Doğu Perinçek’in Saçak Dergisi’nin 24. sayısında (Ocak 1986) yayınlanan “Sosyalizmin Sorunları ve Teorik Atılım” adlı yazısının, sonuç olarak, sosyalizmin sorunlarının incelenmesi teorik çabasını engelleyen bir etki yapacağı kanısındayım. Yazıda doğrudan doğruya böyle bir ifade yer almıyor. Hatta yer yer, teorik çabanın önemine işaret eden satırlar da var. Ancak bütün bunlar, yazının, ne yazık ki, sonuç olarak yaratacağı etkiyi önleyemiyor. Böylece Perinçek, J. Kuron ve K. Modzelewski’nin Tekelci Bürokratik Sosyalizm (Kaynak Yayınları) adlı kitaplarına yazdığı “Çevirenin Notu”nda haklı olarak şikayet ettiği,sosyalizm sorunlarına karşı ilgisizliğe, bu yazısıyla istemeden de olsa katkıda bulunmuş oluyor.
Savunma ve geliştirme
Teorinin geliştirilmesi ile savunulması zıtların birliğini oluşturur. İkisi arasındaki bağın kopartilmasi, birini dışlayacak biçimde diğerinin fazlasıyla’vurgulanması hatalara yol açar. Belli dönemlerde savunma, belli dönemlerde geliştirme esastır. Ama en aşırı savunma dönemleri, içinde tali de olsa geliştirmeyi, en aşırı geliştirme dönemleri de savunmayı barındırir. Üstelik, gelişmeden kopuk ve onu bütünüyle dişlayan bir savunma sonuç olarak iyi bir savunma da olamaz. Çünkü hayat içinde gelişmeyen ve ortaya çıkan yeni sorunları yanıtlamayan bir teorinin, insanları gerçekten ikna edecek şekilde savunulması mümkün olamaz ve o zaman iş “iman”a kalır. Diğer yandan, savunmayı içermeyen bir gelişme de, Perinçek’in belirttiği gibi, temeldeki kazanımların dahi saldırıya açık hale gelmesine yol açacaktır ki, o zaman gerçekten de geriye geliştirilecek bir şey kalmayacaktır.
Perinçek’in de açıkladığı koşullardan dolayı, geçtiğimiz altı-yedi yıl içinde, savunmanın esas olması gerekirdi. Kendi payıma belirtmeliyim ki, bu dönem içinde gelişmeyi esas alan ve savunmayı fazla önemsemeyen bir anlayışa sahip olduğum için hatalıydım.
Bu hatavı daha da aşırıya götürüp savunmanın hic gereği olmadığını düşünenler oldu ve bir süre sonra onlar, bırakin savunmayı, teoriye saldırı cephesine katildilar. Yani, aşırı “geliştirmeci” olarak ortaya çıkan bir tutum, sonunda geliştirmeden de vazgeçti; inkâra yöneldi.
Bugün ise tersine bir hatayı yaşamaya başladığımizi düşünüyorum. * Savunma gereğinden fazla vurgulanıyor, bütün alanı kaplıyor, gelişmenin üstü örtülüyor. Hakim sınıfların ideolojik hegemonyasının konjonktürel durumların ötesinde uzunca bir süre devam edeceğini dikkate alacak olursak, sorunları rahatlıkla tartışacağımız, savunma kaygısından uzak olacağımız döneme ulaşmamız oldukça zordur. Yani, teori, uzun yıllar boyu, geçmişte olduğu gibi, hep belli baskılar, ideolojik saldırı kampanyaları altında gelişme zorunluluğu ile karşı karsiya kalacaktır. Bu durumda saldırı karşısında savunmayı gereğinden fazla vurgulayan bir tutum, her dönem için gelişme sorunundan pek hoşlanmayanların gerekçesi olabilir. Her dönem mantiki bir temele sahip olacak savunma gibi ihtiyaçlar, gelişmeyi bastıran bir öğe haline getirilebilir.
Oysa dünya tarihine baktığımız zaman görüyoruz ki, karşı tarafın ideolojik saldırısı ne kadar yoğun olursa olsun, teorinin geliştirilmesi çabası hiçbir zaman durmamıştır. Geliştirmeyle savunma her zaman iç içe yürümüştür. Hatta diyebiliriz ki, en önemli savunma dönemleri, aynı zamanda en büyük gelişme dönemlerinin başlangıcı olmuştur.
1917’den önceki teorik gelişme, despotik yönetimlerin baskilari. 1914 savasıyla en üst düzeye cikan militarist ideolojik saldırı ve yine bu tarihte artık su yüzüne çıkan sosyalizmin bunalımı koşullarında gerçekleştirilmiştir. 1960’ların büyük teorik atılımı, 1950’lerdeki emperyalist ideolojik saldırı, soğuk savasin ideolojik katılaşmayı körükleyen etkisi ve 1950’lerin ortalarında patlama biçimine bürünen sosyalizmin bunalımı koşullarında sürdürülen teorik çabanın ve ideolojik mücadelenin üzerine inşa edilmiştir. Eğer o zamanın önderleri karşit ideolojik saldırilari ve iç bunalımın doğurduğu zaafları abartsalardı gelişme sağlanamaz ve sosyalizmin bunalımları atilimlara dönüştürülemezdi. İlginçtir ki, bu dönemlerde burjuvazi karşısında teslimiyet belirtileri gösterenler (1914’te II. Enternasyonal revizyonizmi, 1956’da modern revizyonizm) aynı zamanda teorik gelişmeye karşı çıkan ve onu durdurmaya çalışanlardı.
Esasen teorik gelişme ihtiyacını doğuran ve bu çabanin dinamiğini yaratan, teorinin bunalımıdır. Doğu Perinçek’in sözünü ettiği atılım dönemleri, sosyal yükselişlerin olduğu kadar, bir önceki bunalım dönemlerinin de ürünüdür. Başarısızlığın başarının anası olması gibi, teorik bunalım da teorik atılımın anasidir. Eğer bunalım olmazsa, kimse teorik gelişmenin gereğini hissetmeyecektir. Belki de muzaffer teorik atılım dönemlerinin yol açtığı büyük gelişmelerin ardından teorik durgunluk dönemlerinin gelmesinin bir nedeni de bu dürtünün zayıflamasıdır.
Doruklar ve birikim dönemleri
Perinçek şöyle demektedir:
“Tarihteki bütün büyük atılımlar, büyük sosyal pratiklere, devrimci yükselişlere denk düşerler. 1830, 1848, 1871, 1917, 1949, 1960 gibi tarihler, büyük devrimler yanında, büyük teorik çabaların başlangiç noktalarını belirlerler.” (s. 25)
Evet, bu doğrudur. Ama doğru olan bir kaç nokta daha vardır. Bu tarihler, büyük teorik çabaların başlangıç noktaları oldukları gibi, aynı zamanda daha önceki teorik çabaların ve birikimlerin taçlanmasidirlar. Atılım bir sıçramadir. Hiçbir sıçrama, gerisinde niceliksel birikim olmadan gerçekleşemez. Bu birikim nasıl gerçekleşir, nerden kaynaklanır? Bu birikim bir önceki tarihi sıçramanın getirdiği kazanimlarin savunulmasi, sistemleştirilmesi, ve geliştirilmesiyle oluşur.
Yaşanan bir sosyal pratiğin getirdiği yeni düşüncelerin anında teorik düzeye yükseltilmesi ancak kismen ve yetersiz biçimde olur. Bu görev esas olarak daha sonraki teorik çabalar tarafından gerçekleştirilir. ama bu teorileştirme de yetmez. Hayat sürmektedir. Bu dönem içinde ortaya çıkan yeni sorunlarin da araştırılması ve teorinin sürekli geliştirilmesi gerekir. Elbette yapılan teorileştirmenin ve sağlanan gelişmenin bir üst düzeyde sinanması ve sosyal pratikte değer kazanması, yeni bir sosyal yükselişle mümkündür. Soruna böyle, bir önceki ve sonrakinin iç içe geçmesi ve ara dönemlerle birbirine bağlanması olarak bakacak olursak, sosyal yükselişlerin teorik atılımları da doğurabilmesi için salt kitlesel hareketlenmenin yetmeyeceğini, bunun gerçekleşmesi için önceki teorik birikimin yeterli bir düzeye gelmiş olmasinin zorunluluğunu anlamak mümkün olabilecektir.
Bu bakış açısı bize, örneğin, Fransız devriminin bütün büyük düşünürlerinin esas olarak 1789 büyük sosyal yükselişinden önce ortaya çıkışlarını ve bunun, yükselişi hazırlayan çok önemli bir cepheyi oluşturduğunu açıklar. Yine bu bakış açısı bize, 1789’un neden kendi teorisyenlerini değil, bir sonraki devrimin teorisyenlerini doğurduğunu açıklama olanağı verir. Bu bir helezoni gelişmedir: Pratik- teoripratik. Yani büyük atılımlar ve doruklar, bir önceki pratiği değerlendiren teorinin bir sonraki pratiğe beşik olmasıyla gelişir.
Eğer 1850’den sonraki teorik birikim ve çaba olmasaydı, 1870 belki de tarihteki o anlamlı yerini alamayacak, salt bir kitle hareketi olarak kalacaktı. Ama bu yükseliş, kendinden önceki teorik birikim sayesinde anlamlandı ve kendinden sonraki döneme teorik atılımın sistemleştirilmeyi ve geliştirilmeyi bekleyen öğelerini biraktı. Aynı şekilde, eğer sorunu buradan devralan bir teorik birikim çabası oluşmasaydi, ve bunun sonucunda oluşturulmasaydı, teori 1870’lerde donup kalacak, çagin sorunlarına yanit vermeyecek ve 1917’nin büyük yükselişine o muazzam ve hatta diyebiliriz ki, tayin edici katkıyı yapinayacaktı. Keza, eğer teori, 1920’lerin kazanımları ile yetinse ve sosyalizm deneylerini irdelemeseydi, elini kolunu bağlayıp, teorik bir atılım için bir sonraki doruğu bekleseydi, 1960 yükselişi salt bir sosyal karışıklıktan öteye geçemeyecekti. Sonuçta teorik siçrama da mümkün olmayacaktı. Evet, teorik birikim yeni bir sosyal yükselişle hayat bulacak ve pratikte sinama olanağına kavuşacaktır. Ama eğer birikim yoksa, sinanmaya hazır bir teori de yok demektir.
Doğu Perinçek’in ele alışı,teorik gelişme ile teorik atılım arasındaki farkı belirsizleştiriyor. Teorik atilimlarin ancak büyük yükseliş dönemlerine denk düşeceği doğru fikri, onu bu büyük yükselişler arasindaki nispi durgunluk dönemlerinde teorik alanda pek bir şey yapılamayacağı gibi kendiliğindenci bir fikre götürmüştür. Nitekim Perinçek’in Konjonktürdeki durgunlaşma, her zaman devrimci teoriye hayat veren kaynakların cılızlaşması anlamına gelir” (s. 25) derken işaret ettiği gerçek, başka bir gerçeği örtbas. etmekte ve süreçler arasında kopukluğa yol açmaktadır. Perinçek’in belirttiği nokta genel olarak doğrudur. Ama bu, teorinin sosyal pratiğin nispi durgunluk dönemlerinde de bir gelişme birikimi içinde bulunmayacağı anlamına gelmez. Şundan dolavı: Birincisi, sosyal pratik durgunlasmistir. ama bir önceki yükselişin salvoları ve etkileri hâlâ devam etmektedir. Canblik birden ortadan kalkmamaktadır. İkincisi, sosyal yükselişin getirdiği büyük bir pratik zenginliği ve fikri canlılık vardir ki, ortalığın durulduğu koşullarda da, teorik düzeye çıkarılmayı, sistemleştirilmeyi beklemektedir. Üçüncüsü, nispi durgunluk koşullarının uzaması, teorik alanda bir durgunluğa ve giderek bunalıma yol açar ki, bu bunalim da sorunlara yanıtlar arayan teorik çabanın dürtüsü olur. Dördüncüsü, durgunluk dönemi de olsa yeni yeni sorunlar gündeme gelmektedir. Bunların bir kısmı teorinin geçmişte çözemediği ya da yanlış çözdüğü sorunlardır. Bir kısmı da yeni gelişmelerle ortaya çıkmıştır. Hayat veren kaynaklar ne kadar cılızlaşsa da yaşamaya devam eden bir teori yeni sorunları yanıtsız birakmayacağı için çabalar sürdürülür. Beşincisi, her durgunluk ve bunalım dönemi, bir sonraki yükselişin birikim dönemidir ve bu yüzden sosyal yükselişe doğru yaklaşıldıkça, henüz doğrudan bir yükselişin görülmediği koşullarda dahi, düsünsel alan hareketlenmeye başlar. Günün ve geleceğin biriken sorunlarını çözme isteği güçlenir. Bu,bahar gelmeden bahar çiçeklerinin açmasına ya da baharın kokusunun sezilmesine benzer.
İşte, her büyük atılımın, doruğa varmadan önce kendi teorisyenlerini yaratmasına yol açan, ileri teorinin yaraticilarinin teorilerini 1850-70 gibi, iki doruk arasında yer alan sosyal durgunluk döneminde inşa etmelerini açıklayan koşullar bunlardır.
Soruna böyle bakınca, bugünkü teorik gelişmemiz 1960’ların ürünüdür diyebiliriz. 1960’ların gelişmesi, devrimci teoriyi modern revizyonizmin sultasindan kurtardı ve sosyalizmde geri dönüş sorununun temellerinin anlaşılmasını sağladı. Hastaliğı teşhis etti ve bazı tedavi yolları gösterdi. Ancak 1960’ların ürünü olmak başka şeydir, 1960’larda donup kalmak başka şeydir. Penisilin mikrobik hastalıkların tedavisinde temel adım oldu. Ama tip penisilinde durmadı. Bugün geri dönüş sorununda daha da ilerlemek gerekiyor. Özellikle hastalık öncesi korunma ve tedavideki eksikliklerin neler olduğu üzerinde durmak zorunlu.
Dünya çapındaki dalga, 1970’lerin ortalarında duraladi. Bu durgunlaşmayı, emperyalizm ve modern revizyonizmin ideolojik saldırılarıyla ağırlaşan bir teorik bunalım izledi. Ancak bu dönem çok uzun sürmeyecektir. Emperyalizmin atağı geçicidir. Nitekim bu atakta duralama, dünya halklarında canlanma belirtileri görülmeye başlanmıştır. Artık bir dengelenme dönemi yaşanacağı anlaşılıyor. Bu dengelenme dönemi, aynı zamanda yeni bir sosyal yükselişin birikim unsurlarının gittikçe hızlanması anlamına gelecektir. Bu hızlanma, sosyalizmin sorunları konusundaki sorunlarını da gittikçe artmasını ve yükselen bir dozda tekrarlanmasını getirecektir.
Bilgi ve pratik
Perinçek özellikle, evrensel teoriye, sosyalizmin inşası ve geri dönüş sorunları konusunda Türkiye’den bir katkı yapılamayacağı kanısında. Ona göre Türkiye’nin teorisyenleri bu konuda ancak diyi bir öğrenci” olabilirler. Çünkü teorik katkılar “doğrudan deney ve gözleme dayanan birikimi” gerekli kılar. “Teorinin olmayan bir deneyle sınanması mümkün değildir.” Sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teoriye katkıda bulunacak bir “birikime sahip olduğumuzu düşünenler, hiç de gerçekçi” değillerdir. “Önünde böyle bir sorun bulunmayan bir toplumun, sosyalizmin kuruluşu teorisine öncülük etmesi beklenemez.” Bizim gibi bir ülkede bu sorunları “CÖzmne iddiası pek alçakgönüllü bir tavır değildir.” (s. 26-27)
Öncelikle belirtelim ki, sosyalizmin sorunları sosyalizmin inşası sorunlarıyla özdeş değildir. İnşa sorunları, sosyalizmin sorunlarının önemli bir bölümüdür, ama tamamı değildir. Öte yandan, sosyalizmin sorunlarının öyle önemli maddeleri vardır ki, bunlar, doğrudan doğruya bizim içinde yaşadığımız pra.tiğin sorunlarıdır. Bu nedenle de pratikte sınanmaları olanağı vardır. Örneğin parti sorunu, parti içi demokrasi, demokratik merkeziyetçilik, hizip sorunu, parti kitle örgütü ilişkileri, sosyalizmin demokrasi anlayışı ve çok renklilik konusundaki tutumu vb. gelecekteki sosyalizmin inşası sorunu değil, doğrudan yaşanan pratikte önümüze çıkan sorunlardır. ** Bunlarda netleşmemek, bugünkü pratiğin de önünü kapayan bir etki yapacaktır.
Sosyalizmin inşası sorunlarına gelince, insan bilgisinin kaynağı salt doğrudan deney değildir. İnsan bilgisinin dolaylı ve dolaysız olmak üzere iki kaynağı vardır: “Bütün gerçek bilgi, doğrudan denemelerden doğar. Ama insan, her şeyi doğrudan doğruya deneyemez. Gerçekten de, bilgilerimizin çoğunu, dolaylı denemelerden elde ederiz. Eski çağlar ya da yabancı ülkeler üzerine olan bilgiler gibi… Demek ki, insan bilgisi, doğrudan doğruya ve dolaylı denemelerden oluşuyor.” (Mao Zedung, Teori ve Pratik, Çev: N. Solukçu, Sol Yayınları, 1978).
Nitekim Doğu Perinçek’de: “Sosyalizmi inşa konusunda 1960’larda gerçekleşen büyük teorik atılım, özellikle Sovyetler Birliği ve Çin’deki sosyalizm pratiklerinin esasli bir eleştirisinin ve sosyalizmde israr eden büyük kitle insiyatiflerinin ürünüdür” (s. 26) derken dolaylı bilgiyi kabul ediyor. Demek ki, Mao’nun Sovyetler Birliği pratiğinin eleştirisini yapabilmek için Sovyetler Birliği deneyini doğrudan yasaması şart değildi. Zaten tersini düşünürsek Yugoslav deneyini yalnızca Yugoslavların, Rus deneyini yalnızca Rusların tahlil etmesini beklemek gibi bir hataya düşeriz.
Geriye kalıyor, bizim sosyalizmin inşası konusunda geliştirdiğimiz fikirleri henüz uygulama ve sınama olanağından yoksun olduğumuz noktası. Yaşanmış deneylerin bize dolaylı bilgi olarak ulaşmasıyla belli sonuçlara ulaşabiliriz, ama bu sonuçları yeni bir pratikte denemediğimiz sürece bunlar bir iddia, bir faraziye olarak kalmaya mahkûmdur. Doğru ama, bu gerçek, teorinin bir yanının da varsayımlara dayanmasından ve deneysizliği içermesinden kaynaklanmaktadır. Gotha programının eleştirisinde şöylenenler de birer varsayım değil miydi?
Teori, daima birbirine zit ve olumsuzlukları da barindiran iki yön içerir. Teori, geçmiş deneyleri özetleyen ve sistemleştiren yönüyle, kısmen öleni, donuklaşanı ve koruyani temsil eder. Her sistemleştirme eskiyeni mutlaklaştırdığı için yaşanan hayatın gerisinde kalma tehlikesini de içinde barındırır. Diğer yandan teori. geleceğe, deneysizliğe uzanan yanıyla en azından bir süre için varsayım olarak kalmaya mahkûmdur. Teorinin bu yanı canlıdır, ama ayakları yere basmaz. Bu iki yön deneyimli ama ölüme giden bir ihtiyarla, deneyimsiz ama, canli bir çocuğa benzetilebilir. İki yandan da, sakıncalarına rağmen reddedilemez. Gereklidir.
Geçmişte belki de bu işe ilk defa girişiyor olmanin heyecanıyla gereğinden fazla iddialı bir tutum takınılmış ve sorunların bu çırpıda çözülebileceği gibi bir hataya düşülmüş olunabilir. Ancak unutmamak gerekir ki, bir sorunun çözümü çabasına girişmek, asgari düzeyde iddiayı gerektirir. İddia olmazsa sorunu ele almanın dürtüleri de ortadan kalkar ki, o zaman gerçekten de verilen dersleri ezberleyen bir öğrenci olmaktan öteye geçilemez.
Perinçek’in ele alışı, sosyalizm sorunlarında söz söyleme yetkisini yalnızca, böyle bir deneyin dogrudan içinde bulunan ülkelere bırakıyor ve dünya sosyalistlerine kapıları kapıyor. Diyelim ki, 1950’lerde -Çin’in bile henüz doğru dürüst bir sosyalizm deneyi yaşamadığı koşullarda- Rus yöneticileri’ “bu sorunları yalnızca deneyi yaşayanlar çözebilir” deselerdi -nitekim böyle şeyler söylediler de- ve bu geçerlilik kazansaydı, devrimci teorinin kaderi ne olurdu? Rusların sosyalizm adına ortaya koydukları modern revizyonist teoriler genelgeçer hale gelmez miydi?
Keşke doğrudan deney içinde olanlar her zaman önümüze güzel çözümleri getirip koyabilselerdi. Ama yasanan dünyada, bizi biraz da boyumuzdan büyük işlere sevk eden, bu tür deneylerin uygulayıcılarının, bir noktadan sonra, davayı yarı yolda birakma eğilimi içine girmiş olmaları değil midir?
* Bu yazı, Doğu Perinçek’in “Sosyalist Aydinin İki Sınavi” (Sacak, Sayi: 31, Ağustos 1986) adlı yazisinin yayınlanmasından önce yazılmıştı. Perinçek’in bu yazısına önemli ölçüde katilyorum. Bu yazının yukarda sözünü ettiğim yazıdan önemli farkhiliklar içerdiğini savunma ve geliştirmeyi düzgün bir biçimde birleştirdiği kanısındayım.
** Örneğin sosyalist parti tartışmaları sırasında ortaya konan “kanatları olan bir parti” anlayışı, sosyalizmin parti teorisi konusunda bir katki değilse de, son derece önemli bir tespittir, katilaşmış ve dogmalaştırılmış anlayışları sarsici niteliktedir.