Marx‘ın tarihsel süreçlerde geriye dönüş yaşanmaz tespiti, ancak temel sınıf dinamiklerinin, kendi sınıfsal dinamikleriyle kendi sınıf mülkiyeti zeminlerinde iktidar olmaları koşuluyla gerçekleşebilir. Yirminci yüzyılın başlarında tarihsel olarak hem farklılıkları, hem de benzerlikleri olan iki deney yaşandı. Birinci deney Kapitalizmin henüz yeterli gelişmediği, bu nedenle işçi sınıfının kendi ekonomik ve siyasal iktidarını inşa etmeye henüz yeteri derecede hazır olmadığı Çarlık Rusya’sında yaşandı. Vesayetçi küçük burjuva bürokrat diktatörleri, ekim devriminde işçi sınıfını vurucu güç olarak kullanıp iktidarı ele geçirdiler. İşçi sınıfının kolektif mülkiyeti yerine, devlet mülkiyetinin inşa edilmesiyle, devlet kapitalizmi tarih sahnesine çıkarıldı. Bu olgu, farklı maddi şartların farklı sonuçlar yaratacağını ve bu sonuçların tarihsel süreçlerde, geriye dönüşün itici gücü olabileceğini kanıtladı.
İkinci deney Anadolu topraklarında yaşandı. Osmanlı İmparatorluğu kapitalist gelişme alanında Çarlık Rusya’sının da gerisindeydi. Bu iki Asya imparatorluğu aynı zamanda birinci emperyalist savaşın bütün yıkıntılarına sahne olmuştu. Anadolu topraklarında burjuva sınıfı henüz tarih sahnesine çıkmamıştı. Birinci paylaşım savaşının yaratmış olduğu koşullar, burjuva sınıfı adına vesayetçi devletin bürokrat diktatörleri, eşraf ve aşiretlerin bir bölümünü arkasına alıp imparatorluğu devirerek devlet kapitalizmini inşa etmiştir. Aynı zamanda özel Kapitalist üretim araçlarının mülkiyeti teşvik edilmiş, devlet üretim araclarinin mülkiyetinden, gasp edilen arti degerle özel üretim araçlarının mülkiyeti beslenip büyütülmüştür. Bu ortamda yeni doğmuş olan işçi sınıfı son derece zayıf bir yapıdaydı. Hem siyasal, hem de sendikal örgütlenme yok denecek düzeydeydi. Yalnız sol düsünceler, sendikalar yasaklanmakla kalınmadı. Kürt halkına jenosit uygulandı. Liberal düşünceler ve partiler de yasaklanıp kapatılmış ve korkunç bir devlet diktatörlüğü ile artı değer sömürüsü gerçekleştirilmişti. İşçi sınıfının kapitalizmin ana yurdunda mücadele ederek, elde etmiş olduğu toplumsal ekonomik ve demokratik hakların kırıntısı dahi yoktu. Bu yapı emperyalist güçler tarafından dış dinamiklerin korumasıyla, desteğiyle beslendi. Gelinen aşamada özel kapitalist üretim araclarının kapasitesi ve üretimdeki payı küçümsenemez ölçüde burjuva sınıfını yaratmıştır. Anadoludaki vesayet sistemi, artı değer sömürüsüyle burjuva sınıfının palazlanmasını yönlendirirken, emperyalist sistemin her türlü güç ve destegini de aynı amaçla seferber etmistir. Bütün bunlar tarihsel sürecin geriye dönüşüne maddi zemin bırakmadı ve tarihsel süreç rotasını takip etti.
Anadolu burjuvazisi halen vesayet sisteminden kurtulmuş değildir. Ancak temel sınıf güçlerinin gelişmesi vesayetçilerin er geç güç kaybederek temel sınıfların rotasına girmesini kaçınılmaz kılıyor. Ekim devriminde iktidarı ele geçiren vesayetçi bürokrat diktatörlerin devlet kapitalizmini yaratan üretim araçlarının devlet mülkiyeti yerine, üretim araçlarının mülkiyeti temelinde, sanayide sendika mülkiyeti, tarım alanında üretici köylü kooperatif mülkiyeti olmuş olsaydı, ayrıca küçük üretim araçlarının mülkiyetine yaşama hakkı tanınsaydı geçiş dönemi yavaş ve uzun sürebilirdi. Demokratik paylaşımın yaratmış olduğu toplumsal süreç sosyalist toplumun hayat bulmasını sağlardı. Gelecegin kurtuluş umuduyla, devrimin coşkusu proletaryayı devrim esnasında en ön saflarda çarpışmaya sürüklüyor, hele uzun süren iç savaş koşullarında bu öne atılma arzusu bir kat daha artarak şiddetleniyordu. Çarpışmada kaçınılmaz olarak sınıf bilincine ulaşan en fedakâr, en yiğit unsurlar hayatlarını kaybediyorlar. Bu olumsuz gelişmenin, ister istemez proleteryanın aleyhine yaratmış olduğu sonuç iktidar dengesini vesayetçi güçlerin lehine değiştiriyor. Barışçı geçiş yolu toplumsal yıkıma neden olmadığı gibi proletaryanın yetişmiş kadrolarının yok olmasına yol açmıyor. Ekim devriminde burjuvazinin elinden alınan iktidar fiilen üretim dışı, tüketici, vesayetçi küçük burjuva bürokratların eline geçmişti, üretim araçlarının mülkiyeti devlet tekeline geçirilmiş, devletin fiili yönetimi parti tarafından yürütülüyor. Partinin yönetimindeyse üreten işçi ve kır yoksulları göstermelik düzeyinde temsil edilmekteydi. Üretim araçlarınınn mülkiyeti fiilen üretenlerin kolektif mülkiyetinde olsaydı demokrasinin maddi zeminini kaçınılmaz olarak yaratırdı. Mülkiyetin devlet denilen diktatörlük aracına teslim edilmesiyle devletin tamamen tüketici olma vasfı her türlü gelişmeyle paralel sosyalizme giden yolu kapattı. Statükonun kalesine döndü.
Bu statüko kalesi bütün korkunçluğuyla Stalin‘in kanlı diktatörlüğüne sahne oldu.
Bu uğursuz zemin aynı zamanda tarihsel süreçlerin geriye dönüşünü sağladı. Bolşevik partisi içinde ortaya çıkan işçi muhalefeti, fabrika komitelerine verilen üretimin basit düzeyde denetleme misyonunu yetersiz görüp, üretim araçlarının mülkiyetinin devletten alınarak sendikaların kolektif mülkiyetine geçirilmesini talep ederken ekonomik ve siyasal iktidarın işçi sınıfının kendisine teslim edilmesini talep ediyordu. Ancak talep etmekle fiilen ele geçirmek birbirinden farklı olgulardır. Güçler dengesinin lehte olduğu durumlarda talebin yerini fiilen ele geçirme eylemi alır. Ne yazık ki iktidar dengesi o aşamada vesayetçi güçlerin lehine dönmüştü. İç savaşın koşulları proletaryanın iktidara el koyma gücünü yetersiz hale getirmişti. Bolşevik Partisi içinde ortaya çıkan İşçii Muhalefeti o gün için tartışılmaz doğruları temsil ettiği gibi, gelecekteki sınıf mücadelesinde de en doğru teorik zemini oluşturuyor. Günümüzün vesayetçi teorisyenleri, teknolojik gelişmenin yaratmış olduğu koşullarda, işçi sınıfının öncülük rolünü yitirdiğini kanıtlamak amacıyla adeta çırpınıp didiniyor, öncülük misyonunu ele geçirmesini entrikalarla önlemeye girişiyorlar. Tarihi gelişim sürecinde evvelki gün onlar kır yoksullarıydı, dün onlara işçi sınıfı denildi, yarın mal, hizmet, bilim, sanat ve kültür üretenlerin toplumuna üretenler denilirse bunun şaşırtıcı bir yanı olmadığı gibi, bu tarz üretenlerin bütünlüğünün tespiti sonucunda, vesayetçilerin iktidar gerekçeleri boşlukta uçar gider. Vesayetçi ideologlar teknolojinin gelişmesiyle işçi sınıfının üretimdeki fonksiyonlarının azalmış, tarihsel öncülük rolünün ortadan kalkmış ve öncülük mirasınınn intikalinin vesayetci diktatör bürokratlara geçmiş bulunduğunu yazıp çiziyorlar. Marx‘ın halen geçerliliğini korumakta olan tespitine göre (proletaryanın öncülük misyonu ve varlığı kendisiyle beraber bütün katogorik farklıkları sınıfsız topluma giderken yok eder) iktidar talebinde doğru, aynı zamanda geçerli olan temel kriter üretimdir. Hastalar, ihtiyarlar, özürlüler ve çocuklar dışında, üretme potansiyeli olan herkesin üretime katılması zorunludur. Üretmeyenlerin zor veya entrika yöntemleriyle artı değerden pay almaya kalkmaları etik değildir. Artı değeri gasp etmektir. Hele, hele yönetime talip olmak, haklı toplumsal değerlere meydan okumak anlamına gelir. Teknolojinin yapısal niteliği, kol emeğini giderek entellektüel emeğe dönüştürüyor. Bu dönüşüm, işçi sınıfının entelektüel üretim araclarının mülkiyetine sahip olmasının ön koşullarını hazırlıyor. Teknolojik gelişmenin artı değeri muazzam ölçüde çogalttığı yepyeni bir dönem yaşanıyor. İçinde yaşanan dönemde günlük sekiz saatlik zorunlu çalışma süresini terk etmenin zamanı geldi. Günlük çalışma süresi, tutarlı sendikal mücadeleyle altı saate indirilmeli ve günde iki saatlik süre, işçi sınıfının, bilim, kültür, sanat alanında eğitim görmesine tahsis edilmelidir. Sınıfın entelektüel gelişmesinin önü açıldıkça, vesayetçi iktidar tutkunlarının iktidarı gasp etme yolları kapanmış olur.
Ali KAR
Zürich, 07.12.2012
İşçi sınıfının yetiştirdiği örnek bir insan.