AKP Diktatörlüğünü Geriletmek için HDP’ye Destek Toplantısı Gerçekleşti

7 Haziran’da, HDP ile dayanışmak için çağrı metni yayımlayan yazar, sanatçı, akademisyen, sendikacı, politikacı ve yazarlar, Karaköy Mimarlar Odası’nda bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıya gazeteci yazar Ertuğrul Mavioğlu, Evrensel Gazetesi yazarı Ender İmrek, yazar Seray Şahiner, sinemacı Nur Sürer, Taksim Dayanışması’ndan Mimar Mücella Yapıcı, Avukat Yıldız İmrek, Türk Tabipler Birliği Merkez Konsey Üyesi Dr. Hüseyin Demirdizen, Avukat Can Atalay, Ömer Kamil Kartal, Emekçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sibel Uzun, Hakan Öztürk,TTB Merkez Konseyi eski Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu, eğitimci İlknur Birol, İsmet Aktaş,  68’lilerden Bingöl Erdumlu, Gün Zileli, eski TSİP yöneticisi Ali Kar, Doğan Halis, Masis Kürkçügil, Laz Marks Haldun Açıksözlü yazar Aslı Tohumcu, Nermin Yıldırım ile siyasi parti ve sivil toplum kurumu temsilcileri ve farklı kesimlerden yurttaşlar katıldı. Fırat Tanış’ın da “beni aranızda sayın” mesajı gönderdiği toplantı seçim çalışmalarını yürütmek üzere bir koordinasyon kurulması ile sona erdi.

AKP’yi geriletmek ve barajları yıkmak için 7 Haziran’da seçimlerinde HDP ile dayanışma çağrısını büyütmek amacıyla dün 10:30’da Mimarlar Odası’nda bir araya gelinerek HDP ile omuz omuza yürütülecek etkin bağımsız seçim çalışmasının nasıl inşa edileceği konuşuldu. Forum tarzında yapılarak iki oturumda gerçekleşen toplantının ilk oturumunda seçim sürecinde izlenecek siyasal hat konuşulurken ikinci oturumda ise bağımsız seçim çalışmasının nasıl inşa edileceği konuşuldu.

Erdoğan’ın başkanlığına izin vermemek HDP’nin barajı geçmesinin çok kritik olduğunun belirtildiği toplantıda 2015 seçimlerinde AKP’nin Meclis’teki gücünü azaltmak, seçim barajını yıkmak için HDP ile dayanışma zamanı olduğu ifade edildi.

Birçok katılımcının söz alarak süreçle ilgili düşüncelerini belirttiği toplantıda konuşmacıların hemen hepsi AKP’nin bu seçimlerde gerilemesinin kritikliğini ifade etti.

İlk oturumun açılış konuşmasını Gülsüm Kav yaptı:

Ortadoğu ve Türkiye için çok önemli, tarihi bir seçime yaklaşıyoruz. Türkiye’de bir parlementer bir sistemin kalıp kalamayacağı belli değil. İç güvenlik yasasının olacağı bir seçimlere gireceğiz. Türkiyede böyle bir durum varken seçimler bizim için çok önemlidir. HDP barajı geçerse bu meclisteki dengeler bozulacak ve diktatörlüğü bir nevi engelleyebileceğiz. AKP’yi geriletmek şart. Sadece sokakta değil sandıkta da geriletmeliyiz. Kısa bir sürede AKP’yi geriletebileceğimize inanıyoruz. Çünkü çok kısa bir zamanda bu kadar insanla bir toplantı yapabildik.

Doğan Halis:

Bu çağrıya kulak vermek gerektiğini düşünüyorum. 8 Haziran’dan sonra bizim için çok güzel olacak. Gerçek anlamda tarihsel bir süreçteyiz. Kürt halkının ve türk halkının birlikte verdikleri sol mücadele başlamış durumda.

Hasan Atan:

Ben Artvin’den geliyorum, Artvin’de de tüm gücümüzle 8 Haziran’a kadar HDP’ye destek vereceğiz.

Can Atalay:

AKP’nin geriletilmesi için bu salon çok önemli bir inisiyatif alıyor. Bu günden sonra bu salonun seçime kadar ne yapmamız gerekiyorsa onu yapmamız gerekiyor. İkincisi olarak köşe taşlarımız belli ve onlardan vazgeçmeden seçimlere kadar mücadele etmeliyiz. Şimdiye kadar mücadelemizi sokakta yaptık, sandıkta da yapacağız sonrasında yine sokakta olacağız.

Gün Zileli:

AKP diktatörlüğünü geriletmek için bütün güçlerin bloklaşmasına ihtiyaç vardı. HDP’nin barajı geçmesi için hep birlikte mücadele etmeliyiz.

İsmet Aktaş:

Kuşkusuz ki AKP’nin sokaktaki müdahalesi zayıf, o kadar TOMA’ya polislere rağmen sokaklardayız. Sokaklarda olduğumuz gibi 7 Haziran’da da sandıklarda olacağız ve AKP’yi gerileteceğiz. Bizler HDP dışında yer alan ama oyunu HDP’ye vermeye kararlaştırmış insanlara yön vermek için bir araya gelmiş bir topluluğuz.

banner

Eriş Bilaloğlu:

TTB Merkez Konseyi eski Başkanı Dr. Eriş Bilaloğlu ise etkin ve bağımsız çalışma yürüteceklerini ifade ederken, yapacakları çalışmayı HDP’lileştirilmemesi konusunda uyarıda bulundu. Bilaloğlu, “Bu çalışmanın bağımsız yürütülmesi bir değerdir” dedi. 1 Mart tezkeresi ile bir barajın yıkıldığını, Ankara’da TEKEL direnişi ile başka bir barajın yıkıldığını ifade eden Bilaloğlu, “Diyarbakır ile Bursa çadırları yan yana durdu. Halkların kardeşliği kuruldu ve baraj yıkıldı. Gezi’de de bir baraj yıkıldı. Seçimde de başka bir barajı yıkacağız” diye konuştu.

Bilaloğlu, seçimde HDP’ye aktif bir destek vereceklerini kaydetti.

Sedat Yılmaz:

Türkiye solu oy vermeyi çok abartıyor. Nasıl sokakta yan yana olabiliyorsak sandıkta da olabiliriz. Biz sosyalistler Kürtsüz bir devrim planlamıyorsak, Kürt halkı ile dayanışmamız gerekir. Bizim şuan burada başladığımız hareket Türkiye’nin çeşitli illerine de yayılmasını isteriz.

Yücel Gürsel:

Seçime ilişkin bir aritmetik bir değiş tokuş olabilir gibi düşünüyorum. Demokrasi mücadelesi doğrultusunda siyasi bir ağ örülmelidir.

Eriş Bilaloğlu:

Buranın dışındakileri de ikiye ayırmamız lazım, HDP’li olanlar ve HDP dışında olanlar. Bu dayanışma sürecini tek partileştirmeyelim, bu birliğin bağımsızlığı çok önemlidir. Seçim döneminde herkesin HDP’ye destek olmaları ve barajları aşması çok değerlidir.

Hakan Güneş:

Bizler sokaklarda neler diyorsak sandıkta da muhakkak onu dememiz gerekiyor. Son yıllarda artan otoriter anlayışa karşı mücadele ediyorsak onun için sandıkta da bunu savunmamız gerekir. Bir partiye oy vereceksek, onu destekleyeceksek bazı programlara uygun hareket etmeliyiz.

İlknur Birol:

Seçim çalışmasının aşağı yukarı prensipleri bellidir önemli olan bunların düzenli olarak yapılmasıdır. Bu çalışma sokakta malına sandıkta mıhına vurma çalışmasıdır bence. Önemli olan bunun için mücadele etmek ve barajı geçmesini sağlamaktır.

Tayfun Budak:

Bu çalışmanın tarihsel bir yere oturduğunun farkındayız. Bu seçimlerde Alevilerin önemli bir noktada olduğunu düşünüyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oyların birçoğunun boşa gittiğinin farkındayız bunun bu sefer olmaması için çalışmalıyız. Eğitimdeki laiklik sorunu çok önemlidir ve bunu üzerinde çalışma yaparsak bunun geri dönüşünün çok olumlu olacağını düşünüyorum.

Mücella Yapıcı:

Bu çağrının vebali neyse, 8 Haziran’dan sonra ne olacaksa da hepsini taşımaya razıyım. Bugün eşit yurttaşlığı sokakta daha fazla dile getirebilmek için bu seçimler çok önemlidir. Oylanmış diktatörlük olan AKP iktidarına dur demeliyiz. Bu yüzden bu çağrının vebali çok büyüktür. AKP’ye karşı en çok mücadele eden parti olduğu için HDP’yi bir kadın olarak destekliyorum.

Deniz Özlem Bilgeli:

Kadınların cinselliklerinden utananlar, kadınlar her gün 5’er 5’er ölürken utanmayan medeniyete karşı, ezilen halkı halka halka düşünürsek en zayıf halkası olarak gören AKP’ye karşı hep kadınların yanında olduk. Ben ezilen halklar için Kobane’de direnmeye giden Kader Ortakaya için HDP’ye oy vereceğim.

Kamil Kartal:

AKP’yi geriletemezsek 8 Haziran’da nefes alamayacağız. HDP’ye şartlar değil ama talepler sunabiliriz, 1 Mayıs’a katılımı talep edebiliriz, Soma anma mitingine katılım, Gezi’de katledilenlerin davalarına daha duyarlı olmalarını talep edebiliriz. Birlikte adım atmanın koşullarını yaratabiliriz. 8 Haziran’da gençlerin işçilerin halkın nefes alması için bu çalışmayı yapmalıyız.

Nezih Kazankaya:

İlk defa iktidarın alaşağı edilmesi değil geriletilmesi tarifini kullanıyoruz. seçimlerin önemli olduğunun görülmesi kıymetli. Hdp’yi sadece kürt hareketi olarak değil dayanışabileceğimiz, içlerinde sosyalistlerin de olduğu bir siyasi hareket olarak görmeliyiz.

 Sibel Uzun:

Kritik bir adım attık, bu şekilde bu süreci devam ettirmeliyiz. Türkiye’de halk ekonomik gerekçelerle seçimlerde karar veriyor. Bu kriz ikliminde de bizlere önemli bir görev düşüyor. Halkımızın seçimlere yaklaşımı tipiktir. AKP karşıtlığı da bizim karşılık vereceğimiz tipik meseledir. Sol olarak zaten birleşebilmeye başladık, asıl sağ hareket tel tel dökülmektedir. Bilelim ki solun Türkiyeleşme sürecinin neferleriyiz, Kürt hareketinin Türkiyelileşmesinde sol da kendine düşen görevi üstlenmelidir. Halk toplumsallaşan çizgilerin yanında oluyor. Bize düşen de sonuna kadar tutarlı olmaktır.

Dinçer Durukafa:

İnternet üzerinden duydum, örgütsüz bir sosyalistim. Akp’nin geriletilme zorunluluğu vardır, buna sandık da dâhildir. İşim gereği birçok kişiyle iletişim halindeyim. İnsanlar da Hdp’nin barajı geçmesinin önemini kavrıyor. İnsanlar eskisi kadar mesafeli değil ama ciddi kaygıları var. Güvensizlik problemini aşmak bizim görevimiz.

Evrim Kaya:

Hareketin önemini anlatmak konusunda bireysel çalışmalar önem taşıyor. +1’e ulaşmak önemli. Tereddütleri olan kişilere ulaşmalıyız, durmadan usanmadan anlatmalıyız. 7 Haziran’a kadar önceliğimiz bu.

Onur Keşt:

Diktatörlüğü yıkacak seçim mücadelesi bu toplantıyla başlamış oldu. Çarlık Rusya’sındaki Duma seçimlerinde Bolşevikler boykot örgütlüyorlar, bağımsız sosyalistler meclise giriyor. Lenin eğer mecliste böyle bir fırsat varsa biz de kendi grubumuzu oluşturabiliriz diyor. Marksist siyaset de böyle yapılır. HDP’nin barajı geçmesi için elimizden geleni yapmalıyız. Demirtaş’ın seni başkan yaptırmayacağız sözünü sahipleniyorum

Ertuğrul Mavioğlu:

AKP’yi geriletme isteği CHP’lilerde de oluşmaya başladı. Hislerim doğru çıkmayabilir. Toplumun ikna edilmesi konusunda pratik öneriler bulmalıyız. Bağımsız seçim çalışması yaparken kafa karışıklığı yaratmamalıyız, kaş yapalım derken göz çıkarabiliriz. Eğlenceli bir seçim kampanyası istiyorum. Sosyal medya, capsler vs. AKP’nin gönderilmesi merkezli bir kampanya bekliyorum. Hesaplara göre HDP’nin arttıracağı milletvekilleri AKP’nin kayıpları. HDP’nin giremediği meclis gayrimeşrudur. AKP’nin karizmasını çizmemiz lazım. AKP tarihin çöplüğünde yerini alacak.

Elif Karan:

Kemalistlerin oyları Hdp’ye dönmeye başladı. Geleceğimize sahip çıkmak için akpyi geriletmek için barajı yıkmalıyız. Çalışmamızda da bunları anlatmalıyız. Toplum geleceği için endişe içerisinde. Bu endişeyi yumruğumuzu kaldırıp masaya vurarak sonlandırabiliriz. İki adım var, bizimle birlikte yürüyecekleri örgütlemeliyiz; yürüyemeyecekleri de HDP’ye oy vermeye ikna etmeliyiz.

Emre Öztürk:

Bu salonda geziyle ilgili AKP’nin karizması çok çizildi. Koordinasyon kurulması gerekiyor. Herkesin elini taşın altına koyması gerekiyor. Meydanları 2,5 ay boyunca tutmamız gerekiyor. Süreç boyunca seçim propagandası yapacağız. Çadır, stand, müzik insanların ilgisini çekiyor. Bol faaliyetli bir dönem olacak. Sosyal medyada eli kalem tutan herkesin bir şeyler yapması gerekiyor.


Hande Demircioğlu:

Mücadelenin miladını Gezi’ye koymalıyız. Gezi birçok imkânın yolunu açtı. İnsanların kalbine dokunabiliriz vapurlarda bile. Hattımızı AKP’nin karizmasını çizmek üstüne kurmalıyız. İmzacılara Shakspare de katmalıyız.

Koray Türkay:

Barajı yıkıp AKP’yi geriletme gerçeği çok önemli. Dayanışmamızın başka bir karşılığı var bu da devrimci olanakların yaratılmasıdır. Yakın veya orta vadede devrimle sonuçlanabilecek bir sürecin içerisindeyiz. 1 milyon insanın ıslık çalmasının bile politik bir anlamı vardır. Akp’yi yıkmak isteyenlerin HDP’den uzak durmasını anlayamıyorum. Merkezlere yönelebiliriz, sokaktaki çalışmaları HDP’yle yürütmeliyiz.

Volkan Bulut:

Yel değirmeni dayanışmasından, 10’dan sonra organizasyonundanım. Burayı duymak bize de enerji verdi. Birbirimize destek olabiliriz diye buraya gelmek istedim. Seçim çalışması organizasyon istiyor. İletişim, üretim(fikir üretimi için, herkese açık), örgütlenme, HDP’yle temas, organizasyon, mali, lojistik, hukuk bölümleri kurduk.

 

Haldun Açıksözlü:

Laz Marks. Kim 500 Milyar İster’de seçimle ilgili soruyu bilemedi. Sokakta sesimizin gür olması sandığa yansıyacak anlamına gelmiyor, ben de zamanında çok boykot ettim. Şunu görüyoruz ki sandıktan olmadığı sürece diktatörleri indiremiyoruz. Ne gelirse sandıktan gelecek. Syriza’nın zaferinden sonra mutlu olduysak davul zurnayla çıkabilmek için tek seçenek HDP’ye oy vermek. Gürültüden hoşlanmayan insanlara ulaşmalıyız. Televizyon aptallaştırma kutusu. Siyaset yüz yüze yapılır.

Can Gürtan:

Niteliğimiz fazla niceliğimiz az. Gücümüzü doğru kullanmalıyız. Alevi oylarının HDP’ye kayıp kaymayacağı önemlidir. Bu alanlara yönelik çalışma yürütebiliriz.

Toplantı seçim çalışmalarını yürütmek üzere bir Koordinasyon oluşturulması ve çağrı metninin sonuç metni olarak kabul edilmesi ile sona erdi.

 

Toplantıda alınan kararlar:

 

-Yukarıdaki çerçevede mutabık olan bizler Türkiye’nin tüm il ve ilçelerinde ve Türkiyeli seçmenlerin bulunduğu tüm ülkelerde 7 Haziran seçimlerine “+1 için Dayanışma Kampanyansını” örgütlemeye çağırıyoruz.

 

-“+1 için Dayanışma Kampanyansını” etkin ve bağımsız bir seçim kampanyası olarak, metninin içeriği ve çalışma yöntemine mutabık tüm yurttaşların katılımına açıktır.

 

Bu çerçevede kentlerimizi, meydanlarımızı, derelerimizi ve tüm yaşam alanlarımızı savunmakla, 7 Haziran’da AKP’yi geriletecek ana unsura oy vermeyi birbirini tamamlayan eylemler olarak görüyoruz.

 

“+1 için Dayanışma Kampanyansını” sizleri 7 Haziran’da sandıkta  HDP’ye oy vererek 8 Haziran’da sokakta otoriterleşme, gericileşme ve piyasalaşmaya karşı mücadeleyi yükseltme olanaklarını bir bütün olarak görmeye davet ediyor.

 

-Yurttaşlarımızı bulundukları il ilçe ve çalışma alanlarında “+1 için Dayanışma Kampanyansı” çevreleri, seçim büroları vb oluşturmaya çağırıyoruz.  Ülke ve ülke dışında oluşacak bu çalışma çevrelerinin bildirgemizde mutabık olduğumuz çerçeve içinde birbirleriyle haberleşerek yaratıcı yönetemlerle barajları yıkıp AKP’ye +1 tokat vuracağına inancımız tamdır.

 

 

Metne ilişkin düşüncen nedir?

Muhteşem!
0
Mantıklı.
0
Fena değil.
0
Emin değilim.
0
Mantıksız!
0

Bunları da okumak isteyebilirsiniz:

31 Comments

  1. “AKP Diktatörlüğünü Geriletmek için HDP’ye destek” mi dediniz? Hahahhhahahha 😀 Yaw yapmayın şöyle şakalar, arkadaşlar. Sonra AK partili dostlarımız ciddi bir tehdit var sanacak. Malum süreç…

  2. Muhalefet ediyormuşum gibi çek panpa (⌐□_□)

  3. Kutlu doğum haftasına da bekleriz, mübarek.

  4. Diktatörlük yok, gericilik yalan. Eşme ruhuna bin selam!

  5. Daha önce Gün Zileli’ye sorduğum bir soruyu şimdi bu toplantıya katılmış olan herkese soruyorum: Diyelim ki HDP barajı aştı ve yüksek sayıda milletvekili çıkardı. Peki ya bundan sonra HDP yeni anayasa konusunda AKP’yle anlaşırsa, sizler Taksim meydanının ortasına çıkıp eşek gibi anıracak mısınız?

  6. Atları da vurmasınlar diye, oylar HDPye…

  7. AKP İktidarı ve Tayyip Saltanatı Nasıl Yıkılır?

    Cumhurbaşkanlığı seçimi somutunda konuşursak, “sol kitle”, CHP-MHP ittifakının bir ölçüde sonuç üzerinde etkisi olabileceğini düşünseler de, AKP’nin ve Recep Tayyip Erdoğan’ın şu ya da bu biçimde seçimleri kazanacağına inanmaktadır. “Aritmetiksel” olarak Recep Tayyip Erdoğan karşıtı cephenin seçmen kitlesinin çoğunluğunu oluşturduğu görülse de, bu kitlenin yekpare hareket edemeyeceği de bilinen bir gerçektir. Herkesin ortak olduğu yer, AKP iktidarına ve Tayyip saltanatına bir biçimde son verilmesinin gerekli olduğudur. Ama bunun nasıl olacağına ilişkin düşünceler değişiktir.
    Bir düşünceye göre, yani AKP’nin 2001 kriziyle iktidara geldiğini ve arkasında Amerikan emperyalizminin bulunduğunu düşünenlere göre, AKP’den ve Recep Tayyip Erdoğan’dan kurtulmanın yolu, yeni bir büyük ekonomik krizin patlak vermesidir.
    Patlak verecek büyük bir ekonomik kriz koşullarında, AKP’nin ve Erdoğan’ın “medya”yı eskisi gibi besleyemeyeceği, “yardım paketleri”ni eskisi gibi dağıtamayacağı, temsil ettiği feodal-tüccar sermayesi ile müteahhitleri eskisi gibi doyuramayacağı varsayılmaktadır. Böyle bir durumda AKP’yi ve Erdoğan’ı baştan itibaren destekleyen seçmen kitlesinin ve sömürücü sınıf bloğunun ikircikleneceği ve yeni bir iktidar arayışına girebileceği düşünülmektedir. Ekonomik kriz koşullarında yapılacak bir seçimde AKP’nin ve Erdoğan’ın “gidici” olacağı sonucuna ulaşılmaktadır. Ama burada Amerikan emperyalizminin, AKP’den desteğini çekmediği sürece, ekonomik krizin atlatılabilmesi için elinden geleni yapacağı da varsayılmaktadır.
    Bu varsayım sonucunda, ekonomik koşullar ve AKP’nin Amerikan emperyalizmiyle olan ilişkisi sürekli gözetilen ve izlenen bir olay haline gelmektedir. Döviz kurlarında meydana gelen dalgalanmalar, ABD’den yapılan açıklamalar, Obama’nın Recep Tayyip Erdoğan’la yaptığı telefon görüşmeleri, beyzbol sopası vb. “haberler” yeni umutlar yaratmakta ve beklentiler oluşturmaktadır.
    AKP iktidarından ve Tayyip saltanatından kurtulmanın bu “yolu”, “merak etmeyin ordu var” söyleminin biçim değiştirmiş halidir. Ortak nokta, iç dinamiğin değil, dış dinamiğin belirleyici olduğunun kabul edilmesidir. Bu açıdan, pasif bir tutumun, “bekle-gör” anlayışının ve kitlelerin mücadele gücüne inançsızlığın ifadeleridir. Tüm seçim sonuçlarından çıkartılan sonuç ise, “bu halk adam olmaz” söylemidir.
    Bir başka düşünceye göre, AKP dışındaki ve karşıtı olan tüm düzen partilerinin seçim ittifakı kurularak AKP iktidarı ve Tayyip saltanatı sona erdirilebilecektir. Ama burada en temel sorun, ittifak kurması beklenen partilerin (özellikle CHP, MHP ve BDP/HDP) “üç benzemez” oluşları ve aralarındaki “kan uyuşmazlığı”dır. Üstelik kurulacak ittifakta kimin belirleyici olacağı, hangisinin taleplerinin daha fazla yer tutacağı vb. konular da ek sorunlar yaratmaktadır. 30 Mart yerel seçimlerinde görüldüğü gibi, MHP kökenlilerin CHP listelerinden aday gösterilmesi bile sonuçları fazlaca etkilememektedir.
    Bu düşünceyi savunanlar, doğal olarak birinci düşünceyi de gözönünde bulundurmak zorunda kalmaktadırlar. Bir yerden sonra, ekonomik kriz, Amerikan emperyalizminin AKP’den desteğini çekmesi ve “muhalefet” partilerinin işbirliği yapmaları sonucu AKP iktidarının ve Tayyip saltanatının seçimler yoluyla sona erdirilebileceği biçiminde bir tümlemeye ulaşılmaktadır.
    Bir diğer düşünceye göre, “sol” muhalefet, her durumda kendi yolunda ilerlemelidir. Sol söylemler, sol programlar ve sol sloganlar bu yolun ayrılmaz parçasıdır. Bunlara göre, “sol”, “tıpkı” 1977 genel seçimlerinde olduğu gibi, yoksulun, işsizin, haksızlığa uğrayanın, ezilenin, sömürülenin vb. yanında olduğunu gösteren programlar ve söylemlerle güçlü bir muhalefet olarak ortaya çıkabilir. Varsayıma göre, güçlü bir “sol” muhalefet, mecliste ve sokakta gücünü kullanarak AKP’yi ülkeyi yönetemez hale getirebilir. Bu da AKP saflarında parçalanmaya, “merkez sağ”da yeni oluşumların ortaya çıkmasına yol açar. Bu düşünce açısından, laiklik, ulusalcılık (anti-emperyalist anlamında) ve halkçılık temel unsur olmalıdır.
    Her kurulan yeni legal “sol parti” ya da CHP içinde ortaya çıkan her “muhalefet” hareketi, hemen her durumda bu düşüncenin (ya da yaklaşımın) yılmaz savunucuları olarak ortaya çıkarlar. Ancak muhalefetin nasıl yapılacağı, temel unsurlardan hangisinin öne çıkartılacağı konularında anlaşmazlığa düştükleri ölçüde, bütünleyici ve birleştirici olmaktan çıkarak yeni bölünmelere yol açmaktadırlar. Yine de AKP iktidarından ve Tayyip saltanatından “kurtuluş” seçimlere bağlı kalmaktadır.
    Dördüncü bir düşünceye göre ise, “sosyalist sol”un güçlenmesi sorunun kökten çözümünü sağlar. Bunlara göre, “sosyalist sol”, (Gezi Direnişi’nde olduğu gibi) sokaklardaki gücünü seçimler yoluyla meclise taşıyarak AKP iktidarına karşı güçlü bir muhalefet haline geldikçe, AKP iktidarının sonu gelecektir. Bunun savunucuları, ne kadar güzel ve mantıklı söylemlere sahip olurlarsa olsunlar, toplumsal pratiğin açık biçimde gösterdiği gibi, diğer yaklaşımlardan çok farklı değildir.
    Tüm bu düşüncelerin ve yaklaşımların ortak noktası, hiç şüphesiz seçimler ve seçimlerde elde edilecek bir “zafer”dir. Amaçları ve hedefleri, AKP iktidarını ve Tayyip saltanatını, “meşruiyet” sınırları içinde kalarak, “demokratik” yollardan devirmektir. Bu nedenden dolayı, mevcut düzenin yasallığının dışına çıkan, “demokratik” olmayan yollara karşıdırlar. Dolayısıyla da, ilk yaklaşımın gerekçelerini belli ölçüde paylaşırlar.
    Bu AKP’yi “devirme projeleri”nin en belirgin özelliği, mevcut düzenin yasallığını mutlaklaştırmak ve siyasal sistem ile egemen sınıflar arasındaki bağı görmezlikten gelmektir. Her türlü sınıf tahlilini küçümseyen bu “alternatif devirme stratejileri”, sınıf çelişkilerinin geldiği düzeyi ve bu çelişkileri örtbas eden mekanizmaları da bir yana bırakırlar.
    Tüm bunların yanında ve hatta “karşısında” devrim söylemcileri yer alır. “Kurtuluş”u devrimde gören, tek yolun “devrim” olduğunu söyleyen bu söylemcilere göre, tüm alternatifler bir yana bırakılıp, halk kitlelerinin devrim mücadelesine katılımının sağlanmasıyla AKP iktidarı ve Tayyip saltanatı topyekün sona erecektir. Ama bu söylemciler de muhteliftir.
    Devrim “söylemcileri”nin büyük çoğunluğu, legal alanlarda faaliyet gösteren ve değişik isimler altında legal olarak örgütlenmiş kesimlerden oluşur. Bu nedenle de mevcut düzenin legalitesini kendilerinin varoluş zemini ve çıkış noktası olarak ele alırlar. Resmi söylemde “demokratik yoldan” iktidarın değişmesinden söz ederler, ama söylemde ve özel “muhabbetler”de devrimden başka yolun olmadığını ileri sürerler.
    Mevcut düzenin legalitesine olan bağlılıkları, bu legalite temelinde yasal olarak örgütlenmiş olmaları ellerini kollarını bağlar. Seçimlere girdiklerinde binde birler düzeyinde oy almış olsalar da, büyük konuşmaktan uzak durmazlar. Söylemleri keskin, ama eylemleri düzen içidir.
    Hiç tartışmasız, söylemsel olarak değil, özsel olarak devrimci olan unsurlar ve örgütlenmeler de vardır. Genellikle silahlı mücadeleyi savunan bu devrimci kesimler, izlenecek çizgi konusunda parçalanmış ve bölünmüş durumdadırlar. Sıkça “zamanın ruhuna” ve “olayların olağan akışına” göre “siyaset” yaparlar. Bunun temel nedeni, ülkedeki sınıf mücadelesinin keskinleşmemesi, devrimci mücadelenin gündem dışı kalması ve güçsüzlüğüdür. Doğal olarak, silahlı mücadele dışı yol ve araçlarla kendilerini varetmek, ayakta durmak ve dayanmak zorunluluğu içine girerler. Seçimleri “boykot taktiği” bu devrimci kesimlerin temel tutumu olsa da, “zamanın ruhu” ve silahlı mücadele dışı yol ve araçlar kullanmaları nedeniyle, sıkça seçimlere katılımdan söz etmek zorunda kalırlar.
    Devrimci kesimler açısından en temel sorun, sıkça dile getirilen, ama özenle vurgu yapmaktan kaçınılan “kadro” sorunudur. Bir süreliğine belli eylemlere katılan, ama sürekliliği olmayan unsurlarla uzun ve kalıcı bir mücadele örgütlenebileceği hayaline kapılırlar. Bu nedenle de, adına gerçekten kadro denilebilecek sürekli ve kalıcı unsurların yaratılmasından daha çok, ajitasyona dayalı “eylemci” bulmakla yetinirler. Üç-beş kişilik, “medya”da yer alan görsel eylemlerle varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Yüzeysel teorik değerlendirmelerle yetinirler. Çıkardıkları yayınların ağırlıklı olarak ajitasyona dayalı olmasının ve bolca “görsel” malzeme içermesinin nedeni de budur.
    Bu devrimci kesimlerin kimileri, konserlerde toplanan “yüz binler”le, 1 Mayıs’larda yürütülen “temsili gerillalar”la, “kızıl bayraklılar”la ne denli güçlü olduklarını “dünya aleme” gösterirken, silahlı mücadele sadece tekil eylemlere ya da “feda” eylemlerine indirgenir. Söylemde silahlı mücadelenin stratejik bir mücadele olduğu ne kadar çok söylenirse söylensin, pratikte silahlı mücadele stratejisinden daha çok “silahlı taktikler” söz konusu olur.

    TEK YOL

    Aşağıda söyleyeceklerimiz, “tek yol” sözünü duyduğunda irkilen, tüyleri diken diken olan, “tek doğru ve tek gerçek yoktur” klişesini benimsemiş kesimlere ilişkin değildir. Onlar, söyleyeceklerimizin “hedef kitlesi” olmadığı gibi, muhatabı da değillerdir.
    Bir “tez”le başlayalım: Eğer AKP iktidarı, mevcut egemen sınıfların desteğini almış bir siyasal iktidar ise, onun devrilmesi egemen sınıfların egemenliklerinin sona erdirilmesiyle özdeşleşir. Yani AKP iktidarını ve Tayyip saltanatını yıkmak, mevcut egemen sınıfların iktidarını yıkmakla bir ve aynı şeydir. Diğer bir ifadeyle, mevcut düzeni, bu düzenin egemen sınıflarını devirmek ve yerine gerçekten demokratik bir düzen kurmak mücadelenin bir stratejik amacı ise, AKP iktidarını ve Tayyip saltanatını yıkmak bu stratejik amaca ulaşmanın somut taktik hedefidir.
    Stratejik amaca ulaşabilmek için, herşeyden önce kitlelerin bilinçli ve örgütlü olması gerekir. Kitlelerin bilinçlendirilmesi ise, siyasal gerçeklerinin açıklanmasıyla olanaklıdır.
    Bugün mevcut düzenin sürdürücüsü ve koruyucusu AKP iktidarıdır. Bu nedenle, taktik planda AKP iktidarının gerçek niteliğinin sergilenmesi, demagojilerinin etkisizleştirilmesi gerekir. Ancak, herkesin çok iyi bildiği gibi, AKP iktidarının “medya” üzerindeki mutlak denetimi siyasal gerçeklerin “medya” üzerinden teşhirini olanaksız hale getirmiştir. Yine aynı “medya” aracılığıyla her türlü demagoji kolayca yürütülebilmektedir. Bu “medya” gücü, yani kitle propaganda araçları, 17 Aralık yolsuzluk operasyonundan sonra çok daha açık biçimde görüldüğü gibi, her türlü demagojinin yapılabilmesini sağlayabilmektedir.
    Diğer yandan devlet gücü ve olanakları AKP’nin siyasal çıkarları için seferber edilmektedir. Her türlü hukuksuzluğun yaşandığı, devletin her türlü yasadışı faaliyetlerinin yasal hale getirildiği, görüntüsel “demokratik kurallar”ın bile anlamsızlaştırıldığı bir ortam söz konusudur. Bu ortamda demokrasiden, yasallıktan, yasal mücadeleden söz etmek, her türlü hukuksuzluğu, yasadışılığı önsel olarak kabul etmekle özdeştir.
    Burada öne çıkan yön, AKP’nin hizmetine koşulmuş büyük propaganda araçlarını ve devlet gücünü etkisizleştirmektir. Asıl sorun, bunun nasıl ve hangi mücadele araçları kullanılarak gerçekleştirileceğidir.
    Genel olarak AKP’nin, özel olarak Recep Tayyip Erdoğan hegemonyasının en zayıf halkası, kendi gücünü mutlak görmesi ve kendisine muhalif her hareketi mevcut yasal sistemi kullanarak bertaraf edebileceğini düşünmesidir. Gücünün mutlak olmadığını gösteren ve mevcut yasallıkla kendisini sınırlandırmayan bir mücadele çizgisi karşısında yapabilecekleri fazlaca bir şeyleri yoktur.
    Bu çizgi, silahlı devrimci mücadele çizgisidir. Bu da, gerilla savaşının devrimci politik amaçlarla, yani siyasal gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak kullanılması demektir.
    Bu çizgi, örneğin, Gezi Direnişi sırasında AKP iktidarının kitlelere karşı kullandığı “orantısız gücü”ne karşı asimetrik güç kullanarak bu “orantısız gücü” etkisizleştirir; Soma katliamı gibi olaylarda katliamcıları ve bunun siyasal destekçilerini cezalandırır ve teşhir eder. Diğer bir ifadeyle, AKP iktidarının görüldüğü kadar güçlü olmadığını, onun gücünün herşeyden önce yaygara, gözdağı ve demagojiye dayandığını gösterir. “Sandıksal demokrasi”nin sınırları içine hapsedilmiş kitlelerin dikkatini devrim hareketine çeker; pasifize edilmiş, demoralize olmuş kitlelerde hareketlenme yaratır, sokak direnişçilerini cesaretlendirir ve yalnız olmadıklarını gösterir.
    Bütün bunlar, mevcut siyasal iktidarı (AKP) ülkeyi eskisi gibi yönetemez hale getirir. Artık mevcut düzenin yasallığı üzerinde yapılan düzenlemelerle, demagojilerle ve “medya”yı propaganda aracı olarak kullanarak kendi baskıcı ve keyfi yönetimini sürdüremez. Daha da ötesi, AKP iktidarına karşı etkin bir mücadele yürütmek isteyen kitleler için yeni bir alternatif mücadele yolu açar. Halk kitleleri, gece yarısı çıkartılan “torba yasalar”la mevcut yasal düzeni istediği gibi değiştiren AKP iktidarının “yasallığı” ile kendi mücadelelerinin sınırlandırılmasına izin vermezler.
    Bu, AKP iktidarının ve Tayyip saltanatının sonu demektir.
    Bu gelişme karşısında sömürücü sınıflar da bir yol ayrımına gelirler. Ya her türlü burjuva yasallığını ayaklar altına alan AKP iktidarı ile yola devam edeceklerdir –ki bu durumda devletin zor gücünü tüm yasa tanımazlığıyla devreye sokmak zorundadırlar– ya da AKP iktidarının yerine “alternatif” iktidar arayışlarına yöneleceklerdir. Ama iş işten geçmiş olacaktır. Artık halk kitleleri bir kez harekete geçmiştir. Yapılacak siyasal manevralarla bir kez daha pasifize edilebilmesi olanaksızdır. Ülkede halk kitlelerinin belirleyici olduğu gerçek bir demokrasi kurulacak ve AKP’yi iktidar yapan ve destekleyen sömürücü sınıflar AKP’yle birlikte topyekün devrilip gideceklerdir.
    Özcesi, ülkede gelişen siyasal olaylara, AKP iktidarının her türlü hukuksuzluğuna, yasa tanımazlığına tavır alan ve bu tavrını silahlı eylemlerle ortaya koyan bir siyasal hareket, silahlı devrimci mücadele, AKP iktidarından ve Tayyip saltanatından kurtulmanın tek yoludur.
    Hiç kuşkusuz, bu tek yol, kolay bir yol değildir. Her seçim sonrasında demoralize olsalar bile tüm umutlarını seçimlere bağlamış, mevcut düzenden hala umutlarını kesmemiş, kendi geleceklerini mevcut düzen içinde ve mevcut düzenin “istikrarı”nda gören halk kitlelerinin bu yolu benimsemeleri ve desteklemeleri kısa sürede gerçekleşmeyecektir. Düzen partileri ve legalist sol, bu mücadele çizgisinin yaratmış olduğu etkiyi ve sonuçları kendi çıkarları için kullanmaya çalışacaklardır. Tüm bunlara rağmen, stratejik amaçlar doğrultusunda mücadelenin sürdürülmesi, “post-AKP senaryoları”nı etkisizleştirecek, mevcut düzenin “restorasyonu” yönündeki hareketleri bertaraf edecektir. Bu da, gerçek bir demokrasinin, gerçek bir halk iktidarının kurulması demektir.
    Bugün toplumsal muhalefet hareketinin sesi çok cılız çıkıyorsa, yarattığı etki kısa sürede etkisizleşiyorsa, seçimlerden başka bir seçenek görülemez hale gelinmişse, bunun tek nedeni silahlı devrimci mücadelenin gözlerden uzaklaştırılmış olmasıdır.
    Burada hiç kimsenin çıkıp, “demokrasi”den, “hukuktan”, “yasadışılık”tan söz etmeye hakkı yoktur. AKP iktidarının hukuk ve yasa tanımazlığı, demokrasinin asgari kurallarına bile uymadığı her türlü tartışmanın ötesindedir. Bu hukuk ve yasa tanımazlık karşısında, hukuktan, yasallıktan ve yasal mücadeleden söz edilemez. Bugün devrimcilerin görevi, AKP iktidarının hukuk ve yasa tanımazlığını gizleyen örtüyü kaldırmak, onun gerçek yüzünü teşhir etmektir.
    İşte o zaman, seçimlerde ne yapılacağına ilişkin hararetli tartışmaların da sonu gelmiş olacaktır.
    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc143_4.html

  8. Seçimlerden ve Parlamento “Ahır”ından “Devrimci” Amaçlarla Yararlanmak!

    Bir kez daha seçim sürecine, eski deyişle, seçim sath-ı mailine girildi. Ve her seçim sürecinde olduğu gibi, bir kez daha, partilerde “aday adayı” yarışı, birbiri ardına yayınlanan anketler, iddialı oy hedefleri ortalığı kapladı. Recep Tayyip Erdoğan’ın tek adam totalizminin ifadesi olarak “başkanlık” için “en az 400 milletvekili” istemesi iddialı hedeflerin düzeyini (ya da “uçuk”luğu) göstermeye yetti.
    Bizi temel olarak ilgilendiren, geçmiş dönemlerde devrimci mücadelenin kitlesini oluşturan ve bugün tümüyle “seçimlere endeksli” siyasallaşan, her seçim sonrasında “seçime bağlanan umutlar”ın yıkıldığı, moral bozukluğunun yaşandığı, hatta seçim sonrasında 3-5 gün kendine gelmekte ve günlük yaşamını sürdürmekte zorlanan “sol”cular ve sol kitledir.
    Bir bütün olarak “sol”, yani legalistler, oportünistler, neo-liberal solcular ve pragmatistler, “eklektik teoriler” bile ortaya atmadan kendilerini seçimlere “endeks”lemiş oldukları her türlü tartışmanın dışında bir gerçektir.
    Bir diğer gerçek, “sol”un tüm bu meziyetlerine ve sıfatlarına rağmen, her durumda kendilerini “marksist”, “leninist”, “komünist”, “maoist” olarak tanımlamalarıdır. Doğal olarak kendilerini böyle tanımlayan çevreler (ya da örgütler, partiler, gruplar vs. vs.), marksizm-leninizmin ustalarının seçimlere ilişkin tutumunu ve değerlendirmelerini bilmemezlikten gelemezler. En çok da bildikleri, parlamentonun burjuvazinin “ahırı” olduğuna ilişkin Marks’ın yaptığı tanımlamadır.
    “Ama” (her zaman olduğu gibi), “parlamentarizm ahırı”na ilişkin bilgilerini kendi legalizmleri için, parlamento seçimlerine katılmayı meşrulaştırmak için kullanırlar.
    Lenin, Devlet ve Devrim’de şöyle yazar:
    “… Marks için devrimci diyalektik, bugün moda olan bu boş lafazanlıktan, Plekhanof, Kautsky ve başkalarının çocuk oyuncağı haline getirdikleri bu saçma gevezelikten bambaşka bir şeydi. Marks, özellikle, koşulların devrim için uygun olmadığı durumlarda, burjuva parlamentarizmi ‘ahır’ından yararlanmaktaki yetersizliği yüzünden, anarşizmle arayı iyice açmış; ama aynı zamanda, parlamentarizmin gerçekten proleter ve devrimci bir eleştirisini yapmayı da bilmişti.” (Lenin, Devlet ve Devrim, s. 63.)
    Buradan çıkartılan sonuç ise, devrimci bir durumun olmadığı koşullarda burjuva parlamentosundan (“ahır”) yararlanmak gerekir. Dolayısıyla bu gerekirliliği yerine getirebilmek için de seçimlere “katılmak”tan başka “seçenek” yoktur!
    Lenin, yukarda alıntı yaptığımız yerin devamında şöyle yazar:
    “Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine, dönem dönem karar vermek: yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur.” (agy, s. 63.)
    Eğer bu paragraf esas alınırsa, doğal ve kaçınılmaz olarak seçimlere katılmak ve burjuva parlamentosunda yer almak halkın ezilmesine katılmak anlamına gelir.
    Böylece Lenin’in Devlet ve Devrim’de yazdıkları (ki birbirini takip eden iki paragraftır), kimilerince legalizmin ve seçimlere katılmanın (marksist-leninist açıdan) “meşruluğu” için kullanılırken, kimilerince seçimleri “boykot” etmenin gerekçesi olarak kullanılır.
    Lenin’in bu saptamalarının yanına bir de “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” yapıtında ortaya koyduğu şu belirlemeleri koyarsak, seçimlere katılmak ve bu bağlamda mevcut düzenin yasallığı içinde örgütlenmek, neredeyse “ayaklanma” koşulları dışında, her zaman ve her yerde “meşru” bir mücadele biçimi olarak ortaya çıkar:
    “Burjuva parlamentosunu ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmaya gücümüz yetmediği sürece, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız, özellikle hâlâ papaz takımının ve taşra kovuklarının boğucu havasının hayvanca bir bilinçsizlik içinde tuttuğu işçiler mevcut olduğu için, bu kurumlarda çalışmalısınız. Bunu yapmazsanız gevezeden başka bir şey değilsiniz.” (Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı, s. 59)
    Bunlardan legalistlerin ve oportünistlerin çıkardığı sonuç ise, çok bilinen ve sloganlaştırılmış olan bir leninist saptamadır: Devrimci olarak parlamento seçimlerinden ve parlamento kürsüsünden yararlanmak. Diğer bir ifadeyle, “gerici parlamentolardan devrimci amaçlarla yararlanmak” (Lenin, agy.) tüm legalizmin ve oportünizmin temel dayanağıdır.[1*]
    Bütün bu değerlendirmelerden türetilen “parlamenter taktikler” bir gerçeğin üstünü örter: Devrimci durum.
    Yukarda aktardığımız gibi, Lenin, açık biçimde, “koşulların devrim için uygun olmadığı durumlar”dan söz eder. Bu da, içinde bulunulan koşullarda devrimci bir durumun varolup olmadığına ilişkin bir değerlendirmeyi zorunlu kılar.
    Solda yer aldığını söyleyen hemen herkesin çok iyi bildiği şey, Lenin’in devrimci durumun saptanması için öngördüğü “milli kriz” ölçütüdür. Eğer bir ülkede “milli kriz” mevcut ise, o ülkede devrimci bir durum vardır. Dolayısıyla da devrimci mücadelenin biçimi ve taktikleri bu devrimci duruma göre belirlenir.
    Revizyonist ve oportünist ve de legalist “tez”e göre, Türkiye’de Lenin’in “klasik” milli kriz tanımına uygun koşullar mevcut değildir. Türkiye devrimci mücadelesinin tarihi kadar eski olan bu “tez”in en açık eleştirisini Mahir Çayan yoldaş şöyle ortaya koymuştur:
    “… emperyalist hegemonya altındaki ülkelerde, (ister II. bunalım döneminin emperyalist hegemonyasının dışsal bir olgu olduğu feodal, yarı-feodal ülkelerde olsun, isterse de III. bunalım döneminde emperyalist hegemonyanın içsel bir olgu olduğu emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu geri-bıraktırılmış ülkelerde olsun) evrim ve devrim aşamaları, (Çarlık Rusya’sında olduğu gibi zayıf da olsa) içsel dinamikle kapitalizmin geliştiği ülkelerdeki gibi kesin çizgilerle ayrılamaz.
    Bu tip ülkelerde devrim aşaması kısa bir aşama değil, oldukça uzun bir aşamadır. Evrim aşamasının nerede bittiğini, devrim aşamasının ise nerede başladığını tespit etmek fiilen imkansızdır. Her iki aşama iç içe girmiştir.
    Bu ülkelerdeki emperyalist hegemonya bağımsız bir milli burjuvazinin gelişmesine engel olduğundan ülke kapitalist bir ülke olsa bile, var olan kapitalizm kendi iç dinamiği ile gelişemediğinden çarpıktır, emperyalizme göre biçimlenmiştir. Emperyalist hegemonya toplumun kendi iç dinamiği ile gelişmesine engel olduğu için ülke alt yapı ilişkilerinden üst yapısına kadar, milli bir kriz içindedir.
    Bu milli kriz, tam anlamı ile olgun değildir. Ancak şu veya bu ölçüde vardır. Var olan bu krizin derinleştirilip olgunlaştırılması, tamamen o ülke devrimcilerine bağlıdır.
    Özetle söylersek, emperyalist hegemonya altındaki bütün geri-bıraktırılmış ülkelerde milli kriz, tam anlamı ile olgunlaşmış olmasa bile mevcuttur. Bu ise devrim durumunun sürekli olarak var olması, evrim ve devrim aşamalarının iç içe girmesi, bir başka deyişle silahlı eylemin objektif şartlarının mevcudiyeti demektir.” (Kesintisiz Devrim II-III.)
    Solda yer alan, ama legalizmin tüm kanalları ve köşeleri tuttuğu koşullarda devrimci olmaya çalışan herkesin bildiği ve de bilebileceği devrimci saptamaları ve marksizm-leninizmin içsel tartışmalarını burada daha ayrıntılı olarak ele almayacağız. Bunun yerine, (tüm legalistlerin ve oportünistlerin çarpıtmaları ve saptırmaları içinde) kendilerini “haklı” gösterme çabalarını bir yana bırakarak, doğrudan somut tarihsel gerçeklere bakacağız.
    Evet, diyelim ki, Türkiye’de devrimci bir durum yok! Yine kabul edelim ki, Türkiye’de, Lenin’in “klasik” tanımına uygun olsun ya da olmasın milli bir kriz de söz konusu değil! Bu durumda burjuva parlamentosundan yararlanmak için seçimlere katılmanın zorunlu ve gerekli olduğunu kabul edelim. Mevcut düzeni teşhir etmek, bu teşhir aracılığıyla devrimin neden gerekli olduğunu ve neden kaçınılmaz olduğunu “en geniş kitlelere” ulaştırmak için “seçim sath-ı mail”inden yararlanmak için seçimlere katılmak isteyelim.
    Bu durumda ne “yapılacağı” çok açıktır: İlkin, devrimci ya da devrimci-demokrat, ilerici, yurtsever vb. olarak gördüğümüz çevrelerle, oluşumlarla birleşik (“ittifak” ya da “blok”) bir seçim kampanyası yürütmek için görüşmeler yapılır. Burada hedef ve amaç, “blok” olarak bir ya da birkaç (elbette “solcu”, “sosyalist” ve hatta “devrimci”) milletvekili seçtirmektir. Bu milletvekilleri (isterseniz daha “sol” ifade olsun diye “halkvekilleri” de diyebilirsiniz) mazbatalarını aldıklarında ve yemin ettikten sonra “burjuva parlamentosundan yararlanmak” için kolları sıvayacaklardır. Bu parlamentonun adı TBMM’dir.
    TBMM, herkesin bildiği, 23 Nisan 1920’de kurulmuş olan meclistir. İlk “sosyalist” milletvekilleri, 1965 Genel Seçimleri’nde TİP’in (M. Ali Aybar’ın başkanı olduğu Türkiye İşçi Partisi) 276 bin oy alarak (%3) parlamentoya girmesiyle mecliste yerlerini almışlardır. İçlerinde TİP listesinden “bağımsız” olarak seçilmiş olan Çetin Altan, 1990’lı yıllarda Birleşik Sosyalist Parti (BSP) Genel Başkanlığı yapan ve ÖDP’nin “onursal başkanı” olan Sadun Aren, 1970’de M. Ali Aybar’ı “devirerek” TİP başkanı seçilen ve 1980’lerin sonunda “illegal” TKP ile birleşerek TBKP’nin oluşumunu sağlayan Behice Boran bu “ilk sosyalist milletvekilleri”nin en bilinenleri oldu.
    TİP, seçim yasasında yapılan “düzenleme”yle 1969 seçimlerinde %2.8 oy alarak sadece 2 milletvekili (Mehmet Ali Aybar ve Rıza Kuas) çıkartabildi.
    Bu tarihten itibaren TBMM’de “sosyalist” milletvekillerinin “yer” alması için 40 yıl geçmesi gerekti.
    2007 seçimlerine “bağımsız adaylar”la katılan Kürt siyasal hareketi (“Bin Umut Adayları”) 22 milletvekilini meclise gönderdi. İçlerinde ÖDP Genel Başkanı, “en has sosyalist” Ufuk Uras da yer alıyordu.
    2011 seçimlerinde Kürt siyasal hareketi, bu kez ÖDP ve TKP dışındaki “sol bileşenlerle” ittifak yaparak “bağımsız adaylar”la seçime katıldı. %5,6 oranında oy alarak “parlamento”ya 35 milletvekili gönderdi. Bu kez “en has sosyalist” kontenjandan EMEP Genel Başkanı Levent Tüzel meclise kapağı attı.
    Ve bugün Kürt ulusal hareketi, HDP adıyla 7 Haziran seçimlerine “parti” olarak (ve elbette HDP’nin “sol bileşenleri”yle birlikte) katılmaya karar verdi.
    Burada şu sorular sorulmalıdır: Seçimlere katılarak ve parlamentoda yer alarak mevcut düzen nasıl teşhir edildi? Halk kitlelerinin bilincinde ve pratiğinde nasıl bir devrimci dönüşüm ve yönelim ortaya çıktı? Bunun için seçim meydanlarında ve parlamento “kürsüsü”nde neler yapıldı?
    Şüphesiz bu sorulara, seçim meydanlarında ne kadar bildiri dağıtıldığı, ne kadar afişleme yapıldığı, kaç miting düzenlendiği ve parlamentoda kaç önerge verdikleri istatistiksel olarak alt alta yazılıp bir “yanıt” verilebilir. Ama gerçek gerçeklikte, her seçimde aynı şeyler yapılmakta, ama kitlelerin devrimci yönelimi bir yana, siyasal hareketinde bile önemsenebilecek bir değişim ortaya çıkmamıştır. O zaman şu ikilem ortaya çıkar: Ya “biz” (yani külliyen legalistler) bu işi bilmiyoruzdur, ya da Lenin’in söylediklerini hiç ama hiç anlamamışızdır.
    Özcesi, seçimlere, parlamentoya ilişkin tüm sözler sadece laf-ı güzaf’tır, boş sözdür. Legalizmin yapabileceği pek bir şey yoktur. Onu vareden tek koşul, legal alanlarda kendilerine ait ve “steril” ortamlar yaratmaktan ibarettir. Sonuçta tüm yaptıkları, seçim dönemlerinde “ortalığı” ve kendi saflarına katmayı becerdikleri insanları hareketlendirmek, sol söylemlerle seçimlerde “bağımsız sosyalist tutum”u sergilemek ve seçimlere umudunu bağlamış kitlelerin umutlarını yönlendirmeye çalışmaktır.
    Böylece legalistlerin tek başarılı oldukları iş, mevcut oligarşik düzenin seçimlerle sağladığı meşruiyetini ve (siyaset argosunun söylemiyle) politize olan kitlenin “gazını alma”yı soldan desteklemektir. Bu da açık biçimde oligarşik yönetimin siyasal zorunun meşrulaştırılması demektir.
    Unutulmaması gereken en önemli şey, bu “oyuna” katılabilmek için bir “diyet” ödenmesi gerektiğidir. Che’nin sözünü bir kez daha anımsayalım:
    “Dar kapsamlı seçim çekişmeleri; şurada burada seçimi kazananların başarıları; iki milletvekili, bir senatör, dört belediye başkanı, halkın üzerine ateş açılarak dağıtılan büyük çapta bir gösteri; bir öncekine göre bir iki oy farkıyla kaybedilen yeni bir seçim; kazanılan bir grev, kaybedilen on grev; bir adım ileri, on adım geri; belli bir kesimde zafer, bir diğerinde on kez bozgun… Sonra birdenbire oyunun kuralları değişir, herşeye yeniden başlamak gerekir.
    Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor? Bunun tek nedeni var: Bazı Amerika ülkelerinde ilerici güçler taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir şekilde birbirine karıştırıyorlar, küçük taktik sorunlarda büyük stratejik hedefler görmek istemişlerdir. Bu önemsiz saldırı mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen gericiliğin akıllıca davrandığını kabul etmeliyiz.
    Böylesine büyük hatalar işlenen ülkelerde, halk hiçbir değeri olmayan eylemler için son derece büyük fedakarlıklar pahasına her yıl alaylarını seferber eder. Bunlar düşman topçusunun ateşine maruz kalan geçici mevzilerdir.
    Bu mevzilerin adı, parlamentodur, kanuniliktir, yasal ekonomik grevdir, ücret artışıdır, burjuva anayasasıdır, bir halk kahramanının serbest bırakılmasıdır… Ve işin en kötü tarafı şudur ki, bu mevzileri elde etmek için bile, burjuva devletinin oyun kurallarını kabul etmek ve bu tehlikeli siyasal oyuna katılmak iznini alabilmek için de uslu ve aklı başında insanlar olduğumuzu, hiçbir tehlike arz etmediğimizi; örneğin kışlalara ve trenlere saldırmak, köprüleri uçurmak, katilleri ve işkence uzmanlarını cezalandırmak, dağlara çıkıp ayaklanmak ya da yumruklarımızı sert ve kararlı bir biçimde kaldırarak, Amerika’ya son kurtuluş mücadelesinin kesin müjdesini vermek gibi tehlikeli işlerle bir alış-verişimizin olmadığını ispat etmek lazımdır.” (Latin-Amerika Devriminin Taktik ve Stratejisi)

    [1*] Ve burada hemen ekleyelim ki, Lenin’in “Sol Komünizm” olarak Türkçeye çevrilmiş olan çizgi, Fransızcada “goşizm” olarak ifade edilir. Bu da, bir zamanların “illegal” TKP’sinin silahlı devrimci mücadeleyi savunan ve yürüten örgütlere karşı kullandığı klişelerden birisidir.

    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc143_2.html

  9. Seçim Sath-ı Mailinde Siyasetin ve Legalizmin Halleri

    İçinde bulunulan “an”da meydana gelen bir olayı ya da olayları anlayabilmek ve kavrayabilmek için, her şeyden önce, “an”da meydana gelen olayın diğer olaylarla bağlantısını kurmak gerekir. Diyalektiğin en temel unsurlarından biri, her şeyin birbirine bağlı olduğudur. Bu bağlar kurulmadığı sürece, meydana gelen olaylar birbirinden kopuk, her biri diğerleriyle ilişkisi ya da bağlantısı olmayan tekil olaylar olarak algılanır. Böyle bir algının ortaya çıkardığı bilgi ya da bilinç de parçasal olur ve her biri diğerini dışlayan olgular yığını haline dönüşür. Doğal olarak bu olgu yığıntısı, “an”da meydana gelen olayı da bu yığıntıya dahil ederek yoluna devam eder. Ancak bu olgu yığıntısı içinde gelişen olayların bütünsel bilgisine ulaşılamayacağı gibi, tekil (“an”sal) olayların hangi sürecin parçası olduğunun da saptanmasını olanaksızlaştırır.
    Genellikle politikada, özellikle de düzen içi politikalarda, Demirel’in “tarihe geçmiş” sözüyle, “dün dündür, bugün bugündür”, dünde söylenenler dünde kalır ve “bugün”, dün’den ayrılmış, dün’den soyutlanmış kendi başına bir varlık olarak sunulur. Bugünün olayı olarak seçimleri, seçimlere katılan partileri, partilerin tutumlarını ve seçim söylemlerini ele aldığımızda bu durumla sıkça karşılaşılır.
    Her seçimin, bir önceki seçimle istatistiksel/sayısal olarak karşılaştırılması, seçimler arasında bir “bağ”lantı kurulmasından çok, toplumsal-siyasal olayların mekaniksel bir karşılaştırması için kullanılır. Tekil olay olarak bakıldığında, her seçim, sanki ilk kez oluyormuşçasına ele alınan bir “olay” olarak sunulur. Partilerin (eğer varsa) yeni söylemleri, yeni sloganları, yeni “vitrin” yüzleri ve “medya”da sunuluş tarzları, hemen her durumda böyle bir “algı”nın oluşturulmasına hizmet eder. Bunun sonucu olarak da, geniş halk kitleleri, özellikle sol seçmen kitlesi, her seçime yeni umutlarla, yeni beklentilerle girer.
    Oysa yakından bakıldığında, her seçim, bir önceki seçimin ortaya çıkardığı sonuçların üzerinde yükselir. Bu açıdan her bir seçim, daha önceki seçimlerle doğrudan bağlantılıdır. “Yeni umutlar”, “yeni beklentiler” denilen şey, bir önceki (hatta çok daha önceki) seçimlerde gerçekleşmeyen umut ve beklentilerin “bu sefer” gerçekleşebilirliği umudu ve beklentisinden başka bir şey değildir. Bir bakıma seçim tarihinde herşey yeniden ve yeniden tekerrür eder.
    Sol söylemle ifade edersek, seçimler, mevcut düzenin kendi meşruiyetini korumak ve pekiştirmek amacıyla iki ya da dört yılda bir sahnelenen bir siyasal girişimdir. Seçimlere atfedilen önem, yüklenen değer, her durumda mevcut düzenin çerçevesi içinde biçimlenir ve bu düzeni ayakta tutmaya hizmet eder. Ancak somut gerçeklikte seçimler, her ne kadar mevcut düzenin kendisini korumayı, yer yer mevcut düzenin “restorasyon”unu amaçlasa da, toplumsal muhalefet açısından mevut düzenin >bu yolla değişebileceği beklentisine yol açar.
    Bir ülkede, her ne kadar onlarca yıl seçimler yapılmış ve her seçimden mevcut düzen kendisini koruyarak ve yer yer onararak (restore ederek) çıkmış olursa olsun, yine de seçimlere ilişkin beklentiler, yani mevcut düzenin bu yolla değiştirilebileceği “umudu” varlığını sürdürür.
    Bu yanılsamanın (ya da bilinçli çarpıtmanın) temelinde, her seçimin tekil ve kendi başına bir olay olarak ele alınması yatar. Bu yanılsama da, toplumdaki sınıfsal ilişkileri ve çelişkileri bir yana bırakarak, sadece siyasal söylemlere bakarak insanların o “an”da belli bir “tercih”te bulunduklarını varsaymaya dayanır.
    7 Haziran seçimleri arifesinde ülkede gelişen (seçime dayalı) siyasal olaylara, tutumlara, ilişkilere vb.’ne bakıldığında, düzen içi tüm partilerin “yeni”, “yepyeni” arayışlar içinde oldukları açıkça görülmektedir. Bu “yeni”, “yepyeni” arayış, genellikle düzen içi muhalefetin bir önceki seçimdeki (ki somutta 12 Haziran 2011 seçimleridir) “başarısızlığı”nın telafi edilmesine yöneliktir. Bu da, ancak bir önceki (hatta çok daha önceki) seçimlerdeki “başarısızlığın” tekil bir olgu haline getirilmesiyle olanaklıdır. Dolayısıyla her seçimi kendi başına bir “olay” olarak sunmak, düzenin muhalefet partilerinin de çıkarınadır.
    Genel geçer söylemle, “çok partili seçimler” Türkiye’de 1946 yılından bugüne kadar, tamı tamına 69 yıldır yapılmaktadır. Askeri darbe dönemlerinde bile seçimler “zamanında” yapılmıştır. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden yaklaşık bir yıl sonra (15 Ekim 1961) genel seçimler yapılırken, 12 Mart askeri darbesinden sonraki ilk seçim, “zamanında”, 23 Ekim 1973 tarihinde yapılmıştır. 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında ilk genel seçim (biraz “zamanını” aşarak) 6 Kasım 1983’de yapılmıştır.
    Bu olgular, mevcut düzenin kendisini askeri darbe yoluyla, yani yönetimi askerileştirerek “restore” etmesi koşullarında bile seçimlerden vazgeçemediğinin açık kanıtıdır.
    O halde seçimler mevcut düzen (oligarşik düzen) açısından böylesine önem taşırken, toplumsal muhalefet (ya da sol) açısından da aynı ölçüde ve oranda önem verilmesinin nedenleri üzerinde durulması gerekir.
    Burada seçimlerde toplumsal muhalefet, kimi durumda “sosyal-demokrat” ya da “demokratik sol” söylemlere sahip CHP tarafından temsil edilse de, CHP’nin “sol” temsiliyeti her zaman “bizimi sol”un seçimlere verdiği önemle ve seçimlere katılımla meşrulaştırılmıştır.
    “Sol”un sol adına seçimlere katılımıyla sağlanan meşruiyet, kaçınılmaz olarak oligarşik düzenin seçimler yoluyla sağlamaya çalıştığı kendini koruma ve kollama işlevinin yerine getirilmesine hizmet etmiştir ve hala da etmektedir.
    Sol, ama çoklukla kendisine “marksist”, “sosyalist” ve hatta “komünist” adını veren “sol”, seçimlerin bu niteliğini bildiği halde, her seçimde (TİP’in 15 milletvekili çıkardığı 1965 seçimleri dışında) binde bir düzeyinde oy almasına rağmen seçimlere katılımda neden bu kadar ısrarcı olabilmektedir?
    Bu sorunun yanıtı, hiç şüphesiz seçimlerin bir “çare”, “özlenen ve istenen yeni bir toplumsal düzene geçiş” için bir “yol” olarak görülmesinde değildir. Bazı ayrıksı durumlar dışında (ki 1965 TİP’inin başında yer alan, “güler yüzlü sosyalizm”den söz eden M. Ali Aybar vb.) hiçbir “sol” örgüt, seçimlerden böyle bir “beklentisi” olduğunu söylemez, kendi varlığını sona erdirmeye kalkışmadığı sürece söyleyemez. Bu nedenle, seçimlere katılan ve bu yolla mevcut oligarşik düzeni meşrulaştıran “sol”, bin dereden bin su getirerek katılımını haklı ve mazur göstermeye çalışır. Sonuç ise (yine ayrıksı bir durum olarak 1965 seçimlerini dışta bırakıyoruz), her zaman aynı olmuştur: Binde birlerle sayılanabilen bir oy miktarı.
    1977 Genel Seçimleri’nde legalizmin “kalesi” TİP oyların binde 14’üne karşılık gelen 20.565 oy alabilmiştir (toplam seçmen 21,2 milyondur). 1983 ve 1987 genel seçimlerinde “bağımsız” bir “sol” sıfatlı parti katılmamıştır. 1991 Genel Seçimleri’nde, Kürt legal siyasal hareketi (o zamanki adıyla HEP) Erdal İnönü’nün başkanlığındaki SHP listelerinden seçime girerken, Doğu Perinçek tek başına “sol”un temsilcisi olarak seçim oyununa meşruiyet kazandırmıştır. Doğu Perinçek’in aldığı oy miktarı 108.369, yani binde 44’dür (toplam seçmen 30 milyondur).
    1995 Genel Seçimleri “sol” ve Kürt legal siyasal hareketi açısından biraz daha hareketlidir.
    Cem Boyner’in “Yeni Demokrasi Hareketi” neo-liberal sol söylemle seçimlere katılmış ve 133.889 oy (binde 48) alabilmiştir. HADEP olarak “tek başına” seçime katılan Kürt legal siyasal hareketi ise, 1.171.623 oy (%4,2) alırken, Doğu Perinçek’in aldığı oylar 61.428 olmuştur (binde 22).
    1999 yılındaki seçimlerde seçmen sayısı 37 milyon olurken, “sol”, sözcüğün tam anlamıyla, tüm “gücü” ile seçimlere katılmıştır.
    Ufuk Uras’ın başkanlığında seçime katılan ÖDP oyların binde 80’ini (248.553) alırken, Levent Tüzel’in başkanlığında EMEP’in aldığı oy 51.756, yani binde 17 olmuştur. Yine legalist solun müdavimlerinden olan SİP-TKP ise 37.680 (binde 12) oy alabilmiştir. Doğu Perinçek ise, 57.607 oy alabilmiştir (binde 18).
    Kürt legal siyasal hareketi, bu seçimlere de “tek başına”, yani ayrı parti olarak katılmış ve 1.482.196 oy (%4,75) almıştır.
    2002 Genel Seçimleri AKP’nin “zaferi” ile sonuçlanırken, “bildik sol”, legalist sol alışılagelen oy oranlarıyla durumu idare etmiştir. Doğu Perinçek, binde 51 oy (159.843) alırken, ÖDP’nin oyları 106.023, yani binde 34 olmuştur. Yeni adıyla TKP (SİP) bu seçimlerde 59.180 (binde 19) oy alabilmiştir. Levent Tüzel’in başkanı olduğu (bir zamanların illegal TDKP’sinin legalizasyonu ürünü olan) EMEP, 2002 seçimlerinde Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak “bağımsız sol parti”ciliğe bir süreliğine ara vermiştir. Kürt legal siyasal hareketi, 2002 seçimlerine yine parti olarak (DEHAP) katılmış ve oyların 1.960.660’ını alarak %6,22 oy oranına ulaşmıştır.
    2007 Genel Seçimleri’nde legalist solun “makus talihi” değişmemiştir. ÖDP, Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak Ufuk Uras’ı meclise gönderirken, parti olarak katıldıkları yerlerde binde 15 oy oranıyla 52.055 oy alırken, SİP-TKP’si oy “patlaması” yaparak oy oranını binde 19’dan binde 23’e çıkarmıştır. EMEP, bir kez daha Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak “Bin Umut Adayları” saflarında yerini almıştır.
    Kürt legal siyasal hareketi, daha önceki seçimlerden farklı olarak, 2007 seçimlerine parti olarak değil, bağımsız adaylarla (“Bin Umut Adayları”) katılmış ve %5,24 oy oranıyla 1.835.486 oy almıştır. Doğu Perinçek’in oy oranı ise, binde 37 olmuştur (128.148).
    2011 seçimlerinde legalist sol, diğer deyişle, bindelik soldan EMEP, Kürt legal siyasal hareketinin “bileşeni” olarak boy göstermiş ve bindelik oy oranlarıyla kendilerine ayrılan “kontenjan”dan Levent Tüzel’i parlamentoya göndermiştir. ÖDP ise, “usul hatası” nedeniyle (seçim evraklarını zamanında YSK’ya teslim etmeyi unuttuklarından!) seçime katılamamıştır. SİP-TKP’si “genç başkan”la seçimlere katılarak, bir kez daha bindelik oranda oy almıştır (binde 15/ 64.006).
    Bir kez daha “bağımsız adaylar”la seçime katılan Kürt legal siyasal hareketi 2,8 milyon oy alarak (%6,57) 35 milletvekili çıkarmıştır.
    Şimdi 2015 seçimleri sath-ı mailine girildiğinde legalist sol, bindelik sol, bir kez daha “şansını” denemek durumundadır. Ancak durumlar “biraz karışık” görünmektedir.
    Herşeyden önce ÖDP ve SİP-TKP’sinin oluşturduğu “Birleşik Haziran Hareketi” diye bir “olgu” ya da “olay” ortaya çıkmıştır. “Hareket”, kendisinin seçimlere yönelik bir “oluşum” olmadıklarını iddia ettiği için (kendi ifadeleriyle, “Haziran kendisini seçimle sınırlayan bir hareket değildir”) seçimlere ilişkin “somut” bir belirleme yapamamıştır. Seçimlere ilişkin yaptıkları açıklamada şunları söylemektedirler:
    “AKP diktatörlüğüne karşı halkın birleşik ve örgütlü mücadelesinin sorumluluğunu üstlenen Birleşik Haziran Hareketi seçim sürecinde de AKP’yi geriletmeyi temel alan aktif bir mücadele yürütecektir. Bu mücadelesini AKP faşizmi karşısındaki tüm ilerici-devrimci ve demokrat güçlerle dayanışma içerisinde sürdürecektir.”
    Böylece (kendilerine HH, yani “Haziran Hareketi” diyorlarsa da) BHH, “bileşenleri”ni serbest bırakmış ve isteyenin istediğini yapabileceği, isteyenin ayrı olarak seçime katılabileceğini, isteyenin Kürt legal siyasal hareketini destekleyebileceğini dolaylı biçimde ifade etmiştir. Bunun sonucu olarak, karpuz gibi ikiye bölünmüş olan SİP-TKP’sinin KP kolu (Süleyman Aydemir-Kemal Okuyan tayfası) parti olarak seçime katılma kararı almıştır. Geri kalan “bileşenleri”, özellikle ÖDP, Kürt ulusal hareketiyle tüm “köprüleri” atmak zorunda kalmadığından BHH’nın bu “son kararı”ndan memnun ve mutlu görünmektedir. Böylece hem Musa’ya, hem İsa’ya yaranabileceklerini sanmaktadır.
    Görüldüğü gibi, legalist sol, tüm zamanlarda şu ya da bu biçim altında seçimlere katılmış ve her seferinde bindelik oranlarda oy almıştır. Buna rağmen, seçim zeminini “mevcut düzeni teşhir etmek için” kullanma paravanası altında varlıklarını ve tutumlarını sürdüre gelmektedirler. Değişik oportünist oyunlarla, demagojik söylemlerle gerçek yüzlerini gizleyen bu legalist solun saflarında yer alan binlerce kişi, ellerine tutuşturulan bildirilerle düzeni teşhir ettikleri sanısıyla her seçimde seferber edilmekte ve sonuçta bindelik oy oranına rağmen, “doğru ve iyi” bir iş yapmış olmanın “huzurunu” duymaktadırlar.
    Burada haklı olarak şu soru ortaya çıkmaktadır: Bu tutum neden ileri geliyor? Halk enerjisini neden hep böyle boşuna harcıyor?
    Che’nin sözüyle, bu “tutum”, bir zamanlar “taktik hedefler ile stratejik hedefleri korkunç bir biçimde birbirine karıştırmaları”nın, “önemsiz saldırı mevzilerini ve elde edilen küçük kazançları, sınıf düşmanının temel hedefleri olarak göstermeyi bilen gericiliğin akıllıca davranışının”, yani manipülasyonunun (yönlendirmesinin) bir sonucuysa da, bugün tümüyle devrimci mücadelenin terk edilmesinin getirdiği bir pragmatizmin ürünüdür.
    Legalist solun bu pragmatizmi, her durumda “varlığını” sürdürmeye indirgenmiş apolitik bir tutumdan ibarettir. Bunu yaratan somut olgu ise, 12 Eylül askeri darbesiyle ortaya çıkan depolitizasyon ve ideolojisizleştirmenin süreklileşmesi ve legalist sol tarafından “varlık” koşulu haline dönüştürülmesidir.
    Depolitizasyon ve ideolojisizleştirme geniş halk kitlelerini etkisi altına almış, özellikle ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci insanları farklılaştırmıştır. Yetişen yeni kuşaklar bu ortamda ve bu ortamın ilişkileri içinde biçimlenmişlerdir.
    Bu durum, Latin-Amerika bağlamında şöyle tanımlanabilir (üstelik 1989 yılında):
    “Bugün sol kelime hazinesinden ‘sosyalizm’ ve ‘devrim’ gibi kelimeler kaybolmuş vaziyette, herkes ‘barıştan’, ‘demokrasiden’ ve ‘çoğulculuktan’ bahsediyor. Örneğin Uruguay KP’si ‘proletarya diktatörlüğü’ üzerine hiçbir şey duymak istemiyor, çünkü -uzun yıllar bizzat tutuklu kalmış olan genel sekreter Jaime Perez’in deyimiyle- ‘ben bu kadar yıllık diktatörlükten sonra diktatörlükler üzerine hiçbir şey bilmek istemiyorum’.” (Gaby Weber, Gerilla Bilanço Çıkartıyor, s. 32.)
    Bu ortamda yetişen yeni kuşakların siyasal faaliyetler karşısındaki tutumunu ise, yine aynı tarihte Tupamaros şöyle anlatıyor:
    “Yeni üyelerimiz olsa da ve toplantılarımıza birçok insan gelse de veya yayınlarımız oldukça başarılı olsa da, bütün bu insanları örgütleyecek konumda değiliz. Bugüne kadar net yanıtlar veremedik. Ayrıca insanlara belli bir taban grubunda çalışmalarını, en azından haftada bir bu işe üç-dört saat ayırmalarını ve bu şekilde belli görevler üstlenmelerini de anlatamıyorsun. Her gün aktif olmalarını ise hiç mi hiç öneremiyorsun. İnsanlar bunu, yük taşımayı istemiyorlar ki. Bir hafta boyunca veya bir günlüğüne bir şey yapmaya hazırlar, ama MLN (Tupamaros) gibi bir örgütün bir üyesinin yapmak zorunda olduğu gibi sürekli bu şekilde yaşamak istemiyorlar.” (agy, s. 193.)
    Legalist solun üzerinde yükseldiği ve varlıklarını korumaya yetecek kadar yeni insanlar devşirmek durumunda oldukları ortam ve zemin budur.
    Böyle bir ortam ve zeminde, genel olarak devrimci mücadeleyi, özel olarak silahlı devrimci mücadeleyi örgütlemek ve yürütmek hiç de kolay değildir. Bir taraftan legalist solun, özellikle seçimler üzerinden yarattığı yanılsamalar, öte yandan ilerici kitlelerin “tüketim toplumu”na dönüşümün getirmiş olduğu düzene yeni araçlarla bağlanması, mevcut çelişkilerin açıkça görünür olduğu koşullarda, mücadele etmenin ve örgütlenmenin olmaz-sa-olmaz koşul olduğu ortamda bile devrimci unsurların ortaya çıkmasını engellemektedir.
    Che Guevara yıllar öncesinden böylesi bir durumu ve bunun yarattığı sonuçları şöyle değerlendirmiştir:
    “Yoğun bir şehirleşmenin ve gerçek bir sanayileşme değilse bile az çok gelişmiş bir hafif ve orta sanayinin bulunduğu ülkelerde gerilla grupları teşkil etmek daha zordur. Şehirlerin ideolojik etkisi, barışçıl usullerle örgütlenmiş kitle savaşları umudunu yaratarak gerilla savaşlarını frenler. Bu da bir çeşit ‘örgütçülük’ ya da ‘kurumculuk’ yaratır ki, az çok ‘normal’ sayılabilecek olan dönemlerde, halkın geçim şartlarının başka durumlara nazaran pek o kadar çetin olmaması ile nitelenebilir. Parlamento temsilcileri arasında devrimcilerin sayıca artmasının niteliksel değişimler getirebileceği umutları artar.” (Küba: Bir İstisna mı, Yoksa Sömürgeciliğe Karşı Mücadelenin Öncüsü mü?)

    7 HAZİRAN SEÇİMLERİ VE AKP’SİNDEN HDP’SİNE, CHP’SİNDEN LEGALİST SOLA KADAR DÜZEN PARTİLERİ

    Bir zamanların revizyonist ve oportünistlerinin oluşturduğu legalist solun bindelik oy oranlarıyla sürdüre geldikleri seçim anlayışının yanında, Kürt ulusal hareketinin legal siyaset alanında örgütlenmesi ve bu legal örgütlenmede giderek legalist sola yaklaşması (ki “İmralı süreci”nin kaçınılmaz ve zorunlu bir sonucudur), seçim sath-ı mailinde “sol”da yeni hareketlenmelere yol açmaktadır. Özellikle 2007 ve 2011 yıllarında bu Kürt legal siyasal hareketin “bağımsız adaylar”la seçimlere katılması ve bu yolla azımsanmayacak sayıda milletvekili çıkarması legalist sol için yeni bir soluklanma, kendi meşruiyetlerini güçlendirme olanağı sağlamıştır. Üstelik legalist sola her seçim döneminde bir kişilik de olsa “kontenjan” vermesi ve bu sayede legalist solun kendisini “parlamento”da temsil edebilme olanağına kavuşması, bu “meşruiyeti”, yani kendi gerçek yüzlerini gizlemelerini daha da kolaylaştırmıştır.
    Ama 7 Haziran seçimlerine Kürt legal siyasal hareketinin (hiç tartışmasız “İmralı”dan gelen talimat üzerine) parti olarak katılma kararı alması ve ardından neo-liberal “medya”dan ve “köşe” yazarlarından yoğun bir destek görmesi “yeni” bir durum olarak kabul edilmektedir.
    Yukarda ortaya koyduğumuz gibi, Kürt legal siyasal hareketi 1991 yılından beri seçimlere katılmaktadır. 1991 seçimlerinde SHP listesinden meclise girilebilmişken, daha sonraki yıllarda (2007’ye kadar) parti olarak girme yönünde tutum sergilenmiş, ama hiçbir seçimde %10’luk barajı geçemediği gibi, en fazla %6,7 düzeyinde oy alabilmiştir.
    Bugünü dünden farklı kılan tek şey, geçen yıl yapılan üç adaylı Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Selahattin Demirtaş’ın %9,8 oranında oy almasıdır. Böylece %10 seçim barajına çok yaklaşılmıştır. Bu da “yeni” bir “taktik” ortaya atılmasına, yani seçimlere parti (HDP) olarak katılınması “taktiği”ne yönelinmesini getirmiştir.
    Neo-liberal “medya”nın ve “yetmez, ama evet”çi neo-liberal solcuların yoğun desteğine mazhar olan HDP’nin, birbiri ardına yayınlanan (kimin tarafından yaptırıldığı bilinmeyen) “seçim anketleri”yle %10 barajını geçeceği iddiası pompalanmaya başlanmıştır. Burada amaç, Cumhurbaşkanlığı seçiminde S. Demirtaş’ın gösterdiği “performans”la sağlanan oyların HDP’nin oyları olarak gösterilmeye çalışılmasıdır. Özellikle Ekmelettin İhsanoğlu’nu “içine sindiremeyen” CHP’li sol seçmen burada “hedef kitle” durumundadır. Her ne kadar ipliği pazara çıkmış Dengir Mir Fırat gibi AKP’li “Kürt siyasetçi”ler aday gösterilerek (ya da aday gösterileceği söylenerek) AKP’ye yönelen Kürt oylarını kendilerine çevirebilecekleri hesapları yaptıkları iddia edilse de, her durumda “hedef kitle”, CHP’li sol seçmen kitledir.
    Burada HDP’nin %10 seçim barajını geçip geçmeyeceği, tüm “medyatik” propagandalara rağmen fazlaca bir öneme sahip değildir. “Medya”da yapılan kimi matematiksel hesaplarla HDP’nin %10 barajı geçmesi durumunda AKP’nin meclisteki salt çoğunluğunu yitireceği, hatta tek başına iktidar bile olamayacağı propagandası, sadece Recep Tayyip Erdoğan’dan “kurtulmayı”, olmazsa “diktatörlüğünü” durdurmayı, o da olmazsa “sınırlandırmayı” ve “kısıtlamayı” tek seçim hedefi olarak benimseme eğiliminde olan seçmen kitlesini “av”lamaya yöneliktir.
    Öte yandan HDP’nin bazı “piyasa aktörleri”ni (örneğin Terzi Fikri’nin oğlunu, her dönemin “sol” politikacısı Celal Doğan’ı, Ahmet Kaya’nın eşini) aday göstermesi popülist bir çizgide sol seçmen kitlesini “tavlamayı” hedeflemektedir.
    HDP’nin %10 seçim barajını geçmesiyle ortaya çıkacağı ileri sürülen meclis “aritmetiği”nde AKP’nin tek başına iktidar olamayacağı, dolayısıyla bir başka “parti” ile koalisyona gitmek zorunda kalacağı iddiası ne kadar “dil”lendirilirse dillendirilsin, böyle bir “aritmetik”in ortaya çıkabilmesi için CHP ve MHP’nin alacağı oyların kesin belirleyici olacağı da ortadadır. 2011 seçimlerine göre HDP’nin %10 barajını geçebilmesi için gerekli olan oy oranı %4,2’dir. Toplam seçmen sayısının 52 milyon ve seçimlere katılımın %80 düzeyinde olduğu göz önüne alınırsa (41 milyon), gerekli oy miktarı 4,1 milyon oya denk düşmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçiminde aldıkları 3,9 milyon oydan yola çıkılırsa, ihtiyaç duyulan oy miktarı 200 bindir. 2011 seçimlerinde aldıkları “öz ve has” oylara göre ise, 1,3 milyon oya ihtiyaçları vardır. Ama “hesap” hiç de bu kadar basit değildir!
    Kendilerini destekleyen “medya”ya yapılan sunumda, HDP için “gerekli oy” miktarı 600 bin olarak ilan edilmiştir. Bu “hesap” şöyle yapılmaktadır: “2015 seçiminde katılım oranı yüzde 87 olursa 47,6 milyon geçer oy kullanılacağı varsayılıyor. Bu durumda %10 oy oranı, 4,8 milyon seçmene denk düşecek. Yurtdışı seçmenden dolayı seçime katılım oranı %3 düşeceğinden katılım yüzde 84 olarak hesaplanacak ve bu durumda geçerli oy sayısı 46 milyona düşecek. Haliyle yüzde 10 barajı, 4,6 milyon oy ile aşılabilecek.”
    Biraz fazla “eğer”li, “şayet”li bir “aritmetik” de olsa, sonuçta HDP’nin %10 barajını geçebilmesi için legalist solun bindelik oylarına ihtiyacı neredeyse mutlaktır. Ama seçmen kitlesi emme-basma tulumbadan daha çok “birleşik kaplar”a göre hareket eder. Yani HDP’nin 600 milyon “oy ihtiyacı”, her durumda diğer partilere verilen oylardan karşılanmak durumundadır. İşte ana sorun burada yatmaktadır. Bu 600 bin oyun iki kaynağı açıktır: Bu oylar ya CHP seçmeninden gelecektir ya da AKP seçmeninden. Ama beklenti, CHP seçmenine yöneliktir. Bu nedenden dolayı HDP’nin “seçim stratejisi” CHP’den umutlarını kesmiş olan “küskün” kitleyi kendisine çekmeye yöneliktir.
    HDP, %10 seçim barajını geçerse, böylece mecliste “güçlü biçimde” temsil edilirse ve bunun sonucu AKP mecliste salt çoğunluğu yitirirse (üç “-se, -sa”), koalisyon hükümeti kaçınılmaz olacaktır. Bu durumda AKP ile hangi parti koalisyon yapacaktır? Bir kısım “medya”, özellikle Doğan “medya”sı AKP-CHP koalisyonundan yana görünmektedir. Ama “İmralı” muhabbetleri ve “İmralı”nın başkanlık sistemi”ne “sıcak” bakması (her ne kadar S. Demirtaş, 20 Mart’taki meclis grubu toplantısında “HDP olduğu müddetçe sen bu ülkeye Başkan olamayacaksın. Seni başkan yaptırmayacağız.” diye haykırmışsa da), AKP-HDP koalisyonunu daha fazla olası kılmaktadır. Böyle bir koalisyon olasılığının da, “İmralı”nın elini güçlendireceği kesindir.
    HDP üzerinden yürütülen “seçim taktiği”nin diğer boyutu ise, %10 seçim barajının geçilmemesi durumuna ilişkin “B planı”dır.
    Bu Amerikanvari “B planı”na göre, HDP, mevcut yasal çerçevede %10 barajını geçemezse, “anti-demokratik seçiminizi de, şovenist parlamentonuzu da alıp başınıza çalın” diyerek Diyarbakır’da bir “Kürt Ulusal Meclisi” toplayacaktır. Böylece bir yandan mevcut düzenin anti-demokratik ve ırkçı olduğu ilan edilmiş, öte yandan “bölgesel özerklik” fiilen kurulmuş olacaktır.
    Bu “seçim kulislerinde” konuşulan bir “gizli taktik” olarak ortaya çıkmaktadır. Açıktır ki, seçimlere giren ve barajı geçmek için, Demirtaş’ın Gezi Direnişi’nin ilk günlerinde yan yana durmayacaklarını söylediği sözlerle, “darbeci, ırkçı, faşist çevrelere”, yani CHP kitlesine ihtiyacı vardır. Bu durumda, popüler yazının terimiyle söylersek, “ulusalcı”ların “tüylerini diken diken edecek” bir fiili “bölgesel özerklik”ten söz etmesi, “taktik gereği” zaten olanaksızdır. Ama böyle bir olasılığın her zaman mevcut olduğu değişik zamanlarda dile getirilmiştir.
    Özetlersek, HDP, 7 Haziran seçimlerinin “gözdesi” ve “favorisi”dir. Seçimde %10 barajını geçse de, geçmese de, oylarında meydana gelecek her artış, AKP’yle yürütülen “çözüm süreci”nde yeni bir evreye ve söyleme geçilmesine yol açacaktır.
    CHP kitlesine gelirsek.
    HDP’nin, ister açık, ister “gizli” hesaplarında ağırlıklı ve belirleyici yere sahip olan CHP kitlesinin seçim sonrasında karşılaşacağı “manzara”yla “düş kırıklığına” uğrama olasılığı çok yüksektir. Ancak CHP kitlesi, genel söylemle ifade edersek, “sol seçmen kitlesi”, onlarca yıldır (1977-1980 dönemi hariç) seçimlerden, dolayısıyla da mevcut düzenden umutlarını kesmemişlerdir. Her seferinde büyük umutlarla seçim sath-ı maline girmişler ve her seçim sonrasında “düş kırıklığı”, “moral bozukluğu” ile günlük apolitik yaşamlarına geri dönmüşlerdir. Özcesi, hiçbir seçimden hiçbir dönem “ders” almamışlardır. Tıpkı legalist solun saflarında yer alanların her seçimde bindelik oy oranına karşın safları terk etmemesi gibi.
    7 Haziran seçimlerinin arifesinde, HDP “medya” tarafından cilalanarak öne çıkartılırken, CHP, aynı ölçüde silikleştirilmeye, önemsizleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu silikleştirme ve önemsizleştirme girişimi, her ne kadar “medya” tarafından yürütülüyorsa da, Türkiye’deki legalist soldan bir “Syriza” yaratmaya çalışan kesimlerin “teorize” ettiği bir girişimdir. BHH kendisini “Türkiye’nin Syriza’sı” olarak sunma gayretinde olduğu gibi, bugün HDP’yi de “Syriza” gibi sunma çabaları yürütülmektedir. Genel olarak HDP “bileşenleri” olarak teferruatta sayılan legalist sol unsurlar bu çabanın baş aktörleridirler. Elbette bu mevcut düzenin seçimidir. Böylesi seçimlerde herkes herşeyi söyleyebilir, herşeyi vaad edebilir ve kendisini “bulunmaz Hind kumaşı” olarak sunabilir. Hatta kimileri kendi gönüllerinden geçeni gerçekmişçesine piyasaya sürebilir.
    HDP’nin “Syriza” olarak sunulması, yukarda sözünü ettiğimiz CHP seçmen kitlesinin “hedef kitle” olmasının bir dışavurumudur. Bilindiği gibi, Yunanistan’da Syriza’nın zaferi, “sosyal-demokrat” PASOK’un seçmenlerinin Syriza’ya oy vermesiyle gerçekleşmiştir. HDP’nin “Syriza”laştırılması da, ancak CHP seçmeninin blok halinde saf değiştirmesiyle olanaklıdır. Böyle bir olasılık, bugünün ilişki ve çelişkileri içinde neredeyse hiç yoktur.
    CHP’ye oy veren “sol kitle” ise, sözcüğün tam anlamıyla küçük-burjuva ideolojisinin etkisi altındadır. Bu kitle, Gezi Direnişi’ne kadar geleceği (yarını) düşünmeden, sadece içinde bulunulan anı yaşayan ve bu çerçevede emperyalist metaların “iyi birer tüketicisi” olan ve salt tüketici kredileriyle yaşayan ya da yaşamayı bekleyen bireyler topluluğunu oluşturmaktaydı. “Medyatik” söylemle, “Batı yaşam tarzını” benimsemiş, “laiklik” konusunda duyarlılık sahibi olan bu kitle, 2007 yılındaki Cumhuriyet Mitingleri’yle ve ardından gelen Ergenekon, Balyoz vb. operasyonlarla sarsılmış, umutlarını önemli ölçüde yitirmiş ve AKP iktidarını “sineye” çekmiştir.
    Ancak AKP’nin gücünü artırdıkça kendi “dava”larına uygun adımlar atması, özellikle laiklik ve yaşam tarzına müdahalesi Gezi Direnişi’ne yol açmıştır. Örgütsüz ve kendiliğinden gelişen Gezi Direnişi’nin sönümlenmesiyle birlikte, her seçim sonrasında olduğu gibi kendi kabuğuna çekilmiş ve “tüketim ekonomisi”ndeki ayrıcalıklı yerini sürdürmüştür.
    Mevcut CHP yönetiminin, “ezelden ebede kadar” tüm CHP yönetimlerinin yaptığı gibi, sadece seçim dönemlerinde “siyaset” yapan konumu, CHP seçmen kitlesinin inişli-çıkışlı tutumuna paralellik gösterir. Deniz Baykal “komplosu”nun hemen ardından Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa seçilmesi sırasında ortaya çıkan “coşku” kısa sürede erimiş ve ard arda gelen seçimlerde “beklentiler”in gerçekleşmemesiyle bir “yönetim güvensizliği”ne dönüşmüştür. Kendi seçmen kitlesini de, kendi parti üyelerini de harekete geçiremeyen, daha açık ifadeyle, politize edemeyen CHP yönetimi, bu “güvensizlik” ve “küskünlük” havası içinde 7 Haziran seçimlerine (ve bir kez daha kaybetmek için) hazırlanmaktadır. “Medya”nın HDP’ye yönelik teveccühünün yarattığı hava ve “küskünler”in tepkisi bugün için kısmen sakinleşmeye başlamışsa da, etkisi varlığını sürdürmektedir. Bugünden yarına, yani 7 Haziran seçimlerine kadar CHP yönetiminin yapabileceği tek şey, bu etkiyi en alt düzeye indirecek söylemlere başvurmasıdır.
    Ya sol kitle?
    Yukarda ifade ettiğimiz gibi, sol seçmen kitlesi, tüm küçük-burjuva sınıf özellikleriyle siyasal alanda hala önemli ve etkin bir güç durumundadır. Bu gücün etkin olabilmesinin tek yolu, kitlesel ölçekte politizasyondan geçmektedir. Seçim dönemleriyle sınırlı olmayacak boyutlarda politize olan bu sol kitle, her durumda mevcut oligarşik düzenin en büyük korkusu ve kabusudur. Çünkü bu sol kitlenin politizasyonu, her durumda seçimlerle bir şeyin değişemeyeceğinin bilincine ulaşılması demektir. O andan itibaren oligarşik düzenin seçim manevraları işlevsiz kalacaktır. Bunun ilk adımı ise, onlarca yıldır süregelen depolitizasyonun aşılması olmaktadır. İşte o zaman, bu sol seçmen kitle, ilerici, demokrat, yurtsever ve devrimci olarak tarihin yapıcıları olarak sahneye çıkacaktır.
    Bunun yolu, seçimlerle biçimlenen “siyaset oyunu”na kapılarak CHP’ye “vurmak”tan geçmemektedir. Yapılması gereken, bu sol kitlenin tarih bilincini yeniden kazanmasını ve devrimin neden tek yol olduğunu anlamasını sağlamaktır.
    7 Haziran seçimlerinin arifesinde mevcut düzenin “sol” muhalefet partilerinin durumu ve “encamı”, özetle böyledir.
    Hiç şüphesiz sol sadece bunlarla sınırlı değildir. Legalistler kadar nicelikleri olmasa da, zaman zaman azımsanamayacak bir kitleyi harekete geçirebilen, yer yer tekil de olsa silahlı eylem yapan sol örgütlenmeler vardır. Ancak bu örgütler, şu ya da bu gerekçeyle “legal alanlarda” ağırlıklı olarak faaliyet gösterirler. Kendi söylemlerinde belli bir devrim stratejisine sahip olduklarını iddia etseler de, daha çok konjonktürel gelişmelere göre tutum alırlar. Bu örgütlerin seçimler karşısındaki genel ve ortak tutumu boykottur. Boykot-karşıtlarının, yani legalistlerin ideolojik saldırısı karşısında boykot “taktik”lerini savunamaz hale gelseler de, her durumda ve her koşulda seçimlerin boykot edilmesini esas alırlar.
    Legalizmin artan etkisi ve kendilerinin legal alanlarda giderek kalıcılaşan faaliyetleri bu sol örgütler içinde ayrışmalara yol açmış, illegal yapılar büyük ölçüde dağıtılmış ve Kürt ulusal hareketi çevresinde kendilerini legalleştirmişlerdir. Bunun en tipik örneği, bir zamanların “silahlı eylemci” örgütü olan ve bugün HDP “eşbaşkanlığı” makamına ulaşan MLKP’dir.
    On yılların TKP/ML’si de benzer bir yöne savrulmuştur. Sürekli bölünmeler ve Dersim sınırlarını aşamayan “askeri hareketliliği” legalize olmasında etkin unsur olmuştur. 7 Haziran seçimlerinde HDP’yi desteklemeye karar vermesiyle, geleneksel “boykotçu” çizgisini terk etmiştir.
    Bu kesimler (bir zamanların utangaç legalistleri), herşeye rağmen hala “eskisi gibi” olduklarını ne kadar iddia ederlerse etsinler, artık legalizmin saflarında yer almışlardır. Yürüyüş dergisinin “oportünist sol” olarak tanımladığı ve bir dönem “devrimci cephede yer aldılar” dediği kesimler bunlardır. (Bunların yanında, Halkevciler gibi, utangaç olmayan, ama kendisini en keskin göstermeye özen gösteren legalistler de vardır.)
    Tüm bu düzen içi ilişki ve çelişkilerden geriye kalan, islamcı-faşist AKP ile Türkçü-faşist MHP kalmaktadır. Bunlar hakkında uzun uzadıya değerlendirmeler yapmak yazımızın konusu değildir. Şu kadarını ifade edelim ki, AKP’nin ya da MHP’nin 7 Haziran seçimlerinde alacakları oylar her durumda mevcut düzenin iç siyasal ilişkilerinde belli bir dalgalanmaya yol açacaktır. AKP’nin oy kaybetmesi, HDP’nin olası %10 barajını geçmesi ve CHP’nin oylarını artıramaması durumunda ortaya çıkacak “koalisyon” olasılığında (HDP’ye ilişkin iddialara rağmen) MHP’nin “kilit” parti olarak öne çıkacağını söylemek kahinlik olmayacaktır. Seçim sonucunda “koalisyon” hükümeti kurulması olasılığında AKP-CHP koalisyonundan daha çok, AKP-MHP koalisyonu daha ağır basmaktadır. HDP’yle “İmralı” üzerinden yapılacak “pazarlıklar”la, hiç şüphesiz HDP’nin dışardan desteğinde bir AKP “azınlık hükümeti” kurulması da olanaklıdır. Bütün sorun seçimlerde AKP’nin ne oranda oy kaybedeceğine bağlıdır. Her türlü hilenin yapıldığı, her türlü seçim rüşvetinin verildiği ve daha da önemlisi Recep Tayyip Erdoğan tarafından seçmen kitlesi kutuplaştırıldığı koşullarda “olağan” bir seçimden, “yasal ve meşru” bir seçimden, “eşit ve adil” bir seçimden söz etmek ve böyleymiş gibi sonuçlar beklemek zaten olanaksızdır. Bugün için tek gelişme, AKP’nin Davutoğlu’nun başkanlığında (Recep Tayyip Erdoğan’ın “dışardan” tüm desteğine rağmen) seçimlerde eski “parlak” günleri yakalayamayacağıdır. AKP’nin mecliste çoğunluğu yitirmesi ise, açık ve kesin biçimde Recep Tayyip Erdoğan’ın iç savaşını “kuvveden fiile” çıkartacaktır. Önemli olan tek şey de budur.
    http://kurtuluscephesi.com/kurcep1/kc143_3.html

  10. HDP özerklik istiyor… Barajı geçecek ve bu alanda yığınak mı yapacak; ne güzel! Onları destekleyelim…
    Biz de İstanbul’a, Trakya’ya, Çanakkale’ye, Eskişehir’e, İzmir-Muğla’ya, Antalaya’ya, Adana’ya, Mersin’e.. özerklik isteyelim!
    600 + 100 yıldır Merkezî İktidarlar bu topraklarda yalnızca tahakküm ve katliamlar üretmedi mi? Hala neden bu sahte hayaller; bugüne dek olmadı ise artık olmayacaktır!
    Otonom, özerk, federal; kent demokrasileri!
    Çağımızın bilim ve teknoloji ve üretici güçlerin müthiş imkanları ile kendine yeteri ekonomiler kolayca kurulabilir; Merkezî İktidarın ve işe yaramaz “evet-hayırcılarına”, çanak yalayıcılarına; o kaçaksaray ve arabalara; halkından korkanların güvenlik için savurdukları paralara… ve daha nerelere.. harcananlarla bile neler yapılmaz?

  11. arkadaşlardan özür dileyerek yazıyorum.
    Şu uzun iki yazıyı atlayarak okudum. Anılan “emekçi halkın devrimi” ise böylesi bir devrim önümüzdeki en az 10 yıla ait hiç bir sorunumuzu çözmez.
    Devrim yapacak ne işçi sınıfı, ne o bilinçte yığınlar ve nasıl bir devrim yapılacağı konusunda hiç bir fikir ortada yok.
    ML devrimi’nin var olduğu haliyle sonuçları ortadadır. Bu nedenle günümüzün yakıcı sorunlarına, bir tür “hayali” çözümler değil mi bunlar.
    Matksist Tutum’un yazısı son paragrafa kadar çok iyi.. Ama İşçi Sınıfı deyince duralıyorum. Bu işçi sınıfı, 300 den fazla emekçi Soma’da öldükten sonra ne yapmış? Varsayın ki, polis, ordu taramış, ölmüşler; farkı yok! Ne yapılmış? Yok işte; yazık ki bu sınıf ve bilinci yok; böyle bir devrim arzusu da yok! Gücü, hevesi de yok.
    Kendimizi, birbirimizi yanıltmayalım.
    Bu ülkede eğer bir şey olacaksa şu anda dayanılacak olan sınıf, heterojendir!
    Kısa vadede devrim sözcüğünü anmak, en başında gerçek devrimci sürece-insanlara iyilik değildir; daha oraya çok var!
    *
    Marksist Tutum analizi üzerinden gidersek, HDP ye destek vermek kısa vadede en doğru tutumdur. AKP-RTE’nin Kürtleri satacağını HDP de öngörüyor olmalı.. RTE ile siyaset yapan, sırtına çelik bir plaka koymalı! Bunu anlayamamış olanın vay haline!
    Bu bağlamda HDP ile birlikte Federal-Özerk-Otonom kent demokrasileri politikası içinde bulunmak, 100 yıldır Merkezî İktidar tahakkümünde yaşanılmış sürecin ışığında, kısa vadede bana daha akıllıca geliyor. 1970’leri anımsıyorum. devrim ha oldu, ha olacak ile bu kadar zaman öldürülebileceği insanın bilincini donduruyor; herhalde gerçekten de donuyor ki, aynı retorik aynen sürüyor.
    Bu konuda bir film yapılmalı; kara-komedi olacaktır. Adım, adım gitmeli; en fazla 3-5 yıllık bir politik süreci öngören adımlarla… 50 yıldır devrim adına ileri değil, geri gidilen bir ülkede artık adımlar bence daha sağlam atılmalı; bu retorik zaten o dar çevre dışında alıcı da bulmuyor; anımsayın Gezi İsyanını… Demek ki bu söylemin hayatta karşılığı en azından şimdilik yok…

  12. ogürsel’e bir soru
    HDP’nin özerkliği gerçekleştiğinde TSK’nın, polisin, devlet güçlerinin Doğu ve Güneydoğu’daki varlığına son verilecek mi, azaltılacak mı, yoksa aynı düzeyde kalmaya devam mı edecek?
    Bölgenin ayrı bir savunma gücü ve bütçesi, Kürtçe’nin o bölgede her alanda resmi dil olması, Irak’ta olduğu gibi özerk bölgenin Kürdistan bayrağı ve Kürdistan, Dersim gibi isimlerin resmen iadesi olacak mı?
    Öyle olmayacaksa bu özerklik nasıl bir şeydir?
    Belediyecilik, belediyelerin/yerel yönetimin güçlendirilmesi – bunlar olmadan ne kadar güçlenecekse artık(!) – yani üniter devletin yapısında hiçbir değişikliğin olmadığı bir isim değişikliği midir?

  13. Seçimlik Siyasetçilerin Maskesi Yine Düşüyor!…

    Hem bireylerin hem de kurumların sınandığı dönemler vardır. Bu sınanma dönemlerinde kişi ve kurumların söylemlerinde, vaatlerinde, amaç ve düşüncelerinde samimi olup olmadıkları gizlenemeyecek şekilde ortaya çıkar.

    Samimiyet testinden geçemeyenlerde biraz gurur olursa halktan özür dilerler; ya da halk tarafından cezalandırılırlar. Bu cezaandırılmanın en etkili biçimi, samimiyet testinden geçmeyen kişi/kurumlara itibar etmemek ve ciddiye almamaktır. Samimiyet testinden geçmeyenler ya yenildiklerini kabullenip köşelerine çekilirler ya da radikal bir değişim ve yeni bir paradigma ile pratiğe uygulayabilecekleri bir anlayış benimserler…

    Kuzey Kürdistan politik aktörleri/yapıları için en iyi sınanma dönemleri seçimlerdir. 1990’lı yıllardan beri ‘seçim dönemi ve sonrası’ iki farklı, hatta karşıt siyasi tutumla karşılaşıyoruz.

    PKK ve yasal uzantılarının bilinen taktiği ‘seçim arefesinde ortamı gererek sistem karşıtı(!) radikal söylemlerle Kürdlerin ulusal duygularını okşamak ve “birlik” edebiyatıyla herkesi kendi bünyesinde toplamaktır. Bu anlayış, amacına ulaşıp İşgal Meclisi’ne girdikten sonra seçim sürecindeki tüm söylemlerini bir kenara bırakarak sistemin asli bir unsuru olmak için elinden geleni yapıyor. Ve ne yazık ki bu ikili tutum, tutarsızlık ve halkı kandırma her seferinde tekrarlanmasına karşın başarılı olabiliyor; her seçim sonrasında Kürdler yeni bir hayal kırıklığı yaşarken biraz daha sistem içine çekiliyorlar.

    PKK dışında kalan eski anlayışların mantar gibi bitmesi ve siyaset sahnesine keskin söylemlerle çıkmasının iki boyutu vardır:

    Birincisi; her anlayışın örgütlenip siyaset yapması Kürdistan’da demokrasi kültürünün gelişmesi açısından olumludur. Her anlayış kendisini ifade edebilmeli ve siyasette temsil edilmelidir.

    İkincisi; siyaset sahnesine çıkan “yeni” partilerin/kurumların tepesinde eski politik aktörler vardır. Bunların çoğu 35 yıl öncesinde kalan “şef-lider” sıftlarını tekrar kazanmak derdindedirler. Defalarca (kişisel kaygılarla) bir araya gelip her seferinde (kişisel nedenlerle) tekrar ayrılan ve her seferinde daha çok küçülen bu anlayış, sayısız yenilgiye rağmen “hiçbir şey olmamış gibi” tekrar tekrar şanslarını deniyorlar. Seçim dönemleri bu eski politik aktörlerin gerçek niyetlerini ortaya koyuyor ve bu niyette Kürdistani kaygı olmadığı açıkça görülüyor.

    PKK’nin entegrasyonda açıkça karar kılması ve Kürdlerin devletleşmesine karşı amansız bir mücadele vererek sistemin yedek gücü olduğunu ispatlaması yurtsever tabanda ve gerillada ciddi rahatsızlıklara neden oldu/olmaya devam ediyor. PKK dışında kalan eski politik aktörler bu gerçekliği gördükleri için “ulusal” söylemlere sarılarak varlık kazanmaya çalışıyorlar. Ancak seçim dönemlerinde bu “ulusal” söylemlerini unutup ‘ulusal olan herşeye karşı olan DBP/HDP’nin aklayıcısı ve destekleyicisi oluyorlar. Bunlardan bazılarının kişisel amacına ulaşması ve yerel Kemalistler tarafından meclise taşınması kalanların da iştahını kabartıyor. Bu nedenle tüm farklı söylemlerine ve HDP politikalarına yönelik en sert “eleştirilerine” rağmen seçim arefesinde “Kürdlerin birliği” adı altında açıkça kendilerini pazarlıyorlar ve HDP’nin gözüne/listesine girmek için her türlü cambazlığı yapıyorlar.

    2015 seçimleri yaklaşırken aynı utanç verici manzalaralarla karşılaşıyoruz. İsimlerini verme gereği bile duymadığımız bazı siyasi aktörler/yapılar yaklaşan seçimler nedeniyle şimdiden çırpınmaya başladılar bile. Önceki seçimlerde, HDP anlayışı dışında kalan tüm politik yapılar “birlik” adı altında entegrasyon projesinin bir parçası oldular ve gerçek niteliklerini ispatladılar. Yeni varlık kazanan politik yapılar da aynı söylemlerle entegrasyonun bir parçası olacaklarını gösterdiler. Federasyondan hatta devletleşmeden dem vuran bu kesimler “Kürdlerin birlikteliği” adı altında HDP’ye çağrıda bulunarak, hodri meydan(!) diyerek kendilerini pazarlamaya hazır olduklarını duyurdular.

    Düne kadar (genel olarak iki seçim arasında yaptıkları gibi) ‘HDP’nin Kemalistliğinden, entegrasyonculuğundan ve sistemin yerel ayağı olduğundan’ dem vuran ve kendilerince sert eleştiriler yönelten bu kesimler, yerden yere vurdukları HDP’ye “gelin bizi satın alın” çağrısı yaparak bir sıfat için açıkça kendilerini satlığa çıkarıyorlar.

    Tevger olarak, bu kadar kişiliksiz ve bu kadar kişisel hesap peşinde olan yapıları HDP’den çok daha zararlı ve tehlikeli gördüğümüzü belirtmek istiyoruz. Çünkü HDP açıkça entegrasyonu savunmaktadır; onlar ise “ulusal” duyguları sömürerek/halkın duyguları ve umutlarıyla oynayarak entegrasyonu savunuyorlar. Bu kişiliksiz ve ulusal amaçtan uzak tutumlarından dolayı değil onlarla birlikte hareket etmek, onlarla aynı karede görünmekten dahi utanç duyacağımızı belirtmek istiyoruz. Bu nedenle iyi niyetle “birlik zamanıdır” diyen insanarın bu isteğini yerine getiremiyoruz. Çünkü biz Tevger olarak ulusal haklarımızın/devletleşme hakkımızın bir sıfat için peşkeş çekilmesine ortak olmak istemiyoruz. Dahası bu doğal haklarımızın kararlı taşıyıcısı olarak “mutlak entegrasyon”un amacına ulaşmasına engel olacağız ve ulusal dinamiklerin yok edilmesine karşı durarak Kürdistani duruşumuzu taviz vermeden sürdüreceğiz.

    Kürdlerin devletleşme hakkını “ilkellik” olarak görenlerle;

    Kürdistan düşüncesini “çöpe atan” larla;

    Sömürgeciler tarafından parçalanmış Kürdistan’ı “Kanton” adı altında daha çok parçaya ayırmak isteyenlerle hiçbir koşulda ve hiçbir platformda birlikte hareket etmeyeceğiz. Dahası bu entegrasyoncu anlayışın Kürdistan’dan sökülüp atıması için kararlılıkla mücadelemize devam edeceğiz. Aynı şekilde, “birlik” adı altında veya başka gerekçelerle bu entegrasyoncu anlayışı aklayan/yedeğine düşen ve seçimlerde maskeleri düşen ve Kürdistani söylemlerin arkasına sığınan diğer yapılarla da hiçbir koşulda ortaklık kurmayacağız.

    Yönü işgal meclisi olmayan, sistemi ve sistemin yerel ayaklarının yedeği olmamış/olmayacak ve Kürdlerin devletleşme hakkını koşulsuz savunup bunu pratiğiyle gösteren herkesle (düşüncesi ve inancı ne olursa olsun) birlik oluşturmaya ise her zaman hazır olacağız…

    Kürdistan Gençlik Hareketi/Tevgera Ciwanên Kurdistanê

    12.01.2015

    http://www.nasname.com/a/secimlik-siyasetcilerin-maskesi-yine-dusuyor

  14. Aşağıdaki yazısında HDP’yi destekleyen aydınları hedef gösteren şu ırkçı-faşist-kemalist’e ve onun yazdığı varakpareye dikkat etmeli. Bunlar çok tehlikeli ve hafife alınmamalı;

    Kendilerine “Aydın” diyen 700 kişi, “Eşitlikçi ve şiddetten uzak bir dilde barışı savunduğu için, yasaklara karşı özgürlük, Kürt halkının kendi tayin hakkına inandığımız, istisnasız bütün kültür ve inançlar üzerindeki yasal ve şoven baskıların son bulması, eğitimin çağdaş lâik ve anadilde yapılması, demokrasi savunucusu, LGBTİ (Lezbiyen-Gey-Biseksüel-Trans-İnterseks) bireyler ve kadınlar üzerindeki cinsiyetçi yaklaşımın son bulması, eşit yurttaşlık haklarının güvencesiyle birbirine bağlı bir toplum için HDP’ye destek veriyoruz” dedi!
    Bu isimler, daha önce aynı gerekçelerle AKP’yi desteklemişlerdi!
    Anayasa oylamasında ise yurt çapında yine “Yetmez Ama Evet” demişlerdi. Şimdi ise, bu iki konuda da yanıldıklarını itiraf ediyorlar! Bu bireyler yine yanılacaklar! Önerim, HDP’ye şu soruları sormalarıdır;
    – Ana dilde eğitim diyorsunuz. Kuzey Irak’ta ve Güneydoğu’da açılan okullarda niçin Kürtçenin sadece Kırmançi lehçesi öğrenilmesi zorunlu?
    Soranice, Zazaca öğreten okulları niçin açmıyorsunuz? Milyonlarca insanı ana dilde eğitim hakkından niçin mahrum ediyorsunuz?
    – Güneydoğu Anadolu’da bir erkek birkaç kadınla evlenebilir. Kadınların büyük çoğunluğu sadece çalışmak ve doğurmak gibi bir köle düzeninde yaşar. HDP bu konuda niçin susar? Kuzey Irak Anayasası’nda, “Bir erkek dört kadın alabilir” hükmü vardır. HDP’liler niçin Barzani’nin önünde saygıyla eğilirler?
    – Siz, örneğin Diyarbakır’da HDP için propaganda çalışması yapabilir misiniz?
    – Siz, Kuzey Irak’ta, İran’da LGBTİ birey gördünüz mü? Yaşatırlar mı?
    – Siz HDP Milletvekillerinden veya PKK üst yöneticilerinden, “Feodal Yapıyı yıkacağız”, “Toprak Reformunu biz gerçekleştireceğiz” sözünü duydunuz mu? Duyamazsınız.
    Lütfen kendinizi ve Türk Milleti’ni artık aldatmayın. Çıkın dürüstçe, bizim kavgamız Türk Devleti iledir. Kim Türk Devleti’ne zarar verirse bizler onu destekleriz deyin. Dürüst olun, dürüst.

    Değerli Okurlar;

    Ne kadar beğenmeseniz de, eksik bulsanız da, Cumhuriyetin Temellerini koruyup onaracak, vatanı böldürmeyecek, dolayısıyla oy verilecek iki parti var. CHP ve MHP…
    Tenkit etmenin, kişisel hırs ve beklentilerin, gereksiz konuşmanın, küçük partilere oy verip oyları bölmenin hiç zamanı değil.
    Öncelik, Türk Milleti’nin başına çöreklenen Cemaat – Tarikat artığı, İran İslam Devleti özentisi ve Kürtçü-Bölücü partileri beraberce def etmektir.
    Hiçbir kişisel kırgınlık, düşünce, hırs bu görevin önüne geçemez.
    Siyasette mucize olmayacağını herkesin bilmesi gerek. Adım adım gideceğiz.
    Şimdi mevzubahis olan Türk Vatanı ve Türk Demokrasisidir. Sonrası çok kolay!

    http://www.cesmegunesi.com/yazarlar/makale/1909/harf-partileri

  15. HDP’ye Oy Vermek

    Ataol Behramoğlu

    Şimdilerde bir moda var: Önümüzdeki genel seçimlerde HDP’yi desteklemek. Nedeni, eğer bu parti barajı aşamazsa ona verilecek oyların AKP’nin hanesine yazılacak olması.
    HDP’nin doğal seçmenine bir diyeceğim yok. Anlamaya çalıştığım, HDP’li olmadıkları halde yukarıdaki gerekçeyle bu partiye oy verme çağrısında bulunan kişiler ve çevrelerin dayandığı mantık.
    İnce hesaplara, yüksek entelektüel usavurmalara benim aklım pek ermiyor.
    Bu konuda da bunlardan önce bazı basit sorulara yanıt bulmaya çalışıyorum.
    Öncelikle, HDP kime ve neye güvenerek seçimlere parti olarak girme kararı aldı? Bir başka deyişle, barajı aşacağı güvencesini nereden alıyor? Barajı aşamayıp parlamento dışı kalırsa ülkede neler olabileceğinin hesabını yaptı mı? Bu ve benzer sorulara yanıt aramaksızın, aman oyumuzu HDP’ye verelim, yoksa AKP başkanlık sistemi getirecek telaşı ve çağrısı bana anlamsız görünüyor.

    ***

    Sadece anlamsız mı? Bu çağrı gizli bir tehdit de içeriyor: Eğer HDP’ye oy vermezsen, demokrat değilsin. Ulusalcısın, şusun busun. Biz bu filmi Cumhurbaşkanlığı seçiminde, onun da öncesinde anayasa referandumu oylamasında görmedik mi? Cumhurbaşkanlığı seçiminde HDP Eşbaşkanı’nın konuşmalarından pek etkilenerek ya da zaten bu konuda baştan kararlı olarak ona oy verenler, bugün saray görünümlü gecekondusunda oturmakta olan kişi cumhurbaşkanı olarak parlamentoya girerken, oy verdikleri kişinin onu ayakta alkışladığını gördüklerinde acaba ne hissettiler? Dahası, verdikleri oylarla bugünkü cumhurbaşkanının seçilmesine katkıda bulunduklarını düşünüp bir özeleştiri yaptılar mı? Hiç sanmam. Çünkü bunu yapmış olsalar, şu andaki konumlarında bulunmazlar, biraz daha düşünme gereği duyarlardı.

    ***

    Şimdi sorularımı HDP üzerinde yoğunlaştırıyorum:
    Demokrasi savaşımında bu partiye güvenmem için bir neden var mı?
    Dinci-faşist partiyle ve onun değişmez lideriyle iş ve ağız birliği içinde çözüm arayışında olan parti, bu değil mi?
    Ortağına arada bir yönelttiği çakma eleştirilerin gerçekliğine ve samimiyetine neden inanayım?
    Bu parti, AKP’nin iktidar oluşundan bugünlere ülkemizin üzerine karabasan gibi çöken faşist baskı ve saldırılara karşı, laf üretmekten başka ne yaptı?
    Nasıl alçakça planlar olduğu şu günlerde artık herkesin görebileceği açıklıkta ortaya dökülen Ergenekon ve Balyoz faciaları yaşanmaktayken, ne gibi karşı duruşlar sergiledi?
    Gezi başkaldırısı günlerinde tutarlı bir duruşu oldu mu?
    HDP’nin hangi demokrasi kahramanlığından söz ediliyor?
    Bu partinin Türkiye’de gerçek bir demokrasi için kaygı taşıdığına inanmam için ne gibi nedenler bulunmakta?
    Asıl amacı ve hedefi, ulusal bütünlük içindeki bir etnisitenin, ekonomik ve sınıfsal olmaktan kat kat daha çok, kimlik sorununda odaklanan bir siyasal hareketten, ülkenin bütününde demokrasi için savaşım vermesini düşünüp beklemek, nasıl bir mantığın ürünüdür?

    ***

    Yazıya, “şimdilerde bir moda var” diye başladım… Bu modadan yeni Cumhuriyetimiz de bir ucundan etkilenmiş olmalı ki, 900’den fazla sanatçı ve aydının HDP’ye destek çağrısına bu konulardaki alışılmış tutumundan daha farklı, altını daha çok çizerek yer verdi. Kimsenin aydınlığını tartışamam. Fakat acaba destekçiler içindeki birkaç değerli yazar ve sanatçı sayısı bu abartılı rakamın haber başlığına çıkarılmasını hak edecek düzeyde miydi?

    ***

    Ben, kendi payıma, HDP’ye oy vermek için hiçbir neden ve gerek görmüyorum.
    Barajı aşamazsa, oylar AKP’ye gidecek ve ülkede demokrasinin kökü bütünüyle kazınacakmış.
    Böylesine zavallı, teslimiyetçi, edilgen bir gerekçe, bana sadece utanç verici görünüyor.
    Sonuçta olabilecekleri, başta HDP olmak üzere, önümüzdeki seçimleri bu Rus ruletine çevirenler düşünsün.

    http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/251693/HDP_ye_Oy_Vermek.html

  16. Seçim Gerillaları Ve Eşme Ruhu Ağrı‘da Buluştu!

    Ağrı’da yaşanan olaylarda bazı askerler yaralandı ve bir HDP’li ile bazı gerillalar da yaşamlarını yitirdiler. Konuya dair farklı açıklamalar olayda yaralanan veya ölenler hakkında net bir şey söylemeye olanak vermiyor. Zaten sorun kaç kişinin vurlduğu değil, olayaın arkasında yatan kirli hesaplardır.

    Seçim sürecine girmişken bu olayın yaşanması tabii ki tesadüf değildir. Her seçim döneminde olduğu gibi halkı dolduruşa getirmek ve duygularına hitap ederek sandığa yöneltmek hem AKP’nin hem de HDP’nin ortak stratejisidir. Her zamanki gibi bazı Devlet/Hükümet cephesi “teröre prim vermeyiz, Silahlı kuvvetler güçlüdür ve her karış toprakta etkindir, PKK’nin halka baskı yaparak oy toplamasına izin vermeyeceğiz’ yalanıyla milliyetçi oyları AKP’ye yönlendirme derdindedir. Yine her zamanki gibi HDP cephesi de’ AKP halka saldırıyor ve barışı dinamitliyor, bu halk AKP’ye teslim olmayacak ve kendi temsilcilerine destek verecektir. Gençlerimize sahip çıkacağız ve onların AKP tarafından katledilmelerine izin vermeyeceğiz’ yalanıyla Kürdleri HDP’ye yönelterek seçimde oy toplamaya çalışıyor.

    İki karşıt(!) cephenin olaylardan aynı oranda nemalandıkları dikkate alınırsa, AKP veya HDP’ye tek başına yönelmek, ikisinden birinin amigoloğunu yapmak ortak plana hizmet etmekten başka bir şey değildir. Ne yazık ki bu aptallık yıllardır yapılıyor ve yıllardır her iki taraf ta kirli amacına ulaşıyor.

    T.C. kurulduğu günden beri halkın iradesine müdahale etmiştir; bazen açık bazen de gizli olarak. Özellikle 12 Eylül’den sonra yapılan her seçimde Askerler/polisler birer seçim görevlisi gibi oy avcılığı yapmışlar ve Kürdleri istedikleri gibi yönlendrmek için de her türlü tehdit, baskı ve insanlık dışı uygulamaya baş vurmuşlardır. Bu nedenle Hükümetin/AKP’nin “güvenli ve demokratik seçim’ söylemi inandırıcı olamaz. Devlet cephesinin anti demokratlığını tartışmak bile abestir. İşgalci bir devletin Kürdistan’da “demokratk” olma şansı zaten olamaz…

    1990’lı yıllardan (PKK’legal yansımaları seçimlere girmeye başladığından beri) itibaren PKK de tıpkı devletin askere biçtiği seçim amigoloğu rolünü gerillaya biçerek her seçimde halkın iradesine müdahale etmiştir.

    Kürdistan’da yaşayan her namuslu Kürd çok iyi biliyor ki seçim dönemlerinde gerilla köylere giderek açıkça halkı tehdit etmektedir. Halk o kadar çaresiz kalıyor ki, gündüz devlet/asker gidip halkı tehdit edip kime oy vereceğini dayatıyor, gece ise PKK/gerilla gidip aynı şekilde halkı tehdit ederek aksi başka bir adres vererek oy verilmesi dayatılıyor.

    İşgalci bir devletin tutumu yadırganmaz. Kürdleri “özgürleştireceğini” iddia eden bir yapının tıpkı devlet gibi halkın radesine müdahale etmesi ise esas sorundur.

    Gerillaları seçim amigosu yapan yapan PKK sadece canlısından yararlanmadı aynı zamanda hayatını kaybeden gerillaları da seçimlerde ‘duygu sömürüsü aracı’ yaparak işgal meclisine giden asalakların hizmetine sundu.

    Son zamanlarda ise PKK, “barış” hikayelerine uygun malzeme bulmak için “gerilla-halk” buluşmalarını organize etmeye başladı. Halka ‘mücadelemizin kazanımlarını görün işte’ yanılsamasını yaşatmak için yine gerillaları araç olarak kullanma yoluna baş vurdu.

    Halkı “kutlu doğum” veya “Ulu önder için fidan dikme” gibi şenliklerle toplayan PKK, gerillanın her yerde hakim olduğu görüntüsünü vermek için “tesadüfen oradan geçen ve halkı görüp halka karışan ve bütünleşen gerilla” senaryolarını başrıyla hayata geçirdi bu güne kadar.

    Bu gerçeklik dikkate alındığında Ağrı’da yaşanan kirli oyunun perde arkası anlaşılmış olur.

    Yüz bin insanın ölümü ve Kürdistan’ın harabeye çevrilmesinden sonra “Türkiye’yi demokratikleştirmek” gibi abes ve utan verici amacını dillendiren PKK, şimdiye kadar yaşamlarını yitiren tüm Kürdistanlıları T.C. meclisini meşrulaştırma aracı yaptığını belgelemiş oldu.

    Barajı aşmayı “varlık-yokluk” meselesi olarak gören PKK, birkaç gerillanın ölümünden asla rahatsız olmaz, dahası oy getirecek her ölüm PKK için kutsaldır ve teşvik sebebidir.

    Yine bir şenlik düzenleniyor ve yine gerilla halkla buluşmaya çalıştırılıyor. Ağrı’da bu senaryodan bağımsız bir şekilde olup biteni yorumlamak aptallık olur.

    Madalyonun diğer tarafına bakıldığında kirli oyunun baş aktörü devlet/Hükümet de aynı kirli amaçlarla askeri öüme göndermede tereddüt yaşamıyor.

    AKP/Erdoğan da bu seçimleri “varlık yokluk” meselesi olarak görüyor. Başkanlık sistemi için istediği oranda oy toplamak için değil üç-beş askeri, binlerce askeri de tereddüt etmeden ölüme göndercek kadar acımasızdır ve kirlidir iktidar.

    Hükümet/Erdoğan ise, MHP ve CHP’nin “teröristlerle anlaşmışlar” propagandalarını boşa çıkartmak ve milliyetçi Türklerden daha fazla oy kapmak için, Ağrı’da organize edilen kirli oyunun bilinçli bir tarafıdır.

    Hükümet/Erdoğan, ‘teröre taviz yok. TSK her yerde egemendir ve kimseye göz açtırmıyor. “barış süreci” hikayesi devletin kararlılığını ve tek egemen güç olmasını asla etkilemeyecektir’ mesajını devletçilere/milliyetçilere vererek amacına ulaşmıştır.

    Sonuç olarak; hem devlet/Hükümet hem de PKK/HDP amacına ulaşmış bu olayda ve her kisi de hesapladıkları oranda insan etkilemeyi başararak seçim umutlarını tazelemişlerdir. Bu tür kirli ve danışıklı olayların önüne geçmek için, olaylardan nemalanan her iki tarafı da mahkum etmek gerekiyor. Ne yazık ki bu noktada umutlu olmak için henüz çok erken. Çünkü yine iki cephe oluşmuş ve yine bir taraf olumlanırken diğer taraf “suçlu” ilan ediliyor.

    Kürdler açısından bakıldığında durum gerçekten vahim ve trajiktir. Yıllardır amaçsız bir savaş için ölen gençlerinin kanından Kemalist Türk solu ve Kürdistan’daki saiyaset tüccarları meclise taşınıyor; bu mecliste Kürdlerin (yüz yıldır Kürdlerin ölümüne neden olan devletsizliktir) ölümlerine “halkların kardeşliği” ve “barış” adı altında onay verilerek yeni ölümlere zemin hazırlanmış oluyor. Kürdler asalakları meclise göndererek hem işgal meclisini meşrulaştırıyorlar hem de işgalcilerin tüm insanlık dışı uygulamalarını “Kürd temsilciler” vasıtasıyla aklıyorlar…

    İşgal meclisine gitmeye heveslenen her asalak, Ağrı’da hayatını kaybeden Kürd gençlerinin kanını içe içe meclis basamaklarını çıkacaktır.

    Kürdler, Öcalan-MİT flört ederken ve HDP Mecliste AKP ile gizli kapılar ardında “eşme ruhunu” kutlarken çocuklarının dağda olmasının anlamsızlığını haykırmadan;

    Devlet istemeyen PKK/HDP için çocuklarının “seçim amigosu” yapılmasına itiraz etmeden;

    Ağrı’da ‘Figen Yüksekdağ-Ertuğrul Kürkçü- S.S. Önder ve benzeri asalakların çocukları/kardeşleri neden vurulmuyor da sadece Kürdler ölüyor’ sorusunu sormadan bu tür trajik olayları hep yaşayacaklardır.

    Halkın bu soruları sormasına vesile olması gereken politik akötrler/muhalifler/okur-yazarlar, bu kirli oyunda birer şakşakçı olduğu sürece Kürdlerin gerçekliği görmesi gerçekten çok zordur.

    Öyleyse taşeron PKK ve MİT yapımı HDP ile birlikte bu kirli yapılara sessiz kalan politik asalaklar tümden sorgulanmalı ve teşhir edilmelidir. Bunu yapacak olanlar ise azınlıkta olan onurlu insanlardır. Onurlu insanların çoğalması umuduyla, Ağrı’da yaşamlarını yitirenlerin ailelerine baş sağlığı diliyoruz ve bu olaydan sorumlu olan HÜKÜMET/AKP ile PKK/HDP’yi lanetliyoruz…

    Haber/Yorum

    12.04.2015

    http://www.nasname.com/a/secim-gerillalari-ve-esme-ruhu-agrida-bulustu

  17. En sistem içi Parti

    Mehmet Bedri Gültekin – 18 Nisan 2015

    Yaklaşık iki aydır büyük bir HDP kampanyası yürütülüyor. Televizyonlar, gazeteler, her yerde hazır ve nazır görevliler, bilumum dönek tayfası büyük bir gayretle HDP’ye barajı aştırma faaliyetine soyunmuş durumdalar.
    Sözünü ettiğimiz araç ve kişiler, hakim sistemin olanaklarıdır ve emrindeki görevlilerdir.
    Egemen sistemin adı, “Gladyo-Mafya-Tarikat sistemi”dir. Türkiye’deki küçük Amerika rejiminin Mafya-Gladyo-Tarikat sistemine dönüşmesi yeni değildir.
    12 Eylül darbesi Türkiye tarihinde bir dönem noktasıdır ve emperyalizme bağımlı, bağrında feodal kalıntılar barındıran sistemin, Mafya-Gladyo-Tarikat sistemine dönüştürülmesi bu darbeyle gerçekleştirilmiştir.
    İşte HDP, 12 Eylülle yaşam bulan bu sistemin son ürünüdür. Bütün olanaklar harekete geçirilmiştir. Bütün görevliler “son gözde” için piyasaya sürülmüştür.

    Sistemin üç ayağı ve PKK
    Sistemin bütün gücüyle HDP’ye (PKK) sarılmasının nedeni, HDP’nin en sistem içi parti olması açıklar.
    HDP (PKK) etnik temelde örgütlenen bir partidir. Bu özelliğiyle neo liberalizmin ezilen dünyayı etnik ve dini kimlikler temelinde ayrıştırma, bölme ve iç çatışmalara yuvarlama programı açısından son derece uygundur.
    HDP’nin bir eli şeyh Sait ve Saidi Nursı’de diğer eli Seyit Rızada’dır. Bu pratiğiyle, sistemin “tarikat” ayağının gereğini yapmaktadır.
    Etnik ve dini kimlikleri öne çıkarma politikasıyla HDP, Cumhuriyetin karşısında konumlanmıştır. Emperyalizm ve işbirlikçisi Ortaçağ güçlerinin özlemlerini dile getirmektedir.
    Aydınlık gazetesi PKK’nın uyuşturucu ticaretinden elde ettiği gelirleri yazdı. Bu da sistemin mafya ayağına tekabül ediyor.
    Öte yandan siyaset sahnesine çıktığı ilk günden bu yana Gladyo ile olan bağlantısı, son olarak İmralı’da hakan Fidanlarla yapılan mesai, Sistemin birinci ayağı ile olan organik ilişkiyi gösterir.

    En önemli ölçü
    Elbette günümüzde bir siyasal akımın sistem içi olup olmadığını belirleyen en önemli kriter, emperyalizm ile olan ilişkisidir.
    En gerici emperyalist mihrak ile doğrudan ilişki içinde olmayan bir Gladyo-Mafya-Tarikat sistemi mümkün değildir.
    PKK’nın özellikle Birinci Körfez Savaşı’nın ardından ABD ile yoğunlaştırdığı ilişkiler sistem içi bir parti olduğunun en önemli kanıtıdır. Öte yandan IŞİD’ın bölgede boy göstermesinin ardından ABD-PKK ilişkilerinin aleniyete dökülmesi, Amerikan uçaklarının koruması altında savaşan PKK gerçeği, bu Partinin neden sistemin gülü haline geldiğini açıklıyor.
    İşte bütün bunlardan dolayı PKK, “en sistem içi Parti”dir.
    Barajı aşarsa toplumumuzun etnik temelde ayrıştırılması, tarikat ve dincilik ağında teslim alınması gayretleri daha ileri boyutlara varacaktır.
    Tam da ABD’nin istediği durum.

    AKP ile kardeş Parti
    HDP ve AKP, sistem içi partiler olmak noktasında birbirlerine en yakın olan partilerdir.
    Onun için 2005 yılından itibaren “açılım” ortağıdırlar. Ergenekon tertibinin sahneye konduğu 2007 yılından sonrasında ise fiili koalisyon ortakları olmuşlardır.
    28 Şubat’ta Dolmabahçe Sarayı’nda yaptıkları ortak basın toplantısında ise gelecekte kurmayı hedefledikleri resmi koalisyonun 10 maddelik programını açıklamışlardır.
    Bütün bu süreç, bugün HDP’ye olan büyük desteği açıklıyor.
    HDP, Mafya-Gladyo-Tarikat sisteminin kendi doğal işleyişi içinde geldiği aşama açısından en uygun Parti olduğu için dört bir yandan propaganda edilmektedir.
    Ve bu Parti’nin Türkiye açısından ifade ettiği biricik anlam, ödenecek faturanın daha da büyümesidir.

    mbedri.gultekin@vatanpartisi.org.tr

  18. M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU
    Yukarıda demokrasi aşağıda çoğulculuğun reddi

    Türkiye oldukça uzun sayılabilecek bir süreç sonucunda “demokrasi”yi tartışılmaz rejim olarak benimsemiş buna karşılık onu “genel seçim” merkezli bir “irade” olarak kavramsallaştırmıştır.
    Bunun siyasal iktidarın “özgür genel seçim” ile belirlenmesi alanında karşılaşılan büyük dirençten kaynaklandığını belirtmek yanlış olmaz. Meclis-i Meb’usan’ın 1877’de pâyitahtta sınırlı seçim, taşrada bürokratik tayinler ile oluşturulması, 1908’de yapılan ilk özgür seçimi “sopalı” ve merkez- i umumî denetiminde icra edilenlerin izlemesi, Erken Cumhuriyet döneminde bireylerin ayak basmadıkları illeri temsilen meb’us yapılması, 1946’da “açık oy, gizli tasnif” dayatmasının gerçekleşmesi, 1960 sonrasında ise iktidar olanı muktedir kılmayan vesayet sisteminin egemenliği “millî irade” olarak kavramsallaştırılan belirleme sürecinin “demokrasi” ile eşanlamlı olarak kullanımı ve fetişleştirilmesine yol açmıştır.
    Yöneticileri özgür seçimlerle belirlenen siyasetin temel karar alıcı olması alanında verilen mücadelenin uzunluğu ve “siyaset yapımının halka bırakılmayacağını” savunan seçkinci yaklaşımın inatçı direnişinin doğurduğu en önemli sonuçlardan birisi de “demokrasi”nin “genel seçim”e indirgenmesidir. Burada karşılaştığımız sorun, demokrasi için vazgeçilmesi mümkün olmayan “gerek şart”ın “yeter şart” olduğunu düşünülmesidir. Bu ise Türkiye’nin, demokrasi kuramcılarının “oyokrasi” olarak kavramsallaştırdıkları bir anlayışı, “ideal” ve temel hedef haline getirmesine neden olmaktadır.

    Tepede biten demokrasi
    Demokrasinin bu şekilde kavramsallaştırılması sadece “kazanan hepsini alır” türünden bir siyaset anlayışının benimsenmesine yol açmakla kalmayarak “siyasal iktidar” dışındaki alanlarda katılımın asgarî seviyede gerçekleşmesini de olağanlaştırmaktadır. İlginç olan katılımın fazlasıyla düşük tutulmasının siyaseti şekillendiren en önemli kurumlar olan partilerde dahi “demokrasi”nin kalitesini etkilemediğinin düşünülmesidir.
    Siyasal partilerin liderlerin mutlak kontrolünde ve Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin 1917’de yapılan 6.Kongresi’nde benimsenen türde bir “merkeziyetçiliği” içselleştiren yapılara dönüşmüş olması “kendi bünyelerinde demokrasiyi işlet(e)meyen” kurumların onu en üst seviyede hayata geçirmeleri benzeri bir çelişkiyi beraberinde getirmektedir.
    Bu açıdan bakıldığında Türkiye, katılımın “dikey” olarak gerçekleştiği ve “genel seçim” ile sınırlandığı, “en tepede” demokrasi onun altında ise çoğulcu olmayan uygulamaların geçerli olduğu bir sistem yaratmış durumdadır.
    Bu sistemin geçerliliği sadece siyasetle sınırlı kalmayarak her türlü toplumsal örgütlenmede karşımıza çıkmakta ve siyasal partilerden yüksek öğrenim kurumlarına, spor kulüplerinden farklı amaçlarla kurulmuş derneklere ulaşan bir yelpazede sürekli biçimde yeniden üretilmektedir.
    Parti liderleri, üniversite yöneticileri (onlar için en üst düzeyde seçim dahi sınırlandırılmaktadır), spor kulübü başkanları, dernek idarecileri seçildikten sonra katılımı fazlasıyla sınırlandırarak, onu genellikle “danışma” düzeyinde tutan, gerektiğinde ise tamamen rafa kaldıran, önderlik vurguları güçlü bir uygulamanın araçları durumuna gelmektedirler.
    Diğer bir ifadeyle Max Weber’in yirminci yüzyılda güçleneceği kehânetinde bulunduğu “liderlik demokrasisi” Türkiye’de her toplumsal organizmada varolmaktadır. En tepede demokratik mekanizmalar ile seçilen yöneticiler kurumların temel kararlarını şekillendirirken, daha aşağı katmanlarda çoğulcu olmayan, katılımın kâğıt üzerinde kaldığı bir yapılanma varolmakta ve demokrasinin “yukarıdan aşağıya” gerçekleşeceği varsayılmaktadır.
    Bunun doğal sonucu olarak da “aşağıdan yukarıya” iletişim ve “yatay” katılım kanalları ortadan kalkmakta, tüm toplumsal yapılar görünüşte “demokratik” uygulamada ise “otokratik” yönetimin geçerli olduğu yapılar karakterini kazanmaktadır.

    “Danışan” liderler
    Dolayısıyla Türkiye’nin demokrasi kalitesi sıralamalarında geri sıralarda bulunmasının, “liberal olmayan”lar sınıflamasına sokulmasının önemli bir nedeni de “demokrasi”nin kavramsallaştırılma biçimidir.
    Sadece özgür genel seçim yaparak ve siyaseti egemen kılarak “demokrasi” olunabileceğini savunan bu yaklaşım, örgütlenme ve karar alma mekanizmaları açısından “Leninist” partiler, her konuda son sözü söyleyen liderler, üniversite kampüslerinde tanrının gölgesi imişcesine dolaşan rektörler, spor kulüplerini kendilerine kalıtım yoluyla intikal etmiş işletmeler gibi yöneten başkanlar yaratarak katılımı yok derecesine indirmektedir.
    Sorun parti liderleri, üniversite yöneticileri ya da spor kulübü başkanlarının kişisel eğilimlerinden kaynaklanmamakta ve yapısal karakter arzetmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde Türkiye’nin “demokrasi”nin kavramsallaştırılması ve hayata geçirilmesi alanında büyük bir değişim yaşaması gerektiği ortadadır.
    Uzun ve ağır yol alan demokratikleşme serüvenimiz bunun gerçekleştirilmesinin kâğıt üzerinde basit gerçekte ise fazlasıyla zor olduğunu ortaya koymaktadır. Sorunun sadece yasal değişikliklerle (söylenilmeye çalışılan başta özgürlükçü bir anayasa olmak üzere yasal düzenlemelerin gerekli olmadığı değildir) çözülmesi mümkün değildir. Bunların yanı sıra çok daha kapsamlı değişimlerin hayata geçirilmesi de zorunludur.

    Çoğulculuk kültürü
    Kısa sürede değil uzun vâdede gerçekleşebilecek bu değişim için “demokrasi”nin farklı biçimde, “gerek şart” olan “özgür genel seçim”in ötesinde bir “kültür” olarak kavramsallaştırılması ve benimsenmesi şarttır.
    Aile içi demokrasinin son derece zayıf olduğu, kadının karar alma süreçlerine katılımının fazlasıyla sınırlandığı, eğitimin çoğulculuğu teşvik etmemenin yanı sıra onu küçümsediği ve diğer temel sosyalleştirme hedeflerinin gölgesinde bıraktığı, kurumların otoriter yönetimi içselleştirdiği bir toplumda bunun ne denli zor olduğu ortadadır.
    Ancak kısa sürede netice alınamayacak olması bu konunun gündemimizin en önemli maddelerinden birisi olmasını engellememelidir. Türkiye’nin entelektüel tartışması sadece en üst seviyede varolacak demokrasinin işleyişi için “hangi sistemin daha uygun olduğu” benzeri konular yerine “çoğulculuk kültürü oluşturulması” üzerine yoğunlaşmak zorundadır.
    Bu alanda “Leninist merkeziyetçi yapıları,” katılımı araçsallaştıran “mega” hedefleri ve “dava” söylemleriyle “en yukarıda demokrasi, onun altında emirle yönetim” sisteminin yerleşmesinde önemli bir rol oynayan siyasal partilerin “demokratikleşmesinden” eğitim sisteminin çoğulculuğu ön plana çıkarmasına ulaşan bir yelpazede kapsamlı dönüşümlerin gerçekleşmesi gerekmektedir.
    Demokrasiyi “genel seçim”e indirgemeyen, çoğulculuğu her alanda yaşamaya çalışan bir toplum ancak uzun soluklu bir değişim ve “çoğulculuk kültürü”nün kökleşmesi neticesinde şekillenebilecektir. Gündemimizdeki kısır çekişmeler bu kültürün gelişiminin hayatî önceliklerimizden birisi olduğunu unutturmamalıdır.

    http://www.sabah.com.tr/yazarlar/hanioglu/2015/04/19/yukarida-demokrasi-asagida-cogulculugun-reddi

  19. Ak Parti’yi Kutlu Doğum Haftası’nda beddualarla yıkacağız! Such a bad dua!

  20. HDP düşmanlığı yapan 1930’lar faşizmine bir başka örnek;

    HeDePe

    Artık Türkiye partisi olduğunu söylenen HDP’nin internet sitesine baktık.. Herhangi bir 23 Nisan mesajı ve kutlaması yoktu. İçinde yaşadığı ve yeniden içine girmek için seçim mücadelesi verdiği Meclis’in kuruluşu bu parti için anlam ifade etmiyor demek. Ulusal bayramlarda yokturlar. Atatürk, Cumhuriyet, ulusal marş, Türk bayrağı gibi kavramlarla araları yoktur. Soykırım iddialarını desteklerler. Halkın en az yüzde 50’sinin saygı duyduğu değerleri yalandan da olsa paylaşmazlar. Karşısında yer alırlar.
    Bu nasıl “Türkiye Partisi”dir ey babo…

    Melih Aşık

    http://www.milliyet.com.tr/nefret-sucu-/gundem/ydetay/2048777/default.htm

    Sadece AKP’den kurtulmak yetmez, bu zihniyetten de kurtulmak şarttır.

    Roni Margulies bunu güzel açıklamış;

    Toplumun bir kesimi, Kemalizm’in azgın günlerine dönmekten korktuğu için her koşulda hükümeti destekliyor. Bir kesimi de hükümetten kurtuluruz umuduyla her koşulda Kemalizm’i destekliyor, bayrak sallıyor, Anıtkabir’e gidiyor.

    Resimde görülen Posta gazetesi hükümetten kurtulmak istediği için Kemal’i öne sürüyor. Böyle yaparak, AKP seçmeninin iyice AKP’ye bağlanmasına sebep oluyor.

    Kemal’e sarılarak yapılan muhalefet, memleketi olumlu bir yönde değiştirmenin, demokrasinin, daha fazla özgürlüğün mesajını vermiyor. Aksine, “eski günlere geri döneceğiz” mesajını veriyor. Tam da AKP seçmeninin (ve başta Kürtler olmak üzere daha pek çok kesimin) istemediği şeyi vaad ediyor.

    Kemal’e ve Türk bayrağına sarılarak bu hükümete muhalefet edilemez.

    Mesele, her ikisine de, hükümete de, Kemalizm’e de muhalefet edebilmek.

    http://marksist.org/blog/sorunlarimiz-ikiden-ibaret-roni-margulies.html

Comments are closed.