Fikret Başkaya / Şeriat soslu neo-faşist tırmanışı durdurmak!
Bir AKP militanı, “yeni bir devlet kuruyoruz, kurucusu da Tayyip Erdoğan” dedi. “Olur mu öyle şey!” türü tepkiler ortalığa saçıldı. Oysa, AKP militanı gerçekte yapılanı, yapılmakta olanı dile getirmişti. Zira, yeni bir devlet inşası, başta türlü söylersek, devleti dönüştürme süreci çoktan başlamıştı ve hızla yol almaya devam ediyor.Türkiye’deki rejim şu an itibariyle despotik özellikler de taşıyan dinci-faşist bir rejime doğru evriliyor. Eksik olan şey, Devlet Bahçeli’nin ” fiili duruma hukukilik kazandırmak” dediği… Dolayısıyla faşizmi kurumsallaştırma yolunda hızlı bir süreç işliyor. Kurumsallaştırmanın başlıca aracı da ‘hukuk terörü’… Zira, hukuk sadece asıl işlevine ve varlık nedenine yabancılaşmış değil, faşizmi dayatmanın da bir aracına dönüştürülmüş durumda… Dolayısıyla neden söz ettiğini bilmek önemlidir.
Faşizm bir bunalım rejimidir. Rejiminin ‘sıkışma anlarında’ gündeme geliyor. Kapitalizm dahilinde burjuvazinin (mülk sahibi sınıfların) beş egemenlik biçiminden biridir. Faşizmde, lider kültü (lidere tapınma) esastır, tek parti-tek adam iktidarına dayanır. Milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı kaşınır… Parlamento (Meclis) ve burjuva hukuku by-pass edilir, kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılır ve devlet tam bir ‘parti devletine’ dönüşür.Başta basın özgürlüğü olmak üzere, her türlü özgürlüğün ve insan haklarının ezildiği bir terör rejimidir. Türkiye’deki rejim, klasik faşizmin birçok temel karakteristiğini içerse de, kendine özgü unsurları da barındırıyor. Kaldı ki, toplumsal-politik süreçler kendilerini hiçbir zaman aynı şekilde tekrar etmezler… Sınırlı laiklik de tasfiye ediliyor ve din (şeriat pratiği) başta eğitim sistemi olmak üzere, devlet ve toplum yaşamında her geçen gün daha da belirleyici hale geliyor. Daha doğrusu daha şimdiden “melez” bir süreç söz konusu… Şeriat pratiği sinsice dayatılıyor… Tüm devlet aygıtı dinci cemaat ve vakıflara ihale edilmiş durumda. Bu durum, daha önce “Fetullah Hoca Efendi Hazretleri”, şimdilerde “Fetocu terör örgütü” dedikleriyle mücadelenin nasıl kuyruklu bir yalan olduğunu da gösteriyor. Netice itibariyle şeriat soslu bir faşizm versiyonunu dayatarak, ilelebet iktidarda kalmayı amaçlıyorlar… O zaman kimseye hesap vermek zorunda kalmayacaklar ve ülkenin varını-yoğunu istedikleri gibi yağmalamaya, talan etmeye devam edecekler… Böyle bir şeyi bir nedenle daha istiyorlar: Eğer iktidardan düşerlerse mutlaka yargılanacaklarını biliyorlar… Bu yüzden “ileriye doğru kaçmaya mecburlar…” Başka türlü yapmaları mümkün değil… Lâkin, “korkunun ecele faydası yoktur” denmiştir…
O halde temel soru şu olabilir: Faşizmi kurumsallaştırıp-kalıcılaştırmayı başarabilecekler mi? Ya da nasıl? Gerçi AKP’nin lideri son derecede kararlı görünüyor ama bir sorun var: Bir rejim ne kadar baskıcı, ne kadar tekçi, ne kadar gaddar ve fütursuz olursa olsun, mutlaka bir kitle desteğine ve asgari bir meşruiyet temeline ihtiyaç duyar. Sadece baskıyı, zoru, şiddeti dayatarak iktidarını sürdüremez. Bu bakımdan AKP ve liderinin temelli bir zaafı var: Tarihsel faşizmlerde (faşizm-Nazizm, vb.) olduğu gibi bir meşruiyet üretmesi mümkün değil. Rejimin işsizlik, yoksulluk, aşırı gelir dağılımı dengesizliği, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, doğal çevrenin korunması, dış politika, gibi temel alanlarda bir iyileşme sağlaması mümkün değil. Tam tersine sorunları azdırma potansiyeli yüksek, zira yangına körükle gidiyorlar… Artık yağma ve talanı bu tempoyla sürdürmek de giderek zorlaşıyor… Rejim, sorun çözme yeteneğini, dolayısıyla da aldatma-oyalama veya”rıza üretme” yeteneğini kaybetmiş durumda… Böylesi bir durum söz konusuyken, ellerinde iki koz var: 1. Şiddeti ve terörü tırmandırmak; 2. dinci gericiliği ve milliyetçiliği kaşımak… İyi de bu ikisiyle daha nereye kadar? Boşuna “lafla peynir gemisi yürümez” denmemiştir…
Sermayenin (mülk sahibi sınıfların) tavrına gelirsek, büyük sermaye AKP’nin bağnaz neoliberal politikalarından son derecede memnun ama hukukun by-pass edilmesinden ve şeriatçı tırmanıştan da ‘tedirgin’…. Hukukun by-pass edilmesi, şeriatın dayatılması,büyük sermayenin ana damarını oluşturan TÜSİAD cenahını kaygılandırdığını söylemek mümkün. Fakat açıkça eleştirmiyorlar, daha doğrusu eleştiremiyorlar. Bu durum Türkiye’deki sermaye sınıfının bir “zaafından”veya “özelliğinden” kaynaklanıyor: Türkiye’de başlarda sermaye sınıfının ilk palazlanması (ilkel birikim densin), Ermeni ve Rum mallarının yağmalanmasına dayandı. Dolayısıyla devletle suç ortaklığı söz konusuydu… İlerleyen dönemde de bütçeyi ve hazineyi yağmalayarak büyüdüler… Son tahlilde komprador bir sınıftır… Bu durum mülk sahibi sınıfların devletle ilişkisine özel bir nitelik kazandırdı. Netice itibariyle devletin serasında yetişmişlerdi… Bir de askeri darbeler ve ANAP iktidarı döneminden beri özellikle de AKP iktidarında palazlanan inşaatçı-rantı-yağmacı-“İslamcı” yandaş sermaye var ki, onların AKP’nin her yaptığını gözü kapalı desteklediği herkesçe malûm… Bu durum,bir bütün olarak sermayenin yapılanlara isteyerek veya kerhen destek verdiği anlamına geliyor.
Neo-faşist kampın diğer bileşenleri, MHP, Ergenekoncular ve ulusalcılar, (ki, bunların ortak paydasında Kürt düşmanlığı vardır) hatırı sayılır bir kitle tabanına sahip değil. Dolayısıyla AKP’den ayrı bir varlık göstermeleri mümkün değil…
O halde bu tırmanışı durdurmanın bir tek yolu var: kitle hareketini büyütmek. Böylesi kritik durumlarda işçi sınıfının müdahalesi son derecede belirleyicidir ama maalesef sınıfın bilinç zaafı şimdilik buna engel. Elbette bu imkânsız demek de değil, zira durumun hızla değişmesi ihtimal dışı değildir… Neoliberal küreselleşmenin sınıf üzerindeki tahribatı çok büyük oldu… [Neden öyle olduğunun tahliline burada girmiyorum]. İşçi sınıfı bu dünyanın tüm zenginliğini üreten/yaratan sınıftır. Değeri yaratan yegane sınıftır. Velhasıl toplumu sırtında taşıyan sınıftır. Ayağa kalktığında hiç bir güç onun karşısında duramaz. Bırakın sınıfın tamamını, sadece üç sektörün işçileri: Enerji, ulaşım ve temizlik sektörlerinin işçileri greve gitse, hayat anında dururdu…
Lâkin geride kalan son 30-40 yılda, işçi sınıfları dünyanın her yerinde büyük bir güç kaybına uğradı, mücadeleci yeteneği aşındı. Elbette bu, sınıfın bundan sonra ayağa kalkmayacağı anlamına gelmiyor. Potansiyel her zaman mevcuttur. Neoliberal politikalar işçi sınıfının mücadele yeteneğini aşındırmakla birlikte, toplumun geniş kesimlerini de mücadele alanına taşıdı. Zira, tüm toplum kesimleri kapsamlı bir saldırıya maruz kalmıştı… Bu durum da mücadelenin başarısı bakımından bir avantaj demek…
Böylesi bir durum söz konusuyken ve hukuk sıfırlanmışken, artık hukuk alanında, verili çerçeve dahilinde mücadele yürütmenin, başka türlü söylersek, sistem içi mücadelenin bir kıymet-i harbiyesi yok. Parlamento da sıfırlanmış durumda dolayısıyla, hâlâ “varmış gibi yapmanın” da bir alemi yok. O zaman geriye mücadelenin zeminini değiştirmek, kitle hareketlerini büyütmek ve etkinleştirmek kalıyor… Bu amaçla da olabildiğince geniş bir demokrasi, özgürlük ve sosyal eşitlik cephesi oluşturmak gerekiyor. Bu da başta örgütlü kesimlerin ön aldığı ama hiyerarşik olmayan bir mücadeleyi vakitlice başlatmayı gerektiriyor… Muhalefet cephesi belirli bir olgunluğa ve etkinliğe ulaştığında, bir “kurucu meclis” çağrısı yapılabilir ve bir “iktidar ikiliği durumu” yaratılabilir… Kaldı ki, amaç sadece faşist tırmanışı durdurmak da olmamalıdır. Sürdürülebilir, yaşanabilir bir toplumsal düzene giden yolu aralama kaygısını ve ona uygun bir perspektifi de içermelidir…Ya da aynı anlama gelmek üzere, bir “geçiş programı” hayatî öneme sahiptir… Başka türlü söylersek, muhalefet, sadece ‘karşı olmak’ temelinde değil, inandırıcı, uygulanabilir, umut veren, heyecan uyandıran bir toplumsal perspektife, projeye ve programa da sahip olmalıdır ve bu mümkündür…
Parlamento işlevsizleşmişken (gerçi eskiden de matah bir şey değildi) CHP’nin ve HDP’nin parlamentodan çekilip, sahaya inmeleri, kendi dışlarındaki muhalefetle birlikte mücadele yürütmeleri gerekiyor. Tabii CHP’nin Kürt fobisinden arınması şartıyla… Bu arada 2019 seçimlerine endeksli bir stratejiden de uzak durmak gerekir. Zira bu günkü faşist tırmanış veri iken, 2019 da seçimlerin beklendiği gibi gerçekleşeceğinin hiç bir garantisi yoktur…
AKP faşizminin militanlarından biri şunları yazmış:
Hayrettin Karaman haklı
https://bekirlyildirim.wordpress.com/2017/08/05/hayreddin-karaman-hakli/
“Herhalde yaşlandık; bir baş örtülülüğünden dolayı “İslamiliğini” isbatlamış bacı (tabii “mütftünün karısı” rolü oynamıyorsa)bir İslam Alimi’ne “edep ya hu” çekmesi gençlik yıllarımda hayal edilebilirin ötesinde idi. Ve gençlik yıllarım Müslümanlar’ın “öz yurdunda garip, öz vatanında parya” mumalesi gördüğü yıllardı.
Bu cesaretten Erdoğan-AK Parti’ye çıkan mesaj: Sahi muhafazakarlaştı mı toplum? Hangi ölçülerle? AK-Partilileşme muhafazakarlaşma mı? Bu bağlamda sıkça kullandığım bir ifadeyi tekrarlamalıyım: Çanakkale-Kurtuluş Savaşlarımız’ı kaybetseydik ne olurdu acaba? Allah göstermesin Nişantaşı’nda Türkçe isimli mağaza bulamazdık!
Kazandık ama ne olarak çıktık savaştan? Sahi kazanmak nedir? Tekrar Sabah -Hürriyet kıyaslaması örneği. Hangisi hangi kültürü, değerleri pompalıyor? Marslı biri okusa farkı anlar mı?
Laiklere çıkan ve muhtemelen onları rahatlatan (rahatlatmıyorsa eblehler)mesaj: Ilımlı İslam Projesi çoktandır meyvelerini veriyordu. Artık korkulacak hiç bir şey kalmadı! Onlar da sizden.
Biz şimdi Hayreddin Karaman’ın sigara ve tesettürlü kadın mesajına geçelim
Barış Süreci’nin başladığı zamanlarda bir testtürlü ve dahi AK Parti’de pek el üstünde tutulan en saygın “bizim medya” gazetelerinde TV’lerinde baş köşelerde misafir edilen, iyi de konuşan, tartışan bir genç hanım “AK Parti’nin Kürt Politikası gösteririm ama elletmem siyaseti” yazmıştı da (Taraf’ta doğru hatırlıyorsam) kimsenin ruhu duymamıştı ama beni dehşete düşürmüştü! Herhalde ben uzun yıllar dışarda yaşamış olmaktan mütevellit, toplumdaki ve tabii ki İslami kesimdeki liberalleşmeden bi-haber idim. Ondandır bir hanım yazara e-posta ile takdir veya eleştiri beyan etmenin dahi uygunsuz kaçacağını düşünecek kadar gerici idim!”
“Post-modern mi post-post-modern mi bilem (hatta kavramları manasız, fadler addederim-sadece modernite var-ki o dahi devamlılıktır, kalın duvarla ayrılamaz pre-modernden) ama hangi adlar kullanılırsa kullanılsın, yaşadığımız çağda bize pompalanan ve bizim de büyük bir iştahla tükettiğimiz, sindirdiğmiz değerler, Batı’da eskitilmiş artık sorgulanmaya başlanan “siyasi doğruculuk” tur. LGBT (sonuna q da eklendi fabrikatörler tarafından bizim distribütörler, sevbına kaktıda bulunayım), antisemitizm, feminizm, cinsel serbesti, kıyafetime dokunma (tesettür = çıplaklık), Hayat stilim “erkek egemen” vb kodlarla sunulan doğruculuk kültürel iktidarın kimde olduğunu açıklayıcı bulmuyorsanız bittiniz. Kafamızı kuma sokmayalım. Ilımlı İslam tıkır tıkır işliyor, hatta murad edilenden fazla meyve veriyor. (neden Trumplara rağmen Batı hep kazanıyor sorusunun cevabı da burada ama bahsi-diğer). Sadece laikler değil ahlaksız gavur toplum mühendislerinin bizim için ürettiği projeleri kendi duygu düşünceleri gibi piyasaya sürüp buna da “özgün fikrim” etiketi koyan, hatta bundan dolayı da “entellektüel” titresini kapanlar, artık özbeöz yerli yapım, İslamcı efendiler ve hanımlar o kadar kolay tüketiyorlar ki bu kaynağı hakkında kafa yormadıkları “özgürleşme”-feminizm kavramlarını, insan sahiden hayret iediyor: Sahi dava ne idi?”
arapların islamı yanlış yaşadığını sanan türk
dünya hayatı frenk ile islamın mücadelesinden ibaretmiş ve bunu görmeyen de idrakten yoksunmuş. yüzyıllar geçiyor bazı kesimlerde kafa katiyyen ilerlemiyor. ya 7.yüzyılda ya haçlı seferlerinde ya osmanlı’nın yükseliş dönemlerinde yada fransız devrimi döneminde tıkanıyorlar. sonra bir adım ilerleme yok. güzel kardeşim sen inanmasan da inkar da etsen zaman geçiyor ve bazı toplumlar bir türlü o değişime ayak uyduramıyor, sizlerin hayatı da yanlış olana kendinizi ve toplumu inandırmak için taklalar atmakla geçiyor. hala frenk falan diyorsunuz. git bir araba iranlıya afganistanlıya anlatmaya çalış bakalım dinlerini doğru yaşamadıklarını da her biri ayrı olarak götüyle gülsün sana. bir de kendi aralarında onca mezhebe bölünmüşler yok o hanefi değilmiş yok bu aleviymiş vs. kendi aranızda bile ortak dil oluşturamıyorken islamı tüm dünyaya hakim kılmak gibi ütopik hayaller taşıyorsunuz bir de. her biriniz en az beş değil 35 çocuk yapın da (hem artık çamaşır makinası da var??:s) kurtarın dünyayı bu frenk denen küfürden. aydınlatın diğer islam toplumlarını da. sizi gidi şeker mi şeker genç mücahitler sizi.. hepsi sevgi ve hoşgörü kelebeği..
https://eksisozluk.com/entry/28331946