen ve otoritenin bozulmasından sonra, âdetâ, ‘selden kütük kapmak’ hevesi sergilenircesine, hatırlanmış ve sayıları hattâ 3,5 milyon olarak bile telaffuz edilmeye başlanmıştı, bazı türkçü kişi ve çevrelerce..

    Irak türkmenleri ise, ‘Bizi 80 yıl hatırlamamışken, bu aşkınız nereden depreşti böyle?’ diye hayret etmekten kendilerini alamadılar.

    Açıktır ki, bu yaklaşım, ‘Bütün müslümanlar kardeştir!’ dedikten sonra, ‘türk / türkmen olanlar daha bir kardeştir..’ mânâsı içermesi açısından, ancak, ‘Başka etnik kökenliler de kendi kavimlerine sahib çıksınlar!’ demek gibi bir kavmiyetçi fitne ateşinin alevlenmesine hizmet eder. Ki, bu fitne ateşi, müslüman toplumların hele son 150 yıldır maruz kaldığı en büyük bulaşıcı hastalık ve başkalarının da arabcılık, kürdçülük, farsçılık vs. yapmasına bir çağrı mahiyetindedir.

    Başkalarının yanlış yapması, mukabil yanlışlar yapılmasını gerektirmez ve meşrû’ kılmaz.

    İslam’a cihanşumûl bir ideal insaniyet projesi olarak bağlı olanlar, herhangi bir etnik ayırım yapmadan, bütün müslüman ve mustez’afları içine alan bir cihanşumûl insanî- İslamî anlayışın bayrakdarlığını yapmak zorundadır.

    Aksi halde, ‘Bu ne perhiz, bu ne turşu..’ dedirttirecek bir duruma düşülür.

    Hele de kendi ülkenizde de değişik etnik unsurlardan bir halk yaşıyorsa, siz sadece türkmenler sözkonusu olunca, onlar üzerine daha bir titrerseniz; birileri de sizin iç bünyenizdeki kavmî-etnik farklılıkları kaşımaya-kanatmaya yeniden kalkışmak için eline bir fırsat ve dayanak elde etmiş olur.

    Bu bakımdan, Tayyîb Erdoğan’ın, ‘türk, kürd, arab, laz, çerkez, gürcü, boşnak, arnavud, pomak, tatar, roman, abaza vs..’ etnik unsurlardan oluşan bir sosyolojik üniteyi, ‘aynı inanç potasında kaynaşmış tek bir millet..’ olarak anladığını anlatmaya çalışmasına rağmen, bizzat bazı Bakan’ların bile ‘millet’ terimini, etnik mânâda bir sosyolojik kavram olarak anladıklarını gösterecek şekilde, alışkanlıklarını terketmemeleri, hattâ bir takım ‘bakan’ların ve diğer üst kademe devlet ricalinin, ‘millet’ terimini tek bir kavim için ve yüceltici bir vurgulamayla kullanmaları esef edilecek bir durumdur.

    *

    -18 Haziran günü, TRT Gen. Md. İbrahim Şahin, Belçika’dan Türkiye’ye gelen bir medya grubuna, TRT’nin çalışmaları hakkında bilgi verirken özetle şöyle diyordu: ‘Biz Türkiye’de kürdlere hitabeden bir (TRT-6 /şeş)’i kurduk.

    Belçika da türkçe yayın yapan radyo-tv. kanalları oluşturmalıdır..’

    Şaşırtıcı bir mukayese idi.

    Belçika’da veya diğer ülkelerde daha çok da göçmen işçi statüsünde yaşayan Türkiye kökenli insanlar ile, Anadolu’nun en yerli insanlarının kavmi olan ve müslüman halklarının en başında gelen kürdler arasında bir kıyaslama ve benzerlik kurulması ne kadar mantıklıdır, Allah aşkına?

    Belçika’daki Anadolu kökenlilerle, Türkiye’deki kürdleri ve asırlardır iç içe birlikte ve sulh içinde yaşayan etnik kökenleri farklı diğer müslümanları, Belçika’daki Anadolu kökenli ve azlık göçmen unsurlarla kıyaslamak, evet, ne kadar sağlıklıdır?

    Bu gibi yaklaşımlar ilk planda, ‘maksadı ve mânâsı açıktır, önemli üzerinde durulmamalı..’ diye geçiştirilebilir, ama, hele de genç nesillerin duygu ve düşüncelerinde, ‘dışlandıkları, aşağılandıkları ve ikinci sınıf vatandaş gibi telakki edildikleri, kendilerine haklarının verilmesi yerine lûtfedildiği şeklinde yaklaşıldığı’ gibi olumsuz ve zehirli etkileri olan yıpratıcı izler bırakacağı unutulmamalıdır.

    Birilerinden evlerinin önünü süpürmelerini istememiz için, önce kendi evimizin önünü süpürmemiz gerekir.

    *

    2- Yüksek etki meydana getirmek için, büyük laflar mı etmeli?

    Kadîm dostumuz Ali Bulaç, 19 Haziran tarihli yazısında, ‘Eskiden değer verdiğim insanlar vardı, bakıyorum iktidar sarhoşluğu vicdanlarını karartmış, her fırsatta beni dillerine doluyorlar. Onlarla kaybedecek vaktim yok. Sadece Allah onları ıslah etsin, diyorum.’ diyordu. Bulaç’ın dediğine göre, ’İktidara toz kondurmayanlar her eleştiriyi yıkıcı saldırı kabul ediyorlar’ ve kendisinin ele aldığı ’Konunun özüne değinmeden a) Sen zaten şöyle böyle adamsın, b) Bizi kıskanıyorsun, c) Filan taraftasın, d) İyi niyetli değilsin, kast-ı mahsusan var, e) Geçmişte ne yaptığını biliyoruz, önce oradan haber ver, f) Sen şu grupta yazıyorsun, g) Bundan kaç sene önce neler neler yazmıştın vs. diye konuyla ilgisi olmayan bir dizi gerekçe’ üretiyorlar, eleştiriye somut cevap vermeyip, tartışmaya, analiz etmeye yanaşmıyorlarmış..

    Bulaç’a göre, kendisinin yaptığı eleştirilere bu gibi konu dışı saldırılarla karşılık veren ’tempocu yazarlar’, gerçekte,’AK Parti iktidarına, bu partinin hakikaten her biri değerli siyasetçilerine en büyük zararı veriyorlar’mış.. (Şahsen, -AK Parti’dekilerin- herbirisinin değerli siyasetçiler olduklarını düşünmediğim için, altını çizdim, bu ifadenin..) Nitekim, Bulaç 15 Haziran günü bir gazeteye verdiği mülâkatta, bu değerlendirmesinin tersini söylüyor ve birileri için, ’Sistemli bir biçimde AK Parti’ye sızdılar. Partinin dış politikasını ele geçirdiler. Tıpkı Enver Paşa gibi, yeni bir Osmanlı İmparatorluğu kurmanın şehvetine kapıldılar.’ diyor ve bu siyasetçilerin içinde Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu’nu da sayıyor ve onun ‘2012 yılının başında Kayseri’de yaptığı’nı iddia ettiği bir konuşma metninden söz ediyor ve Davudoğlu’nun söylemiş olabileceği “1911 öncesi sınırlara döneceğiz..’ şeklindeki bir sözüne sanırım yapılmış olan bazı eklemeleri aktarıyordu.

    Bulaç’a göre, Tayyîb Erdoğan, -o eleştirdiği ve herbirisinin çok değerli olduğunu belirttiği- birileri tarafından, ’Sen, İslam âleminin lideri olacaksın. Balkanlardan Kafkaslara, Orta Afrika’ya kadar yeniden Osmanlı’yı kuruyoruz. Ya Allah!” diye ikna’ edilmiş.. Halbuki, ’Özal, “21. asır, Türk asrı olacak. Biz, Osmanlı bakıyesiyiz” diye, Türkiye’nin başına bir belâ’ açmış.. Bu değerlendirmelerin lehinde veya aleyhinde de bir takım görüşler elbette dile getirilebilir.

    Bulaç değerlendirmelerinde, elbette kimseden icâzet alacak değildir, almamalıdır, ama, birilerinin de kendisini eleştirirken, aynı durumda olduklarını düşünmesi gerekir. Ama, onun bu eleştirilerden çok rahatsız olduğu anlaşılıyor.

    Çünkü, bir tarafa saplantı halinde bir tarafgirlikle bağlananların, kendilerinin beklemedikleri bir yazıyla, görüşle karşılaştıklarında, -maalesef, eleştiri anlayışımız ve kültürümüz çok gelişmediği için- acımasız ve hattâ bazan hakarete varan ifadelerle saldırıya geçtiklerini bu satırların sahibi de yakînen biliyor. Sizden beklendiği gibi bir yazı göremiyenler, hele de tarafdar olduklarına biraz serzeniş, biraz eleştiri getirdiniz mi, ’Siz kim oluyorsunuz, koskoca âlime, koskoca filan makam sahibine laf etmeye?’ diye başlıyorlar hakarete.. Hattâ, ulûfe’nin, yem’in az veya fazla geldiğinden bile bahsetmeye varıncaya kadar.. Konulara sadece bu pencereden bakanlara, ’Sizin eleştirileriniz veya hakaretlerinizin sebibi hangisi?’ diye sorulsa, kalakalırlar..

    Halbuki, müslüman isek, müslümanlık temelinde birleşiyorsak, yanlışlarımızı, adam gibi, müslümanca dile getirmeli değil miyiz?

    Ancak, bu eski dostumuz, 15 Haziran günü, bir gazeteye verdiği mülâkatta, AK Parti’yi eleştirirken ilginç ve sanıyorum, sağlıksız kıyaslamalarda bulunmuş; o değerlendirmelerindeki mantıkî bağı yakalamakta zorlandım, bağışlasın..

    Diyor ki, ’Çanakkale Savaşı’nda 50 bin İslamcı öldü. Medresedeki kitaplarını bırakıp, cephede şehit oldular. Stok bitti.

    AK Parti de Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket. Entelektüellerin hepsini devletleştirdi. Zihinlerini uyuşturdu. Bunlar Ebu Hanife çizgisinde, sivil olarak mücadelelerine devam etmeleri gerekirken, devletin ideolojisini üreterek post-kemalizm’i var ettiler.’

    *

    Bir kimse elbette AK Parti’yi de eleştirebilir, Tayyîb Erdoğan’ı da..

    Erdoğan, yanına yaklaşılmaz, eleştirilemez ve de bağlılarına, ’Ben Peygamberle, büyük zatlarla konuştum, rüyada şunu gördüm, bunu gördüm.. Bana şöyle bildirildi..’ deyince, kimsenin itiraz edemediği ve eleştirildiği ya da istediği şekilde davranılmadığı zaman, kuraklık, soğukluk, vs., gibi semavî ve arzî musibetlerin geleceği tehdidiyle kitlelerin ruhunu uyuşturan bir çağdaş Hassan Sabah değil ki..

    Ancaak, Bulaç’ın AK Parti için, ‘Çanakkale Savaşı’ndan sonra başımıza gelen en büyük felaket..’ şeklindeki kıyaslaması çok ölçüsüz değil mi? Eğer, iddia edildiği üzere, Bulaç’ın ‘İslamcı’ dediği müslüman kadrolar stoku bittiyse, bu bitişi, Çanakkale Savaşı’nda değil, 1923 sonrasında tezgahlanan korkunç kültürel ve insanî kıyımda aramak lâzımdır. Kaldı ki, 1930’ların zorbaları bugün uyansalar, gördükleri tablodan dolayı kahrolurlardı.

    Bulaç bunları bilmeyen birisi değilken, sözünün tesirinin daha etkili olmasını istercesine, ‘Çanakkale Savaşı’nda yaşanan felaketle, AK Parti’nin bu ülkeye getirdiği felaketi’ (!) kıyaslaması ve hattâ ondan da büyük görmesi, -bağışlasın-, eleştirmeye bile gelmiyecek kadar talihsiz bir değerlendirme olsa gerek..

    Bulaç’ın, inançlarına göre bir dünya kurmak idealini benimseyen müslümanlardan Ebu Hanife gibi olmalarını istemesinin mahiyeti izahsız bırakıldığı için çok yönlü yorumlamalara müsaid.. Bu yüzden geçelim; ama, Bulaç’ın post-kemalist bir devlet ideolojisi’nin kurulmasından yakınıyor gözükmesini anlamak zor..

    Evet, TC.’nin bugün kısmen, post-kemalist bir çizgi üzerinde bulunduğundan sözedilebilir. Post-kemalizm, kemalizm sonrası demek.. Anayasasıyla, temel kurumlarıyla, kanunsuz tahakkümleriyle, laik-sosyetik ve uluslararası mahalle baskılarıyla kemalizm, henüz de ensemizde boza pişiriyor..

    Bu günkü uygulamayla ise, bütünüyle bertaraf edilememiş olsa bile, -birkaç sene öncesine kadar tasavvur ve tahmin bile edilemiyecek nice alanlarda, kemalizmin bazı katılıkları törpülenmeye çalışılıyor.

    Müslüman halkın, kemalist-laik rejim tarafından ezilmesine az da olsa bir frenleme getirilmişse ve bu durum, bugünkü ıslahatçı metod içinde geliştirilebilmişse, eleştirilecek nesi vardır? Herhalde, müslüman halkın son 100 yıla yakın zamandır olduğu gibi ezilmesi isteniyor değil..

    *

    3- Karabekir hakkında söylenen çok ölçüsüz değil mi?

    BDP Muş m.vekili iken, 1 Haziran günü tekrarlanan Ağrı Belediye Başkanlığı’nı kazanan Sırrı Sakık, mazbatasını alır almaz, verdiği ilk beyanlarından birinde, Kâzım Karabekir isminin de caddelerden kaldırılacağını açıkladı. Bu konu üzerine aldığı eleştiriler üzerine ise, 5 Haziran günü, CNN Türk’te, resmî tarihte söylenenlere itibar etmediğini söyleyerek, ’Onların anlattığı tarih beni ilgilendirmiyor. Ben gerçek tarihin ne olduğunu, ne söylediğimi bilen birisiyim.. Benim asıl amacım, militarizmi çağrıştıracak caddelere verilen adları kaldırmak lâzım..’ diyor ve ‘1915’lerdeki o tehcir olaylarında (Karabekir’in) neler yaptığını hepimiz biliyoruz. Bakın Mustafa Kemal’in bile kendisiyle ilgili, “Sizler Ermeni olaylarında alçaklık yaptınız!” dediğini ileri sürüyor ve ‘Ağrı halkı bu konuda karar verirse, buna mecbur da değil, mahkûm da değil.. Hiç kimsenin getirilen bir ismi orada tutmaya hakkı yok. Hiç kimsenin dayatmaya hakkı hukuku yoktur..’ diyordu.

    Açıktır ki, birçok şehirde olduğu gibi, Ağrı’da da mutlaka M. Kemal’in isim ve sıfatlarının muhtelif versiyonlarına göre birçok caddeye verilmiş isimler vardır; ‘Atatürk, Gazi, Mustafa Kemal Paşa’ gibi isimlerini taşıyan caddeler..

    Kişilerin isimleri bir takım yerlere niçin verilir?

    Bazı kişilerin hizmetlerinin unutulmaması ve örnek alınması, sahib olduğu değerlerin paylaşılması ümidiyle..

    Ama, kemalist rejim, sadece bazı isimleri dayattı, hattâ bazı hainleri bile kahraman gibi kabul ettirdi..

    Bizzat M. Kemal’inkiler bile dayatmayladır, zorlamayladır ve birileri teklif edince, karşı çıkılması imkansız gibi bir şeydir.

    Ama, Kâzım Karabekir’in ismi?

    O Karabekir ki, Anadolu’nun hele de doğusunda 50 yıl öncelere kadar, 1920’lerin ileri gelen komutanları arasında bir seçim yapılsa, ‘Şarq / Doğu Cebhesi Komutanı’ olarak, halkın birinci derecede baştâcı edeceği bir isimdi.

    Ama, 1923’de, Ankara’da yeni bir sultanlık kurulurken, M. Kemal’e karşı çıktığı için, İzmir Suikasdi’yle idâm talebiyle yargılanmış ve sonra da M. Kemal’in ölümüne kadar 13 seneye yakın bir süre, ağır baskılar ve yoksulluk şartları içinde gözhapsinde tutulmuş ve tarihin yeni baştan değerlendirilmesine yol açabilecek tarihî belgeleri evinden zorla alınıp, müsadere edilmiş bir isimdi.

    Eğer Sakık’ın dediği gibi, M. Kemal’in Karabekir hakkında ağır bir suçlama cümlesi varsa, o, artık Karabekir’i ve karşısında başeğmeyen diğer bütün paşaları bertaraf ettikten sonra yaptığı NUTUK isimli hitabesinde dile getirmiş olabilir.

    Evet, Karabekir de nihayetinde, tıpkı M. Kemal gibi, bir İttihadçı zâbit idi. 600 küsur yıllık Osmanlı’nın kabrini kazan İttihad-Terakkî Cemiyeti’nin ideolojisinden mutlaka şu veya bu derecede etkilenmişti.

    Ama, M. Kemal ve Fethî (Okyar) Bey, hristiyan dünyanın saldırılarından korunabilmek için halkı hristiyanlaştırmaktan başka yol olmadığını tartışırken, Karabekir Paşa, onlara karşı çıkan en etkili isimlerden birisiydi.

    Osmanlı çökerken, özellikle de hristiyan ermenilerle müslümanların asırlarca birlikte, içiçe yaşadıkları Şarq’da, Doğu Anadolu’da, Daşnak, Hinçak gibi ermenici milis güçleriyle müslüman halk kesimleri arasında meydana gelen muqatele / karşılıklı öldürüşme faciası sırasında, Erzincan, Erzurum, Kars, Iğdır ve Artvin’i kurtarmış ve ermeni milislerini taa Baku’ya kadar kovalayan askerî harekâtın planlarını çizen kumandandır.

    O boğuşmalar sırasında müslüman halktan onbinlerce masûm öldüğü gibi, ermeni halktan da birçokları elbette ölmüş olabilir. Ama, Karabekir o zaman, özellikle sahibsiz, ana-babasız kalan ermeni çocuklarından binlercesini bölgenin müslüman ailelerine veren ve onların korunmasını da bir baba hassasiyetiyle sağlıyan bir kumandandı. Nitekim, o, savaş alanlarında sivil insanları kurtarabilmesinin, savaştaki kazandığı zaferlerden daha zevkli bir iş olduğunu yazmış bir yürek sahibidir.

    Şimdi, kanunla korunanların gölgesine sığınarak, Karabekir’e vurmak birilerine yakışabilirdi, belki, ama, müslüman kürd halkının kadirşinaslığına aykırı bir tavırdır Sakık’ın sözleri..

    *

    Ama, Sakık herhalde kadirşinas Ağrı’lılardan da tepki almış olmalı ki,

    sözlerinin çarpıtıldığını iddia etti, Nitekim, aynı Sakık, Karabekir hakkında bir de övücü sözler söylüyor ve bu kez de, ‘Kâzım Karabekir, kemalist rejimin Şeyh Said İsyanı’ndaki kıyıma karşı çıkmış önemli bir isim. Benim sözlerim yanlış anlaşıldı.” diyordu, 11 Haziran günü..

    Sakık, tartışmanın şöyle diyordu:

    “Ben, miting meydanında Ağrı’da 1930’da yapılan askerî anıtın kaldırılması gerektiğini söyledim. Tıpkı Mustafa Muğlalı ismi gibi… Bunun üzerine bir gazeteci ‘Mareşal Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir isimleri caddelere verilmiş, onları da kaldıracak mısınız?’ diye sorunca; ‘Militarizmi hatırlatan şeyleri halkımızla konuşup değerlendireceğiz’ dedim. Doğrusu yetkimiz var mı yok mu, onu da bilmiyorum. Ardından ısrar gelince, Mustafa Kemal’in Ermeni meselesiyle ilgili Karabekir hakkında söylediklerini hatırlattım. Hiç istemediğim bir tartışmaya sürüklendim.”

    Sakık gibi tecrübeli bir siyasetçinin, hiç değilse bundan sonra böyle kıvırma ihtiyaçları duymaması dileğiyle..

    *

    Ve, ‘90 yıldır, Atatürk tapıcılığına son veremedik..’ diyen bir ses..

    Cannes’da, Altın Palmiye ödülünü kazanan Nuri Bilge Ceylan imzalı ‘Kış Uykusu’ filminde ‘türk aydını’ kibrinin arkasına saklanan Aydın isimli bir tipi canlandıran Hâluk Bilginer, 15 Haz. 2014 tarihli Hürr’de şöyle diyordu, özetle:

    *Siz de‚ ’aydın’da kendinizden bir parça buldunuz mu?

    – Kendimden olmasa da yakınlarımdan, tanıdığım insanlardan çok buldum.

    *Özellikle ’aydın’ın imam’la olan ilişkisi çok ilginç.. Arkada ister istemez böyle bir Türkiye, böyle bir siyasi ve sosyal fon..

    – Türkiye’de ve benzeri ülkelerde yaşayan aydınların ortak sorunudur zaten bu. Çünkü aradaki mesafe çok açıktır. (…)

    *Fransız seyircisi ‘Kış Uykusu’nu başka duygularla mı izlemiştir?

    Filmdeki ’aydın’ da masum. Sürekli bir şeyler yapma isteği içinde ama onu engelleyen o kadar çok şey var ki. Aydın yetersiz. Geri kalmış ülkenin aydını niye ileri gitmiş olsun ki? Aydın’ın da yeteneği o kadar. Aydın kötü bir oyuncu. “Ben 25 yıldır tiyatro yaptım” diyor, ama yalan-dolan. Bunun yalan olduğunu kendi de biliyor. Aydın’ın oyunculuğu da yetmemiş, kültürü, birikimi de yetmemiş bazı şeyleri yapmaya. Karısıyla ilişkisine de yetmemiş. Gözünün önünde sıkıntıdan patlayan, bunalan genç bir kadın. Aydın’ın kadının yaptığı yardım faaliyetleriyle tek ilgilendiği an, onu methettikleri mektup. Aydın, 45 derecelik bir açıyla bakıyor dünyaya.

    *Filmden çıktıktan sonra insanlar saatlerce “Kim haklı kim haksız ya da illa biri haklı mı olmalı” gibi konuları tartışıyor.. (…) Türkiye toplumunda yaşayıp, bütün olayları ‘haklılık-haksızlık’ paradigması üzerinden tanımlamaya alışık olan bizler, bir noktada kendi haksızlıklarımızı da görebilecek miyiz? Bu yönde bir umudunuz var mı?

    -Çok yok. Belki bazıları görebilecek. Bu film ya da benzeri şeyler yardımcı olursa ne mutlu. Biz ezberci bir toplumuz, ezberimizi bozmak bizim çok işimize gelmez. Darmadağın oluruz. Ezberin dışında herhangi bir şey sizi allak-bullak eder.

    Nerede olduğunuzu şaşırırsınız ve adapte olmanız çok zaman alır. Padişahlıktan Cumhuriyet’e geçişte adapte olmanın çok zor olduğu gibi. 91 yıldır adapte olamamışız. 91 yıldır güce tapıyoruz. Biz gücü çok severiz. Kendini güçlü gösteren herkese tapınırız. Bizim babalarımız da öyledir çünkü. Evde bir güç isteriz hep. Baba sendromudur o. Bir laf vardır çok severim: Erkekler, babaları öldükten sonra büyür.

    *Güçlüyü sevme durumu filmde aslında ’aydın-imam’ ilişkisinde de var. İmam içinden Aydın’a çok öfkelenmesine rağmen karşı karşıya geldikleri anda ‘Siz güçlüsünüz’ teslimiyeti içinde bir tavırda..

    -Tabii. Aydın’la olan sahneleri boyunca bence dilenerek de değil… Tam tersi o gücün karşısındaki ezikliği ve çaresizliği… İaşe istemek de değil o. Adam perişan, sokakta kalacak yahu, daha ne yapsın. “Allah rızası için bize para ver” demiyor, “Borcu halledeceğiz biraz sabır” diyor. Beş kişi bir imam maaşıyla geçiniyor. Ne yapsın bu adam? Bu adam bu güce mecbur. O gücü kabul ederek davranmaya mecbur.

    Sağlam bir duruşa ya da ideolojiye bağlı olarak reddetmiyor ama.. Hayatı kopardığı ve kendini alkole verdiği için reddediyor. “O imam maaşıyla beş kişi geçindirmeye çalışırken, sen imam maaşıyla içiyorsun değil mi bu içkiyi” diye sorarlar adama. Sadece kafası iyi olduğu için o tavırda olmak hoşuna gidiyor onun. O gerçeklikle baş edebilmek için sürekli içiyor. Esrik dolaşıyor. Sağlam kafada olsaydı, başka şeyler konuşuyor olabilirdik. (…)

    *Türkiye’de kültür-sanatla nasıl bir ilişkimiz var bizim?

    – Bizim kültürle olan ilişkimiz nesne ilişkisi. (…) Yarın çöpe atılacak, ondan eminim. İlişki bu. Eğlence. Bizim kültür sanat diye tarif ettiğimiz şeylerin yüzde 99’u eğlence endüstrisi. Hâlâ ergeniz biz. Çünkü neden? Bizim babamız ölmedi hâlâ da ondan. Hâlâ yaşıyor. İçimizde!

    91 yıldır adapte olamamışız. 91 yıldır güce tapıyoruz. Biz gücü çok severiz. Kendini güçlü gösteren herkese tapınırız. Bizim babalarımız da öyledir çünkü de ondan. Evde bir güç isteriz hep. Baba sendromudur o. Bir laf vardır çok severim; erkekler babaları öldükten sonra büyür.

    *Kim o baba?

    – Ooooh ohoho… Oto-sansürlettirmeyin beni. Türkiye’nin babası.. 90 yıldır bir tane.

    *Yani, içimizdeki Atatürk’ü mü öldürmemiz lazım?

    – Atatürk’ü öldürmeyeceğiz. Atatürk’ü olduğu gibi anlamaya çalıştığımız zaman onu daha iyi analiz edebileceğiz. Atatürk’ü insan olarak anlayabileceğiz. İkon olmaktan çıkarıp, insan olarak anlamak gerekiyor. 90 yıldır sadece tapınmakla meşgulüz.

    *AK Parti döneminde de böyle mi devam etti sizce?

    -E etmek zorunda çünkü aykırı olur tersi. Statükoyu bozarsanız iktidara da gelemezsiniz. Status quo! Bunu sadece Atatürk diye de geçiştiremeyiz. Bu, tamamıyla bir algı ve yaşama hali. Yaşama tutunma hali. Başka türlü tutunamıyoruz, bize hep bir baba lazım. Babasız olmuyor. Biz babalarımızı öldüremedik.

    Evet, Hâluk Bilginer’in bu sözleri böyle..

    Bu sözleri kabullenemiyen bir Hürr. yazarı, Bilginer’e, hemen, ’Eğer o olmasaydı, baban kim olurdu?’ mânâsını çağrıştıran çirkin sualler soruyordu, 17 Haziran günü..

    Halbuki, Allah’a veya bir tanrı’ya inananlar bilirler ki, yaratılış, sadece ilahî takdirin neticesidir; Allah’a inananlar varedilişlerini sadece o Yaratıcı’nın iradesinin eseri olarak bilirler, başka bir şeyin değil.. Ateist (tanrıtanımaz) olanlar da neyin neticesi olduğunu kestiremeyip, tesadüfle izah ederler, yaratılışlarını.. Ama, aklı başında kimse, kendi biolojik anne-babasından gayri herhangi bir insanı, kendi yaradılışının etkeni olarak niteleyemez, nitelerse, bu akıllıca bir laf sayılmaz. T.C.’deki kemalist-laikler, böyle bir akıl tutulmasının çarpılmışlığı içindedirler ve herkesin de kendileri gibi olmasını isterler.. Ama, artık tahakkümlerine pek o kadar aldıran ve o kadar korkular içinde teslim olan kitleler de geçmişteki kadar yok..

  25. Anonim

    Belediye otobüsünde flört uyarısı: Daha önce ısırılmış elma!
    Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne ait EGO otobüslerine ‘Hayırda Yarışanlar Derneği’ tarafından asılan afişte, “Flört yangını” adlı kitap tanıtıldı. Kitabın önsözünde, “Delikanlılar; evleneceğiniz kızın sizden önce başkalarıyla flört yapmasını ve sanki ısırılmış bir elmanın talibi olmak ister miydiniz?” diye soruluyor.

    Ankara ‘da Altınpark-Çankaya hattında sefer yapan 413 nolu EGO otobüsüne binenler, “Flört yangını” adlı kitabın afişi ile karşılaştı. Hayırda Yarışanlar Derneği’ne ait afişte, bir çiftin el ele olması ateş içinde gösteriliyor. Afişle Nevzat Laleli’nin Kitap için yapacağı bir söyleşinin duyurusu yapılıyor. Hayırda Yarışanlar Derneği’nin Genel Başkanlığı’nı kitabın yazarı Nevzat Laleli yapıyor.

    Cumhuriyet gazetesinden Alican Uludağ’ın haberine göre Milli Görüş çizgisinde olan ve geçmişte Necmettin Erbakan’a yakın bazı kuruluşların yöneticiliğini yapan Nevzat Laleli, kitabının önsözünde, özetle şunları yazdı: “1980 ihtilalı sonra bunların gençlere attığı slogan; ‘Dövüşme, seviş…’ idi. Bunlar toplumun temeli olan aile kurmak, bir yuvamın mutlu ferdi olmak, evlatlar yetiştirmek gibi ahlaki talepleri yok etmek için harıl harıl çalışıyorlardı. Bir millet, kız ve kadınlarının milli değerlere bağlılığı ile millet olur ve bunlar bu değerlerden uzaklaştırılır ve orta malı kadınlar yapılırsa ortada milletten eser kalmazdı.

    Onun için ellerinde ki medya körüğü ile durmadan ahlaksızlıkları pompalıyorlar, felakete duçar olmuş bir kızımızın haberini anlatırken, sanki okuyucuyu/seyirciyi tahrik ederek anlatıyorlardı. Ve kızlarımız şunu iyi bilmelidirler ki birisinin başına istenmeyen bir şey geldiği zaman inanın en çok ben üzülüyorum. ‘Şimdi bu kızımızın dünyası da ahreti de zindan olacak. Ne yapacak şimdi bu kardeşimiz’ diyorum. Bu kitabımı da onları bekleyen tehlikelerden korumak ve her birinin hayalinde ki ‘beyaz atlı prens…’ile evlenerek mutlu yuvalarını kurabilmeleri için hazırladım. Tabii erkeler içinde hayallerinde ki ‘Pamuk prensesi’ bulmayı vaat ederek…”

    ‘KENDİNİZİ KOCANIZA SAKLAYIN’
    “Yukarıda flört yapmaya yeni başlayan iki gencin fotoğrafını koydum. Bu işin başlangıcıdır ve gönül hırsızlığının nasıl ve ne kadar cazip yapılmakta olduğunu göstermektedir. Bu fotoğrafı görüp de bütün hayat bu şekilde devam edecek zanneden kızlarımızı şimdiden ikaz ederek diyorum ki ‘Hayır. Bu işler böyle başlamakta ama böyle devem etmemektedir.’
    Genç kızlar; bütün ziynetlerinizi sizi nikâhlayacak olan kocalarınıza vermek istemez misiniz? O halde bu kitabı okuyun… Delikanlılar; evleneceğiniz kızın sizden önce başkalarıyla flört yapmasını ve sanki ısırılmış bir elmanın talibi olmak ister miydiniz? O halde siz de flört yapmayın ve bu kitabı okuyun…
    Bu kitapta, bu işlerin nasıl başlayıp nasıl devam ettiğini ve nasıl neticelendiğini birlikte inceleyeceğiz. Temennimiz, hiçbir kızımızın ‘Flört yangınına…’ düşerek yanmamasıdır.”

    http://www.milliyet.com.tr/belediye-otobusunde-flort-uyarisi–gundem-1917989/

  26. Anonim

    bu arada bazen böyle oluyor neden anlamıyorum kusura bakmayın. tartışmanın oradan devamı için taşımanız mümkünse sevinirim. bundan sonra gitmediğinde buraya mı gönderelim?

  27. Anonim

    Gün Zileli’ye de bir asabiyet geldi bu aralar. Sıcaklardan mıdır nedir? Bir sinirlilik hali var üzerinde.

  28. Gün Zileli

    yoo… hiç de sinirli değilim.

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑