Cesaretini Yitirmiş Bir Toplum!
Msn’de Batmanlı bir genç arkadaş, “iyi bir ramazan bayramı” diledi bana. Genç arkadaşımı şaşırtmak için, “ne bayramı var” diye sordum. Çocukcağız şok oldu. “Sahiden bilmiyor musunuz” diye sordu. “Bilmiyorum” diye ısrar ettim. Bunun üzerine aramızda hafif yollu bir din tartışması başladı. Genç arkadaş, “Kuranı Allah indirmiş” deyince, “Kuran’da karınızı dövebilirsiniz diye ayet var” diye yazdım, “bu durumda Allah insanlara karılarını dövebilecekleri öğüdünde mi bulunuyor? Eğer gerçekten böyle bir öğütte bulunmuşsa da halt etmiş.” Msn’in karşı ucundaki genç arkadaşımın benim bu cüretkâr sözlerimden şok olduğunun farkındaydım. Yanlış yapan bir Allaha karşı çıkılabileceğini o zamana kadar aklının köşesinden bile geçirmemişti. Sadece Allahın emirlerine uyulabileceğini öğrenmişti.
***
Ramazanda Köprüaltı’na gitmiştim. Garsondan bira istedim. “Ramazan’da bira satmıyoruz” dedi. “Neden” diye sordum. “Patronun emri” cevabını verdi. “Sizin patron yılın bir ayı Müslüman galiba” dedim, “eğer bu meret haramsa her zaman haram olmalı, öyle değil mi? Benim tarafımdan bunu patrona ilet lütfen” dedim. Garson genç kafasını salladı, ama hiç sanmıyorum ki patrona söylemiş olsun. Allahın “emir”lerini piyasa ve genel geçer ahlâk kurallarına göre istediği gibi eğip büken patronun mantığını anlamak hiç de zor bir şey değildi. Bu mantığı sineye çekmek varken kendini bilmez bir müşterinin söylediklerini patrona aktarıp onun gazabına uğramanın ne gereği vardı.
***
İstatistikçiler, ramazanda tüketilen içki miktarı ile hemen ramazan sonrası içki tüketimindeki artışı bir karşılaştırsalar ortaya oldukça ilginç bir sonuç çıkacağından eminim. İçkievlerinin ramazan sonrasında tıklım tıklım dolmasından bile çıplak gözle algılamak mümkün durumu. İnsanlar, bir ay boyunca “Allahın emrine” uyup içkiye ağızlarını sürmemiş, “yasak” bitince de büyük bir açgözlülükle içkinin üstüne saldırmışlardır. Zaten modern müslümanlık da bu değil midir? “Allahın emirleri”ne görünüşte ve ritüel olarak uy, onun haricinde ne yaparsan yap, her şey mübah. Cesaretini kaybetmiş bir toplumda din de tam bir ikiyüzlülük ve ritüel haline gelmiş durumda.
***
Laik kesimler de bu genel ikiyüzlülüğün tam göbeğinde yer alıyorlar. Bırakın laiki, en ateistimiz bile, dinsel ritüele uyarak oğlunun çükünü kestirip çocuğunu binlerce yıl öncesinin adetlerine göre sakatlamakta bir an bile tereddüt etmiyorsa, bu kesimlerin dogmalara karşı gerçeketen savaşabileceği konusunda bir umut besleyebilir miyiz? Babam Necati Zileli elli yıl önce bu cesareti göstermiş, en azından bireysel olarak sünneti onaylamadığını açık açık beyan etmişti, çok iyi hatırlıyorum. Halil Berktay’ın babası Erdoğan Berktay, keza, elli yıl önce aynı cesareti gösterip tercihi oğluna bırakmıştı. Oğlunun, 12 Mart döneminde, işkence sırasında bu yüzden ek dayak yemiş olması babasının yanlış yaptığını hiç de göstermez. Aradan elli yıl geçmiş, laiklerimiz dincilere karşı büyük bir mücadele verdikleri iddiasındalar ama dinin en basit “sünnet”lerine bile karşı çıkacak cesaretleri yok. Bırakın bunu, sünnet düğünleri yapmaktan bile geri kalmıyorlar. O zaman, bu kavganın sadece bir iktidar kavgası olduğunu düşünmekte haksız mıyız? Yani sonuç şu: 1 (laik)+1 ((dinci)=2(yüzlülük)
***
Tüm toplumu bir kanser gibi sarmış atalet, korkaklık, miş gibi yapma ve iki yüzlülükten tüm toplumsal kesimler nasiplerini alıyor. Kadıköy’de 12 Eylül’ü protesto mitingine gittim. Ortak bir ruh yoktu. Oraya gelenler bir görev savma ruh hali içindeydiler. Mitinge katılan gruplar sadece birbirlerine gösteri yapmaktaydılar. Tutuştur oraya getirdiğin her taraftarının eline bir örgüt ya da parti bayrağı, böylece diğerinden çok gözük. Bir arkadaş iyi ifade etti: “12 Eylül’de işkence görenler buraya gelseydi, yirmi misli kalabalık olurdu burası.” Bence de öyleydi. Grup çığırtkanlıklarından yılmış ve soldan umudunu kesmiş halk mitinge gelmemiş, gelmek istememişti.
Elime tutuşturulan kağıtlara baktım. Çeşitli örgütlerin bildirileriydi. İsimleri binbir çeşitti ama hepsi de aynı teraneyi tekrarlıyordu: “12 Eylül Generallerinden hesap sorulsun!” Tamam, sorulsun, katılıyoruz da, onca örgütten birinin de mi aklına gelmemişti, “iç savaş ortamına benzinle giderek paşaların darbesine zemin hazırlayan ve sol içi iktidar kavgalarıyla bizleri bölüp güçsüz düşürerek cuntacılara karşı ciddi bir direnişi önleyen örgütlerden ve şeflerinden hesap sorulsun” demek. Haydi, bu “hesap sorma” lafı çok çiğnendi ve yıprandı, üstelik bir de fazlasıyla intikam kokuyor ama en azından bunu eleştiren bir satır yazmakta mı gelmedi kimsenin aklına?
***
Eğer bir toplum, sağıyla ve soluyla, varlıklısı ve yoksuluyla, yaşlı ve genciyle, kadını ve erkeğiyle, genel geçer yargılarla, dogmalarla mücadele etme, bunlara kafa tutma cesaretini hepten yitirmişse… hiç de kötümser bir şey söyleyeceğimi beklemeyin, o toplumu esaslı bir sarsıntı bekliyor demektir. Yeni bir atılım ve cesaret ruhunun toprağın derinliklerinden büyük bir enerjiyle yeryüzüne çıktığı büyük bir deprem!
Gün Zileli
2 Ekim 2008
Elbiseloji
Kralın gözle göremediğin giysilerinden bahsetmek ne zevkli muhabbettir! Biraz metafizikle uğraşmış, spekülatif ilimlere aşina biri bunu bilmez mi?
Gözün görmez çünkü şeytan gözünü karartmıştır: önce buna inanman lazım. Bunca kıymetli hocanın, evliya ve enbiyanın “gördüm” dediği giysileri görememen günahkâr nefsinin sana oynadığı bir oyundur. Nefsini inkârla işe başlarsın.
Sonrası çorap söküğü gibi gelir. Günde beş vakit o güzel giysileri övmeyi öğrenirsin. Kralın giysileri ipek midir keten midir? Dün giydiğini bugün de giyer mi? Kumaşı insan kumaşı mıdır yoksa manevî âlemin sırrı ile mi dokunmuştur? Bu konuları binlerce yıldan beri tartışan âlimlerin ilmine ve ustalığına hayran olursun.
İnsan aklı başlangıç noktalarını sorgulamakta tembeldir. Başlangıcı bir kez kabul ettikten sonra önünde deryalar gibi kütüphaneler açılır. Kralî elbiseloji ilminin ummanına dalar, görülmedik lezzetlerle tanışırsın.
Mübarek perşembe günleri kralın en muhteşem giysilerini giydiğini söylerler. O gün herkesle beraber “ooo!” diye haykırıp secdeye gelmeyi öğrenirsin.
Kırk yılın başında çocuğun biri çıkar “ama kral çıplak!” der safça. Önce onu sevecenlikle uyarırsın. “Şeytana uyma” dersin. Halkla beraber secde ederse zamanla onun da elbise ilminin derunî lezzetine varacağına güvenirsin.
Israr ederse susturursun. Düzelme ihtimali olmayacak kadar yaşı geçkin bir çocuksa, mecbur, katledersin.
Çünkü hakikat zehirdir. Şeytana emanet ettiği iç kalbinde bütün insanlar hakikati bilir. Biri yüksek sesle hakikati söylerse hiç belli olmaz, birden bakarsın milyonlar uyanıvermiş, “aa tabi ya, biz de biliyoruz kral çıplak!” diye itiraf edivermiş.
Sevan Nişanyan, 26/09/2009, Taraf