Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

TKP Ulusalcı mı?

Anti-emperyalizm ve Ulusalcılık, Direnişler

images

 

 

En son “Ukrayna Meselesi ve Devrim” yazımın giriş cümlesindeki dikkatsiz bir ifadem TKP’nin ulusalcı olup olmadığı konusunda bir tartışma açtı. İfade şuydu: “Ulusalcı cenahtan, Rusya yanlısı (muhtemelen İP’li ya da TKP’li) bazı arkadaşlar…”

 

Burada görüleceği gibi, TKP’lileri ulusalcı olarak değerlendirdiğim sonucu çıkmaktadır. Oysa böyle düşünmüyorum, neden böyle düşünmediğimi aşağıda açıklayacağım. Her neyse, bazen yanlışlıklar da bir konunun netleşmesine hizmet edebilir.

 

Yakın geçmişteki hiçbir yazımda TKP’yi ulusalcı olarak değerlendirmedim. Bu partiyi her zaman devrimci saflardaki sol hareket içinde değerlendirdim. Yalnızca kimi yönelimleri nedeniyle, sol içindeki ulusalcılığa yakın eğilim olduğunu belirttim. Bunda da haksız değildim. Nitekim, TKP’nin önderlerinden Kemal Okuyan, Gezi’den hemen sonra, “Türk bayrağının faşizmin elinden alınıp devrimin eline geçtiği” mealinde yazılar yazdı. Bu da, “ulusalcılığa yakınlık” tespitini haklı çıkaran noktalardan biridir. Bununla birlikte, ulusalcılığa yakın olmakla ulusalcılık aynı şey değildir. TKP’yi ulusalcı bir parti olarak görmüyorum, ulusalcılığın turnasol kâğıdı olan şu üç temel konudan dolayı: 1. Kürt meselesi; 2. Ermeni katliamı; 3. AKP diktatörlüğüne karşı tutum.

 

TKP, Kürt ulusal hareketiyle arası pek iyi olmamasına rağmen, ulusalcıların Kürt düşmanı hezeyanlarına hiçbir zaman katılmamış, hatta genel anlamda Kürtlere yönelik ulusal baskıya karşı çıkmıştır. Kürtlere karşı düşmanlığın başını çeken üç ulusalcı odak vardır  (düşmanlığın dozajına göre sıralayacak olursak): 1. Sözcü gazetesi ki, bu konuda, bundan sonra adını anacaklarım bile bu gazetenin eline su dökemez; 2. İşçi Partisi; 3. CHP içinde aşağı yukarı yirmi kadar milletvekili ile temsil edilen ulusalcı kanat. TKP’yi bu üç eğilimle aynı safta görmek büyük haksızlık olur.

 

TKP, Ermeni sorununda da ulusalcı kanattan net bir şekilde ayrılır. Ulusalcılığın bu konudaki mızrak ucu İP, hatta özel olarak Doğu Perinçek’tir. Sloganları, “Ermeni katliamı uluslararası bir yalandır”. Doğrudan reaksiyoner ve ırkçı bir yönelimi temsil eden bu eğilimin TKP’nin Ermeni konusundaki tutumuyla ilgisi yoktur, daha açıkçası, TKP bu ırkçı hezeyana hiçbir zaman katılmamıştır.

 

Ulusalcılar, 17 Aralık’tan sonra, İP’li ve CHP’li ulusalcı kanatlarıyla (Buna Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nu da katabiliriz) AKP diktatörlüğü ile kısmen açık, kısmen üstü örtülü bir ittifaka girmişlerdir. Gerekçeleri, “F Tipi paralel yapı”ya karşı mücadeledir. Doğu Perinçek, dışarı çıkabilmek için AKP’li yetkililerle pazarlıklar yapıldığını yazılı olarak değil ama sözlü olarak açıkça kabul etmiştir. Bu, İP ve TGB çevrelerinde büyük itirazlara ve hoşnutsuzluğa yol açmıştır. Bu itirazların sözcülüğünü yapan Mehmet Ali Güller, AKP diktatörlüğü ile ittifaka girmenin sakıncalarını, bu siteye de aldığım yazısında açıkça ortaya koymuştur. Diğer yandan, CHP’nin ulusalcı kanadı, 30 Mart seçimlerinden sonra, Kılıçdaroğlu yönetimine, “Cemaatçilerle ittifaka girdikleri” için açıkça saldırıya geçmiştir. Bu da keza, böyle bir zamanda yeni müttefiklere fazlasıyla ihtiyaç duyan AKP yönetimine açık bir ittifak çağrısı anlamına gelmektedir.

 

Bütün bunlar olurken TKP, tam tersine, AKP diktatörlüğüne karşı mücadelede sağlam bir tutum sergilemiş ve RTE’nin “anti-emperyalist” olduğu (ki bu, sitede yayınladığım Numan Bey’in yazısında görüleceği gibi, bazı anarşist mahfillerde bile yankı bulmuş bir tezdir) argümanlarına yüz vermemiştir. Son olarak TKP, 1 Mayıs’ta Kadıköy’de yapılan sarı 1 Mayıs gösterisine itibar etmemiş ve bütün militan gücünü Taksim 1 Mayıs’ına yöneltmiş, polisin vahşice saldırılarına karşı diğer devrimcilerle birlikte direnmiştir.

 

TKP’yi beğenmeyebiliriz, eleştirebiliriz ama onu ulusalcı olarak nitelendirmek haksızlık olacaktır. TKP, “Toplumsal Mücadele Saflaşmasında Bugünkü Üç Kategori” yazımda incelediğim “Toplumsal Muhalefet Gücü”nün temel bileşenlerinden olan “Sol hareket” içinde yer almaktadır. Siyasi ve kültürel yönelişleri de buna uygundur.

 

 

 

Gün Zileli

 

8 Mayıs 2014

 

www.gunzileli.com

 

gunzileli@hotmail.com

 

 

 

62 Comments

  1. İbrahim Adıgüzel

    Yazının altına imzamı atarım, uzun yıllar da SİP/TKP geleneği içerisinde yeraldım; halkın ulusalcı kesimine ulaşmaya çalışmakta ve onları dönüştürmekte de gayet başarılılar. 30 Aralık yazmışsınız da 30 Mart seçimleri olacak sanırım, ayrıca Kemal Okuyan TKP yöneticiliğini bırakmış, isabet olmuş bilginize

  2. mujik

    TKP nin ulusalcı değil ulusalcı eğilimler olduğunu iddia etmek ve aradaki farkı bu minval den göstermeye çalışmak ancak konjokturel bir degerlendirme olabilir. Yani stratejik açıdan bakıldığında tkp(sip) ve uzantıları legal yada illegal yapılar da içinde olmak üzere ulusalcıdirlar Demem o ki dönemsel siyasal yönetimlerin etkisi altında gerçek niyetleri gizlemek bu tip ulusalcı ‘sol’culari hicte tarihsel Günahlarından alınmaları için bir neden olamaz. Gerçek devrimci bir hareket tüm omurgasını tarihsel süreçle nasıl hesaplaştığı üzerinden oluşturur. Bu açıdan bakıldığında sadece tkp değil solun önemli bir kesimi kelimenin gerçek anlamında ulusalcıdirlar…

  3. Anonim

    Bir dil sürçmesi güzel bir yazıya vesile olmuş. Politikasızlıktan kıvranan, kendine alan açma gayreti gösteremeyen, ya da açılan alanın kendi aleyhine olacağını düşünen muhalif çevreler bu çabayı gösterenleri yaftalamak konusunda pek cevval. Birkaç dernek, kafe, mahalle örgütlenmesiyle tatlı tatlı yaşıyorduk modundalar. Bu yaftalamalar geçmişte ÖDP deneyimine yapıldı, bugün daha çok TKP’ye yapılıyor. Koca bir ülkede yaşadığımız unutuluyor ve çelik-çomak oynamakta ısrar ediliyor. Sonuçta dişe dokunur bir kazanç elde edilmese de, bugünden bilinemez, bir şeyler denenmek zorunda. Kendine güvenen özneye bunu yapmak düşer. Umarım tüm muhalif özneler bu olgunluğa ulaşır. Birbirinden insan devşirmeye çalışmak yerine örgütsüz milyonları görür.

  4. Anonim

    Her olgu tarihsel süreçler içinde değişip dönüşür. Troçkist Hakan Gülseven de bayrağın değişimini böyle gözlemledi: http://www.yurtgazetesi.com.tr/bayrak-bile-ozgurlesti-makale,4726.html

  5. soruYorum

    tkp ulusalcı mı, ulusolcu mu yoksa sınıfsalcı mı? ben de zaman zaman moda ifadelere kapılıp bu nitelemeleri kullanıyorum . ancak işin içine bir takım kriterler girince aslında bunların hiç brti olmayıp, düpedüz “devlet mülkiyetçisi ve bu nedenle de milliyetçi” olduğu sonucuna varıyorum.

    neden ulusalcı değil?

    çünkü ulus bence, kapitalizm çağının ürünü bir yapı olarak “milliyetçilikten biraz farklı”… ulusçuluk bu yüzden ulusu milliyetçilikten farklı olarak soy, dil, din, tarih vb etkiler üzerinden değilde temelde, pazar bütünlüğü üzerinden tanımlamaya dayanıyor. örneğin bir amerikan milliyetçiliğinden değil, ama, “ulusçuluğundan” söz edebiliyoruz. (soya, dile, dine, ırka yada tarihe değil de pazar ortaklığına dayandığı için).

    gerçi küreselleşme döneminde bu pazar bütünleşmesi genişleyerek tüm yeryüzünü kaplar hale gelmekte… bu da haliyle “demokratik ulus” denen kavramı beraberinde getiriyor. bU KONUDAKİ FİKİRLERİNDEN YARARLANDIĞIM DEMİR KÜÇÜKAYDIN’la uyuşmadığım nokta da burası: “demokratik ulus da bir küresel bir devlet öngörmektedir. bu küresel devletin sosyalist olması bu gerçeği değiştirmez. tek fark, “sosyalist-kamusal mülkiyetin, planlamacı sosyalist küresel devlet eliyle yapılacağı, ama zinhar mülkiyetsizliğin düşünülemeyeceği-dir…

    konuyu dağıtmadan…

    tkp ne böylesi bir küresel pazar ilişkisini onaylar, dolayısıyla ne de böyle bir ” demokratik “uluslaşmayı ister. bu yüzden o, ulusalcı değildir ve olamaz.

    tkp böyle bir ulusalcılığı veri alıp ta, bu çerçevede küresel bir emek dayanışması öngörmediği için, “ulusolcu” da sayılamaz.

    o sadece iktidar sevdalısı bir parti olarak “devlet mülkiyetinin” peşindedir. bu yönüyle de tam bir kemalist “kutsal devletçidir” bunu da “cumhuriyetin kazanımları” diye yaftalayarak savunur

    bu durum da onu tipik bir milliyetçi yapar. yani “içe kapanmacı, merkezi planlamacı, diğer etnik, dinsel ve inanç gruplarını bu yolla zapturapt altına alması kaçınılmaz bir milliyetçi parti yapmaya yeter…

  6. Gün Zileli

    Yurt gazetesinde yazınca böyle oluyor demek ki. Troçkist olması bir şeyi göstermez. 2000’li yıllarda savaş karşıtı gösterilerde Irak ulusal bayrağıyla yürüyen Troçkist Spartakist grubunu hiç unutmam.

  7. Anonim

    Aynı TKP , 2013 1 Mayıs’ında Kadıköy yolunu açmış , Ermeni mülk’ü olduğu bilinen Kadıköy NKM’de , buranın Ermeni mülkü olduğuna ve orada kimlerin yaşadığına ve başlarına neler geldiğinden dair hiç bir rahatsızlık duymadan bu konuda yazıp çizenlere saldırarak faaliyetlerine devam etmektedir.
    Militan gücünün ve gözüpekliklerinin önünde saygıyla eğilirim.

  8. Gün Zileli

    Bir üçüncü şikayet konusu da, o binaya köpeklileri almıyorlar. Bu YÜZDEN 2 YILDIR AYAĞIMI ATMIYORUM ORAYA.

  9. Anonim

    Ama aynı Hakan Gülseven böyle de yazabiliyor: http://www.yurtgazetesi.com.tr/milliyetcilik-ve-dinci-bagnazlik-oldurur-makale,7890.html

  10. cimcime

    1 Mayısta oradalardı doğru, kitlelerini asker nizamıyla geri çektiler, çatışmadılar. Ben en azından çatıştıklarını görmedim ki olduğum bölgede ciddi bir TKP’li mevcuttu.Bu tavırlarını daha önce başka eylemlerde de gördüm. Anlam veremedim şahsen.

  11. Gün Zileli

    bazı arkadaşlar da tersini söylüyor.

  12. Xarnesir

    https://www.youtube.com/watch?v=O2UODnw0ABc

    Tkp kitlesini askeri nizamda geri çekti diyenlere görüntü verelim.

  13. Mülayim Sert

    TKP’nin politik olarak İP’den bir adım solda olduğu bir gerçek ancak benim gözümde hala ulusalcı, sol-kemalist bir çizgiye sahip. Sol-Kemalizmi de Stalinizm’in light bir versiyonu olarak görüp olumluyorlar. Sosyalizmle olan Türkiye bağlamındaki ilişkilenmeleri bu şekilde. Bayrak açılımları olsun, Kemalizm olsun Yurdakul Er imzalı sol.org.tr’deki daha sonra kaldırılan yazılardaki İP’yi aratmayan anti-Kürt yazıları da unutmadık.

    Bu yaklaşım aslında oldukça yaygın Türkiye solunda şu veya bu dozda oldukça klasik bir formülasyon. Ama dahası var.

    İP’nin bu çizgi üstüne nasıl Perinçek gibi özel bir fenomen liderlik problemi varsa, TKP’nin de ek özel sinir bozucu yanları var. Şu isim meselelerindeki uyanıklık-kibir mesela. Önce TKP-1920 ile TKP ismi kavgası, sonrasında Kürt Hareketi ile Yurtsever ismi kavgası. Bunlar fiziksel kavgalara da dönüştü her ikisi de. TKP-1920’liler ile sokakta parti binası önünde, Kürt Hareketi ile ODTÜ kampüste kavga ettiler (yılları tam hatırlamıyorum). Yayın organının isminin “Sol” olması bile ucundan sinirimi bozuyor itiraf edeyim ki. Herşeyin de facto’su, kapsayanı olmak, en prestijli ama aynız amanda en vasat sembolleri kelimeleri kapmak..

    Ayrıca TKP’nin gelenekleşmiş “sorumlu devrimcilik” dedikleri bir çatışmadan/illegalitede kaçma alışkanlıkları var. Çünkü sert imajlarının aksine son derece legalci ve parlamentaristler. Bu noktada Yunanistan Komünist Partisi’ni örnek alıyorlar. Ayrıca Gezi sırasında Gezi Parkı için referandum yapılmasını desteklemişlerdi. Geçen seneki Kadıköy’de 1 Mayıs rezaletini de unutmayalım. Ancak buna karşın, zaman zaman kitlelerini memnun edecek radikalleşmeler, sola kırmaları da becerebiliyor bu örgüt. Bu seneki 1 Mayıs da bence böyledir. Geçen seneki tavırları çok eleştirildi ve Gezi’nin patlamasıyla ne kadar yanlış olduğu bariz oldu, hatadan döndüler. Şu görüntülerdeki tavır ancak tebrik edilir:

    https://www.youtube.com/watch?v=8C5H7b9-rKI

    https://31.media.tumblr.com/a793079331672c614c755c27f972a8c8/tumblr_inline_n4xy4m75nK1rump62.jpg

    TKP günümüzdeki yani liberal-solun tasfiye edilmesinden sonraki ÖDP’nin de bir adım sağında duruyor. İşin ilginci ÖDP-TKP-HalkEvleri birkaç yıldır ittifak halinde hareket ediyor ve ÖDP de çeşitli meselelerde ezbere döndüğü anlarda TKP vs.’den ayırt edilemeyecek “eski sol” refleksler verebiliyor. Örneğin son Ukrayna meselesinde Birgün’de Ukrayna’daki Rus ve Yanukovich yanlısı Stalinist M-L Borotba örgütünün çizgisini “Ukrayna’daki Sosyalistler”in mesajı diye aktardılar. HE’nin politik konumunu pek bildiğim söylenemez, ama “iyi çalışıyorlar”, sendika.org, capul.tv, turnike eylemleri, okullardaki Kolektifler örgütlenmelerinde HE turuncusu gerçekten göze çarpıyor. HE’nin yayın organı nedir?

  14. Mülayim Sert

    Bu arada TKP’nin İP gibi davranıp anti-Cemaat = anti-ABD anlayışıyla RTE’ye yanlamaması bence kendi tutarsızlıkları. Kendi siyasi konumlarını mantıksal sonucuna kadar götürseler onların da İP gibi yapması gerekir. Yapmamalarının sebebi Perinçek kadar çılgın bir liderlerinin olmaması ve aslında kendilerinin de açık bir şekilde ifade edemediği bazı solduyularının baki olması.

    CHP’nin Cemaat’le iş tuttuğu için eleştirilmesi ise bence ayrı bir olay ve bunda bir yanlış yok. Eleştirinin büyüğü RTE’ye yapılırken küçüğü de Cemaat’e yapılmalıydı. Böylece RTE’nin Cemaat’e karşı “milli” hissiyatı sömürmesi bir karşılık verilmiş olurdu. Onun yerine CHP Cemaat konusunda manidar bir sessizliğer bürünmeyi tercih etti. Bu şu demektir, Cemaatin temsil ettiği iktidar yapısı ile tepeden ittifak kurmayı, RTE’nin tabandaki kitlesine hitap etmeye tercih etmek. Devrimcilere bu ders olsun, böyle ittifaklar yapılmamalıdır.

  15. Anonim

    TKP (ve ÖDP) ulusalcılığa yakındır. Ancak AKP iktidarı ve CHP-MHP dururken üç-beş Türk solcusu üzerinden kıyamet koparan ve bu partilere ulusalcı, Kemalist, hatta faşist diye saldıran Kürt milliyetçilerinin durumu çok daha kötüdür.

    TKP’den “Faşist Cephe” Girişimi
    http://www.nasname.com/a/tkpden-fasist-cephe-girisimi

    Ergenekon Tutuklamaları TKP’yi Rahatsız Etti
    http://www.nasname.com/a/ergenekon-tutuklamalari-tkpyi-rahatsiz-etti

    ÖDP Ve BDP’den Beklenen Tutum; Kürd/Kürdistan Düşmanlığı…
    http://www.nasname.com/a/odp-ve-bdpden-beklenen-tutum–kurd-kurdistan-dusmanligi–

    “Anti – Emperyalist” Faşist Cephe Esad İle Dayanışmada
    http://www.nasname.com/a/anti–emperyalist-fasist-cephe-esad-ile-dayanismada–video-

    http://www.nasname.com/a/bdpnin-kemalizm-aski-bitmiyor

    http://www.nasname.com/a/bdpli-gencler-umut-vaat-etti–

  16. şafak

    gün bey ermeni meselesi konusunda hkp’nin de perinçek’ten farkı olmadığını unutmuşsunuz. küçük bir hatırlatma olsun.

  17. Gün Zileli

    Doğru. Onları da bir tür küçük İP olarak görüyorum galiba.

  18. Gün Zileli

    Ama şunu da belirtmeliyim ki, İP kadar sarı değiller. Onları 1 Mayıs’ta, Beşiktaş’taki direnişte gördüm. Olumlu bir puan.

  19. Anonim

    Kürt düşmanı odaklarının 1.sine şu Türk Solu grubu da eklenmeli bence( yoksa onları enikonu “ırkçı” diye mi kategorize etmeli ?) Bir de şu turnusollardan Ermeni Katliamı konusundaki mızrak uçlarından biri de HKP’dir diye düşünüyorum. Onun haricinde TKP’nin birçok yanlışı da olsa, ulusalcı diye yaftalanmansını ben de doğru bulmuyorum.

  20. Anonim

    Gun bey su emperyalizme emperyalizim demeye baslasaniz nasil olur? Ifadenin icerigi dogru ya da yanlis orasi ayri bir konu ama Perincek “Ermeni katliamı emperyalist bir yalandır” demekte.

  21. Dinle Burjuva

    Gün Zileli en kötü ve en samimiyetsiz yazın.. TKP Ulusal Baskı ve Katliamlar karşısın da program ve ideoloji,Politika olarak hiç bir zaman aktif bir politik tutum almamıştır.. TKP UKKTH programından çıkarmış bir parti üstelik ulusal sorunun bu kadar yakıcı olduğu bir dönemde… TKP Ulusalcıdır… HDP Geziden nasıl Liberal Demokratik görevler çıkarmışsa TKP de Ulusalcı sonuçlar çıkarmıştır.. Kürt,Ermeni azınlık sorunların da demokratik görevlerden kaçmak için sınıf peçesini yüzüne geçirmiştir ama gel gör ki o da kırmızı beyaz..

  22. Suphi

    İP Emeklisi Ahmet Meriç Şenyüz Enver Talat hata yapmış devrimcilerdir, Yavuz Alogan’ın Topal Osman beyiti, vs TKP taban profilinin en yakın örnekleri. TKP Sol Kemalist Ulusalcı bir partidir….

  23. Dinle Burjuva

    HKP’nin eylemlikler de bulunması onun faşist ulusalcı karakterini ortadan kaldırmaz… Gün karartma yapıyorsun..

  24. i.g.y

    Zileli’nin TKP ile ilgili yorumlarına büyük oranda katılıyorum. SİP-TKP solun içindedir fakat yine sol cenahta ulusalcılığa en yakın olan öbek de bu partidir. TKP’nin soldan eleştirilebilir başka bir çok yönü de olsa, esasta onu solun dışında saymak tahlilde aşırılık olacaktır.

    İP zaten direkt ulusalcı, yorum yapmaya gerek yok. HKP ise kimi açılardan, özellikle de Ermeni meselesinde İP’e oldukça yakın, fakat onun solunda. Bu partinin devrimcilerle ve devrimci değerlerle de çok daha iyi ilişkileri söz konusu.

    TKP dışında ÖDP’nin de kimi zaman, kimi durumlardaki tavırlarıyla zaman zaman “ulusalcılığa” göz kırptığı söylenebilir fakat elbette ki onlar da ulusalcı değil ve TKP’nin solundalar. Türkiye’de en belirgin devrimci pratiği gösteren Cephe ile ilgili de bir “ulusalcılık” suçlaması var. Bu hareketin hem yoğun “vatan ve bağımsızlık” söyleminden; hem de Kürt hareketiyle olan bariz sorunlarından kaynaklanıyor. Cephe’nin vatan ve bağımsızlık söylemi 2000’lerin başından itibaren daha yoğunlaşsa da aslında değişen bir şey yoktur, kurulduğundan beri bu vurgulara sahiptir. Aynı şey Cephe-PKK ilişkisi için de geçerli. PKK’nin ’80 öncesi güçlenme döneminde Dev-Sol PKK’yi “dost, müttefik güç” olarak gördüğünü söylemiş fakat yine PKK’yi “Kürt milliyetçisi” tanımıyla eleştirmiştir. Bu bugün de böyledir, yani PKK’nin tanımı Cephe nezdinde değişmemiş ancak ’90 başlarından itibaren, özellikle de daha sonra Apo’nun savunmasından sonra iki örgüt arasındaki çelişki keskinleşmiştir, çatışma da buradan çıktı.

    Fakat Cephe’nin ulusalcı olduğu, ulusal sorun gerçeğini, UKKTH’yi vs. reddettiği falan söylenirse bu ancak abesle iştigal ve kasıtlı bir iddia olur. Cephe’nin de ülkedeki her sol hareket gibi eksiği, gediği vardır ve bu yapı Türkiye solunda devrimcilikteki ısrarıyla öne çıkan, önemli de bir harekettir. 19 Aralık’tan sonra Cephe’nin kendini diğer solda bütünüyle izole etmiş olması da ona yönelik eleştirilerde kantarın topuzunun kaçmasında bir itki diye yorumlanabilir.

    Yine kimilerince ulusalcı diye yaftalanan Halkevi de özgün ve ilginç bir hareket. “Ulusalcı” filan olamayacağı ise izahtan varestedir.

  25. Gün Zileli

    sadece adil olmaya çalışıyorum.

  26. Fırat

    Halk Evlerini Ödp ile Tkp’nin yanına koymak söz konusu olmaz… Halkevleri özgün bir hareket..

  27. Gün Zileli

    1 Mayıs’ta, Beşiktaş’ta çok iyiydiler.

  28. Fırat

    HKP Faşist bir partidir açın bir bakın yayın organlarına politik çizgilerine Temel meseleler deki refkleslerine. MHP’den İp’ten hiçbir farkları yok..

  29. stalinist gün zileli

    tkp’liler ermeni soykırımını kabul etmezler. ayrıca soykırım kelimesinin kullanılmasını hatalı bulduklarını söylerler.
    kemal okuyan izmir örgütünde kürsüden türk bayrağı sallar.
    30 ağustosta orduya kutlama mesajı yayınlarlar.
    29 ekimde cumhuriyet bayramını kitlesel mitingle kutlarlar.
    ukrayna devriminde rus ordusuna gönüllü yazılmanın propagandasını yaparlar.
    gazetelerinde mustafa suphi’yi katleden topal osman’ın torunu olduğunu söyleyen, andımızı duyunca heyecanlandığını itiraf eden amcalar köşe yazarlar. ki bu amca, gün zileli’nin de kankasıdır.
    dünyada ne kadar diktatör varsa hepsine sahip çıkarlar. kuzey kore, kaddafi, miloseviç, çavuşesku, saddam, esed, stalin, hepsine.
    ve iktidara geldiklerinde de ilk temizleyecekleri kişi gün zileli gibilerdir. ama buna rağmen gün zileli, tkp’sine toz kondurmaz.
    çünkü gün zileli sözde anarşisttir ama özde babalar gibi stalinisttir. onun bütün analizlerinde stalinist damarı yakalayabilirsiniz. stalin aleyhinde yazılar yazması önemli değil. yaşam ve mücadele tarzı olarak, metodolojik açıdan stalinisttir zileli.
    yerel seçimde mhp’ye oy isteyen biri elbette şimdi de tkp’sine sahip çıkacak, gayet tutarlı.

  30. Fırat

    adil olmaya çalışıyorsun ama olamıyorsun:)) Gün bir avuç kalmış ermeni toplumunu 24 Nisan da ‘protesto’ eden bir partiye karşı adil olamazsın. NSDAP ta bir zamanlar anti-kapitalist söylemler nümayislerde gücünü icra etti.. Peki sonuç….. İP-HKP Şoven ve Milliyetçi Karakter de hareketler… TKP Marksist-Leninst ideoloji açısında kesinlikle Ulusalcıdır..

  31. batlamyus

    tkp de ip’i de ipsizi de gün zilelisi de hepiniz milliyetçisiniz.kendinizi kandırırsanız kandırın ama karşınızdaki insanları ahmak yerine koymayın.soğuk savaş artığısınız çöpe süpürüleceksiniz.can çekişmeniz ondan.

  32. ipsiz recep

    “Türklük sözleşmesi” ve Türk solu
    Barış Ünlü
    Türkiye solunun Kürt meselesiyle ilişkisi 1920’lerden bugüne uzanan uzun bir tarihe sahip. Ve bu tarih utanılacak bir tarih değil. Hatta kimi dönemleri ve kimi kişileriyle gurur da duyulabilecek bir tarih. Türkiye siyaset ve düşünce dünyasının Kemalizm, İslamcılık ve merkez sağ gibi diğer ideolojik evrenlerinde Kürt meselesine dair ya tam anlamıyla şoven tutumlar alınırken ya da en iyi ihtimalle koyu bir sessizlik hâkimken, Türkiye solu hem bireysel temelde hem de kolektif olarak özgürlükçü ve radikal çıkışlar sergileyebildi. Bireysel ölçekte, Hikmet Kıvılcımlı’nın 1930’larda “Kürdistan’da sömürge usûllerinin tatbik edildiğini” söylemesi, 1960’larda genç bir Türk akademisyen olan İsmail Beşikçi’nin Kürt meselesine dair çalışmalar yapmaya başlaması ve bunu sonraki onyıllarda her türlü baskıya rağmen sürdürmesi ve 1970’lerin radikal gençlik liderlerinden İbrahim Kaypakkaya’nın Kemalizmle kopuşu ve Kürt halkının kendi kaderini tayin dâhil, gaspedilmiş bütün haklarını savunması akla ilk gelenler.
    Politik hareket bağlamında ise, 1967’de Türkiye İşçi Partisi’nin düzenlediği Doğu mitingleri Kürtler için çok önemlidir. Bu mitinglerde meselenin etnik boyutu siyaset sahasında ilk defa açıkça gündeme getirilmiştir (Süleyman Demirel yirmi yıl sonra “Doğu Mitingleri çok büyük sıkıntılar çıkarmıştır Türkiye’nin başına” diyecektir). 1970’lerin etkili radikal sol örgütlenmelerinden Kurtuluş hareketi, Kürtlerin ve Beşikçi’nin ortaya attığı “Kürdistan sömürgedir” tezini desteklemiştir. 1990’ların başında Kürt hareketiyle ittifak eden SHP’nin sadece bir-iki yıl süren demokrasi tarihi bile bu alternatif siyasetlere merkez soldan bir örnek olarak gösterilebilir.
    Bireysel ve kolektif düzeylerde alınan bu tutumlar ve tutulan tarafların bedelleri büyük oldu. İnsanlar öldürüldü, dışlandı, hain olarak görüldü, hayatlarının önemli bölümünü hapiste geçirdi; partiler kapatıldı, siyasal hareketler kriminalize edildi. Vurgulamak istediğim, bugün haklı-haksız birçok eleştiriye tabi tutulan Türkiye solu tarihinin, bir yanıyla, politik ve entelektüel cesaret tarihi olduğudur. Benzer şeyleri söylemek ve yapmak, diyelim ABD veya Fransa gibi daha demokratik bir ülkede daha kolay ve daha bedelsizdir. Türkiye gibi ezici bir şekilde sağcı, muhafazakâr, milliyetçi ve devletçi bir ülkede ise çok büyük riskler içerir. İşte Türkiye solu böyle bir atmosferde gurur duyulacak kişiler ve hareketler çıkarabilmiştir. Türkiye’de benzer bir tarihe sahip başka bir ideolojik-siyasî akım yoktur.
    Ancak, Türkiye solunun Kürt meselesiyle olan ilişkisinin tarihi, aynı zamanda eleştirilmesi gereken yanlışlarla, eksiklerle, körlüklerle, sağırlıklarla, çarpıtmalarla doludur. Yukarıda saydığım olumlu örnekler, gerek bireysel düzeyde, gerekse de kolektif düzeyde istisna olarak kalmışlardır. Türkiye solu örgütlerinin çoğunluğu, 1920’lerden 1990’lara kadar Kürt meselesine sessiz ve ilgisiz kalmış, bir kısmı şoven tutumlar almış, bir kısmı da devletin yanında konumlanmıştır. Sol akademi ise 1990’lara kadar Kürt meselesine dair neredeyse hiçbir şey yazmamış, yazan mensuplarını da yeterince desteklememiş, hatta kimi zaman sükût suikastına uğratmıştır.1 Türk solunun önemli bir bölümü, Kürt meselesine neden ilgisiz, neden devletçi, kimi zaman ise neden açıkça şoven olmuştur? Bu yazı, bu sorulara cevap arayacaktır. Yazıda bu noktadan sonra Türkiye solu yerine Türk solu ifadesinin kullanılacak olması ise bilinçli bir tercihtir. Eleştirinin konusu Türkiye solu olamamış Türk soludur.
    Kemalizm, Marksizm ve Kürt Meselesi
    Türk solu üzerinde ideolojik düzeyde çok etkili olmuş, Türk solcularının ezici çoğunluğuna az ya da çok nüfuz etmiş Kemalizm en başta gelen nedenler arasındadır. Türk solu Kemalizmin modernleştirici, merkeziyetçi, ulus-devlet kurucu ve laik projesini büyük ölçüde desteklemiş, Kemalizmi ilerici, anti-emperyalist ve hatta zaman zaman anti-feodal bulmuştur. Bu bağlamda, örneğin Türkiye Komünist Partisi (TKP) geleneği ve sol akademi Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı girişilen ilk Kürt isyanları olan Şeyh Said ve Ağrı isyanlarını gerici, feodal ve emperyalizm oyunu olarak nitelemiş ve bazen açıkça bazen de örtük olarak devleti desteklemiştir.
    İsyan denilen, ama aslında bir soykırım olan Dersim olayları da aynı kadere mahkûm olmuştur. Kürt meselesinin cumhuriyetin ilk on yıllarına tekabül eden bu kritik ve kanlı aşamalarında devletin yanında yer alan Türk solu, doğal olarak bu aşamaların tarih yazımında da yer almış, ve sonuç olarak bugün bu aşamalara dair Türk kamuoyundaki müthiş bilgisizlik ve ilgisizliğe katkıda bulunmuştur. Resmî ideolojinin Türk kamuoyundaki etkisi ve nüfuzunda Türk solunun da önemli rolü vardır. Özetlemek gerekirse, Kemalist resmî ideoloji Türk solunun ayağına takılmış, kurtulunması çok zor olan ve zaman alan bir zincirdir.
    Bir diğer ve Kürt meselesine dair olumsuz sonuçları olan ideolojik etki, radikal solun temel ideolojik kökeni olan Marksizmin kendisindedir. Modern dünyada asıl politik hedef olarak gündemine proletarya devrimini koyan Marksizm etnik meselelere ve ezilen ulus milliyetçiliğine yeterince ilgi göstermedi. Proletarya devriminin gerçekleşmesi ilerlemeye, sanayileşmeye, modernleşmeye, feodal kalıntıların yıkılmasına bağlıydı. Bu bağlamda, Kürt isyanları Türk Marksistlerince uzun süre feodalite, köylülük ve aşiret kalıntısı olarak algılandı. Sosyalist devrim beklenirken veya bunun için çabalarken, Kürt meselesi bir ayak bağı olarak ortaya çıktı. Kürt hareketinin tanınmış simalarından Hatice Yaşar’ın 1980’lerde eleştirdiği gibi, “Enternasyonalist dayanışma bugünlerin bu kadar gecikmemesini gerektirirdi ama, sosyalizmin üretici güçlerin geliştirilmesi olarak yorumlandığı resmî biçiminde, hiçbir komünist egemen ulus milliyetçiliğinin tuzağından kolayca kurtulamadı. Resmî sosyalizmi, proletaryanın kurtarıcı ideolojisi olarak benimseyen Türk sosyalistlerinin de aynı tuzağa düşmeleri maalesef kaçınılmazdı…”2
    Ayrıca, yine Marksizmin kendine has, ama içinde doğduğu çağdan alarak içselleştirdiği, bir tür oryantalizmi de mevcuttu. Marx’ın Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğini, değişime direnen eski yapıları yıkması bakımından, olumlu bulduğunu biliyoruz. Benzer bir yaklaşım Türk Marksistlerinin Kürdistan’a bakışlarındaki oryantalizmde de gözlemlenebilir. Türk modernleşmesi Kürdistan’da gaddar metotlar izlemiş olabilir, ama feodal ve gerici kalıntılar başka türlü yıkılamazdı… Düşünce buydu.
    Türk solunu derinden etkilemiş iki ideoloji –Marksizm ve Kemalizm– Kürt meselesine dair yaklaşımların belirlenmesinde neredeyse işbirliği yapmışlar, tamamlayıcı olmuşlardır. 1960’larda Türk sosyalistlerince ortaya atılan devrim stratejilerinde –ister sosyalist devrim, ister milli demokratik devrim– ve bunların üzerinde bina edildiği toplumsal yapı analizlerinde Kürtlerden neredeyse hiç bahsedilmemesi, Kemalizm ve Marksizmin neden olduğu körlüklerle ilgili olsa gerekir. Sonuç olarak, Kürdistan’daki devrimci potansiyel büyük ölçüde es geçilmiştir.3
    Bu ikili ideolojik etkinin ortaya çıkardığı körlüğe ve çarpık algılamalara, Kemalizm ve Marksizmin resmî ideoloji olduğu iki ülke olan Türkiye Cumhuriyeti ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) arasındaki yakın ilişkiler de önemli ve Kürt meselesine dair olumsuz etkilerde bulundu. SSCB dönem dönem yakın ilişkide olduğu, ama neredeyse her zaman incitilmemesi gereken bir stratejik komşu olarak gördüğü Türk devletini Kürtlere karşı desteklemiştir. Bu destek ise Türk solunun önemli geleneklerinden olan TKP geleneğinde doğrudan bir yansıma buldu. SSCB Türk devletini desteklediği sürece, TKP de Türk devletini desteklemiştir. Ya da en azından, alması gereken tutumları alamamıştır.
    SSCB eğer Kürtlerin yanında yer alsaydı, muhtemelen TKP de alacaktı. Yukarıdaki Marksizm eleştirisi bir yana, Marksizm içinde özellikle Lenin’in öncülük ettiği ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve ezilen ulus milliyetçiliği nosyonları böyle bir tavrı gerektiriyordu. Ama vurguladığım gibi, SSCB’nin aldığı pozisyonlar Türk solcularının da Marksizm içindeki daha zayıf ve tartışmalı noktaları benimsemesine yol açmış olabilir.
    Genel olarak reel-sosyalist ülkelerin ve özelde de SSCB’nin farklı ülkelerdeki farklı etnik/ırksal sorunlara ilişkin takındığı farklı tutumlar o kadar önemlidir ki, çeşitli ülkelerde birbirine tamamen zıt komünist geleneklerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye komünist geleneğiyle Güney Afrika komünist geleneğini kısaca karşılaştırmak öğretici olabilir. SSCB, Kürtlere karşı Türk hükümetini destekleme kararı aldığı 1920’lerde, Güney Afrika’da beyaz egemenliğine karşı siyahları ve siyah hareketlerini destekleme kararı almış ve bunu da Güney Afrika Komünist Partisi’ne (SACP) benimsetmiştir. Sonuç olarak, beyazların kurduğu SACP ve siyahların kurduğu Afrika Ulusal Kongresi (ANC) 1950’lerden 1994’e kadar Apartheid’a karşı birlikte, ittifak halinde mücadele etmişler, bedelleri birlikte ödemişlerdir.4 1994’den bugüne kadar ise iktidar ortaklıklarını bir koalisyon halinde sürdürmektedirler.
    SSCB iki ülkede neden iki farklı tutum aldı? Birinci neden, Türkiye’nin SSCB için büyük önemidir. SSCB bu kadar yakın ve güçlü bir devleti karşısına almak istemedi. Böyle bir stratejik neden Afrika kıtasının en güneyinde mevcut değildi. İkinci neden, siyahların Güney Afrika’da çoğunluk, Kürtlerin ise Türkiye’de azınlık olmasıdır. Çoğunluğun er ya da geç iktidara geleceği beklenir, dolayısıyla desteklenmesi pragmatiktir; azınlığı desteklemek ise, başına ne geleceği belli olmadığı için, pragmatik değildir. SSCB’nin farklı pozisyonlarının nedeni ne olursa olsun, bu iki farklı pozisyon Türkiye ve Güney Afrika’da ezilen ulus milliyetçiliği ve ırkçılığa karşı birbirinden hayli farklı iki komünist geleneğin oluşmasına katkıda bulundu. Bu nedenle, sosyalist bloğun çöktüğü 1990’ların başında TKP’nin dünyadaki ve Türkiye’deki prestiji epey düşükken, SACP’nin prestiji çok yüksekti.
    Bugün, Türk solunun büyük bölümü Kemalizmle olan bağlarını koparıyor, koparmaya çalışıyor. Bunda resmî ideolojinin son yıllarda aldığı büyük darbelerin etkisi çok önemli bir rol oynadı. Marksizm ise gelişmesine ve özgürleşmesine engel teşkil eden reel-sosyalizmin ayak bağından, bir başka deyişle sosyalist devletlerin resmî ideolojisi olma halinden kurtulmuş durumda. Dolayısıyla, bugün Marksizm çok daha özgürlükçü ve çok daha az devletçi, çok daha az oryantalist ve etnik meselelere çok daha fazla duyarlı. Bu gelişmelere paralel olarak da, Türk solu bugün Kürt meselesine karşı daha özgürlükçü ve eşitlikçi bir şekilde yaklaşabiliyor.
    Ancak, Türk solunun Kürt meselesine dair sorunlu tarihi sadece Kemalizm, Marksizm ve reel-sosyalizmle ilgili değildir. Bugün sorunun önemli bir bölümünü, benim “Türklük” dediğim ve Türkler tarafından hiçbir zaman sorgulanmayan bir imtiyazlar, fikirler, refleksler ve duygular bütünü oluşturmaktadır. Sol Türkiye’de Türklüğü nedeniyle Türk solu olarak doğmuş, Türk solu olarak hayatını sürdürmüş ve Türkiye solu veya sadece sol olamamıştır. Sosyal bilimler Türkiye’de Türk sosyal bilimleri olarak doğmuş ve öyle yaşamıştır. Yazının geri kalanında Türklükten ne kastettiğimi ve Türklüğün Türk solunu ve sol akademiyi nasıl bir Türk sorunu haline getirdiğini açmaya çalışacağım.
    Türklük ve Türk Meselesi5
    Türk solcusu kendisini Türk olarak görmez, görmek istemez; enternasyonalist, sosyalist, Marksist olarak görür, görmek ister. Etnisite dendiği zaman, kimlik siyaseti dendiği zaman, aklına Kürtler veya diğer azınlıklar gelir. Kendisinin bir etnisiteye dâhil olduğunu, çoğunluğun parçası olduğunu ve bu mensubiyetten dolayı ne kadar imtiyazlı olabileceğini, bilgilerinin ne kadar sınırlı ve çarpıtılmış, duygularının ne kadar fakir ve tekdüze olduğunu göremez. Bir başka deyişle, kendi bilgilerini, duygularını, imtiyazlarını görelileştiremez, bunların yapıçözümünü yapamaz ve bunların kendi Türklüğüyle ilgili bağlarını deşifre edemez. Kendi Türklüğünün farkına varamadığı ölçüde de başkalarının Kürtlüğünü yeterince algılayamaz, duyumsayamaz. Türk olmaktan kaynaklı imtiyazlarını göremediği sürece, Kürt olmaktan kaynaklı sayısız dezavantajı da yeterince anlayamaz, Kürtlerle hakiki bir empati kuramaz. Kendi kimliğinin farkına varamadığı için başkalarını kimlik siyaseti yapmakla eleştirir. Türk solcusu, Türklüğünü kavrayamadığı ölçüde Türk sorununun bir parçası olmuş ve Kürt sorununun çözümüne yeterince katkıda bulunamamıştır.
    Bir Türk solcusunun Türklüğü, şüphesiz ki, bir Türk milliyetçisinin veya İslâmcısının Türklüğüyle aynı değildir. Ama bu solcularda Türklük olmadığı anlamına gelmez. Türk milliyetçisinin katı Türklüğü çok kolay bir şekilde görünüp elle tutulabilirken, Türk solcusunun Türklüğü buhar halindedir, görmesi ve elle tutması zordur. Türklük solda kendine özgü haller almıştır. Ancak her ne kadar solun ve sağın Türklükleri farklı haller almışsa da, bu farklı Türklüklerin kökenleri aynı yerdedir.
    Türkiye Cumhuriyeti “Türklük sözleşmesi” dediğim bir metaforik sözleşme üzerine kuruldu. Buna göre, anadili Türkçe olanlar ve sonradan Türkleşenler (Türklüğe asimile olan Çerkezler, Lazlar, Kürtler, Araplar, Boşnaklar, vb.) sözleşmeden yararlanacaklar, potansiyel olarak siyasette, iş dünyasında, bürokraside, akademide ve sanatta çok iyi yerlere gelebileceklerdir. Sözleşmenin ilk şartı Türk olmak ve/veya Türkleşmekse, ikinci şartı sözleşmenin üzerinde yükseldiği gayrimüslimlerin Anadolu’dan tasfiyesi ve zenginliklerine el konulması üzerine konuşmamak, yazmamak, ses çıkarmamaktı. Üçüncü şartı ise, Türkleşmeye direnebilecek olan diğer Müslüman gruplara dair yazıp çizmemek ve siyaset üretmemekti. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin yazılı olmayan anayasasının değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen temel maddeleriydi.
    Bu metaforik sözleşmeyi her Türk ve her Türkleşen aktif olarak imzalamamış olabilir, ama sözleşme gereği, imzacı olmasa da, kişi bundan faydalanabilir.6 Burada kritik olan sözleşmeye direnmemek ve aykırı davranmamaktır. Aykırı davrananlar en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Bu cezalandırma öldürülme, hapsedilme, işkence edilme, işten atılma, işe alınmama ve dışlanma biçimlerini alabilirdi. Sözleşmeyi aktif olarak destekleyenler ve/veya sözleşmeye pasif olarak ses çıkarmayanlar ise çeşitli imkânların gerçek veya potansiyel faydalanıcıları olacaklardı. Burjuva, hâkim, öğretmen, profesör, bakan, cumhurbaşkanı, işçi, muhtar, müzisyen olabilirlerdi, oldular. Türklüğün maddî temeli bu metaforik sözleşme ve sözleşmecilere sunulan imtiyazlar setidir.
    Bahsettiğim sözleşmeye Cumhuriyet tarihi boyunca direnenler Kürtler olmuşlardır. Türkleşmeyi reddeden Kürtler ve Kürtleri direnişlerinde destekleyen az sayıda Türk doğal olarak çeşitli biçimlerde, ama en ağır şekilde cezalandırıldı. Bu yolda onlara destek vermesi beklenebilecek solcuların büyük bir kısmı ise arkalarını döndü ya da doğrudan devlet politikalarını destekledi. Bunu da çoğu zaman Marksizm, enternasyonalizm ve ilericiliğin gereği olarak sundular, çünkü kimlik kavgaları sosyalizmin hedefinden sapma olarak görülüyordu. Kürt meselesi önemli bir mesele değildi, emperyalizmin oyunuydu, işçi sınıfını etnisitelere bölen bir gericilikti. Solcular bunları söylerken ya da daha sıklıkla olduğu gibi konuya dair hiçbir şey söylemezken, gerçekten de enternasyonalist ve ilerici olduklarını düşünüyorlardı.
    Buna kendilerini inandırdılar, çünkü inanmak zorundaydılar. İnanmasalardı, Türklük sözleşmesine direnselerdi, Kürt direnişlerine destek verselerdi, bu desteğin kendilerine ne kadar büyük bir cezayla geri döneceğini –Türklük sözleşmesi gereği– biliyorlardı. Hayatlarından olabilirler, işlerinden atılabilirler, aileleri dâhil en yakınları tarafından dışlanabilirlerdi. Böyle cezalara maruz kalmamak, imtiyazlarından vazgeçmemek için teorik gerekçeler buldular, bazı hakikatlerden kaçtılar. Ancak bu bilinçli bir kaçış değil, bilinçdışı bir kaçıştır. Bilinçli kaçan korkaklığıyla yüzleşmek zorundadır. Bu da beraberinde utanç ve suçluluk duygusu getirir. Kaçışın gerçek bir kaçış olması için geride utanç gibi bir duygu bırakmaması gerekir. Bu nedenle, kaçışı bilincin dışına atarak gerçekleştirmek şarttır. İşte bu noktada Marksizm ve enternasyonalizm bir kaçış aracı olarak kullanılmıştır.
    Kürtlerle girişilecek somut enternasyonalizmin yerine soyut bir enternasyonalizm her zaman için daha güvenlikli oldu. Kürtçe yasakken (öz)Türkçe edebiyat günleri düzenlemek, mahkemede ve mecliste Kürtçe konuşanları milliyetçilikle eleştirmek, Kürdistan’da her türlü zulüm yapılırken Amerikan emperyalizminin Türkiye’deki oyunlarıyla ilgili yazmak, Kürt devleti fikrini “Marksistler devlete karşıdır, yeni bir devletin kurulmasını neden destekleyeyim, ayrıca kurulsa ne olacak, o da ABD’nin oyuncağı olacak” gibi gerekçeler ileri sürmek… Bunları yapanlar sadece Türkler de değildir. Kürt solcular da uzun süre Kürtçe konuşmadılar, Kürtçe savunma yapmadılar, çocuklarına Kürtçe isim koymadılar. Bunları da “biz milliyetçi değiliz, bir enternasyonalistiz” gibi gerekçelerle açıkladılar. İster Türk ister Kürt olsunlar, böylece hem kaçmış, hem de kendilerini ve başkalarını kandırmış oldular. Türklük ve Türklük sözleşmesi, solun önemli bir kısmını böyle Türkleştirmiştir. Kürt meselesinin gereklerinden kaçırarak Türkleştirmiştir.
    Türklük bir imtiyazlar bütünü olduğu kadar bir bilgi setidir. Türk solunun bilgi dağarcığında son yıllara kadar Kürt meselesine dair ciddi bir bilgi bulmak mümkün değildi. Bu iddianın doğruluğu ve yanlışlığı Kürt meselesine dair kaç Türk solcusunun ciddi bir araştırma yaptığına ve bunu yayımladığına bakılabilir. Kendileri yapmadıkları gibi, yapanları da ciddiye almamışlar veya yok saymışlardır. Özellikle geç 1990’lar öncesi gelişimini tamamlamış bütün önemli Türk sosyal bilimcilerinin yazdıklarına ve konuştuklarına bakılarak da bu iddianın sağlaması yapılabilir.
    Ancak, bu bilgisizlik, ABD’de ortaya çıkan beyazlık çalışmalarının beyaz entelektüeller için öne sürdüğü gibi, pasif bir bilgisizlik değildir.7 Bilgi yokluğundan değil, bilgilenmeme yoluyla bilgisiz kalınmıştır. Çünkü bilmek, kişiye bildiği şeye dair bir sorumluluk yükler. Bilirseniz, bilginin gereğini yerine getirmek durumundasınızdır, o da bedeliyle birlikte gelir. O nedenle bilmemek, bilgiyi yok saymak, bilgiyi üretenleri ciddiye almamak gerekir. Ancak, bunu yaparken de kendinize olan saygınızdan ödün vermeden yapmanız gerekir. Bu noktada yine bilincin dışına itilen mekanizmalar devreye girer. Solcu kişi, bilgilenmek istediği ilgi alanlarını belirlerken Kürdistan’da olup bitenleri çok da önemli bulmamaktadır. Gecekondulaşma, kapitalizmin aşamaları, Türkiye’nin yarı-sömürge durumu, Marksizmin farklı boyutları ve düşünürleri vb. gibi konular ilgi alanlarında ön sıralara yerleşirler. Ülkenin en yakıcı, yüz yıldır onbinlerce kişinin ölümüne yol açan bir sorunu ise ne sol akademisyenlerin, ne de genel olarak Türk solcuların bilgi repertuarına ve ilgi dünyasına çok uzun bir süre girebilmiştir. Türklük ve Türklük sözleşmesi solun bilgi repertuarını da belirlemiştir.
    İmtiyazlar seti ve bilgi repertuarıyla birlikte duygu repertuarı gelir. Duygular sosyalleşme ve bilgilenme yoluyla gelişir ve farklılaşırlar. Duygular öğretilebilir ve öğrenilebilir. Bu anlamda, Türk ve Kürt solcuları iki ayrı duygu dünyasında yaşamaktadırlar. Tipik bir Türk solcusuyla tipik bir Kürt solcusunun, sözgelişi, Atatürk’e, Kurtuluş Savaşı’na, Şeyh Said’e, Kürt gerillalara, Abdullah Öcalan’a yönelik hisleri arasında çok büyük farklar vardır. Aynı olguya bambaşka gözlerle, bambaşka duygularla yaklaşırlar. Türk solcuları Kürt muadilleriyle, Kürtlerin sorunlarıyla, duygularıyla, sevdikleriyle ve sevmedikleriyle çok zor empati kurmaktadır. Türkler için, taş atan Filistinli bir çocukla empati kurmak, taş atan bir Kürt çocukla empati kurmaktan daha kolaydır. Dünyanın bir ucunda bir devlete karşı savaşan gerillaya karşı sempati duyulurken, yanıbaşındaki bir coğrafyada kendi devletine karşı savaşan Kürt gerillası hakkında ne hissedeceğini bilemez. Türklüğün bir ölçüsü de duygu repertuarında neyin olup neyin olmadığıdır.
    Bütün bunlarda aslında şaşılacak bir şey yok. İmtiyazlar setinin korunması doğal veya bilgi ve duygu repertuarlarının fakirliği ve zayıflığı anlaşılabilir. Devlet, okul, ordu, medya, aile, kişinin içinde yaşadığı meslekî cemaatler onlarca yıldır Türklerin ve Türkleşenlerin üstüne çeşitli bilgiler ve duygular empoze ediyor. Kişi sözleşmenin dışına çıkmaya kalkarsa imtiyazlarından oluyor, aforoz ediliyor. Şaşılacak şey, Türk solcusunun neden böyle hissediyorum, neden öyle hissetmiyorum, neden bunu biliyorum, neden onu bilmiyorum, neden bu konuya ilgiliyim, neden bu konuya ilgisizim diye düşünmemesidir. İlginç olan, Türk Marksistlerinin bir konu hakkındaki düşüncelerinin sadece Marksizmle ilgili olduğunu düşünmeleri, düşüncelerinin ve duygularının Türklükle gölgelenmiş olabileceğini hiç akıllarına getirmemeleridir. Eleştirilmesi gereken, Türklük dünyasının imtiyazlar setinin, bilgi evreninin ve duygu dünyasının bir parçası olmaktan ziyade, bunların parçası ve yer yer yeniden üreticisi olunduğunu görememektir. Bu da, Türkiye düşünce dünyasındaki yaratıcılık eksikliğinin sanırım önemli bir nedenidir. Türklük özgür düşünce ve duygu zenginliğinin önünde görülmeyen bir duvar olarak varlığını sürdürüyor.
    İlk bölümde vurguladığım üzere, son yirmi yılda Marksizmin reel-sosyalizmin resmîliğinden kurtuluşu ve resmî ideoloji Kemalizmin çöküş sürecinde oluşu, Türk solunu ve akademisini önemli ölçüde özgürleştirdi. Artık Kürt meselesine daha özgürlükçü, daha bilgili ve daha duygulu yaklaşılıyor. Ancak Kemalizmin ve reel-sosyalizmin çöküşü Türk solunun içselleştirdiği Türklüğün kendiliğinden yok olacağı anlamına gelmez. Çünkü, bahsettiğim Türklük büyük ölçüde bilincinde olunmayan bir varoluş halidir. Belli görme, duyma, duygulanma, bilme ve görmeme, duymama, duygulanmama, bilmeme halleridir. Kendini pasif gibi görünen ilgisizlikle, duygusuzlukla, bilgisizlikle, eylemsizlikle ayakta tutar. Türklüğün farkına varmak, bilgisizliklerin, duygusuzlukların, ilgisizliklerin, eylemsizliklerin arkasında yatan bilinçsiz ya da yarı-bilinçli mekanizmaları kavramayı, neyin gerçek bir düşünce neyinse sadece bir refleks olduğunu bulup çıkarmayı, bütün bunları deşifre etmeyi gerektiriyor. Ancak bu başarılabilirse, Türk solu Türk olmaktan kurtulup Türkiye solu ya da sadece sol olabilir, Türk aydını entelektüel, Türk akademisi de üniversite olabilir.
    Dipnotlar
    1. Kürt meselesi ve Türk solu ilişkisinin tarihine dair Türk aydınlarının eleştirel görüşleri için bkz.: Sever, Metin (1992): Kürt Sorunu: Aydınlarımız ne Düşünüyor, İstanbul: Cem Yayınevi.
    2. Yaşar, Hatice (1988): “Kürt Milli Meselesi Karşısında Türk Sosyalistlerinin Tutumu”, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c. 7, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 2114-15.
    3. Türk solunun ideolojik kaynakları ve Kürt sorunuyla ilişkisi üzerine çok faydalı bir derleme eser için bkz. Gültekingil, Murat, ed. (2007): Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Sol, c. 8, İstanbul: İletişim Yayınları.
    4. Bkz. Ellis, S./Sechaba, T. (1992): Comrades against Apartheid: The ANC and the South African Communist Party in Exile, London: James Currey.
    5. Türklük meselesini daha ayrıntılı ve mukayeseli bir şekilde şu yazımda incelemeye çalışmıştım: Ünlü, Barış (2012): Türklüğün Kısa Tarihi, Birikim, 274, s. 23-34.
    6. Burada, ABD’nin ırksal bir sözleşme üzerinde kurulduğunu ve her beyazın, ister imzacı olsun ister olmasın, bundan faydalandığını söyleyen Charles Mills’den ilham aldım. Bkz. Mills, Charles W. (1997): The Racial Contract, Ithaca: Cornell University Press.
    7. Örneğin bkz. Sullivan, S./Tauna, N., eds. (2007): Race and Epistemologies of Ignorance, Albany: SUNY Press.
    Barış Ünlü
    Lisans ve yüksek lisansını iktisat ve siyaset bilimi dallarında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, doktorasını ise sosyoloji alanında SUNY Binghamton Üniversitesi’nde tamamladı. Halen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyesidir.

  33. karahasan

    IP ve TKP ayri yumurta ikizidir.Ayni yumurta ikizi olsalardi zaten birleșirlerdi.Ikiside ozunde Stalinist ve Kemalisttir.Ayri yumurta ikizleri olduklari icinde degișik politik davranișlar gostermesi normaldir.Birisi AKP ile cok acik ittifak ararken,digeri bunu daha dolayli duzenin diger partisi CHP kanaliyla yapar.ODP ile baglantilari ikisininde ici boș bir empperyalizim soylemi ve kemalist milliyetci damarlaridir.Kendilerince ODP yi idelojik etki altina almaya ve yonlendirmeye calișirlar ve arada birbirlerine pas atarlar.Ayni zamanda bu iki ayri yumurta ikizinin ODP ile buluștuklari noktalarda ODP nin zaafidir.1 mayista birinin kadikoyde,digerinin beșiktașta olmasi ve aktif direnmesi-bu direnme taktir edilir-onlari stalanist ve kemalist olmadiklarini gostermez olsa olsa ayri yumurta ikizinin davraniș farkidir. Ayrica stalinist ve kemalsitlerde yeri geldimi haddinden fazla aktif ve direngen olabilir.Gezi direnișinde bunun orneklerini verdiler.Turkiye sosyalistlerinin buyuk cogunlugu milliyetci-muhafazakar oldugu ve hala bunu așamadiklarini dușunuyorum. 71 direniș cizgisinin uzerine cikamayip ve giderek marjinal kalmasi,milliyetci-muhafazakarliktan kurtulamamasiyla orantilidir.

  34. sait tabak

    üyesi olmaktan gurur duyduğum ve yukarda bzı kişilerce yarı mahçup tarzda **ulusalcı **olarak nitelenen partim **ödp** hakkında yazılan yazılar üzerine cevap vermek ihtiyacını hissettim.diğer oluşumlar hakkında burada konuşmam., ömrümüz ulusalcılıkla mücadele içinde ğeçti., ama ne yazık ki dış ğözlem yapan zatllar kolay ve rahatca karşısındakine ulusalcı yaftasını ğiydirebiliyor,. klasik borazan ğibi.,veya her derde deva aspirin ğibi. 1974 yılı –tsip**in beyazıtta 13 kürt vatandaşımızın katli için yaptığı korsan mitinğde., aralarındaki dev- ğençli arkadaşlar olarak, attığımız**kurdara azadi* sloganını şimdi bu eleştirileri yapan arkadaşların insafına bırakıyor ve anımsamalarında ğüçlük çekeceklerini sanıyorum. ödp–dev- yol her dem kürt halkının tüm kimlik., demokratik haklarını ortak mücadele içinde savunmuş., ayrı örğütlenmesine itirazı olmasına rağmen saygı duymuş., demokratif konferedasyon ğörüşüne kürt halkının isteğine bağlı olarak taraf olmuştur., bunu eylem ve söylemleriyle kanıtlamıştır., işte bu yüzden şimdi ve ğeçmişte kürt ulusalcılarının ve devrim kaçkınlarının hedefi olmuştur.,,duran kalkanın ödp yi hedef ğöstermesi bundandır.,,,,,,,,,,,,,ermeni meselesinde.,,ırkcı söylemleri olmamış.,,bunu da hırant davalarında dosta düşmana ğöstermiştir., şahsen ben her hırant davasına arkadaşlarımla katılmaktan kaçınmamış ., hatta aramızda bu durum .,,,bizden başka gruplar yokmu kardeşim serzenişlerine yol açmıştır.,,bu senelerce devam etmiştir ve edecektir.,,,,,,,,,arada yapılmış olan bir iki yanlış söylem,. veya tavır eylem.,,cımbızla çekilip ğenel bir ulusalcılık yaftası ğiydirilmek isteniliyor ki ., bu çok yanlış bir tutumdur.—–ama dışardan böyle ğörünüyor kardeş,m diyenlere ise cevabımız budur………………………… ödp** bu nasıl bir ulusalcı partidirki kardeşim genel konğrelerinin açılışını **enternasyonal marşı ile yapar. istiklal marşı ile değil. ,,,konğrelerinde devrim şehitlerinin posterleri asılır., türk bayrakları değil. söylemleri mahirden , ibrahim kaypakkayadan ., denizlerden., behice boranlardan bahseder..,,,,fazla uzatmadan şunu söyleyeyim.,,ödp–dev- yol.,,değişen durum mekan zaman., somut durum ve şartlarını ğöz önüne alarak .,doğmatik olmayan bir hat izleyen devrimci,, enternasyonalist.,halkcı , söz yetki karar iktidar halka diyen bir partidir. hiçbir ğüç onu bu yolundan çeviremez. ğeçmiş, içinde bulunduğumuz an, ve ğelecek bizimdir.,–kurtuluşa kadar savaş.,,,,,,selamlar.

  35. onur

    Herkes gizli ve acik olarak ulusalci, kimse kimseyi kandirmasin.

    izler birbirine karisti. nasil cozulecek beli degil. Bu karisikliga dahada neden olunuyor. Kotu nun iyisini sevelim. Al iste karistirma buna denir. Sizlerin bu karsitirmasinin cozumu yillar alacak . Dincisi, uluscusu, fasisti , devrimcisi, antikapitalisti, antifasisti, anarsisti hepsini ic ice sokuyorsunuz. Yarin donulmeyecek gunler oldugunda bakalim ne diyeceksiniz, bu melek rollerinizle

  36. Anonim

    Marx, Cumhuriyetçilik ve Kemalist TKP
    Utku Kızılok

    SİP-TKP’nin önde gelen isimlerinden Kemal Okuyan, burjuva cumhuriyetin 90. yıldönümü kutlamalarının yapıldığı 29 Ekimde, “Marx Cumhuriyetçiydi” başlıklı bir yazı kaleme aldı. Daha yazının girişinde Okuyan şöyle diyor: “Marx’ın ABD’deki Cumhuriyetçilerin destekçisi olduğunu bilir misiniz? Bush’un partisinin yani…” Marx önce Cumhuriyetçi Parti yanlısı ilan ediliyor, sonra da kaşla göz arasında ABD emperyalizminin azılı temsilcisi Bush gibilerin destekçisi gibi gösteriliyor. Peki bir buçuk asır öncesine ait bir meseleye dair herhangi bir not düşülmeden, bodoslamadan Marx’ın, Cumhuriyetçiliğin ve Bush’un yan yana dizilmesinin amacı nedir? Hiç kuşku yok ki, TKP liderinin amacı okuyucuda şok etkisi yaratarak kendi sosyal-şoven politik çizgisini meşrulaştırmaktır. Çünkü Okuyan, söz konusu yazısında Kemalist cumhuriyetin kazanımlarından dem vururken, aynı gün TKP, ulusalcı Kemalist yürüyüşünde önemli bir kavşağı daha geçti ve 29 Ekim Cumhuriyet kutlamalarına bir mitingle ortak oldu.

    Mitingin adının “sosyalist cumhuriyet” olması ise yalnızca zevahiri kurtarmak içindi. Nitekim mitinge katılanların ekseriyeti Kemalist duyarlılıkları nedeniyle oradaydılar; taşıdıkları Türk bayrakları ve kalpaklı Mustafa Kemal bayraklarıyla mitinge gerçek biçimini verdiler, böylece öz ile biçim örtüşmüş oldu. İşte Okuyan, son derece dramatik bir tarzda Marx’ı Cumhuriyetçi Parti destekçisi ilan ederek TKP’nin yeni Kemalist açılımını meşrulaştırmaya, parti tabanından ya da çevresinden gelebilecek tepkileri bu şekilde bir kalem darbesiyle savuşturmaya çalışmaktadır. Öyle ya, koca Marx Cumhuriyetçileri (Bush’un partisini!) desteklemişse ve bunda bir beis görmemişse, TKP’nin Kemalizme sahip çıkması ve burjuvazinin Cumhuriyet Bayramını kutlamasında ne sorun olabilirdi!

    TKP lideri, son derece düz bir akıl yürütmeye, çıkarsamaya ve elbette çarpıtmaya başvurarak insanları aldatabileceğini zannediyor. Ama yanılıyor. Her şeyden önce Marx’ın destek verdiği Cumhuriyetçiler günümüz ABD’sinin muhafazakâr ve gerici emperyalist partisi değil, köleciliğe karşı demokratik cumhuriyet sloganıyla savaş yürüten bir partiydi. Marx’ın, burjuva devrimleri kapsamında olumlu bulduğu demokratik cumhuriyet ile TKP’nin sahiplendiği tepeden kurulan Bonapartist Kemalist “cumhuriyet” arasında hiçbir ilişki yoktur. Kaldı ki, Marx hiçbir zaman burjuva cumhuriyetçiliği mutlaklaştırıp savunmamış, onu feodal gericilik karşısında burjuvazinin ilerici bir rol oynayan egemenlik biçimi olarak görmüştür. Buradan da anlaşılacağı üzere kendinden menkul, mutlak bir cumhuriyetçilik yoktur ve olamaz. Nasıl ki genel ve sınıflarüstü bir hukuk yoksa aynı şekilde sınıf çelişkilerinden azade, sınıf damgası yemeyen bir cumhuriyet de yoktur. Önemli olan cumhuriyetin sınıf karakteridir. Gayet tabii olarak kapitalist toplumdaki cumhuriyet burjuvazinin egemenliğinin bir ifadesidir. Buna karşın, sovyet türü öz-örgütlülükler üzerinde yükselen işçi devleti de bir cumhuriyettir; ancak işçi sınıfının egemenliğinin ve doğrudan demokrasinin ifadesi olarak ve bir burjuva cumhuriyetle kıyaslanmayacak kadar demokratik bir cumhuriyet olarak.

    Bundan 150 yıl önce cumhuriyetçiliğin Marx ve komünist hareket için somut karşılığı bellidir: Feodal soyluluğa ve monarşinin egemenliğine karşı, ondan daha ileri bir toplumun temsilcisi olan burjuvazinin egemenliği! İktidarı elinde tutan ve iktidarın kaynağı olarak Tanrıyı gösteren feodal soyluluk ve kilise karşısında burjuvazi, geniş yoksul kitlelerin desteğini almak için demokratik cumhuriyeti savunuyordu. Ona göre iktidarın kaynağı Tanrı değil, insanların eşit olduğu bir toplum olmalıydı ve toplum kendi kendisini yönetmeliydi. Hatırlanacağı gibi 1789 Fransız Devriminin sloganı eşitlik, özgürlük ve kardeşlikti!

    Marx’ın dönemi, feodalizmin ya da pre-kapitalist ilişkilerin tasfiye olduğu ve burjuva devrimlerin devam ettiği bir dönemdi. İşçi sınıfının görece bağımsız bir sınıf olarak tarih sahnesine adım attığı Avrupa’da bile, henüz feodal soyluluk-kilise ile burjuvazi arasındaki mücadele sonuçlanmış değildi. ABD’nin güney eyaletlerinde modern kapitalist ilişkilerin yanında bir garabeti temsil eden kölecilik hüküm sürüyordu. Kapitalist gelişmenin önünü tıkayan üretim ilişkileri ve sınıfların varlığı, modern sınıf mücadelesinin burjuvazi ve işçi sınıfı arasında net çizgiler üzerinde gelişmesini geciktiren bir etmene dönüşüyordu. İşçi sınıfının gelişmesi ve kapitalizme karşı mücadeleye atılabilmesi için köhnemiş tüm üretim ilişkilerinin ve sınıfların ortadan kalkması gerekiyordu. İşte bu bakış açısından hareketle Marx, 1861’de patlak veren ABD iç savaşında, Güney’deki köleciliğe saldıran Kuzey’in cumhuriyetçi burjuvazisinin zaferinden yana olmuştur.

    Marx, Kuzey’deki cumhuriyetçi burjuvazinin lideri ve aynı zamanda ABD Başkanı olan Abraham Lincoln’e yazdığı mektupta, Güney’deki köleciliğin, çağın ana çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisini perdelediğini ifade ediyordu. Marx, çok önemli bir hususa dikkat çekiyordu: “Kuzey’in gerçek siyasal gücü olan işçiler, köleliğin kendi cumhuriyetlerini kirletmesine göz yumdukları sürece, kendi rızası olmaksızın egemen olunan ve satılan zencinin karşısında, kendisini satmasının ve kendi efendisini seçmesinin beyaz tenli işçinin en yüce hakkı olmakla övündükleri sürece, gerçek emek özgürlüğünü sağlayamıyorlar, ya da Avrupalı kardeşlerini kurtuluş uğruna verdikleri mücadelede destekleyemiyorlardı; ama ilerlemenin önünde duran bu engel, iç savaşın kızıl deniziyle kaldırılıp atılmıştır.”

    Marx, Güney’deki kölecilik sürdüğü müddetçe, siyah emekçiler karşısında efendisini seçmekle övünen “özgür” Kuzeyli işçilerin, kendilerini sömüren burjuvaların “eşit ve özgürüz” propagandasını aşamayacağının farkındaydı. Aynı yaklaşımla Marx, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmuş ve ezen ulus işçi sınıfının burjuvazinin milliyetçilik gözbağından kurtulmasının ancak bu şekilde mümkün olacağını belirtmiştir. Yani milliyetçi Kemalist açılımlarını meşrulaştırmak amacıyla Marx’ı yardıma çağıran TKP’nin tam aksini savunmuş ve hayata geçirmeye çalışmıştır.

    Günümüz dünyasında ve Türkiye’de, işçi sınıfının burjuva cumhuriyeti savunmasının hiçbir nesnel temeli kalmamıştır. Çünkü burjuvazi tüm dünyada egemen pozisyondadır ve bu egemenlik emekçi sınıflar üzerinde hüküm sürmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının savunacağı ve uğruna mücadele edeceği şey burjuva cumhuriyet olamaz. Hele ki burjuva anlamda bile demokratik olmayan Kemalist tepeden inmeci bir cumhuriyeti hiç savunamaz! Devrimci işçi sınıfının hedefi, kendi doğrudan demokrasisinin ifadesi olan işçi sovyetleri iktidarını savunmak ve işçi sovyetleri cumhuriyetini bir devrimle hayata geçirmektir. Marx ve Engels’ten başlayarak Marksizmin kurucuları ve sürdürücüleri, bu hedef doğrultusunda mücadele etmiş, burjuva cumhuriyet konusunda işçi sınıfı saflarında yanılsama üretilmesine karşı çıkmışlardır.

    Meselâ, 1852’de Fransa’da monarşistlerle cumhuriyetçiler arasında kıyasıya bir kavga sürüp giderken Marx, Bonapart darbesini konu alan Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitabında şunları söylüyordu: “Parlamenter cumhuriyet, burjuvazinin lejitimist ve Orleancı iki kesiminin, büyük toprak mülkiyeti ile sanayinin, birbiri yanında, eşit haklara sahip olarak bir arada bulunabildikleri tarafsız alan olmaktan fazla bir şeydi. Parlamenter cumhuriyet bu kesimlerin ortak egemenliklerinin vazgeçilmez koşulu, onların genel sınıf çıkarlarının, hem bu ayrı ayrı kesimlerin hem toplumun bütün öteki sınıflarının istemlerine egemen olabileceği tek devlet biçimi idi.”

    Demokratik cumhuriyet konusu bilhassa 1917 Rus Devriminde sosyalistlerin gündemine oturmuştur. Sosyalistlerin ekseriyeti ve hatta Bolşevik Parti’nin önemli bir kesimi, önceliğin burjuva devrimi olduğu teorik varsayımından hareketle demokratik cumhuriyeti savunmuş ve işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesine karşı çıkmıştır. Bu anlayışa karşı mücadele eden Lenin, demokratik cumhuriyetin burjuvazinin bir egemenlik biçimi olduğunu ve işçi sınıfını bu sınırlarda tutmanın ihanet anlamına geldiğini belirtmiştir. Lenin, pek çok makalesinde ve özellikle de Devlet ve Devrim’de Marx ve Engels’e dayanarak bu mesele üzerinde durmuştu. Avrupa sosyal demokrasisinin sınıflar üstü bir cumhuriyet varmışçasına ürettiği yanılsamalara karşı şöyle diyordu: “Gerçekte demokratik cumhuriyet, kurucu meclis, genel oy vb. burjuva diktatörlüğüdür ve emeği kapitalist boyunduruktan kurtarmak için, bu diktatörlüğün yerine proletarya diktatörlüğünü geçirmekten başka hiçbir yol yoktur.” Lenin, işçilere, burjuva demokrasisinden, feodaliteye oranla çok büyük bir tarihsel gelişme olarak yararlanmalısınız, ama bu demokrasinin burjuva niteliğini, tarihsel bakımdan göreli ve sınırlı niteliğini bir an bile unutmamalısınız diye sesleniyordu.

    Burjuvazi, cumhuriyeti sırf soylu sınıflar karşısında üstün gelmek için savunmuyordu; aslında demokratik cumhuriyet, kapitalist üretim ilişkilerinin doğurduğu burjuva egemenlik biçiminin bir ifadesidir. Burjuva demokrasisinin en temel özelliği yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrışması, dolayısıyla olağan devlet yapısının monolitik olmaması ve burjuvazinin genel çıkarlarının temsilcisi olarak hizmet vermesidir. Bunu tamamlayan şey, hukuksal eşitlik ilkesi ve genel oy hakkına dayalı seçimlerin varlığıdır. Genel oy hakkının ve seçimlerin iki yönü vardır: Hem geniş kitlelerde yanılsama yaratarak onları düzen sınırları içinde tutar hem de burjuvazinin iç rekabetinin siyasal alanda bir çözüme kavuşması işlevini üstlenir. İşte demokratik cumhuriyet denen şey budur.

    Peki, TKP’nin gözyaşı döküp kazanımlarıyla birlikte tasfiye edildiğini söylediği Kemalist cumhuriyet, burjuva demokratik bir cumhuriyet miydi? Tarihsel gerçekler bunun böyle olmadığını gözler önüne seriyor. Savaştan yenik çıkan ve işgal edilen Osmanlı toprakları üzerinde, Kemalist liderlik öncülüğünde verilen Milli Mücadele sonucunda bir ulus-devlet kurulmuş ve demokratik olmayan bir cumhuriyet ilan edilmiştir. Devamında ise hilafet kaldırılmış ve kapitalist gelişmeye temel döşemek amacıyla kimi ekonomik adımlar atılmıştır. Monarşiye son verilerek cumhuriyet ilan edilmesi ve yukarıda sayılan unsurların hayata geçirilmesi noktasında Kemalizm tarihsel açıdan ileri bir rol oynamıştır. Ancak Kemalizmin ilericiliğinin de devrimciliğinin de sınırları buraya kadardır. Cumhuriyetin kuruluş sürecine geniş halk kitlelerinin hiçbir katılımı yoktur. Cumhuriyetin bir gecede nasıl ilan edildiği ve kabul ettirildiği malûm! Dolayısıyla ortaya çıkan şey, demokratik bir cumhuriyet değil, Bonapartist bir diktatörlüktür.

    Böyle olduğu için de acilen çözülmeyi bekleyen hemen hiçbir demokratik sorun çözülmemiş, Osmanlı’dan alınan despotik devlet yapısı parçalanıp atılmamış, tersine, cumhuriyet yağına bulanarak varlığını devam ettirmiştir. Mehmet Sinan’ın şu ifadeleri dikkat çekicidir: “Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı «Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme» söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir.”

    Şeyhülislamlığın yerine Diyanet Başkanlığının kurulması, bir mezhebin resmi devlet dini haline getirilmesi, üstelik de bunun laiklik olarak sunulması, tepeden cebir yoluyla çarşafın, fesin ve sarığın yasaklanması ve buna “kılık kıyafet devrimi” denilmesinin vb. neresi devrimcilik, ilericiliktir! Cumhuriyeti kuran Kemalist liderlik Osmanlı bürokrasisinden gelmektedir ki, o bürokrasi devletlû despotik bir sınıftır. Gelişmiş bir sermaye sınıfının olmadığı koşullarda siyasal liderlik Osmanlı’dan gelen Kemalist bürokrasiye kalmış, zaten despotizmin bir parçası olan bu liderlik, halk kitlelerini sürecin dışına iterek ve baskı altına alarak bir burjuva devlet yaratmış ve burjuvazinin ve devletlû elitin ihtiyaçları doğrultusunda tepeden dönüşümleri dayatmıştır. Bu nedenle Kemalizm, olağanüstü rejim altında tepeden cebir yoluyla burjuva dönüşümleri dayatan Bismarkçılığın bir türüdür. Bu tür tepeden devrimler ve bunların önderlikleri konusunda Marksizmin tutumu gayet nettir. Lenin’in şu sözleri, bu konuda verilebilecek onlarca örnekten sadece biridir: “Bismarck, kendi junker tarzıyla, ilerici ve tarihsel bir görevi yerine getirdi, ama bu gerekçeyle sosyalistlerin Bismarck’ı desteklemesini haklı göstermeyi düşünen birisi, gerçekten ne âlâ bir «Marksist» olurdu!”

    Rejimin şeklen cumhuriyet olması, ona demokratik bir öz kazandırmamaktadır. İran’dan Çin’e, Suriye’den Kuzey Kore’ye pek çok ülke cumhuriyettir. Buna karşın İngiltere, İsveç, İspanya gibi pek çok ülke de cumhuriyet değil monarşidir. Herhalde hiç kimse kalkıp da örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin bu monarşilerden daha yetkin bir demokrasiye sahip olduğunu iddia edemez.

    SİP-TKP’nin sol Kemalizme evrimi

    SSCB’nin sahneden çekildiği, işçi sınıfı hareketinin gerilediği ve burjuva kesimler arasında şiddetlenen iktidar kavgasının şekillendirdiği siyasal arenada, küçük-burjuva sosyalizminin bünyesindeki Kemalist eğilimler kabak gibi açığa çıkmıştır. Özellikle 28 Şubat sürecini bir dönemeç noktası olarak tarihe kayıt düşmek ve AKP’nin hükümet olmasıyla Kemalizmin Türk solunda çok daha baskın bir şekilde öne çıktığını belirtmek gerekiyor. İşçi sınıfıyla herhangi bir ilişkisi olmayan SİP-TKP de, küçük-burjuva ulusalcı sosyalizm anlayışına uygun olarak Kemalizm yoluna girmiştir. TKP’nin Kemalizme doğru geçirdiği dönüşümün teorik temellerini daha önce birçok kere ortaya koymuştuk. Bilhassa 1990’ların ikinci yarısında belirginleşen sol Kemalist eğilimin, 2000’li yıllarda teorik temelleri döşenmiş ve son birkaç yılda ise TKP ait olduğu yeri bulmuştur.

    TKP’nin ideologları mevcut koşullarda sosyalist devrimin emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselemeyeceğini söylüyorlardı: “Sosyalist devrim emek-sermaye çelişkisi üzerinde yükselebilseydi, elbette her şey farklı olurdu.” Onlara göre, burjuvaziyle ve emperyalizmle mücadelede “soyut” bir emek-sermaye çelişkisi yerine yurtseverlik geçirilmeliydi! Emek-sermaye çelişkisi tâli, yurtseverlik başat derken, “vatan hainliği” suçlamasını yapma hakkının esas olarak solda olduğunu söyleme noktasına kadar varılmıştı. Marksizmin bu şekilde tahrif edilmesi, bizzat Lenin’in hedef seçilmesine kadar uzatıldı ve Lenin devlet ve devrim konusunda anarşizme açılmakla suçlandı. O günden bugüne TKP’nin sosyalist renkleri iyiden iyiye soluklaşırken, Kemalist renkleri koyulaşıp bütünü belirlemeye başladı. Tam da bu dönüşümün bir sonucu olarak, “30 Ağustos Taarruzu” ve onun “Başkomutanı” Mustafa Kemal artık rahat bir şekilde, utanıp sıkılmadan selamlanabilmekte, cumhuriyet mitingleri düzenlenebilmektedir.

    TKP yakın zamana kadar, AKP’nin cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmaya giriştiğini söylüyordu. Meselâ şöyle deniyordu: “Bağımsızlık, laiklik, cumhuriyet gibi tarihsel ilerleme öğeleri artık birer yük sayılmaktadır.” Gelinen evrede ise artık AKP’nin Mustafa Kemal’in kurduğu cumhuriyeti (birinci cumhuriyet) tasfiye ettiği ve ikinci cumhuriyeti inşaya giriştiği söylenmektedir. “Türkiye’de olan, en özet haliyle Birinci Cumhuriyetin yıkılmasıdır” diyen Aydemir Güler gibi TKP şefleri “laiklik, bağımsızlık ve kamuculuk” özelliklerini atfettikleri Kemalist cumhuriyet için gözyaşı dökmektedirler. Kemalist önyargılarla akıl sağlıkları bozulanlar, Kemalist cumhuriyeti efsaneye dönüştürerek ona tümüyle gerçekdışı değerler atfediyorlar. Oysa gerçek şudur: Türkiye ne dün hakiki anlamda laikti ne de bugün.

    TKP’nin sahip çıkılmasını istediği kamuculuk ise, tastamam devlet kapitalizmi uygulamalarıdır. Devrimci işçi sınıfının özelleştirmeleri savunacak bir politik pozisyonu olamaz. Ancak kapitalist özel mülkiyet karşısına kapitalist devlet mülkiyetinin çıkartılması, kutsanması ve bunun bir tür sosyalizm olduğu ya da devlet mülkiyetinden sosyalizme daha rahat geçileceği yönlü yanılsamaların üretilmesi de kabul edilemez. Devrimci Marksizm, küçük-burjuva sosyalizminin bu tür yanılsamalar üretmesine karşı daima mücadele yürütür.

    Diğer taraftan eğer siyasal bağımsızlıktan söz edilecekse, Türkiye 1923’ten beri bağımsızdır. Ancak emperyalist-kapitalist dünyada mutlak bağımsızlık diye bir şey yoktur. Zira dünya ekonomisi organik bir bütündür ve tüm ülkeler şu ya da bu biçimde birbirlerine bağımlıdırlar. Ne var ki, bu gerçekliği anlamayan “Üçüncü Dünyacı” küçük-burjuva sol, 1960’lardan beri Türkiye’nin emperyalizme bağımlı olduğundan ve bağımsızlık mücadelesinden dem vuruyor. TKP de aynı görüşleri yıllardır savunagelmiştir. Meğer Türkiye, AKP’ye kadar bağımsızmış!

    Kemal Okuyan’a göre “Kemalizm düşmanlığını bayrak yapandan solcu çıkmaz”. Niye? Çünkü TKP’ye göre Kemalizm ilerici, ama AKP gericidir! Burjuvazinin bir kesiminin ideolojisinin sahiplenilmesi gerektiğini vazeden bu sav, kocaman bir aldatmacaya dayanmaktadır. Kemalist rejimin işçi sınıfı, komünist hareket, Kürt halkı ve diğer azınlıklar üzerinde nasıl terör estirdiğini, tepeden dayatmalarla Türk esaslı bir ulus yaratmaya çalıştığını, işine geldiğinde dini sonuna kadar kullandığını vb. burada sayıp dökmeye gerek yok. Komünistlerin görevi, gericilik ve işçi sınıfına kan kusturma noktasında hiçbir ayrım ve farklılığı olmayan burjuva kesimler arasından birisini tercih etmek ve onu ilerici ilan etmek değildir. İşçi sınıfına, burjuvazinin egemenliğini yıkma ve iktidarı kendi ellerine alma mücadelesinde önderlik etmektir.

    TKP’nin iddia ettiği gibi ne Kemalist cumhuriyette sahiplenilmesi gereken ilerici değerler vardır ne de söz konusu cumhuriyet tasfiye edilmiştir. Eğer gerçekten de burjuva anlamda bile daha geriye bir gidiş olsaydı –meselâ, faşizmin iktidara yürümesi, cumhuriyetin ortadan kaldırılması, monarşinin getirilmesi, şeriat hükümlerinin egemen kılınması söz konusu olsaydı– devrimci Marksistlerin görevi elbette buna karşı çıkmak olurdu. Ancak bu karşı çıkışı Kemalizme atfedilen şeyler üzerine inşa etmezlerdi. İşçi sınıfının, AKP’nin ve İslamcı-muhafazakâr burjuvazinin karşısında tutunacağı dal, Kemalizm değildir. Devrimci işçi sınıfının Kemalist efsanelere ihtiyacı yoktur. Devrimci işçi sınıfı Kemalizmin kendisine yakıştırdığı “ilerici”, “laik”, “devrimci”, “halkçı” gibi sıfatları doğru kabul ederek onu sahiplenmez, sahiplenemez. Sınıfların ortadan kalkmasına ve müreffeh bir toplum yaratılmasına doğru değişimi içeren gerçek ilericiliği, demokrasiyi, laikliği ancak devrimci işçi sınıfı temsil eder.

    (Kaynak: Marksist Tutum, Aralık 2013, no: 105)

    http://marksist.net/utku-kizilok/marx-cumhuriyetcilik-ve-kemalist-tkp.htm

  37. amadeus

    TKP`nin son zamanlardaki politikasi IP`in politikasina cok benziyor. Yillardir TKP`yi elestirenler zaten TKP`nin zaman zaman eksen kaymasi yasadigini soyler. Yani TKP ulusalci olmasa bile ulusalcilarin icinde gercekten sola yakin kisilerin olabilecegini ifade etmekte ve onlari kazanmaya calismakta. Ornegin CHP icerisinde TKP`ye sempati duyan cok fazla insan vardir. CHP`liler IP`i hic sevmez ama TKP`ye sicak bakarlar. Biraz da isimden kaynaklanmakta bu. Sosyalizmi ve komunizmi ogrenmeye baslayan kisiler `komunist parti` tekelini elinde bulunduran TKP`ye ister istemez yakinlik duyuyorlar. Isci Partisi, CHP`nin 6 oka sahip cikmadigini bir anlamda gercek CHP`nin kendileri oldugunu iddia etttigi icin CHP`li kitle tarafindan sevilmemekte.

    TKP ve IP`in ortak noktalarindan birisi de iki partinin Stalin`e sahip cikmasidir. Perincek, Stalin`den Gorbacov`a kitabinda, Kemal Okuyan da `Stalin`i Anlamak` kitabinda Stalin`e her seye ragmen sahip cikar. Yani ideolojik olarak birisi MDD`ci, biri SD`ci, ama Stalin konusunda neredeyse ayni dusunuyorlar. Perincek`in kendini bu kadar abartmasinin ve her seyin merkezinde kendini gormesinin arkasinda da bu var.

    Bir baska ilginc nokta da sudur. Sol.org.tr`nin internet sitesindeki haberler IP`li kitle tarafindan sosyal medyada cok fazla paylasilmaktadir. Sol.org.tr her ne kadar IP`i ciddiye almasa ve aralarinda zaman zaman tartismalar ciksa da, IP`in kitlesi Sol.org.tr`ye onem vermekte, hatta soL gazetesini alip okumaktadir. Yani TKP`nin anti-emperyalizm soylemiyle IP`in anti-emperyalizm soylemi arasinda buyuk benzerlikler var. Iki partinin uslubu bu konuda birbirine carpici bir sekilde benziyor. Bunu kimse inkar edemez. Ayrica, Isci Partililer TKP kitlesini ikna edebilecekleri, ortak bir sekilde hareket edebilecekleri bir kitle olarak gordugu icin zaman zaman yumusak bir uslup kullanmakta ve yurtsever cephenin, ulusal cephe/milli cepheden bir farki olmadigini iddia etmektedir. Ulusalci hassasiyetleri fazla olmayan ve bu yuzden Isci Partisi`nden ayrilan insanlarin gittigi ilk parti- TKP`den IP`e cok fazla gecen kisinin oldugunu dusunmemekle birlikte- TKP`dir. Son zamanlarda IP`ten TKP`ye gecen cok kisi oldu. Yani iki parti arasindaki iliskiye bir de bu acidan bakmak gerekir. Ortak noktalar olmasa bu kadar cok gecis yasanmazdi. Ornegin Isci Partisi`ne de MHP`den, BBP`den gecen cok fazla kisi var. Yani fasizmin yeni cazibe merkezi IP son zamanlarda sag partilerden bircok kisiyi kendisine cekti. Bunu da zaten sag partiler arasi bir rekabet olarak goruyorum.

    TKP`ye tekrar donecek olursam, Ermeni konusunda TKP`nin cok net bir tavri yok. Ne sis yansin ne kebap seklinde bakiyorlar konuya. Ulusalci/Kemalist kesimi kusturmeyelim, tepki cekmeyelim diye cok radikal bir tavir alamiyorlar. Kurt sorunu konusunda da gun gectikce tutuculasmaya basladilar. Halen TKP`nin bu konuda solda oldugunu dusunsem de kimi cikislarini endise verici buluyorum. Zira birkac yil once BDP-TKP arasinda bircok kavga cikti. Kurt hareketine temkinle yaklastiklarini, zaman zaman ulusalci kesimin refleksleriyle hareket ettiklerini dusunuyorum. Yazdiklarimdan kesinlikle TKP Kurt hareketine karsidir, IP`le ayni noktadadir seklinde bir sonuc cikarilmasin. Gun Zileli`nin yazdiklarina kismen katilsam da bazi noktalarin es gecildigini dusunuyorum.

    Sonuc olarak TKP`nin Kemalistlerle iletisim halinde olmak istedigi icin ulusalciliga cok net bir sekilde karsi cikamadigini, yeni seyler ortaya koyamadigini, uretemedigini, kendini tekrarlayan sekilci/Sovyetci bir parti oldugunu dusunuyorum. Ulusalci degildir, ama ulusalcilarla paylastiklari ortak noktalar Kurt hareketiyle paylastiklari ortak noktalardan daha fazladir. TKP ve IP bu anlamda ufuk acici, zihin acici bir noktada degiller.

  38. soruYorum

    bu kadar laf arasında nasıl bir ölçü tutturulacak, kimin ulusalcı, milliyetçi ya da enternasyonalist olduğunu tayin etmek için? gel de çık…

    lenin in kriterini hatırlamak işe yarar mı? lenine göre “ezen ulus devrimcileri ezilen ulusun ayrılma hakkını bila kayd-u şart savunacaktır; savunmamak enternasyonal devrimciliğe aykırı ve ihanettir.

    buna karşılık; bu kararlı amasız, fakatsız, lakinsiz ve zamane şartlarından dem vurmayan” enternasyonalist tavır ve tutum karşısında “ezilen ulus devrimcisi” de birlikten yana irade kullanacaktır.UKKTH nın enternasyonalist ölçüsü budur.

    ulus kavramının yerine bence, milliyet terimi daha uygun olurdu, ama….

    şimdi bu sol kavram çevirilerinin üzerinde tartışmanın yeri burası değil.

    leninist milliyetler sorununda takınılacak devrimci tavır bu iken, allah aşkına hangi örgüt, parti ya da çevre bu ilkeye bi-hakkın riayet ediyor? buyursun söylesin…

    ama bence şu BURJUVA-DEMOKRATİK kriter bile, yeterlidir bu yapıları anlamak ve samimiyetlerini test etmek için:

    1- RESMİ DİL DİYE BİR KABULLERİ VAR MIDIR VE HANGİ DİLDİR?

    2-ANADİLDE EĞİTİM HAKKI KONUSUNDA NET OLARAK ŞU AN İÇİN NE SÖYLÜYORLAR?

    3- “ama’lı, fakat’lı tiradlar çekmeden”, MİLLİYETLERİN, ULUSLARIN (adına her ne denecekse) AYRILMA HAKKINI SAVUNACAKLARI KADAR ÖZGÜVENLERİ TAM MI? Eğer bu kadar samimi bir enternasyonal devrimci özgüven içindeler ise, Kürt ve diğer halklardan devrimcilerden,”birlikte mücadele için beklenti içinde olmayı” umabilirler…

    benim anladığım-hatırladığım leninist kriter bu…acaba yanılıyor muyum?

  39. Anonim

    Ateist+Kemalist=TKP’li

    bir türkiye komünist partisi partizanını en iyi şekilde anlatan formulize eden denklemdir. çoğunluğu kemalist kökenli ya da çağdaşlık olarak izmir şehrini örnek alan ailelerden gelen kemalist ergenlerin atalarının laiklik ilkesinin yan etkisi olan ateizm ile lise sonlarında tanışmasıyla başgösteren ve üniversiteye geldikten sonra ‘ben bi dünyayı değiştireyim bareee’ deyip kendi fikriyatına en uygun parti olan tkp’e üye olmasıyla bu süre.ç tanımlanır.

    peki bu lise sonra ateizm özentisi olan kemalist ergen neden tkp’yi kendine yakın hissetmiştir? çünkü tkp islamafobik olmasının yanında bir de mustafa kemal hayranı, kemalizmin ahbaplarıdır.

    eksisozluk.com/ateist-kemalist-tkpli–2606399

    Türkiye Kemalist Partisi

    Şapka Devrimcilerinin Partisi

    http://4.bp.blogspot.com/_POnM-ZwwNwA/TR_Sz1sbcyI/AAAAAAAAGLw/k8tbI6V-TZQ/s1600/sapka-small.jpg

  40. Anonim

    TKP: Dilinde ‘Komünist Ekim’, Bilincinde ‘Kemalist Ekim’

    Son bir kaç gündür TKP’de hummalı bir çalışma göze çarpıyor.

    TKP’li gençler büyük bir mutluluk içinde ve yorulmadan afişleme yapıyorlar. Afişlere bakıldığında mutluluklarının sebebi anlaşılıyor; 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı.

    TKP bu afişlerle 29 Ekim’de Kadıköy’de düzenlenecek miting için tüm(!) yurttaşlara çağrıda bulunuyor ve şöyle sesleniyor;”Yeni bir cumhuriyet için buluşuyoruz. Türkiye AKP’ye boyun eğmiyor.”

    Bakın çağrıyı CHP değil, TKP yapıyor. Yani kemalistler değil, kendilerine ‘komünist’ diyenler!

    Kendisine ‘komünist’ diyen bir parti, bilindiği üzere sınıf siyaseti yapar. Her türlü gelişmeyi sınıfsal bir yaklaşımla değerlendirir ve emekten yana bir politika izler. Örneğin resmi ulusal bir bayram için değil de, sınıfsal ‘Ekim Devrimi’ için bir miting düzenlerdi. Bu tarz bir etkinlik daha anlaşılır ve amacına uygun olurdu. Böylece bu etkinlikle hem ‘ideolojik’ hem de ‘enternasyonel’ bir mesaj verilmiş olurdu.

    Fakat TKP ne yapıyor?

    29 Ekim gibi resmi bir bayram için bir miting düzenleyeceğini açıklıyor ve bu mitinge AKP’ye karşı olan tüm(!) yurttaşları davet ediyor.

    Böylece TKP yeni bir cumhuriyet sloganı ile hem Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamanın, hem de bu bayram vesilesi ile AKP karşıtı bir mitingi organize etmenin hesabını yapıyor. Yani bir taşla iki kuş vurmayı hedefliyor. Belki bu şekilde daha kalabalık bir topluluğun oluşacağı ve bundan yararlanmanın hesabı yapılmıştır. Belki de Cumhuriyet mitinglerine olan özlem, bir nebze de olsa da giderilmek istenmiştir. Kim bilir?

    Her neyse.

    Konuya dönecek olursak burada TKP’nin kullandığı ‘dil’in ve ‘zihniyet’in sorunlu olduğu görülüyor. Bir komünist partisi söylemlerini işçi sınıfının birliği, beraberliği ve dayanışmasına yönelik oluşturur.

    Fakat TKP işçi sınıfını, AKP’li olan ve olmayan şeklinde bölüyor. Şöyle ki; mitinge katılacak olan ‘tüm yurttaşlar’ olarak bahsedilen kitle aynı zamanda AKP’ye boyun eğmeyen ‘Türkiye’ olarak düşünülüyor. Yani AKP’ye oy vermeyenler yeni bir cumhuriyetin kitlesi olacaklar. Anlaşılan o ki, TKP için devrimci kitlelerden kastedilen, anti-AKP’li olan kitlelerdir.

    Yani TKP için belirleyici olan emek-sermaye çelişkisi değil de, iktidar-muhalefet çelişkisi oluyor.

    TKP’nin düşünüş tarzının ne kadar vahim olduğunun anlaşılması için çağrı metninde ‘Türkiye’ hakkında söylenenlere bakılmalıdır:

    “Türkiye, padişahlık özentilerine, şeyhülislam bozuntularına, takunyalı Amerikancılara, bilim düşmanlarına bırakılmayacak kadar değerlidir.”

    “Ve Türkiye, AKP’nin biçtiği deli gömleğine sığmayacak kadar büyük ve güzeldir.”

    Bilindiği gibi komünistler için hiçbir ülke ne değerlidir, ne de büyük ve güzeldir. Bir hatırlatma da bulunalım; işçilerin ‘değerli, büyük ve güzel’ bir vatanı yoktur. Amaçları zaten ülkelerin, sınırların, sınıfların olmadığı komünal bir toplum ve yapı kurmaktır. Dolayısıyla bu Türkiye hakkındaki güzellemeler komünistlerin değil, olsa olsa ulusalcıların ve milliyetçilerin hoşuna gider.

    Aslında bütün bunlara şaşırmamak gerekiyor. Çünkü TKP, TKP ismini aldığından beri sınıfsal söylemi bir kenara bıraktı ve zamanla ulusalcı bir söyleme yöneldi. Kendisine komünist diyen bu parti, daha sonra cumhuriyetin kazanımlarını koruma söylemini geliştirdi, bununla da yetinmeyerek kemalizmi savunur bir konuma geldi.

    Mesela 23 Ekim tarihli ‘Sol’ gazetesinde Kemal Okuyan’ın ‘Kemalizm’ başlıklı bir yazısı yer aldı. Bu yazısında Okuyan kısaca; “kemalizm düşmanlığını bayrak yapandan solcu çıkmaz.” ve “bugün kemalizmle hesaplaşıyoruz diye gericilik ve emperyalizme alan açanlara solda yer yoktur.” gibi saptamalarda bulunmuş. Görüldüğü gibi1923’ten beri bu ülkede yaşanan tüm trajedilerde sanki kemalizmin hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi bu cümleleri kendisine komünist diyen biri söylüyor.

    Konuyu daha fazla uzatmadan şöyle bir akıl yürütelim.

    Bir ülke düşünelim. Bu ülkede kendisine ‘komünist’ diyen bir parti olsun. Kendisine komünist diyen bu parti, bu ülkenin resmi ideolojisinin bir tezahürü olan resmi bir bayramını kutlamak için bir miting düzenliyor. Buradan nasıl bir sonuca varılabilir? Ya o ülke ‘sosyalist’ bir ülkedir veya o parti ‘komünist’ bir parti değildir.

    O halde Türkiye, sosyalist bir ülke olmadığına göre geriye doğal olarak diğer şık kalıyor yani TKP’nin komünist olmaması.

    Hatırlanacağı üzere, 11 Kasım 2001 tarihinde ‘Sosyalist İktidar Partisi’ olan partinin, ismini büyük bir uyanıklık ve kurnazlıkla ‘Türkiye Komünist Partisi’ olarak değiştirmesi ile TKP’nin komünist bir parti olmadığı o gün anlaşılmıştı.

    O gün aynı zamanda büyük ve tarihsel bir yanlışlık yapılmıştı.

    Partinin kemalist olması gereken ismi, yanlışlıkla komünist olarak yazılmıştı!

    Kim bilir, belki bu da komünizme karşı geliştirilmiş yeni bir mücadele yöntemidir.

    http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/tkp-dilinde-komunist-ekim-bilincinde-kemalist-ekim-37068

    http://blogimg.radikal.com.tr/Blogs/2013/10/25/logo-8D33-1F70-C2BA.jpg

  41. Anonim

    Birileri için 1 Mayıs sokaktan devrim devşirmenin bir yolu olabilir. Komünist demenin hakaret kabul edildiği bir ülkede işleri çok da zordur. Ayrıca, emekçilerin hangi oranda sosyalist mücadelenin birer neferi olmaya baş koyduğu önemli bir sorudur. Bugüne kadar Kemalizm ile yüzleşmemiş hatta onun ardına takılmış bir ideolojinin, sermayeden daha çok dindar halk ve onun inançları ile uğraşması, her daim aşağılaması cuntacı, jakoben bir zihniyeti ifşa eder.

    İşçileri sermayenin çarkları arasından kurtarmak isteyenlerin öncelikle kendilerinin kapitalist sermayedarlarla birlikteliklerini sorgulamaları gerekmez mi? Başta TUSİAD, Koç, Boyner olmak üzere sermayenin adeta koruyucu kanatları altında, maddi-manevi desteği ile devrim hayalleri kuranlar işçi-emekçileri nasıl özgürleştirebilir? Bizim ülkenin kahramanı halkından ateşi alarak tanrılara vermenin derdine düşmüşse bu işte bir terslik yok mudur? “Kavgamız sermaye ile” diye bağıranlara karşın sermayenin-Kapitalistlerin sosyalist örgütlerle kayda değer bir kavgasının olmaması garip değil midir?

    Yoksul halkın umudu olamamış sosyalizm kendini sorgulayacağına halkı ve onun inançlarını sorguluyorsa, sorgulamakla kalmayıp düşmanca saldırıyorsa 1 Mayıs ancak Laik-Batıcı-Seküler orta sınıfın, kendini Fight Club kahramanı sanan beyaz yakalıların, “ötekisinden” korkan liberallerin bayramı olabilir. Hangi halktan ve kimin mücadelesinden bahsedilmekte? Suriye’de diktatöre “boyun eğme” diyen, şebbihalara moral konseri veren, halkını varil bombaları ile katledenlerin saffında savaşan, Mısır’da askeri cuntayı anlayışla karşılayan, Adeviyye Meydanına sırtını dönen bir zihniyet vicdanını yitirmiştir. Vicdanı olmayan ise asla özgür olamaz!

    http://www.haksozhaber.net/isci-yazgisi-2-28103yy.htm

  42. ismi ne yapacaksın Gün :D

    doğrudur, tkp ulusalcı değildir. o katıksız faşisttir.

  43. Ayanoğlu

    Gün Zileli,bilimsel sosyalizme karşı.
    Güz Zileli,Marx-a,Lenin-e karşı.
    Mao-ya karşı.
    STALİN-e ise düşman.
    Zile-li Sovyet Devrimine,Çin devrimine,Küba devrimine karşı.
    Zileli, bugünkü Venezüella ve Küba-ya da karşı.
    Kimi saf solcular aydınlansın diye bunları yazıyoruz.

    Şimdi,sosyalizm karşıtı,Lenin karşıtı,Stalin düşmanı Zileli TKP üzerine yazıyor.

  44. O.Gürsel

    Kemalizm, Ulusalcılık, sosyalizm konularında hepimiz farklı düşüneni hemen hedef tahtasına koyup, elimizde ne varsa saplanması hırsıyla fırlatıyoruz.
    “Farklı” düşünceyi aşağılamazsak, “kendi” düşüncemiz o “hayat terazisi” kefesinde aşağı inecek korkusu içinde yaşıyoruz. Olgular, olup bitenler kendi tarihsel süreçlerinden hem kopartılıyor, hem de siyasal değil, insani-duygusal ve genel geçer bir yargılamaya tabi tutuluyor.
    Örneğin 5-600 yıl önce Güney Amerika yerlilerinin insan kurban etme geleneği hangi ahlaka göre yargılanabilir?
    “Kemalizm” bir “deneydi! Bu coğrafyada bir süre uygulandı… Bazı “dönemsel” sorunları çözdü, o zamanın mülkiyetçi sınıfının ihtiyaçlarını karşıladı; “halkın” maddi-manevi ihtiyaçları öncelikle zora dayalı da olsa bir şekilde “iknası” mümkün oldu… Daha iyi olabilir miydi? Belki… ama kocaman bir belki… İdeoloji din’e mi, emeğe mi dayanacaktı? Osmanlı’nın milletler birliği’nin daha 1915 de çöktüğü belliydi!
    Hayatta hiç bir şey tümüyle “iyi” ya da “kötü” değil ki! Stalinizm bile! Örneğin bu ülkede “Devrim” adına reformistleri aşağılayanlar, Stalinizmden bir şey öğrenememiş olanlardır. Emperyalizmle kuşatılmış, geri, feodal bir tek ülkede bir sosyalist devrim’in kaderidir Stalinizm… Kişisellikten çok tarihsel bir sonuçtur…
    Kemalizm de iyi olan nedir? Geleceğe kalacak olan?
    O gün ister politik, ister naiflik, ister sosyal yetersizlikten dolayı sulandırılmış, çarpıtılmış, içi doldurulamamış da olsa Modernizm, Laiklik adına yapılan girişimlerdir…
    Ama bugün, neredeyse 100 yıl sonra, burada ve dünyada yaşanılan onca şeyden ve burada olup, bitmiş son 30 yıldan sonra artık Kemalizme sahip çıkmak burjuvazi için bir politik çaresizlik, kendini sosyalist görenler için de acınası bir teorik sefalettir…
    İnsanlığın tarihsel sürecinde olmuş bitmiş olayları, olguları malını satmak isteyen tacir gibi tümüyle “ıskarta” haline getirmek en başında “nesnel” değil… “Uygarlık” milyonlarca insanın maddi, manevi emeğinin üst-üste konulmasıyla meydana geliyor.
    *****
    1980’lere geliyorduk. Halkın Kurtuluşu ile İGD kanlı, bıçaklıydı. Ben o zaman HK arasında olsam da İGD’lilerle konuşur, tartışır, selamlaşır, bir dostluğu korurdum! Hepimizi aynı ideallere bağlı sayardım… Hala da öyle görürüm! Görmek isterim! İyi bakıldığında “taban” her zaman öyledir… MHP’nin, Dinsel politika sürdürenlerin de tabanlarının “iyi” olduğunu düşünürüm. Ama “önderlikler”, tipik olarak RTE’de görüldüğü gibi karşıtına düşmanlık ile kendi saflarını sıkılaştırma siyaseti uygulayarak suni bir gerginlik politikası ile taraftarlarını “dışarıdan” yalıtır; bu hain-kirli politikaya yine aynı sebeplerle diğerleri de bilerek, bilmeyerek sürüklenir…
    AKP ile RTE’yi birbirinden ayırarak politika yapmak bu bağlamda daha da önemlidir… “Önderliklerin” sürdürdüğü “yanlış, korkunç, hain” politikalarla, “tabanın” özlediği, yaşamak istediği dünya ve hayallerini çoğu kez aynı kefeye koymadan bir eleştiri anlayışı geliştirmenin önemli olduğunu düşünüyorum…

  45. Anonim

    http://www.turksolu.com.tr/185/ataberk185.htm

  46. Ayanoğlu

    Şimdiki TKP-nin tarihsel TKP (Ş.Hüsnü-nün TKP-si) ile ilgisi yoktur.
    Dahası şimdiki TKP de zaten kendisini kök olarak tarihsel TKP ile ilişkilendirmemektedir.
    Şimdiki resmi TKP-nin kökleri 1980 öncesi TİP-se dayandırılabilir.
    Ve TİP içindeki en bağnaz,en tutucu,en doğmatik,1980 öncesi TİP bağlamında en Sovyetci çizgiden gelmektedirler.
    Bugün de şimdiki-resmi TKP-nin en önemli eksiği bu geçmişi aşamaması ve hala izlerini taşımasıdır.

    Ancak şimdiki-resmi TKP-nin görece olumlu yönü de her şeye karşın ulusalcı eğilime yakın olmasıdır.
    Şimdiki TKP,PKK solculuğu konusunda daha uyanık görünmektedir.
    Şimdiki TKP ulusalcı eğiliminde ve PKK-ye karşı tavrında kararlı olduğu sürece olumlu yönde gelişecektir,eğer gelişmezse de TKP bölünecektir.
    Bu gelecek TKP için de ÖDP için de geçerlidir.
    Hatta ÖDP için ayrışma-tartışma süreçi başlamıştır.

  47. büyük ittifak

    ayanoğlu ve zileli tkp sevicilikte buluştular nihayet. biri tkp’yi ulusalcılığa yakın durduğu için seviyor, öbürü uzak durduğu için. ama ikisi de seviyor. hah şöyle. özünüze dönün.

  48. Sınıf

    Merhaba,

    Bir yazınızda da ayda bir Doğu Perinçek (İP) isimleri geçmese şaşırıcam 🙂 yav hala ‘ Aydınlıkçı ‘ kimliğinden küçük küçük nemalanmaya çalışıyorsunuz. Ne yaptı size bu hareket , açık sözlü olun ? O kitapları yazmaya iten daha derin deki sebebler ne ? bütün hayatınız G. Fırat gibi İP’ e giydirme üzerine kurulu. Yoksa sizde mi paralelsiniz ? :)):)

  49. Gün Zileli

    🙂 ):)

  50. Anonim

    Beyaz Türk Sosyalizmi
    Levent Toprak

    30 Mart seçimleri, son on yıldır aşağı yukarı aynı çizgiler üzerinde kamplaştırılan toplum kesimlerinin, yeni bir seçim/sandık çarpışmasına sokulması anlamını taşıyordu. Ortaya çıkan tablo ise mevcut kamplaşmayı bir kez daha doğrulamış oldu. Böylece 2007’den bu yana benzer biçimde sonuçlanan sandık çarpışmalarının altıncısı geride bırakılmış oldu.

    Bu süreç AKP ve Erdoğan’dan kurtulmak isteyen burjuva kampın ve onun kuyruğuna takılan küçük-burjuva solun her seferinde yeni umutlara kapılıp sonunda hayal kırıklığı yaşamasıyla ve günün sonunda ringi daha büyük bir nefretle terk etmesi biçiminde yaşanagelmekteydi. Bu sefer de genel olarak öyle oldu. Ancak bu seferki hayal kırıklığının daha büyük olduğunu kaydetmek lazım. Bunca yıldan sonra AKP’nin bir iktidar yıpranması yaşayacağı beklenirken bir yandan da hedefler nispeten daha mütevazı ölçülerde tutulmuştu. AKP’ye karşı genel bir zaferden ziyade, onun oylarında anlamlı bir düşüş sağlamak ve İstanbul ve/veya Ankara belediye başkanlıklarını kazanmak şeklinde mütevazı hedefler. Dahası bir yandan Gezi süreci yaşanmış ve buradan yeni umutlar büyütülmüş, bir yandan da seçimler öncesinde AKP/Gülen ittifakının kesin çöküşüyle gelen yolsuzluk ve başka ifşaatların büyük bir etkisi olacağı umulmuştu. Ve sonunda beklentilerin hiçbirisi gerçekleşmeyince moral bozukluğu da çok daha büyük oldu.

    Seçim sonuçlarının aşağı yukarı belli olduğu anlardan itibaren bu moral bozukluğunun patolojik yansımalarına tanık olmaktayız. Bu minvalde, AKP’ye oy veren geniş yığınları (ki bunların önemli bir kısmını yoksul emekçi kesimler oluşturuyor) hedef alan yeni bir aşağılama dalgası sökün etti. Seçim gecesi sonuçların çeşitli grafik, harita ve görsellerle verildiği büyük gazete sitelerinden birinde, harita üzerinde hangi partilerin nereleri aldığı ya da önde olduğunu temsili renklerle gösteren haberin altına yorum yazanlardan birinin, haritanın Türkiye’nin “küçükbaş hayvan dağılımını gösterdiğini” yazmış olması, bu tutumların ne denli şirazeden çıktığını göstermek için yeterli olacaktır. İnternette, sosyal medyada bu tür yorumların, karikatürlerin vs. binbir türlüsünün cirit attığını söylemeye bile gerek yoktur. Temelde yoksul emekçi kitlelerin aşağılanması anlamına gelen bu tür kepazeliklerin okumuş kesim içinde bu denli aleni biçimde geçer akçe haline gelmesi çürümenin düzeyi hakkında ipuçları vermektedir.

    Bu işi yapanların ya da buna teşne olanların çoğunun kendini solda görenler olması utanç verici olmakla birlikte, asıl vahim olan örgütlü sosyalist hareketin kimi bileşenlerinin de bu dalgaya kapılmış olmasıdır. Bu yapı ve akımların bu kafada oldukları bir sır değildi elbette. Ama sosyalist adabın hiç olmazsa bazı asgari gerekleri çerçevesinde bu yazılı olarak dile getirilmezdi. Oysa 30 Mart seçimleri sonrası bu sınırın da aşıldığını görüyoruz.

    Bu durum küçük-burjuva akımların Türkiye koşullarında üzerinde durdukları kaygan zeminin yadırgatıcı olmayan bir ürünüdür aslında. Türkiye’de sosyalist hareketin büyük bölümünün küçük-burjuva sosyalizmi zemininde durduğu bir sır değildir. Marksist Tutum’da bu olgu çeşitli görünüm ve yönleriyle ele alınıp işlenmiştir. Reformist olsun devrimci olsun bu akımların temel sorunu işçi sınıfından, yoksul emekçi kitlelerden kopukluk ve tutarlı bir proleter devrimci fikriyattan, anlayıştan yoksunluktur.

    Bunda, Türkiye sol hareketinin başlangıçtaki birkaç yıllık kısa bir dönem dışında neredeyse bütünüyle Stalinist bürokrasinin yönlendiriciliği altında Kemalizmin bir sol eklentisi olarak gelişmesinin büyük bir rolü vardır. Bu zeminde Batıcı-laik Kemalist seçkincilik daima sola da sirayet etmiştir. Bunun görünümleri zaman içinde ve grup ve kişiler bakımından farklılık arz etse de öz değişmemiştir. Bu sol kesimler kendilerini ruhen, toplumun Batıcı-laik yaşam tarzını benimsemiş orta ve üst sınıflarına yakın hissederler. Lafzen aksi söylense de, halkçılık pozları kesilse de bu böyledir. Kaldı ki zaten bir tarihsel-siyasal eğilim olarak “halkçılık” bizatihi seçkinci bir akımdır. CHP’nin adında bile halk kelimesinin olması zaten yeteri kadar uyarıcı olmalıdır.

    Bu temel zaaf, söz konusu solun, mevcut kamplaşma karşısında doğru bir duruş geliştirememesine yol açmıştır. Sosyalistlere düşen görev, bu kamplaşmayı kıran, onu aşan bir sınıf çizgisini temel alarak bu doğrultuda tutumlar, yaklaşımlar ve pratikler geliştirmektir. Egemenlerin birbiriyle çatışan değişik kesimlerinin körüklediği kamplaşmaya karşı sınıflar arasında bir kamplaşmayı öne çıkarmak ve bu temelde işçi sınıfının bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için çalışmak; sorunun çözümü özet bir anlatımla budur. Oysa söz konusu sol kesimler, bunun yerine mevcut kamplaşmaya eklemlenerek buradan kendilerine güç devşirmeye çalışıyorlar ve böylelikle proleter sınıf temelinden kopukluklarını daha da pekiştiren, sınıf kimliğini daha da bulandıran bir çizgi izlemiş oluyorlar.

    İşte esas olarak 30 Mart seçimleri sonrasında, bu çizginin adeta bir “strateji” katına yükseltilerek savunulduğunu görüyoruz. Beklenebileceği gibi bu konuda TKP ön almış durumda. Onca yolsuzluk, hırsızlık ifşaatına rağmen seçimlerde geniş yoksul emekçi kitlelerin büyük oranda AKP’ye oy vermiş olması karşısında öfkelenen TKP sözcüleri artık alenen bu kitlelerin “ümitsiz vaka” olduğunu savunup teorizasyonlara girişmiş durumdalar. Ancak bu yeni “trend” TKP ile sınırlı değil, temelde onunla aynı kulvarda yer alan ÖDP’nin önde gelenleri arasında da benzer sözler edenler var. Bu çevrenin başını çekenlerden biri olan Melih Pekdemir’in şu yazdıklarını örnek verebiliriz:

    “Efendim, bundan böyle Zalim Şahıs’ın (ZŞ) ve şürekâsının yediği haltları sıralamak, bak işte yine yolsuzluk, zalimlik, hukuksuzluk yaptı filan diye yakınmak külliyen abesle iştigal. … Zalim Rejim’in artık konsolide olmuş (sağlam) bir kitle tabanı var. Ve bu kitle tabanının önemli bir kesimi milliyetçi ve dinci bağlılıklar ötesinde ve daha da vahimi ahlaksızlık ve yolsuzluk eksenindeki suç ortaklığıyla niteleniyor. Böyle bir suç ortaklığı duygusu ise daha saldırgan ve giderek daha militan bir kitle tabanı anlamına geliyor. Çünkü ZŞ destekçiliği yapmak suç ortağı olmaktır ve ona destek olanlar bu suçu bilerek işliyor. «Vebali» elbette büyük olacak. Hilesinin darasını alsak bile toplumun yüzde 40’ından fazlası hâlâ açık diktatörlüğe evet diyor. Lamı cimi yok.” (birgun.net)

    Bir zamanlar Dev-Yol hareketinin liderlerinden olan ve bu kesim tarafından “teorisyen” addedilen birisinin, AKP’ye oy veren kitlelerin davranışının nedenleri ve hangi dinamiklere dayandığı konusunda sergilediği yaklaşımın gayri ciddiliğine dikkat edilsin! Pekdemir her zamanki gayri ciddi üslubu içinde söz oyunlarıyla dolu yazısında buradan ne sonuç çıkardığını söylemiyor ve üstü kapalı ifadeler kullanıyor. Ama “artık konsolide olmuş bir taban”dan, bu tabanın “ahlaksızlık ve yolsuzlukta suç ortaklığı” ettiğinden, bunu “bilerek” yaptığından, “vebalinin de büyük olacağı”ndan söz etmenin ne gibi bir sonuca işaret ettiği açıktır. Bu sonuç AKP’ye oy veren yoksul emekçi kitlelerin en hafif ifadeyle gözden çıkarılmasıdır.

    Bu işin asıl süvariliğini yapan TKP’ye gelecek olursak bu cenahta daha büyük bir açık sözlülüğün olduğunu baştan belirtelim. Bu bakımdan Pekdemir’in açık açık söylemediği şeylerin de burada söylendiğini görüyoruz. TKP liderlerinden Kemal Okuyan’ın Pekdemir’le nasıl aynı tastan su içtiklerini görelim öncelikle: “Söylenenler doğrudur, diktatöre oy verenlerin küçümsenmeyecek bölümü bilerek, isteyerek hırsızlığı, zorbalığı, yalancılığı onaylamıştır.” Sonra ne olur ne olmaz kabilinden inandırıcılığı olmayan vecize kılıklı bir tevil cümlesi: “Halka kızılmaz, kapitalizme kızılır.” Bu cümlenin savunma amaçlı bir önalma cümlesi olduğu açıktır. Halk eğer “bilerek, isteyerek” hırsızlığı, zorbalığı, yalancılığı onaylamışsa doğrusu halka da kızılır. Ama sorun şu ki, hiçbir halk hiçbir zaman “bilerek, isteyerek” hırsızlığı, zorbalığı, yalancılığı onaylamaz! Kitlelerin kendiliğinden bilinç durumunu “bilerek, isteyerek” şekline sokmak sinsi bir el çabukluğudur. Peki sonra ne diyor Okuyan: “Ama halk dalkavukluğuna, hele bu dönemde, asla ve asla prim verilmemeli. Zaten, tarihte de örnekleri var, ama özellikle Haziran’dan sonra biz halk kavramını başka bir varlık için kullanıyoruz. Halk, kabullenmeyen, boyun eğmeyendir.” Neresinden tutsanız elde kalacak inciler. Önce şu “halk dalkavukluğu” meselesi: halk dalkavukluğu yapan kim? Meselâ solda seçimlere bakarak “halk neylerse güzel eyler” diyen birileri mi var? Böyle kimse yok. O zaman bu cümlenin ne maksatla yazıldığı anlaşılır hale geliyor. Halkın AKP’ye oy vermesinin gerçek sebep ve dinamiklerini anlamaya çalışmayalım çağrısıdır bu!

    Devam eden Okuyan, AKP’ye oy veren kitlelerin halk olmadığını söylüyor. Halkın tanımı “kabullenmeyen, boyun eğmeyen”miş! Peki, halk olmayınca ne oluyor AKP’ye oy verenler? El cevap: “toplam” (“ortada kötücül olana tutunmuş bir toplam var”). Ancak TKP’de bu kitleler için icat edilecek yeni tanım konusunda henüz bir mutabakat oluşmamışa benziyor. Aynı çevreden bir başka yazar Can Soyer bu kitleyi “AKP türü toplumsallık” diye tanımlıyor. Bunun tanımını da şöyle veriyor: “zaman zaman tanık olduğumuz çarpıcı, inanılmaz ya da isyan ettirici örnekleriyle, karşımızdaki kalabalık «AKP türü toplumsallık» gibi bir kavramsallaştırmayı hak etmektedir. Diğer bir deyişle, «AKP türü toplumsallık», kuşkusuz daha iyisi bulunana kadar, bir sıfat ya da betimleme olmanın ötesinde, siyaset bilimi ve toplumbilimleri açısından ayrıksı bir kavram olarak kullanılmalıdır. Bencillik, çıkarcılık, yalancılık, adaletsizlik, yolsuzluk gibi özellikler artık tekil birey düzleminde tanımlanamayacak ölçüde toplumsallaşmıştır. Bu sıfatlar, bir kişiliği, karakteri ya da tiplemeyi değil, kolektif olarak paylaşılan, yeniden üretilen ve örgütlü bir toplumsallığı tanımlamaktadır.” Yani AKP’ye oy veren kitleler “bencillik, çıkarcılık, yalancılık, adaletsizlik, yolsuzluk” gibi sıfatlarla karakterize olan bir topluluk oluşturuyorlar! Bu sözlerin, Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi olsun fark etmez, tüm dinlerdeki bağnazların, hoşnut olmadıkları toplulukları ya da toplum kesimlerini damgalayıp lanetlerken kullandıkları sığ ahlâkçı söyleme benziyor olması bir tesadüf olabilir mi acaba? İşin aslı aynı dinsel fanatikler gibi, Batılı-seküler yaşam tarzına bir varlık/yokluk sorunu olarak sarılıp aklını yele vermiş küçük-burjuvanın bağnaz sayıklamaları ile karşı karşıyayız. Bu sayıklamalar tam da bu yaşam tarzını neredeyse bir din haline getirmiş olan ve bunun mistik bir sembolü olarak da Mustafa Kemal’i ilahlaştıran “Beyaz Türk” kitlelerin ruh halini yansıtmaktadır.

    Bu örnekler sosyalist hareketin söz konusu kesimlerinin geniş yoksul emekçi yığınlara ne gözle baktıklarını, hangi sınıfsal zeminde durduklarını çarpıcı biçimde göstermektedir. Aynı yazar sosyalist hareket için stratejik hedefi de göstererek, bu “Beyaz Türk sosyalizminin” adeta esaslarını açıklıyor: “Bugün sosyalist hareketin toplumsal ve siyasal zemini, AKP karşısında direnişine devam eden toplumsallıktır. Kentli, seküler, modern karakteriyle dikkat çeken ve sık sık sola açık bir pratik de sergileyen bu toplumsallığın, esasında «orta sınıf» niteliği taşıdığı iddiası ise, koca bir yalandır. Ezici çoğunluğu, birçok temel parametre açısından emekçi sınıfın üyeleri olan bu topluluk, içinde yaşadığımız ülkede solun kök salıp yeşerebileceği yegane somut kulvar haline gelmiştir. Üstelik, nitelikli ve eğitimli işgücünün önemli bir kısmını kapsayan söz konusu toplumsallık, bu özelliğiyle Türkiye sosyalist hareketine, emekçi sınıfın öncü unsurlarıyla doğrudan iletişime geçmek şansı da sunmaktadır. Dolayısıyla, sosyalist hareket, hiç tereddütsüz, kendisini bu toplumsallığın bir parçası saymalı, çizginin «bu» tarafında olduğunu idrak etmeli, elitizm gibi laflara ise hiç kulak asmamalıdır… söz ettiğimiz topluluk, sadece hareketlilik potansiyeli açısından değil, kültürel, toplumsal ve düşünsel özellikleriyle de belirgin bir nitelik üstünlüğü sergilemektedir.”

    Diğer hususlara geçmeden bir noktayı tespit etmek gerekiyor: bu akımlar yukarıdaki anlayışın doğal bir uzantısı olarak CHP’ye oy veren kitleleri AKP’ye oy veren kitlelerden daha muteber görmektedirler. Bu bir Marksist için büyük ayıptır. Şimdi soralım: CHP’ye oy veren kitleler, sosyalist mücadelenin verileri açısından bakıldığında, ne bakımdan daha muteber ya da daha ileri oluyorlar? İşçi sınıfının ve yoksul emekçi yığınların sorunlarına hitap eden taleplerin peşinden giderek mi, sözgelimi CHP’ye oy vermişlerdir? Bu kitlelerin çoğunlukla, kendi yaşam tarzları temelinde ve kendilerine vehmettikleri ayrıcalıklı ve üstün kimliğin tarumar olmasına duydukları tepkiyle hareket ettikleri bilinen bir olgudur. CHP, diyelim kavramın evrensel içeriğine uygun sosyal demokrat bir reform programıyla kitlelerin karşısına çıkmış, onlardan bu temelde oy mu almıştır? Meselâ emeklilik yaşını düşürmeyi, maaşları artırmayı, asgari ücreti yükseltmeyi, parasız sağlık, eğitim, ulaşım, konutu mu vaat etmiştir? Baskı ve yasaklamaların kaldırıldığı yeni yasalar ve bir demokratik anayasa mı sunmuştur? Kürt sorununun demokratik temelde bir çözümünü mü vaat etmiştir? Bunları uzatmak mümkün. Ama cevapların hep olumsuz olduğu da malûm.

    Yazarın “orta sınıf” meselesi bağlamında söyledikleri doğrudur doğru olmasına, ancak yazar bunları söz konusu kitlelere bir güzelleme düzmek, onları olduklarından başka bir şeymiş gibi göstermek için bir örtü olarak kullanmaktadır. Gerçekte bu kitle bilimsel anlamda büyük oranda işçi sınıfı kategorisine girmekle beraber sınıf bilinci ve örgütlenmesine yatkınlığı, örneğin sanayi işçilerine göre çok daha az olan sınıf katmanlarını oluşturmaktadır. Psikolojik motivasyonları, kolektivist reflekslerinin zayıflığı, yaşam tarzları, kendilerine dönük elitist algıları bakımından büyük handikaplar barındırırlar. Bu açılardan bakıldığında AKP’ye oy veren kitleye göre çok daha küçük-burjuva zihniyetli ve üstünlük kompleksiyle malûl bir kitle söz konusudur.

    Şimdi gelelim TKP sözcülerinin yukarıdaki türde tespit ve değerlendirmelerinden çıkardıkları politik yönelişe. Kemal Okuyan da diğer TKP sözcüsü de bu noktada benzer şeyler söylemekte. Ancak Soyer konuyu daha kapsamlı ve sistematik biçimde ele aldığı için ondan alıntı yapmak daha uygun görünüyor.

    “Sosyalist hareketin, öncelikle ya da eşzamanlı olarak bu toplulukla temas ve diyalog kurmasını öneren stratejiler tereddütsüz reddedilmelidir. Sosyalist hareketin görevi, AKP toplumsallığıyla ilişkilenmek değil, onunla mücadele etmek, bu mücadeleyi toplumsal bir dinamik haline getirmektir. Söz konusu topluluğun büyük ölçüde yoksul ve emekçi oluşu gibi özellikler yanıltıcı olmamalıdır. Derin bir cehaletle ve gericilikle sarmalanmış AKP toplumsallığı ile pozitif bir ilişki, ancak sosyalist devrim sonrasında bir aydınlanma hamlesinin konusu olabilecektir. Verili anda ise, sosyalist hareketle söz konusu topluluk arasında tanımlanabilecek tek ilişki biçimi reddiye ve mücadeledir. Bu reddiye ve mücadele, elbette, sokakta AKP’li seçmen avına çıkmak anlamına gelmemektedir. Reddiye ve mücadele, bizi ve onları birbirinden ayıran tüm parametrelerin daha da fazla vurgulanması, iki topluluk arasında ihtilaf yaratan tüm farklılıklara daha fazla sahip çıkılması anlamına gelmektedir. Empati, saygı, ötekileştirme gibi sözlerle yaratılan çekiniklik, AKP karşıtı mücadeleyi kötürümleştirmekten başka bir sonuç yaratmamıştır, yaratmamaya da devam edecektir.”

    Bu satırların çeşitli anlamları var elbette, ama öncelikle altını çizelim ki, önerilen strateji “kamplaştırmayı devam ettirelim, hatta bununla da yetinmeyelim daha da derinleştirelim” stratejisidir. O kadar ki, ta sosyalist devrime, hatta onun da sonrasına kadar bunu devam ettirelim! Burada sosyalist düşüncenin tüm ruhuna pervasızca aykırı bir anlayış sırıtmaktadır. Yani sanayi işçilerinin büyük bölümü, yoksul emekçi kitlelerin büyük bölümü sosyalistlerin ilgisi ve çalışma alanı dışında kalacak, dahası bunların içinde yer almadığı bir “sosyalist devrim” gerçekleşecek ve daha dahası bunlar devrimden sonra tabir caizse “ıslah” edilecekler! Ne güzel bir sosyalist devrim! Bunun tipik bir Stalinist diktatörlük tasavvuru olduğunu ve tam da böyle şeyler yaşandığı için bu diktatörlüklerin çöküp gittiklerini söylemeye gerek var mı?

    TKP ileri gelenleri bu çerçevede mücadele stratejisi olarak “Haziran yolunu” öneriyor: “30 Mart’ın en açık biçimde gösterdiği şeylerden biri de, AKP’yle ve sırtını dayadığı toplumsallık ile mücadelenin en geçerli ve etkili yolunun Haziran’dakine benzer bir toplumsal muhalefet biçimi olduğudur.” Tasavvura göre, diğer kitle, öncü rolü verilen Haziran kitlesi tarafından “çözülecek ve etkisizleştirilecek”tir. Oysa bu körlüğün daniskasıdır. Tam da o yoldan gidilirse o geniş yoksul emekçi kitleler karşı safta daha da kemikleşirler ve işin karşılıklı bir kırım boyutuna kadar uzanma riski doğar. O kitlelerin hiçbir can alıcı sorununa hitap etmeyen, onları AKP’den ve düzenden koparacak talepler ileri sürmeyen, ama daha önemlisi onlarla hemhal olup onları örgütlemeyen bir hareketin başarısızlığa mahkûm olduğu açıktır. “Gezi parkına dokunulmasın”, “hükümet istifa”, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” gibi niteliği belli birkaç slogan ve talep dışında hiçbir toplumsal soruna ilişmeyen, ağır sorunların cenderesindeki işçi sınıfının sorunlarına yıldızlar kadar uzak olan bu kitle nasıl olup da “yüksek nitelikli” ve “öncü” bir kitle oluyor, bilen beri gelsin!

    Bu zihniyetin taşıyıcılarının bir de kendi önlerine koydukları görevleri “zor” olarak tarif edip, kendi zavallı seçkinciliklerinin ürünü olan yalıtılmışlıklarını adeta cefakâr ve meşakkatli bir öncülük rolüne bağlamaları yok mu? Tam anlamıyla “güler misin, ağlar mısın” denecek bir durum. Efendim, onlar “başarı” uğruna (ya da “kitleselleşmek” uğruna) “halkın geriliklerine” prim verecek değillermiş! Kendiliğinden bilinç durumu içindeki tüm kitlelerin tanımı gereği türlü gerilikleri vardır. AKP’ye oy veren kitlelerin gerilikleri olduğu gibi, diğer kitlenin de gerilikleri vardır. Küçük-burjuva beyaz Türk sosyalistleri burada sadece belirli türde gerilikleri tercih etmiş oluyorlar ve ama bunları gerilik değil ilerilik olarak görüyorlar.

    Burada örneklediğimiz anlayış hiç kuşkusuz bu keskinliğiyle en çok TKP’de ifadesini bulmaktadır. Ancak bu keskinlikle olmasa ve daha çelişkili görünümler arz etse de bu anlayış ruhen sosyalist hareketin daha geniş bir kesiminin muzdarip olduğu sakat bir anlayıştır. Diğer sosyalist kesimler seçimin ortaya koyduğu temel sonuçların derinlikli bir analizinden kaçınarak, meseleyi yüzeysel biçimde “düzenin aldatmacaları” ve bunun da bir uzantısı olan seçim hileleri gibi etmenlerle “açıklama” yoluna gitmişlerdir. Bu da son tahlilde devrimci bir işçi hareketinin temel yatağı olacak sınıf katmanlarının neden AKP’ye yöneldiklerini, bu katmanların davranışlarının dinamiklerini anlamaktan kaçma çabasıdır. TKP gibiler zaten baştan itibaren fiilen defterden silmiş oldukları bu katmanları şimdi alenen ve beyanen adeta düşman ilan ederken, diğerleri söz konusu işçi-emekçi kesimleri görmezden gelmeyi tercih etmişlerdir sadece. Temelde her iki eğilim de bu işçi-emekçi katmanlardan zihnen kopukluklarını ve bunu değiştirmeye niyetlerinin olmadığını ortaya koymuş olmaktadırlar.

    Sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor ki, işçi sınıfının içinde devrimci bir sınıf çalışması yürütüp orada örgütlenmedikçe, kapitalist düzene ve onun siyasal temsilcileri olan AKP’sine, CHP’sine, MHP’sine, Kemalizmine, liberalizmine vs. karşı mücadele başarıya ulaşamaz. Beyaz Türk sosyalizminin gidiş yolu tam bir elitizmdir, tam bir bataklıktır. Doğru yol burjuva kamplaştırma stratejisini tümüyle boşa çıkaracak biçimde, sınıfın birliğini ön plana çıkaran bir yöneliş ortaya koymaktır, bu doğrultuda örgütlü devrimci çalışmayı ısrarla yürütmektir.

    http://marksisttutum.org/beyaz_turk_sosyalizmi.htm

  51. ucbey

    Siz solcular ,siz Marksit, leninistler

    eylemliklerinizi, aksiyonlarinizi turk bayrakli ulusalci fasistlerle yaparsaniz olacaginiz ve geldiginiz yer Kemalizm dir. Sizin kacisiniz yok. Taki anarsizmle bulusuncaya kadar. Sizler kemalist burjuvazinin sol adina temsilcilerisiniz. Marks dedenizi bile inkar ediyorsunuz. “Ulus ve kapitalizmin sinirlarini dunya proleteryanin dayanismasi ve mucadelesi yikacaktir” diyip duruyor. Kulak versenize dedeye

  52. Gün Zileli

    🙂 Güldürdün.

  53. Anonim

    Ucbey efendi, durup dururken marksistlerin haline kederlenmiş. Veya diğer sol-liberaller gibi periyodik hezeyanı mı tutmuş acep? 😀
    Sanki ulus-devleti savunan (!) marksistler olmasa ulus-devletler birdenbire çöküverecekmiş! Bu devletleri de hep marksistler kurmuştu zaten!
    Arkadaşlar Ucbey’i fazla içirmeyin, sonra sapıtıp oraya buraya devrim ihraç etmeye kalkacak 😀
    Coğrafi ölçek olarak ulusal çapta bir devrime karşı çıkan bazı anarşistlerin “örnek model” olarak Paris Komünü’nü benimsemeleri de ayrı bir tarihsel ironidir tabii 😀

  54. sovnarkom

    Gün Zileli’nin anti-Stalinist tavrından hoşlanmam fakat bu yazıda doğru noktalara değindiğini düşünüyorum.Birincisi bu ulusalcı yakıştırması artık Türkiye solunda ezber haline geldi ve bazıları da siyaseti “ulusalcı” veya “ulusalcı değil” olguları üzerinden yürütüyor.Birincisi Türkiye’de ulusalcılık nedir ve kaynağını nereden alır?Buna bakmak lazım.Türk ulusalcılığının piyasacılık ve sermaye konusundaki tavrı nedir?Basit bir soru,çok gerilere gitmeye lüzum yok. geçen sene 15 Haziran Gezi Parkı müdahalesinde insanlar Divan Otel’e sığındıktan sonra “aslansın kaplansın,hükümetin komplolarına karşı Koç ailesinin yanındayız” diye naralar atan ulusalcılar mı olmuştur yoksa Marksistler mi?Veya ulusalcıların Kürt konusundaki tavrı nedir?Yıllardır Kürdistan bayrağına paçavra gibi haysiyet yoksunu yakıştırmalar yapan,”sıkın itlerin kafasına” diyen,polis Gezi’de sıkıyor,Doğu’da sıkmıyor diyen,mesele Pkk olunca kıyasıya eleştirdikleri polisle,devletle bir olan ulusalcılar değil mi yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum?TKP’de ulusalcılığa yatkın eğilimler gösteren insanlar var bu doğru bir tespittir fakat partinin genel hattı hiçbir zaman bu olmamıştır.Öncelikle hangi noktalardan eleştirmeliyiz bu çok önemli:
    1-TKP neden UKKTH’yi programından çıkarmıştır?UKKTH’yi çıkarttığı için kimse ulusalcı görülemez fakat devrimci tutumu sorgulanmalıdır.
    2-TKP, Türkiye şartlarında devrimci olanakları bastırma ve geriletme niteliğine sahip seçim meselesinde neden yıllardır ısrarcıdır?Niçin kazanımlarını dönüp dolaştırıp sandığa sıkıştırmaktadır?Ve silahlı mücadele konusunda neden pasif tavır içerisindedir?
    3-TKP’nin Gezi olayları herkesi Türk bayrağıyla barıştırdı açıklamasını yapmakta neden bu kadar acele etmiştir?Bir Kürde,bir Dersim’liye,bir Pontus Ruma Türk bayrağı dediğiniz zaman acaba size sahiplendiklerini mi söyleyeceklerdir?Bu insanlar acaba Türk bayrağını bir gün sahiplenecekler midir yoksa bu bayrak onlara ömür boyu acıyı,zulmü,işkenceyi ve kanı mı hatırlatacaktır?TKP’nin bu açıklamasının bilimsel niteliği nedir?
    4-Halk, Gezi Parkı’nda tüm parlamento,parlamentarist sistemi reddetmişken TKP bu sürecin neresinde kalmıştır? “Bir dahaki seçimler için TKP’nin oyu acaba Gezi ile yüzde kaç arttı” anketleri ile TKP ve diğer partiler niçin bu süreçte acaba süreci nasıl oy artışına çevirebilirize sıkıştırma çabasına düşmüşlerdir?
    5-TKP meclise sürekli olarak RTE’yi yalnız bırakın çağrısı yapmaktadır,TKP gerçekten de meclisteki partilerin meclisten çekileceğine inanmakta mıdır?(Doğru bir çağrı olsa da)
    6-TKP, Sol Portal’da Okmeydanı olaylarında Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanının açıklamalarını yayınlarken DHKP-C’nin resmi açıklamalarına neden yer vermeyi tercih etmemiştir?
    Aklıma şu an gelmeyen sorular da var.Ama ben TKP’yi şahsen ait olmadığı bir gelenek üzerinden değil bu noktalar üzerinden eleştiriyorum.

  55. Ayanoğlu

    TKP-de Genel Merkez adıyla bir grup bildiri yayınladı:

    Değerli yoldaşlar,

    Partimizde ortaya çıkan tabloya açıklık getirmek durumundayız.

    Türkiye Komünist Partisi, gelenek ve değerleriyle, siyasi hat ve üslubuyla taban tabana zıt bir kesimin saldırısı altındadır. Bu saldırı, komployla, manipülatif tezlerle, yalanla, dezenformasyonla yürütülmektedir.

    Bir grup MK üyesinin istifa ettiği haberi, parti üyelerinin kendilerini çaresiz hissetmelerini ve boyun eğmelerini sağlamak için uydurulmuş bir yalandan ibarettir. Bu konuda gereken açıklamayı dün gece partinin resmi adresi üzerinden email adresleri kayıtlı üyelerimize ulaştırdık. Bu yolu seçmemizin nedeni kimi parti kademelerinin söz konusu gayrımeşru faaliyete aktif olarak katılmalarıdır.

    Sorun politik ve örgütseldir. Nasıl bir değer verdiğimizi parti yayınlarında, Eylül tezlerinde, Gelenek dergimizde ayrıntılarıyla irdelediğimiz Haziran direnişi manipülatif bir biçimde tartışmanın merkezine oturtulmaktadır. Buna göre, Türkiye’nin içine girdiği yeni dönemde partinin devrimcileşmesi gereği ortaya atılmakta, “yeterince devrimci olmadığımız” iddia edilmekte ve bu demagoji partimizin geleneklerine, temel perspektifine ve kolektif liderlik anlayışına karşı tasfiye harekatının gerekçesi olarak sunulmaktadır. Türkiye Komünist Partisi’nin yapabileceği tartışma, partimizin topluma daha etkili biçimde müdahale etmek yönünde kendisini nasıl geliştirmesi gerektiğinden ibarettir. Partinin ülke siyasetinde biricik olan sosyalist devrimci konumlanışını sorgulamaktan sadece tasfiyecilik çıkar. Bizim bu sistemsiz ve düzeysiz tezlere, bunun parçası olan kariyerist müdahalelere pabuç bırakmamız ise kesinlikle düşünülemez.

    Partimizdeki kilitlenme Merkez Komitesini kapsamaktadır. 18 Mayıs ÖK toplantısında kürsüye yansıyan taraflaşma 19 Mayıs’ta MK’da tekrarlanmıştır. MK’nın yeniden toplanma olanağını yitirdiği ortaya çıkmış, bunun üzerine partiyi kongreye en yakın zamanda taşıyabilmek için arayışlar başlamış, MK yetkilerini de devralacak bir Kongre Hazırlık Komitesi oluşturulmuştur. Bu girişimde Arif Basa, Aydemir Güler, Emrah Akansu, Erhan Nalçacı, İbrahim Bulut, Kamil Tekerek, Kemal Okuyan, Kurtuluş Kılçer, Hüseyin Karabulut, Savaş Sarı, Süleyman Baba yer almıştır. Ancak partiyi bölmeye faaliyetlerin hızlandırılması bu komiteyi faaliyete geçmekten alıkoymuştur.

    Türkiye Komünist Partisi bu krizi aşacaktır. Türkiye Komünist Partisi ülkemizde sosyalizm mücadelesinin en gelişkin, en ileri mevzisini temsil etmektedir. Bu saldırıyı boşa düşürmek, yalnızca örgütsel değil bir siyasal görevdir. Tüm parti üyelerimizi değer ve geleneklerimiz etrafında kilitlenmeye çağırıyoruz.

    Merkezi boşluk en kısa sürede giderilecektir. TKP’nin böyle bir kadro birikimi kesinlikle vardır.

    Alper Birdal Arif Basa Aydemir Güler Cangül Örnek Erhan Nalçacı Kemal Okuyan Savaş Sarı Senem Doruk, Süleyman Baba Uğur Kayrak Yiğit Günay Zehra Güner

    Not: Bu açıklama son Kongremizde seçilen MK’nın 12 üyesi tarafından hazırlanmıştır. Çalışmamızı parti örgütlerinin büyük çoğunluğunun sekreter veya sorumlularıyla iletişim halinde sürdürüyoruz.

    Türkiye Komünist Partisi
    Genel Merkez

  56. Ayanoğlu

    TKP-de Diğer Grubun Açıklaması:

    Sevgili yoldaşlar,

    Partimizde yaşanan krize karşı ilk kez sözümüzü söylüyoruz. Bu sözü söyleyene kadar, partinin meşru bütün kurulları sonuna kadar zorlanmış, parti ve yoldaşlık hukuku dışına çıkmadan bu süreci aşmak üzere çaba gösterilmiştir.

    Partimize, geleneğimize, sosyalist devrimci hattımıza ve programımıza yapılacak en ufak saldırı karşısında ilk bizim duracağımızı hepiniz biliyorsunuz. Partiye ve geleneklerine dönük bir saldırı suçlamasıyla ortaya çıkan ithamı ciddiye almıyoruz.

    Partimizin gerçek sorunları vardır. Bu sorunları masaya yatırmadan ve partinin kolektif bilincine çıkarmadan ileriye dönük yol almak mümkün değildir. Yaşanan bu krizin adını koymamız lazım. Bu kriz Merkez Komitesi’nde somutlanan önderlik sorunudur. Partimizin bu sorunu çözecek bir birikimi mevcuttur, ancak her şeyden önce zorunluluktur.

    Ortaya çıkan bu krizin nedenlerini doğru saptamak ve bu krizi bugünlere getiren olguları net olarak görmek gerekir. Ne yazık ki her türlü ilerletici ve partiyi örgütleyici önerilerimiz ve parti birliği için girişimlerimiz bir duvarla karşılaşmıştır.

    Partimizin bu sorunu aşacağını biliyoruz.

    Bütün yoldaşlarımıza güveniyoruz.

    Bu sorunu aşacak zemin arayışı içinde olduğumuz ve partinin bu krizden çıkması için sorumluluk taşıdığımız bilinmelidir.

    Türkiye Komünist Partisi üyelerini, soğukkanlı ve sağduyulu olmaya çağırıyoruz. Partimizin resmi iletişim kanallarının parti hukukuyla bağdaşmayan yollardan kullanılmasıyla yapılan açıklamalara ve çağrılara itibar edilmemelidir. Yaşanan tartışma politik ve örgütsel bir tartışmadır. Bu tartışmanın bütün üyelerimiz tarafından sağlıklı olarak yapılabileceğine inanıyoruz.

    Şu andan itibaren bütün alanlarda yaşanan gerilimi azaltmaya çağırıyoruz. Siyasi mücadelede bunu da normal karşılamak lazım.

    Türkiye Komünist Partisinin atılım yapabileceği bir dönemde partinin birliği ve geleceği için üzerimize düşen görevin bilincindeyiz! Bugüne kadar aldığı tüm görev ve sorumlulukları yerine getirmeye çalışan yoldaşlarınız olarak bu krizi sizinle birlikte aşacağımızı biliyoruz.

    Görevinin başında olan Merkez Komitesi üyeleri,

    Ahmet Tarık Yenil,Aysel Tekerek,Barış Tercioğlu,Doğan Ergün,Emrah Akansu,Erçin Fırat,Erkan Baş,Kamil Tekerek
    Kurtuluş Kılçer,Metin Çulhaoğlu,Metin Uçak

  57. Anonim

    Nazım Hikmet ve Kürtler; İttihatçı- Kemalist İdeolojiden Kurtulmamış Sosyal Şoven TKP’nin Üyesi Bir Şair
    Hüseyin Can
    Peri Yayınları

    Egemen ulusun egemenleri, başka başka halkların varlığını kendine feda ederken suskun kaldın.Diğer halkların jenoside uğratılmasına seyirci kaldın.Kürt ulusunun yok sayılmasına, yok edilmesine, trajedi derecesinde uzun sürece yayılan ve uygulanan soykırımını görmezden geldin.Egemen ve hakimiyet kurmak isteyen Kuvayilere metiyeler dizdin, onların atlarına, paşalarının çakmak çakmak gözlerine hayranlığını dizelerinde işledin…Koçgiride, Zilanda, Dersimde, Piranda, Paluda, Geliye Sapoda ve daha evvelinde Haputta, Sivasta, Adanada, Trabzon, Samsun, Rizede ya da Hakkaride, Mardinde, Erzurumda, Vanda vs. Oluk oluk her karışında akan kan ve gözyaşlarına kalemin ve ellerin tutuk kaldı, dillendirmedin.Eğer dillendirseydin, bugün Onur Öymenler de çıkıp Dersimde, Piranda anaların gözyaşlarına bu kadar seslice bakmayın! deme cürretini göstermezdi. Katliama maruz klan sürgün ailenin çocuğu kılıçdaroğlu gibileri de ona avukat olmazdı!

    http://www.kitap365.com/products/nazim-hikmet-ve-kurtler-ittihatci-kemalist-ideolojiden-kurtulmamis-sosyal-soven-tkpnin-uyesi-bir-sair#aciklama

  58. Anonim

    “TKP ELİNE BIÇAK ALMAMIŞ DÜZGÜN FİKİR ADAMLARI”

    “Askeri istihbarat var mı? Olması gerekiyor mu?” sorusuna Mehmet Ağar şu yanıtı verdi:

    “Şube müdürüyken bu bizim sol örgütlerin arkasında hep Rus servisleri var sanıyorduk. Ona göre şartlanmıştık. Emniyet Genel Müdürü olunca anladım ki Batı servisleri var. Hiçbirinin arkasında Rus servisi yok. Ruslar da TKP’yi bir tek desteklemişlerdi. Sonra Rusya’da rejim değişince TKP de ortada kaldı. TKP’nin hayatında eline bıçak almamış düzgün fikir adamları kabul etmek lazım hepsini. Hiçbir şiddet eylemi olmayan insanlardı. Geri kalanların hepsinde Batı istihbaratı vardı. Yabancı istihbarat örgütleri hep vardı. Yabancı istihbarat servislerinin paravan adamları var. Fiilen içinde olmasına gerek yok. STK’lar, iş alemleri var, her çeşit adamı kullanarak nüfuz ettikleri görülüyor. Geçmişte, Atatürk büstleri, Türk bayrakları ile herkesin gönlünü okşuyordu, ama bu okşamanın sonucunda nereye kadar gelindiği görüldü.”

    http://www.hurriyet.com.tr/mehmet-agar-darbe-girisimini-arastirma-komisyonunda-40253750

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑