27 Mayıs’ın meclis diktatörlüğüne karşı getirdiği iki önemli yenilik vardı: 1. Milli bakiye sistemi; 2. Anayasa Mahkemesi.
Milli bakiye sistemi ile amaçlanan, mecliste tek parti hâkimiyetini önlemekti. DP, dar bölge sistemi sonucu, aldığı oy oranından bile çok daha fazla milletvekiline sahip olmuş ve meclis içi muhalefeti tamamen etkisiz kılmıştı. 27 Mayıs, dar bölge sistemini kaldırmakla yetinmedi, milli bakiye sistemiyle meclise küçük partilerin girmesini de sağlayarak sınırsız meclis iktidarını önlemeyi amaçladı. Anayasa Mahkemesi ile amaçlanan ise, yasamanın sınırsız bir iktidara sahip olmasını önlemek ve onu görece bağımsız bir hukuk organıyla denetlemekti.
Bu iki önlem, on yıllık Demokrat Parti iktidarı döneminin derslerinden çıkmıştı. Merkez sağın sınırsız meclis diktatörlüğünü önlemek isteyen burjuvazinin bir kesimi (buna belki “Cumhuriyetçi burjuvazi” de diyebiliriz) böylece halkoylamasına dayalı bir diktatörlüğün önüne geçmek istemişti.
Türkiye İşçi Partisi’nin Meclis’e 15 milletvekili sokmasını sağlayan milli bakiye sistemi, 1965 yılından sonra AP ve CHP’nin oylarıyla kısa sürede tarihin müzesine kaldırıldı. Anayasa Mahkemesi de her zaman merkez sağ iktidarların saldırı hedefi oldu ama bu Anayasal kurumu kaldırmaları bugüne kadar mümkün olmadı.
Bugün bu kurumun, meclis çoğunluğu sistemini giderek plebisiter bir diktatörlüğe doğru götürmek için çabalayan Recep Tayyip Erdoğan’ın önüne önemli bir engel olarak çıktığını görüyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin son kararlarını ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın dünkü çıkışını böyle okumak gerekir.
Ne var ki, twitterde dolaşan solcu ve devrimci arkadaşların twitleri, devrimcilerin bir kısmının olayı hiç de böyle görmediklerini ve okumadıklarını ortaya koyuyor. İyi niyetlerinden ve devrimciliklerinden asla kuşku duymadığım kimi arkadaşlar, Haşim Kılıç’ın konuşmasına neredeyse bir mirasyedinin kibriyle yaklaşıyorlar. Bu arkadaşlara göre, “Ha Haşim Kılıç, ha RTE. Egemenlerin kavgasından halka bir fayda gelmez. Aksine RTE yeni mağduriyet yaratır!” ya da “Hep bir kurtarıcı bekliyoruz kim RTE’ye sert konuşsa hemen ona sarılıyoruz. Bu beklentilerin sonucu hep hüsran” dır.
Bunları, bir arkadaşın twitlerinden aldım ama buna benzer görüşler bir hayli fazla. Bunlara katılmam kesinlikle mümkün değil ve bu tavrı, pek keskin görünmesine rağmen, mücadeleyi sahanın kenarından seyreden konformist bir tavır olarak görüyorum.
Çünkü, bugün AKP iktidarı dört nala plebisiter bir tek adam diktatörlüğüne doğru gitmektedir. Devrimci güçlere düşen, önüne geleni biçerek ilerleyen bu savaş makinesinin önünden kaçmak ya da geri çekilmek değil, onun önüne, ilerlemesini önleyecek ya da yavaşlatacak barikatlar kurmaktır. Barikat kuranlar bilir, o anda hiç kimse barikata konmak üzere getirilen kalasları ya da eşyaları seçme lüksüne sahip değildir. Acilen eline ne geçerse yığmak zorundasındır.
Bugün görüyoruz ki, Anayasa Mahkemesi, hangi güdülerle hareket ediyor olursa olsun, hızla ilerleyen diktatörlük makinasının önünde bir engel, bir barikattır. O barikata destek vermek, şu anda en önemli özgürlükçü görevi diktatörlüğe karşı koymak olan her devrimcinin görevidir. Yukarıda alıntıladığım twitler ise, aslında sol gösterip sağ vurmaktadır.
Çevremizde cereyan eden toplumsal siyasal çekişmelere, gazetelerin tutumlarına, köşe yazılarına ve TV’lerdeki tartışma programlarına bakarsak bunu çok daha net görürüz. Birkaç örnek vereyim.
Alalım Oral Çalışlar’ı. Radikal’deki, “Haşim Kılıç Kavgaya Aradan Girdi” başlıklı bugünkü yazısında her zamanki sinsi (artık buna ihtiyatlılık da diyemeyeceğim, ne yazık ki) halini sürdürerek, Haşim Kılıç’a çaktırmadan, alttan tekme atıyor: “Haşim Kılıç da yaptığı konuşmayla hükümet-cemaat (ve hatta hükümet-muhalefet) kutuplaşmasında taraf olduğunu ilan etti.” “Meydan okuma biçimi de paralel yapı’nın üslubuna yakın.” Bununla da kalmıyor, Anayasa Mahkemesi kurumunu çaktırmadan darbeleyebilmek için, sözcükleri dikkatle ve kasıtlı olarak seçilmiş şu cümleyi kuruveriyor: “27 Mayıs darbecileri, Anayasa Mahkemesi’ni ihdas ederken, bu kurumun siyaset üzerinde vesayet kurmasını amaçlamışlardı.” Kullanılan dil, konjönktüre göre kendini ele verir ve kimin yanında yer aldığınızı açıkça ortaya koyar. Öyle ki, bir başka konjönktürde ben de “27 Mayıs darbecileri” deyimini kullanabilirdim. Örneğin, 27 Mayısçıların halka karşı yönlerini anlatmaya çalışırken bu deyim daha elverişli olabilir. Ama bugün, tam da Anayasa Mahkemesi’nin AKP diktatörlüğü karşısındaki konumu tartışma konusuyken “27 Mayıs darbecileri” demek, kanal kanal dolaşıp “hökümete kompas yapılmaktadır” diye haykırmakla görevli AKP’li M. Metiner’le aynı safta yer almaktan başka bir anlama gelmez. Sonra şu “vesayet” sözcüğü… Yani AYM, “siyaset” (iktidar yerine kullanılan yuvarlaklaştırılmış bir deyim) üzerinde vesayet kuruyormuş. Eh, her türlü vesayete karşı değil miydik? “Siyaset” üzerindeki vesayeti de kaldıralım. Yani Anayasa Mahkemesini! İşin aslına bakılırsa, AYM yasamanın vesayetine karşı bir önlem olarak getirilmiştir. Son zamanlarda sık sık duyuyoruz: “Seçilmiş meclis”, “seçilmişler”, “siyaset üzerinde vesayet” vb. Peki bu “seçilmiş meclis” ya da “siyaset”, örneğin tek parti döneminde olduğu gibi, Recep Tayyip Erdoğan “milli şef”tir diye bir karar alırsa ne olacak? Bu kararın Anayasa’ya aykırı olduğunu kim denetleyecek? Hadi artık devrimciliğinden falan vazgeçtik de, AYM’den fazlasıyla rahatsız olduğu anlaşılan “tam demokrat” Oral Çalışlar’ın buna verebileceği bir cevap var mıdır? Aslında gelecek dönem AKP milletvekili olarak göreceğimiz Oral Çalışlar üzerinde bu kadar durmak da bir zaman kaybıdır ama sırf kavratıcı olsun diye böyle kötü örneklere başvurmak zorunda kalıyoruz ara sıra.
Daha kötü bir örneğe de geçebiliriz isterseniz. İşte bugünkü Aydınlık gazetesinin manşeti: “Yüce Divanlıklar Köşk Kavgasında- Yüce Divan salonundaki Köşk kavgasında, İBDA-C bağlantılı Haşim Kılıç, Tayyip Erdoğan’a sert çıktı. Abdullah Gül’ün memnuniyeti bakışlarına yansıdı. Hepsinin ortak noktası ise yüce divanlık suçları”
Hoppalaaaa… bu “İBDA-C” bağlantısı da nereden çıktı şimdi? Habere baktım, bu konuda tek bir satır söylenmemiş haberin içeriğinde. Yani şimdi her şey bitti de Haşim Kılıç’ın İBDA-C ile olan bağlantısı mı kaldı? (böyle bir şey varit mi bilmiyorum ama eğer gerçekten böyle bir durum varsa Haşim Kılıç daha çok gözüme girer, o zaman onu gerçek bir haşhaşi olarak bile görebilirim!) Kuruluş tarihine utanmadan hâlâ eski TKP yayın organı Aydınlık’ın kuruluş tarihi olan “1921” tarihini yazan Aydınlık’ın bu manşeti ilk bakışta sanki hem hükümeti hem de cemaati hedef alıyormuş gibi görünüyorsa da özünde hükümet yanlısıdır ve hedefe Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ı koymuştur. Kritik anlarda tüfeğinizin namlusunun ne tarafa çevrilmiş olduğu son derece tayin edicidir. Aydınlık’ın tüfeğinin namlusu AYM’yi hedef almaktadır, dolayısıyla iktidar medyasının baraj ateşiyle aynı yönde kurşun sıkmaktadır.
Tek sevindirici gelişme, aynı gazetede bir köşe yazarının, tüfeğin namlusunun AYM’ye değil, AKP iktidarına doğrultulması gerektiğine işaret eden bugünkü yazısıdır. Mehmet Ali Güller, bugünkü Aydınlık’ta, Doğu Perinçek’in belirlediği AKP ile ittifak çizgisinin zıddına şunları yazmış:
“3) Erdoğan’ın karşıtlarına açtığı savaşta, Erdoğan’la birlikte olmak, taktiklerle düzeltilemeyecek stratejik bir hatadır!… 5) Ancak okları daha çok, taraflardan iktidar olana doğrultmak gerekir. Zira iktidar olan zayıfladıkça, varlığı onunla anlamlı olan karşıtı da zayıflayacaktır. Ama karşıtı zayıfladığında Erdoğan zayıflamayacak, tersine güçlenecektir. 6) Türkiye’nin milli kuvvetleri, karşıtlarıyla mücadelesinde Erdoğan’ı tahkim eden politikalardan uzak durmalıdır. Zira Erdoğan durumunu sağlamlaştırdığında, yeniden ‘eski’ düşmanlarına ve bu kez daha sert yönelecektir. 7) Erdoğan’ın kendi rejimini inşa etmek ve bir istihbarat devleti kurmak için çıkardığı yasalara, sırf Cemaat’i hedef alıyor diye sessiz kalmak büyük yanlıştır. Zira o istihbarat devleti, esas olarak sistem dışı kuvvetleri, yani halkın ilerici kuvvetlerini ve Türkiye’nin milli kuvvetlerini hedef alacaktır. 8) Erdoğan’ın bu yasalarına karşı iç çelişmeleri nedeniyle sistem içinden bir barikat çıktığında, okları Erdoğan yerine o barikata yönlendirmek, son tahlilde Erdoğan’a yarayacaktır.”
Doğu Perinçek’in bugünkü AKP ile ittifak siyasetine açık muhalefet niteliğinde olan bu yazının yazarı Mehmet Ali Güller’i yakında kapının önünde görürsek hiç şaşırmayalım. Eğer Doğu Perinçek’i biraz tanıyorsam böyle açık bir muhalefeti affetmeyecektir.
Gün Zileli
26 Nisan 2014
http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/38300-ne-dediysek-o-hasim-kilicin-ibd-c-baglantisini-aydinlik-aciklamisti.html
bugünkü gazetede görememiştim, Yolladığınız için teşekkürler ama bu sadece Aydınlık’ın 1979 yılında sola karşı başlattığı ihbarcılık siyasetinin başka boyutlarda da devam ettiğini kanıtlamaktadır.
Diğer bir ihtimal: Mehmet Ali Güller kovulmazsa ve fikrini değiştirmeden yazmaya devam ederse, bunun anlamı İP’nin Tayyipçilik taktiğini sonlandırıp doğru olan mevziye manevra yapacak olmasıdır. Bu ihtimali de aklınızda tutun.
Abi kusura bakma ama, Anayasa Mahkemesini asıl 2010 referandumunda savunacaktın. AKP’nin frenleri 2010 referandumundan sonra patladı. O günkü tutumunla ilgili özeleştiri yaptın mı? Yapacak mısın?
öyle bir şey olursa çok sevinirim ama bence bu zayıf ihtimal.
O zamanki tutumum boykottu ki, bunun hatalı olduğunu birkaç sefer yazdım. Doğru tutum hayır olmalıydı. O zamanki Anayasa Mahkemesi’yle bugünkünün rolü aynı değil. Hiçbir canlı ve hiçbir eşya durduğu yerde durmaz. Çevresindeki her şeyin değişmesiyle o da değişir, konum değişir, duruşu değişir. Ne yazık ki bizim devrimcilerimiz diyalektikten çok söz etmelerine rağmen ortaçağ skolastik kafasına sahiptirler.
Abi biz hayırcı-sosyalistler o dönemde AYM’yi çok matah olduğu için savunmadık, gelmekte olan diktatörlüğü öngördüğümüz için savunduk. Kusura bakma ama diyalektiği, o dönemin boykotçu-püritenlerinden öğrenecek değiliz. Siz önce diyalektiğin güdük Maoist yorumunu aşmaya çalışın.
Ayrıca Mao’nun “uzun yürüyüş” stratejisi her koşulda işe yarayacak diye bir kaide yoktur. Bakınız: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/yavuz-alogan/ataturkte-birlesmek-88038
yavuz’un her yazısını aşağı yukarı okurum. Benim herkesten öğrenecek bir şeylerim vardır, kibirin ne kadar zararlı bir şey olduğunu da bilirim. Yalnız, şimdi neyi tartıştığımızı karıştırdım. Siz hayırcıydınız o zaman, güzel. ben de bugün bu tutumun doğru olduğunu, boykotun yanlış olduğunu savunuyorum zaten. Ama o zaman AYM’yi savunanlar, bildiğim kadarıyla yetmez ama evetçilerdi. Şimdi durum değişti, onlar herdaim AKP’nin kuyruğunda olduklarından artık AYM’yi savunmuyorlar. Bugün AYM’yi savunanların çoğu (ben de öyleyim) o zamanki hayırcılar. yanılıyor muyum?
Kapatmadığı parti kalmamış AYM’yi barikat olarak görüyorsan ben senden daha devrimciyim Gün abi. Kusura bakma.
1) AYM’yi savunuyorduk, yani AYM’nin (ve diğer yüksek yargının) AKP tarafından bütünüyle ele geçirilmesine karşı çıkıyorduk. Bu yüzden hayır dedik. Umarım bu sefer anlamışsınızdır.
2) Özeleştirinizden memnunum ve müteşekkirim ama tahlillerde kullandığınız metodolojiyi de gözden geçirmeniz gerekiyor. Mao’nun “Teori ve Pratik” kitabı diyalektiğin çok basite indirgenmiş bir yorumudur (ki diyalektiğin çok daha derin yorumları bile doğru bir tahlil yapmak için yeterli değildir; bu disiplinin, oyun teorisi, planlamacılık, yöneylem araştırması, ekonomi, ekonometri, istatistik gibi başka disiplinlerle kombine edilerek kullanılması gerekir).
3) Seçimden önce CHP ve MHP ile “uzun yürüyüş” yapmayı deneyen İP’nin elinde patlayan da bu stratejidir (Alogan’ın yazısını bunun için anımsattım). Şimdi siz de CHP, Fethullahçılar ve AYM ile “uzun yürüyüş” yapmayı düşünüyorsunuz. Bu da sizin elinizde patlar (aslında 30 Mart gecesi CHP yönetiminin elinde patlamıştı ama siz bundan bile ders çıkaramamışsınız). Örgütlü halk kesimlerinin, işçi sınıfının, gençliğin, kadınların, aydınların vs. potansiyelini ikinci plana atıp devlet katında “başat çelişme” peşinde koşanların varacağı noktayı göstermek, hatırlatmak istedim sadece. Tartıştığımız şey buydu.
anladım da beni yanlış tanıdığınızı da anlamış oldum. Birincisi ben Maocu değilim. Eski maocuyum ama 1992 yılından beri anarşistim. Uzun yürüyüşten kim bahsetti bilmiyorum ama hiçbir politik mücadele uzun yürüyüş değildir ve olamaz. Koşullar oldukça kısa vadelerde değişir ve o zaman sen de stratejiini ve taktiklerini değiştirmek zorunda kalırsın ister istemez. Bean kimseyle uzun yürüyüş yapmayı düşünmüyorum. Dediğim kısaca şu: AKP, tek kişinin plebisiter diktatörlüğünü hazırlamaktadır. Buna karşı olan bütün güçlerle birlikte direnmek gerekir. Kısacası budur. Pek otoriter bir diliniz var. Bunu değiştirseniz iyi olur. Karşınızda ilkokul öğrencisi yok. Kaldı ki ilkokul öğrencisine karşı da kullanılsa otoriter dil sadece sizi yanlış tanıtır.
Bu ülke garip bir ülke! Hiç beklenmedik zamanlarda “tuhaf” bir duruş ile karşılaşırız. “Gezi isyanını” bir kaç gün önce bile kim öngörebildi? Şimdi Anayasa Yüksek Mahkemesi (AYM) ve Haşim Kılıç… Bu tarihsel sürecimizin kendine özgü en azından “budalalıklara” karşı bir şekilde direnç gösterebilen dokusundan mı kaynaklanıyor? Beklenmedik zamanda, beklenmedik tepkiler! 1919 dan sonrasını kast ediyorum…
Enver, Cemal ve Talat’ın korkunç işlerinin karşısına kimse dikilememişti. Alman Emperyalizmi, “yağdan kıl çeker” gibi bu üçlüyü iktidara taşımış, o “üçlü” de o korkunç “koca Osmanlı İmparatorluğunu” Alman sermayesinin yeni sömürge, pazar elde etme amaçlı 1. dünya savaşına sokmuştu. Bir yıl sonra da savaşın aklı-vicdanı yok ettiği koşullarda baskın bir kararla Ermeni Halkını yaz sıcağında, yurtlarından kopartıp yaya olarak “Der Zor’a” göçe, “tehcire” zorlamıştı. Kucaklarında bebeleri, şose yollarda milyonların yolculuğu… Açlık ve hastalıktan ölüm kaçınılmazdır! Hatırlatmalı; İttihat ve Terakki “özgürlük” vb söylemleriyle Ermenilerin de desteğini alarak iktidar olmuştu! Ah; “yetmez ama evetçileri” anımsayıverdim!
Emperyalizm taşeronlarının yapmayacağı kötülük yoktur! Hem de emperyalistlerin bile hesabında olmayan işleri yaparken… Bu iş birlikçi “iktidar manyakları”; ruhlarını, vicdanlarını cehennem zebanilerine satmış olanlar “kendi başlarına” öyle işler çevirirler ki… işte bu “üçlü” onlardandır! (RTE’nin gen akrabalığını bilmiyoruz ama “pratik” gösteriyor!)
1908-1909 da iktidarı alan bu üçlüden, Cemal Tiflis’e kaçtı ve öldürüldü. Talat Berlin’e. Orada bir Ermeni militan tarafından kurşunlandı. Öldü. Militan çıkartıldığı mahkemede beraat etti; o hakimler eğer vicdanları ile karar vermişlerse, o vicdanın ellerinden öperim! Zavallı Enver de kendini Azerbaycan dağlarında öldürtmüştür; İçlerinden en “temizi” Enver! “İdealist” bir adamcağız! Soru şu… RTE bir Enver midir?
***
Gün Zileli’nin taşın altına elini sokuşundaki “acil” yorumları belirli bir yaşın altındaki insanlar için şaşırtıcı gelebilir. Hayvanlara Zulmün “ekonomi politiği” her ne ise, insanlara zulmün de ekonomi politikten bağımsız bir duruşu olması gerekir! RTE, Haşim Kılıç meselesini de en azından böyle değerlendirmek gerekir!
Acz içinde AYM’e, Haşim Kılıç’a sığınanlar varsa bu onların sorunudur; ama somut koşullar altında bir “zulme”, bir diktatörün hastalıklı, “tuhaf” dünyasına bir şekilde eleştiri getirenlerin, diktatörün zulmüne bir şekilde “hop” diyene kendine ait ilkelerle hiç çelişmeden “evet, olması gereken budur” diyebilmekte hiç bir garabet yoktur; burada garabet görenler “çoluk, çocuktur!”
İşte görüyorsunuz AKP’li kardeşimiz Osman’ın yorumunu. İtiraz eden devrimciler bu yorumdan ders alsın. Teşekkür ederim Osman, bana çok yardımcı oldun.
6 anonim olayi unuttururmaya calisiyor.referandumdan evet cikti dayi.adamlarin ele gecirme oyunu patladi.eger hayir ciksaydi eskisi gibi kalcakti.askerde piyasadan cekilince 80 darbesi gibi.ne cikarsa onaylancakti.bu mallar elleriyle yapti bu isi.hayircilarda oy kullanarak oyuna ortak oldular.kimi yiyonuz?
Rica ederim Gün abi. Yarın MHP’yi de AKP karşıtı bir iş yapınca savunmazsın inşallah.
savunurum. AKP diktatörlüğüne karşı küçük bir taş koymak bile yararlıdır. bunu mhp yaparsa neden reddedeyim ki.
belki de doğu mehmet ali’yi kapının önüne koymadan önce (tgb lideri) ilker’le ittifaka giden mehmet ali daha atak davranıp doğu’yu kapının önüne koyar. olamaz mı gün abi? perinçek soyadlı birinin lider olmadığı işçi partisi sence nasıl bir parti olur?
O kadarını bilemiyorum tabii ki. anlaşılan sen daha fazla içindesin. ama şu kadarını söyleyeyim ki, söylediğin bana pek mümkünmüş gibi görünmüyor. Doğu iktidarı asla bırakmaz. Ancak belki de büyük bir parça kopabilir. Bu mümkün.
ip’den kopan öz-hakiki-ip tayfası türksolu’nun ulusal partisine katılır mı sence gün abi? o durumda ip’den çok daha radikal olan ulusal parti daha da güçlenecek ve milliyetçi sosyalizm kitle desteği bulabilecektir. senin eski yoldaşlarını fazla küçümsüyorsun bence. ip binde birlik bir parti olabilir ama siyaset boşluk kaldırmaz. kriz daha da derinleştiğinde, ip gibi yıpranmamış, sıfır kilometre, güçlü bir milliyetçi sosyalist özne ana muhalefet partisi olabilir. oradan da iktidara yürürlerse sana geçmiş olsun zileli.
MHP karşıtı görünse de bence bu çok basit bir bakış açısı.
MHP’ye duyduğunuz nefret ve korku muhakemenizi gölgeliyor.
Kemalizm kendini meşrulaştırmak için dinci gericiliği ve saltanatı halkın gözünde öcüleştiriyor. Buna rağmen bir yandan da devletçiliği ve milliyetçiliği gereği Osmanlı’ya ve İslam’a sahip çıkıyor.
Devletçi-milliyetçi AKP’nin de kendini savunmak için MHP’yi göstermesi buna benziyor.
Anayasa Mahkemesinin Haşim Kılıçın açıklamalarından geçmişte yaşadıgımız deneyimlerimizden ve aklımızda yer edinmiş kararlarından Kusura bakmayın hem parelel devlet hemde yurtseverler tarafından terazimisin yan yattıgının açık bir konuşmasıdır.Emekligimede az kalmıışkın hem akp blogunda yer aldım hemde yurtseverler blogunda yer aldım İnşallah ilerde siyaset blogunda yerimi alırım açıklamasıdır
yetmez ama evet- 12 eylül referandumunun sonuçlarının etkisi olmasın haşin kılıçın konuşmaları?ı
Önemli değil. Bu dünya ne ucube iktidarlar gördü.
Sonra şu “vesayet” sözcüğü… Yani AYM, “siyaset” (iktidar yerine kullanılan yuvarlaklaştırılmış bir deyim) üzerinde vesayet kuruyormuş.
işte bu.
yıllardır vesayet diye zihin bulandırdılar.
http://www.odatv.com/n.php?n=ibda-c-mensubu-paralel-devleti-savundu-2704141200
yazınızda da vurguladığınız doğu perinçek tahliline gayet uygun bir davranış..bir insan neden sürekli olarak aynı hataları tekrar edip durur.. gelinen noktada her kimki tayyip karşıtı ise o perinçek’inde karşıtı
bir yandan suriyede emperyalist müdahale karşıtımış gibi davran ama bir yandan da bu müdahale ve katliamların; ülkemizdeki neoliberal politikaların ve diktatörlüğe gidişin baş sorumlusunun sözüm ona milli devlet adına yanında yer al…
Gün Zileli’ye Sonsuz Saygılar!
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/mehmet-ali-gueller/39225-mehmet-ali-guller-aydinlik-okurlarina-yanitlarim.html
“savunurum. AKP diktatörlüğüne karşı küçük bir taş koymak bile yararlıdır. bunu mhp yaparsa neden reddedeyim ki.” gün zileli
🙁
Bu konu için, Demir Küçükaydın’ın son yazısı üzerine konuşulmayı hakeden bir metin olmuş, kanaatımca…
“FORMLARIN ! MAYIS ÇAĞRISININ ELEŞTİRİSİ”
İlk gördüğümde başlıktaki “Barikat” metaforunu sol, sokak ve devrim çağrışımları nedeniyle AYM gibi bir kuruma yakıştırmayı garipsedim. Ancak yazıyı okuyunca ne demek istendiğini anladım.
AYM-AKP çelişkisi boy gösterdiğinden beri, kendi kendime AYM başkanının (kim olduğunu filan bilmem, çok da önemsemedim, bunda da haklı çıktığımı düşünüyorum) suyunun ısındığını, RTE’nin bu karakteri ve daha doğrusu kurumu da yakın zamanda “halledeceğini” beklemeye başladım. Hala da bu beklentideyim. Şimdi gelsin “vesayet”ler, “yardı darbesi”, “paralel”ler vs. Keza geliyor da. Bu öyle bir dikta ki kendisine yönelik her muhalefet gayrimeşru, darbeci, vesayetçi, her uyumsuzluk ihanet, dış mihrak vs. Gelsin AKP ile çelişeni “daha büyük bir kötü ile ilişkilendirme” yoluyla AKP’yi kurtarma. Bu ideolojik kurgunun bokunu zaten çıkarmışlardı şimdi banyo yapıyorlar bu bokun içinde. Artık bu terimleri, kavramları, yaklaşımları kullananlara hiç bir saygı duymuyorum, otomatik olarak diskalifiye oluyorlar gözümde.
İşin daha komik yanı, AYM başkanının sert konuşması haberini gördüğümde, konuşmanın “AYM’nin 52. kuruluş yıldönümü” etkinliği olduğunu görmemdi. 50 değil, 52. Yani her yıl kutlanıyor muymuş “bir mahkemenin kuruluşu”. Sonrasında bu AYM’nin politik niteliği ne olabilir diye (daha önce pek kafa yormamıştım açıkçası) bir düşündüm, bir çıkartma işlemi yaptım 2014’ten 52 çıkart, 1962. Tamam dedim, bu kurum Menderes diktasına karşı “ilerici darbe”nin bir eseri, belli ki günümüz konjonktüründe Menderes v.2’yi rahatsız eden hayırlı bir kurum bu. GZ’nin bu yazısında aynı noktayı vurguladığını gördüm.
Etrafımda ise GZ’nin twitter örneklerini andırır şekilde Kılıç’ın RTE’nin aslında eski kankalarından olduğu, bunun bir cumhurbaşkanlığı hamlesi olduğu, hatta sürtüşmenin danışıklı olduğu, ikisinin aynı bokun laciverti olduğu gibi analiz ve algılamalar daha baskındı. Bu saptamalar sonucu varılan nokta da “ilgiye değmez” olduğuydu. Oysa bir üst paragraftaki saptama, bu saptamalar doğru olsa bile onları zaten baki tutan, daha üst bir saptama ve daha önemli olan da o.
Derken kendimi bir kez daha (yaşlandıkça sürekli tekrarlanan bir şey olmaya başladı bu hayatımda) etrafımdaki uyanık “cin”lere gördüğümüz şeyin “altında aslında başka bir şey olduğu”ndan ziyade gerçeğin tam da gördüğümüz gibi olduğuna ikna etmeye çalışırken buldum kendimi. Evet AYM başkanı, elbette ki bir sistem içi iktidar kurumu başkanı olarak nahoş bir zat, ancak burada gerçekten de başında olduğu kurumun diktatörlük ile olan çelişkisi (güçler ayrılığı) esas belirleyici olan şey. Sızlanması da bu sebepten dolayı.
Bruno Latour’un şu makalesine tekrar tekrar dönüyorum: “Eleştirinin havası niye kaçtı” diye çevrilebilir başlığı.
Arzu eden için ingilizcesi şurada:
http://www.bruno-latour.fr/sites/default/files/89-CRITICAL-INQUIRY-GB.pdf
Latour’a dair görüşüm komple karşı-devrimci bir düşünce akımı olarak gördüğüm postmodernizme yakıt taşıyan bilim-karşıtı radikal şüphecilik (radikal skeptisizm) ile olan teması nedeniyle negatifti. Ancak bu, ender bir berraklık taşıyan bir özeleştiri olması nedeniyle son derece ilginç bulduğum bir kısa yazı. Ana fikri çok basit, “biz eleştiriciler, onyıllarca bilinçsiz tebaaya aslında hiç bir şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatmaya çalıştık, oysa bugün görüneni ‘yutmadığı’ndan dolayı kıvançlı her hıyarın kafasında bir komplo teorisi, şirazesi kaçmış bir eleştirellik var, ve bu ayarsız şüphecilik ideolojinin kendisi haline geldi”. İlginize..
ÇARE: YENİ KADROLAR!
Sinami Orhan
Aslında başlangıcı 2007 seçimlerine, milletvekillerinin tesbitine kadar geriletebiliriz. Başbakan Erdoğan, “öz adaylarımızla seçimlere gireceğiz; liste hazırlayın” direktifini vermesine rağmen, sözünde duramadı ve kontenjan listeleriyle önüne getirilenlere razı oldu.
Ardından “One Minute” ve “Mavi Marmara” ile ipler iyice gerilmeye başlandı. Özellikle şehid ve yaralı olanların “Adli Tıp”taki lüzumsuz kırtasiye ile uğraştırılmaları, mahkeme açmak için verilmesi gereken raporların geciktirilmesi, Mavi Marmara gemisinin Antalya Limanı’ndan İstanbul Limanına bir gövde gösterisi ile girmesine, Çanakkale Boğazı’ndaki Denizcilik Müsteşarlığına ait memurların karşı çıkması, bugün İsrail’i yargılamayacağını söyleyen hâkimlerin bürokrasideki uzantılarını gösterdiği gibi, çatışmayı da ortaya koyuyor. 2011 seçimleri bu iç çatışma ile geldi. Fetulah Gülen’den gelen 40 kişilik vekil listesine önce red cevabı verildi ama sonra yedi vekil tasdik edilmek zorunda kalındı. 2012 başladığında ise komplo ortaya çıktı.
7 Şubat 2012 tarihinde, “Oslo Görüşmeleri” sebebiyle, MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile dönemin müsteşarı ve görüşmeye katılan iki MİT görevlisi hakkında savcılığa “davet emri” çıkarıldı. Fakat bu davetin tutuklanma ile neticeleneceği çok açıktı. İddialara göre, Beşiktaş’daki MİT “tesisleri”nde dört görevli de “yakalandı” ama “teslim edilmediler”; Başbakan Erdoğan durumun nereye gideceğini anlamış ve inisiyatif almıştı. Süreç, kanun değişikliğiyle atlatıldı. 2012’nin son aylarında cezaevlerinde bulunan PKK-KCK tutsakları “açlık grevi”ne başladılar; Başbakan Erdoğan, Öcalan’ın mesajına izin vererek hem ölümleri engelledi hem de -kanaatimiz o ki bugün yaşananlara nazaran- bilmeden çok şeylerin önüne geçme imkânına sahib oldu.
2012 bitti, 2013 ise Gezi hâdisesi damgayı vurdu. Basit bir “yeşillik” meselesiyle başlayan olay, tam bir GEZİ-ZEKÂLILIKLA, olayı takib eden görevlilerin ateşe benzin atma misali şiddet gösterileri ile büyüdü, bilhassa DHKP-C’nin de gösterilere katılmasıyla bir alev kapanı hâline dönüştü.
2013’ün Haziranı’nda bunlar olur ve hafif dalgalarla Eylül, Ekim’e kadar sürerken, birdenbire Taraf Gazetesi’nde yayınlanan 2004 MGK Kararları ile süreç farklı bir kulvarda devam etmeye başladı: Dershanelerin kapatılma kavgası! Aslında bu kulvar değişikliği, herşeyi de apaçık ortaya koydu.
Hemen ardından da 17 Aralık’da bakan çocuklarına, işadamlarına yönelik operasyon geldi! Operasyonun asıl amacının Bilal Erdoğan ve onun üzerinden Başbakan Erdoğan olduğu ise çok kısa bir süre sonra anlaşıldı! Bu operasyon gürültüsü eşliğinde de Hatay’da, MİT’e ait bir TIR’ın durdurulması ve “İHH’ya ait kamyonda silâh bulundu” diye haberleştirilmesi, hamlelerin büyüklüğünü ortaya koyuyordu.
()
Hiçbir “istihbari bilgiye” sahib olmadan, tamamen açık kaynaklardan yararlanarak edinilen izlenim olarak şunu kuşkusuz bir şekilde yazmak gerekir ki, hükümet, tüm bu hâdiselerde, olayı bizim gibi gazetelerden, televizyonlardaki, “son dakika” anonslarından öğrendi! [“Baba, evi polis bastı”, diye bakanları arayan çocukların haber vermesiyle de olabilir; yine de basına düşmesiyle arasında pek fazla bir zaman farkı yoktur!] MİT’in de bu zayıflık içinde olduğunu söylemek gerekiyor.
Bunun sebebi, operasyonları yapanların dışarıya bilgi-haber sızdırmaması, küçük bir grub içinde ve şimdi anlaşıldığı üzere, hiçbir şekilde üstlerine haber vermeden, tâbir-i caizdir, kafalarına göre takılarak diledikleri gibi davranmalarıdır!
Elbette, bu bir defa olsa, mâkul bir mazeret olabilir ama ne bir ne iki ne üç!
MİT’in, Emniyet’in bu zaafiyeti çok bariz olmakla birlikte, şunu da gösterir, karşılarındaki “düşman” çok sinsi ve hızlı! Üstelik her adımlarını “resmi kâğıt” üzerinde yaptıklarından, kanuni süreci başlatmış olmaları sebebiyle de başarısız oldukları yerde bile başarılılar: Kanuni süreç bir şekilde devam etmek ve hesabsız bir şekilde bitirilmek zorunda!
Bizim makale konumuz bu operasyonlar değil; “istihbarat zaafı” ve nasıl yokedilebileceği.
()
“3 Haziran 2011 tarih ve 643 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 3046 sayılı Kanuna eklenen 21/A maddesiyle hukukumuzda şimdiye kadar görülmemiş “bakan yardımcısı” adı altında yepyeni, şimdiye kadar görülmemiş “bakan yardımcıları” adı altında yepyeni bir kurum ihdas edilmiştir. Anılan KHK ile 3046 sayılı Kanuna eklenen 21/A maddesi şöyledir:
“Bakana (Millî Savunma Bakanı dâhil) bağlı olarak Bakana ve Bakanlığa verilen görevlerin yerine getirilmesinde Bakana yardımcı olmak üzere Bakan Yardımcısı atanabilir. Bakan Yardımcıları bu görevlerin yerine getirilmesinden Bakana karşı sorumludur.
Bakan Yardımcıları Hükümetin görev süresiyle sınırlı olarak görev yapar; Hükümetin görevi sona erdiğinde, Bakan Yardımcılarının görevi de sona erer. Bakan Yardımcıları gerektiğinde Hükümetin görev süresi dolmadan da görevden alınabilir. Bakan Yardımcılarına en yüksek Devlet memuruna mali haklar kapsamında yapılan ödemelerin yüzde yüzellisi oranında aynı usul ve esaslar çerçevesinde aylık ücret ödenir”.
Bu düzenlemelerde anayasamıza aykırı bir yön yoktur. Zira anayasamızda bakanlar ve bakanlıklar geçmekte, ama bakan altındaki kamu görevlilerinin kimler olacağı sayılmamaktadır. Dolayısıyla bir bakanlıktaki bakanın altında yer alan kamu görevlilerinin kanunla belirlenebilir.”
Anlayabildiğimiz Başbakan Erdoğan, 2011 tarihinde üstelik, çok akıllıca bir hamle ile yeni bir “makam” ihsas etmiştir. Bu makama dair muhaliflerin “SİYASİ KOMİSERLİK” iddialarına, “aynı suda iki defa yıkanılmaz” diyerek karşı çıkmak mümkün ama işlev bakımından siyasi komiserlik gibi olduğunu kabul etmek gerekir.
Yukarıda kısa ve kaba hatlarıyla anlattığımız iç hesablaşmanın tabiî bir neticesi olarak kurulduğunu düşünmek istediğimiz “bakan yardımcılığı” müessesesi, açık söylemek gerekirse, bizce de atılması lüzumlu bir adımdır.
Mavi Marmara ve özellikle 7 Şubat Darbesi, “öz adaylarımız” demeye başlayan, ister doğru ister istismar ama dünya Müslümanları’nın gözlerini Anadolu’ya dikmesine ve umutlanmasına vesile olan Başbakan Erdoğan’ın, “iç düşmana” karşı elini güçlendirmesi, bakanlıklarda neler olup bittiğine dair bilgiye ulaşmak istemesi, kendi kontrolü haricinde bir faaliyete izin vermeme hamlesidir, “bakan yardımcılığı” ihsası.
Dikkat ediniz, Fetulah Gülen Örgütü’nün, kendisine “KİBİRLİ, DİKTATÖR, BASKICI” demeye başlamaları da “bakan yardımcılığı”nın ihsası ile birliktedir. Elbette bu makamın bir tesiri olmuştur ki bu şekilde ifadelerle anılmaya başlanmıştır ama son tahlilde görüleceği üzere, bu makam işlevsel bir mevkiide olsa da, kurulduktan sonra gerçekleşen yukarıdaki büyük hamleleri, engellemeye dair hiçbir katkısı olmamıştır!
7 Şubat ve 17 Aralık ile 25 Aralık Operasyonları çok büyük ve “bitirici” hamlelerdir ama “bakan yardımcıları” bu esnada MİT ve Emniyet gibi kelimenin tam anlamıyla UYUTULMUŞTUR! (Uyumuşlardır, demiyoruz dikkat ederseniz nezaketen!)
Belli bir MİSYONU (isterseniz “gizli ajanda” da diyelim buna!) olan veya olduğunu söyleyen bir Parti, elbette mevcut kurumlarla yetinmez, ihtiyacı olan müesseseyi de teşekkül ettirir ki, Başbakan Erdoğan da, biraz GEÇ KALMIŞ OLARAK bunu yapmış ve bahsettiğimiz müesseseyi hayata geçirmiştir. BİR MÜESSESEYİ KURMAKDAN DA ÖNEMLİ OLAN FAALİYETE GEÇİRMEK VE İSTENİLEN NETİCEYİ KAZANMAKTIR. Bu gözle baktığımızda, yaşananlar ışığında, istenilene ulaşılamadığı aşikârdır, herhalde! MÜESSESENİN EKSİKLİĞİNDEN ZİYADE, KULLANIM VEYA İŞİN BAŞINA KONULANIN YETERSİZLİĞİ ÜZERİNDE DURMAK GEREKİR.
Mesela, Dışişleri Bakan Yardımcısı, kardeşinin adını sıkça duyduğumuz ama kendisinden pek bahsedilmeyen Ali Naci Koru’dur. İçişleri Bakan Yardımcısı, 2007’de müsteşarlığa atanıp ardından 2011 seçimleri öncesinde kanun gereği içişleri bakanı da olan, Osman Güneş’tir; 2007’den bu yana İçişleri Bakanlığında Müsteşarlık ve Bakan yardımcılığı görevini yapmaktadır; yani neredeyse 7 senedir! (Malûm “darbe girişimleri”nin en önemli ayağı da İçişleri Bakanlığı’na bağlı olan kollukdur!) Adalet Bakanı Yardımcısı, Veysi Kaynak’dır. Ulaştırma Bakan Yardımcısı, Yahya Baş’tır 2012’den beri. Milli Eğitim Bakan Yardımcısı Orhan ERDEM’dir, 2011’den beri. Avrupa Birliği Bakan Yardımcısı Dr. Alaattin BÜYÜKKAYA’dır, kurulduğundan beri! Gençlik ve Spor Bakan Yardımcısı, Metin YILMAZ’dır. Milli Savunma Bakan Yardımcısı, Hasan Kemal YARDIMCI’dır ki tamamen iş dünyasından atanmıştır.
Bunları yazmamızdaki sebeb, Bakan Yardımcılığı makamına atananların, devlet hizmetinde çalışmış, milletvekilliği yapmış, AK Parti’de de kuruculuk yapmış kişilerden ve hatta “bürokrasiyi tanıyan” kişilerden olduğuna dair bir şübhe olmadığını göstermek içindir.
İşte belki de en büyük hata da budur! Belki de o müesseseyi işletememenin temel sebebi de budur!
İçişleri, Adalet ve Dışişleri Bakanlıklarına atanan Bakan Yardımcılarının, Devlet’in istediği “tecrübe” ve “bürokrasiyi tanıma” özellikleri olduğuna hiç kuşku yok; çünkü neredeyse ASIRLARDIR DEVLET İÇİNDE DOLAŞIYORLAR! Fakat bu özellik, bu üç kurumda Fetulah Gülen Örgütü’nün çok derin operasyonlar yapmasına engel olmasına yetmemiştir! Bunun sebebi elbette muhtelifdir ve araştırılması bize düşmez; ama en akla gelen, SENELERDİR BÜROKRASİ İÇERİSİNDE BULUNAN BU İNSANLARIN, “ÇEVRE TARAFINDAN ÇOK İYİ TAHLİL EDİLİP REFLEKS VE KABİLİYETLERİNİN BİLİNMESİ İLE “İŞ YAPAMAZ” HALE GETİRİLMESİDİR, demek mümkün.
()
Başbakan Erdoğan, 25 Aralık ’13 Darbe Girişimi ile, hızlı hareket etmeye, kendisinin kontrolü sağlayacak (elbette hukuki sıkıntıları ayrı bahis) kanuni hamleler yapmaya ve açıktır ki kontrolü tamamen eline almaya başlamıştır. Kağıt üzerinde “zaman kazandıran” hamleler elbette işe yarar ama, hareket edecek, inisiyatif kullanacak, operasyonların hedefini kamilen takdir edecek, kısaca BAŞBAKAN GİBİ “KEFENİMİ GİYDİM” DİYECEK ADAM SIKINTISI İÇİNDE OLDUĞUNDA DA ŞÜBHE YOK! Bu sıkıntıyı sadece bu müessese için değil, her safhada çektiğine de inanmak gerekiyor!
Başbakan’ın “yalnız”lığı barizdir. Elbette etrafında bir “genç fedailer” mevcuttur ama bunlar da öfke içinde hareket etmek ve belki de bu özellikleri sebebiyle sıkıntıyı (tehlikeyi çok büyük göstermek sebebiyle) daha da büyütmektedir. Bunlardan da önemlisi, kuru bir “fedailik”in, hiçbir işe yaramadığının bir hakikat olduğudur!
()
Müessese-Bakan Yardımcılığı kurulmuş ve isnad maddesi gereği de rahatça gereken kişiyi makama yerleştirmek mümkünken, “çetelesi tutulmuş-fişlenmiş” kişilerin, “devleti ve bürokrasiyi tanımak” hususiyetleri “takdir” edilerek makama sevkleri, ne büyük bir hatadır!
AK Parti’nin, belediyelerden gelme “kadroları”nın, İŞLEVSEL VE HAYATİ ORGANLARDA bulunmalarının RİSKLİ olduğu, onların “tanıma” anlamlarının da üç-beş kişiyle “yemek yemek” olduğu da apaçıktır artık 2014 gerçeği ışığında! Denenmiş, denenmez! Ve yük ise, hiç denemez!
Başbakan Erdoğan’ın, Bakan Yardımcılığı ve “benzeri” makamları, kendisi gibi, lafta değil özde KEFEN GİYMİŞ OLANLARA, ama FİKRİ DONAMIMLI ve “devleti bürokrasisi” içinde YERALMAMIŞ, tabiatıyla da ne kendisinin tanındığı ne onun etrafını tanıdığı, dolayısıyla handikap gibi görünen bu AVANTAJA sahib olanlara açmasının vakti gelmiştir!
Furkan Dergisi, s. 47, Mart 2014
http://www.furkandergisi.com/index.php/tr/furkan-yazarlari/sinami-orhan/1552-care-yeni-kadrolar
-Hocam, RTE AYM’yi pasifize edebilir mi? Edemezse ne yapar sizce?
Öyle bir niyeti olduğunu hiç sanmıyorum. Son derece kulanışlı bir araçtır. Yapılması gereken, ama kendi yapmak istemediği işleri ona yaptırıyor. Askerlerin salınması, HSYK yasasının (amacına ulaştıktan sonra) iptali, Twitter’ın açılması işine gelmedi mi sanıyorsun?
Rahatsız olduğu şey, Haşim Kılıç’ın açıkça Cumhurbaşkanlığına oynaması. Gerçi ondan da ne derece rahatsız olduğunu kestiremiyorum. Sanki kendi teşvik ediyormuş gibi davranıyor. “Cübbeni çıkar da gel” ne demek? Adamın niyeti yoksa bile aklına geliverir.
http://nisanyan1.blogspot.com.tr/2014/04/sorularnza-itinayla-cevap-verilir-2.html
Haşim Kılıç’ı demokrasi kahramanı olarak gören Zileli, Metin Feyzioğlu’nun yaptığı konuşmaya ne diyecek? Metnin tamamını okuyun hele:
http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/erdogana-salonu-terk-ettiren-konusma-h27575.html
Feyzioğlu’nun bugün yaptığı konuşma, F-tipi medyanın ve bir kısım ‘anarşistin’ şişirdiği “Perinçek-Tayyip ittifakı var!” balonunu patlattı. Zileli’nin yüzündeki renk değişimini görebiliyorum 😀
ben Feyzioğlu ittifak yapıyor demedim ki, İP yaüpıyor dedim. Metni okuyacağım.
Fena bir konuşma değil ama ben başbakanın neden bu kadar sinirlendiğini anlamadım doğrusu. Demek artık orta düzeyde eleştirilere bile tahammül edemiyor, yani çıldırmışy durumda. Öte yandan, aşağıdaki satırlar Baro Başkanının teslimiyetçi ve devletci yönlerini ortaya koyuyor:
“Bu sene, Anayasa’nın 34. maddesine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesine ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yerleşik içtihatlarına aykırı olarak getirilen yasak ise, halkı polisle çatıştırmak isteyen provokatörlere uygun iklimi hazırlamış, artık görmek istemediğimiz pek çok üzücü olay yaşanmasına sebebiyet vermiştir. Maalesef polis, şiddete başvuran ile barışçıl gösteri hakkını kullanmak isteyenleri birbirinden yine ayırmamış, orantısız güç kullanımı yoluna gitmiştir.”
“Seçimlere ilişkin değinmek istediğim ikinci husus, kim tarafından, hangi yöntemle kaydedildiği, nerede arşivlendiği, ne zaman kime karşı kullanılacağı belli olmayan ses kayıtlarının, bir seçim malzemesi olarak tedavüle çıkarılmış olmasıdır. Bu seçimlerden kazancımız, özel hayata ilişkin gizli kayıtların sonuç doğuran şantaj malzemesi yapılmasının muteber bir yöntem olmaktan çıkmasıdır. Başka bir ifadeyle, itibarsızlaştırma malzemeleri, onları çekenleri veya üretenleri itibarsızlaştırmıştır. Nitekim kayıtları çekenler, bugüne kadar kimliklerini açıklamaktan imtina etmişlerdir. Yaptıkları iş itibarlı bir iş olsaydı, Snowden örneğinde olduğu gibi kimliklerini açıklarlardı. Bunları söylerken, elbette herkesin, bundan önce benzer şantajlar başkalarına yapıldığında nasıl tavır sergilediklerini hatırlayarak ders çıkarmaları gerektiğini de ifade etmek istiyorum.”
“Seçimleri etkileyeceği düşüncesiyle tedavüle çıkarıldığı anlaşılan bu konuşmaları kaydedenler, o güne kadar daha başka hangi konuşmaları kaydetmişler ve nerelere servis etmişlerdir? Söz konusu casusluk faaliyeti sebebiyle acaba asker ve polislerimizin canları tehlikeye atılmış mıdır, şehitler verilmiş midir?”
Behey Zileli! Devletçi mevletçi diyorsun da, Feyzioğlu konuşmasında Nazım Hikmet’ten, Haziran Ayaklanması şehitlerinden (Lice direnişi şehidi Medeni Yıldırım da dahil olmak üzere), Hrant Dink’ten, Cumartesi Annelerinden, Doğu’da boşaltılan köylerden, faili meçhullerden vs. de bahsediyor. Senin kahramanın olan Haşim Kılıç’ın konuşmasında bunların kırıntısı dahi yoktu. Senin gözünde itibarlı olması için illa ki F-tipi cepheden mi olması gerekiyor?
evet, bu noktada haklısın. Medeni Yıldırım’dan söz ettiği gözümden kaçmış. Diğer noktalar da doğru.
Devlet Protokolü ve Terbiyesine İtirazımız Var!
Kenan Alpay
Törenler, ulus devletlerin siyasal ve toplumsal kültürü terbiye etmek üzere inşa ettikleri modern ritüeller veya teamüller şeklinde nitelendirilebilir. Kemalist ulus devletin tarihi de belki diğer pek çoğundan daha fazlasıyla bugüne kadar hep bu törenler, teamüller ve modern ritüeller şeklinde kurulan bir silsileyle örülmüştür.
Sayılması ve takibi bir hayli zor olan resmi törenler en ilginç haliyle bir devlet terbiyesi ve bürokratik teamül olarak işlemektedir. Resmi törenleri değiştirmek, törenlerin anlam ve amacını sorgulamak, itiraz etmek nedense entelektüel zeminde dahi hiç gündeme alınamıyor. Çünkü “törensiz kalan bir milletin hayat damarlarının kopacağı” gibi batıl bir inanç Batıcı bürokrat ve aydınların da içinde yer aldığı iktidar sınıflarına kılavuzluk ediyor.
Törensiz Yaşayamayan Ülke
Törenlerin anlam ve önemini belirleyen, törenleri günün anlam ve amacını matuf pratiklerle şekillendiren elbette bir ulus devlet aklı var. Fakat asıl sorun bu ulus devlet aklında zaten. Çünkü bu ulus devlet aklıyla bezenen törenler istisnası olmaksızın yukarıdan aşağıya devleti merkeze alarak toplumu ve toplumsal iradeyi temsil eden siyaseti terbiye etme misyonuyla donanmıştır.
AK Parti Hükümeti 80 yıldır bütün ilk öğretim öğrencilerine okutulan Türkçü-Atatürkçü andı kaldırarak hakikaten çok hayırlı bir icraat yapmıştır. Benzer bir biçimde 19 Mayıs, 23 Nisan gibi resmi törenleri en azından stadyumlarda yapılan askeri formattan çıkarmakla da son derece çirkin bir teamüle nihayet vermiştir. Şehirlerin düşman işgalinden kurtuluşunu anma adına her sene sergilenen klişe mizansenleri de bu kategoriye dahil etmek yerinde olur. Ne kadar az tören o kadar normal hayat demektir çünkü.
Ancak yaşadığımız ülkenin kronik sorunları sadece askeri, yargısal, akademik veya bürokratik vesayetten ibaret değil. Bu vesayetleri yaşatan, görünür kılan ve belli bir takvime bağlayıp her dönem bir kriz-gerilim vesilesi haline getiren resmi törenlerini görmezden gelemeyiz. Resmi törenler hem muhtevaları hem de konjonktüre göre yüklendikleri mesajlar itibariyle siyasal ve toplumsal alana devlet sınıfları adına vesayetçi müdahalenin yapılmasına en uygun zeminlerdir. Resmi törenler, her zaman için törenlerden fazlasını ihtiva etmektedir.
Siyaset ve toplumun törenlere katılması bir dert, törene katılmaması ayrı bir derttir. Törene katılacakların makbul sayılması için elbette şöyle bir takım kriterler var: Törende verilmek istenen mesaj ve ruha tamamen teslim olacak. Fırça yemeyi veya hizaya çekilmeyi sineye çekecek. Onurunun çiğnenmesine ses etmeyecek. Toplum tarafından kendisine verilen emanete tecavüz etmeyi alışkanlık edinen bürokratik oligarşinin edepsizliklerine karşı bütün sinirleri alınmışçasına sırıtabilecek.
Törenler işte böyle bir dizi talim ve terbiye yöntemi olarak işlev görmekte olduğu için ulus devletin tabularıdır. Siyaset ve topluma karşı resmi ideolojinin aktörleri tarafından mütemadiyen bu tabuların temsil ettiği saldırı imkanları kullanılıyor. Siyaset ve toplum adına bir kabus alanı olmaktan daha ötede bir fonksiyonu olamayacak bu törenlerin anlam alanına, varlık sebebine ve bunları dayatan aktörlere temelden itiraz etmek mecburiyetindeyiz.
Törenleriniz Bizden Uzak Olsun
Törenler son süreçte açıkça görüldüğü üzere sadece Kemalistler için değil ulusolcu ve liberaller için de bir saldırı, tuzak ve ittifak vesilesi olarak değerlendiriliyor. Gerek Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümü vesilesiyle Haşim Kılıç’ın yaptığı konuşma gerekse Danıştay’ın kuruluş töreninde TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun yaptığı konuşma bunun göstergesidir.
Feyzioğlu’nun Kemalist iktidar sınıfları adına sergilediği ‘edepsizliğe’ Başbakan Erdoğan’ın önce sözlü ardından da fiilen protesto edip salonu terk etmesine karşı yapılan değerlendirmeler iyi takip edilmek durumunda. Süreç bunu daha acil bir duruma getirmiştir.
Kanaatimce Başbakan Erdoğan’ın karşısında, TBB Başkanı Feyzioğlu’nun arkasında duran en geniş manasıyla ‘birleşik cephe’dir. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun Başbakan Erdoğan’ı “devleti yönetme ehliyetini kaybetmiş” şeklinde tasvir etmesiyleCengiz Çandar’ın “Davos 2009 bir trajedi sahnesiydi, Danıştay 2014 ise kesinlikle bir komedi sahnesi” şeklinde alaya alması ‘birleşik cephe’nin temel vasıflarına dair önemli işaretler taşıyor.
Benzer bir şekilde Ergenekon-Balyoz sözcüsü Cumhuriyet’in “protokol kurallarını hiçe sayıp skandal yarattı” manşetiyle her türlü vesayete karşı savaş açmış imajıyla hareket eden liberal Taraf’ın “devlet protokolünü dehşete düşürdü” manşeti Gezi Ruhu’nun, 17 Aralık Ruhu’nun mücessemleşmiş halinden başkaca bir şey değildir.
Resepsiyonlarda verilen muhtıralardan açılış törenlerinde sergilenen edepsizliklere değin aslında bürokratik oligarşi ve iktidar sınıflarında değişen hiç bir şey yok. Madem resmi törenler vesilesiyle bu türden dayatma ve edepsizliklerde ısrar ediyorlar o halde onları kendi başlarına bırakmak daha doğru ve faydalı olmaz mı?
http://www.haksozhaber.net/devlet-protokolu-ve-terbiyesine-itirazimiz-var-28139yy.htm
http://www.hurriyet.com.tr/cumhurbaskani-erdogan-karara-uymuyorum-saygi-da-duymuyorum-40061344
http://www.hurriyet.com.tr/erdoganin-aym-kararina-saygi-duymuyorum-sozleri-meclisi-karistirdi-40061435
http://www.hurriyet.com.tr/chpli-tanaldan-cumhurbaskani-erdogan-hakkinda-suc-duyurusu-40061891
http://apoletlimedya.blogspot.com.tr/2016/03/bir-kararla-turk-yargs-bagmsz-oldu_4.html