Daha başından iki dünya görüşü, evrenin yaratılışına ya da oluşumuna ilişkin birbirine zıt iki bakış çatışır. Birinci görüşe göre evren yaratılmıştır, dolayısıyla bir yaratıcısı vardır, bunun geneldeki adı Tanrıdır. İkinci görüşe göre ise, evren yaratılmamış, kendiliğinden oluşmuştur, dolayısıyla bir yaratıcısı yoktur.
Eğer birinci görüş doğruysa, toplulukta ya da toplumda insanların iradelerini de yönlendiren bir üst irade her zaman olmalıdır, olacaktır. Bunun adı, yerine göre, baba, reis, başöğretmen, müdür, lider, otorite, hükümet, devlettir. Eğer ikinci görüş doğruysa, o zaman toplulukta ya da toplumda üstün bir iradeye gerek yoktur. İnsanlar, sayısız iradenin özgürce çatışması ve uyumu yoluyla işlerini görebilir, kendilerini yönetebilirler. Anarşizm, bu ikinci görüşün, 19. yüzyıldan itibaren, modern dünyadaki en belirgin ya da belki en sivri temsilcisidir.
“Anarşi genellikle hükümetsiz toplum, anarşizm ise bunun gerçekleşmesini amaçlayan toplumsal felsefe olarak tanımlanır. ‘Anarşi’ sözcüğü, kadim Grek döneminde kullanılan (anarkhos) sözcüğünden gelir; (an) öneki ‘sız’ ya da ‘siz’ sonekine denk düşer, (arkhos) sözcüğü ise önce askeri ‘lider’, daha sonra ‘hükümdar/yönetici’ anlamına gelir. Ortaçağ Latincesinde sözcük anarchia haline geldi. Erken ortaçağda ise ‘öncesiz’ varlık olarak Tanrıyı betimlemek için kullanıldı; ancak daha sonra, başlangıçtaki Grek siyasal tanımını yeniden kazandı. Günümüzde anarşizm sözcüğü, kurumsal bir otorite ya da hükümet olmaksızın yaşayan bir insanın durumunu betimlemek için kullanılır. Başından itibaren anarşi sözcüğü, hem karışıklık ve kaosa yol açan yönetimsizlik durumuna ilişkin olumsuz bir anlam, hem de artık yönetime gerek duymayan bir topluma ilişkin olumlu bir anlam taşır.” (Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi-İmkânsızı İstemek!, çev: Yavuz Alogan, İmge Kitabevi, Şubat 2003, s. 25)
Peter Marshall’ın, Che Guevara’ya atfedilen “gerçekçi ol, imkansızı iste” sözünün ikinci bölümünü kitabının başlığı yapması bir yönüyle anarşizmin temel yönelimlerine uygundur. Anarşizm, özgürlükle özdeş olduğundan hiçbir durağanlıkla uyuşmaz, o sürekli akıp giden bir nehir gibidir. Dolayısıyla bir şey gerçek hayatta mümkün hale geldiği andan itibaren, o artık eskiyenin ve statükonun da bir parçası haline gelmeye başlamış demektir, bu yüzden, o an için gerçekleşmesi olanaksız görünen yeni bir şeyi talep etmek biricik gerçekçi tutumdur. Bununla birlikte, bu sözün, anarşizmin, gerçekleşmeyecek ütopyalar peşinde koşan, ayakları havada bir fantazi olduğu biçiminde anlaşıldığı da olmaktadır. İşte yanlış olan budur. Tersine, anarşizm, eğer insanlık, savaşlarla, cinayetlerle, bunalımlarla, akıl tutulmasıyla mahvolup gitmeyecekse, gerçekleşmesi mümkün biricik alternatiftir.
Bununla birlikte anarşizm, bir sistem, bir toplumsal düzen önerisi değildir, diğer toplumsal sistemlerle bu anlamda arasında kesin bir ayrılık vardır. Bu yüzden bir “anarşist devrim”den ya da “anarşist toplum”dan söz etmek yanlıştır. Anarşizm, bir sistem, bir düzen, bir toplumsal yapı haline geldiği an, kendisiyle çelişir, dolayısıyla bu gerçekleşen şeyin anarşizm olmadığını ilân etmek gerekir ve anarşizm adına bu düzene karşı da mücadele etmek zorunlu hale gelir. Bunun böyle olması, anarşizmin, bugünkü sistemlere karşı çıkıp, insanların doğal ve kendiliğinden yaşam isteklerine uygun bir dizi toplumsal proje ileri sürmesine engel değildir. İnsanlar bu projeleri hayata geçirirlerse, bu, “anarşist devrim” ya da “anarşist toplum”un gerçekleştiği değil, insanların daha özgür ve daha özyönetimsel bir toplumsal yaşam içine girdikleri anlamına gelir.
Anarşizm, böyle bir sözcükle ifade edilen biçimiyle değilse de, özgürlük ve eşitlik tutkusu anlamında, insanlık var oldukça var olmuştur. Daha doğrusu, baskının olduğu yerde mutlaka özgürlük arzusu da ortaya çıkmıştır. Kadim çağlarda bu özgürlük arzusu gizli ya da açık dinsel heretik direniş hareketleriyle kendini ortaya koymuştur. Modern çağda, özgürlükçü düşünce kendini bir takım filozofların ağzından “anarşi” ve “anarşizm” sözcükleriyle ifade etmiştir. Ne var ki bu düşünürler, anarşizmi hiçbir zaman belli kalıplara döküp bir doktrin haline getirmeye kalkışmamışlardır. Zaten böyle bir şeye kalkışmış olsalardı anarşizme temelden ters düşmüş olurlardı.
Modern çağda anarşizmin ilkelerini ilk kez açıkça ifade eden düşünür, William Godwin’di. 1793 yılında yayımlanan, anarşizmin ilkelerini vazeden, Siyasal Adalet Üzerine Bir İnceleme adlı yapıtı, çağında büyük yankı yarattı.
Marx’ın çağdaşı Pierre Joseph Proudhon, 1840 yılında yayımlanan ünlü eseri Mülkiyet Nedir?’le “anarşist” ve “anarşizm” sözcüklerini olumlu anlamda benimseyen ilk düşünür olarak ortaya çıktı. Aşağıya alacağımız ünlü pasaj, bir anarşist manifesto olmanın ötesinde, bireyin yönetilmeye karşı isyanının edebi bir ifadesidir de aynı zamanda:
“Yönetilmek, ne hakkı ne kerameti ne de iffeti olan yaratıklar tarafından izlenmek, soruşturulmak, gözetlenmek, yönlendirilmek, yasalara uydurulmak, düzene sokulmak, kapatılmak, telkinlere ve vaazlara maruz kalmak, denetlenmek, yorumlanmak, değerlendirilmek, sansüre uğratılmak ve komuta edilmektir… Yönetilmek, kişinin her hareketinde, her eyleminde ve yaptığı her işlemde, mimlenmesi, kaydedilmesi, nüfus sayımına tabi tutulması, vergilendirilmesi, damgalanması, fiyatlandırılması, değerlendirilmesi, patentinin alınması, yetkilendirilmesi, müsaadeye tabi kılınması, tavsiye edilmesi, ihtar edilmesi, men edilmesi, doğru yola sokulması ve düzeltilmesi anlamına gelir. Hükümet, haraca bağlamak, terbiye etmek, fidye ödemeye mecbur bırakılmak, sömürülmek, tekelleştirilmek, gasp edilmek, baskı altına alınmak, gizemlileştirilmek, soyulmak anlamına gelir; bütün bunlar kamu yararı ve halkın çıkarları için yapılır. Daha sonra, ilk direniş belirtisi ya da şikayet sözcüğünde, kişi baskı altına alınır, para cezasına çarptırılır, hor görülür, tedirgin edilir, takip edilir, apar topar alınıp götürülür, dövülür, boğularak idam edilir, hapse atılır, vurulur, makineli tüfekle taranır, yargılanır, hüküm giyer, sürgüne gönderilir, kurban edilir, satılır, ihanete uğratılır ve üstüne üstlük bir de küçük düşürülür, alay edilir, kızdırılır ve onuru kırılır. Hükümet işte budur! Ey insanoğlu! Altmış yüzyıldır böyle bir zillete nasıl katlanırsın?” (General Idea of the Revolution, alıntı, Guérin, Anarchism, s.15-16)
Yine Marx’ın çağdaşı Max Stirner, 1845 yılında yayımladığı Biricik Ben ve Mülkiyeti adlı temel eserinde devlet ve toplumsal kurumlar karşısında bireyin tutarlı bir savunusunu yaptı ve bireyci anarşizm akımının başlatıcısı oldu.
Marx’ın çağdaşı olduğu kadar I. Enternasyonal’deki rakibi de olan Michael Bakunin, anarşist düşünceyi doğrudan doğruya toplumsal pratiğe sokan ve örgütlü hale getiren ilk düşünürdür. “Kendi hayatında anarşizmi bir siyasal eylem teorisine dönüştürdü ve anarşist hareketin özellikle Fransa, İsviçre, Belçika, İtalya, İspanya ve Latin Amerika’da gelişmesine yardımcı oldu. Kendisine sadece ‘Dünya Anarşizminin Eylemci Kurucusu’ denilmedi, ‘modern anarşizmin gerçek babası’ olarak da selamlandı. Bakunin, anarşizmin altmışlarda ve yetmişlerde yeniden doğuşu sırasında en etkili düşünür haline geldi.” (P.Marshall, s.380)
19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın ilk on yılında birçok eserinin yanısıra, Ekmeğin Fethi (1892) ve Karşılıklı Yardımlaşma (1902) eserleriyle önemli bir etki yapan anarşist düşünür, coğrafya bilimcisi Peter Kropotkin’dir. Kropotkin, yaklaşık kırk yıl boyunca, artık salt bir düşünce olarak kalmayıp toplumda ve işçi sınıfının içinde somut bir toplumsal hareket haline gelmiş anarşizmin manevi önderi olarak görüldü. Birinci Dünya Savaşı’nda, anarşizmin temel ilkelerine aykırı olarak Almanya’ya karşı Rusya’yı ve müttefiklerini desteklemiş olması bile, tamamen farklı ve savaş karşıtı bir yol izleyen anarşizmin ana akımı içindeki saygınlığını ortadan kaldırmadı.
Rus romancısı Leo Tolstoy, doğrudan doğruya bir anarşist düşünür olarak görülmese de, bir çeşit pasifist Hristiyan anarşizmini savunmasıyla, kendi dönemini ve daha sonraki yüzyılları etkileyen büyük ruhuyla ve romanlarıyla Gandhi gibi düşünür ve eylemcilere ışık tuttu ve pasifist anarşizm akımının başlatıcısı oldu.
19. yüzyılın son çeyreğinde Rusya’dan Amerika’ya göç eden Yahudi bir ailenin çocuğu olan Emma Goldman, anarşizmle kadınların kurtuluşu davasını birbirine bağlayan önde gelen kadın anarşist düşünür ve hatip olarak dikkat çekmektedir. Aynı dönemde Amerika’da ortaya çıkan bir başka anarşist kadın düşünür ve hatip de Voltairine de Cleyre’dir. Louise Michel ise, Paris komününde yer almış ünlü bir kadın anarşisttir.
Elisée Reclus, Errico Malatesta, Benjamin R. Tucker, Alexander Berkman, Gustav Landauer, Johann Most, Rudolf Rocker, Mohandas Gandhi, Camillo Berneri, Buenaventura Durruti, Flores Magon kardeşler, Nestor Makhno, Max Nettlau, James Guillaume, Kõtoku Shusui, Õsugi Sakae, Shih fu, Volin, Fredy Perlman, Albert Meltzer, Colin Ward ise, son isim hariç bugün hiçbiri hayatta olmayan, ilk elde aklımıza gelen anarşist düşünür, eylemci ve tarihçilerdir.
Anarşizm, dünyada en yanlış anlaşılan düşüncedir. Anarşi sözcüğünün popüler anlamda kargaşalık olarak kullanılmasının bu yanlış anlamada önemli bir payı olduğu kuşkusuzdur. Diğer yandan, 19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında anarşizmin doğrudan eylem anlayışının, o zamanın en duyarlı ve düzenden en çok acı çeken gençleri arasında hızla yayılması, bu düşünceyi benimseyen genç aktivistlerin, halka ve emekçilere baskı yapan devlet ve hükümetlerin başında bulunan kişilere karşı bireysel suikast eylemlerine girişmeleri, ardından egemen düzen temsilcilerinin ve kurumlarının bir karşı propagandayla anarşizmi terörizmle ustaca özdeşleştirmesi de bu yanlış anlamaya büyük bir katkıda bulunmuştur. Ne var ki, anarşizm konusundaki yanlış anlamalar ve çarpıtmalar bu kadarla da kalmamaktadır. En radikal, en düzen karşıtı çevrelerde bile anarşizme ilişkin önyargılar ve yanlış anlamalar oldukça yaygındır. Elbette bu noktada, dünya radikal hareketine yaklaşık yetmiş yıl egemen olmuş Marksizm-Leninizmin teorisyenlerinin bilinçli çarpıtmaları başta gelen etkendir. Son olarak, anarşizmin kimi zaman ortaya çıkan kendi iç tutarsızlıklarının ve yetersizliklerinin, öte yandan ona bireysel özlemlerini yükleyen kimi taraftarlarının bu tür yanlış anlamalardaki rolünü de gözden kaçırmamak gerekir. Ben burada, düzen yanlılarının, anarşizmin terörizm ve kaos olduğu ya da Marksist-Leninistlerin, anarşizmin örgütsüzlük olduğu yönündeki, daha önce çok tartışılmış yanlış anlamaların değil de, esasen anarşizmin kendi iç çelişkilerinden doğan ve biraz da kendi taraftarlarının neden olduğu yanlış anlamaların bazıları üzerinde duracağım.
Anarşizm, bazı taraftarlarınca ipini koparmak, keyfilik ve sorumsuzluk olarak anlaşılmaktadır. Oysa tiyatro yazarı Henrik İbsen’in oyunlarında görüldüğü gibi, özgürlük, her şeyden önce sorumluluktur. Özgür olmak isteyen insan, öncelikle sorumlu olmalıdır. Ama bu sorumluluk, bir takım otoritelerin sırtlarına bindirdikleri yükümlülükler değildir, zaten bunun adı sorumluluk değil, zorunluluk olur. Sorumlulukla zorunluluk arasında hem çok ince bir çizgi vardır, hem de bunlar birbirlerinden dağlar kadar uzaktır. Daha net ifade edecek olursak, zorunluluk varsa, sorumluluk yoktur, sorumluluk varsa zorunluluk yoktur. Gerçek anlamda sorumluluk, ancak özgür iradeyle yüklenilir, yani sorumlu bir insan aynı zamanda özgür bir insandır.
Sorumluluktan kaçan insan ise, zorunluluğu davet eden insandır. Bu yüzdendir ki, sorumluluktan kaçan, keyfiliği özgürlük sanan bireyler, zorunluluğu ve zoru görünce hemen boyun eğerler, keyfilik anında itaatle yer değiştirir. Özgürlük ile sorumluluk nasıl özkardeşlerse, keyfilik ile zorunluluk da özkardeşlerdir.
Anarşizm, zaman zaman iradecilikle karıştırılmakta, etik tavır alma adına bireyin yaşam koşulları unutulmaktadır. Anarşizmin, biraz da yapısından dolayı zıt uçlarda sarkaç gibi sallandığı doğrudur. Örneğin, kendiliğindecilikle iradecilik uçlarını alalım. Anarşizm, kimi durumlarda, aynı materyalistler gibi, objektif koşulların etkisini abartır ve bu tutumunu, her türlü otoritenin müdahalesine karşı çıkmakla da birleştirerek aşırı kendiliğindenci bir tutuma kayar. Her şey kendiliğinden olmalıdır, duruma asla müdahale edilmemelidir. Öte yandan, anarşizmin çok güçlü bir sübjektivizm ve iradecilik damarı da vardır. Bu da bireyin iradesine aşırı ölçüde güvenmesinden ileri gelir. Sarkaç, iradecilik yanına kaydığı zaman bir de bakmışsınız, anarşizm objektif koşulların etkisini falan tamamen bir yana bırakmış, bireyin iradi eylemine ve müdahalesine muazzam bir ağırlık vermiş. İşte bununla bağlantılı olarak, özellikle anarşistler arasında yaygın olan bir “etik tavır alış” kavramı, yani bireyin, iradesiyle her durumda ahlâk ölçülerine tamı tamına uyması gerektiğine ve uyacağına inanç vardır. Örnek verecek olursak, bir silah fabrikasında çalışmak, anarşist ve savaş karşıtı ahlâka aykırıdır, ahlâki tavra sahip bir savaş karşıtı asla böyle bir yerde çalışamaz. Aslında bu oldukça doğrudur. Ama bunu bir adım daha ileri götürelim. Kimi anarşistler, örneğin hayvan cesetlerinin satıldığı bir süpermarkette çalışmayı da ahlâki bulmamaktadırlar. Bu örnekleri arttırdığınız ve en uç noktasına götürdüğünüz zaman, diyelim ki, herhangi bir otoritenin altında çalışmak da ahlâki tavra aykırı olmaktadır. Yani bütün bir işçi sınıfı, hatta bütün çalışanlar ahlâki tavra aykırı bir konumda olmaktadır. İşte burada iradecilik ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Ahlâkiliğin koşullara bağlılığı ve göreceliliği tartışmasına girmeden belirtelim ki, ahlâki tavır önemlidir, ama insanlar bir yandan da yaşamak zorundadırlar. Her şeye ahlâk açısından yaklaşmak ya da bunu iyice iradeci bir noktaya sürüklemek, tüm ezilen kitleleri etiğin dışında, hatta düzen yanlısı görmeye, onları tukaka ilan etmeye götürür. Bu ise, gerekli ahlâki tavrın insanlara ulaştırılması şansını büyük ölçüde ortadan kaldırır. Marksizmin, her şeyi ekonomik koşullara bağlayan ve etiği tamamen gözardı eden determinizminin tam zıddı bir iradeciliğe düşmemek gerekir.
Anarşizmin din karşısındaki tutumunda da, somut pratikte geneldeki tutarlılıkla çelişen bazı bulanıklıklar ortaya çıkabilmektedir. Anarşizm, diğer materyalistler gibi, dinin toplumsal mücadeleyi engelleyen ve egemen düzene hizmet eden yönüne vurgu yapar, Tanrıya ve dine inancın bilinci kararttığını ileri sürer. Öte yandan, mutlak özgürlükçülüğü dolayısıyla, dinin birey üzerindeki baskısına karşı çıktığı gibi, dünyasal iktidarların inanç özgürlüğünü kısıtlamasını da hoş görmez. Buraya kadarı tutarlı bir özgürlükçü tavırdır. Ne var ki, somut pratikte yanlış tutumlara düşüldüğü de olmaktadır. Kimi zaman, din eleştirilirken, laik devletlerin inanç özgürlüğüne karşı baskıcı tutumları karşısında duyarsız kalınabilmekte, kimi zaman da, inanç özgürlüğünü savunma adına, dinin ve geleneğin birey üzerindeki baskısı görmezden gelinebilmektedir.
Somut pratikte, anarşizmin şiddet konusundaki tavrında da gelgitler olabilmektedir. İster iktidarlar, isterse muhalefetteki gruplar tarafından uygulanıyor olsun, anarşizmin örgütlü şiddetin her türlüsüne karşı çıkması, bireysel nitelikteki şiddet karşısında, egemenlerle ağız birliği edip kınayan bir tutum almayarak tarafsız bir konum sergilemesi ve şiddeti yalnızca özsavunma (pasifist anarşistler özsavunma anlamındaki şiddeti de reddederler) anlamında kabul etmesi onun düşünsel alandaki tutarlılığıdır. Ne var ki, örgütlü şiddetle özsavunma anlamındaki şiddet arasında çok ince bir çizgi vardır. Özsavunma anlamındaki şiddetin her an örgütlü şiddete dönüşmesi olasılığı oldukça yüksektir. Alalım gerilla savaşını. Gerilla savaşı çoğunlukla özsavunma ihtiyacından doğar. Ne var ki, gerillayı sürdürebilmek, aynı zamanda şiddeti örgütlü hale getirmek ve bir ordunun kurallarını, emir komuta zincirinin gereklerini, ordununkine benzer bir hiyerarşiyi uygulamakla mümkündür. Nitekim, Nestor Makhno’nun Ukrayna’daki gerillaları, bütün özgürlükçü yönelimlerine ve kendi içlerindeki demokratik uygulamalara rağmen, zaman zaman örgütlü şiddetin gereklerini yerine getirmekten, Durruti’nin İspanya iç savaşında kullandığı deyimle, savaşın insanı çakala dönüştürmesinden kurtulamamışlardır.
Anarşizmin anti-faşist mücadele ve genel olarak her türlü diktatörlüğe karşı mücadele konusunda da kimi zaafları ortaya çıkabilmektedir. Bir yandan anarşistler, tutarlı ve kararlı anti-faşistlerdir. Faşistlere karşı en kararlı sokak savaşlarını verenler onlar olmuşlardır. Her fırsatta faşizme ve faşistlere karşı nefretlerini ortaya koyarlar. Öte yandan, anarşizm, haklı olarak, en liberali de dahil bütün iktidarların birer sınıf diktatörlüğü olduğunu ileri sürer. Ne var ki, faşizme karşı amansız savaşma alışkanlığı, anarşizmin, zaman zaman liberal diktatörlükleri ehven-i şer gördüğü izlenimini doğurur. Çok kararlı anti-faşistler olmak, liberal diktatörlüğe karşı görece bir hoşgörüyü de getirebilir peşisıra. Öte yandan, her türlü diktatörlüğe aynı ölçüde karşı olmak, faşizme karşı özel bir tavır alınmasını önleyebilir.
Anarşizm, başından itibaren milliyetçiliğe karşı tutarlı bir tavır içinde olmuştur. Ne var ki, “ezilen ulus” sorunu karşısında zaman zaman yalpalamalar ortaya çıkabilmektedir. Anarşizmin, ister ezen, ister ezilen ulusa ait olsun her türlü milliyetçiliğe karşı cepheden tavır alması doğru ve tutarlıdır. Öte yandan, özgürlükçülüğü nedeniyle, anarşizmin, ezen ulus milliyetçiliğinin ezilen ulus üzerindeki baskısına karşı çıkması da bir zorunluluktur. İşte yine somut pratikte, bu konuda bazı ayarsızlıklar ortaya çıkabilmekte, ezen ulus milliyetçiliği ile mücadele edelim denirken, ezilen ulus milliyetçiliğine hayırhah tavırlar takınılabilmektedir.
Son olarak, anarşizmin, Marksizm gibi, doktrinleşmiş bir sınıf teorisi yoktur. Kimi anarşistler, bireyin özgürlüğü adına sınıfsal yapıları da reddetmektedirler. Kimi anarşistler ise, toplumsal devrimde dayanılacak önemli bir güç olarak işçi sınıfının önemini vurgulamaya devam etmektedirler. Öte yandan, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasından ve sınıf iktidarı iddiasıyla ortaya çıkmış Marksizmin toplumsal mücadele alanında güç kaybetmesinden sonra, radikal-devrimci saflarda işçi sınıfı fetişizmi de önemli bir darbe yemiştir. Ne var ki, olay, gerçeğe uygun olmayan böyle bir fetişizmin darbe yemesiyle kalmamış, işçi sınıfının toplumsal devrimin temel gücü olabileceğine ilişkin anlayışlarda da önemli bir zayıflama ortaya çıkmıştır. Bu durum, aynen anarşizme de yansımıştır. Anarko-komünizm ve anarko-sendikalizm gibi, işçi sınıfını temel alan anarşist eğilimler eski tutumlarını sürdürmekle birlikte, genel olarak dünya anarşizminde bu konuda bir vizyon kaybı göze çarpmaktadır. Oysa, neo-liberalizmin, artık işçi sınıfının var olmadığı yönündeki tüm iddialarına rağmen, işçi sınıfının varlığı devam etmekte, hatta toplumdaki ağırlığı artmaktadır. Bir sınıfın gerçekte var olup olmadığı ya da toplumsal mücadelede rol oynayıp oynamadığı, galiba biraz da dünya çapındaki sınıf mücadelesinin yansıması olan ideolojik mücadelenin seyrine bağlı olmaktadır.
Kavram Sözlüğü, Özgür Üniversite Kitaplığı,
Aralık 2005
Türkçede Anarşist Kitaplık
(NOT: Kitaplar 1991 ila 2000 yıllarını kapsamaktadır. Ayrıca bu
yıllarda basılmış kitaplar olarak da eksiktir, örneğin bu yıllarda
basılmış Kropotkin’in ve Paul Avrich’in -Metis’ten çıkan Rus
Devriminde Anarşistler, hangi yayınevinden çıktığını katırlamadığım
Anarşist Portreler- kitaplarının künyeleri bulunup konmalıdır. 2001
ila 2005 arasında basılan kitaplar ise, Marshall’in kitabı hariç hiç
konmamıştır. Eğer böyle bir liste eklenecekse eksiklerin
tamamlanması gerekir.)
P. Kropotkin, Etika, Ocak 1991, Kavram Yayınları, çeviren: Ahmet Ağaoğlu (ilk basım: 1935, Vakit Kütüphanesi), sadeleştiren: Tektaş Ağaoğlu
Catherine Baker, Zorunlu Eğitime Hayır, Mayıs 1991, Ayrıntı, çev: Ayşegül Sönmezay Erol
Ursula K. Leguin, Mülksüzler (Roman), 1991, Metis Yayınları, çev: Levent Mollamustafaoğlu
Bakunin, Marx’a Karşı El Yazmaları, Mayıs 1992, Birey Yayınları, çev: Işın Gürbüz
Tarihte Anarşist, Nihilist, Feminist Kadınlar, Mayıs 1992, Birey Yayınları, çev: Işık Ergüden
P.J. Proudhon, Makaleler, Temmuz 1992, Birey Yayınları, çev: M. Tüzel
Karin Kramer Verlag Yazarlar Grubu, Anarşist Kuram ve Kökeni, Temmuz 1992, Birey Yayınları, çev: H. İbrahim Türkdoğan.
Baha Tevfik, Felsefe-i Ferd, Aralık 1992, Altıkırkbeş, Günümüz Türkçesi: Burhan Şaylı
Hans Richter, Dada 1916-1966, Mart 1993, Birey Yayınları, çev: Mustafa Tüzel
Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi, Kasım 1994, Ayrıntı, çev: Alev Türker
Tayfun Gönül, Anarşizm Nedir? (Broşür), Aralık 1994, Kaos Yayınları
Gün Zileli, Hasan Bakü, Mine Ege, Anarşizm Bir Devrim Çağrısıdır (Broşür), Ocak 1995, Kaos Yayınları, İstanbul.
Gün Zileli-İlhan Tekin, Türkiye… Sosyal Patlamaya Doğru, Eylül 1995, Kaos Yayınları
Abel Paz, Halk Silahlanınca, Nisan 1996, Kaos Yayınları, çev: Gün Zileli
Unabomber-Manifesto, Mayıs 1996, Kaos Yayınları, çev: Kaos
George Woodcock, Anarşizm, Kasım 1996, Kaos Yayınları, çev: AlevTürker
Alexander Berkman, Anarşistin Yaşamı, Aralık 1996, Kavram Yayınları, çev: Elif Daldeniz.
Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken-I, 1996, Metis-Kaos Ortak Yayını, çev: Beril Eyüboğlu
Emma Goldman, Hayatımı Yaşarken-II, Nisan 1997, Kaos-Metis Ortak Yayını, çev: Emine Özkaya
Ömer Naci Soykan, Bir Anarşistin Seyir Defteri, Mayıs 1998, Kaos Yayınları
Murray Bookchin, Toplumsal Anarşizm mi Yaşamtarzı Anarşizm mi?, Mayıs 1998, Kaos Yayınları, çev: Deniz Aytaş
Ida Mett, Kronştad 1921, Mayıs 1998 (Birinci Baskı: Ekim 1985, Sokak Yayınları, İstanbul), Kaos Yayınları, İngilizceden çev: Ümit Altuğ, Fransızcadan çev: R. Macit
Peter Arşinov, Mahnovşçina, Mayıs 1998, Kaos Yayınları, çev: Yeşim T. Başaran, Cemal Atila
Bakunin, Der: Sam Dolgoff, Kasım 1998, Kaos Yayınları, çev: Cemal Atila
21. Yüzyıl Anarşizmi, 1998, Der: John Purkis-James Bowen, Ayrıntı, çev: Şen Süer Kaya
Errico Malatesta, Der: Vernon Richards, Mayıs 1999, Kaos Yayınları,çev: Zühal Kiraz
Murray Bookchin, Kentsiz Kentleşme, 1999, Ayrıntı, çev: Burak Özyalçın
Paul Avrich, Amerikalı Anarşist Voltairine de Cleyre’in Yaşamı, 1999, Sel Yayıncılık, çev: Emine Özkaya, şiir çev: Hakan Çalbayram
Anarşizmin Bugünü, 1999, Der: Hans-Jurgen Degen, Ayrıntı, çev: Neşe Ozan
Rudolf Rocker, Anarko-Sendikalizm, Şubat 2000, Kaos Yayınları, çev: H. Deniz Güneri
Colin Ward, Eylemde Anarşi, Nisan 2000, Kaos Yayınları, çev: H. Deniz Güneri
John Zerzan, Gelecekteki İlkel, Nisan 2000, Kaos Yayınları, çev: Cemal Atila
Peter Marshall, Anarşizmin Tarihi-İmkânsızı İstemek!, Şubat 2003, İmge Kitabevi, çev: Yavuz Alogan
abi merak ettiğim için soruyorum.otorite dediğiniz devlet mekanizmasının,baskı yapmak dışında;bireylerin birbirine baskısını önlemek,bireylerin,inançsal,ırksal,cinsel,ekonomik… olarak baskısını önleyecek bir mekanizma olma ihtimalinin olduğuna nasıl bakar anarşistler.otorite ve onun koyduğu kurallar dediğimiz kuralların baskısı;ortak kurallar belirlenip,tahakkümlerin kaldırılacağı daha”iyi” bir dünya ihtimali olduğunda veya olma durumunda hala baskıcı otoritermidir.örneğin siz nasıl bakarsınız bilmem ama sınıfların olmadığı -marx ın yazdığı değil-en azından benim hayalimde var olan dünya anarşistleri kesmez mi?not:bende komün yaşamın tam olarak hayaldeki gibi olabilceğini düşünmüyorum ama en azından tüm mücadelemiz içinde en az yanlışın olduğu doğruyu bulmak,onun için mücadele etmektir gibime geliyor.”bizim kuracağımız devlet,devlet olmasın diye kurulan devlettir”
Anarşizmin temel handikapı, bireylerin anarşist olabilecek erişkinliğe ulaşmaları için önerdikleri bir “sistem” olmaması gibi geliyor bana. Devlet erirken birey, birey olacak ya da birey gelişirken devlet eriyecek…
Ben kendimi o erişkinlikte görmüyorum. Feodal toplumun “eğitiminden” geçmiş, feodal takıntılarla büyümüş ve (burjuva kültürüne bile yabancı) “sınırlı” bilgisiyle devrimci saflara ilişmiş biri olarak, diğer bireylerin yaşam alanlarına müdahale etmeyecek kadar olgunlaşmadığımı hissediyorum. Yani Kısaca “benden anarşist olmaz!” Ve ne yazık kı (günümüzde) anarşizm, komünizm kadar ütopya…
Acaba sizin Nestor Makhno hakkindaki dusunceleriniz nasil cok merak ediyorum acikcasi.
Nestor Mahno’yu çok severim. Esaslı bir devrimci ve anarşisttir. Kızıl Ordu’ya da Beyaz Ordu’ya da gerilla savaşı yoluyla kök söktürmüştür. Sığındığı Paris’te yoksulluk içinde öldü.
Ben izaac babel’in bir cok romani’ni okudum fakat boyle bir izlenim edinemedim.Oncelikle belirtmek isterim fransizca okudum,Makhno ve kurdugu milis kuvvetlerinin ukrayna koylulerinden olustugu ve sinir bolgelerinde yahudilere tecavuz ,toplu sekilde oldurme ve yagmalama seklinde yontemlere basvurduklari belirtmektedir babel.Kitaplarinda Makhno’yu kaba saba bir adam ordusunu resmen mogol ordularina benzetmektedir.Benim kendi fikrim ukrayna koylulugunun ulkenin bagimsizligi icin en iyi olanin makhno oldugu ve onun yaninda savasmayi tercih ettikleridir.Acikca soyliyim nefret ettim diyebilirim makhno’dan cunku babel hem bolsevik hemde butun olaylara ayni mesafeden yaklasarak bakmistir.Tabiki siz farkli anlatirsaniz saygi duyarim.
kendisi de 1930’larda Stalin’in kurbanı olan İsaac Babel’ın Kızıl Suvariler romanından söz ediyor olmalısınız. Bu romanı çok uzun yıllar önce okuduğumdan ve o zamanlar Maühno’yu bilmediğimden fark etmemişim demek ki. Yeniden okuyacağım. Hatta belki bugün sahaftan alırım. Mahno’ya karşı anti-semitik suçlamaları yapılmıştır ama bu konuda kesin kanıt yok. Hatta, tersine Mahno’nun kendi gerillaları içindeki anti-semitik eğilimleri cezalandırıldığı da anlatılır. Fakat şu bir gerçek ki, Ukrayna’da anti-semitizm güçlü bir eğilimdir ve bugün bile etkilidir. Babel’in olaylara o zamanki KP’nin bakış açısından baktığını dikkate almakla birlikte, bu anti-semitik eğilimi de gös ününde tutmak gerekir. Ama Mahno’dan nefret etmeyin. O, tarihin yazdığı en büyük anarşist eylemcilerden biridir.
Makhno”nun anti semitik olmasina iliskin bir cok ornek vardir, ama bence en onemli iki delil Emma Goldman ve Alexandre bergman”in o donemde Ukrayna”ya Makhno”nun faaliyet gosterdigi bolgeye yaptiklari geziden sonra yazdiklari anilaridir. Her ikisi de bolgede ki gorustukleri yahudilerin hepsinin bolsevikler haric tum politik ve silahli guclerin yahudilere saldirdiklarini soyledigini yazarlar. O donem de Ukrayna da milyonun uzerinde yahudi oldurulmustur, bunun buyuk kismi Denikin ordularinin, Alman ordularinin, Ukrayna milliyetci devletinin RADA idi saniyorum ordularinin isidir ama Makhno ordusu da anti semittir yahudi katliamlarina karismistir.
Gerek Berkman gerekse de Goldman anilarinda bolsevikler haric herkesin yahudi katliamlari yaptigini, bosleviklerin ise yahudileri koruyan tek politik guc oldugunu yazarlar ama katledenler kisminda Ukrayna daki askeri ve politik guclerden birisi olmasina ragmen Makhno’yu hic zikretmezler. Makhno”yu ancak savunma kisminda zikrederler. Ama ne kadar savunsalar da sonunda kendileri de gorustukleri tum yahudilerin kendilerini koruyan tek gucun bolsevikler oldugunu, onun disinda tum guclerin yahudi pogromlarina katildigini soyledigini yazmak durumunda kalmislardir.
isaac babel,27 ocak 1940 moskovo’da kursuna dizilmistir ama resmi bir aciklama yapilmamistir.Babel’in 1918 yili ,kizil suvariler,1920 gunlugu ve imparotorice’nin evinde bir gece adli eserlerini okudum.Babel’in bence turkce’ye cevrilen butun eserlerini okumanizi tavsiye ederim.Babel’in kendiside yahudi oldugu icin ozelikle bu katliamlari belirtmistir.Hangi kitapta tam olarak belirtmis hatirlamiyorum ama kesinlikle anti semitik olduklari tecavuz ve yagma yaptiklari belirtilmektedir.Polonya ve kizil orduda anti-semitizm on plandadir o zaman.sunu gozden kacirmamak lazim o donem kizil ordu koylu kokenliler ve kazaklardan olusmaktaydi ve siyasi bilinc yok denilecek kadar azdi.
Onlar, Mahno’ya asla böyle bir isnatta bulunmamışlardır. Yine atmaya başladın Ahmet. Onlar sadece beyazların marifetlerinden söz etmişlerdir. Madem onları tanık gösterilorsun, KP’nin zulümleriyle ilgili tanıklıklarına da itiraz etmezsin artık herhalde.
Kızıl Süvariler’i bugün sahaftan aldım ama sanırım bu kitap değil. Romanın adını verebilir misin?
Mahno ile ilgili romanın hangisi olduğunu söylersen sevinirim.
GUn yukaridaki yazimi yeniden oku. “”….. Her ikisi de bolgede ki gorustukleri yahudilerin hepsinin bolsevikler haric tum politik ve silahli guclerin yahudilere saldirdiklarini soyledigini yazarlar. …
Gerek Berkman gerekse de Goldman anilarinda bolsevikler haric herkesin yahudi katliamlari yaptigini, bosleviklerin ise yahudileri koruyan tek politik guc oldugunu yazarlar ama katledenler kisminda Ukrayna daki askeri ve politik guclerden birisi olmasina ragmen Makhno’yu hic zikretmezler. Makhno”yu ancak savunma kisminda zikrederler. Ama ne kadar savunsalar da sonunda kendileri de gorustukleri tum yahudilerin kendilerini koruyan tek gucun bolsevikler oldugunu, onun disinda tum guclerin yahudi pogromlarina katildigini soyledigini yazmak durumunda kalmislardir.””
Goldman ve Bergman”in anilarindaki Makhno ile ilgili kisimlar Makhno ve ordusunu aklamaya calismakla gecer. Ama bir kere bolgede gorustukleri tum yahudilerin Bolsevikler haric herkesin yahudi pogromlarina katildigini soyledigini yazdiktan sonra, bolgede ki onemli askeri ve politik aktorlerden birisi olan Makhno”yu aklamalari oldukca zor bir istir. Onlar bu ise soyunurlar. Ama pek bsarili bir savunma degildir bu. O yuzden tum bu yaglama yikamaya ragmen Makhno”nun omrunun Fransa kismi kendini savunmakla gecmistir.
Emma Goldman”in savunmasi aslinda Makhno iyi ama cevresinde baya irkci var, koylu toplumu zaten savunmasina dayanir. Ama bu durum bolsevikler icinde gecerli, her ikisi de gorustukleri tum yahudilerin bolseviklerin kendisine saldirmayan hatta aksine koruyan tek guc oldugunu soyledigini yazarlar.
Bergman bu konuda daha da duser. Bir yahudi hahamini konustuarak baya bir kac sayfa konusturur onu ve onun agzindan bolseviklerin aslinda Yahudi kulturunu ( yani yahudi dinciligini, yahudilik kurumunu) nasil yok ettigini, bu anlamda onun pogrom duzenleyen irkcilardan mesela Denikincilerden ya da Rada cilardan daha da kotu oldugunu soyletir.
6 numarali anonim, son yillardaki arsiv calismalarindan sonra Babel”in sonu hakkinda, hersey bilinmese de, daha cok sey biliniyor. Babel 1938 de zamanin Icisleri Bakani Yezhov”un karisi cevresinde olusan bir ajan cevresine ait oldugu icin kursuna dizilmis. Anlasildigi kadari ile Babel ayni zamanda kadinin aydin cevresinde ki bir cok sevgilisinden birisi. Ayni sorusturmalar cercevesinde icinde Durgun Don yazari Sholov da olmak uzere bir cok aydin gozaltina alinir. Gozaltina alinanlardan mesela Meyerhold gozaltinda iskence altinda olmustur. Yezhov sorusturma karisina kadar gelince, yakalanmamak icin onu zehirledigini kabul eder ama sonra iskence altinda ifade verdigini ifade ederek ifadesini reddeder. O donemde mesela Bukharin Zinovyev vb iskence gormemistir, sorgulama kosullari cok iyidir, hatta oyleki Bukharin icerde oldugu bir yil boyunca bazi kitaplar dahi yazabilmistir. Ama Yezhov grubu kendisi de dahil yogun iskencelerden gecirilmistir. Isin ilginc tarafi sorgucular ifade sirasinda Yezhov”a attiklari dayagi bile kayitlara gecirmislerdir.
Yezhov donemi yogun tutukmalar ve idamlarla tanindigi icin Yezhovite diye adlandirilir. Ilginctir o donemi ve idamlari tutuklanmalari bitiren sey Beria nin atanmasi olmustur. Ama ne o donemi gercekten mahkum eden Kruscev ne de o donemde yakinlarini kaybeden Lara Bukharin, hatta Ginsburg gibi kisiler anilarinda ya Yezhov dan hic bahsetmemisler ya da ovmuslerdir. Onun yerine o donemde idamlari durduran Beria ya saldirmislardir. Oyleki sol cevrelerde bir cok kisi hala o donemin asil sorumlusunun Beria oldugunu dusunurler.
yok canım ne alaka. Tek sorumlyu vardır, bütün kuklaları oynatan, o da stalin’dir.
Yezhov”un kukla oldugunu sanmam, sadece yezhov degil bolsevik parti icinde kimse kimsenin kuklasi degildir, AKP den degil, atesin cemberinden gecmis bir partinin liderlerinden bahsediyoruz.
Yezhov gerek Lara Bukharin gerekse Kruschev tarafindan ovulur, cinayetleri gizlenir, cunki politik olarak ayni yerdedirler. Gerek Lara Bukharin”in anilarindan gerekse o donemde mesela 1936 subati parti konferans tutanaklarindan Bukharin”in mahkemeye idam emri ile verilmesini isteyenlerin basinda Yezhov”un geldigini biliyoruz. O konferansta Bukharin”in hem tutuklanmasina hem de mahkemeye verilmesine karsi cikan ise tek kisi vardir Stalin. Tutanaklara gore Bukharin bir haindir ama tutuklanmasi ve mahkemeye verilmesi yanlistir. Onun yerine Sibirya ya surulmesini onerir. Bu tartismalar Bukharin”in onunde oldugu icin, daha sonra icerden Stalin”e yazdigi mektupta niye sibirya surgununu talep ettigini simdi daha iyi anliyoruz. Cunki bu zaten Stalin”in onerisidir. Bir de arada Bukharin”in hain olduguna inanip onun mahkemeye verilmesini isteyen ama idam yerine 5 ya da on yil icerde kalmasini savunan bir ortayolcular grubu vardir. Stalin”in onerisi reddedilir ama Stalin”in muhalefeti sonucu idam cezasi ile mahkemeye gitme talebi de reddedilir. Cikan ortayolcu sonuc tutuklanmalari ve icisleri bakanliginin sorusturmayi derinlestirmesidir.
Biz su an bundan sonrasini bilmiyoruz. Cunki bundan sonra ki temmuz konferansinin tum tutanaklari yok edilmis. Zaten asil tutuklamalar bu kongreden sonra basladi. Troykalar bu kongreden sonra kuruldu, Bukharinlerin idami da bunlarin sonucunda oldu. Su an bu bir bucuk yillik surecte ne oldugunu arsivlere konan yasaklar nedeni ile hala bilmiyoruz. Tek bildigimiz bu surenin sonunda Stalin ekibinin Yezhov ekibini tasfiye etmeyi basardigi, ve bunlarin buyuk kismini idam ettigi, kitlesel tutuklama ve idamlari durdurdugu ama bu idamlardan sorumlu olan Yezhov Potysevski Eikhe vb parti liderlerinin tutuklanip idam edildigidir.
Yine bildigimiz, Kruschev Yezhov Eikhe vb yi sevdigi ve onlari aklamaya calistigidir. Eikhe ve Potyshev o donemde en cok sayida insan tutuklatan ve idam eden liderlerdir.Bir cok arastirmaci kitlesel tutuklama ve idamlarin arkasinda EIKhe nin oldugunu ileri surerler.
Gun abi,oncelikle sana kocaman bir ozur borcluyum cunku serge ve anonim benim kocaman bir yanlislik oldu mesaj gonderirken,Makhno uzerine galiba siz fransizca bilmiyorsunuz soz size cevirip yazicam burdan.15 yas ilk eylem simdi yas 36 ama soz veriyorum itiraf etmen lazim bolseviklerin 18 ve 20 yillarinda eylemleri kizil suvarilerde kocaman bir karsi devrim.
Stalinci Ahmet, şimdi de temizliklerin suçunu Yezhov günah keçisinin üstüne yıkıp Stalin’i kurtarmaya çalışıyor. Boşuna çaba. Lets history judge.
Gun kafan yine bos donmeye basladi. Stalin”in Bukharin”in tutuklanmasina ve mahkemeye verilmesine karsi ciktigini Bukharin”in karisi yaninda tutuklama kararlarinin verildigi konferans tutanaklari da soyluyor.Senin Bukharin”in iskence gormedigini kabullenmen bir on bes seneyi almisti, eh bunu kabullenmen kac yil surer bilmiyorum.
Tutanaklardan ve yine anilardan anladigimiz Stalin Bukharin”in bir hain olduguna inanmaktadir ama tutuklanmasina karsidir, onun cozumu Bukharin ve digerlerinin bir sureligine Sibirya”ya surgun edilmeleridir. 1937 Subat konferansindan sonra neler oldugunu bilmiyoruz, takii 1939 baslarina kadar.
SSCB de o donem olanlar kotu diktator Stalin manyakca herkesi oldurttu, seklinde anlasilamaz. Bu tarihi kisilere endeksleyen idealist bir yaklasimdir. Fasistler ve emperyalistler acisindan bir propaganda degeri vardir sadece o kadar. O donemde olan tipki Cin Kultur devriminde oldugu gibi parti ve burokrasi icinde gecen ve icinde bir cok tarafin oldugu bir ic savastir ve gorundugu kadari ile Yezhov, Eikhe grubunun ve ust duzey parti ve devlet burokrasisini temsil eden bazi gruplarin tasfiyesi ile sonuclanmistir. Stalin grubu aslinda en guclu gruplardan bile degildir, bunu zaten tasfiye edilen parti ve devlet burokrasisine bakarak anlayabilirsiniz, Stalin”in basarisi alttan gelen yeni genc burokrasi ile uzlasma kurmayi basarmasi ve o donemki ust duzey sovyet ve parti burokrasisini tasfiye etmeyi basarmasidir.
Stalin burokrasiye karsi zafer kazanmasina ragmen 1936 da savundugu bir cok seyden vazgecmek zorunda kalmistir. Yezhov Eikhe grubunun en cok tepki gosterdigi sey sovyetlerin hepsinin secimle gelmesi, secimlerin gizli oy acik sayi ilkesi ile uapilmasi, secimlerde cok fazla bagimsiz adaylarin olmasi, parti ve sovyetlerde atama sisteminin yok edilmesi vb talepleridir. Stalin yeni anayasa ile cok ayida adayin yarisabildigi bir secim sistemi getirmek istiyordu. Ama 1939 a gelindiginde Stalin secim sistemini kabul ettirse de birden fazla aday konusunda geri adim atmak zorunda kalmistir. Bu ise partinin devlet uzerine olan diktatorlugunun surmesini saglamistir. Yeni secim sisteminin bu hali ile tek faydasi yeni genc burokratlarin eski burokratlari tasfiyesi olmustur.
Aslinda O donem sovyetlerinde olan farkli bicimlerde Cin Kambocya vb bir cok ulkede olmustur. Cinde kultur devrimi de benzer sureclerden gecmistir. Orada da parti ici mucadele burokrasiye karsi mucadele olarak gelismis ama sonunda burokrasinin bazi kanatlari ile uzlasma ile noktalanmistir.
boşuna çabalıyorsun Ahmet. Stalin dönemi mutlak bir tek kişi diktatörlüğüydü ve Stalin’den habersiz sinek bile uçamazdı. Aslında bunu sen de biliyorsun.
Ahmed yeni yontemini deniyor.vurusarak cekiliyor.stalini korumak icin stalin kahramanlarini tek tek feda edecek.stalin daldasak kalana kadar.
Valla sinekleri bilmem, onlar tartismamizin disinda ama Stalin”e ragmen Bukharin”in tutuklandigini hem anilar hem de arsivler soyluyor. Aslinda mesele sadece Bukharin ve arkadaslari meselesi de degildir, Kruschev anilarinda 1948 leningrad mahkemesinde ki politburo uyesi iki kisinin Stalin”e ragmen mahkum ve idam edildiklerini soyler.
Savasin basinda isler kotu gitmektedir hep beraber genelkurmaya giderler, ogrenmek istedikleri ordu neden yenilmekte, nazi ordulari neden hizla ilerlemektedirler, orada GK baskani Zhukov Stalin de dahil hepsine postayi koyar ve siz kendi isinize ben de kendi isime bakayim der,
Stalin agir konusur, agir konusur dediysem oyle kufurlu bagirmali filan degildir, ama Zhukov cocuk gibi aglar onu teselli etmek Molotov”a duser, bu herkesin anlattigi bir hikayedir. Ama Stalin hic bir sey yapamaz, yapabilecek yasal bir dayanagi yoktur cunku, bunun uzerine evine cekilir ve parti yonetiminden cekilmeyi dusunur, ancak kendisine komutanlik yetkisi verilince geri doner. Yani kendisi politburo nun hatta ordunun uzerinde bile degil, ancak onlar acikca yetki verince kullanabiliyor yetkilerini. Tum bunlar Stalin”in parti uzerinde bir kisilik oldugu iddiasini curutuyor.
Bence bu konuda Kaganovich”in formulu daha dogru, Stalin parti dikatorlugunu temsil ediyordu, ama partinin uzerinde degildi, sadece parti icinde var olan cok sayida egilimin bir tanesinin, sayica belki en fazla degil ama politik olarak en etkin olan kesiminin lideri idi. Bu noktada Stalin bir cok kere istifanin esigine gelmis, MK da bir cok kere elestirilmis, omrunun son yillari da dahil olmak uzere bir cok onerisi parti tarafindan reddedilmistir. Senin tum bildigin parti yasamin Perincek gibi birinin tek adam oldugu IP gibi bir partide gectigi icin boslevik parti ve onun isleyisini anlaman mumkun degil demeyimde biraz zor. Ama once kafandaki IP parti modelini boslevik parti ile esitlemekten vazgecmen gerekiyor.
Bu ahmedin vites bosta gurultusunu dinlemekmi zorundayiz?hakaretlerini okudukca gun yerine sinirleniyorum.adam kac kere rezil oldu.kac kere tukurdugunu yaladi.hala tayyip gibi cikip cikip konusuyor.ama demokrasi var.her demagogu dinlemek lazim.iyide bos konusan ahmedleri ne yapcaz?gecmisini bilmeyen inanir adama.ondan kurtariyor.yeter.
hahahah… perinçek bu konularda Stalin’in eline bile su dökemez. İstifa nuramarası ise, zor durumu düştüklerinde bütün diktatörlerin baş vurduğu bir çaredir.
Ahmet’in en iyi yanı insanın seçtiği “tarafın” aleyhine ortaya çıkmış tarihsel gerçeklerin, somut-apaçık belgelerin de hangi yöntemlerle değersizleştirilebileceğini bize göstermesi…
“Hani katil cinayet mahallinden ayrılamazmış ya…” Ahmet de böyle yapıyor; bir şekilde “çürütülmüş”, üzerinde belgeler yazılmış mevzuları dönüp dolaşıp yeniden iddia ediyor. Aradığı nedir? İkna olmak için daha somut ne tür kanıtlar bekliyor?
Dini olmayan bir Tanrı’ya inanan insana, yokluğunu kanıtlamak da ciddi güçlükler olabilir. Ama örneğin İslam Dinine ait bir Tanrı’nın yokluğunu genel olarak kanıtlamak çok kolaydır. Oysa buna inanmış bir insana o istemediği sürece bu imkansızdır. İmkansızlık, kanıta dayalı olarak öne sürülen olguların, deneylerin, gerçekliğin yetersizliğinden değil, o kişinin kendi iç dünyasına ait bebeklikten başlayarak örülmüş sinirsel-bilinç altı-mantık kurgusundan kaynaklanır. Siyasal ideolojilerin fanatik yandaşlarında da benzer bir “çelik örgü” kurulmuş… Kanıtlar, belgeler, birbirini doğrulayan anlatılar bu “çelik örgünün” boşluklarından akıp gidiyor… Yeniden, yeniden anımsatmalar da aynı şekilde sonuçlanıyor.
*
“Stalin”e ragmen Bukharin”in tutuklandigini hem anilar hem de arsivler soyluyor.” Buharin’in ipinin çekilmekte olduğu o mafyatik MK toplantısında olan biten burada yazılmıştı… Zizek’in de bir yazısında alıntıladığı belge… Bu belge “yalan” değilse…
200 milyon yıl sonra bir dinozor kemiğinden yola çıkılarak neler öğrenilebiliyor! Ay’a çıkılmadığına inanan insanların bulunduğu bir dünyada yaşıyoruz; ” İnternette, 1969 yılında “Ay’a çıkılmadığını” kanıtlamaya dair bitmeyen tartışmalar okunabilir. Bir sitede geçen yıl oylama yapılmış. Soru; “Ay’a Gidildi mi? 322 kişi oy kullanmış. Yüzde olarak Evet 35, Hayır 27, Belki 8, Allah bilir 28 yanıtları alınmış. (Dedemin Odası. Gerçekliği inkâr. İşte buraya kadar. http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1241 ) Stalin tartışması giderek Evrim’e ait fosil üzerindeki tartışmalara benzeyecek görünüyor!
Basit bir akıl yürütme ile bile Parti’de işlerin nasıl yürüdüğünü gösterir. 30 yıl boyunca kaç MK-politbüro üyesi öldürülmüştür? Bunlar biliniyor; ama o zaman bu cümle nasıl yazılıyor? Öldürme “yetkisi” elinde olan adam, “Stalin parti dikatorlugunu temsil ediyordu, ama partinin uzerinde degildi, sadece parti icinde var olan cok sayida egilimin bir tanesinin, sayica belki en fazla degil ama politik olarak en etkin olan kesiminin lideri idi.”
*
17 Aralık sonrası RTE ve bakanların açıklamaları… Ben bu açıklamaları “akıllıca” buldum! Ne yapsınlardı yani? “Biz suçluyuz” demelerini bekleyen var mıydı? “Mızrak” çuvala konulmaya çalışıldı! Ne kadar olduysa! RTE yandaşları bunlara inanıyor olabilir… Bu kurulu “çıkar-inanç-mantık örgüsü” içinde bu hikayelere Ahmet’in de inanması gerekir; Stalin mevzusunun bundan farkı yok ki!
ekliyorum..
Şimdi Stalin mezarından çıksa, Ahmet’i bir kenara çekse, fısıldasa “Ahmet, biliyor musun? Bu anlatılanların neredeyse hepsi doğru! Üzgünüm. O zamanlar öyle gerekiyordu!” dese, korkarım Ahmet “elindeki belgeler” ile Stalin’i de yalanlamaya, “öyle olmadığına” ikna etmeye kalkışırdı…
O.Gürsel yukarıda yazdıkların M.Kemal içinde geçerli mi? yoksa, ama o modern,laik bir ulus kurdu “o zamanın şartlarında”;bizi kulluktan,dincilerden mı kurtardı diyeceğiz.sahi biz niye kendi diktatörümüzü Stalin kadar tartışmıyoruz, M.Kemal bu ülkede hala bu kadar popülerken…
Stalin yenildi ve solu rezil rusva etti.yenemezdi.cunku bu kadar mezalimle yenemez.asya barbariydi.devri gecti.hala savunan varsa insanligindan suphe duyarim.
O Gursel, sen bu islerden anlamiyorsun, zaten bu konularda okudugun da yok o zaman niye bu kadar kalem paraliyorsun, hem kendi zamanini hem de baskalarinin zamanini harciyosun,
Benim sana tavsiyem eger gercekten bu konularla ilgileniyorsan oku, ama oku, simdi senin yukarida dediklerinde bir tane okuma kirintisi yok, hep kuran ezberi. Madem Bukharin”i bu kadar umursuyorsun git Bukharin”in esinin anilarini oku, kendi yazilarini, mahkeme savunmalarini icerden yazdigi mektuplari oku merak etme dinden cikmazsin.
17 Anonim…
Bildiğim kadarıyla…. Stalin’in en ayırdedici özelliği ve en korkunç kötülüğü, insanlığın eşitlik-sömürüsüz dünya hayalini kullanarak yaptıklarıdır. Hitler de, Atatürk de bu anlamda farklı kategorilerde tartışılmak zorundadır!
Tartışırız. Ama Stalin çok özgün bir örnektir… Marks-Engels, Lenin’in “sosyalizm-emekçi iktidarı-sömürüsüz dünya” teori ve hayallerini kendine maske yaparak, hem de devrim için nice fedakarlıklarda bulunmuş insanları bile şeytanca yöntemlerle mahvetmiştir. Bugün Rusya, Ukrayna kavgası bile en temel insanlık değerlerinin yozlaştırıldığı bir tarihin ortamında gerçekleşmektedir.
Atatürk yine bildiğim kadarıyla özgürlük, eşitlik idealini savunmadı. Modern, ulusçu, laik bir devlet ve iktidar yapısı o koşullarda kendince sarıldığı bir yöntem… Kürtlere, Dersimlilere, “Dindarlara” yapılan kötülükleri bugün daha iyi değerlendiriyor ve inkarını doğru bulmam… Bugün Fanatik İslamcılara bakıldığında, Kürt hareketindeki islamik damar göze alındığında o yıllarda ne yapılmalıydının yanıtı kolay olmayacaktır?
Bugüne dek kürt, ermeni, rum azınlığa ait “ötekileştirici” bir söylevini yazısını okumadım. (Böyle bir yazı varsa okumak isterim. )
Toplama kampları olmadı. 1941 varlık vergisi ölümünden sonradır…
Hiç bir zaman “kemalist-atatürkçü” olmadım. Kemalizm nihayetinde bir burjuva ideolojisidir… 8 yaşımdan beri üretim araçlarının ortak mülkiyetinin, Sosyalizm’in insanlığı daha adil, daha az şiddet içeren bir hayat sunacağını düşündüm.
Burada ve çok yerde Tarihin gereken analizle okunmadığını, tartışılmadığını düşünüyorum. Şu çok açık! Kemalizm, Atatürkçülük geleceğin toplumunda konuşulmaya değmez, çok geride kalmış bir hikayedir. Salt entelektüel, tarihsel bir sohbet olmalıdır.
Modernizm ve Laiklik meselesini onunla ilişkilendirmek zorunda da değiliz.
İnsanlar arasında ilişkilerde ve toplumsal yönetim ilkelerinde Dinsel dogmaların asla kullanılmayacağı bir Laiklik kavrayışı olmadan özgür olamayız!
Modernite’yi de (dar anlamda) tanımlanabilecek insanın kendini, içinde yaşadığı tabiat-dünyayı, üretim ve toplum içindeki yeniden üretim süreçlerini kavramada
bilimsel aklın, deneyimler toplamı ve materyalistik tinselliğin de bizi ayakta tutacağı inancı ile anıyorum.
Hayatın çok karmaşık olduğunu sanmıyorum.
Hayatımızı bu denli çetrefilli, “içinden çıkılmaz” hale getiren kapitalistik mülkiyetçi üretimin yabancılaştırdığı insan karakteri ile örgütlenme hali ve tek tanrılı dinlerin yabancılaşmış tinselliğidir.
*
Benzerlik tanımı, “bir gün” tüm bu “karakterlerin “tarih öncesi” sayılacağı zamanlarda yapılması sanırım daha uygun olacaktır…
Düzeltmeliyim… 8 değil.. 18 belki de 17…
Anonim, O.Gürsel’in vereceği cevap belli.
Ne de olsa Stalin’in ülkesi Müslüman değildi ve orada gericilik yoktu.
O.Gürsel iflah olmaz bir Kemalist. Aydınlanma dininin sıkı müminlerinden.
O.Gürsel’e
Rektör
Bilmiyorum, koca bir toplumu utandırmayı nasıl başarıyorlar.
Sanki bunun için eğitim almışlar, bütün öğrencilikleri, akademik kariyerleri “şöyle davranırsanız kendinizi de toplumunuzu da rezil edersiniz” söylevleri dinleyerek geçmiş.
Bu eğitimin tepe noktasına varınca da rektör olmuşlar.
Geçenlerde bir profesör, “Kemalizm’in gericilik” olduğunu söyledi.
Bir profesör bilgileri ışığında dilediği sonucu çıkarır.
Bunun tam tersini düşünen profesörler de var.
Peki, bunu söyleyen profesörün ders verdiği üniversitenin rektörü ne yaptı?
Ne yapacak, koca bir toplumu utandırmayı göze alarak profesörün derslerini durdurdu.
O rektör gibi düşünmeyenlerin üniversitede yeri olmayacağını cihanı âleme gösterdi.
Türkiye’de üniversitede ders vereceksen “Kemalizm ilericiliktir” demek zorundasın.
Kemalizm’i öveceksin.
Yeryüzünde kaç ülke kaldı böyle?
Bir Kuzey Kore, “Kim İl Sung” öğretisini sorgulayamazsın; bir İran, Humeyni hakkında konuşamazsın; bir de bizim Türkiye, ne Atatürk’le ne de Kemalizm’le ilgili eleştirel bir söz söyleyemezsin.
Benzediğimiz ülkeleri gördüğünüzde, bu gerçek sizi utandırmıyor mu?
Hem her tarafa “en hakiki mürşit ilimdir” diye yazacaksın hem de Mustafa Kemal’e de Kemalizm’e de bilimsel bir gerçekçilikle bakamayacaksın.
Şaşkınlık mı bu, ikiyüzlülük mü, ne söylediğini bilmemek mi?
Neden Atatürk’ün bütün söylediklerini bir arada değerlendiremiyoruz?
Niye bütün konuşmalarını okuyamıyoruz?
Neden yönetim biçiminin adını koyamıyoruz?
Neden, bu ülkenin yakın tarihindeki en önemli politikacılardan birini “Kim il Sung”laştırıyoruz?
Mustafa Kemal bunu ister miydi?
Kim il Sung ve Humeyni düzeyine indirilmeyi arzu eder miydi?
Pek sanmıyorum.
Ayrıca nedir bu Kemalizm meselesi?
Kemalizm diye bir şey var mı gerçekten?
Varsa ne?
Mustafa Kemal her söylediğinin bir de tersini söylemiş, her yaptığının bir de tersini yapmış, çok çalkantılı bir dönemde yeni bir cumhuriyet kurabilmek için sürekli ittifak değiştirmiş bir lider.
Nasıl onun sözlerinden ve davranışlarından bir ideoloji çıkartabilirsiniz?
Tutarlılığı yok ki sözlerinin.
Zaten bana sorarsanız Kemalizm diye de bir şey yok.
Olabilmesi de mümkün değil.
Kemalizm’in günümüzde bir tek anlamı var:
“Ordu politikanın içinde ve merkezinde dursun.”
Bunun dışında Kemalizm’in orijinal bir fikrini bilen varsa söylesin, daha önce söylenmemiş ne söylüyor Kemalizm, bir anlatsın.
Kemalizm, cumhuriyet elitlerinin orduyla birlikte iktidarı elinde tutup, halkı politika dışına itebilmek için uydurdukları bir tabu.
Onlara göre “Kemalizm” olmazsa ve ordu politikadan çekilirse, “halk” yani bu ülkenin insanları, yani bu ülkenin gerçek sahipleri, kendi gelecekleri hakkında karar vermeye kalkışırlar.
Buranın halkı külliyen “hain” olduğundan da ülkeye ya şeriat getirir ya da burayı böler.
Kemalizm dediğiniz tuhaf şeyin ana fikri bu.
Kendi halkından korkmak.
Dahası kendi halkından nefret etmek.
Orduyla, Ankara’nın bürokratları ülkeyi kendi “halkından” korumasa burası mahvolacak.
Bugüne kadar ülkeyi “halktan” korumanın bizi nerelerle getirdiğini gördük, yaşam standardı olarak Yunanistan’ın 69 basamak altındayız.
Avrupa’nın en fakir ülkesiyiz.
Hala aşiretler, hala töre cinayetleri var.
Hala kış gelince köy yolları kapanıyor.
Hala fikrini söyleyen profesörü işinden kovacak adamları rektör yapıyoruz.
Hala bir trafik sorununu bile çözmekten aciziz.
Hala insanlarımıza doğru düzgün bir sağlık hizmeti veremiyoruz.
Hala ülkenin dört bir yanı çetelerle dolu.
Bu mu Kemalizm?
Kemalizm, gericilik değildir bence.
Kemalizm diye bir şey yoktur.
Kemalizm, bu ülkeyi “halkı dışlayarak” yönetmek isteyenlerin taktığı bir maskedir.
Ama her işin bir sonu olduğu gibi bu kandırmacanın da bir sonu bulunuyor.
Ve biz bu sona yaklaşıyoruz.
Halk, kendi ülkesinde, sahibi bulunduğu topraklarda kendi geleceği hakkında söz sahibi olmak istiyor.
Üniversiteyi kışlaya çevirmeye çalışan, koca bir toplumu rezil eden adamları rektör yapmak bunu önlemeye etmez.
Generaller de, bürokratlar da, onların parasını ödeyen, onların maaşlarını kendi alın terleriyle denkleştiren insanların hizmetine girecekler.
Onların istediğini yapacaklar.
Bunca yıl “olmayan bir ideolojiyle” insanları korkutup susturmanın tadını çıkardılar.
Kendilerini yüceltip ülkeyi batırdılar.
Amma artık yeter.
İzin verin de biraz da halk yönetsin bu ülkeyi.
Şu sizin de içinden çıktığınız ve sonra beğenmediğiniz halk.
Nokta, 30.11-6.12.2006
Ahmet ALTAN
O.Gürsel,
sizin Aydınlanma dediğiniz dinin insanların özel bir durumu, vicdan meselesi ve bir inanç olduğu tanımlamasını yaparken diğer yandan dinden çok daha kanlı bir canavar olan milliyetçileri ve dolayısıyla milletleri yaratmıştır. Modern-laik ulus devlet politik dinden daha iyi bir şeymiş gibi sunmayın. İslam dini ile de politik İslam’ı karıştırmayın. Bu ayni marksizm ile stalinizmi karıştırmak gibi olur. Kaldı ki artık eşitlikten ve özgürlükten yana olan anti-kapitalist müslümanlar var günümüzde…M.Kemal’e gelince: neredeyse laik-modern devlet uğruna o zaman öldürülen “köktendincilerin” öldürülmeleri gerektiğini savunacaksınız.M.Kemal’in yaptıklarını meşru göreceksiniz. Stalin’e gelince yaptığı katliamlar kanıtlanıyor ama iş M.Kemal’e gelince “toplama kampları” yoktu ki oluyor. Mustafa Kemal’in haberi olmadan sinek bile uçamazdı o devirlerde…Mustafa Suphi’ler gökyüzünden bize gülümsüyorlar….
O.Gürsel’de Nişanyan’ın ifadesiyle ‘Şarklılık kompleksi, ve şarklılığın görünür bazı belirtilerini (“eciş bücüş yazı”, fes, sultan vb.) terketmekle kültürel değişimin sağlanabileceği hayali’ var.
Milletleri aydınlanma yaratmadı.aydınlanma öncesi dinsel fikirlerin artıklarından türedi.milliyetçiliğinmi dinlerinmi hangisinin daha kanlı vahşi utanmaz akıl dışı olduğu muallak.dinlerde milliyetçilikde ırkçılıkda mağara devri fikri.bende mağarada vahiy alsam ya musa gibi milliyetçi ya muhammed gibi ümmetçi olurdum.allahtan 60 metrekare kombili evde oturuyom.
‘Atatürk’ü Koruma Kanunu’ niçin konulmuştur?
Dünyada bir benzeri olmayan Atatürk’ü Koruma Kanunu niçin konulmuştur?
Elbetteki Selanikli diktatörün soykırımcı, düzenbaz, kanemici biri olduğu konuşulmasın ve açığa çıkmasın diye.
Kürtler kürt düşmanı olduğunu bilir.
Dinciler din düşmanı olduğunu bilir.
Aleviler alevi düşmanı olduğunu bilir.
Türkmen asıllı gerçek türkler türk düşmanı olduğunu bilir.
Bilmekle kalmaz yakınır, şikayette bulunurlar.
Buna rağmen Öcalan ve hempaları “Atatürk temel direktir” der.
Aleviler evlerine fotograflarını asar, “Atatürk aleviydi” demeye kadar işi gütürürler, bununla da kalmaz Atatürk’ün partisine oy deposu olurlar.
Kürtler sömürge ulus, aleviler ise dini azınlık. İktidar olmaktan uzak bir konumları var.
Ya türkmene ne demeli?
Orta Anadolu tümden dinci partinin tabanını oluşturuyor ve dinciler Türkiye tarihinde ender görülen bir meclis ekseriyetiyle siyasi iktidarı ellerinde bulunduruyorlar.
Bir elleriyle Kur’anı tutarken, dillerinden “Atatürk Türkiye’nin yetişdirdiği bir dehadır” yalanını eksik etmiyorlar.
Oturdukları makam odalarında zorba bir zındığın fotografları asılı.
Çıktıkları bütün meydanlarda paganist dönemi anımsatır tarzda Atatürk’ün heykelleri dikili.
Putataparlık bile tanrılarının heykellerini, tasvirlerini bu denli yaygın bir şekilde kullanmadı.
Dünyanın en haksız ve en rezilane işleri bu Atatürk denen haksız ve rezil zorba dayanak yapılarak icra olunur. Kimse de bunu sorgulamaz. Ne aleviler alevi kemalistlere, ne dindarlar dindar kemalistlere, ne kürtler kürt kemalistlere bu rezil ve zorba kişilik bütün kötülüklerin kaynağı ve dayanağıdır diye itiraz yükseltmez. Üstüne üstlük bu soykırımcı pedofilin, ayyaşın, sahtekarın bokunda boncuk arama yarışına girilir.
***
Bizim müslüman geçinenlerimiz iç dünyalarında pagan, söze gelince müslümandırlar. Aksi olsaydı bugünkü meclis çoğunluğuna dayanarak Atatürkü Koruma Kanunu bir tek oturumda kaldırılırdı. Kimsenin çıtı çıkmasını bırakınız, büyük halk çoğunluğunun desteğini alırdı.
Siz bakmayın onların ayrı safta durup birbirlerine yan gözle bakmalarına. Hepsi aynı ağacın meyvalarıdırlar. Ağaca yürüyen usare aynı kökten besleniyor. Sadece göbek bağında değil kökte de birliktirler. Dolayısıyla ulusalcılıkları, dindarlıkları, alevilikleri sözdedir.
Elinde hak ve özgürlükler kitabını tutan da, Kur’an tutan da Türkiye’nin en büyük ayıbı, en büyük felaketi sayılması gereken Atatürk ve kemalizm konusunda hemfikir olduktan sonra bunların tümüne sahtekarlar sürüsü denmez de ne denir?
***
Bir diktatöre, bir zorbaya ait heykellerin gölgesinde özgürlük ağacı yeşermez. Olsa olsa zulüm ve istibdat köklenir.
Atatürk heykelleri devrilmedikçe türkler ve kürtler ve arasında milli ve demokratik haklar, bu manzumeden olmak üzere din hürriyeti, örgütlenme hürriyeti, düşünce ve ifade hürriyeti yeşermeyecektir. Kürtlerin ve türklerin ayrı ayrı milletler olarak aşmak zorunda oldukları en önemli handikap budur.
Size yasaklananı kutsamayın, önünüze konan engellere tapınmayın. Putlar sizlerin hak ve hukukunuzun, insanlığınızın sınırlarını tayin etmek maksadıyla dikilmiştir. Her bir put ayrı bir yasağı ve zorbalığı temsil etmektedir. Okula ilk adım attığınız gün sınıfınızın duvarında asılı gördüğünüz fotografla meydanlara çıktığınızda karşılaştığınız heykeller sizlere köle kalmanızı buyurmak maksadıyla konulmuştur.
Putları yıkın.
Zulme, zorbaya, yasaklara karşı gelin.
İnsanlığınızın bu yasaklar aracılığıyla elinizden alınmak istendiğini asla hatırınızdan çıkarmayın.
http://cebaxcor.blogspot.com/2011/04/ataturku-koruma-kanunu-nicin.html
KENDİNİ KANDIRMAK İÇİN “ÖTEKİNİ” YALANLAMAK, AŞAĞILAMAK ZORUNDA KALMAK…
HİÇ BİR ZAMAN YAŞANILMAMIŞ “MASALLARI” GERÇEK SANIP, “HAYATIN” İŞLEYİŞİNE KÖR KALMAK…
İNSAN SOYUNUN BİR “HAYVAN” OLDUĞUNU İNKAR EDİP, “İNSAN” OLMA SÜRECİNE BİR TÜRLÜ KATILAMAMAK…
İNSANA AİT TÜM KÖTÜLÜKLERİN, BENCİLLİKLERİN, YAĞMACILIĞIN, EMEK HIRSIZLIĞININ, ACIMASIZLIĞIN KÜÇÜK YA DA BÜYÜK BİR PARÇASINI KENDİ İÇİMİZDE DE TAŞIDIĞIMIZ GERÇEĞİ İLE YÜZLEŞMEK YERİNE BUNU “ÖTEKİNE” OLDUĞU GİBİ MAL ETMEK…
Bunlar ortak özelliklerimiz… Aramızdaki derece farkını da önce kendimiz vermek zorundayız…
Milliyetçi’ler ve Din’ciler arasındaki “insan” olma derecesi kadar çekilmez, sıkıcı ve işe yaramaz daha berbat bir başka konuşma mevzusu olabilir mi?
1
“. dinden çok daha kanlı bir canavar olan milliyetçileri ve dolayısıyla milletleri yaratmıştır. Modern-laik ulus devlet politik dinden daha iyi bir şeymiş gibi sunmayın. İslam dini ile de politik İslam’ı karıştırmayın…”
İnsanlığın tarihsel gelişme doğrusu kişisel ahlak ve vicdani yargılamalardan kaçınılmaz olarak geçebilir; ama önemli olan geleceğe bıraktığı miras üzerinden tartışabilmektir. Öznellikten sıyrılarak. “Cesetlerin üzerinde tepinmek” kimseye yarar getirmez.
Din ve millet önyargılarından hangisinin kaç milyon daha fazla cinayete yol açtığı gerçekten konuşulmaya değer olabilir mi?
Milliyetçiliğin vahşetine çok örnek var. Alman, Japon militarizmi… Sırp, Türk milliyetçiliği… Bunlar bugün kolayca konuşuluyor. Şu sıralar “in” olan da bu!
Tüm dinler önce din olabilirler ama çok geçmeden iktidar ideolojileri olarak binlerce yıldır yağmacı politikaların en önemli araçlarından birisi olmuşlardır. Kişisel, vicdani bir inanç olarak her dine saygı duyulması gerekse de insanlık tarihinde bu tür dinler, bilinen “emperyal azgın iştahlı” dinler tarafından ezilmiş, yok edilmiştir. Aşağıda internetten alınmış bir örnek… Daha binlerce verilebilir… Bu siteyi okuyanlar için buna ihtiyaç olabilir mi? Bu bile fazla… Ama “dürüstlük” adına gerekiyor…
*
“… Allah’ın, o kent halkından, Resulune verdiği ganimetler Allah’a, Resule, ve ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalmış) yolcuya aittir… ‘
…
“Sana savaş ganimetlerinden sorarlar; de ki: Ganimetler, Allah’ın ve Resulunundur…” (el-Enfâl, 8/1).
“… bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah’a, Resulune ve (Resul ile) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir…”(el-Enfâl 8/41) (Ayrıca bk: Âl-i İmrân 3/161, en-Nisâ, 4/94, el Ahzâb 33/50, el-Fetih 48/15, 19, 20).
“Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin…” (el Enfâl, 8/69).
…
Ganîmetlerin Taksimi:
…
1) Araziyi eski sahipleri elinde bırakır, kendilerine diğer ganimet mallarından barınabilecekleri miktarda mal verir. Arazilerinden haraç, kendilerinden de cizye alır. Hz. Ömer Irak’ı fethettiğinde böyle yapmıştır.
2) Fethettiği bölge ahâlisini oradan çıkarır, yerlerine hariçten getirilen gayr-i müslimler yerleştirilir. Bu tür arazi, “haraç arazisi” diye adlandırılır.
3) O belde ahâlisi kendi istekleriyle müslüman oldukları takdirde, arazileri kendilerine bırakılır veya o arazi ganimetler (ganimeti hak eden muhâripler) arasında taksim edilir. Resulullah (s.a.s.)’in feth edilen Hayber arazisi hakkındaki uygulaması böyledir.
4) Bir kısmı gaziler arasında taksim edilir, diğer kısmı da hazine masraflarına karşılık devlet için alıkonulur. Bu şekilde ahâliye verilen veya gaziler arasında taksim edilen araziye “öşrî arazi” denilir.
5) Herhangi bir taksimat yapılmaksızın bütün arazi, müslümanlar adına devlet tarafından muhâfaza edilir. Böyle araziye “memleket arazisi, mirî veya, emîrî arazi” denir.
İmam Mâlik’e göre savaşarak fethedilen araziler, gânimler arasında taksim edilmez; devlet tarafından vakıf olarak muhâfaza edilir. Elde edilen haraçı müslümanların, cihad, mescid, köprü gibi masraflarına sarfedilir.
İmam Şâfiî’ye göre böyle araziler diğer ganimetler gibi beş kısma ayrılır. Bunlardan bir kısmı devlet hazinesine, beşte dördü ise mücâhidlere taksim edilir.
…
Savaş esirleri hakkında yapılacak işlem: Savaş neticesinde elde edilen esirler hakkında veliyyü’1-emr serbesttir. Bu esirlerden fiilen savaşa katılanları öldürebilir; köle ve câriye yapabilir; İslâm zimmetinde emân vererek hepsine hürriyetini verebilir; İslâm esirleriyle değiş tokuş yapabilir. Arap müşriklerinin esir erkekleri ise ya İslam’ı kabul ederler ya da öldürülürler.
….
Düşmandan alınan esirler hakkında köleleştirme kararı verilince bunların (diğer ganimet malları gibi) beşte biri devlet bütçesine âit olarak ayrılır, geriye kalanı gânimetler arasında paylarına göre taksim edilir. …
Esir edilen kadınlar, çocuklar öldürülmez. Esir edilen kadınlar İslâm yurduna getirilince eski kocalarıyla nikâh ilişkileri kesilmiş olur. Kocaları da kendileri gibi esir olan kadınların nikâhları devam eder. Bakıma muhtaç olan esir çocuklar, esir analarından ayrılmazlar. Hanefîlere göre esirleri karşılıksız salıvermek caiz değildir.
İmam Şâfiî hariç, diğer mezhebler de aynı görüştedir. Ekonomik şartlar zorlamadıkça esirleri para karşılığı azat etmek Hanefilere göre caiz değildir. İmam Şâfiî bu görüşte değildir. Düşmandan alınan esirler, müslüman esirlere mukabil değiştirilebilir. …
“Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin” (el-Enfâl, 8/69). Allah’ın insanlar için takdir ettiği rızkın en helâl olanlarından biri ganimet mallandır…” Hamdi DÖNDÜREN
*
ABD emperyalizminin Irak ve diğer ülke yağmasının nasıl pay edileceği konusunda daha ayrıntılı bir planı olduğunu sanmıyorum… İdeolojik kılıfı da “din’den” daha anlaşılır hem de… Hatta “dürüstlük” olarak daha saygıya değer!
Hristiyanlığa gelelim. Yine binlerce hikayeden bir kaçı…
“Çok uysallar, kötülük ve silah diye bir şey bilmiyorlar… emir almaya, bize köle olarak hizmet etmeye yatkın insanlar… Kudretli efendimizin Hıristiyanlığı kabul etmek istemeyenlerin yok edilmesine karar verilmesine Kutsal İsa yardım etsin. Kristof Kolomb. Birinci yolculuk.”
Bilinen hikaye.. “geldiklerinde bizim topraklarımız vardı, onların kitabı; şimdi bizim kitabımız var, topraklarımız onların oldu…”
Bu “Haçlı Seferinin” insan maliyeti mi? Katliamlar, aşırı çalışmadan ölenlerle ve Avrupa’lı beyazların getirdiği hastalıklarla da 30 veya 50 milyon olan nüfus 40 yıl sonra 4 milyona düşmüştü…” (yerlilerin Gözyaşları…)
“Hristiyanlık köleliği başından beri onaylamıştı. Geç dönem Roma İ. da Hristiyanların köle sahibi olmalarına izin veriliyordu. (Dünya Tarihi)” Köleciliğin mahvettiği insan sayısı yüz milyonlarla ölçülür!
İki büyük din Hıristiyanlık ve İslamiyet mülkiyetçi sistemin tüm kötülüklerini onaylar; insanın insana köleliğini; kadınların cariye-eşya olarak kullanılmasını da… Özünde “kötülük” elbette din’lere değil, insanlara aittir; ama dinleri yapanlar da insanlardır sonuçta! Ve bu kanlı kıyım, acımasızlığın ortasında “acımak, merhamet, şefkat” meltemi ile dolaşan “iyi dindarları” görürüz; yaralara merhem süren… Hiç bir zaman kötülüğün kaynağına söz etmeyen, görmezden gelen… Anti-Kapitalist Müslümanlar, yüreklerindeki iyiliği yaşayabilmenin sancısını duyanlardır; ama “ellerindeki dünya” bu arzularıyla derin çelişkiler içindedir; bizim bir zamanlar Stalinizmde “sosyalizm” aradığımız gibi!
2.
“.. M.Kemal’in yaptıklarını meşru göreceksiniz. Stalin’e gelince yaptığı katliamlar kanıtlanıyor ama iş M.Kemal’e gelince “toplama kampları” yoktu ki oluyor. Mustafa Kemal’in haberi olmadan sinek bile uçamazdı o devirlerde…Mustafa Suphi’ler gökyüzünden bize gülümsüyorlar….”
İşte bu yukarıda anlattığımız köle düzeninin acımasız koşullarında “Aydınlanma” ortaya çıkıyor. Dinsel dünyanın ikiyüzlü vahşeti de sorgulanıyor. 19. yy yalnızca modern sanayinin değil, insanın kendini, tabiatı, toplumları, tarihsel süreçlerin işleyişini de tanımaya başladığı zamanlardır. İnsanlık Neolitik dönemden 19. yy da çıktı!
Bugün aşırı pozitivizm olarak eleştirdiğimiz olgu onca şey yaşanıldıktan sonra görünür olabilmiştir.
Karşılıklı “öğrenme” çabası ile yazıyorum. Olabildiğince somut, kaynak vererek bilgi aktarıyorum. Benzer yöntemleri talep ediyorum. Salt suçlama, damgalama yanlış yöntemler… Kemalizm bir burjuva ideolojisidir diyorum yetmiyor… Artık gelecek için “kullanılamaz” diyorum; yetmiyor….
Din ve Milliyet üzerinden bir hayat-toplum kurgulamak insanlığın yaşanılmış iyi bilinen son 4000 yılından sonra artık “akıllıca” değildir; yalnızca yeni kıyıcı ve kitlesel acıları yineleyecektir… (Not…Anadilde eğitim hakkı ve hiç bir etnik kimliğin aşağılanamayacağı öncelikle bir insan hakkı olarak görülmelidir…)
Bu en büyük yalandır. Çünkü Atatürk demek Türkün atası demektir. Bu milletin atası mı Mustafa Kemal?
Ne münasebet. Bu milletin atası bellidir. Türklerin atası da bellidir, ecdadı da bellidir.
Eğer bu milletin tarihi Mustafa Kemal’le başlıyorsa Fatih’le bizim alakamız mı yok?
Bunu niçin yaptılar ? Atatürk, yani Türkün atası. Yani Türk tarihi Mustafa Kemal’le başlasın.
Millet bunu baba bilsin ve asıl babasını unutsun, asıl ecdadını unutsun.
Yani koskoca bir milleti babasını inkar ettirmek suretiyle veled-i zina haline getirmek istiyorlar.
Halbuki bir babanın iyiliği veya kötülüğü tartışabilir belki. Ama babalığı asla tartışılamaz.
Siz Osmanlının çocuklarısınız. Sizin atanız bellidir.
Ama onun atasının kim olduğunu şahsen ben bilmiyorum. Bunu bizim incelemeye ihtiyacımız vardır. Bilmeye de hakkımız vardır.
‘Efendim sen ölmüş gitmiş bir adamla ne uğraşıyorsun?’ diyorlar. Bu ölmüş gitmiş adam, vatandaş Ahmet ağa değil ki, vatandaş Mehmet ağa değil ki. E siz hala 70 yıl sonra bugün bizim yakamızı Mustafa Kemal adına tutarsanız, biz de onun yakasını bırakmayız o zaman.
Yoksa maksadımız Mustafa Kemal’i karalamak değildir. Çünkü bu da zulüm olur. Yani bir insanı özellikle karalamaya çalışmak da zulüm olur. Ben diyorum ki karalamayalım, aklayalım. Açalım defterini yalnız bir bakalım.
Çünkü değerli kardeşlerim, la yüs’el olan bir Allah’tır. Yaptıklarından hesap sorulamaz olan sadece ve sadece Allah’tır. Allah’tan başka herkesten yaptığının hesabı sorulacaktır. Ama bunlar öyle demiyorlar. Ne diyorlar? O olmasa biz olmazdık. Bizi o var etti, bizi o yarattı gibi 70 yıldan beri söz söylüyorlar. İnsanları değil Allah’ı kurtarıcı bilmek, insanları değil Allah’ı herşeyin sahibi ve maliki bilmek bizim imanımız gereğidir. Ama bunlar 70 yıldan beri Allah’ı unutturmak için birtakım insanları insanüstüleştirmek suretiyle milletin onlara tapmasını sağlamaya çalışıyorlar. E ne olacak millet bunlara alışınca başlıyor. Gerisi de geliyor. Nitekim seçimlerden önce gördünüz. Birileri ‘kurtar bizi ana’, birileri ‘kurtar bizi baba’ diye bağırıyorlardı. Halbuki biz kurtar bizi ana, kurtar bizi baba demiyoruz. Biz kurtar bizi Allah’ım diyoruz. Biz kendimizi de liderimizi de kurtarıcı olarak takdim de etmiyoruz. Cenabı Hak liderimizi de, bizi de, hepimizi de hayra vesile eylesin, şerre vesile eylemesin diye duada ve niyazda bulunuyoruz. Ama herşeyi Allah’tan biliyoruz, herşeyi Allah’tan bekliyoruz.
Hasan Mezarcı
Dini inanç ve kurumlar, büyük semavi dinlerin ortaya çıkışından bu yana, toplumda siyasi iktidarın mutlaklaşmasına karşı en güçlü ve en kalıcı engeli oluşturmuşlardır.
– Dini örgütlenmeler,
– dine dayanan hukuk ilkeleri,
– din kökenli vicdan ve ahlak anlayışı (yani: bazı şeylerin, kanunen yasak olmasa da “yanlış” olduğu inancı),
– dine dayalı cemaat ve dayanışma duygusu (yani: toplumun, devletçe tanımlanandan ayrı ve ondan bağımsız bir ortak kimliği bulunduğu fikri), en zorba rejimlerin bile kolay kıramadıkları toplumsal direniş odaklarıdır. “Devletin her dediği olmaz” duygusunu besleyen temel kaynaklar bunlardır. Türk dilindeki “Mağrur olma padişahım senden büyük Allah var” deyimi, bu gerçeği veciz bir şekilde ifade eder.
Hiç şüphesiz dinin kendisi zaman zaman bir toplumsal baskı, hatta zorbalık unsuru olabilmiştir. Buna karşılık tarihte zorba yönetimlere karşı direniş ve özgürlük mücadelelerinin en büyük çoğunluğu da dine dayanarak, dinden güç alarak ve dini kurumlar içinde örgütlenerek yürütülmüşlerdir. Musevilikte, Hıristiyanlığın her iki ana kanadında ve İslamiyette bu olgunun sayısız örnekleri vardır.
Yakın çağda din özgürlüğü yerine ikame edilmeye çalışılan düşünce özgürlüğü kavramı, buna oranla pek cılız bir alternatiftir. Çünkü düşünce özgürlüğü normal şartlarda toplumun ancak dar bir elit kesimini ilgilendirir; oysa dini inanç, en mütevazı insanların bile ortak malıdır. Siyasi düşünceleri için canını feda edecek insanlar ender çıkar; oysa dini inançları için tarihte yüzbinlercesi kendini seve seve arslanlara atmıştır. Düşüncenin neşrini yasaklamak kolaydır: kitap ve gazete toplatılır, bir süre protesto edilir, unutulur. Oysa kutsal kitapları yasaklamayı ya da kilise, havra ve camii kapatmayı deneyip, uzun vadede başarılı olmuş bir rejimi tarih henüz kaydetmemiştir.
http://www.nisanyan.com/?s=soru-18
O.Gürsel,
lütfen kelimeleri şiirselleştirerek demogaji yapmayın; kimsenin milliyetçileri ve dincileri derecelendirdiği yok. Her kötülüğün kaynağını din olarak görüyorsunuz. Oysa ki nasıl Hz.Muhameddin yaptığı devrim Emevi,Abbasi,Muaviyeler eliyle bir karşı devrimle yıkıldıysa Aydınlanma’nın idealleri de milliyetçiler eliyle yıkılmış; modern-ulus devletin ortaya çıkışıyla bütün kurumları yozlaştırılmıştır. Burada eleştirilen aydınlanmacı,pozitivist modern-ulus devleti bir ideal gibi sunmanızdır. Siz din kavramını toplumsal veriler ışığında analiz etmiyorsunuz sadece politik alana sıkıştırıp değerlendiriyorsunuz. Peygamberlerin yaptığı devrimler o zamanın alt-yapı ve üst-yapı koşulları göz önüne alınmadan değerlendirilemez. Böyle bir değerlendirme sonucunda da bir müslüman peygamberden sonra gelenlerin yaptıkları uygulamaların yanlış olduklarını söyleme ve savunma hakkına sahip olur nasıl ki bir sosyalist Sovyet ya da Çin uygulamasının kötü bir uygulama olduğunu söylüyor ve savunuyorsa…Ki bugün Apo bile “Medine Sözleşmesi’ni” tartışma ve analiz masasına çok doğru bir kararla yatırıyor ve İslam dinine farklı bir açıdan yaklaşıyor.
İkinci anlamadığınız nokta, ben kemalizim mi dedim? Kemalizmi eleştirmek sadece görüntüyle uğraşmak olur. Ben özün ifşa edilmesini öneriyorum. M.Kemal’i eleştiriyorum; sizin, aynı haklı olarak Stalin eleştirileriniz gibi. Ben kemalizm üzerine değil eleştirilerin M.Kemal üzerine yapılması gerektiğini söylüyorum; siz ise M.Kemal sonrası kemalist uygulamalardan dem vuruyorsunuz.
Sadece sonrakiler değil, Muhammed ve onun dönemindeki İslam’a da karşı olunabilir. Ancak, bir İslam karşıtı, sözde modern ve laik ama gerçekte öyle olmayan Kemalizme ve Türk ulusçuluğuna İslam kadar karşı değilse kendisiyle çelişir. İslam dini, Kemalizmin ve Türk ulusçuluğunun bir bileşenidir. İslam’a inanmasalar, ateist ve dinsiz olsalar bile, ki ezici çoğunluğu inanıyor, müslüman bir milletin milliyetçisi ve gayrimüslim karşıtı oldukları için bütün Kemalistler aslında Müslümandır. İslam dininden Türk ulusunun yaratılması için yararlanan Kemalizm, dini araç olarak kullanmıştır.
Şevket Eygi bunu daha iyi anlatmış;
Türkiye cumhuriyeti gerçek mânada laik değildir, devlet dini sistemini uygulamaktadır. Osmanlının aksine Kemalist rejim İslamla ve Müslümanlarla savaşmıştır.
İslamda din devlet ayırımı yoktur. İslamın dünya sistemine devlet demeye bile lüzum yoktur. İslam denilince devlet de içindedir.
Dünyadaki ve yurt içindeki İslam karşıtı güçler, İslamı ve Müslümanları büsbütün kazıyamadıkları için dini tahrif etmeye; Şeriatsız, fıkıhsız, cihadsız, Ümmetsiz, İmametsiz, tesettürsüz light ve ılımlı beşerî bir İslam türetmeye çalışıyor.
Musalli Müslümanlar değil, musalla Müslümanları yetiştirmek için çabalıyorlar.
Yine Müslümanlık ve Müslümanlar olsun ama Kur’an hükümleri hayata uygulanmasın.
Yeni, suya sabuna dokunmaz, devlet işlerine karışmaz, bir tür ideoloji veya hümanizma şeklindeki sulandırılmış İslamı, İslam düşmanları da kabul ediyor.
Adı Müslüman, İslamlıkla pek ilgisi yok. Ölünce cenazesi camiye getiriliyor ve musalla taşına konup namazı kılınıyor. Dinsizlerin buna itirazı yoktur.
http://www.milligazete.com.tr/koseyazisi/Kuru_Lfla_Muslumanlik_Olmaz/19901#.U3HfaXblZSE
Sömürgeci devlet, sömürgede yerleşebilmek için geleneksel üretimle birlikte geleneksel yönetimi de tasfiye etmek, bu nedenle kendi iktidarını bizzat kurmak yada kendine tamamen bağımlı güçler aracılığıyla sürdürmek zorundadır.
Üst yapı kurumu olan geneksel yönetim aygıtı diğer üst yapı kurumlarıyla birlikte toplumun ihtiyaçlarının sonucu olarak ortaya çıkmış olup topluca ilgili toplumun dinamikleri tarafından yönlendirilirler. Salt yönetimi ele geçirmenin uzun vadeli iktidar sunmadığı, bu bağlamda kârın sürekliliğinin ve güvencesinin olamayacağı tecrübelerle anlaşıldığından;
Bir toplumun kendisi olması ve kendi tarihini yaşamasını zorlayacak sosyal ve kültürel yapıyı tümden tahrip ederek kendi kültürünü yerleştirmeyi zorunlu görür.
Hristiyan sömürgeciliğin yürüttüğü işgal hareketlerinin hemen akabinde elinde İncil’le ikinci istilaya girişmesi ve din adamlarınca sürdürülen bu ikinci istilanın askeri işgalden daha uzun süreye yayılarak kalıcı olması sömürgeciliğin bu gereksinmesi hesaba katılarak açıklanmalıdır.
Orta ve Güney Afrika ülkelerine bakınız. Fazla değil 300 yıl öncesinde istilaya başlanan Afrika ülkelerinin istisnasız hepsi fransızca, ingilizce, ispanyolca, portekizce, almanca konuşuyorlar. isimleri Luiz, Fernando, Gegorge, Jack vs. şeklinde. Afrika halklarının ezici ekseriyeti hristiyan inancında ama Afrika diğer hristiyan devletlerle mukayese edilmeyecek düzeyde bir zaruretler ve yoksulluk kıtası.
Müslümanlıkta aynı yolu izledi. Arap istilalarını dini tebliğ ve islamlaştırma takip etti. Kuzey Afrika’dan Önasya’ya, Hindistan’ın kuzeyine, Rus steplerine kadar yaşayanların isimleri tümüyle Abdullah, Hamza, Ziya, Ahmed, Mahmud, Ömer, Osman vs. arap isimlerinden oluşuyor, bu coğrafyada camiler yükseliyor. 1920’lere gelindiğinde, yani 1300 küsur yıllık islamın sonunda bu dünya dinini benimseyen milletler cephane bile üretemez durumdaydılar. İstisnasız hepsi istilaya uğradılar, sömürgeleştiler. Bugün Kâbe’yi sınırları içinde bulunduran devletin kendisi de batılıların mülkiyetinde olup şahdamarları sömürgecilik tarafından tutulmuştur, istisnasız tüm müslüman ülkeler sömürgeci güçlerce sevk ve idare olunmaktadırlar. İran belli bir mihverin etki alanından çıkmışsa da Rus ve Çin tarafından himaye ve kontrol edilmektedir.
Hristiyanlık, kendi inanç sistemini ve dini kurumlarını revize ederek çağa uyarladığı için Afrika halklarının hala bir şansı vardır, müslüman toplumların o şansı da yok. Müslüman halklar hala 1400 yıl öncesinin kuramsal anlaşmazlıklarıyla cebelleşiyor, ihtilafların tatlıya bağlanması şöyle dursun kuramın tefsir edilişinde farklılaşmalar her bir müslüman toplumda iç savaşın ve yıkımın nedeni olmayı sürdürüyor. Bu bağlamda hiçbir müslüman toplum kendi gerçeğini ve kendi tarihini yaşamıyor. Ali ile Muaviye’nin, eşari ile mutezilenin, kelamcılıkla akılcılığın, resmi islamla tasavvufun, hariciler ve şia ile sünnetin ihtilaflarını ve tarihini yaşıyor. En önemlisi bu halkların hiçbiri egemen değil, hepsine hükmediliyor, birçoğunun ülkesi işgal altında.
İşte sömürgecilik, yarattığı sonuçlar ve işte Allah’ın kitapları.
Eğer işgalcilik ancakki bir milletin kültürel dokusunu tahrip etmekle ayakta durabiliyorsa, istilaya uğrayan her millet düşürüldüğü aczi biraz da Allah’ın kitaplarına ve yarattığı sonuca bakarak anlamaya çalışmalıdır. Dil ve kültür asimilasyonunun motoru dini tebliğdir, inanç eksenli faaliyetlerdir. Aksini düşünen ya dinini çağa uyarlasın yada Allah’ına sığınarak öbür dünyasıyla uğraşsın. Bu dünyanın kanunu budur.
Kürt sosyalistleri sosyalizmi sisteme ilişkin bir önerme ve görüş olmaktan ziyade bir felsefe hatta din olarak algılarken ateist dindarlar konumuna düşmekle kalmadılar, kendi gerçeklerinden uzaklaşarak diğer toplumların ihtilaflarına konsantre oldular, böylelikle kendi toplumlarının sorunlarını çözme şansını ellerinden çıkardılar. Giderek kürt toplumunda sosyalizm nasıl kurulur sorusuna verecek cevabı bulmakta bile azce düştüler, hala öyledirler.
Sünnet ve şianın 4. halifeye yandaşlık yada karşıtlık sorununda takılıp kalması gibi kürt sosyalistlerinin de önlerindeki ağır sorunlarla ilgisi asgari düzeydedir. Buna karşılık diğer ülkelerdeki sosyalist gruplar arasında onlarca yıl önce husule gelmiş siyasi ihtilafların yandaşı olmak ve bunları biteviye tekrar etmek noktasında takılıp kalmışlardır. O denli kör bir idrak egemendirki kürt sosyalistlerinin çoğu karşılaştığı sorunda onu izale etmenin uygar ve akılcı yöntemi üzerinde düşünmek ve yaratmak yerine her biri kendi ülkesinde ancakki büyük despot olabilmiş tanınan sosyalist politikacıların çoğu propaganda içerikli görüşlerine müracaat ederler.
Kürtler kendilerini kuşatan sınırlarla, işgal eden ordularla, sömürgecilerin yönetimiyle, vergi daireleriyle, askerlik şubesiyle, eğitimiyle karşılaşmak ve mücadele etmek yerine ideolojik planda Troçki ile Stalin ile Lenin ile Mao ile Marks ile ve bunlardan birine dayanarak diğerinin görüşlerine ve uygulamalarına hücum etmekle toplum adına siyaset yaptıklarını yada mücadele verdiklerini sanıyorlar. Kürt sosyalistlerinin idrakini şekillendiren bu algı ve bunun pratiğe aktarılma tarzı ile kürt dindarlarının bu konudaki idraki ve siyasi duruşu arasında bir özdeşlik vardır.
Kuran’ın yerine ünlü despotların çoğu devletçe neşrolunmuş kitaplarını, peygamberler yerine ünlü despotları hatta soykırımcıları koymakla müslümanlıktan çıkılmıyor. Her iki akım da ortodokstur, imam ne buyurursa anlayışının hiçbir topluma kazandırmadığı milletlerin ortak tarihi tecrübesidir. Kürt sosyalistleri kendi koşullarında ne yapabileceklerini düşünmeye koyulduklarında önlerinde çözüm bekleyen hangi sorunun olduğunu görme şansına kavuşacaklardır, ancak o andan itibaren camisiz ve ateist müslümanlar olmaktan kurtulma şansları vardır. Kürt müslümanları da öyle, ancakki sosyalistlere benzemenin mahzurlarını idrak edebilenlerinin gerçek dindar hüviyeti kazanmaları, ilaveten toplumumuzun gelişmesine müsbet katkıda bulunmaları şansı vardır.
http://www.nasname.com/a/somurgecilik–isgal–asimilasyon-ve-din–
http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=29058
Hiç bir dine, dinsel inanca karşı değilim. Bir insanı ayakta tutan, onun dünyayı anlamlandırmasına “ışık” tutan, daha iyi-erdemli bir insan olmasını sağlayan bir dinsel inanca karşı değilim. Onun ölüm korkusunu bir nebze dindiren, insan kardeşlerini anlamasına yardımcı olan, kötü zamanlarda ona direnme gücü, sabır veren bir “ilahi güç” inancına karşı değilim! Buna “karşı olmaya” kimsenin hakkı olduğunu da sanmıyorum… Örneğin (bildiğim kadarıyla) Yunus Emre’nin dini ne güzel bir dindir!
Ancak bir dinsel inancın
–insanlara hükmetme arzusuna
–maddi ya da “manevi” olarak iktidarı ele geçirme arzu, hırsına
–iktidarı ele geçirme yolunda yürüttüğü çalışmalara
–Kendi gibi inanmayanı “düşman-gavur” ilan etmesine
–Yer yüzündeki “suç-günah-haram” lara ceza verme yetkisine
–Ölme ve öldürme yetkisi dağıtması vb..’ne karşıyım… Hepsi bu!
Milliyetçiliğe gelince.. Aynı kurallar geçerlidir…
Oncelikle Gun Abi’ye sozum vardi Makhno konusunda hakli cikti cunku,impraroticiyle bir aksam kitabinda cok dusundum bence babel donemin yonune gore yelken acmis cunku stalin donemi yakinda.Bakin inanki son nefes son can Kalbim bolseviklerle,Sezarin hakki sezara.
Ama soz cevirim kitabi, su an moralim bozuk madencilerden dolayi umarim gun abi gundem yaparsin.Inanki hicbirini tanimiyorum