Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Bölgesel Hegemonya Ayakları…

Din, Savaş

 

 

Ben bu işlerden pek anlamam. “Ecdad”la falan pek ilgim yoktur. En fazla babamın babası “Zileli Deli Halil”i bilirim. Şeyh Şamil’in Ruslara yenilgisinden sonra, 19. Yüzyılın ortalarında Karadeniz üzerinden büyük Çerkez göçüyle gelmiş anası babası. Ama isimlerini bilmem bile. Anne tarafım da Balkan savaşı sırasında Bosna taraflarından göç etmiş. Kökenleri isyancı tarikat Bogomillere dayanıyor. Sonuç olarak, iki yenik kesimden bir kadınla bir erkeğin birleşmesi sonucu dünyaya gelmişim. “Ecdad”la ilişkim bu kadar. Bunun ötesinde, doğrusunu söylemem gerekirse, yüzyıllarca önce ölmüş bir dinsel şahsiyetten geriye kalan eşyaların ya da mezarının nerede olacağı beni pek ilgilendirmiyor.

Son günlerde çok söylendiği için burada de hemen belirteyim. “Vatan toprağı” gibi saçma bir kavramla da ilgim yok. Benim anlayışıma göre, toprak kimsenin değildir. Daha doğrusu, onun üzerinde yaşayan bütün canlılara aittir, onları besler, barındırır. Bir de Ecevit’i hatırlayarak söyleyecek olursak, “toprak işleyenindir” sloganına da sempatim vardır. Hiç değilse, toprak aidiyetini, onun üzerinde ter döken köylülere, toprak emekçilerine tanımaktadır. Dolayısıyla, insanların doğdukları, büyüdükleri topraklarını, yurtlarını sevmelerini anlarım ama bir devletin çizdiği sınırlarla kaim bir vatan benim için hiçbir şey ifade etmez. Hatta böylesi bir vatan kavramının devletler ve halklar arasındaki kapışmaların, savaşların, dökülen kanların başta gelen müsebbibi olduğunu düşünürüm.

Şimdi, bu işlere aklım ermediği için, şu, Suriye sınırları içinde olup, “vatan toprağı” kabul edilen Süleyman Şah Türbesi etrafında kopan fırtınaya da akıl erdiremiyorum. CHP ve MHP “vatan toprağı” diye şahlanmış durumda. Şahlanmakta onlardan geri kalmayan AKP de yaptığı eylemi kendi lehine tahvil etme gayreti içinde.

Bu tarihi ve vatansal işlere akıl erdiremediğimden, bir başka ülkenin topraklarında bir “vatan toprağı”nın nasıl olabildiğini de anlayamıyorum. Galiba, Osmanlı imparatorluğu yıkılırken Süleyman Şah adlı bir zatın türbesi Suriye toprakları içinde kalmış. Yeni kurulan Türkiye devleti de bu zatın türbesine sahip çıkmak istemiş. Bunun üzerine uluslararası bir anlaşma yapılmış ve Suriye’nin de kabul etmesiyle Suriye topraklarında kalan bu türbe, T.C.’nin ukdesine verilmiş ve türbenin olduğu yer de Türkiye’ye ait kabul edilmiş.

Tamam, bu kadarını anladık da, sonradan başka bazı gelişmeler olmuş. Yani türbenin orijinali galiba çeşitli nedenlerle yıkılmış ve bunun üzerine Türkiye, sınıra yakın bir yerde sembolik anlamda yeni bir türbe inşa etmiş ve Süleyman Şah’a ait değerli tarihi malzeme ve belki de naaşı bu türbeye taşınmış ve orası yine “vatan toprağı” olarak Türk ordusunun denetiminde kalmış.

Şimdi akla şu soru geliyor. Madem ki, tarihi türbenin orijinali yıkıldı, Türkiye devleti, neden hazır yıkılmışken içindeki değerli tarihi ve manevi eşyaları toplayıp Türkiye’ye getirmemiş ve kendi sınırları içinde bir sembolik türbe yapmamıştır da illa bu türbenin Suriye topraklarında kalmasında ısrar etmiştir? Valla benim mantığım bunu almıyor. Aklıma, acaba Süleyman Şahın böyle bir vasiyeti mi vardı, diye bir fikir geliyor ama bu da imkânsız, çünkü o zaman şimdiki halleriyle ne Türkiye vardı ne de Suriye. Demek ki bu tamamen Türk devletinin tasarrufu.

Hadi bunu da geçelim. Son krize gelelim. Türkiye devleti bu operasyonu nasıl yaptı vb. meselelerine girmiyorum, benim aklım ermez. Fakat, Süleyman Şahı ve eşyalarını, hatta belki de naaşını bu kadar seven ve sahip çıkan Türk devletinin bu son krizde, şahın türbesindeki değerli eşyaları alıp Türkiye’ye getirmesi ve  daha güvenlikli bir yerde koruması veya sembolik türbeyi kendi toprakları içinde yeniden yapması gerekmez miydi?

Hayır, böyle yapmamışlar. İlla Suriye topraklarında bir “vatan toprağı” istiyoruz mantığıyla Süleyman Şah’ın eşyalarını ve naaşını yine Suriye sınırları içinde bir başka yere taşımışlar. Giderken sembolik türbeyi de havaya uçurmaktan geri kalmamışlar (yani bunu IŞİD yapsa kızardık). Yeni taşınan yerde “beş yıldızlı” başka bir sembolik türbe yapılacakmış. (Ben Süleyman Şahın yerinde olsam bu taşınma işlemlerine oldukça bozulurdum, yahu insana öldükten sonra da mı rahat yok, diyerek).

Şimdi sorun şu: Bakalım yeni yerde Süleyman Şah’ın güvenliği sağlanabilecek mi? Ya iç savaş oralara da yayılırsa (ki çok muhtemeldir). Üstelik bir de bu yeni yeri yine 40-50 kadar askerle korumak diye bir dert var.

Oysa bütün bunlara ne gerek var. Getirseydiniz Türkiye’ye. Güvenlikli bir yerde, hatta askerlerin beklemesine bile gerek kalmadan, bir türbe bekçisiyle türbeyi koruyabilirdiniz. Üstelik böyle tarihi şahsiyetlere manevi bir yakınlık duyan insanlar da türbeyi daha rahat ziyaret eder, üç kulhuvallah bir elham okurlardı rahmetlinin türbesinin başında.

Ben bu işlerden pek anlamam, dolayısıyla türbenin Suriye’de bir “vatan toprağı” olarak yeniden inşa edilmesindeki mantığı da anlamadım.

Sakın bizim rahmetli Süleyman Şah, Türkiye devletinin bölgesel hegemonya hırslarına alet ediliyor olmasın. Gün gelir, başka bir ülkenin içindeki küçük de olsa bir “vatan toprağı”, o ülkeyi işgal etmemiz için bir sıçrama tahtası olabilir diye düşünmüş olmasınlar sakın. Devlet aklı bu! Ne düşünse, ne yapsa yeridir.

 

Gün Zileli

24 Şubat 2015

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

39 Comments

  1. Anonim

    http://www.gunzileli.com/2015/02/19/taraf-roportaji-nazi-turkiyesine-bes-kala/

    (Anonim 44)

    Ümit Zileli’nin şu sözleri dikkatimi çekti:

    “Burada asıl özeleştiri yapması gerekenler, Mustafa Kemal’i bir türlü anlayamayan, küçümseme, yok sayma cüretinde bulunan bir takım solcular, sosyalistlerdir. Eğer zamanında biraz öngörülü olmayı becerebilseler, Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Cumhuriyet Halk Fırkası’nın içinde yer alır, Mustafa Kemal’i desteklerler, partiyi sağcılara, toprak ağalarına, liberallere terk etmezler, o büyük devrimciyi yalnız bırakmazlardı. En büyük devrimlere imza atan büyük devrimci, toprak reformunu çıkaramamanın acısıyla hayata göz yummaz, ölümünden sonra aydınlanma devrimi durağanlaşmayabilir, memleket sağcıların tam egemenliğine girmeyebilirdi…”

    Sosyalistler CHP’de mücadele edip bu partiyi burjuvalardan kurtaracakmış. Zileli, sosyalistler bunu yapmadıkları için yine sosyalistleri suçluyor. Sanki sosyalistlerin iktidarda, ülkeyi yönetiyor, çok büyük güce sahipler, CHP’yi de bu sosyalistler kurmuş gibi gösteriyor. Ülkenin sosyalist kişilere nasıl baktığı da malum. Mustafa Suphi boğularak öldürülmüş, Sabahattin Ali gibi sosyalistler düşünceleri yüzünden hapishanede çürümüştür.

    Ümit Zileli bu işler o kadar kolay ise sana bir öneri CHP’nin yönetimine geç ve onu burjuvalardan temizle. Eğer bunu yapamıyorsan sosyalistleri de böyle suçlama.

    Bu arada Ümit Zileli Mahir Çayan’ın söylediklerini Kemalizm’in sol olmasına kanıt olarak göstermiş. Mahir Çayan ve daha niceleri Kemalizm’i doğru analiz edememişlerdir, Türkiye solu bu yüzden, bu yanlış analizlerden dolayı önemli ölçüde Kemalizm’in güdümünde kalmıştır.

    ***
    Anonim 44’e cevaben ve bu sayfaya görüşlerini yazanlara soru sormak mahiyetinde:

    Tespitleriniz dikkate değer 44, teşekkürler.

    Yalnız Diren Çakmak’ın yazdığı (8. Yazı) metne daha fazla odaklanmak zorundayız!

    Çünkü “Soner Yalçın, Halit Kakınç, Ümit Zileli” üçlüsü, tarihi arkaplandan başlayarak günümüze doğru gelen çizgide klasik bir tartışma yürütürken;
    Diren Çakmak bamtelimize dokunan çok mühim sorular sormakta!

    Asıl mesele şu:

    [[[ 1 ]]]

    CHP,

    CHP-A,

    CHP-B,

    Ulusalcı CHP’liler,

    Liberal CHP’liler,

    Solcu CHP’liler,

    Kemalist CHP’liler,

    Atatürkçü CHP’liler,

    Suya sabuna dokunmayan sadece CHP’nin gövdesinden parazit gibi beslenen CHP’liler,

    CUMOK-CHP’lileri,

    İlhan Selçuk CHP’lileri,

    Hasan Cemal CHP’lileri,

    Orducu-Askerci-Darbeci CHP’liler,

    Sivilci CHP’liler,

    Gezi ruhuyla dolup taşan CHP’liler,

    Beykoz Konakları’nın kuyruğundan ayrılmaya korkan CHP’liler…

    Fraksiyonlaşmayı çoğalttıkça çoğaltabiliriz:

    Parti içindeki bütün bu hizipler, Türkiye’nin iktisadi geleceği söz konusu olduğunda:

    a) “Serbest piyasa ekonomisi’ni mi (yani ‘vahşi kapitalizm’in yumuşatılmış ismi!)” savunacak?

    b) Bir zamanların SSCB’sinin uyguladığı, arkaik “tipik devletçi ekonomi” modelini mi savunacak?

    [[[ 2 ]]]

    Dünya genelinde,
    Özellikle teknolojinin muazzam hızla ilerlemesi sonucu coğrafyalar arasındaki ulaşım zorluklarının büyük ölçüde azalmış olması; ülkelerin ekonomilerinin, pazarlarının da birbirlerine yakınlaşmasına yol açtı.

    Eylül 2008’de başlayıp hâlen devam etmekte olan “küresel ekonomik kriz”in etkilerine, ve akademik cenahta yapılan değerlendirmelere baktığımızda;
    “Serbest piyasa ekonomisi” denen sistemin aslında hiç de “serbest!” olmadığı, dev finans oligarklarının tamamıyla payandası hâline geldiğini söylüyorlar, uyarıyorlar!

    2020’lere doğru hızla ilerlerken, teknoloji bizlerden daha hızlı ilerleyeceğine göre;
    “Ekonomi” denen beşeri alana yüklediğimiz anlamlar muhakkak değişime uğrayacak!

    Eğer:
    Vahşi kapitalizm (veya “serbest piyasa ekonomisi!”) kendini bu yeni sisteme adapte edecek şekilde güncellerse;
    Kendini “sol” diye tanımlayan kesimler avuçlarını yalamaya devam edecek!
    Bunun emarelerini görmek isterseniz;
    İ.İ.B.F.’lerin (İktisadi ve İdari Bilimler Fakülteleri) içinde eğitim gören öğrencilerin büyük bölümüyle oturup konuşun, öğrenirsiniz!
    Herbirinin beyni; kapitalist iktisadi sistemin en büyük nimet olduğu, insanlığın bu sistem sayesinde bu günlere ulaştığı propagandası ile yıkanıyor!
    Karl Marx ve Friedrich Engels’in başlattığı “sol iktisadi model” kendini “solcu” zanneden hiç kimse tarafından kafa yorularak güncellenmiyor!
    Böylece genç üniversite öğrencilerinin de “sol iktisat”tan haberi olmadığı için;
    Kapitalist iktisat; ölümcül bir virüs gibi öğretim görevlileri, doçentler, proflar tarafından öğrencilerin beynine enjekte ediliyor!

    Eğer:
    “Sol” içindeki her oluşum, silkinmezse, bir an önce kendine gelmezse, “kapitalist iktisat”ın belini kırmak için mücadele etmezse,
    2020’lere doğru hızla ilerlerken;
    Sadece Türkiye’ye değil, bütün dünyaya Nazizm gelecek!

    “POTLAÇ” kültürünün ne olduğunu araştırınız!

    Taksim Gezi Parkı’nda,
    28 Mayıs 2013 – 15 Haziran 2013 tarihleri arasında;
    Binyıllar öncesinin geleneği olan “POTLAÇ” kültürünün işaretlerini göreceksiniz!

    Occupy Wall Street, Tunus’taki, Mısır’daki, İngiltere’deki, İtalya’daki, İspanya’daki, Hong Kong’daki, Hindistan’daki, Yunanistan’daki sokak protestolarının özüne kuvvetli merceklerle bakmayı başarırsanız; “kapitalist iktisat”ı ortadan kaldıracak potansiyeli görürsünüz!

    Kendini “solcu” zanneden kişilerin (hem dünyada, hem Türkiye’de) kendilerini koruması gereken yegâne tuzak;
    SSCB’nin uyguladığı “devletçi ekonomi modeli”nin aynısını kopyala/yapıştır tuzağına düşmemeleridir!

    a) “POTLAÇ” kültürü,

    b) Karl Marx ve Friderich Engels’in başlattığı “sol iktisadi model”,

    c) Mikhail Bakunin, Peter Kropotkin, Henry David Thoreau ve Pierre-Joseph Proudhon’un “mülkiyet” kavramına yüklediği anlamlar ve otonom (özerk) yönetim modelleri,

    d) 1959 Küba devrimi, 1968 Sorbonne ayaklanması, 1968 Meksika protestoları, 1999 Seattle “Dünya Ticaret Örgütü” toplantısına karşı yapılan protesto dalgaları, “gelir dağılımı adaletsizliği” konusu, 2008-2015 (devam ediyor) küresel ekonomik kriz, 2008 Yunanistan, 2011 İzlanda-İrlanda-İspanya-İtalya-Yunanistan protestoları, 2011 Tunus-Mısır ve diğer protesto dalgaları, 2013 Taksim Gezi Parkı protestoları, 2011-2015 (devam ediyor) Hong Kong protestoları…devam edecek olan çizgide:

    Kendilerini “sol” içinde zannedenler; “a”, “b”, “c”, “d” maddelerine ders gibi çalışarak “kapitalist iktisad’ı (yani ‘serbest piyasa ekonomisi!’ni) yıkmalıdır!

    ***
    CHP’ye dönecek olursak:

    Partiden “ulusalcı” kanadın ağır ağır tasfiye edilişi birçok yönüyle iyiye işarettir. Burunlarının sürtünmesi için bu dersi almaları gerekiyordu!

    Fakat CHP içinde asıl tehlike bir dağ gibi duruyor, ve giderek daha da büyüyor:

    CHP’de “kapitalist iktisat”ı destekleyen hizipler inanılmaz güce ulaştı!

    (Kapitalist iktisadı savunan CHP’nin kodaman isimleri:

    Sencer Ayata,

    Selin Sayek Böke,

    Faik Tunay,

    Gülseren Onanç,

    Enis Berberoğlu,

    Faik Öztrak,

    Aylin Nazlıaka,

    Binnaz Toprak,

    Şafak Pavey,

    Umut Oran,

    Bihlun Tamaylıgil,

    Sena Kaleli,

    Aydın Ağan Ayaydın,

    Erdoğan Toprak,

    Oktay Ekşi,

    Bülent Kuşoğlu,

    Sinan Aygün,

    Ümit Özgümüş)

    Diren Çakmak’ın niçin 1. maddeyi destekleyip; geriye kalan 7 maddeyi tartışmak gerektiğini açık açık sorması buna işarettir!

    7 Haziran seçimlerine CHP “kapitalist iktisadi model”i savunarak mı girecek?

    7 Haziran seçimlerine CHP (a, b, c, d maddelerini takip ederek) “sol iktisadi model”i savunarak mı girecek?

  2. Anonim

    CABER KALESİ VE SÜLEYMAN ŞAH TÜRBESİ

    Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları oldukça karanlıktır. Beyliğin ilk yıllarında yazılmış bir Türk tarihi yoktur. Özellikle de Osman Gazi’nin ilk dönemiyle Ertuğrul Gazi ve ondan önceki dönemler söylencelerden ibarettir.

    Osmanlı kökenli tarih yazıcılarına ait varlığı bilinen en eski Osmanlı Tarihi, (söylencelere göre) Orhan Gazi’nin imamı İshak Fakih’in oğlu Yahşi Fakih’in “Menâkibnâmesi” dir.

    (Söylencelere göre) Yahşi Fakih, babasından duyduklarıyla yaklaşık 1405’te bir “Menâkibnâme” yazmıştır. Söylence diyerek söze girmemin nedeni, böyle bir eserin günümüzde mevcut olmadığıdır. Kayıp olduğu ifade edilmektedir. Çağdaş tarihçilerden bunu gören yoktur.

    İlk dönemleri anlatan bir başka eser, 15 nci yüzyılın başlarında yazılmış olan Şair Ahmedî’nin “İskendernâmesi” dir.

    Osman Gazi dönemine ait önemli bilgiler veren bir başka tarihçi, Aşıkpaşazade’dir. Tarih kitaplarında yazılanlara göre, 1413 yılında Yahşi Fakih’in evinde misafir kalan Aşıkpaşazade, burada Yahşi Fakih’in kitabını görüp okumuş, aradan yıllar geçtikten sonra yazmaya başladığı tarih kitabında, bu Menâkibnâme’den geniş ölçüde yararlanmıştır. Bu kitapta, duyulanlar yazıldığı yani duyumlardan yola çıkıldığı ve kaynak da verilmediği için doğrudur diye bir iddiada bulunmak mümkün değildir.

    “Anonim Tevârih-i Âl-i Osman” lar da, sonraki yıllarda yazıldıkları ve çoğu zaman da menâkibnâmelere dayandıkları için, günümüzde, tarihi olayların değerlendirilmesinde tereddütlere neden olmaktadırlar.

    Şimdi, Osmanlı Beyliği’nin kuruluşundan biraz önceye gidelim.

    Söğüt’te Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Gazi’ye ait bir türbe bulunması, Osmanlı tarihçilerinin tarihlerinde Ertuğrul Gazi’den söz etmeleri, her yıl Kayı Boyu’na bağlı Karakeçili Oymağı’nın bu türbeyi ziyaret etmeleri, Orhan Gazi’nin Söğüt’te “Hademe-i Türbe-i Ertuğrul” a maaş verdiği vesikalardan anlaşıldığına göre Ertuğrul Gazi yaşamış gerçek bir kişidir.

    Ertuğrul Gazi’nin döneminde yaşamış Eis Nicaea’lı (İznikli) Romaio tarihçi Pahimeres ile dönemin Romalı tarihçilerin vekayinâmelerinde Ertuğrul Gazi’nin adı geçmez. Eserlerini XIV. Yüzyılın ilk yarısında yazan ve Osman Gazi’nin adını ilk kez zikreden İbn Fazlu’llah al- Omari ile İbn Batuta da Ertuğrul Gazi’den söz etmez.

    Kısacası, Osman Gazi’nin ilk ve ondan önceki Ertuğrul Gazi dönemlerinde yazılmış bir Türk tarihi yoktur ve bugün Osman Gazi öncesine ait ileri sürülen konular bir iddia veya söylenceden ibarettir.

    Toplumda genel kabul gören inanışa göre: Süleyman Şah, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin dedesi, Ertuğrul Gazi’nin de babasıdır.

    İnanışa göre Süleyman Şah, 1086 yılında iki askeriyle birlikte Fırat Nehri’ni geçerken boğulmuş ve ölümünden sonra beraberindeki iki askeriyle birlikte Caber Kalesi eteklerinde bir kümbete gömülmüştür.

    SÜLEYMAN ŞAH KİMDİR ?

    Osman Bey öncesine ait bilgiler karanlık olduğuna göre, Süleyman Şah’ın Türk tarihindeki yeri nedir?

    Tanınmış tarihçilerin bu husustaki görüşleri şöyledir:

    Yılmaz ÖZTUNA:

    “Süleyman Şah, 5 Haziran 1086’da Haleb yakınlarında Alp-Arslan’ın oğlu Tutuş’la yaptığı bir kardeş kavgasında öldü. Hatırası, Anadolu Türklüğü’nde ölümsüz kaldı. Hatta Osman Gazi’nin büyük babası sanılarak, yakın vakitlere kadar Ertuğrul Gazi’nin büyük babasının ‘Süleyman Şah’ adında biri olduğu iddia edildi.” (Yılmaz ÖZTUNA, Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul, 1970, s. 34)

    Prof. Dr. Erhan AFYONCU:

    “Burada yatan Süleyman Şah’ın kim olduğu belli değildir. Aşıkpaşazâde, Neşrî, Oruç gibi bazı Osmanlı tarihçileri Ertuğrul Gazi’nin babası Süleyman Şah’ın, Urfa tarafında bulunduktan sonra Fırat’ı geçerken boğulduğunu ve Ca’ber Kalesi’ne gömüldüğünü anlatırlar. Enverî ise bu Süleyman Şah’ın, Türkiye Selçukluları’nın kurucusu olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah olduğunu belirtir. Selçuklu tarihinin önemli uzmanlarından Osman Turan ise Ca’ber Kalesi’nde yatan kişinin Kutalmışoğlu Süleyman Şah olmadığını belirtir. Kutalmışoğlu’nun mezarı Halep Kapısı’ndadır ve o öldüğünde Caber Kalesi Selçuklular’ın eline geçmemişti. Osmanlı tarihlerindeki nehri geçerken boğulma ile ilgili rivayetler de Süleyman Şah’a değil, oğlu Kılıçarslan’ın Habur Irmağı’nda boğulmasına uygundur.

    Anadolu’nun fatihleri olan Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Kılıçarslan hakkındaki Anadolu Türkleri arasında yaşayan hatıralar Osmanlılar’a intikal etmiş, bu yüzden bazı Osmanlı tarihçileri Süleyman Şah’ı kendi cedleri gibi kabul etmişlerdir.

    Ancak yapılan son araştırmalara göre Osman Gazi’nin dedesi Süleyman Şah değil, Gündüz Alp isimli birisidir. Enverî, Karamanlı Mehmed Paşa , Ahmedî gibi Osmanlı tarihçileri Osman Gazi’nin dedesi olarak Gündüz Alp’ın ismini verirler.

    Öyleyse Ca’ber Kalesi’nde yatan kimdir? Bu sorunun cevabını bugün için verebilecek durumda değiliz. Belki de burada yatan Süleyman Şah, Osmanlılar’ın atalarından birisidir. Orhan Bey’in oğluna Süleyman adını vermesi, ataları arasında bu isimde birisinin olabileceğini düşündürtmektedir.“ (Prof. Dr. Erhan AFYONCU, Osmanlı İmparatorluğu, Yeditepe Yayını, İstanbul, 2011, s. 33-34)

    Prof. Dr. Osman TURAN:

    “Tarih, Selçuklu Süleyman-şâh’ın Tutuş ile muharebede şehid olup Halep kapısında defnedildiğini bildirdiği halde efsane Osmanlı Süleyman-şâh’ın Fırat’ta boğulup Ca’ber kal’asına gömüldüğünü söyler. İhtimal ki efsanenin bu şekli alması I. Kılıç Arslan’ın Fırat’ın kolu Hapur nehrinde boğulmasıyle de karıştırılmıştır. Kılıç Arslan’ın bu ölümünün Türkler arasında meşhur olduğuna dair İbn ül- Esir’in rivayeti burada çok manalı bir hadise olarak kayda şayandır, ki Süleyman-şâh ve Kılıç Arslan’a aid hikayelerin Türkler arasında nasıl acı bir hatıra ve akisler bıraktığını ve ne şekilde birbirine karışarak Osmanlılara intikal ettiğini ifade eder. Lâkin Osmanlı veya Selçuklu Süleyman-şâh’a Ca’ber kalesinde isnad olunan ve asırlar boyunca sürüp ilk Osmanlı tarihlerine kadar çıkan ‘Mezar-ı Türk’ hakkında elimizde mevsuk (inanılır) bir kayıd mevcut değildir. Ayrıca Ca’ber kalesi Süleyman-şâh’ın ölümünden sonra Melikşah tarafından alınmış olup Haleb kapısında yatan Süleyman- şâh’ın oraya nakledilmesi için de ne bir delil ve ne de bir sebep vardır. Böylece Süleyman-şâh medfeninin (ölülerin gömüldüğü yer/mezar) ve ‘Türk Mezarı’ nın Ca’ber’de bulunduğuna dair eski rivayetleri teyid etmek (doğrulamak) mümkün olamamıştır. Osman ve Ertuğrul Gazi’nin ceddi Süleyman-şâh’ın Selçuklu Süleyman-şâh ile karıştığı veya birleştiği meydana çıkmaktadır.

    Gerçekten Osmanlıların Selçuklu Süleyman-şâh’ı kendi cedleri arasında göstermelerine, Anadolu Türkleri ve bu arada Osmanlıların mensup olduğu Kayı Han kabilesi arasında asırlarca yaşayan şifahî rivayetlerin bu şekilde intikali nazariyle bakmak mümkündür. Lâkin aynı şekilde Ca’ber kalesinde asırlarca takdis edilen bir ‘Türk Mezarı’nın bulunmasını da reddetmek kolay değildir. Bu rivayetlerin Kutalmış oğullarının bu havalide geçirdikleri mücadeleli hayatları ile onlardan veya onlar ile birlikte Kayı han boyundan bir başka şahsın burada medfun (gömülü) bulunması ile alakalı olması ihtimali de vardır. Zira eski Osmanlı tarihçilerinden itibaren asırlar boyunca hanedanın ceddi Süleyman-şâh’ın kudsî bir hatırası ve ‘Türk Mezarı’ olarak yaşayan rivayetleri, Osmanlıların da Süleyman-şâh adlı bir atalarının Selçuklu Süleyman-şâh ile karışmış olacağı ihtimalini düşündürmektedir. Böylece Süleyman-şâh ve Türkiye devletinin kuruluşu hakkında kaynakların verdiği çok karışık, kifayetsiz ve hatalarla dolu rivayetlerinin tarihi izahı ve manası bugün bundan ibarettir.” (Prof. Dr. Osman TURAN, Selçuklular Zamanında Türkiye, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1993, s. 81)

    CABER KALESİ:

    Caber Kalesi, Türkiye- Suriye sınırının 100 km. kadar güneyinde, Fırat Nehri’nin doğu kıyısında, günümüzdeki Rakka şehrinin 50 km. kadar batısında, suya doğru çıkıntı yapan bir tepeciğin üzerinde kurulmuş, yapım tarihi hakkında kesin bilgi bulunmayan eski bir kaleydi.

    İslâmiyet’ten önce ve İslâmiyet’in ilk yıllarında “Davsara” olarak adlandırılan kaleye Selçuklular, (kaleyi ele geçiren Kuşeyriler’den Sabiku’d-din Caber’in adına izafeten) “Caber Kalesi” adını vermişler.

    Bir iddiaya göre de Çapar, “Posta Katarı” demektir ki, bu kale de yol üzerinde bir konak yeri olduğuna göre “Çapar Kalesi” olması mümkündür.

    Çapar’ın bir Türk boyu olduğu, kalenin adını buradan aldığı görüşü de çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.

    Caber’in anlamı “kısa boylu”dur. Evliya Çelebi şöyle der:

    “Cafer Kuşeyri bu kaleyi yapıp, Etrak şivesinde Caber’e tebdil etmiştir. Kale dibinde ziyaretgah-ı Süleyman Şah vardır.”

    SÜLEYMAN ŞAH TÜRBESİ:

    Süleyman Şah ve iki askerinin Caber Kalesi eteklerinde gömüldükleri kümbet yılların tahribatına uğrayınca, Halep Emiri Zengi Atabek tarafından 1144 yılında Türbe haline getirilmeye başlandı, türbenin yapımı oğlu Nureddin tarafından tamamlandı..

    Türbe, 1200 yılında Moğollar tarafından yıkıldı.

    Caber Kalesi eteklerindeki türbe, 1500 lü yıllara kadar 300 sene bakım görmedi.

    Yavuz Sultan Selim, 1516’da bölgeyi fethedince türbeyi tarihi önemine uygun olacak şekle getirtti. Kale, Rakka kazasına bağlı bir nahiye merkezi oldu.

    Sultan Abdülhamid, 1889 yılında Halep Valisi Cemal Paşa’yı görevlendirerek türbeyi restore ettirdi ve bir türbedar atadı.

    Fırat kıyısını gezen ve «Tarih Nüvis-i Al-i Osman» unvanını alan Naci, «Tarih-i Selatıyn-i al-i Osman» eserinin «Ertuğrul Bey Gazi» bölümünde şöyle seslenir:

    Zikre şayandır Fırat’ın her yeri,

    Ben ki bir Türk’üm unutmam Caber’i

    Türk olan nimet-şinas olmak gerek,

    Var yeri gitsem «Mezar-ı Türk»e dek.

    Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine, bölge 1918 sonlarına doğru İngilizler tarafından işgal edildi. Daha sonra Milletler Cemiyeti, Suriye’yi ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı bölgelerini Fransa’nın himayesine (mandasına) verdi.

    “TÜRK MEZARI” olarak adlandırılan Süleyman Şah Türbesi, 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa hükümetleri arasında imzalanan Ankara Antlaşması’nın 9 maddesi ne göre (Mustafa Kemal Paşa’nın özellikle talebi üzerine) Türkiye’ye verildi. Antlaşmanın 9 ncu maddesi şöyledir:

    “Sülale-i Osmaniye’nin müessisi Sultan Osman’ın büyük pederi Süleyman Şah’ın, Caber Kalesi’nde kain ve Türk Mezarı namıyla maruf merkadi, müştemilatıyle beraber Türkiye’nin malı olarak kalacak ve Türkiye orada muhafızlar ikame ve Türk bayrağı keşide edebilecektir.” (Osmanlı sülalesinin kurucusu Sultan Osman’ın büyük pederi Süleyman Şah’ın Caber kalesinde bulunan ve ‘Türk Mezarı’ namıyla bilinen kabri müştemilatıyla beraber Türkiye’nin malı olacak ve Türkiye orada muhafızlar koyacak ve Türk bayrağı çekilebilecektir.)

    ATATÜRK’ün talimatıyla düzenlenen türbe, elden geçirildi ve yanına bir Jandarma Karakolu yapıldı.

    Kaynaklarda bu döneme ait tanım şu şekildedir:

    “Türbenin içi 10 metre uzunluğunda, 5 metre genişliğindedir. Baştaki mihrabın önünde bir rahle vardır. Yandaki rafta ise, bir mushaf bulunur. Tavanda, elektrik lambası ve bir kandil sarkmaktadır. Yerde, çok kıymetli halılar serilidir. Türbede üstü kadife örtülü üç mezar vardır, örtülerin üzerine ayetler işlenmiştir. Bu örtüler eskidikçe Ankara’dan yenisi gelir. Orta yerdeki büyük mezar Süleyman Şah’a aitir. Ötekilerin, torununun ve bir yakının olduğu söylenir. Türbenin içinde yeni harflerle yazılı büyük bir kitabe vardır.

    Türbenin bulunduğu yere nöbetçi jandarmalarımızın barınması için bir karakol yapılmıştır. Bu yapı, tel örgü içindedir. Binanın ortasında, Süleyman Şah Jandarma Karakolu diye yazılıdır. Üzerinde Türk bayrağı bulunan bina, kiremitli olup, çevrenin en güzel yapısıdır. Tel örgü içindeki bir kuyudan su ihtiyacı sağlanır. Su yetmezse, Fırat’tan da faydalanılır. Karakol binasının içi, bir batarya ile elektrik sağlanarak aydınlatılır.”

    1939 yılında eski türbe onarımı olanaksız hale geldiği için, karakolun yanında eski özelliklerine uygun yeni bir türbe yapıldı ve mezar buraya taşındı.

    1956 yılında Suriye ile imzalanan Halep Protokolü ile türbenin Türkiye’ye ait olduğu konusunda ihtilâfın (anlaşmazlık-uyuşmazlık) kalmadığı kayda geçirildi.

    Suriye hükümeti, Fırat Nehri üzerinde 1968 yılında başlattığı Tabka Barajı’nın 1973 yılında tamamlanacağını ve barajın su toplamaya başlamasıyla Caber Kalesi ve Süleyman Şah’ın türbesinin tamamen sular altında kalacağını ileri sürerek Türk hükümetinden türbenin yerini değiştirmesini ya da türbenin Türkiye’ye naklini talep eden bir nota verdi.

    Türkiye de buna karşılık Suriye’ye bir nota verdi ve Keban Barajı’nın kapaklarını kapatarak Fırat Nehri üzerinden Suriye’ye su akışını engelledi.

    Karşılıklı bir restleşmenin ardından Türkiye bölgeye gerekli uzmanlar ve mimarlar gönderdi ve türbenin nereye taşınabileceğinin tespit edilmesini istedi.

    Ankara ve Şam arasında uzun süren görüşmelerin ardından bir anlaşma imzalandı.

    Anlaşmaya göre türbe ve karakol, 1975 yılında, müştemilâtı ile birlikte, Halep’e 123, Şanlıurfa’ya 92 km. uzaklıktaki Fırat Nehri’nin doğu kıyısındaki Karakozak Köyü’ndeki 10 096 metrekarelik yeni yerine taşındı. Türbenin artık Caber Kalesi ile bir ilgisi kalmamıştı.

    Burası da nehir kenarındaydı.

    http://www.ahmetakyol.net/caber-kalesi-ve-suleyman-sah-turbesi/

  3. Anonim

    Anonim 1 Kemalizm kapitalizmden öte vahşi kapitalizmi savunan bir ideolojidir.

    Bu yüzden CHP’nin nerede olacağı açıktır. Ama tabii Türkiye’de egemen sınıf ve emperyalistler CHP’yi ısrarla sol diye göstermektedirler. Bu onların işine gelmektedir; çünkü CHP ve Kemalistler sayesinde Türkiye’de gerçek solun palazlanmasının önüne geçilmektedir.

    Ulusalcılara gelince onlarda Kemalist oldukları için aslında vahşi kapitalizmi sorun olarak görmüyorlar. Fakat kapitalizme karşı oldukları imajını vermeye çalışıyorlar. Gerçekte ve uygulamada savundukları yine kapitalizm, yine kapitalizmdir.

  4. n.karatekin zurich

    akademik tespitlerin golgesine siginmadan,iyiye iyi egriye egri..emperyal osmanli nin “kutsal vatan topragi“masali uzerine kurulan tartismalar ve milli duygulari kasimakta bir biriyle yarisanlar ayni pota da eridi. zaaaaa

  5. ogürsel

    Geleceğini öngöremeyen, gideceği yönü kestiremeyenler, geçmişi bu denli önemser. Gelecekten ümidini kesenler böyle “ne idüğü-neye yarayacağı belirsiz” geçmişin çürümüş kemiklerine sarılır. Hiç tantana etmeden, örneğin Eskişehir’e aktarıleverecek bu mezar-türbe üzerinden yapılanlar, konuşulanlar yaşadığımız tarihin rezilliğine ait bir doğrulama olmalı.

  6. Anonim

    PKK-Devlet Ortaktır; Devlet İsteyen Kürdler Kalleştir…

    PKK’nin TSK (Türk Silahlı Kuvvetleri) ile birlikte ortak operasyon yapması (Süleyman Şah Türbesi operasyonu) şaşırtıcı değil, aksine olması gerekendir. Misak-ı Milli’yi savunan, Kürdlerin devletleşme hakkını “ilkellik” olarak gören bir anlayış devletin yan örgütüdür.

    Düşünsel/politik olarak devletin yan örgütü/yedek gücü olunmasına ses çıkarmayan Kürd politik çevrelerinin ortak askeri operasyona şaşırmaları şaşırtıcıdır. Şayet hesaplar tutarsa ve bir aksilik yaşanmazsa, yakında bu ortak operasyonlar sadece Kürdlere karşı yapılacaktır. Gerçi gizli ve dolaylı yollardan birçok ortak operasyon yapıldı bu güne kadar ama bundan sonra aleni ve “gururla” yapılacaktır.

    Devlet istemeyen PKK’nin “Öz Savunma” birliği kurması devletin yerel milisleri olduklarının somut göstergesidir. Ve devletin elini bulaştırmak istemediği kirli işleri bu “Öz Savunma” güçleri yapacaktır. Yavaş yavaş halk bu yarı resmi milislerin Kürdistan’ı kontrol etmelerine alıştırılıyor. KCK Asayiş adı altında bazı provalar yapan PKK, sadece Kürdlerin kimliklerini kontrol ediyor ve Kürdleri sindirmeye çalışıyor. Sokak serserilerden, uyuşturucu satıcılarından/kullanıcılarından, tutunamayanlardan ve polislerden oluşan KCK Asayiş, ulusal talepli Kürdleri sindirmek için “ahlak zabıtası” rolünü oynamaya başladı bile. Bu güne kadar KCK Asayiş’in bir Türk askerini/polisini veya ajanını çevirdiğini gördünüz mü?

    İnsan beyni bir kez tecavüze uğrayıp tepkisiz kaldı mı, daha sonraki tecavüzler sıradanlaşır ve kanıksanır.

    “Devlet ilkelliktir” denildiğinde, Misak-ı Milli savunulduğunda, amacımız Türkiye’yi demokratikleştirmektir naraları atıldığında, “Kürdistan düşüncesini çöpe attık” salyaları akıtıldığında ve Kanton Sistemi kurtuluştur safsatası dillendirildiğinde sert tepki gösteremeyen Kürd politik çevrelerinin beyni tecavüze uğramıştı. Bu tecavüzden sonra “birlik” oyununda rol almada sakınca görmeyenler tecavüzü kanıksamışlardı. Bundan sonra yaşanabilecek hiçbir tecavüz bu kesimi rahatsız etmeyecektir.

    İleride devletten maaş alan “Apocu Bozkurtlar” ulusal talepli onurlu Kürdlere saldırdığında ve “PKK-Devlet Ortaktır; Devlet İsteyen Kürdler Kalleştir” sloganları attıklarında bile, tecavüze uğramış beyinler “birlik” adı altında alkışlayacaktır bu saldırıları. “Birlik” papağanlığı yapanlar bu birliğin PKK-Devlet birliği olduğunu bildikleri halde “Kürdlerin Birliği” diye aklamaya çalıştılar hep.

    Bir kez eğilen ve tecavüze kayıtsız kalan politik yapılar/aktörler, geri kalan tüm yaşamlarını bu eğilmeyi/tecavüzü “doğal” göstermekle geçirirler…

    Haber/Yorum

    22.02.2015

    http://www.nasname.com/a/pkk-devlet-ortaktir-devlet-isteyen-kurdler-kallestir

  7. Anonim

    Suriye Şah Fırat Operasyonu’nu BMGK’ya şikayet etti

    Suriye’nin Birleşmiş Milletler Daimi Temsilcisi Beşar Caferi, Türkiye’nin Şah Fırat Operasyonu’nu BM Güvenlik Konseyi’ne şikayet etti. Caferi’ye Türkiye’nin tepkisi geçikmedi. Türkiye’nin BM Daimi Temsilcisi Halit Çevik, “Süleyman Şah Türbesi IŞİD tehditi altındaydı. Bu iddialar mesnetsiz’’ dedi.

    ABD tarafından Manhattan’ın 40 km dışına çıkamama yasağı konulan Caferi, BM Güvenlik Konseyi’ndeki düzenlenen oturumda yaptığı konuşmada Türkiye’nin yüzlerce asker ve askeri araçlarla Suriye topraklarına girerek “açık bir saldırıda” bulunduğunu iddia etti. BM oturumlarında sıklıkla Türkiye’yi eleştiren Caferi, “Türkiye’nin bu hareketiyle bölgedeki emellerini ve IŞİD terör örgütüyle arasında var olan derin bağlarını da gözler önüne serdiğini” iddia etti. 2006 yılından bugüne BM’deki görevini sürdüren Büyükelçi Caferi, “Uluslararası Barış ve Güvenliğin Sürdürülmesi: Tarihten Yansımalar” başlıklı oturumdaki konuşması sırasında; Katar ve Türkiye’yi de kastederek bazı ülkelerin kendi emelleri doğrultusunda dünyanın dört bir yanından kana susamış kiralık teröristleri toplayıp, silahlandırdıklarını ve bunları finanse ettikleri” savını yeniden gündeme getirdi.

    Türkiye’nin BM Büyükelçisi Halit Çevik, konseyde kendisinden önce konuşan Caferi’nin iddialarına karşılık vererek “Süleyman Şah Türbesi, IŞID ehditi altındaydı. Türkiye 9 saat süren bu operasyonda Uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanmıştır. BM Güvenlik Konseyi Başkanı, BM Genel Sekreteri ve diğerleri konuya ilişkin aynı gün operasyonun tamamlanmasının ardından bilgilendirildi’’ ifadelerini kullandı. Caferi, Güvenlik Konseyi toplantısı sonrasında basına yaptığı açıklamada Türkiye ve ABD tarafından anlaşması imzalanan “Eğit-Donat” programını da eleştirerek, ABD Savunma Bakanlığı’nın Suudi Arabistan, Türkiye, Katar ve Ürdün’de gözetimi altındaki kamplarda “lejyoner yabancı kiralıkları” eğiterek Suriye devletine karşı savaşa sokmasının Güvenlik Konseyi kararlarına aykırı olduğunu belirtti.

    http://www.hurriyet.com.tr/dunya/28289415.asp

  8. Mülayim Sert

    bir iddia da burdan :

    “Türkiye’nin içinde değil de 180 metre dibinde Suriye topraklarının içine yerleştirilmesi tasarlanan Süleyman Şah Türbesi, Kobani ile Afrin kantonlarının ilerde birleşmesini engellemek hesabıyla, orada “konuşlandırılıyor” olmasın?”

    http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cengiz_candar/180_metrelik_stratejik_derinlik-1300588

  9. Mülayim Sert

    “Ortaya bir de, “Süleyman Şah Türbesi”nin nakledilmesi tasarlanan toprağın mülkiyet sahibi Suriye Kürt Bozan Osman çıktı. Bazı Türk gazetelerine açıklama yapan Bozan Osman, “Arazi bana ait. Ben araziyi satmadım. Herhangi bir anlaşma da yapmadım. Üç gün önce arazimde çalışma olduğunu duydum. Sorunca türbe yapılacağını söylediler. Gidip konuştum askerlerle. ‘Bir şey olmaz, biz sizin kıymetinizi biliyoruz’ dediler. Zaten zor durumdayız. Şu anda türbenin yapılacağı arazi üzerinde buğday, arpa falan ekiyorduk. Suriye’de toprak çok pahalıdır. Ne olacak bilmiyoruz…” diyor.”

  10. Gün Zileli

    Toprak işleyenin…

  11. Mülayim Sert

    Uluslararası bir mahkemede görülecek Bozan Osman vs. Türkiye Cumhuriyeti davasını merakla bekliyorum 🙂

  12. Anonim

    Bu olaydan sonra Erdoğan ve Necdet Özel’in Bahçeli ve Oktay Vural’la birbirlerine düşmeleri güzel en azından. Milliyetçilikleri hep böyle ayaklarına dolansın.

    Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, partisinin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’yi eleştirdiğini belirten Vural, şöyle devam etti: “Genel Başkanımızın, vatan topraklarını bırakıp kaçanlara karşı söylediği kurşun gibi sözlere cevap vermeye kalkmıştır. Oslo’da pazarlık, Başbakanlık’ta kalpazanlık yapanların MHP Genel Başkanı’nın, vatan, millet edebiyatı ile eleştirmesi haddine değildir. Vatan sevgisi imandandır ve vatan uğruna cihad da farzdır. Vatan topraklarını terk edip sizin gibi sıvışmak; dinimizin, tarihimizin, ecdadımızın ne imanında ne değerlerinde ne de herhangi bir döneminde vardır. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı yerini ve haddini bilmelidir. Utanmadan, sıkılmadan, ’TSK’yı hedef aldı’ diyor. Senin bu zillet iradene teslim olmuş omuzu kalabalık varsa bil ki Mehmetçik teslim olmaz. Bu şerefli ordu teslim olmaz. TSK’nın alnı şanlı tarihine kara leke olarak geçecek, Mehmetçiğin koruduğu iradeye ve imanına aykırı talimat veren herkes bunun sorumlusudur. Utanmadan, sıkılmadan bir de kalkıp atamayla gelmiş bir bürokratın ’tırnağının paresi bile olamazsın…’ 46 yıldır şerefle bir mücadele sürdürüyoruz. Biz milletin iradesiyle buradayız, senin Genelkurmay Başkanı gibi atamayla değil. Senin vesayetin altında olan birisiyle, milletin iradesiyle siyaset yapan, milletin sinesinde siyaset yapan Genel Başkanımıza laf atman, senin millete nasıl çarpık baktığını, hakaret ettiğini ortaya koyan bir ifade olmuştur. Cumhurbaşkanı’nın bu ifadeleri milli iradeye bir hakarettir. Özür dile milletten. Söylediklerini tart öyle konuş. Özel görevlendirilmiş paşa, kalkmış bir de vatan şuurundan bahsediyor. Paşa, paşa; sizin bu iradeniz, Süleyman Şah Türbesi’ni koruyan o Mehmetçiğin iradesinin son derece altındadır. O Mehmetçik, o vatan toprağından gittiği zaman ağlamıştır. Böyle bir kumandan olmaz. Biz, bu kumandanın beraber hareket ettiği siyasi iradeyi sorguluyoruz. Mehmetçiğin imanından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Mehmetçik vatan toprağını korur ama siz TSK’yı çektiniz bölgeden. Ey Özel, böyle bir operasyonu, savunarak ve üstelik MHP Genel Başkanı’na dil uzatarak geçiştiremezsin. TSK’ya kumpas kurulurken neredeydin? Diyor ki ’Kişiliğine, savunduğu fikirlere yakıştıramadım’ Sen kimsin ki. Genel Başkanımın kişiliğini ve savunduğu fikirleri sen ne biliyorsun? Özel’in bu ifadesi, doğrudan doğruya siyaset yaptığını ortaya koymaktadır. Çok istiyorsan üniformanı çıkarıp, AKP’den aday olsaydın.”

  13. Anonim

    http://www.nasname.com/a/demokratik-koruculuk

  14. Anonim

    Afganistan’daki saldırıda 1 asker öldü. Afganistan’da ne işimiz var diyenler, türbeyi niye savunmadık diyenlerle aynı.

  15. Anonim

    Şah Fırat Operasyonu’na suç duyurusu

    BURSA Barosu avukatlarından Onur Seyrek, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından, Suriye’deki Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasıyla ilgili yapılan ’Şah Fırat Operasyonu’ nedeniyle, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu, Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel hakkında savcılığa suç duyurusunda bulundu.

    Görev yaptığı Bursa’nın Orhaneli ilçesinde adliyeye giderek savcılığa şikayette bulunan Avukat Onur Seyrek, “Yapılan operasyon sanki bir başarıymış gibi anlatıldı. Türkiye’nin, Türkiye toprakları dışında bir vatan toprağı var. Bu vatan toprağı da Suriye sınırları içinde. Karakozak Köyü yakınlarında bulunan Süleyman Şah türbesinin bulunduğu yerdir. Buradaki vatan toprağı apar topar terkedildi. Vatan toprağı orada geri bırakıldı, Buda suçtur” dedi.

    Avukat Seyrek, operasyon kararı veren kişilerin, TCK’nın 302’nci maddesini oluşturan Devletin Birliğini ve Ülke Bütünlüğünü bozmak suçundan yargılanmalarını talep etti.

    http://www.hurriyet.com.tr/gundem/28308319.asp

  16. Anonim

    TÜRBE OLAYI VE VATAN-MİLLET EDEBİYATI
    Kemal BURKAY

    Bu ülkede her şey çok gerilimli aksiyon filmlerindeki gibi. Heyecandan yürekleri ağza getiren sahneler birbirini izliyor, gündem hızla değişiyor.

    İşte son günlerde sahne alan olaylardan birkaçı: Önce Özgecan Aslan olayı… Toplum bununla sarsıldı, kadınlar ülkenin dörtbir yanında sokağa döküldüler. Onun sıcaklığı geçmeden yeni güvenlik paketi nedeniyle Parlamento’da iktidar ve muhalefet milletvekilleri birbirine girdi, meydan muharebeleri yaşandı. Onun da sıcaklığı geçmeden Süleyman Şah Türbesi’nin nakli üzerine kopan fırtına…

    Hükümet türbe naklini büyük bir kahramanlık destanı gibi yansıtıyor. İki muhalefet partisi, CHP ile MHP’ye göre ise bu bir ulusal felaket, bir yenilgi, kaçış… Onlara göre hükümet vatan toprağını terk etmiş ve bu bir yüz karası. Yani muhalefet bakımından bir kez daha “vatan elden gidiyor” yaygarası…

    Oysa ne o ne de o. Ortada eşi az görülür çapta bir operasyon söz konusu olmadığı gibi bir kaçış da söz konusu değil.

    Suriye toprakları içinde, Fırat kıyısındaki Süleyman Şah Türbesi, 1921 yılında Fransızlarla yapılan anlaşmaya göre Türkiye toprağı sayılmış ve orada yıllardır sembolik bir Türk askeri birliği bulunmakta. Suriye Fransız sömürgecilerinden kurtulup bağımsızlaştıktan sonra da türbenin statüsü değişmemiş. Anlaşılan, Antakya’daki fiili duruma boyun eğen Suriye, Türbe işinde sorun yaratmayı da göze alamamış.

    Osmanlı devletini yıkıp halifelikle birlikte çöpe atan Ankara hükümeti ise, garip bir şekilde Osmanlı’nın dedesinin mezarına sahip çıkmış ve onu kendi toprağı saymış…

    Suriye’de yaşanan kanlı iç savaş nedeniyle Süleyman Şah Türbesi’nin durumu da son dönemde sorundu. Zaman zaman IŞİD’in türbeyi kuşattığı, hatta askerleri rehin aldığı söylendi. Böyle bir risk vardı; çünkü IŞİD denen güruhun ne zaman ne yapacağını kimse kestiremezdi.

    Böylesi bir durumda, Musul Konsolosluğu’nda yaşananın bir benzerini yaşamamak için Türkiye askerlerini oradan çekmek için operasyon yaptı. Bu anlaşılır bir şeydir. Yapılan operasyonu bir destan gibi sunmak için ise neden yok; çünkü bu iş yapılırken ilgili herkese (ABD’ye, Suriye Hükümeti’ne, IŞİD’e, PYD’ye) haber verilmiş.

    ABD için türbenin taşınması bakımından bir sorun yoktu, Suriye’nin ise buna hayır demek için mecali yoktu; çünkü Türbe kuzeyde Fırat kıyısında ve Şam’ın denetimi dışındaki bölgede idi.
    Türbenin çevresi IŞİD güçlerince denetleniyor ve oraya gidiş gelişte Türk operasyon birlikleri Kobani’den, yani PYD bölgesinden geçmek zorundaydı. Ama Türkiye’nin hem IŞİD’le hem de PYD ile el altından diyalogu olduğu malum. Operasyon için kendileriyle konuşulduğu ve güvence alındığı anlaşılıyor.

    Kısacası böyle bir operasyonda risk oldukça düşüktü ve yapılan işin olağanüstü bir yanı yoktur.

    Muhalefetin kopardığı gürültüye gelince… Bunun da haklı, mantıklı yanı yok. Her iki muhalefet partisinin sözcüleri de bu vesileyle vatan-millet ve savaş edebiyatı yapıyorlar.

    Geçtiğimiz yıllarda da Kardak Kayalıkları için Yunanistan’la savaşa ramak kalmıştı.

    Oysa ustalık bir türbe ya da kayalık için savaş naraları atmak değil, mevcut geniş topraklar üzerinde insanca bir hayat inşa etmektir. Ama ne Suriye bunu başarıyor, ne Türkiye.

    Bence bu türbe işini böyle büyütmenin, hatta, zamanı gelince tekrar eski yerine götürmek üzere, sınırın bitişiğinde Suriye toprakları içinde bir türbe inşa etmenin alemi yok. Türbe Türkiye sınırları içinde ve daha uygun bir yerde inşa edilebilir. Zaten Bilecikliler buna talipler. Süleyman Şah’ın türbesinin de Söğüt’te, torunu Osman Gazi’nin yanında olmasını istiyorlar. Son derece akla uygun bir öneri!

    Bilecikliler hem hükümet adamlarından hem muhalefet sözcülerinden daha mantıklılar…

    Sonuç olarak, gerek Hükümet gerekse muhalefet bu Süleyman Şah Türbesi nedeniyle bir kez daha sınıfta kaldılar. Hamaset edebiyatından geçilmiyor. Oysa ülkenin çok sayıda başka ve ciddi sorunları var; sorumluluk duyan insan bu sorunları çözmek için çabalar.

    http://duzceyerelhaber.com/kemal-burkay/32573-turbe-olayi-ve-vatan-millet-edebiyati

  17. Anonim

    “Süleyman Şah algı operasyonu”
    Gerçek
    Şubat 26, 2015

    Süleyman Şah türbesi ve karakolunun taşınması ile hükümet zafer havasında, muhalefet ise hezimetten, toprak kaybından bahsediyor. Gerçekler ise son derece açık biçimde karşımızda duruyor. “Şah Fırat” adı verilen operasyon AKP’nin fiyaskoya dönüşen Suriye ve Ortadoğu politikasının sadece bir veçhesidir. Daha büyük fiyaskoların da habercisidir.

    DAİŞ ve YPG ile anlaşmalı operasyon

    TSK zırhlı araçları, tankları ve askerlerinin Kobani’den geçişi sırasında PYD/YPG ile yapılan işbirliği ve koordinasyon da başta MHP tarafından olmak üzere AKP hükümetinin hedef tahtasına konmasına neden oldu. Oysa askeri yetkililere dayandırılan haberlerde sadece YPG’ye değil DAİŞ’e de haber verildiği anlaşılıyor. Bölgede silahlı unsurları bulunan her iki güç de TSK’nın operasyonuna yeşil ışık yakıyor. YPG güvenlik koridoru oluşturdu. DAİŞ çetelerinin ise koruma yapıp yapmadığı bilinmiyor ama tek kurşun atılmadığı bir gerçek.

    TSK mı Suriye ordusu mu caydırıcı?

    Davutoğlu ve Erdoğan tek kurşun atılmamasını TSK’nın caydırıcı gücüne bağlıyor. İnanan inanır ama bizim görevimiz, madem öyle neden uçaklar ve helikopterler operasyon boyunca hiçbir biçimde Türkiye Suriye sınırını ihlal etmeden uçtu diye sormaktır. Cevap çok basit. DAİŞ ve YPG ile işbirliği yapıldı ama Suriye Devleti ile yapılmadı. Suriye ordusunun bölgede kara kuvvetleri yoktu ancak hava savunma sistemleri uzaktan atılacak füzelerle Türk uçaklarını düşürebilirdi. Demek ki ortada caydırıcılık yok, anlaşma var. Anlaşma yapılmayan gücün karşısına çıkmama var. Burada olsa olsa Suriye devletinin hava savunma sistemlerinin caydırıcılığından bahsedilebilir.

    Harita başında reklam çekimleri

    Davutoğlu’nun generallerle harita başında reklam çekimleri yapmasından başlayarak bu operasyon AKP’lilerin sevdiği deyimle bir “algı operasyonu”na dönüştürüldü. Esas amaç ne bölgedeki askerleri kurtarmak ne de türbeye sahip çıkmaktı. Süleyman Şah türbesi ve karakolu bölgede AKP hükümeti ve TSK için bir yük haline gelmişti. ABD ile yapılan anlaşma çerçevesinde Özgür Suriye Ordusu’nun mezhepçi çeteleri eğitilip donatılacak ve türbenin bulunduğu yer de dahil olmak üzere savaşa sürülecekti. Bu anlaşmanın hemen ardından türbenin taşınması kabaca aradan çekilmek olarak da tanımlanabilir. Ancak bu çekilmenin toprak kaybı olarak eleştirileceğini bilen AKP hükümeti sınırın 180 metre ilerisindeki Suriye Eşmesi’nde kendine başka bir yer çevirip “dönüm hesabıyla toprak kaybımız yok” iddiasında bulunmuştur. Bu argüman komiktir ve AKP’nin kendisi ve havuz medyası dışında kimse buna inanmaz. Süleyman Şah türbesinin Türkiye toprağı sayılmasına dayanak oluşturan anlaşmalar açıktır. Bu anlaşmalarla Türkiye’ye Suriye topraklarının istediği yerinde 6 dönümlük araziyi çevirme yetkisi ve hakkı verilmemiştir. Dolayısıyla da Türkiye, Suriye topraklarında uluslararası hukuk açısından ve fiilen işgalci konumuna düşmüştür.

    6 dönüm için tüm Türkiye bataklığa sürükleniyor

    İşçi ve emekçi halk açısından yaşanan fiyaskonun boyutları toprak kaybının çok ötesindedir. AKP, Suriye rejiminin haftalar içinde yıkılacağını öngörerek muhaliflere destek adı altında her türlü mezhepçi, tekfirci, terörist çeteyi besleyip desteklemiş, rejimi yıkamadığı gibi Suriye’yi tam anlamıyla bir bataklığa çevirmiştir. Süleyman Şah da AKP’nin bu rezil dış politikasının ürünü olan bataklığın ortasında batmakta idi. Türbe taşındı ama şimdi sadece 6 dönümlük arazinin korunması değil tüm Türkiye’nin bu bataklığa batması söz konusu. Bu politika yeni Reyhanlı katliamlarının kapısını açmaktadır. Dün Türkiye’ye mesaj vermek için araçlara bomba koyup patlatan tekfirci teröristler bunu yeniden yapmaktan kaçınmayacaktır. Daha kötüsü kendi iktidarını korumak için her şeyi yapmaya hazır olduğunu gösteren AKP, sırf bu amaçla önce eğitip donattığı çeteleri sonra da bizzat TSK’yı Suriye’ye sürebilir. DAİŞ ve YPG ile anlaşmalı bir operasyonda bile kaza ile bir asker hayatını kaybetti. Olası bir sıcak savaşın nasıl çok daha büyük kayıplar getireceği açıktır.

    Suriye ile de Rojava’yla da savaşa hayır!

    AKP’nin bu rezil dış politikasının alternatifi MHP faşizmi olamaz. AKP Türkiye’yi Suriye bataklığına, MHP ise Rojava’ya karşı savaşa sürüklüyor. MHP’nin politikası etnik bir iç savaşı tetikleme potansiyeli açısından en az AKP’nin çizgisi kadar kanlı sonuçlar doğurmaya adaydır. İşçi ve emekçilerin menfaatlerine dayalı bir dış politika ise kan ve toprak üzerine değil kardeşlik üzerine inşa edilmelidir. AKP’nin MHP’nin ve diğer burjuva partilerinin politikaları hep Türk, Arap ve Kürt halklarının birbirini boğazlaması üzerine kurulu. ABD emperyalizmi ise bu kan denizinin yine tek kazananı…

    http://gercekgazetesi.net/karsi-manset/suleyman-sah-algi-operasyonu

  18. Anonim

    Süleyman- Şah masalları

    Murat Belge

    Tuhaf bir ülke Türkiye! Şu türbe patırtısına şaşkınlık içinde bakıyorum birkaç gündür. Bütün bu “vatan toprağı” edebiyatı… “Vatan toprağını terkettiniz” edebiyatı…

    “Herhalde,” diyorum içimden, “seçim öncesi siyasette bir puan alma gayretidir bu”. Ama öyle de olsa, kötü bir şey bu, yapılmaması gereken bir şey. “Puan alma”yı böyle bir şovenizm gıdıklamasına bağlamak çok sakıncalı bir şey.

    “İmparatorluk kaybı” olsa gerek, bir “toprak” fetişizmi yaratmış. Eğitim sistemiyle, her şeyle toplumun zihnine bunu nakşetmeye çalışmışlar… Mete Han hikâyeleri falan… Bu fetişizmden sıyrılmak gerekirken şimdi Süleyman Şah türbesi diye ayaklanmak akıl alır gibi değil. MHP için söyleyecek bir şey yok. O partinin sermayesi bu. Yatırımı bu. Ama CHP olayı “fırsat” olarak görmüş, MHP’den fazla ses çıkarıyor.

    “Ne karşılığında vatan toprağını verdiniz” diye soruyor, “ana muhalefet”ten birileri. Yahu, kırk küsur can karşılığında vermişler, bunu bir anlamı yok mu? IŞİD denilen, nelere kadir olduğunu ölçemediğimiz o vahşi güruha bırakmamışlar, çok mu kötü etmişler? Musul’daki konsolosluk saçmalığını tekrar etmemişler.

    Burada bu saçmalık devam ederken iktidar cephesinde de karşıt saçmalık hüküm sürüyor, şovenizm yarıştırma ortamında: “zafer!”, “başarılı operasyon!” falan filan.

    Öyle anlaşılıyor ki, seçim yaklaşırken, bir “Süleyman Şah türbesi” sansasyonu ile karşılaşmak istemediler. Ne kadar hoş tutmaya çalışsalar da , IŞİD’e güvenemediler. “Taşıyalım şu türbeyi, güvenilir bir yere koyalım,” dediler.

    Makul bir karar. Ama Erdoğan- Davutoğlu ikilisi içinde şovenizm olmayan bir iş yapamaz hale geldikleri için, bunu da “Budin’in fethi” gibi bir zafere çevirmeleri gerekiyordu. Onun için “Başkomutan”ı falan da eksik kalmayan bir edebiyat ürettiler.

    Peki, olay kendisi ne? Yani, kim bu Süleyman Şah? Niye Suriye’de böyle bir yer var?

    İşin burası bir komik hikâye. İddia, bu mezarda yatan zatın Osman Gazi’nin babası Ertuğrul Bey’in babası Süleyman Şah olduğu. Yani, Erdoğan- Davutoğlu ikilisinin hayran oldukları Osmanlı hanedanının kurucularından. İddia bu. Ya gerçeklik? Orası karışık.

    Bu konularda Osman Turan’ın uzmanlığını tartışmazsınız herhalde. Öyleyse İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı “Süleyman- Şah” maddesinin sonuna bir bakın. Selçuklu Süleyman Şah’ın nasıl Osmanlı gibi gösterildiğini, nehir geçerken boğulan Kılıç Arslan’la karıştırıldığını vb. ondan okuyun: “…Ca’ber kalesine isnat olunan ve ilk Osmanlı tarihlerine kadar çıkan ‘Türk Mezarı’ hakkında elimizde mevsuk bir kayıt mevcut değildir.” “…Haleb kapısında yatan Süleyman- Şah’ın oraya nakledilmesi için ne bir delil ne de bir sebep vardır… Böylece Süleyman- Şah’ın medfeni ve ‘Türk Mezarı’nın Ca’ber’de bulunduğuna dair efsaneyi teyit etmek ve ilk Selçuklu sultanına bağlamak mümkün olamamıştır.”

    Türk Ansiklopedisi’nde İsmet Parmaksızoğlu benzer şeyler anlatır. Bu Süleyman- Şah 1086’da ölmüş (öldürülmüş) olduğu için Osman Gazi’nin dedesi olması da mümkün değildir.

    Osmanlılar devlet kurduktan ve devleti güçlendirdikten sonra, soylarını yücelten tarihler yazdırmışlardı (II. Murad zamanında Yazıcıoğlu ve Şükrullah ya da Aşıkpaşazade tarihleri).

    Yani, bütün bu patırtıya yol açan türbede “yatan kişi”nin kim olduğu sorusunun cevabı bu.

    Ama bir de yakın tarihteki “nakl-i mekân” hikâyeleri var. Bu türbenin daha önce bulunduğu yerde baraj yapıldığı için türbe başka yere taşınıyor (iki kere). Yani, bulunduğu yer de “sahici” değil.

    Suriye henüz yokken, oralar bir Fransız mandası altındayken, yolunu Britanya’dan ayırıp Türkler’le iyi geçinmeye karar veren Fransa’nın Ankara hükümetine yaptığı bir cemile.

    Şanlı muhalefet “Yurt dışında tek Türk toprağı” diye bunun şamatasını ediyor; şanlı iktidar da nasıl bir güç gösterisiyle mezarı oradan oraya taşıdığımızı (yani içi boş tabutlara nasıl merasim yaptığımızı) anlatıyor. Ama “on altı Türk devleti”nin temsilcileri arasından vakur adımlarla merdiven inen ya da Amerika’yı Müslümanlar’a keşfettiren bir Cumhurbaşkanı’mız olduktan sonra, bütün bunlar normal sayılmalı.

    http://www.taraf.com.tr/yazarlar/suleyman-sah-masallari/

  19. Anonim

    Emevi Camii’nde namaz başka bahara!

    Gerçek
    Mart 15, 2015

    15 Mart 2015, Suriye iç savaşının ve iç savaş öncesinde yaşanan halk ayaklanmasının dördüncü yılının dolduğu tarih. Yaşananların ülkede dehşet verici bir hasar yarattığı açık. Bu dört yıl içinde ölü sayısı 200 ila 300 bin arasında veriliyor. 3 milyon insanın başka ülkelerde mülteci ve sığınmacı olarak bulunduğu, 6 milyonun ise kendi ülkesinde yerinden yurdundan edilmiş olduğu belirtiliyor. Toplam nüfusu 23 milyon olan bir ülkede bu rakamlar sorunun dudak uçurtucu boyutlara ulaştığını gösteriyor. İnsani felaketin dışında kentlerde yaşanan yıkım ve ekonomik hayatın altüst olması da iç savaşın ülkeyi nasıl sarstığını gösteren başka göstergeler.

    Bu durumun sorumlusu hiç gizlenmemeli: bir yandan, başta ABD ve eski sömürgeci güç Fransa olmak üzere emperyalizm; bir yandan da son yıllarda Ortadoğu’da bütün politikalarını bir mezhep savaşını kışkırtmak üzere kuran, Sünni dünyasını Şiiliğe ve Aleviliğe karşı savaşa iten Suudi Arabistan, Katar ve onların yeni müttefiki AKP-Erdoğan Türkiye’si!

    Devrimden gerici iç savaşa

    Suriye’deki büyük toplumsal çalkantı, 15 Mart 2011’de yoksul halkın ekonomik ve demokratik taleplerle sokaklara çıkmasıyla başladı. Arap dünyasında Tunus ve Mısır devrimlerinin kışkırttığı genel bir seferberliğin en ileri gittiği ülkelerden biriydi o aşamada Suriye. Esad yönetimi devrimci ayaklanmayı gaddarca bastırmaya girişti.

    Her Arap ülkesinin uluslararası alanda ayrı bir konumu var. Suriye’nin özelliği İsrail’in oldukça dişli bir komşusu olmasıdır. Tayyip Erdoğan’ın başa geldiği ilk yılları Beşar Esad’ı İsrail’le barıştırma çabasıyla geçti. Esad o aşamada “kardeş”i ve aile dostu oldu. 2008 sonunda bu operasyon epeyce ilerlemişken İsrail Gazze’ye saldırınca bütün proje suya düştü!

    İki yıl sonra Suriye’deki bu çalkantıyı ABD, Arap gericiliği ve Türkiye, Suriye’yi yola getirme ve İran’dan koparma yönünde kullanmaya çalıştılar. Amaç hep aynı kaldı ama yöntem değişti. İlk aşamada Türkiye Esad’ı desteklemeye devam etti, ondan İran ve İsrail konusunda olsun, kitle hareketine ilişkin olsun bazı tavizler koparmaya çalıştı. Bu aşama altı ay sürdü. Bu basıncın işe yaramadığını görünce AKP hükümeti tavır değiştirdi. Suriye’deki kargaşayı, Esad’ı sıkıştırma fırsatı olmaktan farklı olarak Esad’ı devirme ve yerine Sünni bir yönetim, tercihen bir İhvan-ı Müslimin yönetimi kurma yolunda kullanmaya karar verdi. ABD’nin ve Suudi Arabistan’ın parası ve desteği ile Özgür Suriye Ordusu’nu ve adı devamlı değişen bir dizi ulusal konseyi kurdurttu.

    2012 yılı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun kısa süre içinde Suriye’yi ele geçirme planları yaptığı yıl oldu. Eylül 2012’de Erdoğan şöyle diyordu: “İnşallah en kısa zamanda Şam’a gidecek, kardeşlerimizle kucaklaşacağız. Selahaddin Eyyubi’nin kabri başında fatiha okuyacak, Emevi Camii’nde namazımızı kılacağız.” O zamandan bu yana tam iki buçuk yıl geçti. Emevi Camii’nde namaz kılmak Erdoğan’ın içinde bir ukde olarak kaldı! 2013 Haziran’ında Gezi oldu, az kaldı Erdoğan devriliyordu, Esad ayaktaydı!

    İki yeni devlet adayı

    Başta İhvan bu güçler arasında öncelik taşıyordu. Ama zamanla el elden üstün çıktı. El Kaide’nin Suriye kolu olarak Nusra Cephesi öne çıktı. Onun içinden de (Irak’ta El Kaide örgütü ile birleşerek güçlenen) Irak ve Şam İslam Devleti (Arapça kısaltmasıyla DAİŞ). DAİŞ’in Suriye ve Irak topraklarının belirli bölümlerinde bir İslam Devleti ilan ettiği, lideri Bağdadi’nin kendini halife ilan ettiği malûm. AKP hükümeti baştan itibaren bu Sünni iç savaş aygıtına, bu zalim ve vahşi örgüte dostu gibi davrandı. Bugün bile ilişikleri dostane gidiyor.

    Suriye’nin yaşadığı iç savaş aynı zamanda Suriye Kürtlerinin de özgürleşmeye doğru bir atılımının ortamını yarattı. Savaşın yarattığı iktidar boşluğu Rojava’nın 2012 Temmuz’unda özerkleşmesine ve 2014 Ocak ayında üç kanton halinde kurulmasına olanak doğurdu.

    İki yeni devlet adayı, DAİŞ denen tekfirci çetenin saldırısı ile Kobani’de savaşa tutuştular. Tayyip Erdoğan DAİŞ’i tuttu ama kazanan Kobani (Kobanê) oldu!

    Emperyalistlere, mezhepçilere, tekfircilere geçit yok!

    Suriye kanayan bir yara haline gelmiş durumda. Savaşan taraflar arasında nasıl bir çözüm bulunabilecek belli değil. Ama proletarya enternasyonalizminin amacı, emperyalizmi, mezhepçiliği ve tekfirciliği yenilgiye uğratmak olmalı. Mezhep savaşının panzehiri, işçi ve köylülerin başka ülkelerden işçi ve köylüleri kucaklamasıdır. Gelecek kan ve zulüm olmayacaksa ancak böyle kurulur.

    http://gercekgazetesi.net/uluslararasi/emevi-camiinde-namaz-baska-bahara

  20. Anonim

    “Eşme Ruhu”

    Eskiden İngiltere’de “ruh çağırıcılar” varmış. Yaptıkları tek iş, ölmüş sevdiklerinin ruhlarını çağırarak zengin bayanların gönüllerini hoş tutmakmış. Bunun için zenginlerin evlerinde “ruh çağırma seansları” düzenlenirmiş. Bu seanslarda “ruh çağırıcıları”, kendilerine özgü ritüeller düzenleyerek “sevilen ölü”nün “ruhunu” çağırırlar ve ardından “Ey ruh! Geldiysen masayı üç kez tıklat” derlermiş.
    Bunların yanında bir de “tarihsel ruhları” çağıranlar vardır. Bu “ruh çağırıcıları”, “bütün ölmüş kuşakların geleneğini” yaşayanların beyinlerine sokarlar. “Onlar kendilerini ve şeyleri, bir başka biçime dönüştürmekle, tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, özellikle bu devrimci bunalım çağlarında, korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkasından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.” (Marks)
    Şimdi de bir “Osmanlı ruhu” çağrıcıları türedi. Bu “Osmanlı ruhu”nun çağrıcıları, her adımda ve her olayda bir başka şeymiş gibi davranıp, her şeyde bir geçmiş bulmaya ve bulduklarını sandıkları şeyi taklit etmeye çabalıyorlar. Bunun en son örneği Suriye’deki Süleyman Şah Türbesi olayında ortaya çıktı.
    IŞİD tarafından “rehin” alındığı söylenen Süleyman Şah Türbesi’ndeki içi boş sandukalar büyük bir “gizlilik” içinde, bir gece ansızın, son ikametgahlarından tanklar ve toplar eşliğinde alınıp, Türkiye sınırına 800 metre uzaklıktaki Eşme’ye nakledildiler. Getirilen sandukaların çevresine birkaç asker ve bir hoca toplayıp, Süleyman Şah’ın ruhuna dualar edildi.
    Bütün bunlar yapılırken, bir başka “ruh”, İwo Jima’nın ruhu çağrıldı. İwo Jima’nın ruhu eşliğinde göndere bayrak çekildi.
    Böylece Türkiye siyasal literatürüne “Eşme Ruhu” diye bir söz girdi. Ama bu “ruh”un “ruhunu” veren asıl kişi A. Öcalan oldu. Bu “ruh” çağırmayı, A. Öcalan, Nevroz’da okunan “tarihi” mektubunda, “‘Eşme ruhunu’ halklarımız arasında yeni tarihin sembolü olarak selamlıyorum” sözleriyle güncelleştirdi. Böylece “çözüm süreci”, “Eşme ruhu”yla kendi ruhuna kavuşmuş oldu.

    “Gerçekten de diyalektik, cezalandırılamadığı için horgörülemez. Bir kimse her türlü teorik düşünceyi ne denli küçümserse küçümsesin, gene de teorik düşünce olmaksızın iki doğal olguyu biririyle ilişki içine sokamaz, ya da onlar arasında varolan bağı anlayamaz. Tek sorun bir kimsenin düşüncesinin doğru olup olmadığıdır, ve teoriyi küçümsemek doğalcı (natüralist) düşünmenin ve bu yüzden de yanlış düşünmenin en güvenilir yoludur. Ama eski ve çok iyi bilinen bir diyalektik yasaya göre, yanlış düşünce, mantıksal sonucuna dek götürüldüğünde, kaçınılmaz olarak çıkış noktasının karşıtına varır. Böylece diyalektiğin görgücül küçümsenmesi, görgücülerin en ağırbaşlılarını bile tüm boşinanların en boşuna, modern ruhçuluğa götürerek cezasını bulur.” (Engels)

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc143_6.html

  21. Anonim

    M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    “Mezhepçilik” eleştirilmeli ama “mezhep”in önemi anlaşılmalıdır

    Eşit, seküler vatandaşlık temelli, “kimlik siyaseti”nin zayıfladığı “siyasal toplum”lar yaratmaya çalışırken, mezheplerin oynadıkları rollerin de iyi anlaşılması gerekmektedir

    Yemen’de 2004 yılında başlayarak tedricen tırmanan Husi/ Ensarullah isyanının bölgesel güçlerin de katıldığı bir savaşa dönüşmesi “Yeni Ortadoğu” oluşum sürecinin ne denli karmaşık olduğunu ortaya koymaktadır. Irak ve Suriye tecrübelerinin ardından bu gelişme de bölgede siyasetin temel belirleyicilerinden olan “mezhep”in “Yeni Ortadoğu” düzeninin şekillenmesinde ağırlık taşıyacağını göstermektedir.

    “Mezhep”in önemi
    Diğer coğrafyalarda da etkili olabilen mezhep aidiyeti, Ortadoğu’daki en önemli kimliklerden ve siyasetin temel belirleyicilerinden birisidir. “Seküler vatandaşlık” yaratılması alanında uzun zamana yayılan gayretlerin sergilendiği ve önemli mesafenin alındığı Türkiye’de dahi mezhep temelli “kimlik siyaseti” son derece yaygındır.
    Bu çabaların ortaya konulduğu ama “vatandaşlık”ın “mezhep”in gölgesinde kaldığı Suriye benzeri yapılarda söz konusu belirleyicilik yükselmekte, böylesi “vatandaşlık” kavramsallaştırmalarının mevcut olmadığı Suudi Arabistan, Yemen ve Bahreyn gibi toplumlarda ise “mezhep,” siyaset ve iktidar mücadelesinin temel şekillendiricisi olmaktadır.
    Bu açıdan bakıldığında “mezhep” Ortadoğu siyasetinin tartışılmaz parametrelerinden birisidir ve uzun süre de öyle kalacaktır. Dolayısıyla 1918 sonrası oluşturulan status quo üzerinde de etkili olan “mezhep”in günümüz “Ortadoğu”sunun temel ayrıştırma ve fay hattı haline gelmesi şaşırtıcı değildir. Ortadoğu’nun yeni düzeninin belirlenmesi alanında yaşanan mücadeleye katılan bölgesel güçler de “mezhep” kartını kullanmakta, el-Kaide ve DAİŞ benzeri sınırları reddeden örgütler ise bu temeldeki çatışmayı tırmandırmaktadır.
    Bu nedenle “mezhepçilik”in eleştirilmesi, onun vatandaşlık temelli “siyasal toplum” oluşturma önünde oluşturduğu engellerin vurgulanması ne denli anlamlıysa, “mezhep”in belirleyiciliğinin anlaşılması da aynı derecede önem taşımaktadır. Başka bir ifadeyle “mezhep”in oynadığı rollerin önemsizleştirilmesi Ortadoğu’da uzun vâdede “siyasal toplum”lar yaratılması için gereklidir. Buna karşılık realpolitik kısa vâdede “mezhep” temelli sorunların ve çatışmanın ancak onun öneminin anlaşılması ve ona doğal bir “yaşam alanı” sağlanmasıyla çözüleceğini ortaya koymaktadır.

    Aşırılığın güçlenmesi
    Geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan’ın başını çektiği askerî müdahale ile iç savaşın tırmandığı Yemen örneği “mezhep” temelli çatışmanın “mezhepler” adına hareket eden “köktenci” yapıları nasıl ön plana çıkarttığını ortaya koymuştur. Saadah merkezli Ensarullah ile ülkenin el-Javf, Marib, Hadramut vilâyetlerinin değişik bölgelerinde fiilî egemenlik kuran el-Kaide ve Cemaat Ensarü’l Şeria’nın da katılımlarıyla fazlasıyla genelleştirici bir ifadeyle “Şiî-Sünni” çatışması olarak sunulan mücadele, aşırılık yanlısı yapıların bölgede ne denli güç kazandığını da göstermektedir. Zeydî eski cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih ve onun yerine aynı göreve gelen Sünnî Mansur Hadi’nin farklı örgütlenmelere verdikleri destek ve değişik aşiretlerin ittifakları ile daha da karmaşık hale gelen iktidar mücadelesi gerçekte basit bir mezhep çatışmasının oldukça ötesindedir. Ama sorun “mezhep”in bu çetrefil mücadelede nasıl ön plana çıkabildiğidir.
    Burada sorulması gereken soru neden pek çok önde gelen Zeydî âlimin de “aşırı” bularak eleştirdiği, Sanaa benzeri Zeydî merkezlerinde bilhassa üst sınıflardan destek görmeyen Ensarullah hareketinin nasıl olup da Zeydî toplumunun sözcüsü olarak hareket etmesinin mümkün olabildiğidir. Madalyonun ters yüzünde ise el-Kaide ile Cemaat Ensarü’l Şeria’nın Sünnîler adına benzeri bir temsilciliğe soyunma gayretleri bulunmaktadır.
    Tarihî süreç gözönüne alındığında “mezhep”lere doğal yaşama alanı tanımama ya da onların “doğru olmayan inançlarını düzeltme” baskısının sadece çatışmayı tetiklemekle kalmayarak “mezhep”i diğer tüm kimliklerin önüne geçiren “aşırı” yaklaşımları da güçlendirdiği görülmektedir.
    Yemen örneğinden yola çıkacak olursak, Zeydî hukukunun uygulanmasına karşı çıkarak büyük bir çatışmayı göze alan Osmanlı merkezi 1911’de Daan anlaşması ile İmam Yahya Hamideddin ile uzlaştığında bölgedeki sorunlar on binlerce hayata mâlolan bir mücadeleden sonra çözülebilmişti.
    Osmanlı Devleti, Sanaa’, Hajjah, Kavkaban, Amran ve Haraz gibi Zeydî nüfûsun çoğunlukta olduğu yerleşim alanlarında bu mezhep hukukunun uygulanmasına izin verdiğinde o zamana kadar en büyük tehdit olan Zeydîler merkezin bölgedeki en önemli destekçisi haline gelmişlerdi. Yarımadadaki Sünnî liderlerin isyan örgütlediği ya da İngilizler ile savaş sonrası düzeni için pazarlığa oturduğu I. Dünya Savaşı’nda, İmam Yahya ve Zeydîler, yaptıkları anlaşmaya sonuna kadar bağlı kalmışlardı.
    Tahlilimizi bir diğer örnekle desteklersek, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde İstanbul ile Irak’daki Şiîler arasında kurulan yapıcı ilişkiler ve kültürel alanlarda tanınan serbestlikler, Necef ve Kerbelâ’daki müçtehidler ve takipçilerinin merkeze güçlü destek vermeleriyle neticelenmişti. İlginçtir ki, Osmanlı “Cihad-ı Ekber”inin etkisi fazlasıyla sınırlı olurken, Şiî müçtehidler çok sayıda “cihad fetvası” ile takipçilerini İngilizlere direnmeye çağırmışlar ve bu davet genel kabûl görmüştü.

    Karşı çıkarken anlamak
    Bu açıdan ele alındığında “mezhepçilik”i eleştirmek kadar “mezhep”in Ortadoğu’da taşıdığı önemi anlamak gerekmektedir. “Mezhepçilik”i ortadan kaldırma ya da “sapma olduğu” gerekçesiyle “mezhep” ile çatışma onu güçlendirme ve aşırı eğilimlerin onun adına konuşabilmesini sağlayabilmektedir.
    Bu nedenle eşit, seküler vatandaşlık temelli, “kimlik siyaseti”nin zayıfladığı “siyasal toplum”lar yaratmaya çalışırken, mensupları tarafından aidiyetine büyük önem verilen mezheplere kendilerini ifade, geliştirme ve farklılıklarına sahip çıkma imkânları tanınmalıdır.
    Aksi davranışların toplumu söz konusu hedeflere taşıma yerine çatışmaya zemin hazırlayabileceği ve “aşırı eğilimleri” temsilci durumuna sokabileceği gözden uzak tutulmamalıdır. Irak, Suriye, Bahreyn ve Yemen’deki gelişmeler bu gerçekliği acı örneklerle ortaya koymaktadır.
    Bu örnekler tüm Ortadoğu için laboratuvar hizmeti sunmaktadır. Dolayısıyla bu gelişmelerden seküler vatandaşlık temelli “siyasal toplum” yaratma konusunda ciddî mesafeler katetmiş olan Türkiye’nin de çıkaracağı önemli sonuçlar olmalıdır. Alınmış olan yol nedeniyle Türkiye’nin “zaten parçası olmadığı” Ortadoğu’da meydana gelen olaylardan alacağı ders bulunmadığını düşünmek yanıltıcı olabilir. Bu tür saplantılardan uzak durabilenlerin çıkarabilecekleri ders ise şüphesiz hayatî ehemmiyeti haizdir.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/04/05/mezhepcilik-elestirilmeli-ama-mezhepin-onemi-anlasilmalidir

  22. Anonim

    İslam’la gelen inançların sınırlandırdığı, değişmez koşullara bağladığı bir ortamda bireysel tepkilerin doğmasını önleyecek bir engel uzun süre dayanabilir mi? Bu sorunun yanıtı, bu çalışmanın konusudur; varılan sonuç böyle bir engelin kolayca yıkıldığını, daha açığı bu engelin kılık değiştirerek kendisini yıkanın gölgesinde yaşamaya çabaladığını göstermektedir. Bunun da en yaygın örneği Süleyman Çelebi’nin (öl. 1421-?) yazdığı Mevlid’dir (Mevlid, gerçekte, şeriat ilkelerine aykırıdır, ona dine sonradan sokulan anlamında “bidat” denir). Olaya bu açıdan bakılırsa, bütün tarikatlar dinin özüne aykırıdır. Peygamber’in yaşadığı gibi yaşamak gerekirse, bütün İslam toplumlarını 1400 yıl geriye götürmek, bütün çağdaş olanaklardan yoksun bırakmak kaçınılmazdır. Özellikle kızların, kadınların okutulmaları, toplum kurumlarında görev almaları, çağdaş ev donatım gereçleri, giyim kuşam biçimleri, yemek yeme gelenekleri, mutfak, sofra, tarım düzeni, ev kurma biçimi, yapı düzenlemeleri, ulaşım-iletişim araçları yasaklanmalıdır, sözün kısası çağımızın bulduğu, geliştirdiği, yarattığı ne varsa atılmalıdır.
    Bunlar okuyucuya çok gülünç gelebilir, ancak İslam dininin yapısı böyledir işte. Tarikatların dinle ilgili olmadığı çok açık bir olaydır. Ancak toplumsal bakımdan kaçınılmazdır. İslam düşüncesinin doğduğu ortam uygarlığın gelişmesine elverişli olmayan verimsiz bir alandı. Bu nedenle orada büyük bir tarım atılımı sağlanamamıştır. İşte tarıma, üretime elverişli ülkelerde yayılmaya başlayan İslam inancı, çok eski uygarlıklarla karşılaşınca isteneni veremedi, yenilgiye uğradı. Yeni din, eski inançların beslediği odakları geliştirecek güçten, verimlilikten yoksundu, insanları doyuma ulaştırma olanağı yok denecek oranda azdı, yetersizdi. Çin, İran, Hint, Anadolu, Yunan, Roma, Mezopotamya (Babil, Asur, Sümer, Akad), Mısır uygarlıkları karşısında bütün gücünü Kur’an’la gelen buyruklardan alan bir inanç düzeni ne yapabilirdi? Hangi uygarca soruna, bilimsel araştırmaya yanıt verebilirdi? İşte bütün tarikatlar, mezhepler, inanç kurumları yukarıda sergilenen sorulara karşılık bulma gereksiniminden doğmuştur. Anadolu şiirinde tanrıyla ilgili sorunların açıklanmasını da bu gereksinimin özünde aramalıyız. Kişi, düşündüğü sürece, gereksediğini bulma eğilimindedir, düşünmenin olmadığı yerde doğal gereksinmeleri dışında bir istek bulamayız. Bugün İslam ülkelerinde verimli, büyük yeraltı kaynaklarını işleten, gelirine gelir katan ortaklıkların hangisi İslam’a yabancı kökenli değildir? Bunun en açık örneği yeryağı (petrol) ortaklıklarıdır. Hangisinin kurucusu Müslümandır, işleticisi Kur’an buyruklarına bağlıdır? Hangi İslam ülkesi Kur’ana dayanarak topraklarını, bağımsızlığını savunabilecek savaş araçlarını yapacak durumdadır? Bu sorunları şiir alanına aktardığımızda yeni bir çözümün gerektirdiği uygarlık verileriyle yüzyüze gelirsiniz. Siz yine bunların yazınla, şiirle ne ilgisi vardır deyip durun. Burada eskiyi savunanlara verilebilecek yanıt şudur: Eski inançlar, gelenekler çağımızın insanını doyuma ulaştırmıyor, onun toplumsal-bilimsel gereksinimlerini karşılamaya yetmiyor.
    İsmet Zeki Eyüboğlu – Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar

  23. Anonim

    ABD-İran Ortadoğu Projesi ve Dengelerin Geleceği
    Bahadır Kurbanoğlu

    Lozan’da ABD-Batı ile İran arasındaki müzakereler detaylı bir siyasi çerçeveye oturtuldu. Henüz imzalar atılmadı ve haziran ayı bu işin takvimi olarak belirlendi ama Nükleer konusundaki detaylarda anlaşıldı.

    Daha önce totalde 20.000 olan santrfüj sayıları 6.000 ile sınırlandırılırken, yüzde 3.6’nın altında bir nükleer zenginleştirme kabul edildi. (ki İran zaten müzakereler boyunca yüzde 3.5’e razıydı.) İran platinyum reaktöründeki çalışmayı da durdurmakla birlikte, tesislere geniş denetim hakkını da kabul etti.

    İşin diğer ve daha önemli vechesi yaptırımlar konusu. İnsan hakları, balistik ve nükleer başlıklı füzeler ve teröre destek konuları dışındaki yaptırımların kalkacağı üzerinde -zamanlaması hariç- anlaşıldı. İran antlaşmada bunların hemen tatbikinin yer aldığını bildirirken, Obama, altı aylık bir prosesten ve taahhütlere uyulmadığı takdirde yaptırımların geri gelebileceğinden bahsetti.

    Kim Ne Kazandı? Ufukta Ne Görünüyor?

    Öncelikle belirtmekte fayda var ki, tüm iç tartışmalara rağmen bu görüşmeler ABD açısından hükümetler-üstü bir politikayı içermekteydi. Her ne kadar başta İsrail, ABD senatosundaki kendisine yakın Obama muhaliflerini de harekete geçirerek bu süreci ABD iç politikasına ilişkin bir malzeme haline getirdiyse de ne bu girişimlerinde, ne de “İsrail’in varolma hakkı”nın tanınmasının masaya getirilmesinde başarılı olamadı. ABD Dışişleri’nden konunun sadece “nükleer müzakereler ve yaptırımlar” ile sınırlı olduğunun altı kalınca çizildi.

    Öte yandan tarihsel olarak ABD Başkanı Eisenhower döneminde “Barış İçin Atom Projesi” kapsamında İran’ın nükleer programını kuran ülkenin de ABD olduğunun altını çizmek gerekli. Bu açıdan başlangıçta kurulan hedeflere geri dönüş sürecine girildiği, 1979 İran İslam devrimi öncesi siyasi ortaklıklara doğru dengelerin değiştiği ve sürecin, hedeflerini Asya-Pasifik’e doğru kaydırmak isteyen ABD’nin Ortadoğu politikaları ile doğru orantılı olarak işlediği yazılıp çizilenler arasında.

    ABD’nin Obama ile birlikte, Ortadoğu’dan Asya Pasifik’e yönelim stratejisinde arkasında nasıl bir Ortadoğu bırakacağı, nasıl bir tablo arzu ettiği ise Irak işgalinden bu yana İran ile sürdürülen ilişkilerin de belirleyeni oldu. ABD Ortadoğu’da -amiyane tabirle- kendi girdiği kavgaları devralacak, bu maliyetleri üstlenecek ve kontrollü kaosu sürdürecek bir proksi güç olarak İran’ın kendisini ispatladığını test etti. İran, ABD’nin yol açtığı zeminde -hem yumuşak güç/soft power güç hem de sert güç/hard power politikalarına dayalı olarak- kendi yayılmacı siyasetine fırsatlar devşirirken, hem küresel cihadcı “ortak düşmanlar”a karşı kararlılığını ve kullanılırlığını ispat etmiş oldu, hem de Suud ile karşıtlık zemininde oluşturduğu hinterland kavgası ABD’nin arzu ettiği “it dalaşı” zeminini besledi.

    ABD’nin bu politikası her ne kadar Irak ve Suriye’de İran ile birlikte hareket etmesini beraberinde getirse de, Yemen’de hem İran’ın bu maliyetli süreci kaldıramayacağını görmesi, hem de İran’ın haddini aşmasının dengeleri zorlayıcı biçimde Suud ve KİK üzerinde olumsuz etki yaptığını düşünmesi Yemen’de Suud ve koalisyonla birlikte hareket etmesini beraberinde getirdi. Bu tam da ABD’nin istediği şeydi. İran ve Suud’un başını çektiği “karşı koalisyon”un dengeli bir şekilde kendi aralarında kaotik bir sürecin devam ettirmeleri ABD’nin tam da arzuladığı ve uzun vadeli olarak Ortadoğu’nun resmi olarak görmek istediği şeydi. (ABD’li mahfillerde Yemen için bugünlerde Libya benzetmesi yapılmasını sadece muhtemel gelişmelere ilişkin bir analiz değil, bir temenni olarak da okumak gerekli. Yemen’in Libya olması demek hem İran-Suud kavgasının devam etmesi, hem Suud’un Güney sorunuyla boğuşup maliyetlerinin artması ve hem de Suriye-Irak cephelerindeki muhtemel etkinin sınırlandırılması demek.)

    İran açısından konuya yaklaştığımızda ise sadece kendi hinterlandında değil, K.Afrika’dan Körfez’e, Kafkaslar’dan Asya’ya sevilmeyen, ajandaları olan, sadece Sünni örgüt ve kurumsal yapıların değil, tüm Sünni halkların nefretini kazanmış (hatta Arap Şiiler tarafından da Şiiliği kullanıp Fars siyaseti güderek kendilerini kullanmakla eleştirilen) ve ve yalnızlaşan bir İran tablosunun siyasi olarak; üretimin yokluğu, döviz rezervlerinin erimesi, petrol üretiminin düşmesi, enflasyonun artışı, düşen petrol fiyatlarıyla birlikte sıkışan ekonomi ve yıllardır sahada beslediği güçlerin (Kudüs Ordusu ve uzantısı milis güçler, Husiler, Lübnan Hizbullahı…) ve Suriye-Irak’taki yıllara dayalı maliyetli süreçlerin getirdiği bedeller anlamında ekonomik; yani hem siyasi hem de ekonomik açıdan sıkışmış bir İran tablosu ortaya çıkmakta idi.

    Üstelik bugünlerde Yemen siyasetinden ötürü bölge ülkelerinin kendisine yönelik kararlı tutumlarının bir ters dalgaya dönüşme ihtimalinin bile Şam’da ortak cephe, Suriye’nin güneyinde ilerleme ve İdlip gibi bazı şehir ve bölgelerin ele geçirilmesi olarak yansımasının yarattığı sinerjiyle, Irak’ta da Arap aşiretlerinin desteklenmesine evrilebileceği beklentileri İran açısından bu sıkışmışlığın muhtemel gelecekteki resmini ortaya koymaktadır.

    Dolayısıyla İran için yaptırımların kalkması demek öncelikle ekonomik açıdan tam anlamıyla bir can simidi anlamına gelmekte. Ülkeye sıcak para girişi, yabancı yatırımların artması…gibi çağdaş dünyanın tüm nimetlerinden yararlanacak olması bir yana; aynı zamanda 1979 İran İslam devrimi ve Camp David sürecinden bu yana karşıtlık zemininde gelişen ve İran’ın tehdit algısı içerisinde hareket etmesini beraberinde getiren ABD-Batı ile karşıtlık zemininin onarılması, hatta Şah dönemini aratmayacak (yani bölgede Batı’nın çıkarlarını da temsil eden bir yapı) stratejik ortaklıkları beraberinde getirebileceği tahminlerini geliştirmek de bugünlerde tahlil-i adiyeden oldu. ABD-İran arasındaki bu flörtün ve hatta ilerleyen ilişkilerin elbette bölgede ve dünyada ülkeler arası dengeleri, askeri, ekonomik ve stratejik antlaşmaları etkileyebilecek boyutları da var.

    Nasıl ki Şubat 79’daki İran İslam devriminin ardından Mart 79’da Camp David’de Mısır, Rusya ekseninden ABD-İsrail eksenine geçmiş, bu hamleye karşı Aralık 79’da Rusya Afganistan’ı işgal etmiş, Eylül 80’de Türkiye’de bir NATO darbesi olmuşsa; yani İran İslam devrimi ABD-Rusya arası hamleler zincirini harekete geçirmişse; aslında günümüzdeki Ukrayna krizi de, Sisi Mısır’ının Rusya ile son dönemlerde ciddi stratejik ittifaklara imza atması da, Rusya’nın İran ile askeri ve jeostratejik alanda ittifakları geliştirmesi karşılığında ABD’nin İran ile karşı hamleler ortaya koymasının içiçe geçişiyle, Gezi, 17-25 Aralık ve seçim sathı mailinde başlayan ve gelişmesi beklenen hadiselerin bağımlılık ilişkisi de bir o kadar açık. İşin gerçeği nükleer müzakerelerinin geldiği aşama, dengeler konusunda yakın gelecekte KİK üzerinden “Sünni İttifak” denen yapıyı da kavileştireceği ve etkin hale getirebileceği gibi Rusya-Türkiye, Rusya-İsrail, Suud-İsrail arasındaki ittifak zeminlerini de hareketlendirebilir. Nitekim bu süreç aynı zamanda karşılıklı güç mücadelelerinin sahadaki örgütlerin güç ve perspektiflerini de etkileyecek ve onların rolüne devletlerin de ekleneceği (İran’ın bu konudaki katkıları zaten ortada) bir forma da bürünebilir. Suud ve partnerlerinin Yemen’e fiili müdahalesiyle (ve yakın gelecekteki muhtemel kara operasyonu da hesaba katılırsa) geleneksel finansör rolünden sahaya inmek zorunda kalışları gibi. Ya da tarihe referansta bulunursak dün (kırk yıldan fazla bir zaman önce) Mısır’a karşı Yemen’i Husilerle birlikte koruyan Suud’un yıllar sonra sahada Körfez ve Mısır’ın da dahil olduğu bir hattı sahada etkili olmak için oluşturmak zorunda kalması gerçekliğinde olduğu gibi.

    Taşlar yerinden oynarken, özellikle bölgesel dengelerin hızlı akışına şahit olmamız yakın gibi gözükmekte. Ancak yakın ve orta vadede değişmeyecek gibi görünen gerçek, Ortadoğu’nun müslüman halklarının adeta kaderi haline getirilmek istenen mezhep savaşları ve zulüm cenderesi!

    ABD-Batı sayesinde zaaflarını onaracak ve güçlenecek bir İran’a müslüman halkların sevinememesi ve hatta daha güçlü bir bela olarak sahadaki konumunu güçlendirip ABD-Batı’nın da proksi gücü gibi hareket etmesinin daha büyük fitneleri de körükleyecek olması; bunun karşısında oluşacak yeni ittifakların tüm gücünü bu gelişmelerin engellenmesine teksif edecek olması, birilerinin korkularını ve umutsuzklarını artırsa da, “büyük resmin içinde” ya da “sahada” fark etmez hepimizin bir imtihanın parçaları olduğumuz gerçeğini ortadan kaldırmamakta bütün bu gelişmeler.

    Tüm Hesapların Üstünde Bir Hesap Vardır

    Kimbilir belki de Ortadoğu’ya “Vahdet” tüm bu karşılaşmaların kaçınılmaz sonuçlarından sonra gelecek. Öyle ya, İran sokaklarının bir bölümü artık mazlum halklar için değil ABD-Batı-İran yakınlaşmasının getireceği “özgürlük” ortamları vaadine sevinirken, kimimiz de İdlip, Hama, Humus, Şam, Bağdat’ın mazlum halklarının “özgürlüğü” için çırpınıyoruz. Kimimiz Türkiye’yi merkeze koyup Suriye ve Irak sahasındaki akörleri İran-Türkiye çatışma hattının “vekalet savaşçıları” gibi görüp, uluslar arası çıkarlar gereği her an harcanabilecek piyonlar hükmünde varsayarken, kimimiz de onları mazlum ümmetin bir parçası; Rablerine “bir veli, bir kurtarıcı yok mu!” diye niyazda bulunan analarımız, bacılarımız, kardeşlerimiz ve onların velileri olarak görüyor. Allah’tan “İran ve Suud anlaşırsa ne olacak bu hükümetin hali?” diye bedduaya duranlarımızın sayısı ve gücü bir hayli azaldı da, düşen maskeler sayesinde vicdanları kanatacak olanların etkisi bir parça geriledi. Halihazırdaki dengeler de bunların iştahlarını kursaklarında bıraktı. (Nasıl bir hüsrandır ki, adamlar “acaba İran-Suud yakınlaşmasından Ortadoğu halklarının maslahatına hayırlı gelişmeler sadır olur mu?” diye duaya durmuyor da; zaten olasılık yüzdesi sıfıra yakın olan böylesi bir senaryoya sığınarak “ihtimal dahilinde bu sefer bu hükümet yerle yeksan olabilir mi?” diye iç geçiriyor!) Bunların “terörist” dedikleri sahada, halklarımız adına kazanımlar elde etmeye başladı. İnşallah gelişmelerin Irak’a, Irak halkına, Irak’taki aşiretlere de yansımaları olur da; büyük resimlere odaklanıp onların hesaplarını kadiri mutlak olarak addedenlerin sükutu hayalleri daha bir derinleşir. Tıpkı Suriyeli muhaliflerin dört yıldır bütün o hesapları altüst etme, küresel ve bölgesel güçlerin maskelerini düşürme, bölgesel zalimlere korku salıp hiçbirinin hem “zulüm ve merk tahtı”na oturup hem güvenlikte olamayacağını ispat etme ve halkların özgürlük ve adalet yolundaki çabalarından artık asla geri dönüş olamayacağını, herkesin hesabını buna göre yapması gerektiği mesajını deklare etme yönünde yol alıp hiçbir engel tanımadıklarını defalarca ortaya koymaları örneğinde olduğu gibi. Gün gelir devran döner. Tüm hesapların üstünde “öngörülmesi imkansız” bir hesap vardır.

    http://www.haksozhaber.net/abd-iran-ortadogu-projesi-ve-dengelerin-gelecegi-28965yy.htm

  24. Anonim

    Osmanlı Milletler Topluluğu Hayali

    Kerem Dağlı

    En son Abdurrahnman Dilipak “Erdoğan nereye koşuyor?” başlıklı yazısında bahsediyor Osmanlı Milletler Topluluğu’ndan. Erdoğan’ın başkanlık sistemini neden istediğini ve ne istediğini anlatırken Osmanlı Milletler Topluluğu’nun gerekliliğini de vurguluyor.

    Tabii Osmanlı Milletler Topluluğu’ndan ilk bahseden Dilipak değil. Meseleyi 2006 yılında, o zamanki cumhurbaşkanı Gül’ün Cezayir gezisine kadar uzatmak mümkün. Daha evveli de var ama o kadar gerilere gitmeye gerek yok. O tarihte gazeteler Cezayir cumhurbaşkanının Gül’e, “Osmanlı Milletler Topluluğu kuralım. İngiltere Commonwealth denen Britanya Milletler Topluluğu’nu eski sömürgeleriyle kurdu. Biz Osmanlı’yı hiçbir zaman sömürgeci görmedik. Güçlü olduğu kadar hoşgörülü Osmanlı düzeni günümüzde de uygulanamaz mı? Biz Osmanlı’nın parçasıyız. Osmanlı’yı biz Cezayirliler Cezayir’e davet ettik ama gitmesini istemedik” dediğini yazıyorlar. Güya Cezayir cumhurbaşkanı Buteflika önce Gül’e, birkaç yıl sonra da o zamanki dışişleri bakanı Davutoğlu’na aynı şeyleri tekrarlamış. Buteflika’nın bu sözleri, o günden bugüne, Osmanlı Milletler Topluluğu savunucularının en temel dayanak noktası.

    Sonra 2008’de de Hasan Celal Güzel el atmış meseleye ve şunları söylemiş: “Milletler Topluluğu’nun İngiltere’ye ne derece önemli bir statü kazandırdığını izah etmeye lüzum yoktur. İngiltere Kraliçesi’nin ziyaretini takip ederken, aklımıza milletimizin kurduğu muhteşem cihan devleti, Osmanlı İmparatorluğu geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altındaki topraklarda bugün 45 ülke bulunmaktadır. İşte böyle bir imparatorluğun en tabii ve meşrû vârisi Türkiye Cumhuriyeti’dir. Cumhuriyetimizin yönetim şekli elbette Osmanlı’dan farklıdır. Ancak Osmanlı’nın sosyal, ekonomik ve kültürel mirasını devraldığımızı, ideolojik peşin hükümlerden sıyrılarak kabul etmemiz gerekir.”

    2010’da da Washington Post gazetesi yazarı Jackson Diehl, Davutoğlu’nun kendisine Türkiye’nin eski Osmanlı ülkeleri üzerinde liderliğini yeniden kurma hayalinden bahsettiğini yazıyor. Nitekim Davutoğlu da “Osmanlı Milletler Topluluğu” ya da “Yeni Osmanlıcılık” gibi kavramları kullanmamakla beraber, bunları kastettiğini kabul ediyor.

    Bugün ise Osmanlı Milletler Topluluğu kavramı Erdoğan’ın dilinden düşürmediği başkanlık sistemiyle özdeşleşmiş durumda. Bu yüzden Dilipak yazısında Erdoğan’ın kafasındaki başkanlık sistemini anlatırken onun Türkiye’yi ulus-devlet kalıplarının dışına taşımak istediğinden, daha büyük bir Türkiye hayali kurduğundan, 100 yıl önce çizilen sınırları kaldırmak istediğinden, uluslararası düzene itiraz ettiğinden, Batılı ülkelerin tabularına dokunduğundan bahsediyor. Erdoğan’ın İslam dünyasına örnek olduğunun altını çiziyor. Nasıl ki İngilizlerin, Fransızların Milletler Topluluğu varsa bizim de Osmanlı Milletler Topluluğumuz olabilir, bir “Milletler Topluluğu Meclisi” kurulabilir diyor. Osmanlı Milletler Topluluğu’nu başkanlık sisteminin doğal bir parçası olarak tahayyül ediyor.

    Kuşkusuz Osmanlı Milletler Topluluğu savunucuları Erdoğan, Davutoğlu veya Dilipak’tan ibaret değiller. Çok geniş bir koro, toplu halde bu şarkıyı yıllardır terennüm etmektedir. Onlara soracak olursanız, geçmişte Osmanlı’nın hakimiyeti altında bulunan topraklarda (özellikle de Ortadoğu’da) huzur ve barış ortamı hüküm sürüyordu. Bugünse aynı topraklarda savaşlar kol geziyor, halklar acı içinde kıvranıyor ve bunun düzelmesinin tek yolu da Osmanlı barışının yani “Pax Ottomana”nın tekrar vücut bulması! Neo-Osmanlıcılar diyorlar ki Ortadoğu’da akan kanı ancak biz durdurabiliriz. Osmanlı’dan sonra bir türlü iflah olmayan Arap alemini ancak biz diriltiriz. Hem Arapları biz kendilerinden bile daha iyi yönetiriz! Ulus-devletlerin artık miadını doldurduğundan bahisle, Osmanlı Milletler Topluluğu altında bir araya gelecek Ortadoğulu ulusların daha müreffeh yarınlara yelken açacağından dem vuruyorlar. Gittikçe azdırılan mezhep çatışmalarının da Osmanlı Milletler Topluluğu altında son bulacağını iddia ediyorlar.

    Bu iddialarına kanıt olarak da bu coğrafyadaki halkların yüzyıllar boyu Osmanlı hakimiyeti altında barış içinde huzurla birarada yaşadığı palavrasını gösteriyorlar. Güya Osmanlı sultası altında yaşayan halklar bu durumdan pek memnunmuş! Bugün 110 ülkeye dağılmış olan Müslümanların koruyucusu Osmanlı hilafeti imiş. Bu halklar zekatlarını hilafete gönderiyor ve Osmanlı da başlarına bir iş geldiğinde onların yardımına koşuyormuş. Osmanlı sadece Müslümanları değil, Katolik Hıristiyanları, Ortodoksları, Yahudileri ve daha pek çok farklı dine mensup toplulukları şefkatle kucaklıyormuş. Ayrıca Osmanlı çok kültürlü ve milletli olduğundan, sadece Türkler değil, Ermeniler, Yahudiler, Rumlar ve Araplar da barış ve huzur içinde bir arada yaşıyorlarmış. Üstelik biz İngilizler ya da Fransızlar gibi sömürgeci de olmadığımızdan, hâkimiyetimiz altındaki topraklarda yaşayan halkları sömürmek ya da acımasızca ezmek gibi bir durum da söz konusu değilmiş.

    “Osmanlı Milletler Topluluğu” emperyalist niyetlerin kılıfıdır

    Tarihi gerçekleri bilmeyen, tarih bilgisi “milli tarih” derslerinde anlatılanlardan ibaret olanlar bu yalanlara kanabilir elbet. Ama gerçekler bu anlatılanlardan epeyce farklıdır. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir ki, Osmanlı Milletler Topluluğu’nu savunanların derdi Arapların veya diğer Ortadoğulu halkların barışı veya huzuru değil, Türkiye egemen sınıfının emperyal çıkarları ve niyetleridir. Osmanlı Milletler Topluluğu da bunun kılıfı olmaktadır. Tıpkı Tevhid-i İslam yani İslam Birliği gibi. Benzer şekilde Osmanlı Milletler Topluluğu savunuculuğunu neo-Osmanlıcılıktan ayrı ele almak da mümkün değildir. Çünkü neo-Osmanlıcılık da özünde Türkiye’nin eski Osmanlı topraklarını oluşturan coğrafya üzerinde daha etkili yani emperyalist bir dış politika izlemesini ifade etmektedir.

    Türkiye’nin yıllardır izlediği dış politika, bu açıdan bariz kanıtlarla doludur. “Komşularla sıfır sorun”, “barışçıl dış politika” laflarının havada uçuştuğu ve neredeyse kimi Ortadoğu ülkeleriyle ortak pazarlar kurulduğu (!) zamanlarda bile Türkiye sağa sola asker göndermeye, üsler kurmaya, sınır ötesi askeri operasyonlar yapmaya, Kürt halkına yönelik haksız savaşı sürdürmeye, emperyalist güçlerle her türlü kirli pazarlığı ve işbirliğini yapmaya, Filistin halkının mağduriyetini kendi çıkarları için kullanmaya, kısacası halkların başına çorap örmeye devam etmiştir. Bu cicim yılları geçip Arap halkları birbiri ardına isyana durunca ve Ortadoğu’da dengeler değişmeye başlayınca, Türkiye’nin izlediği politikaların emperyalist özü de daha bir açığa çıkmıştır.

    Güya Arap ve Müslüman halkların hamisi olan Türkiye, Suriye’deki iç savaşta bizzat taraf olmuş ve çatışmaları körüklemiştir. Diğer Arap ülkelerinde de Müslüman Kardeşler ve benzeri İslamcı hareketleri destekleyerek, onlarla ortak iş tutarak buralardaki burjuva kapışmalarda taraf olmuştur. Bölgede hegemonya kurabilmek için hemen her ülkenin iç işlerine el atmış, çatışmaları kışkırtmaktan çekinmemiştir. Yetmemiş, Ortadoğu’yu kan denizine döndürebilecek kadar tehlikeli olan bir oyunu, yani mezhep çatışmalarını körüklemiştir. Sünni cephenin başına geçmek için yeri gelmiş Mısır’la, yeri gelmiş Suudi Arabistan’la kapışmıştır. Katar’da askeri üs kurma hazırlıkları içindedir. Yemen’e saldıran güçleri desteklemektedir ve İran’la da karşı karşıya gelmiştir.

    “Osmanlı hoşgörülüydü” yalanı

    Bu gerçekliğin yanı sıra, Osmanlı Milletler Topluluğu’nu savunanların Osmanlı dönemini anlatırken çizdikleri pembe tablo da yalanlardan ibarettir. Bir kere Osmanlı fetihlere, yani savaşlar yoluyla yeni toprakların ele geçirilmesine dayanıyordu. Ele geçirdiği bu topraklardaki halkları “reaya” yani padişahın kulu, kölesi olarak gören despotik anlayışın tek bildiği de topladığı ağır vergilerle bu halkların belini kırmak, onları sürekli yoksullaştırmaktı. Osmanlı sarayında padişah ve devletlûlar zevk-ü sefa içinde hayat sürerken, Anadolu’da bıraktık gayri Müslimleri, Müslüman Türkler bile inim inim inliyordu. Gayri Müslimlerden ise ek vergiler yani haraçlar alınıyor, erkek çocuklarına devşirme yoluyla zorla el koyuluyordu. Savaşlarda ele geçirilen gayi Müslim kadınlar ise köle pazarlarında satılıyor ya da padişahın hareminde cariye adı altında köleleştiriliyordu. Reaya denen ve padişahın kulu olarak görülen Osmanlı tebasının zaten doğru dürüst bir hakkı yokken, gayri Müslimlerin durumu daha da fenaydı. Adalet sistemi berbat durumdaydı ve çoğu yerde halk yerel yöneticilerin zulmü altında inliyordu. Sırf bu yüzden çıkan isyanların haddi hesabı yoktu. Osmanlı, 600 yıl boyunca bu topraklarda hüküm sürmüş asyatik-despotik, yayılmacılığa dayalı zorba bir hükümdarlıktı.

    “Milli tarih” kitapları tarihi çok farklı anlatsalar da, Osmanlı zulmü altında yaşamış Araplar, Rumlar, Ermeniler ve diğer halklardan kalan tarihi belgeler gerçekliği olanca çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Zaten “millet-i sadıka” denilen Ermenilerin dahi en sonunda soykırıma uğratılarak yok edilmeleri, Osmanlı’nın ne denli “hoşgörülü” ve “çok kültürlülüğe açık” bir imparatorluk olduğunu bariz biçimde göz önüne sermektedir!

    Osmanlı tarihi farklı milliyetlere, dinlere ve mezheplere mensup halklara karşı yapılan zulümlerle, katliam ve kıyımlarla, zorbalıklarla, asimilasyon politikalarıyla doludur. Osmanlı’nın çoğu bölgesinde (meselâ meşhur Trabzon’da) gayri Müslim halklar baskıdan kurtulabilmek için toplu halde din değiştirmek zorunda kalmışlardır. Kılıç artığı diye aşağılanan etnik ve dini topluluklar asimile edilerek siyaseten köleleştirilmişlerdir. Hem Türk, hem Müslüman ve hem de Osmanlı’nın kuruluşunda önemli rol oynayan Alevi Türkmenler yüzyıllar boyu kırıma uğramışlardır. Osmanlı’nın iliklerine işleyen bu Alevi düşmanlığı, bugün de onun takipçisi olduğunu söyleyen egemen zihniyete içkin durumdadır.

    Osmanlı’nın hiçbir döneminde gayri Müslim halklar huzur ve barış içinde, rahatça yaşamamışlardır. Çeşitli toplulukların din değiştirmek zorunda kalmaları buna örnektir. Ayrıca gayri Müslimlere yönelik uygulamalar da eşitlikçi olmaktan son derece uzaktır. Birkaç örnek verelim. Meselâ kilise, manastır, şapel, havra veya sinagogların yükseklikleri camileri geçemezdi. Hıristiyanların evi Müslümanlarınkinden yüksek olamazdı. Gayri Müslimler kendilerine dayatılan renk ve esvapta kıyafetler giymek zorundaydılar. Cizye denilen haracı ödemek zorundaydılar. Bir Müslüman bir gayri Müslimin evinde yemek yiyemezdi. Çan seslerine kısıtlamalar getirilmişti.

    “Osmanlı Milletler Topluluğu” boş bir hayaldir

    Listeyi uzatmak mümkün ama gereksizdir. Aslında AKP ideologları da gerçekliğin anlattıkları gibi olmadığını ve geçmişte Osmanlı sultası altında yaşamış halkların bu yalanları yutmayacaklarını pekâlâ bilmektedirler. O yüzden de niyetlerinin hepsini dışa vurmaktan kaçınarak, örneğin “Osmanlı’yı yeniden kurmak mümkün değil ama Osmanlı Milletler Topluluğu’nu pekâlâ kurabiliriz” diyerek temkinli konuşmaktadırlar.

    Osmanlı’nın özellikle çöküş dönemi, imparatorluk altındaki tüm halklar için büyük felâketlere sahne olmuştur. Türkler ve Müslümanlar savaşlarda helâk edilmiş, bağımsızlık isteyen halklara, örneğin Balkan halklarına yönelik büyük ve kanlı kırımlar yapılmıştır. Bu yüzden Osmanlı Milletler Topluluğu savunucularının, içi boş ve yalanlarla dolu sözlerini bir Sırpa, Bulgara, Ruma veya Makedona yutturmaları mümkün değildir.

    Tam da bu sebeple neo-Osmanlıcılar Osmanlı Milletler Topluluğu hayalini Osmanlı’nın hüküm sürdüğü coğrafyanın tamamı için değil, sadece Müslüman halkların yaşadığı topraklar için gündeme getirmektedirler. Ama bu haliyle de Osmanlı Milletler Topluluğu içi boş bir hayaldir. Zamanında “bir koyup üç alma” politikasıyla Irak’a gözünü diken, lakin havasını alan Özal’ı, “Adriyatik’ten Çin’e” diyerek hedef gösterdiği Türki cumhuriyetlerden eli boş dönen Demirel takip etmişti. Bu kez de sıra AKP ve Erdoğan’dadır.

    Önceleri sözde barışçıl politikalarla bu hayali hayata geçirmeye yeltenen Erdoğan’ın AKP’si, gelinen noktada bu uğurda savaş dahil her türlü yolu deneyeceğini açıkça ortaya koymaktadır. Fakat AKP’nin takip ettiği dış politika büyük ölçüde iflas etmiş durumdadır. Erdoğan uluslararası alanda yalnız kalmıştır. İçerde ve dışarda herkese kafa tutan bu yaklaşımını “onurlu yalnızlık” kılıfıyla örtmeye çalışsa da gerçekler inatçıdır.

    Osmanlı Milletler Topluluğu’na konu olan Arap ülkelerinin çoğunun Türkiye’yle arası kötüdür. Dahası İngiliz Milletler Topluluğu’na (Commonwealth) özenen AKP ideologları önemli bazı hususları atlamaktadırlar. Commonwealth’in tarihsel ve maddi dayanakları mevcuttur ve bu sayede hayata geçmesi söz konusu olabilmiştir. Oysa Osmanlı Milletler Topluluğu hayalinin, bazı Arap ülkelerinde Erdoğan’a duyulan sempatinin ötesinde bir dayanağı yoktur. Ortadoğu’da yaşanmakta olan sorunlardan ve çatışmalardan kaynaklı olarak, bu ülkeleri böyle ortak bir çatı altında biraraya getirmek de zaten mümkün değildir. ABD gibi büyük emperyalist güçler dahi Ortadoğu’da zorluk çekerken, Erdoğan gibi “kifayetsiz muhteris” denebilecek birinin, üstelik de Türkiye’nin mevcut açmazlarıyla birlikte, bu hayali hayata geçirmesi söz konusu bile değildir.

    Birinci Dünya Savaşının sonrasında Osmanlı’nın parçalanması ve Ortadoğu’da oluşan ortam bu hayalin tarihsel zeminini yok etmiştir. Benzer şekilde cumhuriyet kurulurken hilafetin ve saltanatın kaldırılması da manevi temeli ortadan kaldırmıştır. Bırakalım bugünü, geçmişte bizzat Kemalistler Bağdat ve Balkan Antantlarıyla birtakım girişimlerde bulunmuş ve ikisi de kâğıt üstünde kalmıştır. Arap halklarının Osmanlı’ya duydukları haklı nefretten ise bahsetmeye bile gerek yoktur. Bugün Ortadoğu’daki İslamcı akımların temel kalkış noktasını oluşturan Vahabilik bile Osmanlı’ya karşı başlatılan isyanın ideolojik zeminini oluşturmaktadır.

    Sonuç olarak, bu koşullarda Osmanlı Milletler Topluluğu gibi bir hayalin hayata geçirilmesinin ne kadar olanaksız olduğu ortadadır. AKP ideologları da bunun belli oranda farkındadırlar. Ama Türkiye’nin emperyalist niyetlerini örtmek için bu ve benzeri ideolojik kılıflara, dayanaklara ihtiyaç duymaktadırlar. Dolayısıyla meselenin asıl vahim tarafı AKP-Erdoğan çizgisinin izlediği emperyalist politikalar ve bu uğurda Türkiye’yi her türlü maceraya sokmaktaki heveskârlığıdır. Erdoğan’ın Türkiye’yi götüreceği yer hiç de hayırlı bir yer değildir. Türkiye’nin ava giderken avlanması, emperyalist paylaşıma konu olması hiç de imkânsız değildir. Emperyalist maceralar ne Türkiye’de ne de Ortadoğu’da işçi-emekçi sınıflara fayda sağlayacaktır.

    http://marksist.net/kerem-dagli/osmanli-milletler-toplulugu-hayali.htm

  25. Anonim

    Yukarıdaki yazıda verilen örneklere ilaveten Mısır ile Suriye arasındaki siyasal birleşme (Birleşik Arap Cumhuriyeti/El-Cumhuriyetü’l-Arabiyyetü’l-Müttehide) başarısız olmuştur. Üstelik bu birlik bile bugünkü Yeni-Osmanlıcılık kadar temelsiz olmadığından yaşayabilirdi. Dolayısıyla bugünkü politikalar ham hayaldir.

  26. Anonim

    Yüz Yıl Öncesinden Öğrenilmeyen Siyaset Dersleri

    Garbis Altınoğlu

    14 Temmuz 2015

    Hüseyin Kazım Kadri’nin, 10 Temmuz İnkilabı ve Netayici (=10 Temmuz Devrimi ve Sonuçları) adlı yapıtını okurken bazı şeylerin zaman içinde ne kadar az değiştiğini ya da neredeyse hiç değişmediğini bir kez daha farkettim. II. Abdülhamit dönemini (1876-1908) sona erdiren ve İkinci Meşrutiyet dönemini açan 1908 devriminin öndegelen kişiliklerinden olan yazar, Birinci Dünya Savaşı’ndan önce kaleme aldığı kitabının bir yerinde şöyle diyordu:

    “… memleketi yaktık, yıktık, ordular sevkederek sürülerle adam öldürdük, ocaklar söndü, aileler perişan ve vatan harap oldu… Ne çare ki bütün bu işler su üzerine resim yapmak kabilinden kaldı. Geldik, vurduk, öldürdük, harap ettik ve sonra çekilip memleketi yine eski halinde bıraktık… Sonra yine yattık uyuduk… Bu bizim alışkanlığımızdır. Müzmin (=süreğen, kronuk- G. A.) hastalıklarda sert ilaçlar vermeyi bünye ve mizaç bilgisi olan bir hekim hatırına bile getirmez. Daha doğrusu iltihap halinde olan bir hastalık tedavi bile edilmez. Biz böyle mi yaptık?… Hala bu tarz tedavi etmenin fenalığını gördük ve anlamadık mı?… Nasıl adamlarız bilemem. Ne saadetten yararlanır ve ne de felaketten ibret dersi alırız.” (s. 116)

    Öncelikle, “İttihat ve Terakki” kavramıyla “devrim” kavramının yanyana getirilmesini yadırgayabilecek olan genç ve/ ya da tarih bilgisi yetersiz okurlar için şu notu düşmek zorundayım: Eski tarihle 10 Temmuz ve yeni tarihle 23 Temmuz’da meydana gelen ve İttihat ve Terakki Fırkası’nı iktidara getiren siyasal eylem -zayıf ve güdük de olsa- bir burjuva-demokratik devrimdi. Lenin, halk devrimleriyle 1908 devrimi türünden devrimleri karşılaştırırken 1905-1908 döneminde bir dizi kitle eyleminin eşliğinde II. Abdülhamit kliğinin feodal-monarşist rejimini yıpratan ve yıkan 1908 devriminin bu karakterini şöyle anlatıyordu:

    “Örnek olarak 20. yüzyıl devrimleri alınırsa, Portekiz ve Türk devrimlerini burjuva devrimleri olarak kabul etmek besbelli kaçınılmaz bir şey olacaktır. Ama bu devrimlerin her ikisi de ‘halk’ devrimi değildir; çünkü halk yığınları, halkın geniş çoğunluğu, kendine özgü ekonomik ve siyasal istemlerle, etkin, bağımsız ve hissedilir bir biçimde, bu devrimler içinde görünmezler.” (Devlet ve İhtilal, s. 50) Tahmin edilebileceği üzere çok geçmeden 1908 burjuva-demokratik devrimi tersine dönecek ve Osmanlı devletini dağılmaya ve Anadolu halklarını felakete sürükleyecek olan İttihat ve Terakki kliğinin diktatörlüğünü doğuracaktı.

    Hüseyin Kazım Kadri yukarda sunduğum alıntısında İttihat ve Terakki’nin Arnavutluk politikasının dargörüşlü ve aptalca niteliğini eleştiriyordu. Bu partinin, o zamana değin Osmanlı devletinin en sadık uyruklarından biri olan Arnavutlar’ın çok alçakgönüllü dil ve özerklik taleplerini kabul etmemesi ve yüzyıllardır silah taşımış olan Balkanlar’ın bu gururlu halkını silahsızlandırmaya kalkması 1910-12 döneminde bir çatışmaya dönüşmüş ve Osmanlı’nın Balkanlar’daki bu en sadık bağlaşığının yitirilmesine yol açmıştı. Ama onun, İttihat ve Terakki’nin Arnavutluk politikası ve bu ülkede yaptıkları hakkında söyledikleri, bu kliğin Osmanlı’nın boyunduruğu altında yaşayan diğer halklara karşı yaptıkları için de geçerlidir. Doğru olan bir şey daha varsa o da yukarda Hüseyin Kazım Kadri’den aktardığım paragrafın son tümcesidir: “Nasıl adamlarız bilemem. Ne saadetten yararlanır ve ne de felaketten ibret dersi alırız.” Evet, Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın o dönemde yaşadıklarından neredeyse hemen hemen hiçbir ders almamış gibidir; Türkiye Cumhuriyeti devletinin -sadık bağlaşık- Kürt halkına karşı politikası, İttihat ve Terakki’nin -sadık bağlaşık- Arnavut halkına karşı politikasının ikinci bir basısı gibidir. Çok alçakgönüllü dil, ulusal kimlik ve özerklik talepleri kabul etmemekte diretme, bu talepleri silah zoruyla bastırma, kendine yabancılaştırma ve böylece kendi bindiği dalı kesme politikasının sonucu Kürt halkını adeta zorla kendisinden koparma olmuştur. Zaten Öcalan’ın ve diğer PKK/ KCK önderlerinin, Türk burjuva devletinin, -sadık bağlaşık- Kürtler’e davranışından sürekli olarak yakınmalarının özü tam da bu değil midir?

    Hüseyin Kazım Kadri İttihat ve Terakki’nin, 400 yıl boyunca Osmanlı’nın boyunduruğu altında kalmış olan Suriye’ye karşı izlediği politika için de şu hayli öğretici saptamaları yapıyordu:

    “Avrupa ile Asya’nın birbiriyle karşılaştığı bir noktada yaşayan bir hükümetin birçok medeni ve insani vazifeleri vardır. Bunlardan gaflet etmek onulmaz dertler açar. Fakat kısa görüşlü adamlar ellerinde kalan hükümetler, kendi hayatlarını ve geleceklerini ordularında, donanmalarında, kendilerine zorda bulunma ve tepeleme hakkını kazandıran kanunlarında görürler… Bu hükmün en açık bir misalini Suriye’de görebilirsiniz. Burada ilme, sanayiye, hüner ve marifete… en kısa tabirle insanlığa ait her ne varsa Frenklerin malıdır ve onların hamiyyetleriyle (=çabasıyla- G. A.) vücude gelmiştir. Biz Arapçadan başka bir lisanı olmayan bu memleketin resmi haberleşmesinde, mahkemelerinde bu lisanın kullanılması lüzumunu itiraf için henüz tereddütte olduğumuz zamanlarda, Frenkler Arapçanın biz Müslümanlarca tamamiyle meçhul (=bilinmez- G. A.) kalan tarihinde, edebiyatında ve felsefesinde ne kadar değerli eserler vücuda getirmişler ve bu memlekete feyz (=bolluk, bilgelik- G. A.) ve hayat vermişlerdi. Suriye’nin hangi tarafına bakmış olsanız, orada Frenkliğin sayılamayacak kadar ilim ve irfanının ürünlerini, mekteplerini, hastanelerini görürsünüz. Suriye halkı insanlığın, medeniyetin, tekamülün (=ilerlemenin- G. A.) kendi vatanlarına, onun görünüşte sahipleri olan Türkler tarafından değil, belki, Avrupalıların çaba ve çalışmalarıyla geldiğini görecek olurlar ise, siz Allah için söyleyiniz, hangi tarafa temayül ederler? (=eğilim gösterirler- G. A.)… Sonra siz bu memlekete halkı soymaktan başka bir şey düşünmeyen cahil ve adi adamları vali diye gönderiniz; Suriye’yi kaçakçıların, haramilerin, aşağılık insanların eline bırakınız; halk insaf ve adalet yüzü görmesin; memleket yoldan, köprüden, ulaşım araçlarından yoksun kalsın… Bir vapurunuz bile şu memlekete uğramasın; şimendiferleri, limanları Fransızlar; tramvayları Belçikalılar yapsın; şehirlerin elektrikle aydınlatılmasını da onlar düşünsün; suyunuzu bir İngiliz şirketi getirsin… Allah için söyleyiniz bu memlekette ne hükmünüz ve ne haysiyetiniz ve itibarınız kalır?… İşte biz Türkler Suriye’yi soymakla meşgul olduğumuz bu kıymetli zamanlardan yararlanarak Frenkler, bu yabancılar gelmişler ve bu memleketleri muharebesiz ve gürültüsüz alıp götürmüşlerdir.” (aynı yerde, s. 183-84)

    Okur bu satırları, Türkiye Cumhuriyeti’nin 20. ve 21. yüzyıldaki Suriye politikasının ışığında değerlendirmelidir. Ankara rejimi sadece 1938-39 döneminde, Suriye’yi sömürge boyunduruğu altında tutan Fransa -ve Britanya- ile birtakım sinsi pazarlıklar yapmak ve halkına terör uygulamak suretiyle Antakya (=Hatay- G. A.) ilini kendi topraklarına katmakla ve 1950’lerin ikinci yarısında ABD’nin teşvikiyle bu ülkeyi işgale hazırlanmak ve bu amaçla sınıra asker yığmakla kalmamıştır. Bu rejim; Mart 2011’de başlayan ve zamanla yozlaşarak Suriye’yi İslami-faşist çeteler eliyle parçalama ve yıkma amaçlı bir emperyalist-Siyonist operasyona dönüşen ayaklanmaları tüm güç ve olanaklarıyla desteklemiş, Suriye’de yüzbinlerce insanın yaşamını yitirmesine ve yaralanmasına, milyonlarcasının evlerini ve topraklarını terk etmesine yol açmış ve Suriye’nin ekonomik altyapısını, fabrikalarını, doğal kaynaklarını ve kültür hazinelerini bu çetelerle birlikte yağmalamış ve tahrip etmiştir.

    Yazar kitabına 1919’da yazdığı Ek bölümünde, 1914-18 savaşı sırasında Osmanlı devletinin Suriye halkına nasıl eziyet ettiğini, bu halkı nasıl korkunç bir zulme mahkum ettiğini şu etkili tümcelerle anlatır:

    “Savaş devam ettiği müddetçe Suriye’de kalmaya mecbur olmuştum. Bu memlekette birçok zulümlerin, gafletlerin ve felaketlerin tanığı oldum ve insanlığın talihinin sefaletine ağladım. Çatışmanın ilk günlerinde Suriye halkı arasında Türkler’e karşı bir eğilim görüldü. Ne çare ki Suriye’ye musallat edilmiş olan cahil ve gafil (=özensiz, habersiz- G. A.) memurlar bundan yararlanmak yollarını bilemediler ve aksine geniş çapta zulüm ve yolsuzluklara hız vermekle herkesi kendilerinden ve hükümetten nefret ettirdiler. O derecede ki, son günlerde Müslüman, Hristiyan istisnasız, İngilizlerin veya Fransızların gelip memleketi almalarını heyecanla bekliyor olmuştu… Valilerimizin çoğunluğunun işlerini ve uygulamalarını zulüm, yolsuzluk, sefahet ve kumarbazlık gibi birkaç sözle özetlemek mümkündür.” (aynı yerde, s. 220-21) Yazar sözlerini şöyle sürdürüyordu:

    “Mükellefat-ı harbiye (savaş özel vergileri) adıyla halktan gasbedilen mallar savaşın ilk etkileri altında unutulup gitmiş idi ki, hükümetin ilgilenmemesi yüzünden, bir kat daha etkisini arttıran müthiş bir açlık hüküm sürmeye başladı. Halkın sefaletinden istifade etmek (=yararlanmak- G. A.), fukaranın açlığıyla doymak, ölümüyle hayat bulmak… memlekette alışkanlık halini aldı ve bu çığırı açan da hükümetin büyük memurları oldu. O zaman her tarafta binlerce günahsız adamın, kadın ve çocukların en feci bir halde düşüp öldükleri görüldü. Yalnız şu bedbaht (=talihsiz- G. A.) Lübnan’da hükümetin suikasdına kurban olup giden zavallıların adedi yüzelli ikiyüzbine çıkar!.. Satılmadık ev, rehin edilmedik tarla, lekelenmeyen ırz, ayağa düşmemiş namus kalmadı… Zavallı kadınlar donlarından ırzlarına kadar her şeylerini sattılar, sonunda tasvir edilemez bir sefaletin içinde ölüp gittiler Çocukların düştükleri gelişme geriliğinin derecesini tarife muktedir değilim. kurumuş vücutlar, kollar, çarpılmış bacaklar, derine gitmiş gözlerle talihlerinin felaketine ağlayan yüzlerce, binlerce insanları gördük… O zaman tifüs, açlığın vücut verdiği sefalet yüzünden etkisini arttıran melun (=lanetli- G. A.) bir hastalık da, müthiş bir tarzda tahribata başladı. yalnız Haleb şehrinde ve tifüsün ilk dalgasında ölen adamların onsekizbinden ziyade olduğunu, bana güvenilir kişiler söylediler. Suriye’nin çöllerine kadar sürülen Ermeniler’den, yerlilerden, askerden tifüsün öldürdüğü insanların miktarı herhalde ikiyüzbine yakın olmalıdır.” (aynı yerde, s. 222-23) İnsanı ağlatan bu satırlar, başında Enver-Talat-Cemal triumvirasının bulunduğu Türk gericilerinin yüzyıl önce Suriye halkına çektirdiklerinin, bugün başında Erdoğan kliğinin bulunduğu Türk gericilerinin yüzyıl sonra günümüzde Suriye halkına İslami-faşist çeteler eliyle çektirdiklerinden hiç te az olmadığını gösteriyor.

    Hüseyin Kazım Kadri, aynı Ek bölümünde, İngiliz ordusunun Beyrut’a varışından sonra üst rütbeli bir İngiliz yetkiliyle yaptığı görüşmeye değinmektedir. Bu yetkili kendisine şunları söyler:

    “Dünya siyasetini anlayan adamlarınız, Avrupalılar’ı pek yakından tanıyan diplomatlarınız, alimleriniz… her sınıftan pek çok adamınız olduğu tabii inkar edilemez. Bütün bu insanları, koca bir milleti herkesin görüp bildiği gerçeklerde gafil saymak doğru olamaz. Diğer taraftan da birkaç adamın memleketinizi yıkıma doğru sürükleyip götürdükleri meydanda olduğu iken, nasıl oldu da bir itiraz sesi olsun duyulmadı. Varlığınızı tehlikeye düşüren milyonlarca insanları açlıkla öldüren bu korkunç şahsiyete niçin isyan etmediniz? Nasıl bir hükümet olursa olsun, bütün bir memleket halkını körü körüne ve gafilane bir itaata mecbur edecek kadar istisnasız herkesi korkutmuş ve ya her şahsa büyük büyük menfaatler sağlayarak kendilerine taraftar etmiş olduğu iddia edilebilir mi? Diğer taraftan da alimlerinizin, ediplerinizin, düşünürlerinizin müthiş bir ahlak bunalımı içinde yüzdüklerini ve yazdıkları eserlerle daha ziyade zihinleri bulandırmaya çalıştıklarını görüyorduk.” (aynı yerde, s. 215)

    Evet, Türkiye Birinci Dünya Savaşı mezbahasına, sadece birkaç kişinin verdiği kararla sürüklenecekti. Alman emperyalistleri, İttihat ve Terakki’nin iktidarı tam olarak ele geçirdiği Ocak 1913’ten itibaren İttihat ve Terakki, ordu ve özellikle de Enver Paşa üzerindeki nüfuzları sayesinde Türkiye’yi kendi savaş arabalarına bağlayabilmişlerdi. Oysa 1914 yılının Osmanlı devleti; Yemen (1910-11) ve Arnavutluk (1910-12) isyanları Libya’daki İtalyan işgali (1911), Birinci ve İkinci Balkan Savaşları (1912-1913) nedeniyle iflasın eşiğine gelmişti. Ordusu çökmüş, hazinesi boşalmış ve çok daha büyük bir savaşın gerektirdiği donanım, altyapı ve maddi ve manevi hazırlıktan tümüyle yoksun bulunan Osmanlı devletinin böyle bir savaşa girmesi, çılgınca bir kumardan, hatta bir siyasal intihardan başka bir şey değildi. Ama bu durum Osmanlı devletinin, sadece dört üst düzey yöneticinin -Sadrazam Sait Halim Paşa, İçişleri Bakanı Talat Paşa, Savaş Bakanı Enver Paşa ve Mebusan Meclisi Başkanı Halil Bey- kararıyla savaşa girmesine engel olmayacaktı. Bunda, görüşlerini Osmanlı yöneticilerine adeta zorla dayatan ve onları azarlamaktan çekinmeyen Alman elçisi Hans von Wangenheim ile daha 32 yaşında savaş bakanı yapılan ve 1914’te başkomutan vekili sıfatıyla ordunun başında bulunan Enver Paşa belirleyici bir rol oynayacaktı.

    2 Temmuz 2015 tarih ve “Suriye’ye Karşı Savaş Türkiye ve Kürdistan Halklarına Karşı Savaş Demektir” başlıklı yazımda, başını Erdoğan kliğinin çektiği Türk gericilerinin, 2011 sonlarından bu yana Suriye’ye karşı dolaylı bir savaş yürüttüklerini belirtmiş, Türk gericilerinin son haftalarda sınıra askeri yığınak yaptığına ilişkin haberlere ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konuyu ele alan saldırgan yorumlarına değinmiştim. Bu yazımda ayrıca, bu savaş yaygarasının esas olarak AKP gericiliğinin ülke içindeki hesaplarıyla ilişkili olduğunu belirtmiş ve Türkiye’deki devrimci ve ilerici grup, çevre ve kişilerin Türk burjuva devletinin Suriye’nin içişlerine en kaba bir biçimde karışmasına yeterli bir tepki vermekten çok uzak olduğunu söylemiştim.

    Ama iş bu kadarıyla bitmiyor. Aynı tepkisizlik ve kayıtsızlık; burjuva partileri, devlet bürokrasisi, iş çevreleri, burjuva aydınları, burjuva basını, sivil toplum kuruluşları vb. için de geçerli. Bütün bu siyasal öznelerin, Türk burjuva devletinin; dolaylı da olsa bu savaşa hem de gırtlağına kadar katılması olasılığı ve bunun bir dizi güncel ve potansiyel olumsuz sonuçları karşısında üç maymunu oynamaları, 1914’ten 2015’e kadar uzanan zaman diliminde fazla bir şeyin değişmediğini gösteriyor. Kendi askeri birliklerini Rojava’ya ve Suriye’ye karşı savaşmak üzere sınır ötesine göndermesi, Türkiye açısından çok daha vahim sonuçlara yol açacak, Türk-Kürt sorununu ağırlaştıracak, kandökümünü ve insanların yerlerinden ve yurtlarından edilmelerini daha da hızlandıracak, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini daha da kötüleştirecek ve belki de ülkenin parçalanmasının yolunu döşeyecektir. Bu husus, sözünü ettiğim tepkisizlik ve kayıtsızlığı daha da çarpıcı kılıyor. Zihni, kendini koruma içgüdüsü ve refleksleri felce uğramış bir insan görüntüsü veren Türkiye’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi hiçbir ciddi birikimi olmayan üçüncü sınıf bir burjuva politikacısının böylesine belirleyici rol oynayabilmesi şaşırtıcı olmuyor. Eğer Erdoğan’ın Türkiyesi, Enver Paşı’nın Osmanlı devletinin izinden gider ve Türkiye halklarını büyük bir felakete sürüklerse, bu ülkenin ya da ondan geriye kalacak olan siyasal yapının devlet kurumları, burjuva ve devrimci muhalefeti, burjuva aydınları vb. daha sonra, yukarda sözü edilen İngiliz yetkilisinin Hüseyin Kazım Kadri’ye söylediği şu sözlerin benzerlerine muhatap olabileceklerdir:

    “… birkaç adamın memleketinizi yıkıma doğru sürükleyip götürdükleri meydanda olduğu iken, nasıl oldu da bir itiraz sesi olsun duyulmadı. Varlığınızı tehlikeye düşüren milyonlarca insanları açlıkla öldüren bu korkunç şahsiyete niçin isyan etmediniz? ”

    Bazı şeyler gerçekten de zaman içinde çok az değişiyor ya da neredeyse hiç değişmiyor.

    http://m.gelawej.net/index.php/yazarlar/garbis-altinoglu/2006-yuz-yil-oncesinden-ogrenilmeyen-siyaset-dersleri

  27. Anonim

    Ortadoğu’ya “bulaşmama” ve realpolitik
    M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

    Türkiye’nin “Ortadoğu”ya “bulaşmaması”nı savunan ve bunu temel dış siyaset yapımı alternatifi olarak sunan yaklaşımların “realpolitik”i anlama iddiaları fazlasıyla temelsizdir

    Coğrafyamızda yoğunlaşan ve çetrefilleşen sorunlar “Ortadoğu bataklığına bulaşmama” metaforu ile özetlenen içe kapanmacı dış siyaset yapımının temel bir alternatif olarak sunulmasına yol açmaktadır. Bu yaklaşıma göre “Batı”nın parçası olan Türkiye bir “bataklık” görünümü arzeden “Ortadoğu”daki gelişmelere müdahil olmaktan kaçınmakla kalmayarak kendisini bunlardan soyutlamalı ve soğukkanlılıkla yeni bir düzenin şekillenmesini beklemelidir.
    Bu yaklaşımın temelinde coğrafyadan bağımsız bir “aidiyet” duygusu ve yaşam alanına yönelik bir “üstünlük” ve “yukarıdan bakma” tavrının yer aldığı şüphesizdir. İlginç olan güçlü Oryantalist vurgulara sahip bu yaklaşımın, “algı merkezli” ve “duygusal” karakterine karşılık ortaya koyduğu taleplerin ve içe kapanmacılığın “realpolitik” gereği olduğunu iddia etmesidir.
    Soğuk Savaş sonrası post-modern gerçekliğinde Türkiye’den antik dönem Mısır ya da on dokuzuncu asır öncesi Japonya (bu örneklerin dönem teknolojileri gözönüne alındığında coğrafî açıdan izolasyona ne denli uygun olduğu unutulmamalıdır) benzeri bir içe kapanma ve coğrafyasından kopmayı gerçekleştirmesini beklemenin ne derece anlamsız olduğu ortadadır.
    Paul Johnson’un haklı olarak uygulamada bir “mit” olduğunu ileri sürdüğü Amerikan izolasyonizminin temel tezlerine benzeyen talepleri de gündeme getiren “Ortadoğu’ya bulaşmayalım” yaklaşımı, aynı zamanda, “kendini yeterli, güçlü ve üstün” gören bir yapının, kendi coğrafyasındaki gelişmelere sırtını dönmesini de talep etmektedir. Bu yaklaşım şüphesiz, coğrafyasına yoğunlaşma, onun dışındaki dünyaya karışmamayı savunmuş olan Amerikan izolasyonizminin karşıtı bir neticeyi hedeflemekle birlikte onunla benzer düşünsel temellere dayanmaktadır.

    Ortadoğu’ya “bulaşma”
    “Bulaşmamamız” istenen “Ortadoğu” adından da kolaylıkla anlaşılabileceği gibi Avrupa merkezli bir kavramsallaştırmadır. Farklı ülkeleri kapsayan biçimlerde yapılabilecek “Ortadoğu” kavramsallaştırmasının ne derece anlamlı olduğu şüphesiz fazlasıyla tartışmalıdır. Ancak açık olan sınırlarından bağımsız olarak “Ortadoğu”nun “Türkiye’nin de dâhil olduğu bir coğrafyayı” kapsamasıdır.
    Bu nedenle “Türkiye’nin Ortadoğu bataklığından uzak durması” benzeri talepler gerçekte ülkenin “kendi coğrafyasındaki gelişmelere sırtını dönmesi, onlarla ilgilenmemesi” anlamına gelmektedir ki bunun imkânsızlığı ortadadır. “Batı”ya duyulan aidiyetin diğerlerinin fazlasıyla önüne geçtiği varsayılsa bile Türkiye’nin kendi coğrafyasında ve sınırlarının öte tarafında gerçekleşen büyük değişime sırtını çevirmesi, gelişmelere Okyanusya’da oluşan olaylar gibi yaklaşması mümkün değildir.
    Türkiye’nin ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu coğrafyanın bir asır önce başlatılan bir süreç içinde şekillenen yapay sınırlarının değişimi, mevcut bâzı devletleri sona erdirirken yenilerini ortaya çıkaracak büyük bir dönüşümü başlatmıştır. Bu ise “sırt çevirme” ve “bulaşmama”yı bütünüyle imkânsız kılmaktadır.
    Bir asır önce gerçekleşen Sykes- Picot- Sazonov uzlaşması sonrasında oluşturulan Ortadoğu’nun sınırları uzun sürecek ve kanlı bir süreç sonrasında değişecek ve bölgede yeni dengeler oluşacaktır. Önemli bir bölgesel aktör olan Türkiye’nin sınırlarının öte tarafında başlayarak Suriye ve Irak benzeri yapıları dağıtan gelişmelere “bu coğrafyanın parçası olmadığı” zemininde sırtını çevirmesi ve gelişmeleri izlemekle yetinmesi mümkün değildir.
    Bu konuda dile getirilen taleplerin “realpolitik”in dayatması olarak sunulmasının bu kavram hakkında yeterli bilgi sahibi olunmaması ve büyük resmin görülememesinden kaynaklandığı şüphesizdir.
    Günümüz Ortadoğu’sunda aktörler ve ittifakların hızlı değişimi “realpolitik”i de fazlasıyla tartışmalı hale getirmekte, bu ise dış politika yapımını daha da zorlaştırmaktadır. Örneğin düzen içindeki gelişmeleri büyük çapta Saddam Hüseyin, Beşşar Esed ve Ba’as örgütlenmelerinin belirlediği Irak ve Suriye’de süreç içinde ortaya çıkan aktörlerin sayısı ve yeni yapılanma alternatiflerinin çeşitliliği “realpolitik”in ne olduğu ve hangi siyaset izlenerek ona bağlı kalınacağını da fazlasıyla tartışmalı hale getirmektedir.
    Bu açıdan bakıldığında Sykes-Picot tasavvuru ilâ modern Ortadoğu’nun oluştuğu dönem arasındakine benzer bir süreç içinde olunduğu şüphesizdir. Örneğin Fransız mandat yönetiminin Suriye’yi Halep Devleti, Şam Devleti, Nusayrî Devleti ve Cebel Durûz Devleti benzeri yapılara ayrıştırmayı düşündüğü 1921-22 yıllarında Ba’as kontrolünde ve Nusayri hegemonyasında bir bütünün ortaya çıkacağını çok az kimse öngörebilirdi. Benzer şekilde Abdülaziz ibn al-Sa’ud’un vurucu gücü olarak yarımadanın Asir, Ha’il, Hicaz benzeri bölgelerinin Suudî egemenliğine girişinde önemli rol oynayan İhvân’ın 1926 sonrasında başlattığı ve İngilizlerin desteğiyle bastırılabilen isyanının başarıya ulaşması Arabistan’da oldukça farklı bir “status quo”nun ortaya çıkışına neden olabilirdi. Bu sırada kimi desteklemenin “realpolitik”e uygun düşeceğini kavrayabilmek hiç de kolay değildi.

    Dış siyaset yapımı
    Aktörlerin, ittifakların, dengelerin günlerle ifade edilebilen zaman dilimleri içinde değiştiği “Ortadoğu”ya “bulaşmama” imkânı olmadığı gibi yaşanılan karmaşa içinde hangi siyasetlerin “realpolitik”e uygun olduğunu tespit edebilmek de kâğıt üzerinde göründüğünden zordur. Bu nedenle tartışılması gereken anlamsız “bulaşmama” tezi değil oluşmakta olan yeni Ortadoğu hakkında geliştirilecek tasavvur ve buna ulaşılabilmesi için üretilecek “dış siyaset” olmalıdır.
    Esnek olmak zorundaki bu siyaseti şekillendirmek ve hızla değişen koşul ve aktörler çerçevesinde değiştirebilmek şüphesiz son derece zordur. Soğuk Savaş döneminin “ittifak” çerçevesinde üretilen dış siyasetleri ile mukayese edildiğinde bu zorluk kıyaslanamayacak bir ölçektedir. Ancak bu siyaset “yapılmak” zorundadır. Onun alternatifi yeni düzen oluşumu sürecinin dışında kalmak değildir.
    Bu şüphesiz “yapılacak” dış siyaseti çoğulcu yollarla tartışmamamız, o konuda farklı görüşler ileri sürmememiz anlamına gelmez. Bu alanda üretilen siyasetlere sert eleştiriler getirmek, değişiklikler talep etmek de mümkündür. Ancak, son tahlilde, Türkiye yeni Ortadoğu oluşum sürecinin parçası olmak zorundadır.
    Bu sürece dahil olur ve değişik aktörlerle ilişkiler kurarken Türkiye’nin farklı aidiyetleri arasındaki dengelerin bozulmasına izin vermemesi, ahlâkî kaygıları “realpolitik”e uyma adına terketmemesi ve bölgede yaşayanların isteklerine uygun yeni bir düzenin kurulmasına destek vermesi anlamlıdır. Bir kez daha vurgularsak çoğulcu yollarla tartışılması gereken “coğrafyamızdaki” gelişmelere sırt çevirmemizin “realpolitik”e ne denli uygun olacağı değil sürece “nasıl” dahil olunacağıdır.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/07/19/ortadoguya-bulasmama-ve-realpolitik

  28. Anonim

    Beşar Esad, Suruç’ta Yaşananların Ülkesine Sıçramasından Endişeli…

    Bugün Suruç’ta yaşanan patlamanın ardından Türkiye’deki olayların Suriye’ye sıçramasından endişe duyan Beşar Esad, önemli açıklamalarda bulundu. Ortadoğu bataklığına düşmemek için ellerinden geleni yapacaklarını belirten Suriye Lideri, ‘Türkiye’nin Dostları’ toplantısı için de çağrıda bulundu.

    Suriye, Türkiye olur mu?

    Suruç’ta yaşanan canlı bomba saldırısının ardından yurtdışından ilk tepki Suriye’den geldi. Basın açıklaması yapan bir gruba güpegündüz bombalı saldırı yapılabilen bir ülke haline gelen Türkiye’nin durumundan endişe eden Beşar Esad, mikrofonların karşısına geçti. “Allah kimseyi bu noktaya düşürmesin” diyerek sözlerine başlayan Suriye Devlet Başkanı, komşu ülke olarak tedirgin olduklarını ifade etti. Esad, “İnsan valla ‘Suriye Türkiye olur mu?’ diye düşünmeden edemiyor. Allah muhafaza böyle bir şey olmaması için biz elimizden geleni yapacağız arkadaşlar. En azından benzer bir durum yaşanırsa failleri bulunur, cezası verilir, net bir açıklama yapılır” derken, bugün Suruç’ta yaşamını yitiren Türk vatandaşlarına da başsağlığı dilemeyi ihmal etmedi.

    ‘Türkiye’nin Dostları’ çağrısı

    Suriye’yi Ortadoğu bataklığına çekmek isteyen kirli odaklara da işaret eden Esad sözlerini şöyle sürdürdü:

    “Yani bunlar istiyor ki biz Türkiye olalım, her an bir yerlerde bomba patlasın, orman yansın, ateş açılsın. Böyle bir şeye asla ve asla müsade edecek değiliz. Fakat uyarıyoruz; dünyanın kalan 187 ülkesi de öyle çok rahatlarmış gibi davranmasın lütfen. Herkes önlemini, tedbirini alsın, kimse şu Türkiye’nin durumuna düşmesin. O yüzden de tüm duyarlı ülkeleri Türkiye’nin Dostları adı altında acilen toplanmaya çağırıyorum…”

    İşte önlemler…

    Komşuları Türkiye’nin en kısa zaman içerisinde bu kaos ortamını geride bırakması temennisinde de bulunan Beşar Esad, ülkelerinin istikbali için ilk etapta almayı düşündükleri tedbirleri de sıralayarak sözlerini noktaladı. Suriye’nin etkin eylem planı kapsamındaki aldığı önlemler:

    – Herhangi bir komşu ülkenin içişlerine karışılmayacak. “Aaa muhalif, ne güzel” denilerek herhangi bir yapı desteklenmeyecek

    – Suriye tırları, Suriye sınırları içerisinde nakliye faaliyetlerine devam edecek

    – Bir süre ülke içerisinde Türkiye’den bahsedilmeyecek, Türkiye görmezden gelinecek. Türkiye’ye baka baka benzeme tehlikesinin önüne geçilecek.

    – Türkiye’den kaçmak isteyen Türklere kapılar açılabilir, bu konuda en kısa süre içerisinde çalışmalar başlatılacak.

    – Kısa boylu ve gözlüklü olanlar Suriye Dışişleri Bakanlığı kadrolarından temizlenerek üniversitelere iade edilecek…

    http://www.zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=284423

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑