Arif Dirlik’te Bugünkü Ulus-devlet ve Bugünkü Çin…

 

Arif Dirlik, Küreselleşmenin Sonu mu? İngilizceden çevirenler: İsmail Kovacı, Veysel Batmaz, Ayrıntı, 2012

 

Arif Dirlik’i, Anarchism in the Chinese Revolution (Berkeley, Californiya Üniversitesi Yayınları, 1991) adlı kitabından tanırım. Harika bir çalışmadır. 1990’lı yıllarda, İngiltere’deyken bu kitabın oldukça geniş bir özet çevirisini yapmış, hatta bu çeviriyi fotokopiyle çoğaltıp “home-made” bir broşür halinde dağıtmıştım da. Ayrıntı’nın bastığı kitabı, hele kitabın başındaki kısa özgeçmişinde geçen, “Askerlik yapmadığından Türkiye’ye giremiyor ve “ölüm makinelerine para ödemek istemediği için ‘bedelli’den yararlanmıyor” cümlesini okuyunca kendisini daha çok sevdim ve benimsedim.

Ben bu yazıda, kitapta ele alınan küreselleşmeye ilişkin bütün konuları inceleyecek değilim. Kendimi, kitapta çok önemli saptamalar içeren, bugünün ulus-devlet ve Çin’deki sistemin niteliği tartışmaları ile sınırlayacağım.

 

Bugünkü Çin…

 

Tarihiyle ve bugünüyle Çin hakkında güvenilir bir uzman olan Arif Dirlik’in bugünkü Çin’le ilgili tespitlerinin en önemli yanı, ülkemizdeki Çin yanlısı ulusalcıların bu ülkeyi neo-liberalizme karşı direnişin çok önemli kalesi gibi sunmalarının yanlışlığını ve sahteliğini gözler önüne sermesidir. Arif Dirlik’in de belirttiği gibi, Çin, neo-liberal siyasetleri bütün dünyada uygulayan kapitalizmin çok önemli bir kalesi ve bizzat neo-liberalizmin uygulayıcısıdır:

Çin rejimi, 1990’ların ortalarından beri, piyasaların ve üretimin küreselleşmesinin önde gelen savunucularından biridir. Çin ekonomisini karakterize eden, içsel otoriter bir yönetimle neoliberal piyasa içindeki etkili faaliyeti başarılı bir biçimde birleştirmesidir.” (s. 93)

Çin yanlısı ulusalcıların iddialarının aksine Çin, bir eşitsizlikler ve yolsuzluklar ülkesidir:

Eşitsizlik büyük bir sorundur; fakat halk yığınları için eşitsizlikten daha çok, sistematik yolsuzluk ve yozlaşma en büyük huzursuzluk ve homurdanma kaynağıdır, rejim aleyhine gündelik protestoların temel nedenini oluşturmaktadır.” (s. 95)

Eşitsizlik, aynı zamanda yeni bir elitin, yeni bir kaymak tabakanın ortaya çıkışının göstergesidir:

Çin’den ‘dünyanın en zengin, fakir ülkesi’ olarak söz edilmektedir. GSMH’si dünya ikincisidir, kişi başına gelir ise hâlâ 127. Sıradadır. Bu iki sıralamanın arasındaki çok geniş aralık, diktatörce bir rejimin ‘derin cüzdanından’ bir parça kopartmak aşkıyla yanıp tutuşan kişi ve kuruluşların hücumu ve lüks malların tüketicisi olarak fütursuz Çinli elitlere duyulan bu yeni hayranlıkla rahatça görmezlikten gelinen şiddetli sosyal ve bölgesel eşitsizliklerin ölçüsü olarak işe yarayabilir.” (s. 101)

Eşitsizlikle özgürlük yoksunluğu el ele gitmektedir:

Son otuz yılda sağlanan kalkınmanın yol açtığı daha önce hiç görülmemiş oranda son otuz yılda oluşan sosyal ve mekânsal eşitsizlikler, devrimin kazançlarının tersine çevrilmesi ve kalkınmayı önleyecek eko-çevresel sorunlar, yolsuzluk, bütün bu sorunlardan kaynaklanan sosyal dengesizlikler ve hukukun üstünlüğü ve ifade özgürlüğünün yanı sıra, nasıl algılanırsa algılansın demokrasi eksikliği.” (100-101)

“Büyüme” de o kadar övünülecek bir şey değildir aslında:

Kırsal bölgelerin tahribatı ve doğal kaynakların ağır ağır tükenmesi durmaksızın sürmektedir. Bu nedenlere bağlı olarak, büyüme motorunu hareket halinde tutmak için gayrimenkul spekülasyonlarına ve otomobil imâlatına bel bağlanmaktadır.” (s. 101)

Sonuç olarak Çin, otoriter ve kendine özgü bir kapitalist ülkedir:

Çin içinde ve dışında birçok yorumcunun çekici bulduğu özelliğin, geçmişin devrimci sosyalizmini inkârla mümkün olan, ‘sosyalizm’ değil de ‘Çinli özelliklere sahip kapitalizm’ olduğu saptamasını göz ardı etmek, Komünist Partisi’nin lider kadrosu için bile entelektüel olarak kendi kendini kandırmadan öteye gitmeyecektir.” (s. 103)

Ve bu sömürü, eşitsizlik, baskı ve neoliberal kapitalizm uygulamalarının bugünkü Çin’de verdiği sonuçlardan biri de artan kitle hareketleridir:

Geçen yıldaki (2011) küresel mayalanma, küresel kapitalizmin tiranlığının yok edilmesi umutlarını yeşertti. Her yıl protestolarla doluydu. Kamusal açık protestolara izin verilmeyen Çin Halk Cumhuriyeti’nde, özellikle kırsal bölgelerde binlerle ifade edilebilecek kitlesel gösteriler, yolsuz ve vicdansız politikalara lanet okudular.” (s. 269)

 

Bugünkü Ulus-devlet

 

Kitapta, benim de aklımı çelen çok ilginç bir saptaması var Arif Dirlik’in. Ben bugüne kadar, ulusalcıların, “emperyalizm ulus-devletleri yıkmak istiyor” argümanına karşı, ulus-devletlerin hiç de yıkılmadığı, hatta tersine güçlendiği argümanıyla cevap vermiştim. Ne var ki, Arif Dirlik’in aşağıda ayrıntılayacağım saptamaları, benim bakış açımı büyük ölçüde değiştirdi. Evet, bu küreselleşme çağında, eski ithal ikameci dönemde oluşmuş ulus-devletler çözülmeye doğru gitmektedir ama bu, devletlerin yıkıldığı anlamına gelmemektedir. “Ulus” adı verilen tabanla yukardaki devletin bağlarının çözülmesi anlamında ulus-devlet çözülmektedir ama bununla orantılı bir şekilde hem eski-ulus devletlerin devlet kısmı daha da güçlenmekte hem de “ulusal” toplulukların milliyetçilikleri güçlenmektedir. Ben Arif Dirlik’in bu konuda yazdıklarını böyle anladım. Bir de doğrudan kendisinden okuyalım:

Zamanımızın en şaşırtıcı ve ilgi çeken olaylarının üçü, küreselleşme, ulus-ötesileşme ve yerel-ötesileşmenin saldırısı altında zayıflayacağı doğrultusundaki beklentilerin tersine, devletin güçlenmesi, ulusal hudutların sertleşmesi ve milliyetçiliğin yeniden kabarmasıdır… Küresel modernite, politik ve kültürel sınırların kırılmasıyla birlikte, aynı zamanda sertleşmesi ve çeşitlenmesini içermektedir. Ulus-devletin, bu çelişkilerin tam ekseninde yer aldığı öne sürülebilir. Bu perspektifle bakıldığında, zayıfladığı görülen ne devlet ne de ulustur ancak son iki yüzyıldır devlet ile ulusun bileşimi üzerine kurulduğu varsayılan ulus-devlettir. Kendisinin devleti olduğu ulusa hizmet etmektense, devlet, giderek ulus-ötecilik güçleri tarafından yaratılan çelişkileri yönetmeyi üstlenmektedir. Bu da birçok bakımdan devleti çok daha güçlü kılmaktadır. Devletin yönetsel dönüşümü, kendisinin meşru farz edilen olduğu ulusla ilişkilerini karmaşıklaştırmaktadır. Bunun karşılığında ulus, devletten bağımsız bir var olma biçimi takınır; bu da siyasal kimliklerden belirgin bir şekilde ayrılan kültürel kimliklere yönelik talep halinde kendini ifade eder. Bunun sonuçlarından biri, hudutların yayılması ve genişlemesi ve ulus-devlet düzeyinde olmasa da hudutların daha da sertleşmesidir.” (s. 60)

Ulus-devletin çökeceği doğrultusundaki öngörüler ender olarak ‘devlet’ ile ‘ulus-devlet’i farklılaştırırlar, her ikisini eşanlamlı gibi bir diğerinin yerine kullanma eğilimi gösterirler; çünkü devlet ile ulus kavramlarını birbirlerinden koparttıklarında, birinin çökmesiyle diğerinin zayıflayacağı şeklindeki hatayı yapabilirler. Ancak bütün kanıtlar, yaygın eğilimin vatandaşı devlete bağlayan bağların erimesi olduğu halde, devletin daha önce karşılaşılmayan boyutlarda vatandaşlık üzerindeki iktidar yoğunluğundan haz almakta olduğuna işaret eder.” (s. 150)

Acaba ulusalcılarımız bu kopmada hangi safta yer alırlar?

 

Gün Zileli

22 Ekim 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

What's your reaction?

Excited
0
Happy
0
In Love
0
Not Sure
0
Silly
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

8 Comments

  1. arif dirlik cinle ilgili yapmis oldugu analizlerin dogru oldugu kanisindayim.Daha uc ay once gorme sansini yakaladigim CIN benim hayallerimi yikti.Mao’nun Cini yoktu.Deng sipigonun acmis oldugu yol,geri kalmis feodalizmden kapitalizme sanayi devrimini yaparak gecisi yapamamis tum ulkelerde,1917 ekim devrimi ve CIN devrimi dahil kapitalzimi gelistirmekten baska bir sonuca varamamistir.Bu niyet veya isteyip istememekle ilgili degildir.Toplumsal dinamiklerinin gelismesiyle orantilidir.Iktidar gercek anlamda isci-koylu olsa bu gecisi.kapitalizmden-sinifsiz toplumlara giden sureclerin bir devami gorebiliriz.Nomenklatura-yeni sinif-Burokratik hiyerasinin yarattigi bu sinifin yapabilecegi liberel neo kapitalst ozun bicimlerinden baska bir isleve sahip olmadigini gormek lazim.

  2. A.Dirlik ,Stalin-Brejnev tipi bir “sosyalizm”den yana galiba.Zileli de hemen,nerde sosyalizm düşmanlığı varsa ona destek olma çabasıyla,Bürokratizmi desteklemiş.
    Zileli-nin devlet karşıtlığı inandırıcı değil.Zileli en devletci ve en baskıcı sistemin önünde secde ediyor.
    Teslimiyetcilikle düzen karşıtlığı olmaz.

  3. Sanırım şu yazı, ulusalcıların hangi safta yer aldıklarını (veya saflardan herhangi birinde yer alıp almadıklarını) özetliyordur:
    http://www.ulusalkanal.com.tr/bati-asya-birligi-ulusal-devletler-ve-kurt-sorunu-makale,120.html

  4. M. Bedri Gültekin, partisinin “ulus ötesi” projesini tabii ki ballandırarak anlatıyor ama, bunun bir “Neoliberal Despotlar Federasyonu” mu, yoksa bir “Özgür Komünler Federasyonu” mu olacağını asıl belirleyecek olan şey, bu coğrafyadaki devrimci dalgalanmaların seyri ve bu dalgalanmaların ulusalcı kesimler de dahil bütün politik özneleri ne yönde etkileyeceğidir.

  5. ulus devlet ile ulusu farklılaştırmak nasıl mümkün olabilir?yazar bu kavramları tanımlayark açıklığa kavuşturmuş mu? bilmeden konuşmam mümkün olmadığı için sadece gün hocanın yazısı üzerinden şunları sormak isterim. ulus ya da ulus devlet deyince ne anlamlıyız? devletin günümüz dünyasında varlık nedenleri nelerdir?
    ulusun devletten ayrı bir varlığı, var oluşu mümkün mü?
    bence, toplumsal-insani varoluşun ve yönünün her dönem en şaşmaz göstergesi, sermayenin gelişim seyridir. bu, birilerine marksist bir yorum gibi gelebilir. (bence marksizmin sıkıntısı iktidar amaçlı bir ideoloji haline gelebilmek için ekonomiyi politikadan ayırıp birini öne almasından kaynaklanıyor)
    ulus da diğer toplum formları gibi bu gelişim seyri sırasında, sermayenin bir uğrağı olarak ortaya çıkmış olan bir kategoridir. gellnerci bir tanımla, ulusal olanla politik olanın çakışmasıdır demek de yeterli bir ifade gibi görünmüyor. ulusal olanı gene ulus üzerinden açıklamak ne denli açıklayıcı olabilir ki?
    soru bence şu olmalıydı: ulusu oluşturan dil, din, soy ya da tarih gibi faktörler neden vardır ve nasıl varlığını sürdürür?
    bunun cevabı basitce, “bir arada yaşama arzusu kadar, koşulların getirdiği gereklilik, zorunluluk”, diye verilebilir. ancak bence dikkat edilesi husus, (marksistlerin “altyapısal” dediği, iklim-toprak-su gibi doğal etkenlerin getirdiği) ekonomik gereklilik-zorunluluk kadar insanların bu doğal koşullarda birlikte eylemesini sağlayacak olan dil, din, teknik gibi doğayla ilişkilenmenin olmazsa olmaz kültürel ögeleri de gerektirmesidir. işin içine soy ve tarih birlikteliğinin girmesi burada anlaşılır bir sonuç olmaktadır bence…
    bunların hepsine birden toplumsal sermaye demek taraftarıyım. ki temerküz etmiş emektir. yani kısaca, yaşamın sürmesine imkan veren teknik güç, bilgi, birikim ve gelecek için tasavvur, tahayyül…ki aslında yaşamı yeniden üretmek, var edebilmek ancak bunlarla mümkündür.
    işte bu şimdi ve gelecekte yaşamı idame ettirme arzusu, mülkiyete dönüşecek olandır ve bunu kaybetme riski de egemenliği beraberinde getirmektedir. devlet öz olarak mülkiyetin bekçisi ve asıl sahibidir derken bunu söylemeye çalışmıştım.
    bir dönem geldi ki sermayenin çevrim hareketi burjuvazinin mülk sahibi sınıf olarak (dil, soy,din ya da tarih birlikteliği anlamında) “milli” sınırlar içinde egemen olmasını sağladı. çünkü, sermayenin merkezileşme-yoğunluğu bu kadarına cevaz vermekteydi-halen de bu aşama aşılmış değil.
    ancak toplumsallıktan sıyrılan sermayenin de getirdiği bir kuralı var; mülkiyete dönüşmek, yığınlaşma oranında, mülkiyet alanını genişletmesini de beraberinde getirir. aksi halde rekabete kurban gitmek olasıdır. ekonomik ve siyasal alanların buluşup ulusu inşa ettiği yer burasıdır: dilsel, dinsel, soya dayali ya da tarihsel birlikteliğin yaşaması için, devlet ve mülkiyet halinde örgütlenme gereği…
    ancak ulus, bu birlikteliğini aşındıran şeyin tam da üzerinde oturmaktadır. bir kez toplumsal olmaktan çıkıp mülkleşmiş olan sermaye artık kendi kanununa tabi olmak zorunda kalır; “büyü ya da (el değiştirme anlamında) yok ol.”
    geldiğimiz aşamada sermayenin büyüme hareketi ulusal sınırların ötesinde, küresel bir döngüye ulaşmaktadır. burada da eski ulus eksenlilikte ısrar eden daha çok da militarist ve millici karekterli üretim alanlarında faal olan sermaye ile küresel ölçekte devinen sermaye arasındaki çelişkiye dikkat çekmek gerekir. günümüz için asıl çatışma ve antagonizma alanları burasıdır. asıl uzlaşmaz çelişki emek-sermaye değil, küresel ile ulusal karakterli sermayeler arasındadır.
    bu çatışkıda ulusallıkta ısrarlı kalan sermaye, kapitalist küreselleşme karşısında tarihin gelişim seyrinin dışına itilmekte ve düşmektedir. çünkü genel bir kapitalizm kuralı, yani mülkleşen sermayenin birikimi-yığınlaşması gereği olarak, tıpkı kozmik çekim yasası gibi, güçlü ve büyük sermaye küçük ve zayıf olanı yutacaktır.
    bu durum ulus devletin varlık imkanlarını tehdit etmekle kalmayıp düpedüz onu aşındırmakta, boşluğa düşürmektedir, çünkü: günbe gün daha sofistike bir hal alan silahlanma yarışında eski egemenlik marşlarını söylemek zorlaşmaktadır. ulusuna daha iyi yaşam imkanları vadedemez kılmaktadır. açmazdan kurtulmak için ikisi de aynı kapıya çıkan, çıkmaz yoldan ötesi yoktur. ya silahlanmak için daha fazla vergi-haraç, ya da dış ve iç borçlanma… bu sıkışıklık, günümüzün “yükselen” tepkisel egemen milliyetçiliğin geçiciliğini açıklar.. küreselleşen ekonomik ilişkilerin desteğiyle, ezilen grupların milliyetçiliğe sarılmaları da bir tehdit olmaktadır. kısacası ulus, devleti kadar/ oranında yokoluş sürecine girmiştir.
    çıkardığım sonuç şu: mülkiyetinden ve dolayısıyla egemenliğinden vaz geçmeyecek olan burjuvazi için tek çıkar yol, küresel kapitalist tek devletini inşa etmek için altyapı oluşturmak gibi görünüyor. sermayenin mülkleşme sürecinde geldiği aşama bunu dayatıyor. buna kapitalist küreselleşme diyebiliriz.
    bu kapitalist küreselleşme “uygarlığını” aşmanın yolu da bence, mülkiyetin ve devletin eşzamanlı ilgasının nasıl sağlanacağı meselesidir.

  6. bu saatten sonra “yaşasın perinçekçi milli faşizm”

Comments are closed.