Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Çember Kapanırken

Direnişler, İktidar Bloku, İşçi Sınıfı, Siyasi Tahlil

images (19)

 

 

 

 

Çember başlangıçta düz bir çizgidir. Sonra bir ucu yukarı doğru kıvrılır, yarısı en tepe noktasına vardıktan sonra aşağı doğru iner ve en alttaki öbür ucuyla birleşir. Çember kapanmıştır.

 

 

Artık gündemi değiştirmeye ve “normal”leştirmeye çalışacaklardır. Tabii, maden işçilerinin ve tüm toplumun kabaran öfkesi buna izin verirse.

Sahaya yeni çıkan her takım gibi onlar da başlangıçta son derece dinamiktiler. Toplum, geçmişteki koalisyon iktidarlarından, ordunun darbe tehditlerinden, ülke çapındaki ve Kürdistan’daki faili meçhullerden, üniversitelerdeki “ikna odaları”ndan vb. gına getirmişti. Bu yüzden sahaya çıkan “yeni” takımın aslında eski takımlardan derlendiğini göremeyecek bir iyimserlik, en azından bir hayırhahlık duygusu sarmıştı toplumu. Geçmiş uygulamaların lekesini taşıyan ulusalcı kesimin muhalefeti de bu havayı dağıtmaya yeterli değildi. İlk beş yıl üç aşağı beş yukarı böyle bir havada geçti.

Her diktatörlük, kendini tahkim etmek ve güçlendirmek, var olan gücüne güç katmak için bazı tertiplere girişir. AKP diktatörlüğünün, başlangıçta onu güçlendiriyormuş izlenimi veren ama aslında düşüşünün başlangıcı olan, zirvedeyken düzenlediği en büyük tertibi, 19 Ocak 2007’deki Hrant Dink cinayetiydi. Bu cinayet, AKP diktatörlüğünün bileşenlerinden Cemaatin denetimindeki polis ile diktatörlüğün temel dayanaklarından MİT’in işbirliğiyle işlendi. Aynı Stalin’in tertiplediği Kirov cinayetine (1 Aralık 1934) benzer bir şekilde, Hrant Dink cinayeti vasıtasıyla bir taşla iki kuş vurulacaktı: Hem Ermeni sorununu gündemde tutan değerli bir aydından kurtulmuş olacaklar, hem de bu cinayeti de bahane ederek muhaliflerini sindiren baskılara girişeceklerdi. Eugenia Ginzburg’un, Anafora Doğru’nun girişinde yer alan (çev: G. Zileli, Pencere, 1996), “1937 yılı aslında 1 Aralık 1934’te başlamıştı” giriş cümlesindeki gibi, 2008 yılı ve sonrası, aslında 19 Ocak 2007’de başlamıştı.

Tam bir yıl sonra Ergenekon operasyonları başladı. Tamamen uydurma delillere dayanan bu operasyon ve davayla, aydınların, Kürtlerin ve genel olarak toplumun desteği alınmaya çalışıldı ve bir süre için bunda başarılı da oldular. Ne var ki, her kazanç bazı kayıplar pahasına sağlanır. Belki bu kadar bir kaybı da göze almışlardı. Kayıp da pek kayıp sayılmazdı aslında. Çünkü Ergenekon davasıyla karşılarına aldıkları cumhuriyetçi kesimler zaten AKP’nin muhalifiydi. Fakat ordu mensuplarına Ergenekon’la başlatılmış operasyonlar, 26 Şubat 2010 tarihinde başlayan Balyoz tutuklamalarına uzanınca, AKP’nin kazanç uğruna verdiği kayıplar kabarmaya başladı: AKP orduyu denetimi altına almış ama aynı zamanda ordu mensuplarını, yakınlarını ve taraftarlarını kapsayan bir “kamuoyu”nu mağdur duruma düşürüp tamamen karşısına almıştı.

KCK tutuklamaları, Ergenekon’dan ve Balyoz’dan daha sessiz sedasız bir biçimde, daha 14 Nisan 2009’da zaten başlamıştı. Sessiz sedasızdı, çünkü bu operasyonlar, zaten yıllardır baskı altında tutulan Kürt halkının mensuplarına karşı yapılmaktaydı ve bu ünsüz, gariban insanların tutuklanması beyaz medyada pek o kadar da yankı bulmuyordu. KCK operasyonları, esasen AKP diktatörlüğünün güçlü bileşenlerinden Cemaatin polisi ve savcısı tarafından sürdürülüyordu ve aynı iktidarın temellerinden MİT, bu tür operasyonları kendi, “içine sız ve ele geçir” uygulamalarının baltalanması olarak gördüğünden hoşnutsuzdu. Cemaatçi polis ve savcı ile MİT arasındaki bu çekişme daha sonra açık çatışmaya dönüşecekti.

Fakat bu arada olanlar olmuş, halihazır devletle zaten derin bir uyuşmazlık içinde olan Kürtlerle diktatörlüğün arası iyice gerilmişti. Gerçi Kürt siyasal hareketinin uzlaşma yoluyla barışı sağlama politikası nedeniyle bu gerilim tam bir kopuşa ve AKP diktatörlüğü açısından bir kayba henüz dönüşmüş değildi.

Suriye savaşına iyice müdahil olan ve bu yüzden batı ve ABD ile arası giderek açılmakta olan AKP diktatörlüğü bir süre sonra, tutuklama ve operasyonların önlenemez yükselişinin peşinden sürüklenmeye başladı. Her yeni operasyon bir başkasını gündeme getiriyordu. Üstelik, diktatörlüğün, söz dinlemez, başına buyruk bir bileşeni olan Cemaat, polis ve savcı gücünün tadına varmış bir şekilde yeni yeni operasyonları zorlamaktaydı (burada da  Stalin’in NKVD şefi Yezhov’u hatırlamakta fayda var. Stalin de Büyük Temizliklerde, bir süre sonra Yezhov’u ve NKVD’yi dizginleyemez hale gelmişti).

Nitekim bu dizginlenemez operasyonlar dalgası, artık diktatörlüğün hiçbir şekilde inandırıcı olamayacağı noktalara doğru uzanmaya başladı: 6 Mart 2011’de gazeteci Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması. Bu tarih aynı zamanda, diktatörlüğün operasyonlarına karşı toplumsal tepkinin iyice yükselişe geçmesinin ve toplumun entelijensiyasının diktatörlükle karşı karşıya gelişinin tarihidir. Buna, KCK davası dolayısıyla yapılan aydın tutuklamalarının yol açtığı tepkiyi de eklemek gerekir: Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu, Ayşe Berktay.

Roboski katliamı diktatörlüğü saran toplumsal çemberi iyice daraltmaya başladı. Kürt köylüleri bombardımanla öldürülmüştü ve hükümet tam bir sessizlik içindeydi. Sessizliğin sebebi elbette belliydi. Katliam, MİT, Başbakan ve Genel Kurmay’ın ortak kararıyla yürürlüğe konmuştu. Bu sefer, MİT’le çatışma halindeki Cemaat dışta kalmıştı. Bu durumda diktatörlüğün, gündemi sessizliğe sürmekten başka çaresi yoktu.

Çember, eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 2012 yılının başında tutuklanmasıyla daralmaya devam etti. Başbuğ’un tutuklanması, daha önceki komplo davalarının kendilerinin bir komplonun ürünü olduğunu net bir şekilde gösterdi. Bu olay, cumhuriyetçi kesimi daha da sertleştirirken, Ergenekon, Balyoz, KCK davalarının gerçekliği konusunda kuşkuya düşmüş toplumsal kesimleri diktatörlüğe karşı hareketlendirdi.

Diktatörlüğe başlangıçta dayanak olan kesimlerin desteklerini geri çekmesine, 2012-2013 yıllarında diktatörlüğün kendi içindeki bölünme de eklenince (RTE-Fetullah Gülen bölünmesi) diktatörlüğün tabanı oldukça daraldı. Yarı aç yarı tok yaşayan kent varoşlarındaki ve kırsal alandaki Sünni halk kesimlerinden başka pek kimse kalmamıştı artık çevrelerinde. İktidara destek veren liberal aydınlar da parça parça iktidar blokundan kopmaya başlamıştı. ABD ve batı, artık “ılımlı İslam” projesini gözden geçiriyor, Türkiye’de yeni alternatif arayışlarına girişiyordu. Diktatörlük zor durumdaydı.

İşte Mayıs-Haziran 2013’deki Gezi isyanı iktidarın böylesi bir tecrite gittiği koşullarda patladı ve diktatörlüğe karşı olan tüm kesimleri bağrında topladı ve bir toplumsal yangın halinde “tehlikeli sınıflara” doğru yayılma istidadı gösterdi. Elbette iktidarın yaptığı aptallıkların da bu yangına, öncesinde, başlangıcında ve sonrasında benzin döktüğünü unutmamak gerekir. Öncesinde dökülen benzin, 3. Köprüye, toplumun son derece kalabalık ve etkili bir kesimini oluşturan Alevi halk kitlelerini derinden yaralayan, “Yavuz Sultan Selim” adının takılacağının ilan edilmesiydi. Başlangıçta dökülen benzin, toplumun vicdanını yaralayan, Gezi’deki çadırların yakılmasıydı. Sonrasında ise, RTE, adeta bir benzin istasyonu gibi çalıştı, sağolsun!

Diktatörlük, tam Gezi isyanı şokundan kurtulmak üzereyken 19 Aralık operasyonları dalgası geldi. Diktatörün sadece gençleri ölüme gönderen bir katil değil, aynı zamanda en büyük hırsız olduğu da ayan beyan ortaya çıktığı gibi, diktatörlük önemli bir bileşeni olan Cemaatle karşı karşıya geldi ve onunla bir ölüm kalım savaşına girişmek zorunda kaldı. Diktatörün, artık Bonapartist denge oyunlarına girişerek ayakta kalmaya çalışmaktan başka çaresi yoktu. Hem nasıl olsa, artık neredeyse plebisiter bir diktatörlüğe dönüşmüş parlamenter yapının dayanağı yoksul kitleler “kuzuların sessizliği” içindeydiler. “Milli irade” adını taktığı sessiz ve bastırılmış bu insanlara dayanır, 30 Mart hileli seçimlerinin verdiği moralle durumu bir süre daha idare edebilir, bazı ulusalcı azınlıkların (Doğu Perinçek), “barış süreci”yle kafaladığını düşündüğü bazı Kürt kalem erbabının (Muhsin Kızılkaya, Orhan Miroğlu vb) ve T24’te, Radikal’de, vb. yazan aydınlar kadar yürekten yoksun olduklarını kanıtlamış Halil Berktay ve Oral Çalışlar gibi eski solcu ve yeni sağcıların da desteğiyle kendini Cumhurbaşkanlığı “sahiline” atabilirdi.

Ne var ki, hayat iyi olduğu kadar kötü sürprizlerle de doludur. Bastırdığı, ezdiği, sömürdüğü, madenlerde bile bile ölüme sürdüğü, tehdit, vaat, aldatma ve hilelerle oyunu çaldığı, sırtlarından milyonlarına milyonlar eklediği o sessiz çoğunluk tarafından Soma’da “başbakan istifa” sloganlarıyla ve “yuh” nidalarıyla karşılanacağına ya da uğurlanacağına herhalde rüyasında görse inanmazdı. Ama işte bu da oldu. Keşke olmasaydı. Yaşamaktan yoksun kılınmış yüzlerce işçinin hayatı buna değer miydi?

Tarımsal yaşama olanakları kasıtlı olarak ellerinden alınarak ölüm madenlerine her türlü yaşam güvencesinden yoksun bir şekilde sürülmüş ve bu sitede yer alan Özgün Akın Oto’nun yazısında sözü edilen 1940’ların “mükellefi” durumuna düşürülmüş Kınıklı, Savaştepeli, Somalı maden işçilerinin kabaran öfkesi aynı zamanda boyun eğdirilmiş milyonların, başka yerlerdeki maden işçilerinin, köylülerin, yoksulların, ezilmişin de ezilmişi Kürtlerin de öfkesinin kabarmakta olduğunun göstergesidir.

Böylece, son dayanakları yoksul kitlelerin önlenemez öfkesinin kabarmasıyla, Mayıs-Haziran Gezi isyanının yıl dönümüne günler kala çember kapanmaktadır. Bu çemberi yarmaya, ne protestocuya atılan yumruklar ve tekmeler ne suçu örtbas etmek için sahte doktorlardan alınmış 10 günlük sahte raporlar ne de yoksulun yardımına koşan avukatı kelepçelemek yetecektir.

Kapanan çember, kelepçelerinizin çemberinden daha güçlüdür.

 

Gün Zileli

18 Mayıs 2014

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 20

page_universitesi-aciklama-yapti-yusuf-yerkelin-soasla-ilisigi-yok_480957528Bnpwft0CcAERfxZ

26 Comments

  1. Yusuf Cemal

    Erdoğan’ın “Ezilmişlerin babası”, kimsesizlerin kimi, yoksulların arkadaşı, halkların babası (Bu sözü Stalin için de söylemezler mi?) olduğu düşüncesine kapılan milyonların AKP’den kopacakları anlar böyle anlar. Evet, keşke 300 madenci ölmeseydi. İdeolojik bağı kesen an, keşke sınıf mücadelesinin ta kendisi olsaydı.

    Ama o zamanlar da geliyor. Şimdi bence görev, kapanmak üzere olan çemberin, tepeden aşağı salınmış vites boşta arabanın teşhiri.

    Yani, çemberi yarmak için atılan tokatları, tekmeleri, yumrukları, “Çalışan sınıfa karşı bunu reva görüyorlar!” diyerek, çemberin ana malzemesi yapmak. AKP’li kitleye bunu belletmek. AKP’lilerden gelen tepkiler ilk başta umut kırıcı. AKP’nin işçi düşmanı olduğunu inkar etme aşamasıyla öfke aşaması arasında kalmışlar.

    Ama kabulün aşamalarını hatırlayalım: İnkar, Öfke, Pazarlık, Bunalım, Kabul. Şu anda inkar edip, bunu söyleyen bizlere karşı öfke duyuyorlar. Ardından İTÜ Maden işgalindeki gibi Pazarlık aşaması gelecek. “Daha yumuşak olsun ama Tayyip olsun yine de.” ya da “Demokratikleşeceğiz, merak buyurmayın. Ama Tayyip olsa ne iyi olur bu işin başında!” gibi. Onun ardından da bunalım: Bu adamı siz böyle yaptınız, adam böyle değildi. Onun ardından da nihai Kabul.

    O halde ha gayret. Olabildiğince teşhir, olabildiğince gerçekçi hedefler, olabildiğince doğrudan eylem. Ve tabi bir taraftan da, despotun daha da despotluk yapıp kendini rezil etmesi için elimizden geldikçe bastırmak. Beşiktaş’ta konvoy geçerken yuhalamak gibi mesela. Simgesel eylem mi? Hiç de değil. Direk amaca yönelik doğrudan bir eylem.

    Bu iş daha öncekiler gibi biz çalarız biz oynarız olayı değil. AKPye oy veren çalışanlarla birebir polemiği gereken bir olay. Nefesinizdeki ateşi hissetmezlerse, gözünüzdeki kararlı soğukluğu farketmezlerse, onların kahveden öğrenilmiş laf geçirmelerine daha da sert yanıtlar bulmazlarsa, süreç işlemez.

    Hem bu despotun işçi dövmesinin teşhirini yapmayacağız da, gidip ulusalcıların “Ülke elden gidiyoooo…” muhabbetlerini mi yapacağız? Yoksa Yozdil’in elitist bile olamayan saçmalıklarıyla mı karşı duracağız?

  2. Anonim

    doğu perinçek ve işçi partisi , uğur dündar ve sözcü ,yılmaz özdil gibi bilimum faşist bu durumu sömürerek erdoğana pas atacaklardır dikkat diyorum.

  3. Anonim

    http://www.ilkehaber.com/yazi/kurtlerle-savas-simulasyonu-10619.htm

    Kürtlerle savaş simülasyonu

    14 Mayıs 2014 Çarşamba 11:45
    gunayaslan@hotmail.de

    Bir süre önce Genelkurmay bünyesinde çalışması yapılan bir ‘savaş simülasyonu’ndan söz ediliyor. Simülasyona göre Çözüm Süreci’nin çökmesiyle birlikte çatışmalar yeniden başlıyor.

    Yeniden başlayan çatışmalar Hakkari-Şırnak-Van üçgeninde yoğunlaşıyor. Türk ordusu bu üçgeni karadan ve havadan kuşatıyor.

    Kara kuvvetleri geniş kapsamlı operasyonlar başlatıyor. Hava kuvvetleri de Yüksekova –Şemdinli- Silopi kırsalından başlayarak bölgedeki köy, kasaba ve kentleri bombalıyor!

    Simülasyon geleneksel ‘isyan’ senaryosuna göre kurgulanıyor. Bu yüzden uygulama da ‘geleneksel’ oluyor; isyan kitlesel katliam, tutuklama ve sürgünle bastırılıyor.

    Gizli yapılan simülasyonda savaşın bilançosu 10 bin ölü, binlerce yaralı, on binlerce tutsak, bombalanmış köyler, kasabalar, kentler ve 650 -700 bin arası sürgün olarak hesaplanıyor.

    Simülasyon uygulaması Kürdistan’la sınırlı da kalmıyor; Türkiye’nin tamamını kapsıyor.

    Türkiye’nin dört bir yanına dağılmış Kürtlerin bastırılmasını öngören senaryo kapsamında batıda da yoğun ve yaygın devlet terörü uygulanıyor. Yeniden başlayan savaş yüzden siyasi otorite kenara çekiliyor. Kenardaki generallerse sahneye çıkıyor. Ülkede sıkıyönetim ilan ediliyor ve ordu bütün ipleri ele geçiriyor.

    Değişik stratejilerin ele alındığı ve birçok senaryonun uygulandığı bu simülasyon ordu yüksek komuta kademesinin önünde sahneleniyor.

    Sonrasında hazırlanan raporların ve yapılan planlamaların da Genelkurmay tarafından onaylandığı söyleniyor. Bu da planlama aşamasından hazırlık aşamasına geçildiği anlamına geliyor!

    Duyduklarım doğru mu, değil mi bilemiyorum ama bunu düşünmek bile insanın tüylerini ürpertiyor.

    Gerçi hem Suriye ve Ukrayna meselesi hem içerdeki ağır rejimi krizi; yani iç ve dış konjöktür yeni bir savaşa yol verecek gibi görünmüyor ama, insan bu simülasyon da neyin nesidir diye sormadan da edemiyor.

    Dolayısıyla medyanın, siyasetin ve sivil toplumun olayın üzerine gitmesi, hükümetten tatmin edici bir açıklama istemesi gerekiyor.

    Ayrıca Kürt hareketinin de bu çalışmadan haberdar olduğu düşünüyorum. Aldığım duyum bu yönde ama, henüz doğrulatamadım. Kandil’e sordum; yakında oradan bir cevap geleceğini tahmin ediyorum.

    Öte yandan bir yılı aşkın bir süredir devam eden Çözüm Süreci’nin sonuçsuz kalması halinde savaşın yeniden başlayacağı zaten biliniyordu. Sürecin çökmesinin savaşa yol açacağı bilindiği için de simülasyon çalışması sürpriz görünmüyor.

    Ancak doğru ya da değil bu haberin çıkması bile sürecin bıçak sırtında ilerlediğini ve her an her şeyin olabileceğini gösteriyor.

    Dolayısıyla kadın, çoluk çocuk 10 bin Kürdü hayatından eden, bir milyona yakınını süren, köyleri, kasabaları ve kentleri yerle bir eden savaş simülasyonu haberini görmezden gelme lüksümüz bulunmuyor.

    Dediğim gibi bu haberin üzerine gidilmesi ve kamuoyuna tatmin edici net bilgi verilmesi gerekiyor.

    Diğer yandan Türk ordusunun her türlü olasılığa karşı savaş simülasyonları yapmasını ‘normal’ karşılayanlar olabilir!

    İç ve dış koşullar nedeniyle savaşın kağıt üzerinde kalacağını, bu senaryoyu uygulamanın imkansız olacağını söyleyenler de çıkabilir.

    Elbette bu da bir ihtimaldir. Bu simülasyona rağmen savaş kesin olarak çıkacak demek mümkün değildir. Ayrıca bu konjöktürde bu iş bu kadar kolay da değildir.

    Kürtlerle yeni bir savaş sadece Kürtler ve Kürdistan için değil, Türkler ve Türkiye için de felaket demektir ve bunu göze almak kolay değildir.

    Türkiye kendi geleceğinden; Anadolu’daki egemenliğinden vazgeçmediği sürece Kürtlerle böylesi bir savaşı göze alması mümkün görünmüyor. Fakat yine de dikkatli olmak, çok bileşenli, çok karmaşık Kürt sorununun çözümüne karşı olan iç ve dış odaklarının varlığını unutmamak gerekiyor.

    Buradan hareketle de Çözüm Süreci’ni ilerletmek ve kalıcı hale getirmek gerekiyor.

    Aksi durumda insanların hayatları, halkların kaderleri üzerinde oynanan harp oyunlarının ve kurgulanan savaşın bir süre sonra gerçekleşme ihtimali yüksek görünüyor.

    Dolayısıyla Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan herkesin Kürt meselesine siyasal çözüm bulunması, adil ve onurlu bir barışın sağlanması için harekete geçmesi, siyasi iradeye bunun için baskı yapması gerekiyor.

    Çünkü siyasi irade özellikle de Başbakan Erdoğan kendi geleceğini öncelediği için çözümü ötelemeye devam ediyor.

    Bu yüzden zaten barış beklentilerinin yerini savaş haberleri ve simülasyonları alıyor…

  4. Anonim

    http://birgun.net/haber/4-adam-yollarim-8-fuze-attiririm-12611.html

    ‘4 adam yollarım 8 füze attırırım!’

    Youtube’a yüklenen videolar dün Türkiye’nin gündemine oturdu. Kayıtlarda konuşan kişilerin Dışişleri Bakanı Davutoğlu, MİT Müsteşarı Fidan, Genelkurmay 2’nci Başkanı Güler ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Sinirlioğlu olduğu iddia edildi

    Video paylaşım platformu Youtube’a “secim gudumu” adlı bir hesaptan yüklenen ses kayıtları dün Türkiye’nin gündemine oturdu. Yayınlanan ses kayıtlarında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay 2’nci Başkanı Yaşar Güler ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu olduğu iddia edilen kişilerin yaptığı toplantıda, ‘gayri nizami’ teknikler ve çeşitli provokasyon yöntemleri kullanılarak Suriye’ye yapılması planlanan askeri müdahalenin koşulları organize ediliyor. Toplantıda Hakan Fidan olduğu iddia edilen kişi, Suriye’ye saldırmanın meşru gerekçesini oluşturmak için “Süleyman Şah Türbesi’ne saldırı düzenlemeyi ve bunu Esad güçleri yapmış gibi göstermeyi” öneriyor. Davutoğlu olduğu ileri sürülen kişi ise “Başbakan’ın seçim gündeminde operasyona sıcak baktığını” aktarıyor.

    PROVOKASYON PLANLANIYOR
    Kamuoyunda, seçimler yaklaşırken yolsuzluk ve rüşvet konusundaki iddiaları sümenaltı etmek için Başbakan Erdoğan’ın Suriye ile savaş çıkarabileceğinden endişe edilirken, dün video paylaşım platformu Youtube’a “Başçalanın Seçim Güdümlü Savaş Planı” başlıklı ses kayıtları düştü. Ortam dinlemesiyle elde edildiği anlaşılan ses kayıtlarında, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay 2’nci Başkanı Yaşar Güler ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun bir toplantı düzenlediği ve Suriye ile girilecek savaşın koşullarını yaratmaya çalıştıkları iddia ediliyor.

    FİDAN’DAN ‘YARATICI’ ÖNERİLER!
    Çeşitli provokasyon ve algı yönetim planlarının konuşulduğu ses kaydında, toplantıya katılan isimler Suriye’ye yapılması planlanan askeri operasyonun kamuoyuna nasıl sunulacağına dair fikirler paylaşılıyor. İki bölüm şeklinde paylaşılan ses kaydında, toplantıya katılan isimlerin savaş için istekli tavırları ve toplumu kışkırtma konusundaki “hassasiyetleri” dikkat çekiyor. Özellikle Fidan olduğu iddia edilen kişinin “Gerekirse Suriye’ye 4 adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretim, Süleyman Şah Türbesi’ne de saldırtırız” sözlerinin ardından, Davutoğlu iddia edilen kişinin, “Başbakan’ın Süleyman Şah’a saldırı düzenlenmesine bu konjonktürde olumlu baktığını” aktarması toplantının öne çıkan ifadeleri arasında yer alıyor.
    Youtube’a “secim gudumu” adlı hesap tarafından yüklenen ve Suriye’ye yapılacak saldırının koşullarının yaratılması için Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Genelkurmay 2’inci Başkanı Yaşar Güler ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu’nun katıldığı iddia edilen toplantı kayıtlarının dikkat çekici kısımları şu şekilde:

    ***

    Saldırı öncesi kılıf bulunmaya çalışılıyor

    Ahmet Davutoğlu: Yalnız diğer şeyi yarım kaldı ben tam anlayamadım. Dışişleri’nin yapması gereken ne? Yok şey için söylemiyorum. Bizim yapacağımız başka şeyler var. Eğer buna karar verirsek bizim bugün Birleşmiş Milletler’e, Suriye rejiminin İstanbul Konsolosluğu’na herhangi şey gerekirse bir bildirimde bulunmamız gerekiyor değil mi?
    Feridun Sinirlioğlu: Yalnız orada harekata karar verirsek, sürpriz etkisi olması lazım yani. Böyle bir şey yapacaksak. Ne yapacağımızı bilmiyorum da neye karar verirsek verelim önceden haber verirsek doğru olmaz.
    A.D.: Yahu tamam da onun bir hazırlığını yapmak lazım, Uluslararası hukuk açısından açığa düşmemek için, içeride Cumhurbaşkanı’yla konuşurken aklıma geldi, bizim Türk tankı girdiğinde zaten girmiş olmuyor muyuz?
    Y.G: Oluruz.
    A.D.: Hayır şimdi uçakla girmekle tankla girmek arasında…
    Y.G.: Suriye Başkonsolosluğu’na şu belki söylenebilir, IŞİD (Irak İslam Şam Devleti) şu anda zaten rejim ile beraber çalışıyor, oradaki bir Türk toprağıdır. Oraya kesinlikle…
    A.D.: Ama söyledik. Bu konuda daha önce nota verdik.
    Y.G.: Suriye’ye.
    A.D.: Evet kaç defa nota verdik. Onun için açıkçası ben Genelkurmay Başkanımızın bizim bakanlıktan beklentisini bilmek isterim.
    Y.G.: Belki bunu kastediyordur, ben bilmiyorum, Hakan Bey ile görüşmüş.
    H.F: Yani bu kısmını söyledi de sonra detayına girmedik.
    Y.G.: Belki bunu kastediyordur yani Suriye’ye bir nota.
    H.F.: Belki de koordine görevi Dışişleri’ndedir.
    A.D.: Koordine iç savaş diplomasiyi koordine ederim ama askeri…
    F.S.: Ben orada da söyledim. Bir kere durum farklılaştı. Bir kere IŞİD’e dönük harekatın uluslararası hukuk zemini var. Bunu El-Kaide diye tanımlayacağız, El-Kaide çerçevesinde orada bir sıkıntı yok. Ayrıca hele şimdi iş Süleyman şah Türbesine gelince zaten ülke toprağını savunma söz konusu.

    ***

    ‘2 bin TIR gönderdim’

    H.F.: 2000’e yakın TIR gönderdik biz oraya
    Y.G.: Bence orada silaha ihtiyaç yok. Benim şahsi görüşüm. Orada mühimmata ihtiyaç var. Evet efendim. Sayın Bakanım Hakan Bey burada, bir tane general verelim dedik. Hakan Bey burada sağolsun o başta kendisi istedi. Biz verelim dedik. Generali belirledik. General gitti.
    F.S.: Pratik olmak gerekirse savunma bakanımızın derhal bu millet için gerekli imzayı atması lazım. Tekrar Başbakanımızın çok açık bir şekilde bu talimatı vermesi lazım.
    A.D.: Esas beni bu gece
    Y.G.: Bu gece efendim hiç sorunumuz yok.
    F.S.: Bu gece harekat emri verilmiş zaten
    Y.G.: Biz harekat yıldırım mesajı yayınladık. Hakan Bey kendisi biliyordur belki.
    A.D: Hakan, tank göndermeye kalksa orada bunun komplikasyonları nedir?
    H.F.: Şimdi koordinasyon olmadan, güç dengelerini göze aldığımız zaman
    Y.G.: Zaten biz onun için MİT’in koordinesini istiyoruz sayın bakanım.

    ***

    ‘4 adam gönderirim, 8 füze attırırım’

    H.F.: Şimdi bakın bakın komutanım şimdi biz gerekçeyse gerekçeyi, ben öbür tarafa 4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım. Problem değil o! Gerekçe üretilir. Olay böyle bir iradenin ortaya konması.
    F.S.: Şimdi şunu söyleyeyim, 10 dönümlük arazi. Burada 10 dönümlük bir yurt toprağı uluslararası hukukta çok sağlam bir gerekçe ayrıca meşruiyeti açısından da böyle bir harekatın IŞİD’e karşı bir harekatı yapıyor olmak bütün Dünya arkamızda olur. Bin kere onda hiçbir tereddüdünüz olmasın.
    Y.G.: Hayır hiçbir tereddüdümüz yok.
    F.S.: Hayır ben hepimize söylüyorum. O konuda yani
    Y.G.: Yani biz oradaki kuvvetler 1 senedir hazır bekliyor sayın bakanım. Dün aldığımız bir tedbir değil, 1 yıldır orada adamlar.

    ***

    “Gerekirse Süleyman Şah’a saldırtırım”

    H.F.: Biz niye illa Süleyman Şah’ı bekliyoruz ben onu anlamadım.
    A.D.: Biz şeyi diplomatik olarak yapılabilecek her şeyi yaptık.
    F.S.: Gerekçe lazım sağlam gerekçe…
    H.F.: Hayır ben gerekçe üretirim ya gerekçe problem değil. Gerekirse oraya da ( Süleyman Şah Türbesi) bir saldırı düzenleriz, oraya da biz saldırtırız önden canım. Şey yaparız yani ben şeyi anlamaya çalışıyorum.
    A.D.: Laf aramızda Başbakan telefonda bu (Süleyman Şah türbesine saldırı) gerektiğinde bir imkan gibi de değerlendirilmeli bu konjonktürde dedi yani.
    F.S.: Bunlar yapılır tabii gerekirse her şeyi yaptırırız da yani,
    H.F.: Yani bu kadar şeyi kullanmaya biz hazırsak yerinde ve zamanında amacını biz belirleyerek yapalım biz.
    A.D.: Hakan yani dediğin kadar, kastettiğin bir strateji eksikliği dolayısıyla bir gerekçe üretmek şeyiyse doğru haklısın. Yahu şu adamlara karşı…

    ***

    ABD ile saldırı pazarlığı

    A.D.: Oraya geçeceğiz tamam bak alın geliyorum. Bir daha Amerikan Dışişleri Bakanı’na sert tedbir alalım diyemezsiniz.
    H.F.: Şimdi hocam bakın benim dediğim şu…
    A.D.: Adam der ki, sen kendi toprağını bile savunmadın, efendim biz çoğu kere dostane görüştük aramızda, çoğu zaman Kerry bana aynen şunu söyledi “Peki siz kararınızı verdiniz mi” dedi bu vurma ve şey yapma…
    Y.G.: Efendim biz verdik, 100 kere verdik. Amerika’yla..
    F.S.: Şimdi bakın 3 gün önce geçen gün Genelkurmay’dan bir şey olmuş, bu şey geldi kriz koordinasyon toplantısı yapmışlar. İlk defa ben görüyorum onu.
    Y.G.: Hayır devamlı yapıyoruz onu!

    ***

    ‘Bomba, momba, mühimmat… Muhaliflere yardım etmeliyiz’

    Y.G.: İvedi olarak Hakan Bey’in desteklenip silah ve mühimmatı muhaliflere ulaştırmasını sağlamamız lazım. Sayın bakanla konuşmanız lazım. İçişleri bakanımız, savunma bakanımız. Bunu konuşmanız lazım bir yere getirmeniz lazım sayın Bakanım. Yani ben size katılıyorum. Bir defa yani onu tartışmıyoruz da. Ben Suriye’nin yapabileceği şu anda farklı şeyler var.
    A.D.: Sayın Paşam, zaten adamların kapasitesini bildiğimiz için biz girmeyelim diyoruz.
    Y.G.: Şimdi bakın efendim. MKE bizim sayın bakanın emrinde değil mi efendim? Efendim yani şu anda parayla Katar mühimmat arıyor. Peşin para üretsin versinler. Sayın bakanın emrinde.
    A.D.: İşte burada entegre hareket edemiyoruz, koordine olamıyoruz.
    Y.G.: O zaman sayın Genelkurmay başkanı ile sayın bakanı aynı anda çağırsın sayın Başbakanımız. Yanında konuşsun efendim.
    A.D.: Onun için Feridun Bey’le biz yalvardık Başbakan’a neredeyse beraber bir toplanalım bu işin gidişi kötü diye.
    Y.G.: Bir de kalabalık olmasın sayın Bakanım. Zatıaliniz olsun, sayın savunma bakanı, İçişleri bakanımız bir de Genelkurmay Başkanımız, dördünüz oturun. Bu kadar kimseye ihtiyaç yok. Çünkü oradaki ihtiyaç sayın Bakanım silah ve mühimmat. Silah da değil mühimmat. Biraz önce konuştuk biz şimdi efendim. 1000 kişilik bir ordu kuruyoruz diyelim orada. Biz bunun asgari 6 aylık mühimmatını burada depolamadan bu adamları oradaki muharebeye sokarsak sayın Bakanım iki ay sonra bu adamlar bize döner.

    ***

    ‘Politikalarımız pespaye oldu’

    F.S.: Küresel ve bölgesel jeopolitikte ciddi kaymalar var. Bugün siz söylediniz, başkaları da destek oldu… Şimdi farklı bir oyuna doğru gidiyoruz. Bunları da görmemiz lazım.
    Y.G.: Sayın Bakanım. Biraz önce zatıaliniz içerideyken onu konuştuk. Açık açık. Yani bu silahlı kuvvetler her dönemde sizlere lazım olan bir tool.
    A.D.: Tabi canım. Sizin gıyabınızda da hep Başbakan her yerde konuştuğumuzda ben akademisyen şeyiyle söylüyorum hard power olmadan bu topraklarda durulmaz. Ama hard power olmadan soft power olmaz. (Sert güç olmadan yumuşak güç olmaz.)
    F.S.: Ulusal güvenlik politize edildi. Yani Türk tarihinde ben böyle bir şey hatırlamıyorum. İç politika konusu haline geldi. Artık tamamen ülke topraklarını, sınır güvenliğimizi, oradaki egemen toprağımızı falan savunmakla ilgili tamamen ulusal güvenliğimizle ilgili yaptığımız konuşmalar son derece pespaye, bir ucuz iç politika malzemesi haline geldi.

    ***

    ‘Devlet çalışmıyor’

    H.F.: Yahu ben bir şey söylüyorum, şimdi biz bunu vermeye hazırsak, biz şu ana kadar çoktan bu kararı vermiş olmalıydık. Elimizde tehdit ve menfaatlerden dolayı benim anlatmak istediğim bu. Yani devlet olarak acziyet, stratejik kararı…
    A.D.: Evet o kararı çok daha küçük ölçekte verseydik bugün bu tercihle karşı karşıya kalmazdık.
    Y.G.: Hayır bir dakika, biz bu kararı verdik.
    H.F.: Uygulanmadı…
    Y.G.: Kararı uygulayamıyoruz, yani çeşitli nedenlerle felç olmuş vaziyetteyiz yani sıkıntımız o anlamda sayın Bakanım. Devletin enstrümanları çalışmıyor şu anda.
    A.D.: Peki biz bundan cayacak mıyız yani?
    Y.G.: Hayır caymayacağız sayın Bakanım caymayacağız.
    A.D.: Neyse peki öbür tarafa geçelim.

  5. Anonim

    Evet, çember kapanıyor… Zamanlamayı kestirmek mümkün değil… “Gezi İsyanı” yıl dönümü ve Cumhurbaşkanlığı süreci neler gösterecek?
    Ama artık savunma pozisyonundalar… Tam bir yıl önce nasıl da saldırıyorlardı…
    Şimdi “sınırlarına” çekilerek, “güçlendirilmiş” bir savunma savaşı yapacak…

    Mersin’de Soma Katliamını kınama yürüyüşünde yine dikkatimi çekti… “AKP İstifa” sloganı… Bence “Tayyip, defol” kullanılmalı… Daha iyisi “Diktatör Defol”… AKP ile RTE bir anlamda ayrılmalı… Sonuçta her gelen, gelecek sağ iktidara, yığınların oy verdiği sağ partiye kolayca “defol” denilemez; inandırıcı olunamaz… Sonuçta bu ülkede “şimdilik” daha iyisi yerine konulmadıkça, alternatifi olmadıkça, “defol” yerine somut politik istemler, taleplerle gidilmek zorundadır… Ancak bir Diktatörlük heveslisinden istenilecek tek şey, defolmasıdır… Sağ kitlelere de “saygı” temelinde AKP değil, RTE defol bence daha inandırıcı, daha “tarafsız”, daha anlaşılabilir-saygı duyulabilir ve gerçekçi bir politika olacaktır…

    CHP, MHP yandaşları “AKP defol” diyebilir ama Demokrasi ve özgürlük isteyenler, partiler arasında “tarafsız” kalanlar için Diktatör Defol öne çıkartılmalı… Bence bu konuda büyük hata yapılıyor…

  6. isngzr

    “Kapanan çember, kelepçelerinizin çemberinden daha güçlüdür.”

    Artık yeter!!! Halkın masumiyeti üzerinden kurulan bu sahte düzeneği bozalım!

    Çember kapanacak ve halkın öfkesinde boğulacaklar,hepsi teker teker hesap verecek.

  7. Anonim

    Evet, çember kapanıyor… Zamanlamayı kestirmek mümkün değil… “Gezi İsyanı” yıl dönümü ve Cumhurbaşkanlığı süreci neler gösterecek?
    Ama artık savunma pozisyonundalar… Tam bir yıl önce nasıl da saldırıyorlardı…
    Şimdi “sınırlarına” çekilerek, “güçlendirilmiş” bir savunma savaşı yapacak…

    Mersin’de Soma Katliamını kınama yürüyüşünde yine dikkatimi çekti… “AKP İstifa” sloganı… Bence “Tayyip, defol” kullanılmalı… Daha iyisi “Diktatör Defol”… AKP ile RTE bir anlamda ayrılmalı…

    Sonuçta her gelen, gelecek sağ iktidara, yığınların oy verdiği sağ partiye kolayca “defol” denilemez; inandırıcı olunamaz… Sonuçta bu ülkede “şimdilik” daha iyisi yerine konulmadıkça, alternatifi olmadıkça, “defol” yerine somut politik istemler, taleplerle gidilmek zorundadır… Ancak bir Diktatörlük heveslisinden istenilecek tek şey, defolmasıdır…

    Sağ kitlelerin “demokratik” seçimlerine “saygı” temelinde (Demokratik seçimlerden Diktatör çıkamaz! Ve demokrasi azınlık haklarının korunduğu düzen anlayışıyla) AKP değil, RTE defol sloganı bence daha inandırıcı, daha “tarafsız”, daha anlaşılabilir-saygı duyulabilir ve gerçekçi bir politika olacaktır…
    Daha gerçekçi….

    Tüm partilerin “benzerlikleri” göz önüne alındığında ve hepsi “düzen partileri” ise, yerlerine “şimdilik” bir diğeri gelecekse, var olan seçim-meclis düzeni değiştirilemiyorsa, bu anlamda tümüne karşı da “tarafsız” kalınacaksa… AKP, CHP, MHP demokrat, sosyalist, özgürlükçü insanları ilgilendirmiyorsa.. RTE Defol!
    Bu ayırımı önemli buluyorum… Bu konuda ne düşünülüyor bilmiyorum…

  8. Anonim

    Küçük Despot ile Büyük Despot-Baskin Oran
    Pzt, 05/19/2014 – 00:29 Anonymous
    Danıştay’ın 146. Yılı töreninde dinleyicileri çok şaşırtan, ama “iki esas oğlan”ı tanıyanlar için pek doğal bir hadise yaşandı: Türkiye Barolar Birliği Başkanı Prof. Metin Feyzioğlu (MF), Danıştay’ın açıklamasına göre “İdari yargı ve avukatlık mesleğiyle ilgisi olmayan konulara büyük ölçüde yer” veren, “özel günümüzün anlamıyla bağdaşma”(yıp) “ev sahibi kurum mensupları da inci(ten)”ten upuzun bir konuşma yaptı. Başbakan Erdoğan da (RTE) yine kıpkırmızı olup şuurunu kaybetti, “yalancı, edepsiz” diye ağzını bozdu. Sonra da, cumhurbaşkanını peşine takmış vaziyette töreni terk etti.
    Küçüğü konuşma adabını, büyüğü resmi protokolü ihlal etti. Çok normaldi çünkü ikisi de aynı familyadandı: tipik despot, yani müstebit. Olay, tabiat kanunları gereğince büyük despotun küçük despotu yemesiyle ve izleyicilerin de tarafların tıynetine yakından tanık olmalarıyla sonuçlandı.
    Avukatlığı ve siyasi kimliği
    RTE’yi, malum, arif olamayana bile tarif gereksiz. MF’yi ise arif olana bile gerekli çünkü sahnede yeni sayılır. Gerçi, önemli davalarda avukat olarak adını duyurdu: Münevver Karabulut cinayetinde baba Nida Garipoğlu’nun; RTE’nin has adamı, Mavi Hat operasyonunda adı geçen eski FB Asbaşkanı ve Limak şirketi sahibi Nihat Özdemir’in, ayrıca 2009’da Bursa Kemalpaşa’da 19 işçinin ölümüyle sonuçlanan grizu patlamasında ruhsat sahibinin. Dalan’ın savunması için 5 milyon dolar istediği dedikodusu da çıkmıştı.
    Ama hepsi fasarya; çünkü herkesin savunulma, avukatların da hayatını kazanma hakkı var. Bütün meramım: Bu profesör meslektaşım hayatında hiç gariban savunmuşa benzemiyor. (Belki de haksızlık yapıyorum, çünkü şu tweet’i yolladığı haberi şu anda geldi: @metinfeyzioglu “Madenlerimiz çok değerli dedik de madencilerimizi kıymetlimiz yapamadık. #Soma’da acının kömürleştiği yerdeyiz”).
    Asıl mevzuya gelmeden, çünkü onunla çok bağlantılı, MF’nin temel siyasal kimliği. TGB’ye demeç: “İçinde hiçbir şekilde ırkçılık barındırmayan Atatürk milliyetçiliği ve buna dayanan ulus devlet aşağı çekilirken, doğrudan doğruya ırka dayanan Kürt milliyetçiliği yukarı çıkarılıyor” (02.04.2013, 10:05). Mesaj: “Talat Paşa Komitesi’ni kutluyor, başarılar diliyorum” (Aydınlık, 19.01.2014,08:46). Ergenekoncular için demeç: “mücadele etmeseydik, bugün canlarımız hâlâ zindandaydı” (Aydınlık, 11.05.2014, 16:51). Yani, CHP içindeki Ulusalcıların, MF’yi eleştiren F.Loğoğlu’na çemkirivermeleri boşuna değil.
    Ama, 40 yıllık meslek hayatının temiz bir 10 yılını, Prof. Doğramacı ve mutemet dekanı Prof. Necdet Serin gibiler tarafından dört kere meslekten atılmakla geçiren bir asistan eskisi sıfatıyla esas mevzuma geleyim artık.
    Üniversitede yaptıkları
    1999’da Timuçin Köprülü adlı yeni mezun genç, asistanlık sınavını kazanıp Ankara Hukuk’ta doktoraya başlıyor (2001). Konusu: “Uluslararası ve Ulusal Ceza Hukukunda Soykırım Suçu”. MF, ceza hukuku anabilim dalı başkanı, bu tezin yöneticisi ve Tez İzleme Komitesi Başkanı. Komite zaman içinde altı kez toplanıp “başarılıdır, devam etsin” raporu veriyor.
    MF, Hukuk’a dekan oluyor (2007). Yaptıklarının kokusu SBF’ye kadar geliyor. Durmadan polis çağırıyor. Polisler, asistanları tanıdıkları halde (“Paşa paşa göstereceksiniz, siz öğrencilerin hocasısınız, polisin değil!”), her girişte kimlik soruyorlar, her girişte gerginlik.
    Bu yeni uygulamaya itiraz edenlerden biri de asistan Timuçin. Dekanı ve hocası MF’ye Haziran 2007’de, kimlik sorma yetkisi olmayan özel güvenlikçi tahriklerini dilekçeyle bildiriyor. Cevap: “Kural ihlalinde bulunarak, kimlik gösterme yükümlülüğümüzü ihlal ettiğiniz anlaşılmıştır.” O sırada bir de asistan arkadaşını darp eden polislere müdahaleden açılan falan var. Beraat ediyor ama, bütün bunlar doktora teziyle boğuşurken oluyor; yaşayan bilir. Güç bela bitirip Eylül 2007’de teslim ediyor.
    Bundan sonrası, uslu olmayan asistanlara çok uygulanmış bir pantomim: Tez sekreterlikte bekliyor, asistan zaman yitirmemek için elden (tutanaksız) dağıtıyor, jüri üyelerinden biri hastalanıp çekiliyor, yedek üye elimde çok tez var okuyamam deyip çekiliyor. Neticede jüri, tezin MF’ye ulaştırılmasından yaklaşık üç ay sonra, Kasım sonunda toplanıyor. Zaten ertesi gün de gencin asistanlık süresi dolacak.
    Jüride MF diyor ki, tez elime 10 gün önce ulaştı, henüz okuyamadım. Asistan diyor ki, ben Eylül’de teslim etmiştim. MF’de yazılı kanıt var: Kasım tarihli tesellüm tutanağı. Arkasından, “okumadığı” tez hakkında sorulara başlıyor: “Neden Tehlirian [Talat Paşa’yı öldüren] davasının sahte belgelerle beraatla sonuçlandığını yazmadın?” Bu siyaset değil, teknik bir hukuk tezidir, cevabını alınca da: “1915 olaylarını soykırım olarak nitelendiren Lemkin’e nasıl dipnot verdin?” Jüri üyesi bir doçent, tezde alıntı olarak geçen, “Kendisini gerilla olarak isimlendiren gruplar da soykırım suçu faili olabilir” ibaresini gösterip, “Hukukta gerilla diye bir şey yoktur” diyor. Jüriden bir hoca bunun UAD kararlarında geçtiğini söylediği halde ısrar ediyor: “Ama bunlar tehlikeli sözler!”
    Kamu kaynağı koruyucusu
    Sonuçta iki üye “başarılı” diyor, üç üye “düzeltme” istiyor. Asistanlık süresi ertesi gün dolduğu için de asistanın ilişkisi kesiliyor. Kendisiyle konuştum, bana öyle geldi ki, ona esas koyan atılmak değil de, ertesi gün dekanlıktan gelen kağıt: “Kütüphaneden aldığınız kitapları hemen iade ediniz.” Ben de yaşamıştım, anlarım.
    Baba Diyalektik devreye giriyor: MF, “tezdeki fikirlerle derin görüş ayrılıkları” gerekçesiyle çekiliyor; ardından da “tehlikeli” diyen doçent. Asistan iyot gibi açıkta kaldı. Ama tez yöneticiliğinden ayrılan jüriden de istifa etmiş sayılınca, yeni bir jüri atanıyor ve asistan 20.06.2008’de “oybirliği”yle başarılı bulunuyor.
    Tam o sırada Bölge İdare Mahkemesi de asistanlıktan ilişik kesme kararının yürütmesini durduruyor. Rektörlük bu kararı uyguluyor. Asistan görevine dönecek. Ama MF, aynen RTE gibi her şeyi not eden biri. Anabilim dalını topluyor, 1’e karşı 3 oyla karar: “Kamu kaynaklarının tasarruflu kullanılması gereğinden hareketle, asistana ihtiyacımız yoktur.” Oysa, Doç. Türkan Sancar’ın muhalefet şerhi kürsüde eleman açığının had safhada olduğunu, Timuçin’in daha asistanken derse sokulduğunu… yazmakta.
    Baba Diyalektik diyorum size, hâlâ anlatamadım: Küçük despot, konuşma adabı ihlaliyle İslamcı büyük despota (D. Bahçeli’nin tabiriyle) “gollük pas” vermiş, bu kişi de, gol atayım derken Davos amfisinde yaptığını Danıştay amfisinde rezil etmiş oluyor.
    Not: RTE’nin hiç sevmediği Aziz Yıldırım’ın “Terbiyesizler! Ahlaksızlar! Paralı köpekler!” diye şuurunu kaybetmesi kimden esinlenmişti acaba?

  9. Ahmet

    GU n seni okuyan birisi eger Turkiye yi pek bilmiyorsa Tayyip Erdogan’i stalinist sanir.

  10. Gün Zileli

    aralarındaki en önemli fark, Tayyip’in katliamlarda Stalin’le yarışamaması.

  11. Ahmet

    Gun sen de revizyonist egilimler seziyorum. Bak yukarida yazdiklarina, simdiye kadar Yezhov”un Stalin”in emirlerini tak sak yerine getirdigini soyluyordun simdi ise kontrolden ciktigini iddia ediyorsun. Ama burada baska sorun ortaya cikiyor. Yani Yezhov”un tum cinayetlerinden Stalin sorumlu degil. Sen boyle giderse Stalin”in masum oldugunu da soylersin.

    Yezhov”u cemaatin polis yapilanmasina benzetiyorsun, cemaatin polis yapilanmasinin da Yezhov gibi daha cok operasyon istedigini soyluyorsun. Simdi AKP ye karsi Cemaati savunduguna gore o zaman da Yezhov”u mu savunacaksin. Savunmazsan ayip olur ama. Cemaati savun onu savunma, Yezhov”un basi kel mi?

  12. Gün Zileli

    Tayyep, Cemaatçi polisin operasyonlarından ne kadar sorumluysa, Stalin de Yezhov’un operasyonlarından o kadar sorumludur. Evet, NKVD zindanlarında düşmüş Yezhov’u da, despotbaşı Stalin’e karşı savunurum. Çok mu şaşırdın? Şaşırmaman için vicdanın olması gerekir.

  13. Gün Zileli

    senin de başın kel değil. Zindana düşersen, elbette seni de savunacağım.

  14. Anonim

    Otoriterleşme Kıskacındaki Burjuva Demokrasisi
    Oktay Baran

    Özellikle son bir yıldır AKP’nin baskıcı ve otoriter yönelimi hız kazanmış durumda. TÜSİAD’ından sendika konfederasyonlarına kadar Erdoğan’ın azarını işitmemiş kurum neredeyse kalmadı. Sokaklardaki muhalif gösteriler azgın bir polis terörüyle bastırılmaya çalışılıyor. Polis aygıtının büyüyüp güçlenmesi, internete sansür yasası, MİT yasası ve HSYK düzenlemeleri, başkanlık sisteminin dayatılması, günümüze damgasını vuran otoriterleşme eğilimini daha da somut hale getirmektedir.

    Polis aygıtının giderek büyüyüp güçlenmesi

    AKP iktidarı döneminde, asker sayısında belli bir azalma ama buna karşın polis sayısında ciddi bir artış yaşanmıştır. 12 yıllık dönemde polis sayısındaki artış 90 binden fazladır ki bu yaklaşık yüzde 50’lik bir artış oranı anlamına geliyor. Emniyet Müdürlüğü’nün personel sayısına dair net ve sağlıklı veriler bulunmamakla birlikte, bu artışın özellikle son yıllarda ivmelendiğini görüyoruz. İçişleri bakanlarının çeşitli açıklamalarından derleyebildiğimiz sayılara göre, “emniyet hizmetlerinde bulunan personel sayısı”, 2008 yılında 209 bin, 2009’da 220 bin, 2011 yılında 230 bin, 2012’de 242 bin ve 2014 yılında da 265 bindir.

    AKP’nin 2011 seçim beyannamesinde “sokak hâkimiyetini sürekli ve kalıcı kılmak ve polisin görünürlüğünü artırmak amacıyla” polis sayısının arttırılacağı vurgulanıyordu. Bu yıllar boyunca polis sayısının az olduğu iddiası hem hükümet hem de onun medyası tarafından (ve bu arada eski koalisyon ortağı Gülen cemaati tarafından) tekrarlanıp durdu. AB standardının “1 polisin 250 kişiye hizmet etmesi” olduğu, halbuki bu sayının Türkiye’de 300 civarında olduğu söyleniyordu. Ne var ki Birleşmiş Milletler’in verilerine dayanarak yapılan araştırmalar hiç de AKP’li yetkililerin açıklamalarını doğrulamıyor. BM verilerine göre 2012 yılında yüz bin kişiye düşen polis sayısı, dünyada ortalama 354, G7 ülkelerinde 301, AB’de ortalama 338, ABD’de 250 iken Türkiye’de ise 485 idi! Bloomberg’in, yine BM verilerine dayanarak ve destek görevindeki polisleri kapsam dışında tutarak yaptığı 2013 tarihli analize göre, Türkiye, kişi başına düşen polis sayısıyla, Rusya’dan sonra dünya ikincisi durumundadır! Rusya’da her yüz bin kişiye 565 polis düşerken, Türkiye’de her yüz bin kişinin tepesine 475 polis dikilmiştir. Bu, Türkiye’de her 210 kişinin başında 1 polisin düzen bekçiliği yaptığı anlamına geliyor.

    AB ortalaması yalanını doğru kabul etsek bile, hükümetin ortalama yakalama gayretkeşliğinde, örneğin yine AB ortalamasının çok altında kalan kişi başına düşen doktor ya da öğretmen sayısını değil de polis sayısını dikkate alması gayet manidardır. AKP döneminde polis yapılan 110 binden fazla yeni personelin, AKP ideologları tarafından eğitilip onun dünya görüşüne angaje edilmeye çalışıldığı ve bunda da büyük ölçüde başarılı olunduğu bilinmektedir. 16 milyar liralık yıllık bütçesiyle, 81 il ve 112 ilçedeki MOBESE sistemleriyle, son yıllarda modernleştirilmiş teknik takip imkânlarıyla, zırhlı araçlarıyla, TOMA’larıyla, sahip olduğu silah ve teçhizatla ve 265 bin kişilik personeliyle karşımızda büyük bölümü itibarıyla hükümete ve onun liderine canıgönülden bağlı orta boy bir ordu durmaktadır. Bu polis ordusunun yalnızca halk üzerinde “sokak hakimiyeti” kurmak için değil, aynı zamanda bir dönem boyunca artan askeri darbe tehdidine karşı bir destek ve güvence unsuru olarak oluşturulduğu da bellidir.

    Polis aygıtının daha da güçlendirilmesi ve bu aygıtın içinde Gülen cemaatinin etkisinin artmasına bugüne dek çeşitli çevreler ve elbette ki sosyalist hareket tarafından defalarca dikkat çekildi. Polis sayısının fazlalığına yönelik eleştiriler geçmişte olduğu gibi bugün de AKP hükümeti tarafından reddediliyor. Gülen cemaati ise, “polis devletine” gidiliyor eleştirilerini geçmişte reddedip demokrasi mavalları okuyordu; ne de olsa bu dev polis aygıtının köşebaşları kendi kadroları tarafından tutuluyor, beyinleri Gülen’in İslamcı demagojisiyle doldurulmuş gençler çok rahatlıkla bu aygıtın bir unsuru haline getirilebiliyordu. Rüzgâr tersine dönüp Gülen kadrolarına dönük temizlik harekâtı başlayınca, Gülen cemaati bugün “muhaberat devleti” kuruluyor diye veryansın etmeye başlamıştır.

    MİT yasası, içeriği ve anlamı

    Toplumu giderek artan ölçüde zapturapt altına almaya dönük girişimlerden birisi de internet kullanımını düzenleyen yasanın değiştirilerek, Telekomünikasyon İletişim Başkanlığına (TİB) olağanüstü yetkiler tanınmasıydı. Devletin başta istihbarat aygıtı olmak üzere çeşitli gizli organları aracılığıyla zaten sıkı denetim altında tuttuğu internet de dahil çeşitli iletişim kanalları bundan böyle alenen takip ve denetim altına alınmıştır. Hükümetin emriyle TİB, herhangi bir mahkeme kararı olmaksızın istediği internet sitesine erişimi engelleme yetkisiyle donatılmıştır.

    Beri yandan, bu yasayla aynı dönemde gündeme gelen ancak tepkiler nedeniyle seçimler sonrasına bırakılan MİT yasası da Meclisten geçti ve ardından Cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. MİT’in zaten bugüne kadar yasadışı olarak kullandığı tüm yetkiler çok daha genişletilmiş haliyle yasal bir çerçeveye kavuşturulmuş, bu kurum yargının denetimi dışına çıkartılarak dokunulmaz kılınmış ve hatta savcıların hükümetin işine gelmeyecek soruşturmaları MİT’in denetimine açılmıştır. MİT elemanları ifadeye ve hatta tanıklık etmeye bile çağrılamayacak, haklarında MİT’ten izin alınmadan soruşturma yürütülemeyecektir. MİT’e ait herhangi bir belgenin yayınlanması durumunda ağır hapis cezaları sözkonusu olacaktır. MİT ve onu elinde tutan Başbakan ise tüm vatandaşları ve tüm kurumları çok daha rahat izleyip, fişleyecektir. Bu kurumlar yalnızca kamu kurumları olmayacak. MİT istediği anda, meslek kuruluşlarının ve tüzel kişilerin (ki bunlar özel şirketlerin yanı sıra, dernekleri, sendikaları, vakıfları, kooperatifleri vb. de içermektedir) tüm verilerine ulaşabilecek ve onlardan her türlü bilgi ve belgeyi isteyebilecektir.

    Bu haliyle, yeni MİT, gerçekten de olağanüstü yetkilerle donatılmış bir istihbarat ve dahası bir operasyon merkezi haline getirilmiştir ki, bugün önde gelen (burjuva) demokratik ülkelerin hiçbirinde böylesine geniş istihbari ve operasyonel yetkilerle donatılmış bir istihbarat örgütü mevcut değildir.

    Gerek iletişimin daha sıkı bir şekilde kontrol altına alınması gerekse de MİT’in alabildiğine geniş yetkilerle donatılmasının arkaplanında hiç kuşku yok ki, hükümetin hem içeriden hem de dışarıdan kendisine yönelik girişimleri bertaraf edecek savunma mekanizmalarını güçlendirme isteği yatmaktadır. Zapturapt altına alınan internetle, istenmeyen bilgilerin yayılmasının önüne geçilmeye çalışılırken, yeni MİT ile bu tarz bilgileri ortalığa yayanlara karşı daha işin başında ve kaynağında engelleme yapılacak, “tehdit unsurları” derdest edilecektir.

    Ne var ki, MİT yasası, yalnızca hükümetin yolsuzluk batağının üstünü örtmeye ve kendisini yıpratma operasyonlarını boşa çıkartmaya dönük bir adımdan ibaret değildir. Konunun, hükümetin bu dönemsel ihtiyaçlarının çok daha ötesinde, Türkiye kapitalizminin geldiği düzeydeki ihtiyaçlarıyla çok yakından ilişkisi de vardır. TC burjuvazisi, emperyalist emellerine ulaşabilmek için, çok daha etkin, içeride ve dışarıda çok daha güçlü ve operasyonel bir istihbarat örgütüne ihtiyaç duymaktadır. Böylelikle hem hedef ülkelerde tüm kirli işlerini görme hem de rakip güçlerin Türkiye’deki oyunlarını boşa çıkarma kapasitesinde bir gizli servise sahip olmak istemektedir. “Yeni Türkiye” kavramıyla kodladıkları emperyalistleşen Türkiye’nin ihtiyacı olan bir MİT! İşte arzuladıkları budur. Eski istihbaratçılardan ve bugünün AKP destekçilerinden Bülent Orakoğlu bunu şöyle ifade ediyor: “güçlü bir Türkiye Devleti’nin dış dünyada caydırıcı gücünü arttırarak elini güçlendiren, Batılı istihbarat servisleriyle boy ölçüşebilecek, yeni MİT perspektifi” (Yeni Şafak, 28/4/2014). Tüm bunlara, kapitalizmin tarihsel krizine eşlik eden artan siyasi istikrarsızlık ve sertleşen emperyalist paylaşım kavgası atmosferinde proleter devrimci bir yükselişten duyulan sınıfsal korkuyu da ekleyelim. Böylesi bir konjonktürde Kürt hareketinin izleyeceği yol da egemenler için bir belirsizlik ve tehdit kaynağıdır. 2012’de Gülenci savcılar PKK’yle görüşmeler yürüten MİT müsteşarının peşine düştüğünde, TÜSİAD buna itiraz etmiş ve yeni bir MİT yasasına ihtiyaç duyulduğunu açıklamıştı. Bunun yanı sıra yasanın TC’nin emperyalist politikalarının yürütülmesinde MİT’i güvenceye alan boyutları da TÜSİAD’ın işine gelmektedir.

    Yargı üzerinde yürütmenin güdümü

    Otoriterleşme eğiliminin bir diğer göstergesi olan, hükümetin yargı üzerinde tam denetim kurma girişimi ise Anayasa Mahkemesinden döndü. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) işleyişini yeniden düzenleyen yasa meclisten geçmiş ve ardından Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmıştı. Bu yasayla HSYK üzerinde hükümet tam denetim kurmuş oluyor ve hâkim ve savcı atamalarında belirleyici yetkiyi elinde toplayarak, “yargının bağımsızlığı” burjuva ilkesini işlevsizleştiriyordu. Böylelikle burjuva demokrasisinin temel dayanaklarından olan kuvvetler ayrılığı ilkesinin fiilen ortadan kaldırılmasına dönük ciddi bir adım atılıyordu.

    Bilindiği gibi, burjuvazinin olağan egemenlik biçimi olan parlamenter demokrasi, burjuvazinin çeşitli kesimlerinin söz ve karar hakkını güvence altına almak amacıyla, devlet erkinin tek elde toplanmasının önüne geçmek için, kuvvetler ayrılığına giderek bunların yönetimini farklı merkezlerde toplar. Bu kuvvetler arasındaki ilişkiyi ve birbirleri üzerindeki denetimi yasal bir çerçeveye bağlar. Yasama, yürütme ve yargı erkinin ayrıştırılmasına dayanan kuvvetler ayrılığı prensibi bunu anlatır. Burjuvazinin tüm kesimlerinin özellikle parlamento aracılığıyla iktidar üzerinde eşitsiz fakat yine de belli bir etki gücüne sahip olduğu burjuva demokrasisinin tersine, olağanüstü burjuva rejimlerde, kuvvetler ayrılığı ilkesi bir tarafa bırakılır ve bu kuvvetler mümkün olduğunca tek elde toplanmaya çalışılır. Böylelikle burjuvazinin en güçlü kesimi olan finans kapitalin toplum üzerindeki diktatörlüğünün, finans kapitalin temsilcisi durumundaki bir lider ya da parti tarafından yürütümünün başkaca hiçbir güç tarafından sınırlandırılmaması amaçlanır: “Parlamenter demokrasi esasen kuvvetler ayrılığını kabul eder ve yasamanın yürütme üzerindeki üstünlüğü prensibine dayanır. Parlamenter rejimin siyasal güç dağılımında, parlamento devlet başkanından ve hükümetten önde gelir. Olağanüstü rejimlerde ise parlamentonun üstünlüğü ve iradesi çiğnenir; siyasal iktidar baskıcı bir yürütme gücünün elinde merkezileşir. Siyasal erkin olağan ve olağanüstü kullanılış biçimleri arasındaki bu farklılık, yasama ve yürütme gücünün topluma yansıma biçimleri arasındaki ayrımdan da anlaşılabilir.” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.60-61)

    Açık ki, kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmaya dönük adımlar, olağan burjuva işleyişten olağanüstü burjuva işleyişe geçme doğrultusunda atılmış adımlardır. Geniş yetkilerle donanmış bir başkanlık sisteminin hayallerini kuran Erdoğan’ın yolu budur. Ne var ki, büyük burjuvazi bugün için böylesi bir gidişatı şimdilik gerekli ve zorunlu görmüyor. Hele Erdoğan gibi, siyaseten tümüyle kontrol altına alamadığı, sağı solu belli olmayan bir görüntü çizen bir liderin tepesinde oturduğu bir Bonapartist rejim, finans kapital açısından soru işaretlidir: “… bu durumun burjuvazi içinde bile bir huzursuzluk yarattığı da diğer bir gerçekliktir. Huzursuzluğun ana nedeni ise, Erdoğan ve AKP burjuvazisinin kendi küreleri dışında kalan burjuva kesimleri hiç dikkate almamaları ve hatta bununla yetinmeyip, her fırsatta onları da hizaya sokma girişimlerinde bulunmalarıdır. … Burjuvazinin siyasal bir temsilcisinin tüm burjuvazi üzerinde hegemonya kurmaya kalkışması ve bunu açıktan yapar hale gelmesi, her dönemde karşılaşılabilecek ve olağan sayılabilecek bir durum değildir. Nitekim bugün başbakan Erdoğan’ın ve onu destekleyen burjuva kesimlerin kendi dışlarındaki burjuva kesimlerin itirazlarını hiçe sayarak kendi bildiklerini okumaları ve bu konuda dayatmacı bir siyasal tarz geliştirmiş olmaları, pek açık edilmese de, burjuvazi içinde bir rahatsızlık yaratmış durumdadır.” (Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi, http://www.marksist.com)

    Öte yandan güçlü bir liderlik ve otoriter bir rejim ihtiyacı, Erdoğan’ın şahsından ötürü, finans kapital açısından soru işaretli olsa da, Türkiye kapitalizminin emperyalist atakları ve bölgede giderek kızışan emperyalist paylaşım kavgası, bu doğrultudaki eğilimleri nesnel olarak güçlendiriyor. Keza, kapitalist ekonominin ihtiyaç duyduğu dönüşümler, dünyayı kasıp kavuran derin kriz koşulları, büyük emperyalist güçler arasında artan gerilimler ve yeni emperyalist bloklaşmalar, bölgedeki savaş ortamı, Kürt, Ermeni ve Kıbrıs sorunu ve hatta Filistin sorunu gibi yakıcı sorunlar, olağan bir parlamenter işleyişle ve demokratik yöntemlerle başa çıkılacak sorunlar gibi durmuyor. Burjuva liberallerin hayallerinin aksine, emperyalist ataklara girişen Türkiye otoriterleşme yolunda ilerliyor: “Sermayenin bu emperyalistleşme eğilimi ise, ülke içinde emek hareketini bütünüyle denetim altına alma, daha yoğun bir sömürü mekanizmasını işletme ve otoriterleşme eğilimine hız verdi. İşte AKP iktidarının giderek otoriterleşmesi, artan bu emperyalistleşme eğilimi ile doğrudan bağlantılıdır. Bunun somut göstergesi ise, kaynayan Ortadoğu kazanına Türkiye’nin de dâhil olması ve bu kazan içinde rakipleriyle (ki bu rakiplere Almanya, Fransa gibi AB ülkeleri de dâhildir) kıyasıya bir rekabet içine girmesidir. Bunun ise bir tek adı vardır: Emperyalist paylaşım savaşına dâhil olmak!” (Mehmet Sinan, agm)

    Demokratikleşme söyleminden otoriterleşme gerçeğine

    TÜSİAD başkanı Muharrem Yılmaz, HSYK yasasına ilişkin olarak birkaç ay önce şu açıklamayı yapıyordu: “Hukuk devleti, insan haklarına dayanan, insan haklarını koruyan, güçlendiren ve en önemlisi kendisi de koyduğu kurallarla bağlı olan devlettir. Kendi kuralına uymayan devlete ise hukuk devleti dememiz mümkün değil, bu yapıya kanun devleti de denemez. Literatür böyle bir yapıya ancak «polis devleti» tanımı yapmaktadır. … Hukuk devleti nosyonunun ve kuvvetler ayrılığı ilkelerinin henüz arzu ettiğimiz ölçüde içselleştirildiğinden emin olamıyoruz ve hatta bu konuda kaygılarımız her geçen gün artıyor.” Görüldüğü gibi, Erdoğan hükümetinin hukuksuzlukları, büyük burjuvaziye bile “polis devleti” tespitleri yaptıracak kadar çığrından çıkmıştır.

    Polis devleti tabiri, genellikle, temel hak ve özgürlüklerin hukuken var olduğu ama fiilen askıya alındığı, kâğıt üzerinde kaldığı; hükümet, idari yetkililer ve kolluk kuvvetleri tarafından insanların bu hakları kullanmasının yasalara aykırı ve keyfi bir biçimde engellendiği, bunun için de esas olarak asker-polis gücünün kullanıldığı bir durumu anlatıyor. Bir başka deyişle, burjuva yasaların, yasaları uygulamakla yükümlü olanlar tarafından keyfi bir biçimde, yaygın ve sistematik olarak çiğnendiği bir durumu anlatıyor. Bu açıdan baktığımızda, özellikle 2011 seçimlerinden itibaren Türkiye’de polis devleti uygulamalarının her geçen gün arttığını, yaygınlaştığını ve sistematik hale gelmeye başladığını görüyoruz.

    AKP iktidarının ilk dönemi, 28 Şubat darbesinin mağdurlarının, siyasal geleceklerini garanti altına almak üzere, AB şemsiyesi altına sığınıp bu askeri vesayete karşı yürüttükleri sınırlı mücadeleyle belirlenmişti. Bu mücadelede yol alabilmek için burjuva demokrasisinin sınırları başlangıçta genişletildi, Kürt halkına karşı yürütülen savaşın temposu düşürüldü. Ordunun siyasal alan üzerindeki hegemonyasının kırılmasına dönük yasal değişiklikler yapıldığı gibi AKP’ye karşı darbe hazırlıkları içinde olan askeri bürokrasinin önde gelenleri ve işbirlikçilerinin üzerine gidildi. Tüm bunlar siyasal alanda demokratikleşme doğrultusunda özellikle liberal entelijensiya içerisinde büyük umutlar doğurdu. Ne var ki askeri vesayetin geriletilmesi ve darbeci kadroların temizlenmesiyle birlikte kendini bu bakımdan artık güvende hisseden AKP’nin sözde demokratlığının dibi ve sınırları, liberalleri derin kederlere boğsa da, çırılçıplak açığa çıktı. Siyasetin iplerini eline alan, gelişen ve güçlenen “yeşil sermaye”yle elele medyada ciddi bir güç haline gelen ve giderek onun ağırlıklı bölümünü ele geçiren, parlamentodaki mutlak çoğunluğuna dayanarak muhalefetin sesini rahatlıkla boğan ve onu işlevsizleştiren AKP, giderek otoriterleşme eğilimlerini açığa vurmaya başladı.

    Ordunun üst bürokrasisini denetim altına alan, 12 Eylül anayasasının olağanüstü yetkilerle donattığı cumhurbaşkanlığı makamına kendi kadrosunu oturtan, yürütme gücünü zaten elinde tutan, yasama organı olan parlamentoyu sahip olduğu ezici çoğunlukla bir onay mercii haline getirip işlevsizleştiren, yargı üzerindeki etkisini arttıran AKP, böylelikle devletin tüm erkleri üzerinde istisnai bir belirleyici güce kavuştu. Elinin altındaki medya tekeliyle her türlü muhalefete yönelik istediği kadar kirli ve kara propaganda yapmaya, televizyon programlarının sunucularını, yayın yönetmenlerini, gazetelerin genel yayın müdürlerini ve hatta köşe yazarlarını belirlemeye başladı. İslami bir dava hareketi içerisinden yetişip gelen kadroların inşa ettiği ve geçmiş deneyimleriyle toplumun derinlerine nüfuz etmeyi başarmış çok geniş ve güçlü bir teşkilat ellerinin altındaydı. AKP, devletin tüm maddi olanaklarını kullanarak, 9 milyona yakın üyesi olan parti teşkilatı aracılığıyla, toplumun en muhtaç kesimlerine ulaşmayı ve onları kendi arkasında minnettar bir ruh haliyle saflaştırmayı başarmıştır. Ne yazık ki, işçi sınıfının önemli bir bölümü de şimdilik bu saflardadır. Kendi karşısında yer alan Kürtleri, işçileri, sosyalistleri ve gençleri ise giderek dozu artan bir polis baskısıyla sindirmeye girişmiştir. Kuvvetler ayrılığını fiilen işlevsizleştiren AKP, böylelikle suratında sırıtan demokratlık maskesini atarak, muhafazakâr ve baskıcı karakterini açığa çıkartmış oldu. Aslında böylelikle gücünün zirvesine çıkmış, bir başka deyişle gerileme döneminin kapısını açmış olmaktadır.

    Zira her zirve, inişin başlangıcıdır. Gücünün ve kendine güveninin zirvesinde olduğu bu dönemeç noktası, aslında çelişkili bir biçimde, AKP’nin toplumsal desteğini kaybetme korkusunun da giderek büyüdüğü anlamına geliyor. Sahip olduğu örgütsel güce, toplumsal desteğe ve devlet zorunun olanaklarına dayanarak, ama en çok da işçi sınıfının örgütsüzlük ve dağınıklığından ve sol muhalefetin maalesef dağınık ve güçsüz durumundan cesaret bularak, kendisine biat edenler dışındaki herkesi karalıyor, hain ilan ediyor, azarlıyor, alaya alıyor ve baskıya maruz bırakıyor. Her itiraz ve eleştiriyi bir isyan girişimi olarak addediyor. Demokrasiyi sandıktan ibaret bir şey olarak görüp gösterdikçe, sokağı ve hak arama mücadelesini darbecilikle bir tutup gayri meşru ilan ediyor. Özel olarak belirtmek gerekiyor ki, AKP’nin baskıcı-otoriter gidişatı ve toplumu burjuva temellerde kutuplaştırıp gerginliği tırmandırıcı bir tutum takınması, onun ezilen ve sömürülen yığınlardan duyduğu korkunun yanı sıra, kendi kısa ve orta vadeli siyasal planları gereğince izlediği bilinçli bir taktiktir. AKP böylelikle, sahip olduğu toplumsal desteği korumaya, arkasındaki kitleyi bir umacı yaratarak konsolide etmeye çabalıyor.

    İktidar koltuğuna ABD ve AB’den aldığı destekle oturan, yabancı sermaye akışıyla desteklenip ekonomide belirli düzelmeler sağlayan ve büyük bir sıçrama gerçekleştiren AKP, bu siyasi ve ekonomik desteğin kesilmesinden de büyük bir tedirginlik duymaktadır. Ülke içinde işçi sınıfı hareketi şimdilik tümüyle etkisiz hale getirildiyse de bunun ilanihaye sürmeyeceğinin farkındadır. Çözüm bekleyen Kürt sorunu onun aşil topuğu olmaya devam ettiği gibi, Alevilerin ve gayrimüslimlerin yaşadığı sorunların yanısıra Kıbrıs ve Ermeni sorunları da başını ağrıtmaya devam etmektedir. Bir başka deyişle, emperyalist Batı’yla köklü bir zıtlaşma durumunda, içeride kaşınabilecek birçok sorun mevcuttur. “Arap Baharı” denilen sürecin bu tarz sorunlar üzerinden kendisine de yansımasından AKP hükümetinin bir dönem ciddi bir kaygı duyduğu biliniyor. AKP ön alarak bu süreci kendi lehine çevirmeye çalışmıştır. Ortadoğu’daki muhalif İslamcı hareketlerle ilişkilerini daha da yakınlaştırmış, Mısır’daki İhvan yönetimine açık çek vermiş, Suriye’deki gelişmelere balıklama dalmış, sonunda da ABD ile ters düşecek tarzda işleri eline yüzüne bulaştırmıştır. Süreç tersine dönüp, ABD ve AB’nin Mısır’daki İslamcı iktidarı deviren askeri darbeyi desteklemesi AKP iktidarında son derece ciddi bir “sıra bize de mi gelecek” korkusu yaratmıştır. “Komşularla sıfır sorun” politikasından, tüm doğu ve güney komşularıyla kavgalı duruma kayan AKP hükümeti, Irak, İran, Suriye, Mısır ve İsrail-Filistin konularında da ABD ile ters düşmüştür. Bölgede çok daha fazlasını elde etmeye girişen Türk burjuvazisinin, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olması, paylaşım masasına oturmak isterken bir anda kendisini paylaşılan konumunda bulması hiç de imkânsız değildir.

    Emperyalistleşme doğrultusunda kendi boyunu aşan boyutlarda adımlar atmaya girişen AKP hükümetinin gerek içeride gerekse de dışarıda giderek yalnızlaşması, onu giderek daha saldırgan hale getirmiştir. Yalnızlaştıkça ve toplumsal desteği de gerileme sinyalleri verdikçe, AKP hükümeti, gerek ulusal düzeyde gerekse de uluslararası düzeyde neredeyse tüm gelişmeleri kendi varlığına kasteden, kendisini “gayri meşru” yollarla devirmeye çalışan girişimler olarak algılamaya ve algılatmaya çabalıyor. Her taşın altında kendisine dönük bir komplo görerek toplumsal tabanını da paranoyak bir ruh haline sokan AKP, kendisiyle aynı çizgide olmayanlara karşı giderek artan bir saldırganlık sergiliyor.

    Geçtiğimiz yılın 1 Mayıs’ında ve akabinde yaşanan Gezi direnişinde, muhalefeti acımasızca gaza boğacak, coplayacak, plastik mermi yağmuruna tutacak kadar izanını kaybeden AKP, o günden bu yana en küçük bir muhalif gösteriye bile tahammül edemiyor. 17 Aralıktaki rüşvet ve yolsuzluk operasyonunun ardından sergilediği gibi, kendisi dışındaki herkesi can havliyle hain ilan edip saldırılarını tırmandırıyor. Burjuva devlet aygıtı içerisinde büyük bir temizliğe girişilerek, valilerden emniyet müdürlerine, hâkim ve savcılardan polis memurlarına, eğitim müdürlerinden sıradan memurlara kadar binlerce kişi görevinden alınıyor ya da farklı yerlere sürgüne gönderiliyor. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişki ve dengeleri tamamen kendi lehine değiştirme yolunda sergilediği pervasızlığı ve burjuva hukukunu açıkça çiğnemekten çekinmeyen fütursuzluğuyla, AKP iktidarının günümüz Türkiye’sinde toplumda burjuva kutuplaştırma temelinde yaratılan gerginliğin başlıca sorumlusu olduğu yeterince açıktır.

    http://marksisttutum.org/otoriterlesme_kiskacindaki_burjuva_demokrasisi.htm

  15. O.Gürsel

    Meşhur siyaset felsefecisi Michael Hardt…
    20 Mayıs 2014 Salı, 06:11

    Meşhur siyaset felsefecisi Michael Hardt’la Soma’daki iş cinayetini, yeni ‘sınıf mücadelesini’, Gezi ve benzeri hareketlerin istikbalini konuştuk.
    Edebiyat kuramcısı ve siyaset felsefecisi Michael Hardt’ın Antonio Negri’yle yazdığı ‘İmparatorluk’ için ’21. yüzyılın Komünist Manifestosu’ tarifi oturdu gibi. ‘Çokluk: İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi’ ve ‘Ortak Zenginlik’le üçleme tamamlandı. (Ayrıntı Yay.) İkilinin yeni bir demokrasi önerisi olarak 2011-12 işgal ve kamp hareketlerini incelediği ‘Declaration’ (Bildiri) isimli bir de elektronik kitapçıkları mevcut.
    Boğaziçi Chronicles’in konuğu olarak İstanbul’da bulunan Hardt, yarın saat 16.00’da, Boğaziçi Üniversitesi’nde ‘Bütün o liderler nereye kayboldu’ başlıklı konferans verecek. 25 Mayıs, 16.00’da da Gezi üzerine bir foruma katılacak.
    Neoliberalizmden, son yılların toplumsal hareketlerinden, kaybolan ‘sınıftan’ zaten konuşacaktık, her şeyin ortasına Soma oturdu. Şimdiye dek anlattıklarının acı bir özetiydi bu katliam.

    Hardt’ın hiç biber gazı tecrübesi yok, ilkinin İstanbul’da olabileceğini düşünüyordu içten içe.
    Başbakan, madenciliğin doğasını ve bu ölümlerin ‘olağan’ sayılabileceğini vurgulamak için Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarında, geçen yüzyılda yaşanan maden kazalarından örnek verdi. Madencilik işaret ettiği dönemin iş düzenini, istihdam biçimlerini, iş güvenliği anlayışını anımsatan sektörlerden. Bu koşullar 2014’te hâlâ mevcutsa katliam kaçınılmaz, yani ‘olağan’ mı demek? Siz ne çıkarırsınız bu ifadeden?

    Bugün çağdışı saydığımız geçen yüzyılın koşullarıyla bu şekilde bağlantı kurmakta haklısınız. Bu, yaşananın rezaletini tarif etmenin bir yolu. Ama bence aynı zamanda 21. yüzyılın ‘kazalarının’ doğasını da iyi anlatıyor. Soma liberalizmin trajedisidir. Hükümetin madeni sadece özelleştirmesi değil, sonra da mesuliyetini yok sayması, son 30-40 yılda tüm dünyada gördüğümüz tipik bir neoliberal siyaset örneği. Bazı noktalarda AKP ve Erdoğan tam bu çizgide. Bu da sosyal bir tehlike olarak neoliberalizme odaklanmamız gerekliliğini gösteriyor. Aslında Soma’dan gelen haber bana New Orleans’ı, Katrina Kasırgası’nı hatırlattı.

    Bir doğal afeti?

    Evet, çünkü doğal afet olduğu kadar, bu anlamda bir kazaydı da. Takip eden sosyal bir felaket olmuştu; zaten doğal afetin böyle yaşanmasına neden olan da sosyal politikalardı. Kasırganın nereden şehre gireceği belliyken dikkate alınmamıştı. Bu bir 21. yüzyıl sorunu; çevresel yıkımların kendisi doğal afetler yaratır hale geldi. Soma’da kimsenin insanları bile isteye öldürme niyeti olmayabilir ama neoliberalizm ve yoksullara karşı yürütülen politikalar bu kazanın, bu afetin koşullarını yarattı. İki olay arasındaki ilginç bir benzerlik, Katrina’dan sonra Bush’un neoliberal politikalarının yıkıcı sonuçlarına dair ani ve yaygın bir kabul oluşmasıydı. O esnada halk tarafından kibirli ve suçlu görülmeleri açısından da Bush’un New Orleans, Erdoğan’ın Soma ziyaretlerini benzetiyorum. Bush’un popülerliğini yitirmesinde dönüm noktası, Irak Savaşı’ndan çok Katrina’dır.
    Bunun Erdoğan’ın popülerliği açısından da bir dönüm noktası olabileceğini mi düşünüyorsunuz?
    İnsanların Erdoğan’ın politikalarının yarattığı sonuçları bir mozaik halinde görmesiyle, belki. Gezi bunu yaratabilirdi, belli bir kitledeki etkisiyle sınırlı kaldı, çoğunluğa yayılmadı. Soma trajedisinin sınıfsal tabiatı, neden olan sosyal ve sair politikalar, işçi sınıfının en dibindeki yoksullar… Bazen teki de yeter ama bunlar bir araya gelip de görünür olduklarında insanların Erdoğan politikalarının sonuçlarına dair fikri değişebilir. Dışardan bakan biri olarak sadece tahminde bulunabilirim. Ama izlenimim bu öfkenin sadece geleneksel Erdoğan muhaliflerinden yükselmediği; siyasi yelpazenin daha geniş bir kesimi kızgın.

    Kazanın sınıfsal tabiatı dediniz. Sınıf siyaseti de, sınıf perspektifi de geçen yüzyıla ait kavramlar haline getirilmedi mi?

    Bugünün temel politik meselelerinden biri sınıf perspektifini, sınıfı yeniden tanımlamaktır. Bunu yapmak için bence geleneksel tariften çıkmak gerekiyor. Bir süre öncesine kadar, Türkiye’de de öyledir, işçi sınıfı erkek sanayi işçisi demekti. İşin doğası değişti, tarifi genişledi. Düzenli maaş sahiplerinden prekaryaya, işsizlere geldik. Şu an eski sınıf fikrinin geçerliliğini yitirdiği, bizim de layıkıyla yenisini tarif edemediğimiz geçiş dönemindeyiz. Negri’yle ‘çokluk’ fikrini yaratırken ilhamımız bu ihtiyaçtı. Bu aynı zamanda emek örgütlenmeleri için de yeni biçimler bulma gerekliliğini doğuruyor. Sendikalar da dönüşerek bu kesimleri içerebilmenin yolunu bulmalı. Zor ama şart. Soma, sermayenin ve devletin cinai faaliyetini gösterdiği kadar, ne yazık ki sendikaların çalışma koşullarına dair talepte bulunacak kifayette olmadıklarını da gösterdi. Bu suçlama değil, tespit.

    Hükümet politikaları ortada, özel sektörün kâr hırsı belli, sendikalardan hayır yok. Hayatta kalabilmek için her tür koşula rağmen o işleri reddedecek gücü bulunmayan, öyle protestoya falan da zamanı olmayan yoksulun da yoksullarının şansı ne bu kıskaçta? Ya da bu yüzyılın ‘sınıf mücadelesi’ nasıl kurulabilir?

    Buna anında verecek iyi bir cevabım yok. Genel olarak emek örgütlenmelerinin zayıfladığı son 10 20 yılda, Gezi’ye benzer yatay sosyal hareketler kendini gösterdi. Geleceğin, emek örgütlenmeleriyle bu tür sosyal hareketlerin etkileşiminde olduğunu düşünüyorum. Geldikleri noktada iki tarafın birbirine ihtiyacı var. Sadece eylemlilikte değil, alternatif yaratmada da.

    Soma sonrası Türkiye’nin farklı yerlerinde Gezi’nin izini taşıyan eylemler oldu. Bu bir dokunuş belki ama söz ettiğiniz iki tarafın gerçekten birlikte hareket edebilmesinin yolu yordamı ne?

    Genel bir cevabı, keşfedilmiş bir yöntemi yok. Türkiye’yi iyi bilen bile bunun yolunu, zamanını söyleyemez, kaldı ki ben yabancıyım. Dayanışmanın ötesinin gerektiği kesin. Soma’dan sonra yaşananlar bu anlamda bir kapı açmış olabilir. Gezi fikrinin, dokunmadığı kitlelerle dokunmaya, kendisini zenginleştirmeye ihtiyacı var. Çok tatmin edici bir cevap olmayabilir ama işte asıl mesele zaten bu.

    Hükümetin “Bu ülkenin başbakanına yuh çekersen tokadı yersin” noktasına erişmiş muhalefet bastırma yöntemini nasıl buluyorsunuz?

    Son bir yıldır hükümetin her türlü protestoya sadece güçle karşılık vermesi çok ilginç. Biber gazı harcaması bütçede gerçekten büyük bir kalem tutuyor olmalı. Benzer durumlarda başka hükümetler küçük ödünler verir, göstericilerin bir kısmını kazanmaya çalışır. AKP sadece baskı kullanıyor. Genelde bu strateji çok uzun ömürlü olmaz. Hatta hükümet politikaları arasında en vahşi ama en zayıf olanıdır. Bunun er ya da geç geri tepeceğini düşünüyorum. AKP bana ne tavsiye edeceğimi sorsa, neyse ki sormayacaklar, esnek bir siyaset sergilemenin daha zekice olduğunu söylerdim. Bu sadece gaddarlık, üstelik çok da tehlikeli.

    Bu da sizin alanınız… Hükümetlerin bir biyoiktidar biçimi olarak bir grubu ‘iç düşman’ ilan edişinden, ağır militarist teçhizatlı polis gücünü, göstericileri sokak sokak yakalamaya, yaralamaya, doğrudan zarar vermeye yönelik kullanışından konuşurken ‘savaş’ kelimesini kullanmaktan imtina etmeli miyiz? Bir hükümet vatandaşlarının bir kısmına savaş açmış olabilir mi?

    Öncelikle, haklısınız bunu daimi bir savaş ya da bir tür savaş olarak tanımlamak doğru. Türkiye’de Kürtler’in iyi bildiği bir hal bu. Gezi’den sonra yaşanan da. Evet, hükümetler savaş mantığıyla politika üretebilirler. Ama yine de ‘savaş’ dediğimizin farklı usulleri ve yoğunlukları var. İmtina edeceğim nokta, bunu kabul ettiğimiz anda ‘savaşı’ şiddetlendirmiş olmamız. Öncelikli vazifemiz tansiyonu düşürmeye, insanları korumaya gayret olmalı. Son yıllarda dünyada Gezi’ye benzeyen hareketlerde yapılan yanlışlardan biri, ‘savaşa’ savaşla cevap vermek oldu. Bunun sonu felaket. Çünkü polise karşı bu şekilde ‘kazanmak’ asla mümkün değil.

    Peki öneriniz ne?
    Bunu ellerinizi kavuşturun ve asla protesto etmeyin anlamında söylemiyorum. Brezilya’da da benzer durum var. Başka teknikler bulmak gerekiyor. ‘Duran adam’ eylemleri ilginçti örneğin. Öyle biçimler bulmalıyız ki şiddetin dişleri sökülsün, kurtların öndeki o sivri dişini söker gibi… O en tehlikeli diştir ve söktüğünüzde işler değişir.

    Yarın konferansta yatay örgütlenmeler ve liderlik meselesi üzerine konuşacaksınız. Dediğiniz gibi ‘liderliğin çoğul hali’ mümkün mü?

    Öncelikle solun geleneksel liderlik anlayışını ve merkezi otorite mefhumunu sorgulaması gerekliliğini çok önemsiyorum. Sahip olduğumuz yatay ilişkilerin yetersiz kalması, itiraz ettiğimiz otorite formlarına yönelmemizi gerektirmiyor. Liderliğin neyi çözdüğünü anlamak, bunu merkezi otorite olmaksızın örgütleyebilmemiz lazım.

    Son yıllarda tüm dünyadaki Gezi benzeri hareketlerin bir süre sonra bulundukları ülkenin iktidar karşıtlığına ya da mevcut toplumsal kutuplaşma hatlarına oturması hangi zaafın ürünü?
    Bu gerçekten sık rastlanan bir durum. Türkiye hiç yalnız değil bu anlamda. Örneğin son yıllarda İtalya’da Berlusconi o kadar ön plana çıkan bir figür oldu ki, tüm sol ve muhalif güçleri Berlusconi nefreti bir arada tutar hale geldi. Berlusconi gittiğinde kalakaldılar.
    Bir grup diyor ki fabrikalar işçi sınıfının olacak, bir grup liberal demokrasi istiyor, anarşistler sistem içi çözümü reddediyor ve daha bir sürü başka tahayyül… Bu haliyle ‘çokluk’u yaşatacak bir sosyal siyasal form yok. ‘Çokluk’un itiraz ettiği sisteme alternatif üretmekteki eksikliği, belki de hevessizliği, her bir parçasının içten içe ‘çokluk’ olarak güçlerine inanmayışlarından olabilir mi?

    Bence bu çok önemli bir teşhis. Önünümüzdeki dönemin mühim tartışma konularından birini işaret ediyorsunuz. Çok açık ki sadece protesto etmek yeterli değil. Direnişin bir alternatif vizyonla ilerlemesi şart. Sosyal kökleri olmasa da Gezi Parkı’nda kurulan alternatif düzene odaklanabiliriz; bu iyi bir temrin olabilir.

    Umutlu musunuz?
    Öyle sormadığınızı biliyorum ama kimileri ‘umutlu’yu aşağılama olarak kullanıyor. Bize karşı olanın gücünü ve buna rağmen başardıklarımızı unutabiliyoruz. Bazen umut, sadece ne becerdiğimizi hatırlamaktır.

    Umutlu oluşunuza kinayeyle bakılıyorsa, neşenin politik olarak örgütlenmesinden, mutluluğun kurumsallaşmasından söz ettiğinizde iyice naif, sevimli falan bulunuyor olmalısınız. Öyle mi?
    Bir de aşktan konuştuğumda öyle oluyor, evet. Sanırım insanlar beni duygusal ve de gayrı ciddi buluyor. Dini yanından bakan var; alakası yok oysa. Kuşaklarla da ilgisi var bu algının. 1960’lar, 70’ler kuşağı politikayı vazife duygusuyla ele alıyordu; neşesiz bir militanlık söz konusuydu. Bu yüzden de politika geçici olarak yapılıp sonra hayata devam edilen bir aktiviteydi. Son on yılda politikayı neşeyle yapan bir kuşak var. Gezi Parkı’nı o dönem gezenler neşeyi de, aşkı da fark etmiş olmalılar. Politika artık hafta sonlarında ya da geçici bir süre, üstelik mutluluktan uzak kalarak yapılan bir şey değil.

    ‘Hayatlarını zenginler için feda etmişler gibi…’
    ‘Maden şehidi’ tarifi nasıl geliyor kulağınıza?
    Çok ilginç. Böyle mi diyorlar? Dinsel okumasıyla anlayabiliyorum. Dini manada şahitlik var orada; katliama, suça şahitlik… Kahramanlık manasında kullanılıyorsa, evet hayatlarını zenginler için feda etme gibi bir kahramanlık var. Zenginler için kurban edilmişler gibi. Çok absürd.
    Bir hükümet temsilcisine basın toplantısında, yoksulların zor şartlarda çıkardığı kömürün, seçim zamanında başka yoksullara dağıtılmasındaki çelişki üzerine soru sorulduğunda dedi ki: Ne yani, fakirlerin kömürünü zenginler mi çıkarsın! Ne anlatıyor bu cümle size?
    Gazetecinin ortaya koyduğu acı bir ironi gerçekten. Takip ettiğim kadarıyla AKP yoksulların ihtiyaçlarını anlama konusunda maharetli oldu. Bu Türkiye’yi aşan bir mesele. Son yıllarda tüm dünyada sol yoksulların ihtiyaçlarını karşılamayı beceremedi. Beceremedikçe bu işi dinsel organizasyonlara, yoksullara ekseriyetle dürüst olmayan biçimde yaklaşan sağ hükümetlere terk etti. Fakirlerin kömürünü zenginler mi çıkarsın? Bilemiyorum, gerçekten cevaplaması imkânsız bir soru. Galiba yoksullar önce şimdiye kadar çıkardığı kömürün sahibi olmalı.
    PINAR ÖĞÜNÇ / RADİKAL

  16. Anonim

    Hayal ve gerçek hakkında 11 paragraf
    Halil Berktay

    [4-5 Nisan 2014] Seçim sonrasından beri yurt dışında, yollardayım. Örneğin bu satırları bir gün Birmingham-Bath, ikinci gün Birmingham-Cambridge arasında gidip dönerken, trenlerde yazıyorum. Kim ne diyor, havada ne gibi ikinci ve üçüncü tur yorumları uçuşuyor; sadece bir kısmından haberim var. Serbestiyet’i bile doğru dürüst okuyamadım. Varsın olsun; ister mükerrer, ister fuzulî, aşağıdaki notlar da benim üç kuruşluk katkım.

    (1) Osmanlılar Nisan yağmurlarının bereketi ve sağaltıcı özelliklerine inanır; âb-ı Nisan’ı kavanozlarda biriktirip azar azar kullanırlarmış. İngiltere’nin yeşil, ıslak ilkbahar sükûnetini içime çekerken dahi, çağdaş Türkiye’nin daha çok Çin masalındaki “cinnet yağmuru”yla sarhoş olmuş halleri hiç aklımdan çıkmıyor. Bu arada 1 Nisan da geldi geçti; bu sefer kimseye Nisan balığı yutturacak zaman ve zemini (ya da ona uygun, hafif ruh halini) yakalayamadım — ama herhalde BBC’nin tarihindeki en büyük 1 Nisan esprisini, gene BBC’den okuyup öğrenme fırsatını buldum. Meğer 1 Nisan 1957’de, “Bu yıl spagetti mahsulü tehlikede” diye, güya belgesel bir film-röportaj yayınlamışlar. Hiç üşenmeyip “spagetti ağaçları”nın dallarına yüzlerce, binlerce azıcık yumuşatılmış uzun makarnalar asmışlar. Sonra da “İtalyan spagetti çiftçileri”ni bunları ağaçlardan toplayıp yerdeki temiz bezlere sererken kameraya almışlar. Aralara da, “bütün bu spagetti şeritlerinin hep aynı uzunlukta olmasına şaşmayın; işte yüzyılların özenli İtalyan yetiştiriciliği bu demek” gibi, sözümona bilimsel açıklamalar serpiştirmişler. Millet inanmış! Bırakın İngiliz milletini; zamanın saygın “Sör” BBC direktörü dahi inanmış! Ne olur, bir girip seyredin; eşi hanımefendiyle “yahu, hiç bilmiyordum, meğer spagetti ağaçta yetişiyormuş” tadında konuşmaları var. Bunu izledim ve Aziz Nesin’e hak vermekten vazgeçtim. Hayır, özel olarak Türklerin yüzde 70’i aptaldır diye bir şey yok. Hattâ, şüphesiz en yatkın onlar olduğu halde, özellikle Cumhuriyetin “altın çağ”ından, asr-ı saadetinden müdevver günümüz solcu-ulusalcı-Atatürkçülerinin yüzde 70’i (veya daha fazlası) aptaldır diye bir şey dahi yok. Dünyanın her yerinde, boş bulunduğunda, anlık olarak hemen her şeyi yutmaya hazır çok sayıda insan yaşıyor.

    (2) Fakat tabii, uzun vâdeli ve kendini neredeyse yüz yıldır sürekli tekrarlayan bir paradigmatik körlük bambaşka bir şey. Bir seferlik olsa, evet, diyebilirsiniz ki ne yapalım, güzide kolejlerin (maalesef benimkisi dahil) ve en seçkin Ivy League üniversitelerinin (maalesef gene benimkisi dahil, üstelik en başta) mezunları, RTE’den kurtulmak uğruna “AKP kendi anketinde tepetaklak” üfürüklerine (28 Mart: “AKP’nin gizli anketi” (nelere inanıyorlar) ) ânında iman edip umut bağladılarsa?! Olabilir, kabul — ama insan hiç olmazsa sonrasında, bilim adına, değilse yalın gerçeklik duygusu adına, değilse sıradan dürüstlük adına, biraz tersi bir lâf, yarım ağızla da olsa “galiba yanılmışız” veya “Halil, bu noktada haklı olmuş olabilirsin” gibi bir cümle bekler. Çünkü nerede AKP alacak denen yüzde 29.72, nerede reel olarak aldığı yüzde 45 küsur? Nerede CHP alacak denen yüzde 33.27, nerede reel olarak aldığı yüzde 27? Nerede CHP’nin +4 puan fark yapması, nerede -18 puan fark yemesi? (Ve nerede İzmir mitingindeki “midyeyi kabuğuyla yiyen”lerin dışarıdan taşındığı iddiası, nerede AKP’nin İzmir’de bile yüzde 35 küsur alması?) Bu bir “anket hatâsı” mıdır, yoksa düpedüz yalan söylemiş; dezenformasyona, kara propagandaya tevessül etmiş olmanın sonucu mu? Geçen gün bir öğrencim geldi; hocam, dedi, seçim sonuçları çok şaşırtıcı değil mi? Ardından bir de benim şaşmamış olmama şaştı. Zira hiçbir kamuoyu yoklamasından haberdar değil; sadece kendi kimliksel çevresinin sosyo-kültürel tepkilerinin farkında. Dış basın haftalar boyu “tükendi, sallanıyor, düştü düşecek” yorumları yaptı ya; bunları gerçek sanıyor. Tıpkı benim daha önce de atıfta bulunduğum, ABD’deki o sevgili arkadaşım gibi. Bilmem, iki üç yıl öncesine kadar AKP’nin demokratikleşme atılımlarına omuz veren ama sonra yüz çevirip devirmeci kesilen canım kardeşim de, kendisine postalanan her şeye inanmamanın önemini biraz olsun görmüş müdür? Bunun “Halil öyle diyor ama bunlar da böyle diyor; kimin haklı olduğu ne malûm” türü bir bilinemezcilikle geçiştirilemeyeceğini anlıyor mudur, biraz olsun? Wishful thinking diye bir kavram var; bir şeyi olmasını istediğin gibi düşünmek, ya da hayallerini gerçeklerin yerine geçirmek. Realite başka, wishful thinking başka. Hiç olmazsa bunu görecek misiniz şimdi? Ya da başka apolojilere, mazeretlere, tuhaf “açıklama”lara mı sığınacaksınız?

    (3) Kuşkusuz, ararsanız öylesi de çok. Bu toplumun küfür kültürü kadar mızıkçılık kültürü de çok zengin ve tarihimizdeki bazı garip efsanelere kadar uzanıyor. Futbolumuzda bir “onurlu yenilgi” olayı vardır. Dört yemiş hiç atamamışız ama ne gam; ezilmemiş, daha çok korner kazanmış, daha çok ofsayta düşmüş ve şu kadar topa sahip olma yüzdesiyle oynamışız (yani üç puanı biz almalıymışız). Zaten Birinci Dünya Savaşı’nda da aslında yenilmemişiz ama müttefiklerimiz yenildiği için yenik sayılmışız (savaşı bir takım boks veya güreş hakemleri seyrediyor da galibi mağlubu onlar ilân ediyormuş anlaşılan). Şimdi bunları neden hatırladım? Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında Ertuğrul Özkök doğrusu hayli ilginç bir hesap yapıyor; sanki seçime sadece iki parti girmiş gibi Türkiye’yi ortadan ayırıyor; AKP yanlıları ile karşıtları arasında oyları (tabii Cihan Haber’e göre) 43-43 çıkarıyor ve sonucun “berabere” olduğunu haykırıyor. Kemal Derviş de çıkan tablonun “çok da net olmadığını” öne sürüyor. Bir başka değerli iktisatçı tanıdığım daha da ileri gidip AKP’nin “hezimet”e uğradığını ilân ediyor. Bunlar nasıl akıllar, bilemiyorum. Mâlumu ilâm pahasına (i) yerel seçimlerde muhalefet partilerinin her zaman daha çok şansı vardır; tersten söyleyecek olursak, iktidar partisinin genel seçimlerdeki oy oranını tutturması daha zordur. (ii) Üstelik 2013 yılı ve 2014’ün başları AKP için çok zor geçti. Önce Gezi geldi, ardından 17 Aralık “yolsuzluk operasyonu.” (iii) Dahası, bütün bu süre boyunca giderek daralan ve sıkıştıran bir “dış kuşatma”ya maruz kaldı. (iv) En son, kasıtlı olarak yaratılan siyasî istikrarsızlık korkusu bir miktar para kaçışına ve bu yüzden dövizin yükselmesine yol açınca, felâket tamtamları iyice yüksekten vurmaya başladı. Ve bütün bunlara karşın AKP’nin oyu 2009’daki yüzde 38’den 2014’te yüzde 46’ya çıktı. 50 ili ve büyükşehir belediye başkanlıklarının büyük çoğunluğunu götürdü. Bir tek İstanbul ve Ankara’da biraz zorlanır gibi oldu ama bu da sadece MHP’nin masif olarak CHP’ye oy vermesinden kaynaklandı. MHP’nin oyu Türkiye çapında yüzde 15.5 ve İstanbul’da daha bile yüksek olması beklenir(di), ama yüzde 4’te, eza Ankara’da yüzde 8’lerde kaldı. Öyleyse Mansur Yavaş’ın belki 6-7 puanı, Mustafa Sarıgül’ün yüzde 40’ının da en az 12 puanı MHP’den (ve çıkarınca zaten CHP’nin Türkiye ortalaması olan yüzde 27-28 kalıyor). Kaldı ki CHP’nin birçok yerde yüzde 0-1-2-3’de, başka birçok yerde gene yüzde 10-15 veya altında kalması, artık bir “Türkiye partisi” olmaktan çıkmışlığı açısından başlı başına düşündürücü. Hal böyleyken, mantık sınırlarını zorlayan bu gülünç hesaplar niye? Belki hatırlarsınız, 12 Eylül döneminde Ankaragücü Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanınca Kenan Evren’in emriyle birinci lige terfi ettirildiydi. Siz de öyle, kaybettiğiniz bir seçim sonrasında bir başka merciin kararıyla kazanmış sayılıp muhalefetten iktidara terfi ettirilmeyi mi bekliyorsunuz?

    (4) Efendim, çok sert bir kampanya olmuş, çünkü AKP hep saldırmış, ortalığı germiş, işleri çığrından çıkarmış. Bu da Ertuğrul Özkök’ten. Gerçekleri tepetaklak edip akı kara, karayı ak göstermenin bu kadarı olur. Aslında kim gerdi ve sertleştirdi ortamı; kim yerel seçimleri genel seçime, hattâ bir referanduma veya güven oylamasına dönüştürdü? “Basın özgürlüğü yok” denen Türkiye’de, AKP düşmanlığı ve RTE nefretinin “ana akım” medyası, yani Hürriyet ve Milliyet’ler, daha bulvar ve kaldırım düzeyinde Sözcü’ler bu stratejinin başını çekmedi mi, topyekûn desteklemedi mi, içinde yer almadı mı? Biraz daha gerilere gidip, 2000’den bu yana AKP’ye ve özel olarak Erdoğan’a yöneltilen bütün kampanyaları, başvurulan bütün siyaset dışı yöntemleri düşünelim. Şiir okudu diye mahkûm edildi ve hapse atıldı. 2002’den itibaren her türlü şeriatçı takiyye suçlamasına uğradı. Aşikâr ki 2002-2004 yılları ve devamında bir darbeyle devrilmesi TSK çevrelerinde ciddî surette düşünüldü, konuşuldu. Genelkurmay kendini alternatif iktidar odağı olarak ortaya sürdü ve haftalık basın toplantılarıyla basına “millî çizgi” ayarı vermeye başladı. Buna zamanın YÖK’ü dahil bir dizi başka kurum ve bürokrasi kesimi de âlet oldu. Cemaatin polisi ve savcılarının karıştırmış olabileceklerine karşın, Ergenekon ve Balyoz dâvâlarının ana gövdesi çürütülmüş değil. Sarıkız ve Ayışığı planları dahil Nokta’nın Darbe Günlükleri apaçık ortada. Gürbüz Özaltınlı son zamanlardaki bir yakın tarih üçlemesinde, özellikle 2007-2008 arasının ADD mitinglerini, “ordu göreve” çağrılarını, cinayet ve suikastlerini tekrar hatırlattı. Gene bu sırada 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimindeki “nitelikli çoğunluk” sahtekârlığı yaşandı; şimdi aşırı kutuplaşmadan şikâyet eden Ertuğrul Özkök o zaman “eller kaosa kalktı” manşetini attırdı. Üzerine, direkten dönen kapatma dâvâsı geldi; üzerine, Oslo görüşmelerine “suçüstü” yapılması girişimi geldi; üzerine, ilk ve haklı Gezi protestolarını süresiz bir devirmeciliğe ve “İstanbul yanıyor” görüntülerine (açıkçası, Ukrayna benzeri bir duruma) dönüştürme girişimi geldi; üzerine 17 Aralık geldi. Türkiye’de hangi hükümet, hangi iktidar bu kadar uzun süre, bu kadar peş peşe, bu kadar katı ve amansız “parlamento dışı yollardan düşürme” girişimlerine maruz kaldı? Cumhuriyet gazetesinin daha baştan Oktay Akbal’da somutlanan mutlak uzlaşmazlık çizgisini izleyen laik seçkinler, on küsur yıldır asla kabullenmediler; hep ensesinde boza pişirdiler; soluk aldırmadılar ve tek bir normalleşme olanağı tanımadılar, Erdoğan’a ve partisine. Adamı sadece ve sadece düşman belleyip alaşağı etmeye çalıştınız; nasıl olur da şimdi ağlamaklı hallere girip kutuplaşmanın baş ve tek sorumlusu gibi gösterirsiniz? Elbette olgun siyasetçilik böyle tuzaklara düşmemeyi gerektirdiğinden, onun da kabahati var, kültür ve kimlik uçurumunun bu kadar açılmasında. Fakat her ne kadar reaksiyonlarını onaylamıyorsam da, onu kimin, kimlerin bu kadar köşeye sıkıştırdığını da görelim ve anlayalım. Ahmet Hakan da bir yazısına “Galiba savaşacak” başlığını koymuş, allah allah bu kadar da olur mu dercesine, haksızlığa uğrayıp hayrete düşmüş havalarda. Ne bekliyordunuz, teslim olmasını mı? Nasıl savaşmasın, kendisiyle 12-14 yıl sürekli savaşıldıktan sonra?

    (5) İşin başka bir boyutu da, 30 Mart akşamı yaptığı balkon konuşmasının, (belki iki ay boyunca) daha çok Cemaat’le çarpışacağı ve ardından yumuşayıp yeni anayasa ve çözüm süreci gibi demokratikleşme konularına döneceğinin işaretlerini veriyor olması. Özellikle Kürt sorunu açısından seçimler, neredeyse daha iyisi olmayacak kadar elverişli bir zemin oluşturdu; bunu görmek lâzım. Doğu ve Güneydoğu’nun bütün kritik illerinde (a) artık savaş değil barış çizgisindeki, “gerillaya oy” çağrıları yapmayan BDP kazandı, ki bu iyi; (b) öte yandan AKP de yüzde 35 oy topladı, ki bu da iyi — ve ikisi bir arada çok çok iyi. Bundan sonra da silâhlı mücadeleye — yutkunuyor ve imkânsız diyemiyorum ama — son derece zor dönülür. Türkiye’nin bütününde olmasa bile Türkiye Kürdistanı’nda siyaset normalleşti; daha birkaç yıl öncesinin “baş düşman AKP’dir” ya da “sorun orduyla çözülür” gibi saçmalıkları sona erdi; barış içinde süren ve sürecek bir politik mücadelenin gerçek, olağan taraf ve muhatapları birbirini buldu.

    (6) Yan soru bir. Bu manzara içinde sol nerede? Bütün o sıfır-küsurları topladığınızda yüzde kaç ediyor? Yan soru iki (lütfen gıcık kapmayın ve serinkanlı düşünün). Gezi ruhuna ne oldu? Nerede “milyonlarca insan”ın katıldığı o büyük “halk hareketi”? Hani “bir daha hiçbir şey aynı olmayacak”tı? Hangi kalıcılık, hangi özerklik? İlk birkaç günün ağaç kesmeye ve polis vahşetine karşı haklı protestoları, ya da çevreci gençlerin komünal yaşam ütopyaları, kendini konsolide edip varlığına özgünlük ve süreklilik kazandırabildi mi? Geriye ne kaldı bu spontaneizmden? Yoksa, genel geçer AKP-RTE düşmanlığından kendini ayrıştıramayınca, o da yutulup gitti mi, ilk kertede klasik sol ve ikinci kertede, o solu da yutan milliyetçi-ulusalcı CHP-MHP-Cemaat ittifakı tarafından?

    (7) Türkiye giderek yalnızlığa gömülecek, bu da içeride yerlileşip bir tür izolasyonist Üçüncü Dünya diktatörlüğüne dönüşmeyi mi beraberinde getirecek? Bence bu da çok şüpheli bir iddia. Korkarım ardında, kısmen solun ezelî hastalığı olan ekonomi bilmezlik, kısmen (“burjuvazi”ye ve/ya AKP’ye prim vermemek uğruna) son 15 yılın elle tutulur gelişme ve kalkınmasını önemsemezlik, kısmen siyasal istikrar ile uluslar arası sermaye hareketleri arasındaki ilişkiden habersizlik yatıyor. Bu terimlerin geçmişte de gerçeği ne kadar yansıttığı bir yana; en azından bugün Türkiye’nin “yarı-sömürge, yarı-feodal”lik veya “geri”lik veya “azgelişmiş”likle pek bir ilgisi kalmadı. Tersine, bölgesel eşitsizlikleri ne olursa olsun, yeryüzünün en hızla büyüyen ekonomilerinden biri ve şimdiden toplam hacmi itibariyle ilk yirmi arasında. Ayrıca, Ortadoğu’da belirleyici öneme sahip. Seçim sonrasında dış basındaki kabullenici değişim ortada; Obama’nın (neo-con’ların değil) Beyaz Saray sözcüsünün “ufak tefek anlaşmazlıklara karşın” ABD-Türkiye ilişkisinin stratejik önemi hakkında söyledikleri ortada; 17 Aralık’tan sonra kaçan sermayenin geri dönmesi ve doların 2.20’nin hayli üzerinden 2.13’lere inmesi ortada. Sosyalizm geleneğinden gelen seçkin sol aydınlar, örtük bir tür böbürlenme olarak da kullanılabilen “[kapitalist] ekonomiden anlamama” havasını bıraksalar; “anti-sistemik muhalefet” zihniyetinden çıksalar; kapitalizme yabancı durmaktan (ve dolayısıyla işleyişine nasıl müdahale edeceklerini de bilememekten) vazgeçseler; geri dönüşü olmayan şu küresel dünyada, dinamizmden feragat etmeksizin, özel mülkiyetin ve piyasa ekonomisinin daha fazla sosyal refah ve âdil bölüşüm yönünde nasıl yönetilebileceğini (ve bunun kurumsal-kültürel tamamlayıcılarının neler olabileceğini) anlamaya, öğrenmeye çalışsalar, çok daha iyi olur sanıyorum.

    (9) Bu, şunun için de önemli: sırf “istemezük”çülükle; ama kapitalizme, ama devlete, ama iktidara, ama AKP’ye yalnızca “karşı” olmakla hiçbir yere varılamaz, nitekim varılamıyor. Bu soruyu benden önce başkaları da çok sordu ama bir kere daha tekrarlamış olalım: Siz son 10 yılda AKP karşıtı ve RTE düşmanı muhalefetin olumlu anlamda nasıl bir dünya ve Türkiye istediğini hiç anladınız mı? En son bu seçim kampanyası sırasında, bu konuda herhangi bir şey söylediklerine tanık oldunuz mu? Bırakın CHP’yi; proletarya devrimi ve sosyalizm düşüncesinin toptan çöküp tarihe karıştığı günümüzde, eski sosyalistlerin böyle bir vizyonu var mı? Olabilir mi — çağdaş bir demokrasi ve sosyal refah platformunun artık hiçbir şekilde sosyalizm paradigmasından türetilemeyeceğini kavramadıkça?

    (10) Döne döne aynı noktaya geliyoruz: asıl sorunumuz iktidar sorunu değil; öncelikle muhalefet sorunu. Böyle giderse, o beğenmediğiniz, nefret ettiğiniz AKP 2002’den bu yana sekiz seçim kazandığı gibi, 21. yüzyılın ilk çeyreği sona ermeden, yani 2025’e kadar bir sekiz seçim daha kazanır. Ciddî şansı ve hayatiyeti olacak bir muhalefete de, habire AKP’ye kızmakla varılamaz. AKP’nin eleştirisini şimdiki muhalefetlerin eleştirisiyle birleştirilerek varılır. Geçmişteki sosyalist, Kürt veya İslâm birikimlerinin tek tek herhangi birinden hareketle; herhangi birini kendi başına “ana gövde” saymak ve diğerleri karşısında üstünlük tanımakla varılamaz. Ancak sol demokratlığın ve demokratların, Kürt demokratlığı ve demokratlarının, Müslüman demokratlığı ve demokratlarının yeni bir bireşim ve bileşimiyle varılır.

    (11) Onun için, “AKP artık iktidar oldu, bundan böyle muhalefeti bırakıp iktidarla uğraşmalı” Kartezyen ikilemi içinde düşünen herkes gibi, meseleyi habire “beyaz Türk dövme”ye indirgeyerek karikatürize eden Turgay Oğur da yanılmakta (bkz Serbestiyet, 3 Nisan 2014). Hükümetin ve özel olarak Başbakan Erdoğan’ın beden ve yaşam tarzı özgürlüğüne herhangi bir müdahale veya tecavüzüne de (ister içki, ister kürtaj veya sezaryen), bunları minimize veya rasyonalize etme çabalarına da, şahsen benim en ufak bir sempatim yok. Ama sorun çok daha derin. Askerî vesayetin çökmüş olması, o askerî vesayete omuz vermiş olan ideolojinin de çözüldüğü ve aşıldığı anlamına gelmiyor. Ortada, bırakın Faşizmi ve Nazizmi, bizim 1960-1971-1980 askerî diktatörlüklerimizi dahi zerrece tanımayan; sıkıyönetimlerden ve kontrgerilladan, ya da başka herhangi bir baskı rejiminden geçtim, hayatında herhangi bir baskı görmemiş — ama Erdoğan’ın Hitler’den, Türkiye’nin bugünkü koşullarının da faraza Alman işgali altındaki Fransa’da yaşanan SS ve Gestapo dehşetinden farksız olduğunu fütursuzca, ancak cehaletin verebileceği bir cüretle öne sürebilen, hem naif hem ukalâ bir “ben kuşağı” (me generation) var. Onların ufkunu açmak, zihnini özgürleştirmek için ne yaptık şimdiye kadar? Bu kavga önemli ölçüde bu gençliği sarsalama ve uyarma, uyandırma, eski paradigmadan koparma kavgasıdır. Onun için kendi payıma, “nelere inanıyorlar”ın ardından (28 Mart), “nelere gülüyorlar” ve “neleri aşağılıyorlar”la devam edeceğim.

    http://serbestiyet.com/hayal-ve-gercek-hakkinda-11-paragraf/

  17. Gün Zileli

    Halil Berktay, beni bir kere daha şaşırtmadı. 🙂

  18. Anonim

    Sayın Zileli, AKP nasıl gidecek? Bütün bir Anadolu halkı CHP’ye (veya MHP’ye) mi oy verecek? Berktay haksız mı?
    Burada önemli olan A Partisi, X Partisi değil, kabaca ikiye ayrılan Türk halkının sosyolojik yapısıdır. AKP’li çoğunluğun oluşturduğu kara kültürü ile azınlıktaki CHP’nin kıyı kültürü arasındaki farktır.

  19. Anonim

    İlm-i siyaset sohbetleri (1): Derdimiz CHP

    “Türkiye’nin en temel ve en acil siyasi problemi CHP’dir” derken, hayır, CHP’nin ideolojisini yahut duruşunu beğenmediğimden ya da beyaz Türklere gıcık kaptığımdan öyle demiyorum. Onlar da var gerçi, ama 32 senedir bu görüşte ısrar etmemin esas nedeni onlar değil, başka bir şey. CHP’nin getto partisi olması ve görünür gelecekte öyle kalacak olması.

    Bu parti ve türevleri, (istisna olan 1977’yi ayrı tutarsan) 1960’tan beri yüzde 33 ile yüzde 21 arasında oynamış. 1983’ten bu yana uzun vadeli eğilim düşüş yönünde. Eğilimin tersine döneceğine ilişkin bir belirti yok. On yıl önce de yoktu, yirmi yıl önce de yoktu. Bu ne demek?

    1)Sağ hegemonyadan rahatsız olan seçmen, demokrasiden umudunu kesmek zorunda demek. “Devrimcilik”, askercilik, “Atam gel bizi kurtar”cılık, Gezi’cilik, “Satayım memleketi, Kanada’ya göçeyim”cilik arasında yalpalamaları ondandır.

    2)Ebedi iktidara mahkûm olan sağın güç sarhoşluğuna düşmesi “rakibim yok istediğim gibi at koştururum” hezeyanına kapılması demek.

    3)Üçüncüsü pek üzerinde durulmamış bir mevzu. Obezleşen sağın, radikal marj partileri üretmesi demek. Bkz: MNP-MSP, MHP, BBP, Saadet vs.

    Sağ iktidar, soldan değil, kendi sağından sürekli tehdit hissederse ne olur? Basit, retoriğini sağa göre ayarlamaya mecbur olur. Ortadan ve soldan seçmen avlamak yerine kendi yumuşak karnını oluşturan aşırı sağ seçmene göre pozisyon almak zorunda kalır. Demirel’in de, Özal’ın da, Erdoğan’ın da trajedisi oradadır. Üçü de aslında pekâlâ aklı başında, modern kafalı adamlar iken saçma sapan bir “vatan, millet, düşman, peygamber” edebiyatına meyletmelerinin sebebi budur. Memleketin ruhunu kurutan facialardandır.

    ŞOK TEDAVİSİ

    Aşağı yukarı 1982’den beri kafam bu konuda net. “Türk demokrasisi nasıl düze çıkar” sorusunu, “CHP nasıl ıslah ve/veya tasfiye edilir” sorusundan ayrı düşünemiyorum.

    Efendim, parti reformu yapılsın, lider değişsin, anket yapılsın, yeni sol parti kurulsun, halka inilsin, başörtülülere kapı açılsın… bunları geçin bir kalem. Benim ilkokulda olduğum 1960’lardan beri bunlar tartışılır. (Kasım Gülek vardı, hatırlar mısınız?) Bir şey çıkmaz. Elli küsur yılda tek ciddi çıkış denemesi Ecevit popülizmi idi, o da fiyaskoyla sonuçlandı.

    Benim görebildiğim tek bir çözüm vardır.O da başkanlık sistemi ve bence onun mütemmim cüzü olan dar bölge sistemidir. İkisinin de özü, tüm siyasi aktörleri “yüzde 50+1 veya hiç” ikilemine mahkûm etmeleridir. İkinciliğin ödülünü sıfırlamalarıdır. Şok tedavisidir. Gettolara sıkışmış partilerin yüreğine “ya seçim kazanırız ya ölürüz” ateşini düşürme yöntemidir. Ani etkidir.

    CB seçiminin konuşulmaya başladığı şu kırk gün içinde CHP’nin geldiği yere bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. Doksan senelik parti, galiba tarihinde ilk kez ciddi ciddi seçim kazanmaya odaklanmış bulunuyor. Ve eski getto refleksleri nüksetmez de, Metin Feyzioğlu yahut Baykal veya hanım profesör gibi çıkmaz yollara çarpmazlarsa, bana sanki kazanma şansları hiç de zannedildiği veya zannettirildiği kadar zayıf değilmiş gibi geliyor.

    İlm-i siyaset sohbetleri (2): Başkanlık, padişahlık mı

    Başkanlık sisteminin siyasi sonuçlarıüzerinde ciddi bir şekilde düşünmeye otuz küsur yıl önce, üniversitedeyken başladım. İstikrarsız rejimlerde siyasi parti davranışlarına ilişkin doktora tezimi yazarken, Güney Amerika’nın birkaç ülkesinde sistemin işleyişini epey yakından izleme şansı buldum. 1986’da askerdeyken Ali Nesin’le bu konuyu uzun uzun tartıştık. O zamandan beri, başbakanlık sisteminin Türkiye için en hayırlı seçenek olduğu düşüncesinden çok uzaklaşmadım.

    Tayyip Erdoğanadını o zamanlar duymamıştım. Turgut Özal’a da hiçbir zaman çok sempatim olmadı. Yani mesele kişiler değil. Erdoğan ya da Özal’ın padişahlığından ürküntü duyacak kadar aklım başımda çok şükür.

    Rejim tercihi, memleketin geleceğini kuşaklar boyu etkileyecek bir tercihtir. Tayyip Erdoğan’ın 60 sene başta kalacağını sanmam. Hatta itiraf edeyim, isterseniz alay edin, bir kerecik bile başkanlığı tadacağına ihtimal vermiyorum. Yüzde 50+1 gerektiren bir seçimde yüzde 43’le nasıl maç alınır, benim matematik bilgimi aşan bir mevzu.

    ZAYIF TEZLER

    Başkanlık sistemini savunanlar genellikle sistemin iki niteliği üzerinde duruyorlar. İkisi de, lehte ve aleyhte, sonsuza dek tartışılabilecek şeylerdir. Eskiden önemserdim. Şimdi ikisi de bana pek belirleyici gelmiyor. Omuz silkmekten başka bir tepki veremiyorum.

    1)Deniyor ki, parlamenter rejimin başbakanına oranla Başkan’ın eli daha rahattır, daha cesur kararlar alabilir, daha cüretkâr projeleri hayata geçirebilir. Kimine göre iyi bir şeydir, reformlara kapı açar. Kimine göre kötüdür, Tek Adam’cılığa meyledebilir.

    Heyhat, gerçek dünya ne böyle bir korkuyu, ne böyle bir umudu destekliyor. ABD Başkanı’nın yahut Fransa Cumhurbaşkanı’nın, mesela Almanya veya Britanya Başbakanı’ndan daha etkin veya daha cesur olduklarına dair bir belirti yok. Başkanlık sistemine sahip G.Kore’de başkanın, parlamenter oligarşinin şahı Japonya Başbakanı’ndan daha güçlü biri olduğu duyulmadı. Türkiye’de de Meclis çoğunluğuna hükmeden başbakanların, ellerini korkak alıştırdığına tanık olmadık.

    De Gaulle’ün “monarşik” Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yılları belki karşı örnek olarak ileri sürülebilir. Ama öyle anlaşılıyor ki her sistem, kendi iç dengelerini kısa sürede kuruyor. Kimseye kolay kolay açık çek vermiyorlar. Garibim Pompidou, bir tane sanat merkezinden başka neye imza atabildi? Thatcher başbakandı, kimden korktu?

    2)Devletin başının halk tarafından seçilip nihai egemenlik yetkileriyle donatılması daha demokratiktir diyenler var. Bizde kod adı “milli irade”dir. “Kutsal devlet” zırhına bürünen bürokratik egemenliğe karşı etkili bir çare olduğu ileri sürülür. Bilhassa bu ülkenin 60 küsur yıl boyunca başının belası olan asker sultasını gidermenin en kestirme yolunun bu olacağı savunulur. Savunulur-du. Biz de yıllarca bunu savunduk.

    Ama, işte, öyle olmadı. Askerî vesayet parlamenter sistem dâhilinde yenildi. Hem de fazla zorlanmadan yenildi. A.Necdet Sezer zamanında veto yiyen reformların hepsi iyi kötü yürürlüğe konabildi. Başkanlık tezinin dayanağıkalmadı.

    Üstelik karşı tez, yabana atılamayacak bir ağırlık kazandı. Memleketin üstüne çökmüş bir gücü bertaraf etmek için bir karşı-güç odağının oluşturulması lazım. Peki. Ama o karşı-gücü kim dengeleyecek?

    Memleketi yeniçeriden kurtardık diyelim. Kurtarıcıdan kim kurtaracak?

    2010’dan beri ülke gündemine oturan bu sorulara kimsenin henüz tatmin edici bir cevap verebildiğini sanmıyorum.

    Sevan Nişanyan
    TARAF

  20. Anonim

    Mazlumla ittifak, memnuniyetsizle ittifak..

    Dün kapımızın çalınacağını söylemiştik, işte çalınıyor…

    Lice yalnız, liceli yalnız. Bu yalnızlık bir milletin nasıl yalnızlaştırıldığının fotografıdır aynı zamanda. Yalnızlaştırmanın müsebbipleri var.

    Kürt aydınlarının ben varım, protesto ederim, kınarım yollu tepkileri kendini tatminden başka değer taşımıyor. Her birinin varlığı önce kendine yük, aklı da varlığına yük.

    Devletin şiddeti geriletilmedikçe herkesin kapısı mütemadiyen çalınacak. Siz eviniz yanarken tam tam çalmaya devam edin, ne işe yarayacaksa artık…

    ***

    Türkiye, Suriye’de örtülü bir savaş yürütüyor. Savaşanları ekseriyetle silahlandıran, eğiten, örgütlendiren, transit geçiş sağlayan, istihbari bilgi paylaşımında bulunan, lojistik sunan, geri çekilmelerde koruma ve tedavi imkanları sunan Türkiye’dir. Tüm bunlara ilaveten türk devletine ileri karakol görevi üstlenen PKK savaşçıları Türkiye’nin bilgisi dahilinde ve özellikle dayatmasıyla savaşa katılmak durumundadır. Bu saydıklarımızı alt alta sıraladığımızda Türkiye’nin savaşa çok aktif bir şekilde müdahil olduğu gerçeği ortaya çıkar. Gezi direnişlerinin kontrol alına alınması türk devletinin cephe gerisini stabil ve sorunsuz hale getirmesi demektir. Cephe gerisini sağlama alan savaşan güç savaş hattında atağa kalkar, ileri hamle yapar.

    Nasıl mı?

    Tıpkı Amude’de olduğu gibi.

    Türkiye’nin Suriye’deki her kıpırdanışı kendi iç durumunun elverirliğiyle doğru orantılıdır. Tabii eğer PKK’nin bir türk gücü haline geldiğine, türklerce cepheye sürüldüğüne itirazımız yoksa…

    ***

    Barış demek tarafların müştereken ve aynı anda silah bırakması demektir. Tek taraflı silah bırakmak barış değil teslim olmaktır. Tek yanlı pasifizm, tek yanlı suskunluk ve de teslimiyet sadece egemenlerin şiddetini artırmasına neden oluşturur. Siz eğildikçe binerler, dik durun ve sırtınıza kimsenin binmesine izin vermeyin. Türkiye karıştıkça Kürdistan’a müdahale imkanları asgariye inecektir, çünkü devlet kendi ülkesini kontrol altına almak için güçlerini karışıklık bölgelerinde toplayacaktır, bu durumda ister istemez Kürdistan’da güç azalması olacak, güç kullanımı gerileyecektir. Türkiye stabil hale geldikçe türk devleti bundan istifade ederek kahır güçlerini Kürdistan’a yığacaktır.

    Metropol ülkeye demokrasi gelmesinin sömürgeye anti-demokrasi olarak yansıyacağı ve yansıması gerçeği budur. Güneş yükselince sular alçalır, ay yükselince sular yükselir. Bu gerçeğin tekabül ettiği med ve cezir örneği bu basit denklemden ibarettir; Metropol ülke sakinleştikçe sömürge ülkenin karışması ve daha çok zulme maruz kalması iç sömürge şartlarında kaçınılmazdır, deniz ötesi sömürgelerde bile aynı durum gecikmeyle tezahür eder.

    ***

    Devletle ittifak değil, sistemle ittifak değil, iktidarla ittifak değil..

    Türkiye’de her kim ister iktidarla, ister devletle ihtilafa düşsün, kürtlerin yükünü hafifletmek için ona destek, kürtlerin haklarını kabule yanaştığı ölçüde muhalif ve direngen güçlerle ittifak.

    Kürt partilerinin işgalci hükümetlerle yaptıkları stratejik ittifakın kürtlerin muhasarasını koyulaştırmaktan başka bir sonuç getirmediği tecrübelerimizle varit. Zaten işgalcisiyle stratejik ittifakın literatürdeki karşılığı teslimiyettir. Muhasarayı yarmak için özünde bir taktik ilişkilenme olan ittifak türü, diğer bir deyişle hakim milletlerin memnuniyetsiz ve muhalif parti ve gruplarıyla kürtlerin özgürlüğünü genişletmek için ilkeli ve taktiksel manada ittifak bu lanetli pazarlamacılığın alternatifidir.

    Mazlum milletler boğulmak için, inkar edilmek için, devlet hakları ellerinden alınmak için, dışardan içeriye nüfus sızdırmayla demografileri tahrip edilmek için, düşmanları ordulara sahipken silahsızlanmak için, bağımsızlık hak ve beklentilerini ertelemek ve boğdurmak için, işgal olgusunu ve işgalci devletin kolonyalist idari/mali/adli kurumlarını meşrulaştırmak için ittifak yapmazlar. Kürtler suyun üstünde kalmak ve nefeslenmek için şerikler bulmak, ilkeli birlikleri alternatif olarak bu şer cephelerinin karşısına sürmek zorundadırlar.

    Ülkemizi ancak güçlenerek ve güç kullanarak kurtarabiliriz. Bu gücü şeytan sunuyorsa onunla bile anlaşmak kürtler için meşru ve mübahtır. Sivil güç olunuz, siyasi güç olunuz, ticaret gücü olunuz, parasal güç olunuz, askeri güç olunuz ama kendiniz için olunuz. Sömürgeci devletlerin daha çok güç toplaması ömrünün daha çok uzaması sonucunu yaratır, bu durum tam tersine bir şekilde kürtlerin yalnızlaşmasına ve güç kaybına neden olacağı gibi tedricen yokoluşa hizmet eder.

    Başkasının atına binen çabuk iner. İttifaklarınız gibi desteğiniz de Kürdistan’ı gözetmek ve Kürdistan merkezli olmak zorundadır.

    ***

    Suriye’de örgüt olarak türk devletine askerlik hizmeti verenlerin, kendi silahlı güçlerini “cehenneme kadar gidin” hakaretine boyun bükmek eşliğinde kuzeyden çekerken her santimetrekaresini türk silahlı güçlerine terkedenlerin, azılı kemalistlerin bile dillendirmekte tereddüt geçirdikleri mega idea olan Misak-ı Milli’yi kürtlere mefkure olarak sunanların Lice’de yapımı tamamlanmış bir karakola ülke ve millet hissiyatıyla karşı çıkmadıkları son derece açıktır.

    Amude mızrağı çuvala sığmazken dikkatleri başka yöne çevirmeleri ve halk kitlelerini oyalamaları gerekiyordu, bizim açımızdan hiç kimsenin burnunun kanaması dahi kabul edilemez ama birileri için mutlaka kana ve ölümlere ihtiyaç vardı. Çelişkili gibi görünen durumun izahı budur. Biz yıllarca PKK’nin her katliamından ve iç infazından sonra bu tür çelişki barındıran ve o ölçekte “anlaşılmaz” sanılan galeyanlara tanık olduk. Film tekrarı gündemde. Yine kendilerinin başlattıkları bu nedensiz “direnişin” arkasına saklanacaklar ve cinayetlerini kürtlerin ayaklandırılmış ve o oranda suiistimal edilmiş hissiyatının arkasına saklayacaklar.

    Bunlar illahki savaşı ve karışıklığı metropol ülkeden Kürdistan’a çekecekler, çatışmayı kendi alanlarında kabul edecekler. Tarikatçı iktidarı, işgal ordusunu ve polisi rahatlatmaya çabalayan sadık müttefik misyonunun gereklerine icabet etmek zaten başka türlü olmazdı.

    ***

    Tepeye kale gibi bir karakol yapılmışsa o tepeyi yerle bir etmek gerilla güçlerinin işidir. Üstelik inşa edilen karakol bir katliam yuvası ve işkencehane ise orada eli tetikte ve öldürmek için hazırda bekleyen canilerin bulunduğu açıktır. Türk ordu güçleri tarih boyunca katliam yapmak, suç işlemek için Kürdistan’da bulundular. Kendi gerillalarını bölgeden çekerek silahsız sivilleri öldürmeye programlı çetelerin önüne sürenler de en az türk devleti kadar suçludur. Zaten ortaklıklarının gizli/saklı bir yanı yok.

    Kemal Burkay; “Lice’nin baş sorumlusu Erdoğan’dır” diye kelam etmiş. Düne kadar “başbakan istediği için geldim” diyordu. Kendine ait bu iki beyan Burkay’ın da katliamın baş sorumlu yardımcısı olduğunun itirafıdır. AKP hükümetini Öcalan’la birlikte güzelleyen ve kürtlere dayatan Burkay’dır.

    Hadi Lice’yi kurtlarla birlikte yemeye kalkın, sonra liceli ile oturup ağlayın bakalım.

    ***

    Lice insanının yiğitliğini, fedakarlığını, vatanperverliğini istismar etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu insanların ülkesine bağılığından, yıllarca zulüm ve zarar görmüşlüğünden yararlanıp yaşamlarını riske etmelerini istemek cinayettir.

    ***

    Bugünden sonra Lice olaylarını bahane eden hükümet bir yandan Gezi direnişine daha fazla şiddet uygulamanın gerekçesini elde etmiş oluyor, diğer yandan kürtlerin barış ve yumuşama mavalına kanarak hak talebi yükseltmelerini her zamanki zorbalığıyla karşılamaya hazırlanıyor. Bir milleti ezen herhangi bir milletin özgür olamayacağı bir kez daha kanıtlanmak üzere. İşgalci devlet, sömürgeyi kontrol altında tutabilmek için hak ve hürriyetleri ilga ederek kullanılamaz konuma itmek zorundadır. Bunu yaparken metropol ülkenin de hürriyetlerini sakatlamış ve kullanılamaz hale getirmiş olmaktadır. Şüphesiz türklere demokrasi kurmak kürtlerin görevi değil, türk halkının demokrasi ve açıklıktan yana olan güçleri Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine destek vermedikleri sürece aynı despotizm, aynı ilkellik kendilerini de öğütecektir.

    Sözüm bu gerçeği hala anlamamış olan türk demokratlarına ve devrimcilerine, eğer gerçekten özgürleşmek ve ülkenizde gerçek bir demokrasi kurmak istiyorsanız kürtlerin ayrılma hakkını kendi özgürlüğünüzmüş gibi sahipleniniz ve savununuz. Kürtler bir şekilde yine kurtulacaktır ama dost bir komuşunuz olması önce sizin yararınızadır. En önemlisi, kürtler ayrılmadığı sürece türklerin özgürleşme şansının bulunmadığıdır.

    http://cebaxcor.blogspot.com/2013/06/mazlumla-ittifak-memnuniyetsizle-ittifak.html

  21. Anonim

    Tekçi iktidara direnmek bir haktır

    AKP iktidarı sadece türkler için değil bölge için tehlike teşkil eden kanlı bir polis diktasıdır, kürtler için inkarcılığın, statüsüzlüğün, asimilasyonun, din istirmacılığının varabileceği en ileri kemalist zorbalığı temsil etmektedir. BAAS sünniliğini de harmanlayarak arap gericiliğinin hakim kılınmak istendiği bir kemalizm türüne has kemalistler bile tahammül gösteremiyorsa kürtlerin bu noktada direnenlerin kemalistliğini gerekçe göstererek bu iktidara sessiz kalmaları onları kemalistlerden de geri bir çizgiye icbar eder. Böylesine bir idrak kürtlere modern bir gelecek kurma istidadından peşinen yoksundur.

    Kürtlerin ayırdına varması ölçüsünde küçük kemalistler tali ve etkisiz konuma düştüler. Öcalan’a rağmen kürtler kemalizm zokasını yutmuyor. Büyük şeytansa AKP’dir. Kürtleri kemalizm potasına icbar ederek eritmek isteyen de AKP’dir. Din istismarcılığını ve taasubu kemalizme payanda ederek tarikat/cemaat ve tessettür desteğiyle sömürgeci nizamın restorasyonuna girişmişken aynı zamanda kemalizmi de çok daha tehlikeli bir şekilde restore ediyor ve uygulama alanına koyuyor. Kemalizm adına AKP’ye sessiz kalanlar kemalizme sessiz kalıyorlardır. Aksine düşünenler varsa Tayyip ve çömezleri ciğerlerine üflediğinde Öcalan’ın ağzından hangi nefesin baksınlar.

    Darbeciler kürtlerin parti binalarına bayrak astıramadı ve kürtleri Atatürk heykelleri etrafında halaya kaldıramadı. Bu sinsilikten iğrenmek, av olan kürtleri yermek yetmiyor. Bu konuda belirleyici bir etkisi olan iktidarın niteliğini, cemaat yayılmasını daha derinlemesine tahlil etmek ve anlamak gerekiyor. İşin soygun, talan yanı, cemaat kadrolaşmasının köşe başlarını tutması, bu sayede devleti soyup soğana çevirmesi, kendi yandaşı olmayanları işsizler ordusuna dönüştürmesi eşliğinde bakabildiğimizde bir çoğumuzun bugünkü hadiseleri daha doğru değerlendirme şansımız olacaktır. Gelir dağılımında büyük bir eşitsizlik var. Çok önemli ve görmezlikten gelinmeyecek bir sosyal eşitsizlik oluşmuş durumda. Bu iktidara sırf eski iktidar eliti olmaktan dolayı karşı çıkanlar bulunabileceği gibi, esasta haklı olarak karşı çıkan yoksul ve modern talepli insanlar da var ve bunar çoğunlukta. Buna karşılık kürtlerin karşı çıkmamak için hiçbir geçerli nedenleri yok. Bu ikidar da kemalist iktidarların her biri kadar kanlı, baskıcı, işkenceci, tecavüzcü, toplu tutuklamacı, keyfi kararlarla mahkum edici. Bu iktidar da azınlık düşmanı, kürt düşmanı, dil düşmanı, kemalistler gibi sünnici, din ve inanç düşmanı, tekçi, özümsemeci, ötekileştirici, takunyalı olması ve islamı istismarı ölçeğinde gerçek mürteci.

    Darbecilik deniyor. Sayısı, kullandığı yöntemler, zorbalığı ve beyni yıkanmışlığı ölçüsünde bir polis ordusu sokakları panzerler ve gazlarla kontrol ediyor. Askeri cunta koşullarından tek fark sokakları dolduran üniformaların rengidir. Buna darbecilerin bile tahammül edemediği yerde kürtlerin bu iktidarı güzellemesi anlamına gelecek sessizliğinin hiçbir tutarlı gerekçesi yoktur.

    Protestocular ergenekoncu, kemalist, darbeci, hatta soykırımcı. Hiçbir itirazım yok. Bunu söyleyenler AKP iktidarını eleştirmeden ve toz kondurmama özeniyle söylediklerinde doğası gereği taraf olurlar ve olmuşlardır. Bu noktadan itibaren kime taraf oldukları sorulur.

    Kime?

    Kim üniforma giyiyorsa, kimin elinde silahlar varsa, kim panzerlere komuta ediyorsa devlet odur, dolayısıyla devlete taraf olunur.

    AKP’nin kemalistler, darbeciler ve soykırımcılıar gibi katil olmadığını söyleyen varsa bunu bana söylemesin. Yüzünü Roboski’de yatan kardeşlerimizin mezarlarına çevirerek kendi kendine söylesin.

    İnkara kalkışmanın faydası yok. Zor kullananı eleştirmekten hasseten kaçınarak tarafsız kalınmasını telkin etmek özünde bal gibi taraflılıktır.

    İki sabıkalı, iki kriminal kanlı bıçaklı olduğunda senin yapacağın kanın ve kavganın ilkellik olduğunu söylemektir ve cüretlendirmekten uzak durmaktır. Bu iki katil uzlaştığında ikisi birlikte sana çullanacaktırlar. Meşru müdafaa hakkını teslim etme. Zaten kürtler millet olarak teslimiyetle malül değilmidir?

    İtfaiyeciler suyu kesmek için kapıştığında sana düşen ateştir, çünkü evi yanan sensin, onlar ateş dedikçe sen su demek zorundasın. Olmayaki biriyle yolun çakışa, kaybeden olursun.

    Zora ve zorbalığa sessiz ve kayıtsız kalmakla devrim geliştiremezsiniz, sadece zor ve zorbalık yeşerecek alan bulur ve gelişir.

    Siz kanatlararası yansızlık gerekçesiyle zora ve zorbalığa karşı çıkmadıkça kanadın biri gider diğeri gelir ama zorbalık baki kalır. Kürtlerin işi kanatlarla değil, zor ve zorbalıkladır. Hiçbir kürt zor ve zorbalık uygulayanın devletin resmi güçleri olduğunu hatırından çıkarmak lüksüne sahip değildir. Zor uygulayan devletin zoruna karşıt olmak zora maruz kalan herhangi bir kanadın pişdarlığı değildir, kürtlere zor ve şiddet uygulayan aparata ve bu eylemlerin açtığı sosyal-siyasal yaralara tepki vermek ve geriletmeye çalışmaktır. Aksi durumda kürtler üzerindeki zor azalmayacaktır. Bu bir fizik yasasıdır. Kendi kefenize ağırlık yığmadığınız sürece ağır basan karşı kefe olur.

    Kuzey Kürdistan muhalefeti yem olmamak için ilk defa kurtlar sofrasından uzağa çekilip kendi sınırlarını muhafaza konusunda fikir birliği sergiliyor. Bu birliktelik zora ve zorbalığa karşıtlık şeklinde geliştirilip belli yöne tevcih edildiğinde kürtler sadece dışardan uygulanan zoru değil, içerden maruz kaldıkları zoru ve zorbalığı da defetmek için daha çok araca sahip olacak, ellerini güçlendireceklerdir. Bu türden bir mevzilenme sadece taktiksel zenginlik sunmakla kalmaz, daha önemlisi insani ve ahlaki sorumluluklarımızı layıkıyla yerine getirebilmemizin yolunu sonuna kadar açık tutar.

    ***

    Erdoğan’ın kürtlerle barış derken, kemalist bir şamar oğlanını kürtlere tebelleş ettiği yetmezmiş gibi kanlı katil Yavuz’u birden bire hatırlaması esinini İmralı’daki İdris’ten aldığını ortaya koyuyor. Sivas’ta aydın yakanlar bunlar değilmiydi, cenilerin her biri bunların arasında değilmi? Hrant bunların iktidarı döneminde öldürülmedimi? Malatya ve Trabzon’daki rahip cinayetleri bunların bilgisi dahilinde işlenmedimi? Sabiha Gökçen’den sonra sivil ve silahsız kürtlere ilk uçak saldırısı bu iktidar tarafından gerçekleştirilmedimi? Kürtler, iktidara al Yavuz’unu ananın mezarına dik diyemiyorsa diyebilenleri yermekten kaçınmalıdır. Ulaşamadığınız ciğer her zaman murdar olmayabilir.

    Kemalim özünde yavuzculuk değilmidir?

    Bugünkü iktidara kim direnirse dirensin direnmesinin bir meşruiyeti vardır. Direnişlerin meşruiyeti direnenlerin siyasi kimliğine göre değil, direnilen iktidarın ne kadar meşru ve adil olduğu zaviyesinden ele alınır.

    Eğer kemalizm dikta ve kanemicilikse biz bu kemalizm türünü 1400 yıldır biliyoruz. Zira eski ve asıl kemalizm budur. Türk solu kadar laikleri de İran’ın Tudeh’i durumuna düşmekten kaçınıyor. Tudeh rolünü kürtler üstlenmemeli ve kimse de kürtlere böyle bir rol telkin etmemeli. Ayetullahlar rejimini aratır şekilde hayat bulmak isteyen bu rejim için yarın birileri de bön bön bu Fethullah rejimi nereden çıktı diyecektir. İşte böyle çıkıyor.

    Ayrana devam, bugün girdinize karar verenler yarın çıktınızı da kontrola alırlar. Hiç merak etmeyin.

    ***

    Bir kürt, mevcut hükümete karşı direnenlere bugün için katılmayabilir ve bu tutumu herhangi bir külfet yaratmaz. Ancak direnen her kim olursa olsun, direnenlere karşıt tavır aldığında yarın devlete ve rejime karşı geliştireceği muhalefetini hangi meşruiyete, hangi haklı gerekçeye istinad ettirdiğini sorarlar. Bu hükümet direnilmeyecek bir hükümetse kürtlerin direnmesinin hikmeti nedir diye milletinizin önüne ecel sorusu diktirmekten kaçının. Katılmamak da bir haktır, katılanları karalamayı vazife saydığınız andan itibaren taraf olmakla kalmazsınız, ettiğiniz her kelime kürt karşıtı ve kürtleri haksız çıkaran haneye kaydedilir. Kendi kendinizi boşa çıkarmayın.

    Zaten kürtler kendi aydınları tarafından hukuku ve meşruiyeti boşa çıkarılmanın malülüdürler. El hak kürt siyasetçileri ülke kurtarmakta değil ama milletini batırmakta çok mahirdir. Siyasi iktidarlara pişdar olma hastalığını bırakın. Türkiye’nin esenliği sizin işiniz değil, önünüzdeki ve ardınızdaki kan gölüne bakın. Sizin işiniz budur ve bu kan gölü biraz da sizin eserinizdir.

    ***

    1950 yılında kemalistler Menderes ve arkadaşlarını astı. Menderes ve arkadaşları da kemalistler gibi ilhakcı ve işgalciydi. DP, kemalizmin türklere karşı ılımlı versiyonuydu ama kürtlere karşı aynı dozda ceberrutluktan yanaydı. Kürtler insan yaşamına kasteden darbeciliğe yandaş olmadılar ve bu hak ihlalini tasvib etmediler. Menderes’in işgalciliğine rağmen kürtlerin hak yanlısı tavrı doğru bir tavırdı.

    1971 yılında itilaf ekolü Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını haksız bir yargılamayla ve keyfi kararlarla astı. Öyleki rövanş mantığıyla onlarca genç infaz edildi. Çoğu kemalist olduklarını saklamadı. Kürtler bu ağır hak ihlaline yandaş olmadı, düşene vurmadılar. Kürtlerin o günkü tavrı bugün de savunulabilecek doğru ve insani bir tavırdı.

    Kurtlukta düşeni yemek kanundur. Düşeni tekmelemeye başladığınızda artık kurtlar sofrasına iştirak etmişsinizdir, bundan sonrasında taraf ve suç ortağı haline gelirsiniz. Ancak kürtlük tahtında böyle bir şansı size vermezler. Düşen siz olursunuz, tabi yem olan da.

    Düşene vurmayın, geleceğe kalır. Kürtlerin utanca mecburiyeti yok. Haklı bir dava insaniliği ve hakkaniyeti gözetmek zorundadır.

    ***

    Zor kullanılmamasına taraf olduğumuzu söylememiz, tasvip etmediğimiz bütün tarafların dışında kendimize ve haklarımıza taraf olmak anlamına geldiği gibi son derece anlaşılır, o ölçekte insani ve de çok kolaydır.

    Bunu yapamadığımızda tarafsız kalma konusundaki tüm samimiyetimize rağmen taraf olmaktan kurtulamayacağımızı, neyin ve kimin tarafı haline geleceğimizi düşünmek ise hepimizi bağlayan bir mükellefiyettir.

    Sadece bir tek tavır, yine bir tek algı tersinden de okunduğunda aynı anlama gelir; Zulme kayıtsız kaldığınızda zalime taraf olursunuz yada zalime kayıtsız kaldığınızda zulmün tarafı olursunuz.

    Panzerle insan çiğnemenin, protesto gösterilerine biber gazı, jop, tekme ve yumrukla müdahalenin zulüm olmadığını söyleyen varsa söylesin. Zulmün ne olduğunu anlamak kadar tanımlamak gereği doğuyor, oysa bunların anlamları sarihtir, insanlık dışılığın anlamı sarihtir, yeniden yazmayacak, yeniden tanımlamayacağız. Bizlerin sadece kendimizin ne olduğumuz gözden geçirmeye ve tanımlamaya ihtiyacımız var.

    Size hangi yumruğa, hangi gaza, hangi işkenceye, kimlerin maruz bıraktığının sorulmasına meydan vermeyin. Nasrettin Hoca’ya sayı saymasını bilmiyorlar dedirtmek demokrat ve insani tavrın çok uzağındadır.

    Biz milletçe dayak yedik, anlamını biliyoruz, tıpkı saymasını bildiğimiz gibi.

    ***

    Kürtlerin millet olarak başlıca sorunu ve çelişkisi en temel insan haklarından mahrum bırakılmalardır. Bu mahrumiyet gaspla sağlanmıştır. Kürtler haklarını geri aldıklarında insanlıklarını alacaklar. Hiç kimse kürtlerin mücadelesinin ne olduğunu başka libaslara bezeyerek takdime çalışmasın. Kürtlerin insan olduğunu unuttuklarına sayarım.

    Kürtlerin kurtuluşu insanın kurtuluşudur. İnsanı unutanın kurtuluş diye bir sorunu yoktur ve olamaz. Ülke dahi insan içindir.

    Bir yandan kendi elinle verdiğin insanlığını, öteki elinle geri alamazsın.

    Verme.

    Verme ki almaya şansın olsun.

    ***

    Hepimiz bir denizde durulacağız. Sonsuz denizler bile parsel parseldir. Bu manada kürtlerin de bir denizi vadır. Sen kendi parselinde yüzmeyi öğreneceksin. Yoksa uzak sahillere ulaşamazsın. Yüzmeyi bilmeyen boğulur. Yüzmek ise özgürlüktür.

    Boğulma, kulaç atmak zor değil.

    Yüzmeyi denediğinde suyun üstünde kalacaksın. Suların atında kalan yeterince batık var. Batmak istediğinde sana da yer bulunur.

    Sen varolmakla yok olmanın eşiğine sıkıştırılmış bir halksın. İkinci atıma barutu olmayan halk yani, yüzlerce yıldır kulaç atmaktan mecalinin sonuna geldin. Yüzmek için fazla vaktin yok, başka seçeneğin de kalmadı.

    Sen insan olmadan kürt olduğunda ömrün boyunca insan için varolandan yararlanamayacaksın. Zaten acın ve hasretin de bu değilmi?

    Senden esirgeneni bari sen kendinden esirgeme, esirgediğinde hangi insanlık için sızlanacak, isyana kalkacaksın?

    Kalktığını varsay. Kimi inandıracaksın, hangi haklılığı öne çıkarmaya, korunak yapmaya mecalin olacak?

    İnsanlık aleminin senin esameni okumak istemeyişinin şifreleri insan kavramında saklı.

    ***

    Kürtler ittihatçı olmadıklarında itilafçı olmak zorunda değiller, kırk katırın alternatifi kırk satır değil. Hakkaniyet ve insanilik de bir alternatiftir ve en doğru olanıdır.

    Dün Tayyip Erdoğan tutuklandığında, Erbakan tutuklandığında en içtenlikli olarak bizler kınadık. Yarın kemalistler iktidara gelip sokaklarda dindar avı başlatırsa, türk dindarlarına/muhafazakarlarına biber gazı sıkarsa, halkın üzerine panzerleri sürerse, tartaklarsa, tutuklarsa yine içtenlikle karşı çıkarız.

    İnsan hak ve hürriyetlerini savunmayı erteleyemez, savsaklayamayız. Zorbalığa seyirci kalmamak için herkesten çok nedenimiz var. Türk devletinin sırf kürtler için temel yöntem olarak zoru esas aldığını, Kürdistan’ın işgali ve ilhakı nedeniyle zora dayalı olduğunu, bu zorun ve zorbalığın kürtler nedeniyle kronikleştiğini unutmamak mecburiyetindeyiz.

    Türkiye sömürgeci bir devlet olmasa, Kürdistan’ın zorla parçalanmasından sorumlu olmasa zorbalığa ihtiyaç duymayarak demokratikleşecekti. Türkiye’de eşitliğin, Türkiye’de çoğulculuğun, Türkiye’de hürriyetlerin yer bulamayıp tutunamayışının nedeni bu işgal olgusu ve işgalin zorunlu kıldığı zorbalıktır. Kürtler, ülkeleri hâla askeri işgalle yani zorbalıkla kontrol edilen bir halktır. Silahlı kontrol zorbalık değilse nedir? Türk devleti zoru ve zorbalığı bir bıçak gibi cebinde gezdiriyor, kurbanlık koyun olarak gördüğü kürtler olmasa türk devleti zorbalık teşkilatı olarak örgütlenmeyecekti.

    Türkiye’de zor ve zorbalık kürtlere karşıdır, kürtlerin esas karşıtlığı da zorla ve zorbalıkla olmak zorundadır. Bıçağa karşı çıkmayan kurbanlık koyun olmayı peşinen kabullenmiştir.

    ***

    Ve neden şimdi?

    Siyasette niyetler konuşulmaz puştluğuna sığınmak yerine, siyasetin insan için olduğu ve açıklık gerektirdiği anlayışıyla hadisenin nedenine değinmek gerekiyor.

    Türkiye, İsrail ile birlikte Suriye’ye müdahil ve her iki devlet de tamamen Suriye’de üniter yapının muhafazası temelinde bir mutbakatı esas alaraktan muhalefetle ilişkilenmiş durumda. Şayet Esad kalırsa, bu iki komşu devlet muhalefetle var olan güçlü hatta silah ortaklığı temelindeki ilişkilerini Esad’a karşı baskı aracı olarak kullanmak suretiyle Suriye üzerindeki etki ve denetimlerini koyulaştıracaklar. Esad giderse -ki gidecek- muhalefetle varolan iyi ilişkilerini ve muhalefet üzerindeki etkilerini üniter devletin muhafazasını temin ve pekiştirmek amacıyla kullanacaklar.

    İsrail, Ortadoğu’da bir piyon, orta boy bir balık ama balina iştahlı. Dünyanın büyük boy balıkları kendilerinin bölgeden tasfiyesi anlamına gelen bu rolü İsrail’e bırakmazlar. Uluslararası ilişkilerde rol bırakmak pay bırakmakla eşanlamlıdır. Filistin, İsrail’i gıdıklama ve hizaya getirme aracıdır, zaten sürüncemede bırakılmasının başlıca nedeni de budur.

    Türkiye için de durum aynı. Dünya savaşı ve Türkiye’nin işgali ile sağlanmış bir statüko sonucu Türkiye’nin denetiminden sökülüp alınmış ülkelerin Türkiye tarafından muhalefete sağlanan cüzi miktarda silah ve çeşitli ülkelerden devşirdiği kafa kesici güruhlar aracılığıyla geri alınabileceğine ihtimal veren yanılır. Türkiye’nin de İsrail gibi kürt kamburu var. Öcalan’ı MİT tehdidiyle satüko bekçiliğine diktiğinde Türkiye’de yeni cepheler açılır. Açılmıştır da.

    Suriye’de üniter devletin muhafazası Suriye’ye kıstırılmış tüm halkların aleyhine işledi ve işliyor. Bugün iktidar olan şii azınlığın da uzun vadede aleyhinedir. Şiilerin sorunsuz ve demokratik bir gelecek kurmaları Suriye’deki üniter yapının tasfiyesini gerektiriyor. Kürtlerin üniter devletten daha çok zarar gördükleri bir vakıa. Üniter devletin tasfiyesi en çok kürtlerin yararına. Rojawa kürtleriyle birlikte Lübnan’a ama özellikle ülkemizin kuzeyine yansıları olacak, Türkiye’deki üniter devleti çıkmaza sokacaktır. AKP’nin bu ölçüde ceberrutlaşmasının nedeni budur. Ancak batı AKP’nin burnunu sürtmedikçe Suriye’ye müdahale etmeyecektir. Erken bir müdahale Suriye’yi Türkiye’ye teslim etmek olur. Hiç kimse dünya savaşıyla Türkiye’nin defedildiği bir ülkeye “yeniden buyrun gelin” diyerekten davet etmez, girmesine ve etkinlik sağlamasına göz yummaz. Bu bir savaş nedenidir.

    Batının elinde her zaman “bizim çocuklar” dediği birileri olmuştur. Bu çocukların mevzilenmesine bölge bağlamında baktığınızda bugünkü AKP iktidarına oranla kürtlerin çıkarlarıyla daha az zıtlaştıklarını görmeniz kabildir. Suriye’nin sünni çoğunluğunun geleceği için de mevcut Türkiye hükümeti bir tehlikedir. Sudan’lı, Somali’li, Kafkas’lı, Afganistan’lı, Yemen’li, Kuzey Afrika’lı kafakesicileri, kürt hizbullahını Suriye sünnilerine tebelleş eden Türkiye’dir ve sadece batı değil, Rusya ve Çin de dahil olmak üzere tüm hristiyan alemi ve batı bunlarla sorunludur. En çok da kürtler sorunludur, bunları kürtlere karşı kullanmaya kalkışan yine AKP iktidarıdır.

    Tayyib’in yakasını tuttuklarında tutanı tekmelemek kürtlere vazife değil. Kasımpaşa kabadayısı edasıyla sivil kürtleri bombalatan iktidarı ayağa düşürdüklerinde ne menem kabadayı olduklarını görmeye hiç değilse fırsatımız olacaktır. Aksi durumda bu serseri tabiatlı ırkçı en çok kürtlere efelenecektir.

    ***

    Kitle mobilize olduğunda, devletin güçlerine yöneldiğinde tüm bunları kendisi için yapmıyorsa bile engellemeyin, devleti zora düşürdükçe kendisi de zora düşecek ve bu zaman zarfında kendisi için ayaklanmayı öğrenecektir. Rus sokak eylemlerinin öğrettiği tecrübe budur ve bundan yararlanmasını bilenler çok az bir güçle çarlığı devirmiştir.

    Kitlenin bugünkü eylemlerine ittihatçı etkilerle yön verilmeye çalışılıyor, böylesine bir etkinin sonuçları kürtlerin katılımı nedeniyle daha mahzurlu bir hal alacaktır. Zira ittihatçılıktan en çok zarar görenler kürtlerdir.

    Gerçek şuki kürtler siyasi önderlikten mahrum bırakılmıştır. 12 Eylül’den itibaren günümüze kadar kürtlerin düşünen beyinlerine infazlar reva görülmüş, infaz edilmeyenler ülkesini terketmek mecburiyetinde bırakılmış, sonuçta kürt halk kitleleri ile sağlıklı düşünebilen aydınlar biribirinden tecrit edilmiştir. Bugün ancakki icazet doğrultusunda siyaset yapan aydınların örgütlenmelerine, siyasi faaliyet yürütmelerine izin veriliyor. Bu manada kitleler doğru telkin ve bilgilendirmeden yoksun bırakılmış durumda. Devlet muazzam propaganda imkanlarına ilaveten istihbari imkanlarını sonuna kadar kullanarak elbetteki bir kalkışmayı saptırmak isteyecektir. Varlık sebebi türk devletinin bekasına bağlı olanların da durumdan vazife çıkararak saptırmaya kalkışacakları son derece doğal ve beklenilen bir durumdur.

    Ancak kürtlerin 1980’li yıllara oranla imkanları aynı ölçekte sınırlı değil. Kuzeyin en büyük partisinin bile hükümetin yedeği olmayı kabullendiği bir ortamda sağduyulu kürtlerin ittihatçılık karşıtı telkinleri önemli bir etki yapma şansına sahiptir. Kitle her zaman doğruya açıktır, doğru esirgenmediğinde karşı tavır almaz. Gazeteler her eve giremez, televizyon devletçe kontrol eildiğinden muhalif hareketlere pek etkisi olmaz, üstelik bunlar sansürlüdür, doğru bilgi, doğru yönlendirme taşıma yeteneğinden yoksundurlar. İnternete sanallık denmesine aldırmayın, sosyal ağlar daha müessirdir ve yönlendirici bir rol oynamaya daha müsaittir. Muhaliflerin bu alanı kullanıyor olması nedeniyle de daha geniş bir kesime güven vermektedir. Üstelik sansürsüz bir biçimde her yere ulaşma imknına sahiptir. Yaygın ve modern iletişim imkanlarını kullanmaktan geri durmayınız. Kitleyi doğru bilgilendirme çabalarınızı aksatmayınız. Karşı tavır almaktan özenle kaçınınız. Direnişi desteklemeseniz bile direniş ruhunu öldürmemiş olursunuz. Doğruları kabul ettirebildiğiniz ölçüde yönünü değiştirebilir, kitlenin kendi yararına kullanmasını sağlayabilirsiniz. Bu hareketten yararlanmaya kalkan her biri cümle kurmaktan aciz çeteci artıkları kadarmı kendinize güveniniz yok?

    Hem bu canhıraş kavgada sizin hiçmi sorumluluğunuz yok?

    Bana ne deyip meydanı ittihatçılara, Kılıçdaroğlu’na, Aygün’e, atatürkçü derneklere bıraktığınızda yarın husule gelen sonuca itiraz hakkınız olmaz. Bir siyasi aksiyon kimin öncülüğünde sürdürülürse onun hakimiyetiyle sonuçlanır. Kürtlerden öncülük etmesi kasıtla esirgendi, yıllardır esirgendi. Kendi çocuklarına öncülük edemeyenlerin de artık bu milletin yakasını bırakması gerekir. Sızlanmak öncülük değildir, kınamak öncülük değildir. Alevi söndürmeden üzerinde pişirmek ve herkesin yararına, herkesin tokluğuna sunabilmek öncülüktür. Size iktidarı tepside sunmayacaklar ve ilerleyişinize gül dökmeyecekler.

    Hak üzerine, hukuk üzerine, hürriyet üzerine, zulüm üzerine, baskı üzerine, siyaset üzerine, ahlak ve insanilik üzerine kürtler kadar söyleyecekleri olan başka bir millet yoktur. Sırf dert kabilinden biriktirdiklerinizi dökseniz kitaplara sığmaz. Etkileme ve yönlendirme şansını/imkanını elinizden bırakmayınız.

    http://cebaxcor.blogspot.nl/2013/06/tekci-iktidara-direnmek-bir-haktr.html

  22. Anonim

    İlm-i siyaset sohbetleri (3): Başkanlığın faydaları

    Geçen yazıda başkanlık sistemine dair iki teze değindik:

    1)Yürütmenin başının özerkliği artar.

    2)“Kutsal devlet”e karşı “milli irade” güçlenir. Bunlar ilk bakışta cazip tezlerdir. Doğruluk kırıntıları da taşıyabilirler. Ama yakından bakarsan fazla su tutmazlar.

    Buna rağmen başkanlık sistemi iyidir diyeceğim. Üç sebeple.

    1)Sistemin en belirleyici özelliği ne? Yürütmenin başı ile meclis parti grubu arasındaki bağı koparması. Başkan, meclis üyesi değildir, parti grubunun başı değildir, dolayısıyla kâğıt üstünde parti lideri de olsa fiilen partiyi kontrol edemez. Çoğu örnekte, başkanlar meclis dışından seçilir. Böylece, parti grubu üzerindeki en önemli kontrol mekanizması Başkan’ın elinden alınmıştır.

    Bunun birinci sonucu, yürütme ile yasamanın zıtlaşmasıdır. Tüm başkanlık rejimlerinde, Başkan ile meclis kavga eder. Ölçüsünde tutulabilirse, son derece etkili bir denetim mekanizmasıdır. ABD’de son devirde olduğu gibi ölçüsü kaçarsa, sistemi kilitleyebilir.

    İkinci sonuç, Türk demokrasinin başının belası olan lider sultasının giderilmesidir. Başkan velev ki kendi sahasında padişahlığa bile soyunsa, parti grubunda kendini süreklileştiren türde bir hâkimiyeti kolay kolay kuramaz. En kötü ihtimalle bir veya iki dönem borusunu öttürür, sonra emekli edilir. Kırk yıllık İnönü saltanatı, 36 yıllık Demirel saltanatı, yirmi küsur yıllık Bahçeli saltanatı gibi vakalara başkanlık rejimlerinde rastlanmaz. Bu saltanatların etrafında midye yığınları gibi biriken parti oligarşileri de nispeten daha mülayim şekil alır.

    Ararsan istisnaları bulabilirsin şüphesiz. Ama temel dinamikte yanıldığımı sanmıyorum. Mekanizmanın ince ayarı elbette gerekecektir. Meclis grubunu gerçek anlamda özerkleştirmek için dar bölge seçim sistemi şartı mı, değil mi? Bakanlar meclisle bağını tamamen koparmalı mı? Başkanlık süresi 2×4 yıl mı, 1×7 yıl mı olmalı? Bütçe yetkisini Başkan’a kaptırmamak için hangi tedbirler alınmalı? Al sana tartışacak konu, bu yazının çerçevesini aşar.

    2)Başkanlık sistemi (ve onun bence tamamlayıcısı olan dar bölge sistemi), kemikleşmiş parti oligarşileri dışındaki tiplerin kestirme yoldan yükselmesine fırsat tanır.

    Parti oligarşilerinin serpilme sahası getto politikasıdır. Arkanı yüzde onluk, beşlik bir çıkar grubuna dayarsın, hayat boyu koltuk sahibi olursun. Oysa yüzde 50+1 almaya mecbur olduğun bir seçimde, bir şekilde herkese hitap etmek zorundasın. Parti örgütçüsü isen, çıkaracağın adayın yalnız kendi örgütüne değil, herkese cazip geldiğinden emin olmak zorundasın. Gece gündüz taze surat araman gerekir.

    Brezilya’daki eski başkan Lula ile şimdiki başkan Dilma Rousseff’i biliyor musunuz? Ya da Uruguay’daki eski terörist, şimdi filozof olan Jose Mujica’yı? Şili’deki Michelle Bachelet’yi? Dördü de profesyonel siyasetçi tipinin çok dışında, alabildiğine “insan” insanlar. Klasik parti hiyerarşileri içinden oraya gelmeleri düşünülmeyecek kişiler. Varlıkları, dünya için bir talihtir.

    Türkiye’de şu kırk gün içinde ortaya atılan, az ya da çok ciddiyetle tartışılan isimlere bakın, Ekmeleddin İhsanoğlu’ndan allah muhafaza, İlber Ortaylı’sına kadar. Başkanlık sisteminin iyi bir şey olduğuna yeterli delil değil mi?

    3)Dönelim bu yazı dizisinin başlangıcındaki CHP meselesine. Yüzde 50+1’i şart koşan, ikinciliği ödüllendirmeyen seçim sistemlerinde getto partileri yaşayamaz. (Pardon, yaşayabilir, ama kimsenin umurunda olmaz. ABD’de Sosyalist Parti de var.) Erzurum’da yüzde 1 alıp ayakta kalamazsın. Ya Erzurum’da da eli yüzü düzgün oy alacak adayları bulacaksın, ya da öyle adayları bulan partiye yanaşıp onun koltuğu altına gireceksin, ya da eriyeceksin. Başka çaren yok.

    Dar bölge ile takviye edilmiş bir başkanlık sisteminde, bugünkü hâliyle CHP’nin varlığını sürdürmesine imkân yoktur. Ya çoğunluğa hitap edebilecek şekilde kendini dönüştürecek, ya da çoğunluğa hitap edebilecek bir koalisyonun şemsiyesi altına girecek. Türk siyasetinde olup olabilecek en büyük reform buymuş gibi geliyor bana.

    “Dar bölge olursa AKP milyon sandalye alır” diye hesap yapanları da gülümseyerek karşılamak lazım. AKP cin de karşısındakiler o kadar aptal mı? Gettonun konforlu rehavetine ayarlanmış alışkanlıklarını, zoru görünce üç günde değiştirmezler mi?

    Her iki tarafın yüzde 45-55 parantezinde oynadığı iki kutuplu sistemde, her iki tarafın da tek seçeneği karşı bloktan oy koparmaktır. Her iki taraf, ortadaki kararsız seçmene oynamak zorundadır. Öyle olunca uçtaki radikalleri kim dinler? De ki memleketin Kaidecisi, Selefisi, taşra yobazı, din elden gidiyor’cusu huzursuz oldu, kopup kendi partisini kurdu. Peki, dananın kuyruğunun koptuğu gün kime oy verecekler? Gidebilecekleri başka yer yoksa, bunlara sempatik görünmek için liderin bin türlü şaklabanlık yapmasına gerek var mı?

    Bana sorarsanız ülkeyi on yıllardan beri zehirleyen siyasi söylemleri ıslah etmek için öyle devasa sosyolojik dönüşümlere, kültür devrimlerine filan gerek yok. Seçim ve yönetim sisteminde bir-iki ciddi düzeltmeyle epey yol almak mümkün.

    http://www.taraf.com.tr/yazilar/sevan-nisanyan/ilm-i-siyaset-sohbetleri-3-baskanligin-faydalari/29828/

  23. Anonim

    yusuf cemal bu vesileden bile staline satasmak görevi cikardigina göre senin tek amacin anti stalinizm olmali gerisinin ne onemi var senin icin artik komik olmaya basladiginin farkindasin degilmi:))

  24. Yusuf Cemal

    Daha cok komik olacagim, farkindasin degil mi Anonim 20. Kafana kafana gelecek laflar. Sen dur hele…

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑