Ahmet Hakan-Huseyin Aygun`le ilgili Bir Yazi
Ben Hüseyin’ciyim
HÜSEYİN Aygün Tunceli’de BDP’yi geriletmiş bir adamdır.
O devreye girmiş ve Tunceli’de paradigma değişmiştir.
Bu yüzden BDP çevreleri hiç sevmezler Aygün’ü…
* * *
Hüseyin Aygün PKK’ya karşı tutumunu netleştirmiş bir isimdir.
“Terörle bir yere varılamaz” demiştir.
“PKK öncelikle silah bırakmalı” demiştir.
“Örgüt cinayet işliyor” demiştir.
Bu yüzden şiddeti meslek edinmiş örgüt de hoşlanmaz Aygün’den…
* * *
Hüseyin Aygün klasik bir CHP’li değildir.
Klasik CHP’lilerle uğraşmanın tadına varmış iktidar çevreleri, onun karşısında ne diyeceklerini bilemezler.
“Vesayetçi” deseler, olmaz…
“Tek parti dönemini özlüyor” deseler, hiç olmaz.
Bu yüzden iktidar çevreleri de hiç hazzetmezler Aygün’den…
* * *
Hüseyin Aygün 30 yılı aşkın bir süredir devam eden savaşın bitmesini ister.
Barış ister.
Şiddetin şiddeti doğurduğuna inanır.
30 yıllık süreç içinde devletin yaptığı yanlışlara işaret etmekten kaçınmaz.
Şiddeti doğuran şiddete kör ve sağır değildir.
Bu yüzden “devletimiz her daim haklıdır” anlayışında olan ulusalcı ve milliyetçi çevreler de sevmezler Aygün’ü…
* * *
Hüseyin Aygün mensubu bulunduğu partinin tarihindeki yüz karası bir katliamla hesaplaşma azmi ve mertliğini göstermiş bir isimdir.
“Partim zarar görecek” diye Munzur Çayı’nda akan kanı, Dersim mağaralarında fareler gibi zehirlenen günahsız insanları mesele yapmaktan kaçınmaz.
Kendi tarihiyle yüzleşecek, hesaplaşacak kadar delikanlıdır.
“Katliamları gizleyelim, yeter ki parti tarihimize zarar gelmesin” diyen CHP’liler de bu yüzden hiç hoşlanmazlar Aygün’den…
* * *
Hüseyin Aygün kendisine kibar davranıldığında “bana kibar davranıldı” der.
Kesseniz tersini söylemez, söyleyemez.
Politika adına gerçekleri tersyüz etmez.
Hakikati söylemenin kendisine zarar vereceğini bilse de hakikati söyler.
“Her doğru her yerde söylenmez” derler ya…
O her doğruyu her yerde söyler.
“Ya bana PKK’lı derlerse” diye zerre kadar düşünmeden ne yaşadıysa onu anlatır.
Vatansever olmak adına gerçeklerin tersyüz edilmesinin mubah olduğunu düşünenler de sevmez Hüseyin Aygün’ü…
* * *
Ama benim safım net.
Ben Hüseyin’ciyim.
AHMET HAKAN / HÜRRİYET , 16 AGUSTOS 2012
sende katıl chp ye hüseyin ve ahmet hakanınla birlikte yap politikanı.
gün zileli bu yazıyı buraya koyduğuna göre bi bildiği vardır. evet sonuna kadar ahmetin düşüncelerine katıldığı açıktır.ama eski aydınlıkcı fikirlerini de yeniden dirilttiğini de göstermiş oluyor.kürt hareketine karşı tahammülsüz ve anlayışsızdır hala.
anılar kolay kolay unutulmuyor demekki. yakında bu sayfada boy boy devrimci fotoğraflarını da yayınlarlarsa şaşırmamalı.
eylem, eyleme geç arkadaşım. Gün yolu almış gidiyor senin örgütçü ayranın kabardıkça Gün’e aydınlıkçı geçmişinden vurmaya çalışıyorsun. Kendi örgütçülüğüne zeval gelmesin diye.
Ama yara almışsın, tuz basıldıkça ağlarsın. Ağlama, kendi sekterliğine yan.
Hüseyin Aygün PKK’ya karşı tutumunu netleştirmiş bir isimdir,demiştir ahmet hakan.
pekii netleştrelim bakalım.ama nasıl.böyle liboşca bir tavırla mı olacak bu gün.
“Terörle bir yere varılamaz” demekle mi
“PKK öncelikle silah bırakmalı” demekle mi
“Örgüt cinayet işliyor” demekle mi gelecek riyakar barışınız.bu şartları neden devlet için de öne sürme cesaretiniz olmaz.tatlı su anarşiştliği yapma kolaycılığına kaçmadan yapabileceğiniz zerre kadar yüreğiniz olsaydı bu yazının arkasına gizlenerek kürt halkına sövmezdiniz,her fırsatı kullanmazdınız,anarşinin yerine liboşluğu tercih etmezdiniz.
gün gibi ana akım burjuva kültürünün etkisi altında olan anarşistler kürt halkına faşist devlet diliyle saldırmayı her fırsatta çok iyi bilirler,her kırizi fırsata dönüştürmeyi kendi sınıf özelliklerinden dolayı çok güzel becerirler…
Hüseyin Aygün ve Dêrsim gerçeği
CHP Dersim Milletvekilli Hüseyin Aygün’ü PKK militanları iki gün yanlarında alıkoydu. Hüseyin Aygün’ün serbest bırakılmasından sonra yaptığı açıklamalar tartışılmaya devam ediliyor. Herkes kendi durduğu yerden bu açıklamalara anlam biçiyor, değerlendiriyor. En çokta hükümet ağzıyla konuşanların bu alıkonmadan nasıl yararlanıp Dersim halkıyla Kürt Özgürlük Hareketi arasına mesafe koyarım yaklaşımı dikkat çekicidir.
Dersim halkının etnik kimliğinden çok kültürel olarak Alevi kimliğine bağlı olduğu, Dersim halkının bu alıkoymaya çok ciddi tepki gösterdiği Türk medyasında üstüne basıla basıla dillendiriliyor. Sözümona buradan bir açık yakalayacaklar, Dersim halkını Alevilik, ‘Zazalık’ üzerinden devlete sıkı sıkı bağlayacaklar. Türk devletinin Kürdistan’da dini kültürel bir olgu, zenginlik olmaktan çok Kürt halkına karşı milliyetçiliğin bin bir rengiyle yoğurup bir silah olarak kullandığını bu gün sağır sultan bile duymuştur. Hüseyin Aygün alıkonulduğunda tek bir Dersimli’ye neden bir mikrofon uzatılıp görüşü alınmadı. Doğrusu Dersimli insanlarımızdan çok Dersim adına konuşan özel savaş medyasının spikerlerinin yorumlarını dinledik. Tüm Dersim halkı Hüseyin Aygün’ün kılına bile zarar gelmeden bırakılacağını biliyordu. Hatta Hüseyin Aygün’ün ailesi Hüseyin Aygün’ün kurtarılması için askeri bir operasyon istemediklerini açık açık beyan ettiler.
Özel savaş hükümeti AKP ve onunla söz birliği eden Türk medyası önce dönüp kendine bakmalı. Türkiye halkının iradesiyle seçilmiş milletvekillerini aylardır alıkoyan faşist AKP Hükümeti’dir. Hiç utanmadan sudan bahanelerle alıkoyduğun bu milletvekillerini görmezden gelerek Hüseyin Aygün’ün iki günlük alıkonulmasına bu kadar tepki göstermek ikiyüzlülüktür. Bir milletin iradesinden, bir milletin iradesine saldırıdan bahseden bu bilinen yetkili şahıslar kendi zindanlarında alıkoydukları milletvekillerini görmüyorlar mı! Bunu çok iyi bilmelerine rağmen kimi kandıracaklarını sanıyorlar. Hüseyin Aygün’ün alıkonulmasına gösterilen abartılı tepkide kendini gizleme telaşından başka bir şey değildir.
Kürt Özgürlük Hareketinin salt Kürtçülük üzerinden bir siyaset yürüttüğünü bugün kimse iddia edemez, etse bile kimse buna inanmaz. Bugün biliyoruz ki Kürt Özgürlük Hareketi içersinde Kürt, Türk, Arap, Fars vs birçok halk kadar birçok kültürel kimlikler kendi ifadesini buluyor. Sayın Öcalan mücadeleye başladığı yıllarda ilk yol arkadaşlarının Haki Karer ve Kemal Pir, Duran Kalkan olduğunu biliyoruz. Bu insanlar Türk etnik kimliğine mensup insanlardı. Kürt Özgürlük Hareketi içersinde yüzlerce Alevi militanı da var. Bu farklı etnik, kültürel özelliklerin özgürlük hareketi içersinde belirleyici olduğu söylenemez. Asıl belirleyici olan özgür yaşamın her etnik halk, kültürel kimlik için istenmesi ve bunun için ortak mücadele edilmesidir.
Türkiye’de farklı etnik kökenli halkların, kültürlerin, kimliklerin iradesine saygı göstermeyen özel savaş hükümeti AKP’dir, Gülen cemaatidir ve onun etik değerden uzak Türk medyası, yazar-çizer kadrosudur. Cemevlerini ibadet yeri olarak görmeyen hangi zihniyettir! Malatya’da bir Alevi ailesini linç edenleri koruyan kimdir! Bir halkın iradesi olan Sayın Öcalan’ı yıllardır alıkoyan, alıkoymakla kalmayıp işkenceyi de aşan insanlık dışı sınırlarda tutan kimdir! Türkiye milletinin seçilmiş iradelerini cezaevlerinde alıkoyan kimdir! ‘Tek din’ diye dili sürçen aslında gönlünden geçeni söyleyen kimdir! Tek dil, tek bayrak, tek millet… tekçi zihniyetiyle faşist olan kimdir! Kuşkusuz AKP’dir, onun sözcüleridir. Ortadoğu halkların ve özellikle Kürt özgürlük tarihine hain-işbirlikçi olarak geçecek olan Hüseyin Çeliktir. Bu açıdan AKP’nin Kürdistan’a dönük tüm kirli, katliamcı politikaların sözcülüğüne soyunması manidardır.
Dersim kökenli Kürt, Alevi kültüründen gelen biriyim. Aleviliğin ne olduğunu, Kürt kimliğin benim için neyi ifade ettiğini çok iyi bilen biriyim. Bazılarının Dersim’de iki kimliği karşı karşıya getirip birini tercih ettirmeye çalışmaları ya da salt Alevilik üzerinden ele alınıp bunun üzerinden siyaset yapacaklarını sanmaları çok büyük bir yanılgıdır. Hüseyin Aygün’ün de böyle yaklaşacağını sanmıyorum. Hüseyin Aygün’ün de bu iki günlük alıkonmadan kuşkusuz çıkaracağı önemli sonuçlar vardır. H.Aygün farklı bir siyasi parti içersinde olabilir, ‘yeni CHP’ diye tanımladığı partisinde kendi yöresinin çok kimliliğini, özgürlüğünü savunabilir. Devletin Tunç-eli anlayışından, politikasından kurtulup Dersim(gümüşkapı)’li olmak, Dersim’in tarihine, kültürüne, direniş ve özgürlük geleneğine bağlı yaşamakta her siyasetçinin harcı değildir. Dersim halkı devletin üzerindeki Tunç-elinden kurtuldukça özgürce yaşamasını bilecektir.
AKP terörü
Türkiye’de yıllardır Başbakan Erdoğan başta olmak üzere, hükümetinden, ordusuna, yazar çizerine kadar herkes ‘terör’ kavramını kullanarak politika yapmaya çalışıyor. Ne terördür, kim teröristtir bu kamu vicdanında tartışma konusudur. Terörden, teröristten bahsedenlerin ‘dinime küfreden Müslüman olsa’ misali durumları apaçık ortada.
Bir halkın Önderini esir almak ve yılları aşan insanlık dışı tecrit koşullarında tutmak terör değil mi! Kürt halkının iradesini teslim almaya çalışan, bunun için çoluk çocuk demeden katleden, on iki yaşındaki Uğur Kaymaz’a on üç mermiyi reva gören, Ceylan’ı bir top mermisiyle paramparça eden, analarımızı coplayıp yerde sürükleyen, gençlerimize Pozantı zindanlarında kendi memurlarıyla tecavüz eden, gaz bombalarıyla her gün can alan kim! Kürt halkının yüzlerce siyasetçisini, aydının, yurttaşını keyfi, düzmece iddialarla gözaltına alan, tutuklayan ve böylece Kürt halkını terbiye edeceğini sananlar kim! On beş bine yakın köyü yakan, basıp zulüm eden, halkı yerinden yurdundan eden kim! Faili belli olaylarla en ufak bir düşünceye, demokratik eyleme tahammül edemeyip binlerce insanı katleden kim! Daha dün Roboskî’de Başbakan Erdoğan’ın verdiği yetkiyle, kendine Genelkurmay sıfatı takan kimyevi Necdet Özel’in ‘vur’ emriyle 34 Kürt gencini katleden, bu yetkiyi, emri veren, bir de utanmadan pişkince gündemden düşürmeye çalışan terörist değil mi! İçişleri bakanı değil, içerideki en büyük iblisliğe soyunan İdris Naim Şahin’in son açıklamaları kimin açıktan terörist olduğunu gözler önüne sermiş, Başbakan Erdoğan ‘sus’ emrini verse de bir kere söz yaydan çıkmış kamuoyunun, en çokta Roboskî’de katledilen gençlerin yakınlarının yüreğine ateş düşürmüştür.
AKP Hükümeti, pervasızca sürdürdüğü hava saldırılarıyla sadece kuzey Kürdistan’da Roboskî’de sivilleri katletmemiş, Güney Kürdistan’da daha birkaç aylık olan küçük Solin’ini ailesiyle birlikte canını almıştır. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 1993’ten bu yana onurlu ve ilkeli barış çabalarını görmezden gelen AKP Hükümeti, yaz, kış demeden terörü aratmayacak kanlı operasyonlarını Kürdistan’da sürdürmekte her gün can almaya devam edeceklerini açıklamaktadır. On beş Kürt kadın gerillasını kış ortasında katletme yetkisini veren Erdoğan, hiç utanmadan sıkılmadan şahadette ulaşan kadın gerillalar üzerinden çok çirkince politika yapmakta ve bunda ısrar etmektedir. Başbakan Erdoğan günümüzde Suriye hükümetinin Suriye halkına yaptığı saldırılara duyarsız kalamayacağını belirtirken, Kürdistan’da terör eylemlerine devam etmekte, ikiyüzlülüğünü gizlemeye çalışmaktadır. Kendi ülkesinde zulmeden, katleden, her gün haksız tutuklamalar yapan bir başbakana kim inanır. Halkın vicdanın da tüm bunlar terör olaylarıdır. Bu yetkiyi veren ve uygulayanlar en büyük teröristtir.
Müslüman geçinen, bölge’de model olacağını iddia eden ve terör eylemlerinden vaz geçmeyen AKP’nin Müslümanlığı da tartışmalıktır. Gerçek Müslüman asla ve asla insana, bir halka zulüm etmez, yalan söylemez, kardeş dediğine terör yöntemleriyle işkence etmez, dilini yasaklamaz, iradesini kırmaz, kardeşinin evladına bomba yağdırmaz, analara üç değil beş çocuk doğurun deyip çocuklarını her gün işkence edip cezaevlerine koymaz, katletmez, uçağıyla, topuyla intikam alırcasına hiçbir canlı bırakmamak için toprakları bombalamaz, bir tarihi yok etmek için barajlar yapmaz, açlıkla kimseyi terbiye etmeye kalkmaz, gençleri fuhuş, uyuşturucuya alıştırmaz, hele hele evladını savaşta kaybeden anaların beduallarını hiç almaz. Hoşgörü, barış, sevginin adı olan İslamiyet’i kendi çıkarları için siyasallaştırarak, kirli emelleri için kullanmaz. Kendine sözde Müslüman olan AKP, Kürdistan’da yürüttüğü terör eylemlerini kendi Kürdü olan Hüseyin Çelik ile gizlemeye, gerçeği ört pas etmeye çalışıyor. Bu rolünü severek yapan Hüseyin Çelik hiç utanmadan, vicdanı sızlamadan, kendi halkına ihanet edip sırtını dönerek, arkası kesilmeyen açıklamalarda bulunup AKP’nin terör eylemlerinin sözcülüğüne oynuyor. Kürdistan’ı her boyutuyla işgal eden, terör eylemlerinden vazgeçmeyen AKP hükümeti ve onun sözcüsü Hüseyin Çelik Kürt halkını potansiyel olarak suçlu görmekte, kendi emellerini gizlemek için ‘terörist’ olarak damgalamaktadır.
Sözün özü asıl terörü üreten AKP’dir, Kandil’de küçük Solin’i, Roboskî’de Kürt gençlerini katleden ordu yetkilileridir. AKP terörünün Kürdistan’da daha da gelişmesi için aktif rol oynayanlarda gerçek teröristlerdir. Kürt halkı ve demokratik çevreler yürüttükleri mücadeleyle gerçek terörü ve teröristi kamu oyunun vicdanını da her zaman her yerde deşifre edecek ve bir gün gereken cevabı verecektir.
SİLAHLAR KÜRDÜN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN GARANTİSİDİR
Bugün dünya ekonomik krizle boğuşuyor. Ortadoğu kaynıyor ve Arap Baharı’nda Suriye düğümü henüz çözülemedi. Kendi içindeki Kürt sorununa çözüm bulamayan, Şemzinan, Oramar ve Çelê’de otoriteyi kaybeden AKP, Batı Kürdistan’a askeri müdahaleyi tartışıyor. Suriye Ulusal Konseyi adı verilen oluşumu İstanbul’da topladı, her türlü desteği verdi. Bir yandan PKK’ye silahları bırakma çağrısı yaparken diğer yandan da kendi eliyle kimi muhalif güçleri Suriye yönetimine karşı silahlandırdı. Ancak eldeki hesap çarşıya uymadı. Kürtlerin yaşadıkları kentlerin kontrolünü ele geçirip kendi güvenliklerini sağlamaları gösterdi ki gelişmeler hiç de AKP’nin arzu ettiği yönde değil. Esad’a karşı Özgür Suriye Ordusu’nu destekleyen ve Türkiye’de konumlandıran AKP, Rojava Kürtlerinin PYD öncülüğünde siyasal statü kazanarak demokratik bir Suriye’de özgürce yaşama mücadelesini “kabul edilemez ve ulusal güvenliğini tehdit eden bir tehlike” olarak ele alıp “müdahale hakkımızdır” diyor.
Halklar son yüzyılda, kendini her şeye muktedir gören ve her şeye zapturapt altına almaya çalışan emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı ayaklanma ve uzun vadeli (süreli) halk savaşı stratejisi ile ortaya çıkmışlardır. Özünde her iki strateji de, uygulanan iktidar zoru ve baskısına karşı hakların kendilerini savunma refleksleridir. Devrimci hareketler geçen yüzyılda her iki stratejiyi de uygulamış ve silahlı mücadeleyle önemli sonuçlar da almışlardır. Ancak iktidar ve devlet olgusu doğru tanımlanıp aşılamadığından bir süre sonra modernizmin sol versiyonu olmaktan kurtulamamışlardır.
İlk çıkışında PKK hareketi de bu devrim stratejilerinden etkilenmiş, silahlı devrimle iktidar olmayı hedefleyen ulusal kurtuluş mücadelesini esas almıştır. Ancak 90’lı yıllarda başladığı değişim arayışlarını 2000’li yıllarda resmiyete kavuşturmuş ve paradigmal değişime gitmiştir. Bu değişimle PKK’nin silahlı mücadelesi meşru savunma çizgisine çekilmiş, devlet ve iktidarı değil, kendi yaşamını, barınma ve güvenlik-savunmasını örgütleyen özgür demokratik bir toplumu hedeflemiştir.
SAVUNMASIZ TOPLUM ÖZGÜR OLAMAZ
10 bin civarındaki silahlı ordu güçleri ARGK ise Halk Savunma Güçleri (HPG) olarak yeniden düzenlenmiştir. PKK, meşru savunma anlayışını Öcalan’ın “dünyayı yenecek gücümüz de olsa saldırmayacağız; ama dünya birleşip üzerimize gelse de kendimizi sonuna kadar savunacağız” sözlerine dayandırmaktadır. Dağdaki çobanın bile silahsız olmadığı, devletlerin milyarlarca doları silahlanmaya harcadığı dünya ve Ortadoğu gerçeğinde hiç bir alt yapı çalışması, çözüm projesi geliştirilmeden, hiç bir anayasal güvence sağlanmadan Kürt halkının varlığının, meşru ve haklı taleplerinin ve özgürlüğünün teminatı olan PKK’nin silahsızlandırılması mümkün görünmemektedir. Dünyada belki de en çok silahlı direniş sergileme Kürtler açısından meşrudur, haktır. Çünkü en temel hakkı olan kendi dili ve kimliğiyle varolma hakkı tanınmıyor. Bir halkın varlığı tanınmayacaksa orada demokrasiden ve demokratik mücadele koşullarından bahsedilemeyeceği açıktır. AKP’nin bu ısrarının bir halkı tümden imha etme anlamı taşıdığı açıktır. KCK Yürütme Konseyi üyesi Cemil Bayık, “Kürtler üzerinde bu kadar soykırım operasyonu ve çözümsüzlükte ısrar sürerken PKK’den değil silah bırakmak, sadece direnişini yükseltmesi beklenir,” derken KCK Halk Savunma Komitesi Başkanı Duran Kalkan da NATO destekli 12 Eylül rejiminin teslim alamadığı özgürlük iradesini AKP’nin asla teslim alamayacağını vurguluyor ve şöyle diyor: “Dikkat edilirse küçük bir siyasi mücadele imkanı bulmuşsak ateşkes ilan etmiş, siyasi mücadeleyi öne çıkarmış bir hareketiz. Fakat siyasi demokratik mücadelenin bütün kanalları tıkatıldığında, Özgürlük mücadelesini geliştirmek ve özgür olarak var olabilmek için silahlı direnmekten başka çare kalmadığında gereken direnişi dün de gösterdik, bugün de gösteriyoruz, yarın da gösteririz. Bunu herkes bilsin. Bizim silahımız Kürt’ün özgürlüğü içindir, direniş temelindedir. Hiç kimseye bir tehdit değil, bir saldırı değil. PKK’nin hiç kimsenin özgürlüğünü yok edecek ne bir anlayışı var ne de o kadar silahlı gücü vardır. PKK, silahla kimsenin özgürlüğünü tehdit etmiyor, kimsenin varlığına kast etmiyor, kimseyi baskı altına almıyor. Ama her taraftan gelişen Kürt’ü yok etmek, soykırımdan geçirmek isteyen saldırılara karşı özgür olarak kendini yaşatabilmek için, kendini savunma amaçlı kullanılan silah her zaman gereklidir. Güvenlik de beslenme ve üreme gibi yaşamanın temel unsurlarından biridir. Güvenlik olmazsa, öz savunma olmazsa toplum yaşayamaz, dolayısıyla özgür de olamaz.”
DAĞI ASKERLE ŞEHRİ POLİSLE KUŞATMA ÇABALARI
PKK’ye silah bırak dayatmasında bulunan güçlerin dünyanın en çok silahlanan devletleri olması da işin bir başka dikkat çeken noktası. Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü (SIPRI) 2009 yılı verilerine göre, dünya ekonomisi 2009’da yüzde 0.6 oranında küçülürken, askeri harcamalar 2009’da yüzde 6 oranında artarak 1 trilyon 531 milyar dolara ulaştı. Askeri harcamalar dünya toplam gelirinin yüzde 2.7’sine denk düşüyor. En çok askeri harcamayı 633.2 milyar dolarla ABD yapıyor. İngiltere 69.2 milyar dolarla üçüncü sırada. Türkiye de 2009’da 19 milyar dolarla askeri harcaması yüksek ülkeler arasında yer alıyor. Aynı Enstitüsü’nün (SIPRI) yayınladığı rapora göre, Türkiye 2011 yılında askeri harcamalara 15 milyar 364 milyon dolar ayırdı. 2011 yılı bütçesinden ordu ve emniyete ise 20 milyar dolarlık bütçe ayrıldı. Güvenlik ve savunma harcamalarında da geçen yılın ilk altı ayına göre toplamda 50 milyon lira artış var. Bütçede ‘gizli hizmet giderleri’ adı altında görünen örtülü ödenekten altı ayda 431 milyon lira harcanmış. Geçen yılın aynı döneminde bu tutar 296 milyon lira. Aradaki fark 135 milyon lira. Mühimmat harcaması geçen yılın aynı dönemine göre 8.5 kat artmış. Yılın ilk yarısında mühimmat alımına harcanan tutar, 122.8 milyon lira. Aynı kalem geçen yılın aynı döneminde, 15.3 lira.
Bütçe rehberindeki tanımıyla ‘MİT Müsteşarlığında değişik statülerde istihdam edilen personele nakdi olarak ödenen her türlü mali ve sosyal hak ve yardımları’ ifade eden harcama kaleminin altı aylık bilançosu: 265.2 milyon lira. Bu kalem, geçen yılın aynı döneminde 216.5 milyon liraydı. Artış tutarı, 46.7 milyon lira.
Dünyadaki en silahlı polis gücü de Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye’de toplam 232 bin polis görev yaparken AKP iktidarında 50 binin üzerinde yeni polis göreve alındı. Ağır silahlar, helikopterler, panzerler, akrep tipi zırhlı araçlar ve TOMA’larla adeta ayrı bir ordu gibi donatıldı. Polisin toplumsal olayları bastırmak için kullandığı biber gazının insan sağlığını tehdit ettiği bilimsel olarak kanıtlanmasına rağmen AKP’li bakan Hayati Yazıcı’nın beyanına göre Türk devleti son 12 yılda 21 milyon lira karşılığında 6 yüz 28 bin kg. biber gazı satın almış, stok tüketilmiş ve yeni siparişler verilmiştir. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) verilerine göre ise son beş yılda polisin biber gazı kullanımından etkilenen 12 kişi yaşamını yitirmiştir.
AKP döneminde zırhlı araçlar, savaş helikopterleri, insansız hava araçları (heronlar), savaş uçakları, termal kamera alımına milyarlarca dolar harcandığı bilinmektedir. Özel paralı ordunun sayısının 150 bine çıkarılması öngörülmektedir.
İstihbarat teşkilatının (MİT) eleman sayısı ve giderleri ise net bilinmemektedir. 90 bin korucuya rağmen yeni korucular oluşturma çabası da buna eklenebilir. Bu kadar polis ve askeri güç bir düşman ülkeyle savaşmadığına göre ne yapıyor? Tek yanıt şu: Kürt halkının demokratik direnişini ve gerillanın özgürlük mücadelesini bastırmak. Bunu başarmak için de gerillanın silahsızlandırılması şart. Amaç, gerillaya silah bıraktırıp özgürlük mücadelesini budamak, ardından da inkar ve imhayı daha rahat devam ettirmektir.
Her canlı varlığın kendini saldırılar karşısında korumak için savunma refleksi geliştirdiği biliniyor. Tarihten günümüze insanlar da gerek doğadan gerekse yabani hayvanlar ve insanlardan gelişebilecek saldırılara karşı kendini savunmayı, varlığını koruma gerekçesi sayıyor. Bu meşru savunma refleksi uluslar arası sözleşmelerde ve insan hakları evrensel bildirgesinde de temel bir hak olarak kabul ediliyor. Meşru savunma hakkı, yaşamsal değerlere karşı haksızca yönelim oldukça, içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun, yapılması gereken varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama hakkı ve kutsal eylemidir.
Devletin en temel özelliği insanı kullaştırma, köleleştirme temelinde kendi hizmetine koşturmasıdır. Bu yaklaşım günümüze kadar değişmemiş, bin bir maskeyle sürekli allanıp pullanarak geliştirilmiştir. Buna karşı ezilen, horlanan, köleleştirilen veya ötekileştirilenlerin direnişleri de eksik olmamıştır. Egemenlerin zoruna karşı önce yakınma olarak başlayan memnuniyetsizlik giderek isyan ve savaşlara dönüşmüştür. Bu açıdan insanlık tarihini, egemen güçlerin zoru ile ezilenlerin ve dilsizlerin savunma direnişleri arasında geçen yoğun mücadele tarihi olarak da ele almak mümkündür. Peygambersel çıkışlar da devlet ve iktidarların bu zulüm düzenine bir başkaldırıdır ve gerektiğinde meşru savunma savaşına girmekten çekinmemişlerdir.
Kapitalizmin şiddet ve zor kullanımında daha önceki sınıflı toplumlardan en büyük farklılığı bilim ve tekniğin gelişmesi sonucunda elindeki zor araçlarını da sınırsız geliştirmesidir. Bu çerçevede kapitalizm en ince ve en derin tarzda toplumu köleleştiren, zoru en kapsamlı, en yıkıcı ve hızlı kullanabilen sistem olmuştur. Son iki yüz yıldaki sayısız devlet ve bölge savaşları, 20. yüzyılda iki dünya savaşı, kontra örgütlenmelerle verilen kirli özel savaşlar, nükleer, biyolojik silahlanma vs. bu gerçeğin ifadesidir. Kamu güvenliği gerekçesiyle toplum üzerinde her türlü zor ve şiddeti geliştirmekten geri durmayan devlet aygıtı, silahlı güç oluşturma tekelini de ele geçirip toplumları silahsızlandırmayı, savunmasız bırakmayı kendini sürdürebilmenin koşulu olarak görmektedir. İktidarların silahlı zoru ve şiddetine karşılık geliştirilen her tür silahlı direniş ve zorun kanla, zulümle bastırılmasını devletlere hak görmek, şiddet ve silah kullanma tekelinin devlet ve iktidarda olduğuna dayanan anlayışın ürünüdür. Bu anlayış, toplum ve insan eksenli değil, devlet önceliklidir. “İnsanı kullaştırma, köleleştirme biçiminde hizmetçiliğe mecbur kılma” olarak Sümerler tarafından belirlenen devlet ilkesi, günümüze kadar özü itibariyle değişmemiştir. Böylelikle “atom bombalı devletin, maskeli tanrı devletiyle kıyaslandığında en dehşetlisi olduğu açığa çıkmaktadır.
Bir ülkenin siyasal yapısını etkilemenin, yönlendirmenin ve ele geçirmenin değişik yolları vardır; fiili işgal, ekonomik alanda bağımlı kılmak en açık görülen yöntemlerdir. En tehlikeli yöntem ise, denetim altına alınmak istenen halkın düşünme biçimini belirlemektir. Cesaret, fedakarlık, yiğitlik gibi özellikler ezilen bir halkın kurtuluş mücadelesinde çok önemlidir. Ancak bu özelliklere ‘doğru düşünmek’ eşlik etmiyorsa amaca ulaşmak olanaklı değildir. Tıpkı Kürd halkının ödediği bunca bedele karşın, özgürlük hedefine ulaşamaması gibi.
Doğru düşünmenin nasıl olanaklı olabileceği konusu, ilk çağlardan beri düşünürlerin önemli bir uğraşı olmuştur. Bu uğraşlar sonucu ortaya çıkan farklı yaklaşımlar, farklı insanları etkileyerek onların düşünme biçimini şekillendirmiştir. İlk sistematik filozof olarak kabul edilen Aristoteles, kendinden önceki mantık bilgilerini sistemleştirerek, onun özel bir disiplin olmasını sağladı. Mantık çalışmalarını, doğru düşünmenin aleti anlamına gelen ‘Organon’ adlı kitap(lar)da bir araya getiren Aristoteles, ortaçağ boyunca etkili oldu. Klasik mantık, biçimsel mantık olarak da bilinen bu düşünme biçiminin, doğayı ve toplumu açıklamada, anlamada yetersiz olduğunu ve bu nedenle de aşılması gerektiğini düşünen Francis BACON, ‘Nowum Organon’ (yeni alet) adlı çalışmasıyla, bilim ve felsefeyi skolastik’lerin (Aristoteles mantığının) baskısından kurtardı. 17.Yüz yılda başlayan bilimsel gelişmelerin, bu yeni düşünce anlayışından bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir. Bacon’dan sonra bir çok düşünür bu konuda önemli çalışmalar yaptı. Ancak Hegel’in diyalektik mantık anlayışı bu çalışmalar içinde özellikli bir yere sahiptir kuşkusuz.
Biçimsel mantığın;
‘bir şey ya doğrudur ya da yanlıştır, bir şey hem doğru hem de yanlış olamaz, doğru ve yanlış dışında üçüncü bir seçenek olamaz, karşıtlardan biri doğruysa öbürü zorunlu olarak yanlıştır, ikisi aynı anda doğru veya yanlış olamazlar’ anlayışına karşın, diyalektik mantık; ‘karşıtların birlik oluşturabileceğini, karşıtların aynı anda doğru veya yanlış olabileceğini, birinin hem doğru hem de yanlış yönlerinin olabileceğini, birinin yanlışlığının karşıtını zorunlu olarak doğrulamadığını, karşıtların dışında üçüncü bir seçeneğin olanaklı olduğu’ anlayışıyla, özellikle, doğal ve toplumsal olaylarda kalıplarla düşünmenin yetersizliğini gösterdi.
Avrupa düşün dünyasında, Rönesans ile birlikte etkisini kaybeden klasik mantığın anti-demokratik ülkelerde hala revaçta olması düşündürücüdür. Yaşadığımız coğrafyada genel olarak ilgi gören klasik mantığın, Türk eğitim sisteminde özellikli bir yere sahip olması tesadüfü değildir. Türkiye cumhuriyetinin ideolojik alt yapısının şekillenmesinde önemli bir yere sahip olan Ziya Gökalp’ın, Malta sürgünü sonrasında söyledikleri, konumuz bağlamında dikkat çekicidir.
Bilindiği gibi Alman hayranı ittihat ve terakki yöneticileri sürgün (yaklaşık 2 yıl) dönüşünde İngiltere’ye sempatilerini dile getirmişlerdi. İngiltere’nin onayıyla tekrar önemli görevlere getirilen eski ittihatçıların, ‘Malta’da ciddi bir eğitimden geçirildikleri, bu eğitim sonucunda İngiltere’nin düşünce biçimini benimsedikleri’ değerlendirmesi dikkate değerdir. Sürgün dönüşü Gökalp, İngilizlerin dilini öğrenmenin kolay fakat mantıklarını öğrenmenin zor olduğunu, bütün milletlerdeki mantığın benzerliğine karşın İngilizlerin farklı bir mantığa sahip olduğunu, İngilizlerin bir ülkeyi işgal etmeden de oradaki çıkarlarını koruyacak yöntemlere sahip olduğunu’ söylüyordu.
Anlaşılan Gökalp, İngilizlerden öğrendiklerini, ‘Türkleşmek-İslamlaşmak-Muassırlaşmak’ anlayışıyla, Kürd halkına uygulamaktan geri kalmamış. Fiili işgalin yeterli olmadığını bilen egemen sistemler, egemenlik altında tutmak istedikleri halkların düşünme biçimlerini belirlemeye çalışırlar. Bu amacın gerçekleşmesi için de en uygun yöntem, Aristoteles mantığıdır şüphesiz.
Devletin yüz yıldır, öcalan’ın da otuz yıldır yapmaya çalıştığı şey, halkın düşün(me)me biçimini belirlemektir. Karşıtını kendi içinden çıkarma konusunda tecrübeli olan devlet, ‘ya benim yanımdasın ya da karşıtımın’ dayatmasıyla, Kürd halkını iki yanlıştan birini seçmeye zorladı hep. Son günlerde, İmralı- Meclis ve Genelkurmay üçgeninde yaşanan diyalogların sağlıklı tahlil edilebilmesi için, öncelikle, klasik mantığın dar kalıplarından sıyrılmak ve diyalektik mantığın çok yönlü düşünme olanaklarından yararlanmak gerekiyor.
http://www.nasname.com/Yazarlar/bboti/201.html
Peki, bu çağrılar ne anlama geliyor? Çağrıyı yapan çevrelerin bundan amaçladıkları nedir? Kürt sorununun demokratik siyasal çözümü mü yoksa sorunun demokratik çözümünü dayatan PKK’nin tasfiye edilerek Kürt halkının meşru demokratik direnişini ve hak talebini bastırmak mı? PKK bugüne kadar Kürt sorununun silahlardan arındırılmış bir demokratik siyasal çözümü için ne tür girişimlerde bulundu? Bu adımlar Türk devleti ve ordusu tarafından nasıl karşılandı? Dünyada silahlı direniş gösteren yapıların silahlı mücadeleye son vermesi hangi aşamalardan sonra gerçekleşti? Kimi çevrelerce iddia edildiği gibi silahlı direniş döneminin bittiği doğru mu? Kürtlerin varlığı bile henüz tanınmıyorken PKK neden silah bıraksın? Bunca ısrar neden? PKK hangi koşullarda silah bırakır? Sorulara verilecek yanıtlar en az Kürtler kadar Türkiye halkı açısından da geleceği belirleyebilecek önemdedir.
TARİH BİLİNCİ VE ÇARPITILAN GERÇEKLER
“Silah bırak” çağrılarının doğru anlaşılması için PKK’nin silahlı mücadeleye hangi koşullarda ve neden başvurduğuna doğru cevaplar bulmak önem kazanmaktadır. Çünkü Kürt sorununun tarihsel gelişimi ve kaynakları doğru tanımlanmadan bu kangrene dönmüş meseleye sağlıklı çözüm bulmak da zorlaşmaktadır. Bir özel savaş aygıtı olan Türk devleti ve onun kimi sözde aydınları PKK’nin yürüttüğü silahlı direnişin yenilgiye uğratılamaması karşısında “Kürtler vardır, Kürt vatandaşlarımızın hakları da vardır. Ama Kürt sorunu ayrı, PKK sorunu ayrıdır” demektedir. Bununla da sanki PKK Kürt sorununun bir sonucu değilmiş ve Kürtlerin tüm hakları tanınmış gibi “terör (PKK) sorunu ortadan kaldırılırsa Kürtlerin bir sorunu kalmaz” diyebilme acizliğini göstermekte ve son iki yüzyıldır Kürtlere uygulanan askeri işgal, siyasal sömürgecilik ve kültürel soykırım hiç yokmuş gibi davranmaktadır. Bunun tarih bilincini çarpıtmaya dönük bilinçli bir yaklaşım olduğu açıktır.
Hüseyin Aygün’e laf çakan arkadaşa
SEN!
Hey Hüseyin Aygün’e “PKK destekçisi” falan diye laf çakan arkadaş!
Unutma ki…
Sen ağız dolusu küfürler yağdırsan da PKK’ya…
PKK, senden daha çok Hüseyin Aygün’den nefret ediyor.
Hadi şimdi bunun üzerine düşün iki dakika…
http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21283023.asp
Eylem’e,
”“Örgüt cinayet işliyor” demekle mi gelecek riyakar barışınız.bu şartları neden devlet için de öne sürme cesaretiniz olmaz.tatlı su anarşiştliği yapma kolaycılığına kaçmadan yapabileceğiniz zerre kadar yüreğiniz olsaydı bu yazının arkasına gizlenerek kürt halkına sövmezdiniz,her fırsatı kullanmazdınız,anarşinin yerine liboşluğu tercih etmezdiniz.” buyurmuşsun. Kürt halkının ne yaşadığından-yaşamadığından gram anlamıyorsun. Bilginin olmadığı, günümüzde moda olduğu üzere, oturduğun yerden PKK sevdalısı bir yerden ”liboş” gibi, sexist aşağılamayı da çağrıştıran hakaretleri savurabilecek kadar büyük bir sapma içerisindesiniz.
sizin, öncelikle kabul etmeniz ve barışmanız gereken duygu şudur: Kürt halkı varsa Zaza halkı neden olmasın? Ve neden Kürt ulusalcılığı mübahsa Zaza ulusalcılığı mübah olmasın? (Ben her iki ulusalcılığa da tüm ulusalcılıklara da karşıyım ama senin gibi bir devlet karşısında ezilen kesim olarak Kürt halkını telaffuz edip, Kürt milliyetçiliğini övmen ve de PKK’nin ama örgüt içi ama yöre halklarına baskı yoluyla adeta devlet olmasını savunmanı asla anlamayacağım ve senin gibi milliyetçi ve de hakaretamiz laflarla saldırganlaşanlara karşı daima Zaza’lık telaffuzu yapacağım. Tüm diğer milliyetçiler gibi, hırçınsınız.
Şu gerçeği itiraf etmek gerekir ki Zazacılar’ın çoğu Kürdlere karşıdır, Zazalık adına gerçek anlamda bir hizmetleri yoktur. Politik bir duruş sergilemezler. Türk Devletinden kendilerine bazı haklar verilmesini talep ederler ama samimi değildirler, zira bu taleplerin gerçekleşmesi için mücadele etme zahmetine girmezler. Tutumları ile Zazalar’dan çok Türk resmi politikasına hizmet ederler.
Kürd örgütlerinde mücadele eden ve kendilerince bir şeyler yapmaya çalışan Zazaları benimsemez, onları Kürdlere hizmet etmekle itham ederler, ancak Türk basınında Zazalar adına bir kelime yakaladılarmı bunu büyüttükçe büyütürler.
Alevi olanları CHP’li, Sünni olanlarıda keskin AKP’cidir.
İcraatları propagandadan ileri gitmez, sadece internet ortamında kendilerini şarj etme hevesindedirler, bu kesime İnternetçi Zazacılar’da diyebiliriz.
sadece kürt halkı vardır ama zaza halkı yoktur,anlamına gelebilecek bir dil kullanmadım.kendi milliyetçiliğine yenilerek beni suçluyorsun.halklar kendilerini nasıl adlandırırlarsa öyledirler.onların adına konuşmam.ulus discurunu reddediyorum.çünkü bu aşılmaz gibi görülen engellerin kaynağı burjuva ulus söylemidir. kaldı ki buyurganlık tiriplerine sen girmiş bulunuyorsun.şimdi, kürt ve diğer halkların acısını kimin ne kadar daha fazla anlayıp anlamadığı yarışına mı tutuşacağız.bununla mı milliyetci olmadığını kanıtlamaya çabalayacaksın.ben bunları oturduğum yerden yazıyorum da sen havada şarjör değiştirerek mi yazıyorsun.önceliklerimizin ne olduğuna da karar vermiş bulunuyorsun.bu mudur anti sexsit tavrın.
POLİTİKA VE SUÇ
Mehmet Yıldız
Aslı Yunanca’dan gelen “politika” kavramını TDK sözlüğü “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” olarak tanımlar. Türkiye’de “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” Osmanlı İmparatorluğu devrinden beri kriminal bir aktivitedir. “Devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”na ilgi duyuyorsanız, bu genellikle kriminal bir beyne sahip olduğunuz anlamına gelir. Bahse konu “sanat”ın bir icabı olarak, gerektiğinde kıyımlar yapacak, yağmalayacak, cinayet işleyecek, işkence yapacak, tecavüz edecek, adam dövecek ve tehditler savuracaksınız. Türk ordusunun ve Türk siyasi partilerinin her zaman böyle bir mentalitesi olmuştur. Nitekim danıştay üyelerine yönelik saldırının akabinde olup bitenler, Türkler cephesinde pek bir şeyin değişmediğini gösteriyor.
Söz konusu mentalite ne yazık ki aynı zamanda Türk “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”na karşı çıkan sözde rejim muhaliflerinin de mentalitesidir.
Türkiye’de “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”nı demokratik ve insani bir biçimde icra etmek isteyen partiler veya parti olmaya çalışan gruplar seçmenden hiçbir destek alamıyorlar. Örneğin ÖDP kriminal olmayan bir “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı” icra etmek istiyor, ne var ki ciddi bir seçmen desteği alamıyor. Cem Boyner’in partisi de böyle bir parti olmaya çalıştı, ancak seçmen ilgisizliğinden dolayı ayakta kalamadı.
Türkiye’de yukarıda bahsi geçen kategoriye giren kudretsiz ve önemsiz demokratik rejim muhaliflerinin dışında kalan irili ufaklı tüm rejim muhalifi grup ve partiler, tıpkı mainstream Türk politik aktörleri gibi kriminal bir mentalite taşırlar. Bunlar insan hakları ve demokrasi talep ederlerken, bunu yalnızca işe yarar bir taktik olarak görüyorlar. İnsan hakları ve demokrasi talep edenler, güçleri ölçüsünde Türk devletinin işlediği her türlü suçu işlemekte herhangi bir tutarsızlık görmüyorlar.
Mainstream Türk aktörler kendi suçlarını “devletin ve milletin bekaası” adına meşrulaştırmaya çalışıyorlar ve Türk halkının ezici çoğunluğundan tam bir destek alıyorlar. Dolayısıyla bu çerçevede Türkiye’de bir rejim bunalımı yoktur. Aksine devlet ile toplum arasında çok büyük bir uyum vardır. Aşırı milliyetci Türk toplumuna Avrupa halkları kesinlikle güvenmiyorlar. Yeni Eurobarometer sonuçları bunu gösteriyor.
Bahse konu rejim muhalifleri ise aynı nitelikteki suçları “Kürt ulusunun kurtuluşu” veya “sosyalist devrim” adına kaçınılmaz ve meşru görürler. Soyut “ulusal kurtuluş” veya “devrim” fikri kendi başına o kadar ulvi ki, o kadar yeterli ki bu suçların işlenmesi çok önemsiz görülüyor.
Medeni ülkelerde fikir özgürlüğü çerçevesinde konuşulan şeyler Türkiye’de her zaman insanları öldürme sebebidir. Ancak son yıllarda düşüncelerinden dolayı insan öldürenler mainstream Türk aktörler olmaktan ziyade muhalif güçlerdir. Türk devleti özgür konuşmalar yüzünden son birkaç yıldır kimseyi öldürmüyor. Ancak muhalifler düşüncelerine katılmadıkları için insanları öldürmeye ve öldürmekle tehdit etmeye tüm güçleriyle devam ediyorlar. Dolayısıyla muhalifler özgür düşüncenin daha azgın, daha konrol edilemeyen veya hesap sorulamayan düşmanıdırlar. Bu konuda Türk devletinden daha acımasız ve hukuksuzdurlar. İşin en komik tarafı, Türk devletinin gerisine düştükleri halde, herkesi faşistlikle vb. suçlayabiliyorlar.
Dersim’in etnik-kültürel kimliğini gerçek anlamda savunabilmemiz için “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatı”nı kriminal bir aktivite olarak kabul eden bütün aktörlerden uzak durmamız gerekiyor. Bu mücadele tarzının başarılı olup olmayacağı konusunda kesin bir şey söylemek çok zor olsa da, Dersim kültürünün bize salık verdiği budur. Özgürlük mücadelesi kriminal kesimlerden birine boyun eğlemekle verilemez.
Türk devleti ile Dersimliler arasındaki ideolojik, politik, kültürel ve ahlaki mesafenin çok büyük olmasından dolayı, Türk devlet ideolojine yönelik Dersim eleştirileri vakit kaybı sayılır. Bir başka deyişle, bu tür eleştiriler malumun ilamından ibaret kalıyorlar. Muhalif kriminaller ise, aramıza gelmekte ve bize istediklerini yapmakta veya söylemekte herhangi bir çekingenlik göstermiyorlar. Keza bunlar Dersim’de Türk ordusunun yanı sıra ikinci bir işgal ordusunu oluştururlar. Dersimlilerin en büyük sorunlarından birinin bu olduğunu düşünüyorum.
Dersimliler bu kriminallere karşı çok açık bir tutum almadan gerçek bir ilerleme gösteremezler ve kendilerini atalarına affettiremezler. Bizim için ilerleme öncelikle atalarımızla barışmak anlamına geliyor. Sorunu şöyle de ifade edebiliriz: politik kriminallere şu veya bu ölçüde boyun eğenler Dersim cemaatini oluşturamazlar. Bu cemaatte ancak Dersim şahsiyeti taşıyanlar oturabilir. Bütün umudum Dersim deminden olanların bir cemaat oluşturacağı yönündedir.
Son olarak kriminalleri hümanizme çağıran Dersimlilere şunu söylemek istiyorum: “Deli gönül feryat etme boşuna, hal bilmez kişiye yar olamazsın!” (Muhlis Akarsu)
Mehmet Yıldız
http://www.dersimsite.org/politikasuc.html
http://www.gunes.com/2013/06/04/yazar/4479/riza_zelyut/ahmet_hakan_a_notlar.html
http://www.odatv.com/n.php?n=cemaat-halk-partisi-0104141200