Site Logosu

Gün Zileli

Aşk ve Devrim

Foti Benlisoy’un kitabı: Güncel Devrim Sorunlarını Tartışmak

Devrim ve Sosyalizm Sorunları, Kitap Tanıtım, Siyasi Tahlil

 

Foti Benlisoy, 21. Yüzyılın ilk Devrimci Dalgası, Agora Kitaplığı, 2012

 

Foti Benlisoy’un, daha ismiyle bile dikkat çeken kitabında, 1. Bölümde, Avrupa’daki devrimci ayaklanma ve direnişler, Fransa, Yunanistan, İspanya ve Amerika’daki “Wall Street’i işgal et” hareketi bağlamında ele alınıp inceleniyor; 2. Bölümde, Tunus, Mısır, ardından Libya ve Suriye vb. bağlamında Arap dünyasındaki devrim ve ayaklanmalar ele alınıyor; 3. Bölümde ise, Türkiye sol hareketi ile Kürt hareketi tartışılıyor ve AKP iktidarına karşı mücadele bağlamında Türkiye’de devrimin sorunları irdeleniyor.

Benlisoy’un kitabının ana ekseni, kitabın adından da anlaşılacağı gibi, 21. Yüzyılın ilk on yılının ardından, 2011 yılında aniden patlak veren Arap devrimleridir ama bu sadece Arap dünyasına ilişkin bir olay olarak değil, doğru bir şekilde, dünya çapında devrimin yükselişi olarak tahlil ediliyor.

Kitabın, dört temel noktada ele alacağım daha ayrıntılı bir incelemesine geçmeden önce, Benlisoy’un ve kitabının devrime ve yükselen dünya devriminin sorunlarına bakışı konusunda genel bir yargımı baştan belirtmeyi gerekli görüyorum: Devrimci Marksist kategorisinde görülebilecek Benlisoy’un devrime ilişkin genel bakışı, kesinlikle liberalizmle arasına net çizgiler çeken devrimci bir yönelişi ifade etmektedir. Bu yüzden, genelde kendisiyle benzer bir bakış açısına sahip olmaktan sevinç duyduğumu belirtmeliyim. Öte yandan, pek doğaldır ki, daha alt başlıklarda bazı farklılıklarım mevcuttur. İlk alt başlıkta, Benlisoy’la kesinlikle uyuştuğum ve kendisine tamamen katıldığım, Arap devrimlerinin – elbette gerçekten devrim olanlarının – özünde neo-liberalizmi hedef aldığı yönündeki çok önemli saptamalarına yer vereceğim. Bundan sonraki üç alt başlıkta ise, kendisiyle belli noktalarda ayrıldığım, “devrim ve emperyalist müdahale”; “bugünkü devrimin izleyeceği yol” ve “AKP iktidarının niteliği” konularına gireceğim.

 

Ayaklanmaların Temelinde

Neo-Liberalizme Tepki Var

 

Foti Benlisoy, “Tarihin Sonundan, Devrimin Güncelliğine” başlığını taşıyan, 45 sayfalık uzun giriş makalesinde, özel olarak devrimlerin, iddia edildiği gibi, “liberal, parlamentarist demokrasi” özleminin ifadesi mi olduğu, yoksa özünde kapitalizmi ve kapitalizmin otuz yılı aşkın bir zamandır gündemde olan neo-liberal programına bir tepkiyi mi ifade ettiği konusunu döne döne işlemiş. İyi de etmiş. Çünkü bu konuda, özellikle anaakım medyanın önayak olduğu ve liberallerimizin de körüklediği çok büyük bir çarpıtma söz konusu. İşte Foti Benlisoy’un tamamen katıldığım ve önemle altını çizdiğim satırları:

Bu çerçevede, ayaklanmaları ve muazzam kitle hareketlerini Asyatik despotizme karşı Batı değerlerinin bir tasdiki olarak görme ve gösterme çabası sol mahfillerde dahi etkili olabiliyor… Arap ayaklanmaları hemen bütün insanlığın kafasına liberalizmin yeni bir zaferi olarak kakılmak isteniyor… Oysa Tunus’ta, Mısır’da kitlelerin demokratik haklarla beraber sosyal adalet taleplerini kendiliğinden bir biçimde harmanlamaları bir tesadüf değil, otoriterizme itirazın toplumsal kaynakların yağma edilmesine dayalı mevcut iktisadi-sosyal modele itirazı da ister istemez gündeme getirmesinin sonucuydu.” (s. xiv)

Ve Benlisoy, ayaklanmaların sınıfsal kökenine dikkat çekerek yukardaki fikrini pekiştiriyor:

Her şeyden önce bütün bu mücadelelerde, emek piyasalarını esnekleştiren, işsizliği yapısallaştıran ve eğitimi ticarileştiren neo-liberal siyasetlerin geleceksizlik ve güvencesizlik cenderesine sıkıştırdığı gençlik kesimlerinin, kapitalist krizin yarattığı küresel ‘kayıp kuşağın’ ön planda olduğu görülüyor.” (s. xxxii)

Ve demokrasi mücadelesini neo-liberalizme karşı mücadeleden kopartan gerek burjuva liberal, gerekse muhafazakâr-sol anlayışlara karşı çıkan şu kısa ama çok önemli satırlar:

Bu durum, demokrasi meselesinin önümüzdeki süreçte kapitalist küreselleşmeye karşı direnişlerin önemli bir unsuru olacağı ya da tersinden söylersek demokrasi mücadelesinin neo-liberalizme karşı direnişten ayrı düşünülemeyeceği anlamına geliyor.” (s. xxxiv)

Bu mükemmel satırlara ilave edebileceğim hiçbir şey yok.

 

Ayaklanmalara Emperyalist Müdahale

Konusunda Alınacak Tutum

 

2011 yılı başında önce Tunus’ta başlayıp,  Mısır devrimiyle devam eden ve neredeyse bütün Arap ülkelerine yayılma istidadı gösteren Arap Devrimi, Libya ve Suriye’deki emperyalist müdahaleyle ve ayaklanmaların emperyalistler tarafından militarize edilmesiyle, hiç eğip bükmeden söyleyeyim ki, adeta duvara tosladı. Artık bu andan sonra Libya ve Suriye’de bir devrimden değil, emperyalizm yanlısı bir karşı-devrimden rahatlıkla söz edilebilirdi. Fakat Benlisoy, bunu net bir şekilde ortaya koymak yerine, eleştiri oklarını bu ayaklanmalara karşı başından kuşkucu, hatta karşıt bir tutum alan ulusalcıları ya da bazı solcuları yöneltmeye devam etmiş. Burada  bu noktayla ilgili bazı alıntılar yapmak istiyorum Benlisoy’dan:

Ancak emperyalist müdahalecilik ve saldırganlığa karşı dururken Kaddafi rejiminin yanına düşmemek de elzem. Ne yazık ki Hugo Chavez, Daniel Ortega ve Fidel Castro yaptıkları kimi açıklamalarla tam da bu hataya düştüler. Emperyalizmin bölgedeki muhtemel tasarımlarına karşı itirazda bulunurken Kaddafi rejiminin canice niteliğini adeta unuttular.’ (s. 134)

Evet, hem Kaddafi’ye hem de emperyalizme karşı tutum almak ve Libya halkının kendi kaderini tayin mücadelesine destek olmak mümkün. Kaddafi’yle emperyalizme direnmek mümkün olmadığı gibi, emperyalist saldırganlıkla insani felaketleri önlemek ya da diktatörlere karşı mücadele etmek de akıl kârı değil.” (s. 135)

Oysa devrimci sosyalistler kitle mücadelelerine sırtlarını dönemezler. Siyasal haklar için polis ve asker kurşunlarına karşı göğüslerini siper eden erkek ve kadınların eylemlerini, biz bunlar emperyalizmin işine geleceğini düşündüğümüz için hor göremeyiz.” (s. 154)

Sosyalistler, ayaklanmaları bizim ya da ötekilerin diye ayırt etmezler, kitle hareketlerinin sonuçlarını devletlerarası sistem zaviyesinden ölçmezler. Kurtuluşu fillerin tepişmesinde aramazlar. Bütün olumsuz koşullarda bu mücadeleler içerisinden süzülebilecek en ufak ihtimalin üzerine titrer,  onu büyütmeye var güçleriyle çalışırlar.” (s. 154)

Uluslararası düzeyde devrimci hareketin ve toplumsal mücadelelerin Libya örneğinden çıkarması gereken ders son derece açık görünüyor: Emperyalist müdahaleye karşı çıkarken Esad rejiminin bir an evvel yıkılabilmesi için Suriye’deki halk hareketini ama’sız, fakat’sız desteklemek, bunu yaparken de kendi ittifaklarını kurabilme becerisini göstermek. Elbette Baas diktatörlüğünün anti-emperyalist bir karakteri olmadığı, olamayacağı hususunda anlaşıyorsak.” (s. 219)

 

Baas diktatörlüğünün anti-emperyalist bir karakteri olmadığında elbette anlaşıyoruz ama Suriye’de “halk hareketi” denen şeyin de hiçbir devrimci karakteri olmadığında ve doğrudan emperyalist güçlerce örgütlendiği noktasında da anlaşıyor muyuz acaba?

Öncelikle belirtmeliyim ki, uluslararası mevzulara ve halk ayaklanmalarına kesinlikle ulusalcılardan ve bir kısım solcudan farklı bakıyorum. Yani onların her taşın altında emperyalizmin parmağını arayan ve dolayısıyla halihazır devletlere ve onların işkenceci polis aygıtlarına sırt dayayan tutumlarını hiçbir şekilde onaylamam ve eleştiririm. Öte yandan, tarihteki, kendi blokları içinde yer alan her türlü muhalefet ve ayaklanmayı “emperyalist oyunu”, “CIA kumpası” olarak görüp tukaka ilan eden Stalinci GPU mantığını da reddederim. Diyelim ki, Sovyet blokundaki bir ayaklanmaya batılı emperyalistler hoş gözlerle bakıyor olsunlar, bu, o ayaklanma ya da isyanın haklılığını ortadan kaldırmaz. Bu yüzdendir ki, Macar Devrimini emperyalist batının oyunu ve karşıdevrim olarak ilan eden Stalinistlerin bu tür argümanlarının hiçbir değeri yoktur gözümde. Bu tür ayaklanmaları, batılılar uzaktan – evet uzaktan, çünkü Sovyet tankları Macaristan’ı ezip geçerken sadece seyirci kalmışlardır – destekliyor olsa bile bakışım değişmez. Dünya büyük güçlerin oyun sahasından ibaret değildir, bazen halklar da çıkar sahneye ve bütün hesapları ve paradigmaları paramparça ederler. Bu anlamda Foti Benlisoy’a katılıyorum.

Evet ama bir de şu anda içinde yaşadığımız gerçek var. Tabii ki, Libya ve Suriye’deki ayaklanmalar da başlangıçta bu baskıcı diktatörlüklere tepki olarak ortaya çıkmıştı. Ama kısa, çok çok kısa bir zamanda emperyalistler duruma el koydu ve bu ayaklanmaları kendi komplolarının ve hakimiyet savaşlarının basit bir aracı haline getirdiler. Artık bu noktadan sonra da, yukarda söylendiği gibi, bu hareketleri “ama’sız ve fakat’sız” desteklemeye devam etmek, çok büyük bir laf etmek istemem ama açıkça ve göz göre göre emperyalistlerle işbirliği anlamına gelir.

Nasıl destekleyeceğiz? Örneğin Türkiye sınırından isyancılara ulaştırılmak üzere silahların sevk edilmesine destek verebilir miyiz? Elbette Foti’nin cevabı “veremeyiz” olacaktır? İsyan hareketi içinde emperyalistlerden silah almayı kabul etmeyen bir kesim var mı, onları destekleyelim. Yok böyle bir kesim. Şunu kabul edelim ki, “isyan hareketi” emperyalist kuklasıdır. Emperyalist kuklalarını desteklemek de devrimcilere düşmez doğrusu.

Elbette bu, Esat’ın diktatör olduğunu bilmeye, söylemeye ve devrilmesini arzu etmeye engel değil. Ama arzu etmek başka şey, fiilen yürütülen bir mücadelede “isyan adına” emperyalist işbirlikçileriyle işbirliğine gitmek başka şey.

Kendimizi eleştirmekte açık ve keskin olmalıyız. Mazeretler bulmayalım ve kabul edelim ki, Bakunin’in 1848 Devriminde kapıldığına benzer bir devrim sarhoşluğuna kapıldık ve sabah ayıldığımızda durumun hiç de parlak olmadığını tespit etmekte zorlandık, zorlanıyoruz. Her şey birbirine denk düştü, bu yüzden devrim sarhoşluğuna kapılmamız biraz da normaldi. Avrupa’nın Akdeniz hattında büyük bir sarsıntı yaşanıyor ve devrimci kitle hareketi hem Avrupa’nın içlerine, hem de Kuzey Afrika’ya yayılıyordu. Tunus ve Mısır devrimleri müthiş cesaret vericiydi. Güney Amerika’da Şilili gençler vb. harikalar yaratıyordu ve Birleşik Devletler’de “Wall Street’i işgal et” hareketi dalga dalga yayılıyordu. Evet ama emperyalistlerin yükselen bu dalgayı kenardan izlemeleri mümkün müydü? Müdahale etmeleri kesindi. Hem de bu müdahale, örneğin 1917 devriminde olduğu gibi, Sovyetler Birliği’ni ablukaya almak gibi falan da değildi. Keşke öyle bir müdahale olsaydı, o zaman ak koyun kara koyun daha net ortaya çıkardı. Hayır, emperyalistler müdahalenin en kahredicisini yaptılar. Halk ayaklanmalarını hiçbir şekilde karşılarına almadılar. Yıkılanın (örneğin Mübarek’in) yıkılışını seyrettiler ve ondan sonraki hamleyi düşündüler. Libya’da o kadar da pasif kalmadılar. Muhtemelen şöyle düşündüler: “Bu ayaklanmalar domino taşı gibi devam edip gidecek; karşı çıkmamak yetmez, pasifçe seyretmek doğru değil, biz  bu ayaklanmalardan azami yararı sağlamaya bakalım. Örneğin, bugüne kadar mecburen işbirliği yaptığımız ve katlandığımız, yıkılmaları zaten kaçınılmaz olan diktatörleri yıkmakta, ortalığı temizlemekte ve hakimiyetimizi pekiştirmekte kullanalım bu ayaklanmaları.”  Ve olan da budur zaten.

Peki ama durum bu kadar açıksa biz neden halk ayaklanmasını destekleme uğruna emperyalist oyunların safında yer alalım ki?

Bu konuda son bir söz: Bence Chavez, Ortega ve Castro’yu, diktatörleri eleştirmedikleri için eleştirmek saçma. Çünkü kendileri zaten diktatör. Hapishaneleriyle, tek parti diktatörlüğüyle, fikir özgürlüğünün olmamasıyla, Küba’daki rejimin Kaddafi ya da Esad rejimiyle çok da farklı olduğunu sanmıyorum.

 

Devrim İçin Gerekli Olan:

Bir Politik Hareket mi, Bugünden Toplumsal İnşa mı?

 

Evet, sanırım dönüp dolaşıp, Marx’la Bakunin arasındaki, önce politik devrim mi, yoksa toplumsal devrim mi tartışmasına geliyoruz. Foti Benlisoy, 21. Yüzyıl devrimci dalgasının en büyük zaaf ya da eksikliğinin “politik bir hareket yaratamamak” olduğu kanısında. Alıntılarla görelim:

Anarşistler açısından kritik önemde olan, gelecek toplumun bir ‘nüvesi’ sayılması gereken kamp alanları ve bunların ne olursa olsun muhafazasıydı. Bu kesimi oluşturan birey ve gruplara göre, hareketin somut siyasal-toplumsal talepleri olmamalı ve daha ziyade kamp alanının gelecekteki toplumun bir nüvesi (prefigürasyonu) olarak ‘otonom’ yapısı korunmalıydı.” (s. xxxvi)

Foti Benlisoy, bu anarşist eğilime “sosyal yanılsama” adını vererek şöyle eleştiriyor:

1990’ların ortasındaysa canlanan toplumsal hareketlerle birlikte direnişlerin, toplumsal hareketlerin ya da ‘hareketlerin hareketi’nin kendi kendisine yeterli olacağı ve ‘siyasal’ olanın göz ardı edilebileceği görüşü yaygınlık kazandı. Geçmişin partiyi ya da devrimci iktidarı toplumsal dönüşümün temel dinamiği addeden ‘siyasal yanılsaması’na simetrik bir ‘sosyal yanılsama’ bu dönemde yaygınlık kazandı.

“İktidarı almadan dünyayı değiştirme formülasyonu bu yanılsamanın belki de en radikal ifadesiydi… toplumsal hareketlerin kopuşçu bir siyasal perspektif veya strateji yokluğunda karşı karşıya bulunduğu kesintiye uğrama, soğurulma, sisteme eklemlenme, bürokratikleşme ve lobici bir siyaset etme biçiminin esiri olma gibi riskleri göz ardı ediyor. Bu dönemde Latin Amerika’daki kimi siyasal başarılar (Venezüella ve Bolivya) dışında söz konusu mücadelelerin çoğunlukla yenilgiyle sonuçlandığını unutmamak gerekiyor.” (s. xli)

Kestirmeden ifade etmek gerekirse, mevcut mücadele ve direnişler belli bir siyasal alternatif, yani bir karşı-hegemonya etrafında ortaklaştırılamazsa geri çekilme, hatta yenilgi mukadderdir.” (s. xlii)

Benlisoy, kitle mücadelelerinin yoğunluğuyla siyasal örgütlerin güçsüzlüğü arasında bir uçurum olduğunu saptıyor:

…yoğun kitle mücadelelerine rağmen, radikal siyasal örgütlerin ve sendikaların, toplumsal taban örgütlerinin üye sayılarında bir sıçrama yaşanmıyor. Yani toplumsal hareketler vuruyor geri çekiliyor, vuruyor geri çekiliyor. Kalıcı bir etki bırakmıyor, bırakamıyor. Toplumsal hareketlerin gelişkinliği ile bunların siyasal ifadesi arasında bir uçurum var.” (s. 168)

Ve daha net bir sonuç:

Parti fikrinden, yani geniş kitlelerce tanınır, çoğulcu bir anti-kapitalist, feminist ve ekolojist siyasal özne yaratma çabasından taviz vermemek elzem.” (s. 301)

Foti Benlisoy’un yukardaki saptamalarıyla çelişen, aynı kitaptaki, tamamen katıldığım şu doğru ve yerinde tespitiyle başlamak istiyorum eleştirilerime:

Eğer Tunus’ta Aralık sonunda başlayan zincirleme ayaklanmaları idare etmeye dönük güçlü siyasal aygıtlar bulunsaydı, muhtemelen şimdiye kadar Ben Ali liderliğiyle uzlaşmaya gitmiş olurlardı. Oysa böyle aygıtların olmaması, kitlelerin öfke ve enerjisini dizginsiz bırakmış, başkaldıran halk sonuna kadar gitme cüretini göstermiştir.” (s. 106)

 

Son alıntıdan hareketle Foti Benlisoy’un şöyle akıl yürüttüğünü farz edebilir miyiz: Başlangıçta “güçlü siyasal aygıtlar”ın olmaması, kitlelerin öfkesinin dizginsizce ilerlemesi için iyidir ama sonrasında devrimi ilerletmek için “güçlü bir siyasi aygıt”ın olması elzemdir. Elbette absürd bir şey bu ve elbette Foti Benlisoy da böyle bir şey söylemek istemiyordur. Peki bu çelişkili ifadelerin anlamı nedir? Bence bunun anlamı, Benlisoy’un, teorisiyle hayatın getirip önüne koyduğu gerçeklerin çelişmesidir. Bir yandan güçlü siyasi yapıların devrimi nasıl önlediğini ve hızla düzen içi bir uzlaşmaya yöneldiklerini görmezlikten gelmek istemiyor ama bir yandan da Marksist-Leninist teorinin çok temel bir amentüsü olan “öncü siyasi örgüt” teorisini terk etmek istemiyor.

Şimdi şu “siyasi ilüzyon” “sosyal ilüzyon” meselesine geçebiliriz. Öncelikle belirtmeliyim. Sosyal değişimi esas almak ve bu anlamda siyasi değişim yolunu reddetmek, kesinlikle siyasi alana gözünü kapamak anlamına gelmez. Bazı anarşistler hatalı bir şekilde bunu böyle anlıyor olabilirler ama genelde anarşizmin tavrı böyle değildir. Tepemizdeki siyasi heyulayı, Marx’ın deyişiyle devlet denen o kötücül uru nasıl görmezden gelebiliriz ki? Üstelik sosyal kurtuluş mücadelesini esas alanların sosyal kurtuluşun önündeki bu en büyük engeli görmezden gelmeleri ya da buna önem vermemeleri iyice saçma olur. Bu yüzden toplumsal devrimciler, siyasi alanı çok büyük bir titizlikle izlerler, tahlil ederler ve oradaki hareketlenmelere anlam vermeye çalışırlar.

Ama bunu yapmakla siyasi mücadeleye katılmak aynı şeyler değildir. Çünkü net bir şekilde belirteyim ki, bugüne kadarki yüzlerce deneyle ortaya çıktığı gibi, siyasi alanda elde edilen en radikal başarılar bile son tahlilde halihazır kapitalist düzenlere hizmet etmekte, onlara eklemlenmektedir. Devrimcilerin siyasi alandan, örneğin parlamentodan kitlelere seslenmenin cazibesine kapılmalarını doğal karşılamak gerekir. Gerçekten de, örneğin bugün BDP milletvekilleri, AKP’nin içyüzünü halka açıklıyorlar da fena mı oluyor? Hiç de fena olmuyor ama daha derin düşünmek ve getirinin yanında götürünün de hesabını yapmak gerekir. Evet, kitlelere sesleniyorsunuz ama aynı zamanda kaçınılmaz olarak sistemin kurumlarının içine çekilip farkında bile olmadan ehlileşiyorsunuz.

Bunu bir yana bırakalım. Siyasi bir aletle, yani siyasi iktidarla, parti iktidarıyla, yani “yeni” bir devletle devrim falan yapılamayacağını bize son yüz yıldaki mücadelelerin sonuçları öğretmediyse başka hiçbir şey de öğretemeyecek demektir. Ama “bilinçsiz” olduğu sanılan kitleler kendi kolektif bellekleriyle ve bilinçleriyle sonucu çoktan çıkartmışlardır. İşte, Benlisoy’un da saptadığı gibi, sonunda ölüm bile olsa en çetin mücadeleleri göze alan kitlelelerin siyasi örgütlere güç vermemelerinin sebebi budur. Ders almayan devrimciler, boyunlarındaki teori prangasının ağırlığıyla aynı hatalı yolu bir kere bir kere daha denemek isteyebilirler ama kitleler bunu asla yapmayacaktır. Çünkü onların teorisi yok, sezgileri var. Sezgileriyle bu yolun çıkmaz olduğunu biliyorlar ve örgütlere asla güç vermek istemiyorlar.

Bunları söylerken popülizm yaptığım sanılmasın. Kitleler yanılmaz diye bir fikrim var. Yanılırlar, hem de fena halde yanılırlar, defalarca yanılırlar, bugün de yanılmaya devam etmektedirler ama bir şeyi idrak ettiklerinde de diretmemeleri onların güzel yanıdır. Kör gözüm parmağına aynı yanlış yolda inat eden devrimcilerle kitlelerin temel farkıdır bu.

Foti Benlisoy, yukarda verdiğim bir alıntıda Venezüella ve Bolivya’daki siyasi başarılardan söz etmiş laf arasında. Oysa böyle bir başarı söz konusu değil. Eğer Chavez’in iktidara oturmasını ve kendi diktatörlüğünü ilan etmesini siyasi başarı olarak görüyorsa bunun Benlisoy’un genel devrimci bakışına hiç ama hiç uymadığını belirtmek zorundayım.

Benlisoy, ileri atılan kitlelerin, sonrasında geri çekilmesinden ve siyasi bir alternatif yaratamamasından şikayet ediyor. Evet ama bir de şöyle bakmak gerekmez mi: Aslında ele geçirilecek bir şey yok. Yani kitleler kendi sezgilerine dayanarak siyasi iktidarla bir şey elde edemeyeceklerini anlamışlarsa; bir siyasi alternatif yaratmak, yani aslında gelecekte kendilerini belki bugünkünden bile daha kötü bir şekilde ezecek bir aygıtı, bir mekanizmayı yaratmak yerine geri çekilmişlerse bunda şaşılacak bir şey yok. Onlar hınç duydukları siyasi yapıya saldırıyorlar, eğer onu devirebiliyorlarsa deviriyorlar; bunu yaptıktan sonra da aslında yine geri çekiliyorlar veya yıkamazlarsa da geri çekiliyorlar. Çünkü siyasi yapıdan aslında bir beklentileri yok. Tek beklentileri, kendilerini ezen baskı mekanizmasını geriletmek, yıpratmak ve eğer olanaklar el verirse parçalamak. Ama bu kadar. Bunun ötesinde yeni bir siyasi yapı oluşturmak diye bir yönelişleri yok. İyi ki de yok.

O zaman bu geri çekilişten sonrasını, bunun anlamını, zaaflarını ve olanaklarını tahlil edelim. Evet, siyasi alanda bir şey yapamayacaklarını bildiklerinden geri çekiliyorlar. Bu doğal. Ama zaaf  bundan sonrasında başlıyor. Yeni bir saldırıya, yeni yükselen dalgaya kadar bir durgunluk, bir bekleme  süreci başlıyor. Oysa kavranması gereken çok önemli bir nokta var: O geri çekildiğin yerde beklemek ve dinlenmek zorunda değilsin. Bu bir cephe savaşı, bir mevzi savaş değil, bu toplumun her alanında, en küçük hücresinde bile verilmesi gereken bir savaş. Dolayısıyla iktidar mevzilerine saldırmak üzere yeni bir dalganın yükselmesini beklemek yerine, çekildiğimiz o geri hatlarda yeni bir toplumun ilişkilerini, hiç kimseden, hiçbir iktidardan, hiçbir yasadan izin almadan bugünden inşa etmeye girişmek en doğrusudur. Yeni bir toplum, bir iktidar değişiminin ardından değil, bugünden inşa edilebilir ve edilmelidir.

Elbette iktidar mevzilerine yüklenen devrimci bir kitlesel seferberliğin ruhları canlandırıcı etkisini kabul ediyorum. Devrimci yükselişler toplumsal değişimlerin kanıdır, canıdır. Ama devrimi illâ devrimci yükselişlere bağlamak da sonuçta bir o kadar atalete sevk edici bir şeydir. Oysa devrim, yeni toplumsal ilişkiler gerçek hayatta karşılık bulan gündelik ilişkilere yansıdığı, insanların günlük hayatlarını da kapsadığı zaman anlam kazanır.

Bu yüzdendir ki, anarşistlerin siyasi veya toplumsal talepler ileri sürmek – ve bir anlamda sisteme ucundan, köşesinden bulaşmak – yerine  gelecekteki toplumun nüvesini bugünden oluşturmak çabasını esas almaları doğrudur, hem de hayati ölçüde doğrudur. Bu çaba eleştiriyi değil, büyük bir dikkatle incelenmeyi gerektiriyor.

Öyle değil mi ya! O kadar uğraşıp gelecekte bütün mücadelemizi ya sistemin içine hapsedecek veya satacak ya da bizatihi kendisi üzerimizde bir baskı gücü oluşturacak bir mekanizmayı yaratmak, ona güç vermektense, özlediğimiz sömürüsüz ve özgür bir toplumun ilişkilerini rüşeym halinde de olsa bugünden yaratmaya çalışmak daha akıl kârı değil midir? Siyasi iktidar değişimini belirleyici gören arkadaşlar, sanırım Benlisoy da, evet ama diyeceklerdir, iktidar değişmediği sürece bu yeni toplumsal ilişkilere izin vermez ki, onları ezer. Ne var ki, unutulan nokta şu: İktidar mevzilerine saldırmak için nasıl iktidardan izin istemiyorsak, yeni toplumun ilişkilerini kurmak için de izin istemeyeceğiz. Yeni toplumsal devrim, yasal değil, meşru bir harekettir.

 

AKP İktidarı: Yeni Bir Tek Parti Rejiminin Adı

 

Foti Benlisoy’un AKP iktidarına karşı mücadelenin laiklik ekseninde değil, kapitalizme ve neo-liberalizme karşı mücadele ekseninde verilmesi gerektiği yönündeki görüşlerine katılıyorum. Ancak bir sorun var. O da aşağıdaki satırları:

Tartışmamız fezada cereyan etmediğine göre, uzak yakın kimi uluslararası örneklere başvurmakta da yarar var. Siyasal mücadeleyi iktidardaki şu ya da bu partinin devrilmesine, ona karşı mücadeleye odaklamanın sosyalist hareketi ne gibi açmazlara sürüklediğine dair misaller bunlar. Örneğin ABD’de, küreselleşmeye karşı muhalefet içerisinde toparlanmaya başlayan solun Bush’u iktidardan uzaklaştırmaya kilitlenmesi (“anybody but Bush”), onun Demokrat Parti’nin bir eklentisine dönüşmesine yol açmıştı. İtalya’da Berlusconi’yi ne pahasına olursa olsun iktidardan uzaklaştırma çabası, İtalyan radikal solunun siyasal haritadan neredeyse silinmesine yol açan bir sürecin önünü açmıştı. Kıssadan hisse: Neo-liberalizme ve onunla birlikte gündeme gelen otoriterizme karşı mücadele, şu ya da bu iktidara ‘muhalefete’ indirgenirse sosyalist hareket esbab-ı mucibesini yitirmiş olur.” (s. 288)

Benlisoyun’un kıssadan çıkardığı hissenin yanlış olduğu kanısındayım. Daha doğrusu verdiği “kıssa” bizim durumumuza uymamaktadır. Bush olsun, Berlusconi olsun, normal burjuva parlamenter düzenlerin içinde yer alan muhafazakâr partilerin liderleriydi. Yani partileri parlamenter rejimin kendisiyle özdeş değildi ve bütün burjuva parlamenter rejimlerde olduğu gibi, partileri fazlasıyla yıprandığında seçim yoluyla gitmek zorundalardı.

Oysa Türkiye’deki AKP iktidarı, yaklaşık sekiz yıllık (2002-2010) bir geçiş sürecinin ardından, 2010 referandumuyla doğrudan bir rejime dönüşmüş bulunmaktadır. Bu, tek parti diktatörlüğünün bütün araçlarına sahip parlamentolu (Mısır’daki Mübarek rejimi gibi) bir rejimdir. Dolayısıyla AKP’nin ya da Tayyip Erdoğan’ın, Bush ve Berlusconi gibi, seçim yoluyla iktidardan uzaklaştırılması mümkün değildir. Kısacası, örneğin Suriye’deki tek partili Baas rejimi gibi bir rejimdir bu. Baas’ı kaldırıp yerine AKP’yi koyun, her şey yerli yerine oturur.

Türkiye’den örnek verecek olursak, tek partili Kemalist rejimden (1923-1950) sonra, 2010 yılında yeniden bir tek parti rejimi kurulmuştur. Bu tek parti rejimi, ne DP iktidarına, ne AP iktidarına, ne ANAP iktidarına benzemektedir. Bu partiler, zaman zaman askeri darbe ve müdahalelerle kesintiye uğrayan çok partili parlamenter bir rejimde hükümet oldular. Zor da olsa seçimle değiştirilmeleri olanağı vardı. 1973 yılındaki “Karaoğlan”lı CHP iktidarı bunun göstergesidir. Ya da batan bir merkez-sağ partinin yerine bir başka merkez-sağ partinin alması (AP’nin yerine ANAP, ANAP’ın yerine DYP gibi). Bu, Türkiye’nin koşullarına özgü bir parlamenter rejimdi. Rejim, partiler arası görev değişimini seçim yoluyla gerçekleştiremediği zaman ordu devreye giriyor, birkaç yıllığına iktidara el koyuyor, parlamenter alanı düzenliyor ve görevi yeniden parlamentoya bırakıyordu. Bu anlamda ordunun bile Türkiye’nin kendine özgü parlamenter rejiminin bir bileşeni, bir katalizörü olduğu düşünülebilirdi.

2002’den 2010’da kadar AKP iktidarı altında yaşanan geçiş devresinden sonra kurulan AKP rejiminde ise burjuva parlamenter rejimlerinin olmazsa olmaz kuralı, seçimle devir teslim olanağı ortadan kaldırılmış bulunuyor. Türkiye’nin bir özgünlüğü olarak, artık ordunun parlamenter alana müdahale ederek rejimi yeniden düzenleme şansı da yok ve parlamentodaki muhalefet sadece bir süsten ibaret; kısacası iktidarın ne seçim ne de ordu müdahalesiyle değiştirilmesi şansı var. Buna bir de AKP rejiminin mutlak polis rejimini, yargının tamamen rejimin aleti haline getirilmesini de eklerseniz taşlar yerine oturmaktadır. Karşımızdaki, Türkiye’de kapitalizmi ve neo-liberalizmi dizginsiz bir şekilde uygulayan tek partili bir rejimdir. Anlaşılması gereken şudur ki, AKP, batıdaki, seçimle değiştirilmesi mümkün olan muhafazakâr parti iktidarlarından tamamen farklı bir tek parti rejiminin adıdır. Dolayısıyla bugün, örneğin DP iktidarının son zamanlarındansa (bu benzetmeyi birkaç yazımda ben de yapmıştım hatalı bir şekilde) NAZİ iktidarının ilk zamanlarına daha çok benzeyen AKP rejimine karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadeleyle tam anlamıyla üst üste oturmaktadır. Esas bunu kavramamak, Türkiye devrimci hareketini sahte parlamento içi muhalefetlerin bir eklentisi haline getirir.

Türkiye’de bugün AKP rejimine karşı verilen demokrasi mücadelesiyle kapitalizme karşı mücadele birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Demokrasi mücadelesinden ayrılan bir AKP karşıtlığı, kaçınılmaz olarak, otoriter AKP rejiminin yedeğine düşer. AKP iktidarını herhangi bir parlamenter parti iktidarı gibi gören ve dolayısıyla ona karşı mücadeleyi görece tali plana alan bir kapitalizm karşıtlığı, ses getirecek somut bir hedeften kendisini yoksun bırakmış olur, boşlukta kalır, hatta giderek ve farkında olmadan AKP rejiminin bir bileşenine bile dönüşebilir. Biliyorsunuz, DSİP de kendisinin anti-kapitalist olduğunu söyleyip durmaktadır.

 

Gün Zileli

6 Temmuz 2012

www.gunzileli.com

gunzileli@hotmail.com

 

51 Comments

  1. çıracı

    Gün hocam,
    Egemenlerin resmen gözümüze soktuğu “gündemden” oldukça uzak olan ve “bizlerin gündemini” esas alan bu doyurucu yazıyı okumak beni çok mutlu etti…

    AKP-Devlet rejiminin özgünlüğü, diğer muhafazakar-neoliberal-otoriter partilerden farklılığı konusundaki fikirlerinize ben de katılıyorum; fakat Foti Benlisoy’un da “AKP gerçekten faşist mi?” meselesini sık sık gündeme getirmesini, bu konuda önemli teorik tartışmaları teşvik etmesini bir o kadar gerekli görüyorum. Zira, Benlisoy’un bu konuda yürüttüğü tartışmayı, Türkiye sosyalist-solunun geneline sirayet etmiş olan umutsuzluğun ve bu umutsuzluğun getirdiği “geniş cephecilik”, “ehven-i şercilik” gibi hastalıkların üzerine gitmek, bu hastalığı teorik temelde de olsa “deşmek” için çok faydalı buluyorum.

    Şimdiye kadar çoğu zaman AKP-Cemaat iktidar bloğunun güçlülüğü ve “yenilmezliği” konuşuldu, ben ise tartışmaya kendi katkımı koymak amacıyla “AKP’yi zayıflatan/zayıflatacak olan” olası dinamiklerden bahsetmek istiyorum:
    * AKP’nin dış politikadaki alt-emperyalist taşeronluk siyaseti çökmüştür; AKP hem ABD-AB-İsrail bloğunun ona yüklediği misyonu yerine getirememiş (ve bu bloğun AKP’ye tepkisi yükselmeye başlamış) hem de AKP, kendi sermayecilerinin de ticari bağlarının güçlü olduğu Rusya-Çin-İran bloğu ile açıktan karşı karşıya gelmiştir. Kısacası AKP-Cemaat ittifakı, iki emperyalist blok arasında sıkışıp kalmış, iki bloğu da tatmin edemeyen dış politikaları çökmüştür.
    * Hem bu uluslararası düzeydeki sıkışma, hem de AKP/Müsiad ile Cemaat/Tuskon arasındaki iktidar(+ kamu ihalelerini paylaşma) kavgası bu bloğu zayıflatmaya devam etmektedir.
    * AKP muhafazakarlık konusunda eskiye nazaran dişlerini daha fazla göstererek kendi dindar tabanını konsolide etmeye çalışmakta, fakat bunu yaparken aynı zamanda kendi karşıtlarını da (ulusalcılar, Kürtler, Aleviler, sosyalistler vs) ister istemez konsolide etmektedir. Hatta şimdiye kadar AKP’ye hayırhah bakmış, ona meşruiyet üretmiş olan liberallerin bir kısmı da ona karşıt konuma doğru ilerlemektedir. AKP’nin konsolide etmeye çalıştığı tabanın ise, her gün daha çok yoksullaşan emekçi müslümanlar olması, devrimciler için yeni fırsatlar doğurmaktadır.
    * Ekonomi alanında da AKP’nin şimdiye kadar yumurtaları kırmadan başarıyla yürüttüğü, özelleştirme, kamu bütçesini etkin kullanma, sıcak para girişi, kent rantını ve doğayı sonuna kadar sömürme, dolaylı vergiler yoluyla sıradan insanların soyulması vb. politikalar, ulaşabileceği limitin sonuna gelmiş vaziyettedir. AB ülkelerindeki resesyon Türk burjuvazisinin de korkulu rüyası haline gelmiş, Türkiye cari açıkta dünya şampiyonu olmuş, talan politikalarına karşı da önemli bir toplumsal hoşnutsuzluğun emareleri uç vermeye başlamıştır. Örneğin, Hak-İş gibi en iktidar yanlısı sendikalarda bile geçtiğimiz aylarda genel greve katılma yönünde önemli bir taban baskısı vardı, Hak-İş yönetimi de bundan ötürü 3+3 zammını protesto eylemlerine diğer sendikalarla birlikte katılmak zorunda kaldı. Bir diğer emare de HES karşıtı eylemliliğin kitleselleşmesi ve radikal solla çok hızlı bir şekilde bağ kurabilmiş olması.
    * Kürt özgürlük hareketinin halk tabanında da, yöneticilerin (ve “muvazaa”nın) bütün uzlaşmacı-reformist politikalarına rağmen bir AKP-Cemaat karşıtlığı, bunun yanında da ulusal ve sınıfsal öfke yükselişe geçmiştir. Bu eğilim aynı zamanda Batı illerindeki seküler orta-sınıflarla da ortak mücadele platformları arayışına da çoktan girmiştir (KESK’in “4+4+4” eylemindeki en militan sendika olması bunun emarelerindendir).

    “Türkiye’de bugün AKP rejimine karşı verilen demokrasi mücadelesiyle kapitalizme karşı mücadele birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.” sözünüze tamamen katılıyorum.

    Kısacası, enseyi karartmamak lazım…

  2. özgürlükçü

    isabetli ve siyasi tahlil yönüylede çok olumlu bir yazı olmuş.özellikle toplumsal devrim politik devrim farkının pratikleriyle açıklanmasıyla politik organizasyonların bizde eski anlayışlardan kaynaklı gereğinden fazla önem addedilip politik öncü parti anlayışının bu günün özgürlükçü devrimci pratik birikimlerde işlevlerinin olmasına rağmen gereğinden fazla abartılıp tek özne haline gelmesinin eleştirilip asıl olan toplumsal muhalefet dinamiklerinin örgütlü örgütsüz otonom bütün sistem karşıtı hareketlerin esas olduğu saptamasıdır.tek katılmadığım saptama akp rejiminin yada iktidarının yenilgiye uğratılamıyacağı görüşüdür.tabiki toplumsal devrim sadece akp yi değil sistemide yenilgiye uğratıp değiştirebilir.yani ülkemizde toplumsal devrim öncesi göreceğimiz son iktidar akp iktidarımıdır demek ister zileli anlamadım.yoksa pratik toplumsal devrim mücadelesinin içinde olmadığı için akp iktidarı gözünü korkutup yenilmez görünmüş olmasın?yukardaki güzel analizleri yapan zileli iş akp iktidarına gelince neden bukadar umutsuz anlamadım hiçbir iktidar yenilmez olmadığını öğrenemediysek hiç bir şey öğrenemdik demektir.bir de devrimci dalganın düşüşlerinde asıl mücadele zamanı dediğinde neler yapmalıyız şu anki toplumsal muhalefet dinamiklerinden hangisi o dönemlere ilişkin yapılması gereken kendi otonom doğrudan yönetim odaklarının nüvesi seviyesinde çabaları var örnek verebilirmi?

  3. Gün Zileli

    çıracı ve özgürlükçü arkadaşlara kısaca (daha sonra daha etraflı yazmak üzeire):

    Eğer AKP iktidarıyla ilgili olarak yazdıklarım bir karamsarlık, bir çıkışsızlık olarak algılanmışsa bu tabii ki benim hatam, sorunu iyi ifade edemememin sonucudur. AKP iktidarının şu anda değiştirilme koşullarının olmadığını söylemek tam tersine, onun sadece ve sadece toplumsal devrimle alt edilmesini getirir ki, bu sonuç hiç de kötümser değil, hatta tersine iyimserdir. Çıracı arkadaşın saydığı olumlulukları ben de biliyorum ama bunlardan boş iyimser bir görüşe kaymamak gerekir. Cemaat-Tayyip çatışmasından cemaat kaçınılmaz olarak yenik çıkacaktır. Çünkü cemaat mensubu bürokratlar vb. kaderlerinin yürütmenin elinde olduğunu bilmektedirler ve kaçınılmaz olarak o tarafa eğilim göstermeye başlayacaklardır. Bu, 1920’lerin sonlarında çok sayıda Troçkistin Stalin’e dönmesine benzetilebilir. Çünkü hepsinin kaderi yürütmenin başı Stalin’in elindeydi. Diğer olumlu noktalara katılıyorum ama bugün için bunlar ne yazık ki çok önemli ağırlıklar yaratmıyor iktidarın büyük ağırlığı karşısında. Kolaycı devrimci iyimserlik yerine, gerçekçi devrimciliği tercih ederim.

  4. BaranaS

    Yine devrime karşı “Küfür Yazıları”
    Nerde devrimci bir oluşum var,Zileli oraya saldırıyor.
    Zileli,Marx’a,Lenin’e,Mao’ya,M.Kemal’e,Bolivar’a,Hoşimin’e,Castro’ya,Chavez’e,devrimci olan ne varsa hepsine düşman.
    Bu düşmanlıktan da ancak “Küfür Yazıları” yazılabiliyor.
    AKP’nin kanatları altında devrimciliğe düşmanlık !
    Amerikan hegemonyası altında devrimler düşmanlık !

  5. anton

    yazı zihin açıcı tartışmalara vesile olacak düzeyde ve çıracı’nın da dediği gibi bizim gündemimizle alakalı olduğu için öncelikle zileli’ye teşekkür ederek borcumıuzu ödeyelim. sonra konuya girmeye çalışalım:

    1-ayaklanmalara emperyalist müdahale konusunda ulusalcı ve ortodoks marksist cenahın okkalı bir eleştiriye ihtiyacı var. bunun sebebi de arap baharı denen süreci okumaya yönelik baştan sona (tunus ve mısır da dahil olmak üzere) kitleleri yok sayan neredeyse komplocu bir siyaset okumasına yönelen güçlü bir eğilimin varlığıdır. benlisoy da bu kesimlerin sıkça eleştirisine maruz kaldığından haklı olarak karşıtlarının foyasını ortaya çıkarmaya çabalıyor (kitabı okumadım ancak yeniyoldaki yazılarından bunu takip edebiliyorum). emperyalizm, pratikte ve dolayısıyla teoride tembelleşen klasik solun “anti özgür irade cini” gibi her yere sokuşturuluyor ve kitlelerin “devrimci” bir öncü parti olmadan (bu oarti de uzaydan mı gelecek onu da bilmiyoruz ama) bir halt beceremeyeceklerine ilişkin züppece tavrı yeniden üretmelerine olanak tanıyor. buna karşıt emperyalizmi literatüründen atarak durumu kurtarmaya çalışan birtakım naif(?) liberter eğilimler de bayağı büyük yanlışlara düşerek karşıdevrimci odaklarla dirsek temasına girebiliyorlar ki dsip’in teoride ve pratikte bu eğilimin türkiye şubesi ilan edilebileceğini düşünüyorum.

    kısa bir not: yazının sonunda türkiye’den AP, ANAP türü yarı-parlamenter tarihsel kesitleri AKP döneminden ayırma inceliğinde bulunulmasına rağmen, chavez’e ve ortega’ya (parlamenter rejimleri işletmelerine rağmen) doğrudan diktatör sıfatı yakıştırmayı kolaycılık olarak görüyorum. bu konu daha geniş bir tartışmayı hak ediyor.

    2-bizim gündemimize dönersek “devrim için gerekli olan bir politik hareket mi, bugünden toplumsal inşa mıdır?” sorusuna verilecek cevap ucu açık olarak bahsi geçen iki unsuru da içermelidir diye düşünüyorum. en basitinden sovyet devrimi örneği ile bu durumu açıklamaya çalışayım: 1917’yi ve sonraki iç savaş galibiyetini mümkün kılan bolşevik iradeyi ve örgütlülüğü göz ardı edemeyiz herhalde. 1914’e kadar menşeviklerden “aşamalı devrim” anlayışı konusunda pek büyük bir düşünüş farkı bulunmayan lenin’in, kautsky ve avrupa sosyal demokrasisinin ihaneti vesilesiyle “nisan tezleri” ile “devlet ve devrim”deki gibi liberter sayılabilecek taze fikirlerle parti örgütlülüğünü devrimci amaçlar doğrultusunda (yoldaşlarının engellemelerine de karşı koyarak) seferber edebildiği o kısa dönem bize politik-toplumsal ikilisinin bir devrimin ruhunda nasıl bir araya getirilmesi gerektiğine dair bir fikir verebilir (unutulmamalıdır ki o dönem slogan “bütün iktidar sovyetlere” idi). ancak sonrasındaki yozlaşmanın içsel -yani bolşevik teori kaynaklı- problemlerini düşünecek olursak “eski lenin”in kendi ölümünden sonra -öncü partili, çelik disiplinli, demokratik merkeziyetçilikli fikirleriyle- geri çağrılışı ve muhalefetin ezilerek teorinin diamatta dondurulması gibi birçok ihaneti sıralamalıyız. ki bunlar da devrimin neden sönümlendiğini, süreklileşemediğini açıklamakta eksik kalacaktır.

    sscb’yi fazla detaylandırmadan derdimi özetleyeyim: özyönetimci eğilimler toplumsal devrimin nüvelerini içinde barındırmakla birlikte potansiyel enerjiyi kinetiğe dönüştürme bağlamında politik aygıtların desteğine (daha doğrusu devrim amacı taşıyan örgütlenmelere) ihtiyaç duymaktadırlar. yani bilinç olmadan özyönetim sıkıcı bir gündelik pratiğe dönüşmekte ve sönümlenmektedir. ancak bilince vurgu yapan öncü particiler de özyönetimci eğilimleri bastırarak kendi ütopyalarının bürokratik bir baskı rejimine dönüşmesine seyirci kalmakta veya böyle bir rejime şimdiden sempati beslemektedirler (sscb hayranı ortodoksiden bahsediyorum). bahsettiğim bu iki eğilimden birincisine (özyönetimci olana) daha yakın olsam da parti, sendika gibi mücadele alanlarının zorunlu olarak (politik bilince hizmet ettikleri sürece) varolması gerektiğini düşünüyorum. çünkü “bilinçsiz” bir özyönetimci anlayış kapitalizmin bugünkü yeniden üretim koşullarında metalaştırılarak bir yaşam tarzı anlayışına indirgenmeye oldukça müsait gibi görünüyor bana. sistemi yıkmak istiyorsak bu isteğe yönelik politik organizasyondan neden kaçınalım? buradaki sorun örgütlerin hiyerarşisi olsa gerek. yani partiyi işçi sınıfının yerine ikame etmeye yönelen anlayış devrimci mücadele gerçek bir savaşa dönüştüğünde kaçınılmaz bir eğilim halini alabilmektedir. bundan kaçınma çabasına yönelik olarak konsey komünizmi tarzı düşünceler üzerinde yoğunlaşmak bana daha mantıklı geliyor.

    son bölüm konusunda yazacak zamanım kalmadı onu da bir ara yazarım artık 🙂

  6. Murat

    Analiziniz de katıldığım yönler olmakla birlikte eleştirebileceğim yönler de mevcut.Hemfikir olduğum yerleri dile getirmeye gerek yok.Eleştirdiğim yönler ise esad ile castro chavez gibi isimleri bir tutup diktatör diyip bırakmak tarihsel şartları ve ortamları görmemek anlamına gelir.öncelikle diktatör devlet aygıtını halka baskı aracı olarak kullanan kişi,kişiler veya bir topluluktur.Buda tepeden devrim(bana göre darbe olarakda adlandırabiliriz ama bu darbe ile devrimin aynı mana geldiği gibi batıl bir inanç yaratmasın) yerelden devrim (halk hareketi) ilkesini göz ardı etmek anlamına gelir.burdada tepeden devrimciler yani darbeciler diktatördür.Örneğin mustafa kemal yeni oluşan fransa zihniyeti ile ulusçu devletçi ilkelirini halka dayatmıştır.gerektiğinde katletmiştir.Nitekim dersim ulus devlet ilkelirine uymuyor idi.somut olarak birinci emperyalist savaşın çanakkale cephesinde yarım milyon insan ölürken bağımsız mahkemelerde bir milyona yakın insan ölmüştür.Bu tezat durum söze gerek bıraktırmıyor aslında.Keza esadda küçük bir azınlık olan nusayrilerin çıkarı güdümünde kürtlere ne yaptığını söylemeye gerek yokUzun lafın kısası yukarıda verdiğim örneklerde bu adamlar darbe yaptığı için diktatördür.Fakat bu adamlarla latin amerikada ki gelişen önderleri aynı kefede tartmak haksızlıktır.Latin amerika benim özel ilgi alanım.Özellikle ordaki halk hareketleri bir sosyalist olarak beni mutlu ediyor.Nitekim en son bolivyada ki yerli halk ayaklanması.chavez castro dediğiniz insanların diğerlerinden farkı yerelden devrim yapmalarıdır.Arkalarına halkı alarak ilerici devrimler yapıyorlar.Evet dörtdörtlük değiller eleştirilecek yönleri var mesala chavezin toprakları kamulaştırdı ama bunları aktif bir şekilde halkın kullanıp üretmesi lazım burada biraz sıkıntı var.Birde işin bir diğer yönü ABD hegomanyasındaki bir dünya ile savaşıyorlar.Bugün kübaya 50 yıldır anborgo var.Bu tarihsel şartlarıda görmek lazım diye düşünüyorum.Eleştirimin ikinci ana kriteri ise AKP hakkında yazdıklarınız.Ben akp yi sitemin neokemalist olarak adlandırıdğımız bir partisi olarak görüyorum.Ve kapitalizm karşıtlığını ön plana çıkararak sitem içinde ehlileşeceğimi zannetmiyorum tam tersine aksi durum mevcut.Eğer işi sadece akp karşıtlığına yığarsak akp yi yenmek için kimi cepheler chp içinde odaklaşır.Nitekim görüyoruz böyle söylemleri Buda tarihsel bir yanılgıdır.Zaten burjuva meclisinden bize hayır gelmez o yüzden sistem nezdinde söylemlerimizi belirtmeliyiz AKP nin yaptığı tek partili rejimin değişik versiyonu.Bizim önemli olan bu rejimlere neden olan faktörleri yok etmeliyiz.Yoksa saf akp karşılığı olarak tutumuzu belirginleştirirsek sistem bizi ehlileştirir

  7. anaya

    Sevgili Gün Zileli, size büyük saygım var ve tam da bu yüzden yazıda yanlış gördüğüm yerleri ifade etmek zorundayım:

    /*Bir yandan güçlü siyasi yapıların devrimi nasıl önlediğini ve hızla düzen içi bir uzlaşmaya yöneldiklerini görmezlikten gelmek istemiyor ama bir yandan da Marksist-Leninist teorinin çok temel bir amentüsü olan “öncü siyasi örgüt” teorisini terk etmek istemiyor*/
    Burada bir anarşist olarak siz de özeleştiri yapmak istemiyorsunuz. Bakunin’in “gizli öncü” teorisinin leninist örgütlenme pratiklerine ne denli benzediğini ifade etmeden bu öncülüğü leninist bir hastalık gibi gösteriyorsunuz.
    “Öncülük etme” fikrinin yerini alacak yeni fikirler oluşturulması gerektiğini söylemek ve bu konuda klasik anarşist teorinin temel hatlarını -FAİ örneğinde ifadesini bulan “gizli öncü” tartışmalarını ya da halen etkili bir örgütlenme teorisi olan platformizmi örneğin- da eleştirmek bu konuda daha doğru olmaz mı? Şayet, anarşistlerin sicili de pek parlak değildir bu konuda…

  8. anaya

    /*Nasıl destekleyeceğiz? Örneğin Türkiye sınırından isyancılara ulaştırılmak üzere silahların sevk edilmesine destek verebilir miyiz? Elbette Foti’nin cevabı “veremeyiz” olacaktır? İsyan hareketi içinde emperyalistlerden silah almayı kabul etmeyen bir kesim var mı, onları destekleyelim. Yok böyle bir kesim. Şunu kabul edelim ki, “isyan hareketi” emperyalist kuklasıdır. Emperyalist kuklalarını desteklemek de devrimcilere düşmez doğrusu.*/
    İsyan hareketinin başlangıçta kaynağı belirsiz silahlı grupların provokasyonu ile başlamadığını, bağımsız yığın eylemlerine ve barışçıl gösterilere çerçevesinde ortaya çıktığını ifade etmek gerekir. Baas rejiminin 2011 yaz aylarının başında, muhalefeti terör uygulayarak ezmesi sonucu rejim muhaliflerinin etkili olduğu yerleşim yerlerinin ve barışçıl gösterilerin korunması gibi haklı amaçlarla ortaya çıkan silahlı gruplar, daha sonra ÖSO çatısında birleşseler de, hala mobilize bir haldedirler. İşte bu mobilizasyon,ÖSO’ya yapılan silah sevkiyatını koordine eden Müslüman kardeşlerin ve liberal/islamcı grupların gövdesini oluşturduğu SUK’un insiyatifi ele geçirmesini kolaylaştırdı, ancak buna rağmen bu örgütün bütün suriye muhalefeti içerisindeki etkinliği hala zayıf.
    Muhalefetin ikinci büyük kanadını -ve muhtemelen suriye sınırlarındaki en güçlü kanadını- oluşturan solcu DDUKK’ni de görmezden gelemeyiz. Bu örgüt(daha doğrusu koalisyon), başlangıçta diyalog yanlısı tutumuyla bir tür “majestelerinin muhalefeti” görünümü verdi ve 2011 yazından başlayarak güç kaybetti. Bunun üzerine esad rejiminin yıkılması tavrını benimsemiş gibi göründü. Bu örgütün bağımsızlık ve (gayrimüslümleri ve azınlıktaki mezhepleri de kapsayan)laikliğe dayanan bir çizgisi olsa da, silahlı mücadeleye büyük ölçüde karşı çıkması ve rejime karşı görece uzlaşmacı tavrı göz önünde bulundurulmalıdır. Yine de bu yapı, müdahale yanlısı ve köktendinci örgütlere tercih edilebilir. Bağımsızlık ve laikliğin ne kadar geçerli tanımlar olduğu tartışılır ama bir arada yaşamın risk altına olduğu ve emperyalist savaşın gündemde olduğu bir dönemde böyle bir duruş görece olumludur. Yine bu örgütün mücadelenin militarizasyonuna karşı(YKK’nin aksine) dik durması da alkışlanmalıdır diye düşünüyorum.
    Bir de, dikkatimi çeken, SWP çizgisinin öve öve bitiremediği YKK hakkında da kısıtlı bir araştırma yapma fırsatım oldu.Anladığım kadarıyla bu yapı ordan oraya savrulan bir orta yolculuğu temsil ediyor, taban örgütü görünümünde bir parti ile indymedia tipi bir ağ arasında tuhaf bir yer edinmeye çalışıyor. Yerelleşmiş ağsal örgütlenmenin mücadele için önemi olduğu doğrudur, ancak ykk gerçekten öyle bir yapı mıdır?Şayet kısa süre öncesine kadar SUK içinde faaliyet gösteren temsilcileri askeri müdahale ile arasına mesafe koyamadılar, hatta bunu çekimser de olsa destekler gibi göründüler… Anlaşılan bu yapı, SWP çizgisinin bilindik şişirme
    “mutlak iyisini” temsil ediyor.

    İnsanlığın kurtuluşuna hizmet eden devrimcilerin birinci önceliği insan hayatı olmalıdır. Milyonlarca insanın ölümüne yol açacak askeri müdahalelere amacı ne olursa olsun karşı çıkılmalıdır! Suriye’de gerçekleşecek “demokratik devrim” ‘bağımsız’ şekilde ilerlese ve köktendincileri etkisiz kılsa bile kapitalizmi yıkamayacaktır ve görünürde böyle bir niyeti de yoktur. Tek olası kazanım, yerel halkların siyasal bilincinin gelişmesi olabilir. Grevlerin, protestoların ve mekan işgallerinin gücünün keşfedilmesi, ve yeni siyasal teorilerin emekçi halk mezlinde tartışmaya açılması olabilir. Halkarın haklarının eldesi olabilir. Toplumsal hafızanın ve gelişen bilincin ortadoğu toplumlarına örnek bir özgürlükçü laiklik formu üretmesi olabilir. Ancak böyle bir kıskacın ortasında, tüm bunlar naif birer umut gibi görünüyor…

  9. Gün Zileli

    Yorumların hepsi geliştirici ve katkı niteliğinde. yazan bütün arkadaşlara teşekkür ederim. eleştirileri üzerinde düşünüyorum, düşüneceğim.

  10. anton

    son bölüm hakkında ekleme:

    akp’yi ben de murat gibi neo-kemalist bir oluşum olarak değerlendiriyorum. chp (ve bugünkü kemalistler), meşruiyetini ve -solcuların kafasını yıllarca karıştıran- “ilericiliği”ni batı tipi aydınlanmacılığa yaptığı vurguya dayandırmış, 1908’in ve daha ilerici, “aşağıdan” seçeneklerin üzerini bu şekilde örtmüştür. akp’nin de meşruiyetini çıkışı itibariyle ab’ye giriş ile demokratikleşecek, müreffeh hale gelecek bir türkiye projesi ile kazanıp (2002 dönemini hatırlayalım) insan hakları, demokrasi, askeri vesayete karşı sivil yönetim retoriğiyle kendi iktidarının taşlarını döşediğini görebiliyoruz. ancak bu illüzyonun çözülmesi zor olmadı. bu konuda detaylarda boğulmaya gerek yok herhalde. çünkü zarar gören (işinden kovulan vesaire) liberal yazarların bile inceden ses vermeye başladıkları bir dönemin içerisindeyiz.

    peki ne yapmalı? anladığım kadarıyla zileli, muhalefeti akp karşıtlığı temelinde kurmak yanlısı bir görüşe sahip. akp’yi de nazi partisine benzettiğine göre komintern’in hatalarının akla geldiğini düşünebiliriz. yani çok geç olmadan akp karşıtı bir ortak cephe mi öneriliyor? olabilir. ancak böyle bir yönelimin gerçekleşmesi için inisiyatifin bizim elimizde olmadığını unutmamalıyız. kürt hareketi akp muhalifi görünen güçler arasında en az sekterlik barındıran oluşum ancak buna rağmen diğerlerinin -özellikle ulusalcıların ve “yeni” chp’nin de- kürtlerle (ve radikal solla) ortaklık kurması çok zor görünüyor. yani 1920lerdeki gibi (faşizme karşı birleşik cephe) bir ittifak olanağı bana mümkün görünmüyor çünkü türkiye’de kemalizm ve onun baskıcı pratiğiyle arasına mesafe koyabilmiş bir sosyal demokrasi yönelimi yok gibi. tek umut kürt hareketi ki bu hareketin da sınırlılıklarını da göz önünde bulundurmak elzem.

    yazıda da akp karşıtlığı temelinde muhalefetin kimleri içerebileceği ve nasıl işleyebileceği konusu açıklanmamış zaten. bunun için zileli’den ayrı bir yazı talep etmemiz gerekiyor galiba.

    selamlar, saygılar…

  11. çıracı

    Suriye`de 3. Cephe (mi?) :
    http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=46608

  12. anaya

    Çıracı’nın linkini verdiği yazıda, Türkiye solunun sıkça içine düştüğü bir kafa-karışıklığı durumu vardır. Burada varlığı reddedilen ve en temel haklardan mahrum edilen sömürge konumundaki bir yerel halkın kendi yönetsel aygıtlarını inşaa mücadelesi , kısacası bir sömürgesizleştirme hareketi söz konusudur. Bu amacı programlaştıran bir ulusal örgütlenmenin, merkezin – klişe postkolonyalist ifadeyle metropolün – siyasal eğilimlerinin dışında bilmemkaçıncı cephe olarak varolması bir TERCİH DEĞİL ZORUNLULUKTUR. Çünkü metropolün temel siyasal bloklarının sosyo-politik varoluşu, savunduğu şey ne olursa olsun , onları sömürge halinin devamını desteklemeye iter…

  13. anaya

    Sömürgesizleştirme hareketi ise kendi varoluşu içinde bir ikinci cephedir. Karşısındaki şu ya da bu parti değil, sömürgeci merkez, ve o merkezin bütün partileridir. Sömürge coğrafyasındaki etkinliği ne olursa olsun, bu hareketler sömürgeci merkezin siyasal hattının bir parçası olamaz. Bu bağlamıyla söz konusu cephe sorunsalı Suriyeli ise , başka adresleri incelemek gerekli gibi.

  14. çıracı

    PKK, anti-kolonyalizm konusunda gerçekten tutarlı ve ilkeli bir hareket olsaydı, Anaya arkadaşın söylediklerine ben de katılıyor olurdum. Fakat PKK, öteden beri (ters ikizi İP’nin yaptığı gibi) “hakim sınıf kliklerinin çatışmalarından faydalanma” ve “bölgesel konjönktürden faydalanma” gibi kavramları siyasetinin merkezine koymuştur; ve bunun doğal sonucu olarak “Bölge Devrimi”, “Ortadoğu Birliği”, “Demokratik Özerklik” gibi gerçekten pırıltılı projelerini de kendi eliyle ya fiilen rafa kaldırmış, ya da o projeleri reelpolitikanın araçları haline getirmiştir, maalesef. Klişe tabirle, “politika, teoriyi yemiştir” yine.

    Suriye özelinde ise PKK, Suriye’deki emperyalizm-dışı inisiyatife sahip muhalif gruplarla güçlü bir mücadele birliği kurup hem Esad rejimine, hem de emperyalizm-destekli sahte-muhaliflere karşı açıktan cephe alabilseydi, özlemini duyduğumuz tutarlı anti-kolonyalist tavır bu olurdu. Ancak PKK/PYD, başından itibaren pasif bir “bekle gör” politikası izlemiş (yani bunu, topyekun sistem karşıtı ve aktif bir boykotla karıştırmamak gerekir), suya sabuna pek dokunmadan, yalnızca ‘kendi’ bölgesini kapsayan “evrim aşaması” faaliyetlerini yürütmüştür. Şimdi, Batı Kürdistan’da ortaya çıkan devrimci durum, Suriye muhalefetinin ilerici-demokrat ve antiemperyalist kanadı için iyi bir fırsattır (somut bir kazanımdır) ancak tahminimce bu fırsat yine klasik “PKK pragmatizmi” tarafından çarçur edilecektir.

  15. çıracı

    Suriye’yi “Soldan” Tartışmak – Fatih Yaşlı

    21 Ağustos 2012 (soL Haber)

    Suriye’de yaşananların, kavramın en güçlü ve en yoğun anlamıyla bir iç savaşa tekabül ettiğini söyleyebiliriz: İkili iktidar, ikili askeri güç, kurtarılmış bölgeler, kanlı çatışmalar vs. Ancak, yeterli görünmüyor; iç savaş kavramı Suriye’de olan biteni anlamak için gerekli ama yeterli değil. Bu nedenle de o ünlü formülasyonu tersine çevirmek gerekiyor: “Her iç savaş, aynı zamanda bir dış savaştır.” Şunu demek istiyorum: Savaş her ne kadar Suriye sınırları içerisinde yaşanıyor olsa da, küresel bir nitelik taşıyor, Suriye’de aslında küresel güçler birbirleriyle savaşıyor.

    Savaşan tarafların adını koyabilir miyiz? Mümkün görünüyor; en yalın haliyle, Suriye’de savaşanların Atlantik güçleriyle Avrasya güçleri olduğunu söyleyebiliyoruz. Reel sosyalizm sonrası dünyada, “Renkli Devrimler”den “Arap Baharı”na uzanan egemenlik mücadelesinin kutuplarını bu güçler oluşturuyor. Bir yanda sosyalizme karşı verdikleri mücadeleden zaferle çıkan ABD ve Avrupa’dan müteşekkil Atlantik ittifakı, öte yanda Soğuk Savaş sonrasının yeni yükselen güçleri olarak Çin, Rusya ve İran. Taraflar, ABD’li ünlü stratejist Brzezinski’nin deyimiyle “büyük satranç tahtası”nda savaşıyorlar.

    En iç halkasında Atlantik güçleriyle Avrasya güçlerinin olduğu ve bugün Suriye sınırları içerisinde sıcak bir çatışmaya dönüşmüş olan bu savaşın dış halkasında yer alan ülkeler de var kuşkusuz. Yeni-Osmanlıcı Türkiye’yi, petrol şeyhliklerini, İsrail’i ve Barzani’yi Atlantik güçlerinin; savaşın icra edildiği Suriye’yi, Lübnan Hizbullah’ını ve Irak’taki merkezi yönetimi ise Avrasya güçlerinin dış halkasına yerleştirebiliyoruz.

    Savaşın küresel niteliği savaşın taraflarının iç politikalarını da etkiliyor ve iç gündemi de belirliyor elbette; siyasal özneler ister istemez savaşın bir tarafında kendilerini konumlandırma gereği duyuyorlar, ona göre açıklamalarda bulunuyorlar, ona göre hareket ediyorlar. Kendisine biçilen taşeron rolünü oynamaya en hevesli ülkelerden bir olan AKP Türkiye’sinde de söz konusu durum yaşanıyor. Suriye’ye bakmak Türkiye’ye bakmak ve Suriye hakkında söz söylemek Türkiye hakkında söz söylemek anlamına geliyor. Bir siyasi özne olarak sol da bunun dışında değil elbette ve solun Suriye hakkında konuşması Türkiye hakkında konuşması demek oluyor.

    Türkiye solunda -her ne kadar bu adlandırma altında kendisinden bahsedilebileceği bütünüyle şüpheli hale gelmişse de- DSİP dışında Suriye’de yaşananların bir devrim olduğunu iddia eden yok. Bu da şaşırtıcı değil, DSİP dün nasıl ki “vesayet rejimi”ne karşı savaşan “demokrat” AKP’den desteğini esirgememişse, bugün de “diktatör Esed”e karşı savaşan “Suriye devrimcileri”ni desteklemekte herhangi bir beis gömüyor, yani tutarlı bir siyaset izlemeye devam ediyor.

    Suriye’de yaşananların bir devrim olduğunu DSİP kadar iştahlı bir şekilde iddia etmemekle birlikte, bir halk hareketinden ve devrimci durumdan bahsedip, Özgür Suriye Ordusu’nu terörist olarak nitelendirmenin egemenin diliyle konuşmak anlamına geldiğini ve esas düşmanın Suriye muhalefeti değil Esad rejimi olduğunu iddia eden bir yaklaşım daha var. En parlak örneğini Foti Benlisoy’un yazılarında görebileceğimiz bu yaklaşıma göre, genel olarak Arap Baharında ve özel olarak Suriye meselesinde solun alabileceği “yegâne tutarlı ve anlamlı politik pozisyon”u, hem devrimin emperyalistler tarafından çalınmasına karşı çıkmak, hem de bu devrimleri desteklemek oluşturuyor.

    Benlisoy’a göre Türkiye solu “Suriye’deki ayaklanmanın dışarıdan destek alan bir avuç İslamcı teröristin ya da çapulcunun işi olduğu” şeklindeki kalıplaşmış bir düşünceye sahip; dolayısıyla “gizli Esad’çılık” yapıyor. Oysa “mezhepçi şiddetin bir numaralı sorumlusu elbette rejimin mezhepsel ve etnik ayrımları kendi lehine işlevli kılmaya dönük stratejisi.” Yani silahlı muhalefete damgasını Sünniliğin, Vahhabiliğin ve Selefiliğin damgasını vurması da Esad rejiminin suçu.

    Benlisoy, Özgür Suriye Ordusu’nun “demokratik niteliğinden” bahsetmeyi de ihmal etmiyor: “Son dönemde oluşturulan bölgesel askeri meclislerin ülkedeki silahlı muhalefetin gerçek merkezleri olduğunu söylemek mümkün. Bu bölgesel askeri meclisler kendi yörelerindeki mahalli askeri birimleri bir komuta merkezi etrafında birleştirmeye, yani onları belli bir koordinasyon içerisinde hareket ettirmeye önemli ölçüde muvaffak olmuş görünüyorlar.”

    Peki, “Suriye’yi Soldan tartışmak” isimli yazısında “Suriye’deki ayaklanmanın jeostratejik aklın kontürlerine sıkıştırılmasına karşı da tutum almalıyız” diyen Benlisoy’un tam da “tutum alalım” dediği akıl biçimiyle, yani jeostratejik akılla bakıldığında Suriye’de neler görülüyor?

    Birinci olarak, Suriye’de bugün, devrimin çalınmasının ötesinde, yazının da başında sözünü ettiğimiz üzere küresel bir savaş yaşanıyor, emperyalizmin bölgeye yönelik planlarının merkezinde Suriye’deki Esad rejiminin düşürülmesi var. Rejim düştüğü gün, emperyalist planların ilk kısmı başarıya ulaşmış olacak. “Suriye’nin arkasında da Rusya ve Çin gibi emperyal güçler var” şeklindeki bir karşı-argüman ise anlamlı görünmüyor; Çin ve Rusya’nın emperyal nitelikleri başka bir şey, kapitalist dünya sisteminin günümüzdeki hegemon gücünü ABD ve Atlantikçi güçlerin teşkil etmesi başka bir şey.

    İkincisi, Suriye’de bugün Esad rejimi, kendi varlığını müdafaa adına olsa bile, anti-emperyalist bir mücadele veriyor. Rejimin otoriter niteliği, kapitalizmle herhangi bir derdi olmaması, emperyalistlerle uzlaşmaya açık olması vs. mücadelenin anti-emperyalist niteliğini ortadan kaldırmıyor; çünkü mücadele, şimdi ve bugün, Suriye’ye dair emperyalist planları bozuyor, onları geçersizleştiriyor.

    Üçüncüsü, Benlisoy’un “yerel askeri meclisler”den bahsederek “demokratik” niteliğini ispatlamaya çalıştığı Özgür Suriye Ordusu, Benlisoy’un da farkında olduğu üzere, artık neredeyse bütünüyle “Uluslararası İslami Tugaylar”a dönüşmüş durumda. Dünyanın dört bir yanından mücahitler Esad rejimine karşı savaşmak için Suriye’ye gidiyor. Finansmanın ve lojistiğin ise geçtiğimiz haftaki yazımda “taşeron savaşı” olarak adlandırdığım strateji uyarınca, emperyalist merkezler, petrol şeyhlikleri ve Türkiye tarafından sağlandığı biliniyor. Suriye’de şu an emperyalizmin ve -her ne kadar Benlisoy bu kavramın solun politik jargonundan çıkarılması gerektiğini söylese de- gericiliğin muazzam bir işbirliğiyle karşı karşıyayız.

    Tüm bunlardan sonra “jeopolitik aklımızı” kullanarak şunları söyleyebiliriz:

    Bir, emperyalizmin planlarının başarıya ulaşmaması için Suriye’deki iç savaşı Özgür Suriye Ordusu’nun değil, Esad rejiminin kazanması gerekmektedir; çünkü rejimin devrilmemesi emperyalizmin başarısızlığı anlamına gelecektir. Emperyalizmin Suriye’deki başarısızlığının yaratacağı etki ise sadece bu ülkeyle sınırlı kalmayacak ve bütün bir bölgeye yayılacaktır. Bunun ise bölgedeki devrimci-ilerici güçler açısından yaratacağı olumlu etki aşikârdır. Oysa Libya’dan sonra Suriye’de de rejim benzer bir yöntemle devrilirse, bu, emperyalizmin muktedirliği ve yenilmezliğine dair algıyı güçlendirmeye hizmet edecektir.

    İki, Esad rejiminin düşmesi, Mısır ve Tunus’tan sonra bir ülkede daha Sünni-muhafazakâr bir yönetimin iktidara gelmesiyle sonuçlanacaktır. Bu ise gericiliğin bölgedeki hegemonyasının artışı anlamına gelecek ve potansiyel ilerici halk hareketlerinin ve ilerici muhalefetin önü kesilmiş olacaktır. Ayrıca savaşı muhalif güçlerin kazanması durumunda yaşanacak bir Alevi katliamının tüm bölgeyi kapsayacak bir mezhepler savaşını gündeme getirmesi ve mezhepçiliği siyasetin merkezine taşıması kaçınılmaz hale gelecektir.

    Üç, savaşı emperyalizm ve gericiliğin kazanması Türkiye’de ve bölgede AKP’nin elini fazlasıyla güçlendirecektir. Yeni-Osmanlıcı emperyal hayallerin gerçekliğe kavuştuğuna ilişkin propagandadan tutun da, dış politikada kazanılan başarının seçimlerde oya dönüştürülmesine; ABD’yle müttefiklik ilişkisinin tazelenmesinden tutun da Alevilere ve Kürtlere yönelik politikaların daha da sertleştirilmesine kadar uzanacak geniş bir yelpazede, AKP zaferinin tadını çıkaracaktır. Erdoğan seçim gecesi balkon konuşmasını yaptığında, “bugün Ankara kadar, Şam da kazanmıştır” demişti; tıpkı bunun gibi, Şam’da Özgür Suriye Ordusu’nun kazanması da AKP’nin kazanması anlamına gelecektir.

    Suriye’yi soldan tartışmaya devam edeceğiz, hele “sınırın öte tarafı yanarsa bu tarafı da yanar” yasası uyarınca gerçekleşen dünkü Antep saldırısından sonra çok daha fazla tartışacağız.

  16. çıracı

    Bazı “keskin” devrimcilere not: Yukarıdaki yazıyı yazan Fatih Yaşlı, Arap devrimsel sürecine genel olarak olumlu bakan bir kişidir!
    Bakınız: http://haber.sol.org.tr/yazarlar/fatih-yasli/arap-baharindan-kurt-baharina-57729

  17. çıracı

    Arap halk ayaklanmaları sürecindeki en yeni dalgalanmanın analizi: http://petras.lahaine.org/?p=1911

  18. Anonim

    Bu soruların yanıtı verilmeden olmaz

    – Suriye’de diktatörlük var, Bahreyn’de de…
    – Suriye’de Arap Baharı’nın etkisiyle yönetim karşıtı gösteriler oldu, Bahreyn’de de…
    – Suriye’de yönetim göstericilere ateş açtı, Bahreyn’de ülkeye davet edilen Suudi ordusu toplu katliam yaptı.
    — Suriye’de nüfusun çoğunluğu Sünni, Bahreyn’de nüfusun yarıdan fazlası Şii…
    – Suriye’de yönetimde Alevi ağırlığı var, Bahreyn’de yönetimde Sünni ağırlığı var.
    SORUYORUZ:
    – Suriye’ye müdahale edenler, Bahreyn’i neden görmüyorlar?
    – Neden günde bin kez Suriye diyen diller, bir kez olsun Bahreyn demiyor?
    – Neden Bahreyn’de katledilen Şiiler adamdan sayılmıyor?
    – Neden Ahmet Davutoğlu, Bahreyn’de yaşananlardan söz etmiyor?

    http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/21532718.asp

  19. Bu kadar mi düstünüz?

    Türk solu üzerinde “Türkiye Türklerindir” yazan gazeteden argümanlar devsirecek kadar düstü demek. Bir kere Bahrein nüfusu 1.200.000 olan, onun da yarisi Bahrein vatandasi bile olmayan bir yer. Bu ülke yerli halk açisindan bakildiginda 600.000 Bahreyni’nin çogu yine sünni. Misafir isçilerin yüzde 85’i ise Iran kökenli Sii. Suriye ise 25 milyon insan var, orta büyüklükte bir ülke. Bahreyn’deki Sunni-Sii orani Suriye’deki yüzde 6’lik Nusayri (Nusayri’ler Sii mi bilinmez, Türk solcularina bakilirsa Türkiye aleviligi ayri bir din degil mi? ) , yüzde 90’lik Sünni farki gibi degil. Biraz cografya çalisin da öyle konusun. Zaten dünyada da egitim orani yükseldikce ilkel bir din olan solculuga inananlarin orani azalmakta, bu da bir cografya gerçegi.

  20. Anonim

    (yapılması gerekeni söylemiş)

    Öcalan’dan Suriyeli Kürtlere mesaj

    Financial Times’ın haberine göre, Suriyeli Kürtlere PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan’dan, “Ne Esad ne muhalifler” mesajı iletildi.

    Haberde, Suriyeli Kürtlerin ülkenin kuzeyinde karakollar, konseyler, mahkemeler kurduğu ve bu yapıları özerk bir yönetimin temeli olarak gördükleri bilgilerine de yer veirldi.

    Financial Times’ın haberinin devamı şu şekilde:

    PKK’nın Suriye’deki kolu olarak bilinen PYD bu bölgede kontrolünü artırmış görünüyor. Kürtlerin özerk bölge girişiminin nedeni, iç savaşta yeni bir cephe açmama isteği olarak yorumlanıyor. Suriye’nin kuzey doğusunda Kürtlerin denetimindeki bölgede oluşum devam ederken, halkın Kürtçe konuşması ve duvarlara Kürtçe yazılar yazması dikkati çekiyor. Şam yönetiminin askeri-sivil temsilcileri ise bu durumu görmezden geliyor.

    ÖCALAN’DAN MESAJ

    Suriye’nin sınırlı da olsa petrol kaynaklarının olduğu yerde bulundukları bilinen Kürtlere PKK’nın hapisteki lideri Abdullah Öcalan’dan da mesaj var. PYD’nin Derik’teki genç birliğinde bir konuşmacı, Öcalan’ın avukatının son ziyaretinde teslim aldığı notu okuyor. Notta yazanlar şöyle:

    “Esad’ın yanında olmayın, muhaliflerin yanında da olmayın. Kürt bölgelerini korumak için 15 bin asker hazırlamalısınız. Bu stratejiyi uygulamazsanız ezilirsiniz. Her Kürt genci kendisini, birliğe katılmaya ve anavatanını korumaya hazırlamalı.”

    http://www.hurriyet.com.tr/planet/21612818.asp

  21. Anonim

    Suriye’ye karşı yürütülen savaş, haksız bir emperyalist savaştır!

    Ahmet Aydın
    06. 10. 2012

    Türk-İslam Devleti’nin hükümeti ve parlamentosu „TSK’nın yabancı ülkelere gönderilmesi ve görevlendirilmesi“ amacı ile bir tezkere çıkardı. Tezkere tartışmalarının sürdüğü günlerde, Türkiye toplumunda bir savaş paniği yaşandıgını söyleyebiliriz. Ne var ki, hükümet sözcülerinin yaptığı „Tezkereyi savaş için değil caydırıcılık amacı ile çıkardık“ açıklamaları ve top atışları dışında hissedilir bir pratik görülmemesinden olsa gerek, durum kısmen sakinleşmis gözüküyor. Aslında her iki tepki de,Türkiye’nin fiilen Suriye’ye karşı yürütülen savaşın içinde olduğunu yeterince fark etmemekten kaynaklanıyor.

    Gerçekte, başta ABD olmak üzere, emeryalist blok ve bu blokun bölgedeki işbirlikçileri olan gerici Arap rejimleri ve Türk-İslam Devleti, hali hazırda Suriye’ye karşı bir savaş yürütüyorlar. Bu savaş, şimdilik esas olarak direk bu ülkelerin kendi askeri güçleri ile değil, dolaylı olarak, paralı askerler aracılığı ile sürdürülüyor. Her halükarda, ekonomik, siyasal, askeri ve teknik olanaklar açısından bu savaşın arka planında, yukarıda belirtilen egemen güçler vardır. Dolayısı ile, yürütülen savaşa bir yasal kılıf uydurma amacına hizmet eden tezkerelerin ya da BM kararlarının hiç bir anlamı yoktur.

    Suriye savaşı belki planlayıcılarının istedikleri düzeyde ve rotada gelişmiyor. Ancak bu, onların savaştan vazgeçtikleri ve savaşın hep bu düzeyde süreceği anlamına gelmez. Hayır, direk bir dış müdahale için şartların olgunlaşmasını bekliyorlar. Türk-Islam Devleti’nin Başbakan’ı Erdoğın ve paralı askerlerinin komutanları pek çok kez, ABD seçimlerinin direk bir dış müdahaleyi engellediğini açıkladılar. Yani, ABD başkanlık seçimlerinden sonra Libya benzeri bir dış müdahale bekleniyor. Bu arada, Suriye yönetimi paralı askerler yardımı ile önemli ölçüde hırpalanack ve dış müdahale en az kayıpla gerçekleştirilecek. Ayrıca, sorunlu „muhalefet“ grupları da, yine Suriye eliyle hırplanıp zararsız hale getirilecek.

    Bu savaş emperyalistlerin çıkarları dorultusunda önceden planlandı

    Bu savaşın esas yürütücüsü olan egemen güçler, bu savaşı Suriye Halkı’nının Esad yönetimine karşı bir isyanı olarak gösteriyorlar. Kendilerinin bu ülkeye müdahalesini de, „haklı bir halk ayaklanmasına destek olma ve sivil halkın katledilmesini önleme“ gerekçesi ile meşru kılmaya çalışıyorlar. Suriye’de yönetime bir muhalefet hareketi olduğu doğrudur, ancak bu muhalefet hareketini basamak yapıp, savaş çıkaranlar dış güçlerdir.

    Gariptir ki, Libya, Irak ve Afganistan’da olduğu gibi sivillerin katledilmesini önlemeyi amaçlayan müdahaleler artıkça, sivil kayıpları daha da artmaktadır. Üstelik, Suriye yönetimi kadar ve hatta ondan daha fazla paralı askerler, „Allahu akber“ bağrışları ile sivil insanları katlediyorlar. Ne var ki, emperyalistler ve işbirlikçileri bu paralı askerlerin katlimaları ile hiç ilgilenmiyorlar.

    Bir halk ayaklanması dışardan gönderilen paralı askerler ve silahlarla veya bir dış askeri müdahaleye endekslenerek yürütülmez. Böylesi bir faaliyet halk ayaklanması olarak değil, ancak bir askeri operasyon olarak nitelendirilebilir. Yine, bir halk ayaklanması veya bir özgürlük savaşı, bir etnik ya da dinsel grubun, tümden imhasını hedefleyen dinsel nefretle yürütülmez. Böylesi bir savaş, olsa olsa bir soykırım veya mezhep savaşı olur. Nitekim, paralı askerlerin iktidarında, Suriye’deki Alevilerin, Dürüzilerin ve Hırıstiyanların tümden katledilmesi ya da sürülmesi hemen hemen kesindir. Bütün bu etkenler bu savaşın bir özgürlük savaşı olamadıgını fazlası ile kanıtlar.

    Suriye yönetiminin çok demokratik bir yönetim olmadığı açık ve halkın önemli bir kesiminin de bu yönetimden rahatsız olduğu biliniyor. Ne var ki, Suriye’deki demokrasinin düzeyi, bölgedeki diğer gerici rejimlerden daha da geri değildir. Yani eger, dış müdahaleler için demokrasinin düzeyi bir kriter olarak alınacaksa, Suudi Arabistan basta olmak üzere; önceliğin Körfezdeki gerici Arap rejimlerine verilmesi gerekirdi. Yok eğer; sivil katliamı ve soykırım kriter olarak alınacaksa, Gazze’yi bir hapishaneye çeviren ve dünya kamuoyunun gözleri önünde Filistin Halkı’nı yok oluşa sürükleyen Israil’e öncelik verilmesi gerekirdi.

    Ortadoğu’daki rejimlerin hemen hemen tümü, ABD ve diğer emperyalistlerin işbirlikçisi rejimlerdir. Ve bu rejimler yıllardır dışardan aldıkları yardımla halklarını eziyorlar. Örneğin, Mısır. Mübarek, rejimi 30 yıl boyunca ABD tarafından her türlü olanaklarla beslendi ve desteklendi. Mübarek rejimi, 30 yıl önce de, devrildiği gün de bir diktatörlüktü. Demek ki, ABD, 30 yıl boyunca bir diktatörlüğü desteklemişti. Neden? çünkü o diktatörlük ABD’nin işbirlikçisi olan ve onun bölgedeki çıkarlarını koruyan bir diktatörlüktü. Açıktır ki, ABD’nin bir rejimi dost veya düşman görmesinin kriteri, o rejimin demokratik olup olmadığı değil, ABD’nin çıkarlarına uygun olup olmadığıdır.

    İşin doğrusu, emperyalistlerin ve bölgedeki işbirlikçilerinin derdi, Suriye Halkı’nın sorunları değildir. Onlar, bölgesel ve küresel stratejileri doğrultusunda Ortadoğu’da yeni bir düzen kurmaya çalışıyorlar. Bu temelde, Suriye’de kendilerin emrinde çalışacak işbirlikçi bir yönetimi işbaşına getirmek istiyorlar.

    Suriye’de süren savaş aslında bölgesel ve küresel mücadelenin bir ayağıdır. Suriye, İran ve Lübnan Hizbullahı’nın oluşturduğu cephe, İsrail’e ve dolayısı ile ABD politikalarına göreceli de olsa karşıt durumdadır. Ve, Suriye, İran’ın başını çektiği, Şii ekseninin önemli bir halkasıdır.

    Rusya’nın Akdenizde’ki tek deniz üssü’de Suriye’de bulunmaktadır. Ayrıca, İran petrollerinin Çin için önemi büyüktür.

    Keza, Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısıdır ve bu ülkede azımsanmayacak bir Kürt potansiyeli vardır. Dolayısı ile, yeni bir egemenlik sistemi kurmaya çalışan emperyalistler ve Türkiye için Suriye’nin jeopolitik önemi çok büyüktür. Onlar için Surye mevzisinin düşürülmesi stratejik bir adımdır. Ve bu adım, Ortadoğu’daki Şii Hattı’nının kırılıp bölgenin tümden kontrol altına alınmasının ilk adımıdır. Açıktır ki, bu savaşın Suriye ötesinde bir anlamı var.

    Kendi çıkarları için on binlerce insanın katledilmesinine ve yine onbinlercesinin evini terk edip kapmlarda sürünmesine yol açan emperyalisteler ve onların işbirlikçileri insanlık suçu işliyorlar. İnsan olan herkes, yeni ve daha büyük suçların işlenmesini önlemek için bu savaşa karşı durmalıdır.

    http://dersimzaza.com/website/index.php?option=com_content&view=article&id=80:suriyeye-kar-yueruetuelen-sava-haksz-bir-emperyalist-savatr&catid=1:manset-haber-content-slide-show-ii

  22. çıracı

    Suriye’de oluşan yeni politik dengelerin faktörleri – Dr. Mustafa Peköz
    13 Ekim 2012

    Suriye savaşı beklendiği gibi gitmeyince yeni uzlaşmalar gündeme geldi. Dünün karşıt güçler yan yana gelirken, kullanılanlar da ihanete uğruyor. AKP El Kaide’yi pazarlamıştı. İlk başta teşvik edilen El Kaide-El Nusra, Libya saldırılarının ardından CIA-Türkiye ortak operasyonlarına maruz kaldı. ABD ve İsrail de Güney’i kullanarak Kürtleri pazarlamak istiyor, toplantılar organize ediyor…

    Suriye’deki politik gelişmeler küresel kapitalist güçlerin bölgesel stratejileri bakımından bize önemli bir fikir veriyor. Suriye’nin önemi öylesine arttı ki, dün çatışma ve rekabet halinde olanların yarın yeni ittifak güçleri haline gelmeleri sürpriz sayılmamalıdır. Bütün politik veriler, Suriye’nin bir Libya ve bir Mısır olmadığını ortaya koymuş bulunuyor. Çünkü Suriye politikası, esasen küresel-emperyalist güçlerin stratejik çatışması haline geldi. Bu bakımdan hem uluslararası, hem de bölge ilişkilerinde politik denklem yeniden şekilleniyor. Gelinen aşamada Suriye’de olası gelişmeleri birkaç yönden yeniden analize ihtiyaç olduğu anlaşılıyor.

    Küresel güçlerin Suriye politikasının uzlaşma eğilimi
    Uluslararası güçlerin Suriye üzerinde devam eden bölgesel politikaları giderek bir dengeye oturmuş bulunuyor. ABD ve Rusya arka planda yürüttükleri diplomatik görüşmelerde giderek bir anlaşmaya doğru evirildikleri anlaşılıyor. Özellikle ABD ve AB’nin muhaliflere olan desteğinin giderek minimum düzeye düşmesinin önemli bir faktörü de, Rusya-Çin ittifakı ile ABD-AB ittifakı arasında yapılan pazarlıkların giderek sonuç vermeye başlamasıdır. Bu noktada ABD’nin Rusya ile kaçınılmaz olarak uzlaşmaya doğru gittiğini gösteren önemli veriler bulunuyor. Bunun en somut örneği olarak Suriye toplarının Aşkale’ye düşmesi sırasında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın, “siyasal çözümün ön plana çıkartılması gerektiği”ne yönelik açıklaması, politik hamlelerin ipuçlarını verdi. Ayrıca Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin de “Suriye’ye yönelik uluslararası bir askeri müdahaleye karşı olduğunu” açıklamış olması, küresel güçlerin Suriye konusunda izledikleri politikaların giderek benzeşmeye başladığını gösteriyor.

    Biliniyor ki, Rusya’nın Akdeniz’i kontrol eden tek askeri üssü Suriye’dedir. Bundan vazgeçmeyecektir. Esad sonrası politik denklemde bu askeri üssün hiçbir güvencesinin olmayacağını biliyor. Bu bakımdan Suriye eksenli Rusya’nın bölgesel politikasının başarısız olması, bölgesel denklemi önemli oranda etkiler. Suriye politikasındaki başarısı, onu Ortadoğu’da çok daha ciddi bir güç yapacağı gibi İran ve Suriye’den sonra Şii Irak yönetimiyle geliştirdiği askeri ilişkiler son derece dikkat çekici bir konuma geldi. Ayrıca, Rusya’nın çok belirgin olmasa da Türkiye ile olan ilişkilerine giderek bir mesafe koymaya başlaması, Putin’in Ekim ayı içerisinde yapacağı Türkiye ziyaretini iptal etmiş olması, politik ilişkilerin giderek gerginleşmeye başladığını gösteriyor.

    ABD’nin ise özellikle karşı karşıya olduğu ekonomik krizin ektikleri nedeniyle uluslararası ilişkilerde askeri müdahalelerin içerisinde doğrudan yer almak istemediği anlaşılıyor. Ayrıca ABD seçimleri de bu sürecin ek bir faktörü olarak değerlendirilse de ABD’nin dış politikası, geçmişte olduğu gibi büyük askeri müdahalelere pek sıcak bakmıyor. ABD ekonomik gücündeki gerileme ve 15 trilyonluk dış borcu nedeniyle, askeri müdahalelere dolaylı katılım sağlamayı, daha çok müttefik ve eksen ülkeler üzerinde bir müdahaleyi esas almaya başladı.

    Suriyeli Hıristiyanların tutumu etkili oldu
    AB’nin Suriye politikası bir bütünlük oluşturmuyor. Savaş yanlısı bir politika izleyen Fransa’nın eski mandalarına sahip olma arzusu pek etkili olmadı ve aktif savaş politikasından geri adım attı. Aynı şekilde İngiltere de askeri müdahalenin sonuç vermeyeceğini gördü ve Suriye politikasında belirli değişikliklere yöneldi. Avrupa’nın ekonomik gücü olan Almanya ise başından beri askeri müdahaleye sıcak bakmıyor. Ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya olan AB’nin Suriye politikası, uluslararası bölgesel ilişkilere göre yeniden dizayn edildi. Ayrıca ABD ve AB’nin Suriye politikasını etkileyen ama basında çok fazla yer edinmeyen bir başka faktör de, Suriye’de nüfusun yüzde 12’sini oluşturan Hıristiyan toplumunun kanaat önderlerinin tutumları oldu. Suriye Hıristiyanlarının çok önemli bir kesimi Esad’dan yana tutum aldılar. Vatikan üzerinde AB ve ABD’nin Suriye politikasını etkilemeyi başardılar.

    Bütün bu veriler, küresel sermaye güçlerinin, Suriye politikası nedeniyle bütünlüklü olarak karşı karşıya gelemeyecekleri ve savaş içerikli çatışmalı bir durum yaratmayacaklarını ortaya koyuyor. Bu bakımdan Rusya’nın askeri üssünün bulunduğu bir ülkeye, NATO müdahalesini beklemek politik bir saflık olur. Türkiye’nin NATO’nun 5. maddesinin işletilmesi talebi hiç bir zaman gerçekleşmeyecektir.

    Buna karşılık Esad rejiminin geçiş sürecini hızlandırması için Rusya çok daha fazla bir baskı oluşturacaktır. BM Güvenlik Konseyi içerisinde yer alan bütün küresel-emperyalist güçler yeni bir Suriye politikası üzerinde uzlaşıya varacaklardır. Bu kaçınılmaz bir durumdur, aksi takdirde, Suriye’de derinleşecek bir iç savaşın bütün bölge ülkelerini kapsayacak olması, küresel sistemin stratejik çıkarları bakımından önemli riskler oluşturacaktır. Özellikle enerji kaynaklarının kontrolü, işletilmesi ve taşınmasında ortaya çıkacak önemli risklerin, dünya ekonomisini çok ciddi oranda etkileyeceği biliniyor. Bu durumu hiçbir güç ve uluslararası tekel göze alamaz. Bu bakımdan şu veya bu ölçüde bir denge politikasıyla sürecin aşılmasını sağlayacaklardır.

    Bölge ülkelerinin Suriye politikalarında olası değişiklikler
    Bölge ülkelerinin oluşturduğu politikalar, küresel güçlerin belirlediği stratejiye paralel olarak gelişiyor. Ancak her ülkenin kendine özgü bir kısım bölgesel çıkarları da sürecin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Bu ülkelerde ilk sırayı İran alıyor. İran, Suriye iç savaşının aktif bir taraftarıdır. Suriye ordusu ile birlikte binlerce devrim muhafızı, muhaliflere karşı savaşıyor. Devrim muhafızları Irak üzerinden çok yoğun bir şekilde Suriye’ye aktarıldı. Muhalifler bakımından önemli bir geçiş sahası olan Lübnan bölgesi de Hizbullah tarafından denetlenmeye başladı. Binlerce Hizbullah militanı, Esad rejimini desteklemek için Suriye’de savaşa dâhil olmuş bulunuyorlar. İran ve Hizbullah aynı ideolojik kökene sahip olmaları bir yana, Suriye’de politik denklemin değişmesi iki güç için de çok önemli askeri ve politik sorunlara yol açacaktır. Hizbullah’ın güçlenmesi ve bölgesel ilişkilerde aktör olmasını sağlayan en önemli faktör, Suriye’nin vermiş olduğu aktif destektir. Bu damarın kesilmesi, bir bakıma Hizbullah’ın kuşatılması anlamına gelecektir. İran için durum çok daha stratejiktir. Esad’ın yenilgisinin politik sonuçları İran için çok daha sarsıcı olacaktır. Molla rejimi bu gerçeğin farkındadır. Bu bakımdan Suriye sorununu Türkiye gibi kendi iç politikası olarak görmekte ve savaşan gücüyle doğrudan taraf olmaktadır. Son iki aydır, Esad askeri güçlerinin başarılı bir noktaya gelip inisiyatifi ele almasındaki önemli bir faktör de binlerce devrim muhafızının savaşın aktif gücü olmasıdır.

    İkinci ülke Irak’tır. Şiilerin denetiminde olan Irak yönetiminin Suriye politikası çok belirgin olmasa da esasen İran’a yakın olduğu biliniyor. Bu bakımdan Esad rejimine vermiş olduğu lojistik destek, askeri destek kadar çok önemli bir etkiye sahiptir. Hem askeri, hem de gıda maddelerinin geçişi bakımından önemli bir işlev gören Irak’ın Suriye desteğiyle ABD’den çok Rusya’ya yakın durduğu anlaşılıyor. Maliki rejiminin Rusya ile 5 milyar dolarlık silah anlaşması yapması, Rusya’nın bölgesel gücünün artması bakımından bir veri olarak algılanabileceği gibi bunun arka planında Suriye politikasının önemli bir rol oynadığı biliniyor. Şii İran ve Irak ile Sünni Suriye denklemi ciddi sorunlara yol açacaktır. Bu bakımdan Irak’ın Suriye politikası İran’ın bir benzeri olup Rusya ile ittifakın çok daha güçlenmesine yol açmaktadır.

    Üçüncü ülke Mısır’dır. Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşler, aynı şekilde Suriye’de de kendi ikizleri olan ‘Suriyeli Müslüman Kardeşleri’nin iktidarda olmasını oldukça arzulamaktadırlar. Ancak Mısır’ın yeni yönetimi, ülkesindeki iç politik dengelerin yerli yerine oturmaması nedeniyle aktif bir müdahil güç olmak istemiyor. İran ile ilişkilerin yeniden kurulması, İsrail ile geleceğin belirsizliği ve Libya’daki politik istikrarsızlık gibi faktörler nedeniyle Mısır yönetimi, Suriye’ye askeri bir müdahaleye karşıdır. Ancak Esad rejiminin de gitmesinden yana bir politika izliyor. Bunun bugünkü politik koşullar içerisinde hemen gerçekleşmeyeceğinin farkındadır. Bu bakımdan daha reel bir politika izliyor. Değişimin zaman alacağının farkında olup barışçıl geçiş sürecinden yana görünüyor. Böylelikle bölge ülkeleri arasında daha dengeli bir politika izleyerek politik etkinliğini arttırmaya çalışıyor. Mısır, Arap dünyasının gelecek lideridir.

    Dördüncü ülke ise Suudi Arabistan’dır. Suudi rejimi, Suriye’deki rejimin değişmesini en çok isteyen devletlerden biridir. Çünkü bütün çabası, Şii hareketinin yayılmasını durdurmaktır. Bölgesel ilişkilerde Şiilerin toplumsal ve politik güçleri çok daha aktiftir. Özellikle Bahreyn, Katar gibi ülkelerde Şiilerin etkin güç olmaları, Arabistan’da nüfusun yüzde 25’ini oluşturmaları Krallığı tedirgin eden önemli bir faktördür. Bu bakımdan Esad rejiminin değiştirilerek Sünni bir gücün gelmesi, bir bakıma Şii yayılmacılığını engellemeye ve kendi iktidarını korumaya yönelik bir politik hamle olarak görüldü. S.Arabistan gibi Katar, Bahreyn de, Esad rejimine karşı savaşan İslamcı grupları destekleme kararı aldılar. Farklı ülkelerden gelip savaşan Selefiler başta olmak üzere İslamcı militanların Suriye’ye girişini örgütlediler, askeri ve ekonomik destek sundular. Suudi Krallığının bu politikası özellikle ABD, İngiltere ve İsrail’i ciddi oranda rahatsız etti. CIA şefleri, Kral’ın kulağını çekerek uyardılar. Arabistan rejimi, özellikle ağır silahlar vermek gibi taleplerini geri çekti. Ekonomik yardımı da belirli bir düzeyde tuttu. Bu durum özellikle El Kaide gruplarını çok ciddi oranda hayal kırıklığına uğrattı. İslamcı gruplarda, bir bakıma S.Arabistan tarafından kandırıldıkları ve satıldıkları duygusu oluşmuş bulunuyor. ABD’nin uyarısıyla, Suudi Krallığı, ilk dönemlerde olduğu gibi Suriye’de çok aktif bir rol oynamayacaktır.

    Esad’ın iktidarda kalması, Şiilerin politik zaferi olarak Ortadoğu’da güçlerin yeniden dizayn edilmesi olarak karşımıza çıkacaktır. Bu bakımdan kabile devletleri özelliğine sahip olan Körfez devletleri, Suudi Arabistan eksenli federatif bir tek devlete yöneleceklerdir. Şiilerin politik etkinliği karşısında bu oluşum, kaçınılmazdır. Bu bakımdan Suudi Krallığı için Suriye’deki politik gelişmenin sonuçları oldukça önemlidir.

    Beşinci ülke İsrail’dir. Ortadoğu’da hiçbir dostu bulunmayan tek ülke olarak bölgedeki gelişmelerden en çok etkilenecek ülke İsrail’dir. Mısır’da Müslüman Kardeşlerin iktidara gelmesi, İsrail’in bölgesel politikalarına önemli bir darbe vurdu. 1976’dan beri Suriye ile fiilen savaş halinde olan İsrail, özellikle Hamas ve Hizbullah’a aktif destek veren Esad rejiminin gitmesini istiyordu. Ancak Ortadoğu’da ortaya çıkan bugünkü politik hamlelerin İsrail’in de yararına olmadığını anlaşılıyor. Bölgesel denklem içerisinde birbirinin karşıtı olan ülkeler arasında dolaylı ittifaklar oluştu. Örneğin Esad’ın gitmesi konusunda İsrail, Türkiye ve Arabistan politikaları birbirine benzeşmeye başladı. Eski müttefiki Mısır ise İran ile yıllar sonra en üst düzeyde diplomatik ilişki kurarak, İsrail’e açık bir mesaj yolladı.

    İsrail, son bir yıldır, sessizliğe bürünmüş bulunuyor. Ortadoğu’daki gelişmeler konusunda sadece İran eksenli açıklama yapıyor. Düne kadar Esad’ın gitmesini isteyen İsrail yönetimi, bu konuda da artık fikir beyan etmiyor. Çünkü yerine kimin geleceği konusundaki belirsizlik, İsrail’in güvenliği bakımından ciddi bir sorun oluşturacaktır. İsrail yönetimi, mevcut gelişmelerin İsrail’in stratejik güvenliği bakımından ciddi sorunlara yol açtığını görmeye başladı. Bu nedenle, zayıf bir Esad yönetiminin kendi çıkarlarına daha uygun olacağı politikası tartışmaya açıldı. İlle de Esad gitmeli politikası, yüksek bir sesle dillendirilmiyor. Ayrıca İsrail’in stratejik uzmanları bölgesel değişimin İsrail için de kaçınılmaz olduğunu sıklıkla vurgulamaya başladılar. Ancak bu değişikliğin sınırları nereye kadar olacaktır. Bu henüz netleşmiş değil? Amerikan seçimlerinin sonuçları bu bakımdan önemseniyor.

    Altıncı ülke ise Türkiye’dir. Suriye konusunda başını belaya sokan, sıfırlanan bir dış politika izleyen ve bütün dengeleri kendi aleyhine çeviren AKP devleti de, ne yapacağını bilmiyor. Sivil yolcu uçaklarına müdahale edecek kadar zıvanadan çıkmış bulunuyor. Türkiye’yi sürecin hamisi yapan ABD, İngiltere ve Fransa geri adım atarak AKP’yi ve Erdoğan’ı çıplak bıraktılar. Türkiye, Suriye rejiminin değişeceğinden çok emin olduğu için de kartlarını çok açık oynadı ve kaybetti. AKP’nin dış politikasının ana unsuru, olası bir Kürt oluşumunu engellemekti. Bunun en kestirme yolu da askeri bir operasyonda aktif görev almaktan geçtiğini hesapladı. Bu kez evdeki hesap çarşıya uymadı. Rusya ve Çin, Suriye’ye yönelik en basit bir operasyona dahi izin vermediler. Suriye’nin iç politik denkleminde Kürtler, özerkliklerini fiili olarak ilan ettiler. Türkiye’ye sadece izlemek kaldı.

    AKP hükümeti, olası bir iktidar değişikliğinde Sünni kartına oynadı. Alevi-Sünni çatışmasını körükledi. Bu da ters tepti. Attığı her adımda başarısız olan Türk devleti, bu kez Suriye’yi uluslararası İslamcı hareketin çatışma alanı haline getirdi. Bunu da çok belirgin bir biçimde uyguladı. El Kaide güçleriyle ittifak yaptı. Binlerle ifade edilen İslamcı militanlar, MİT ve Dışişleri Bakanlığının ortak organizasyonuyla, sınırdan Suriye’ye geçirildi. Bu gelişme özellikle ABD’yi kaygılandırdı. Obama, hem beysbol sopasını Başbakanın kafasını indirme tehdidinde bulundu, hem de CIA ve Genelkurmay Başkanlarını Türkiye’ye göndererek, bizzat Erdoğan’ın kulağını çektirdi. AKP devleti, El Kaide militanlarına yönelik belirli kısıtlamalara gitmek zorunda kaldı. Özgür Suriye Ordusuna (ÖSO) silah desteğini azalttı. ÖSO’nun yönetim merkezinin de, zorla Halep yakınlarına taşınması sağlandı. Bir bakıma Esad askeri güçlerinin önüne bir yem olarak sundu. Hatta Türkiye’nin bölgedeki ele geçen MİT elemanlarına karşılık önemli bazı subayları Suriye’ye teslim etti.

    AKP devletinin hem Kürt hem de Suriye politikası toptan iflas etti. Bunun çaresizliği içinde daha çok saldırganlaştı. Yenilgi psikolojisiyle çıkartılan ‘Tezkere’nin politik ve askeri bir değeri olmayıp, güçsüzlüğünü gizleme taktiğidir. Bu sürecin ortaya çıkarttığı temel olgu, Türk devletinin politik ve askeri olarak ne kadar güçsüz ve çapsız olduğunun toplum tarafından anlaşılması oldu. Öyle ki, gerillanın denetiminde bulunan ‘Gedik Tepe’ye 7 taburla saldırıp eli boş dönen Genelkurmay Başkanı, Urfa sokaklarında çocuklar gibi bağırıyor: “Yıkılmadık ayaktayız.”

    Türkiye bundan sonra, Ortadoğu’da yalnızlıklara oynayacaktır. Suriye eksenli Ortadoğu politikası iflas eden Erdoğan’ın İslam dünyasının lideri olma hayali de böylelikle suya düştü. Kürtler karşısında ayacağı yenilgi de onun bütün ideallerini de söndürecektir.

    Suriye’nin iç politik denkleminde gelişmeler nasıl şekilleniyor
    Suriye’deki iç denklemi iki noktada ele almak mümkündür. Birincisi, Baas rejiminin bugünkü mevcut durumudur. İkincisi, bütünlüklü olarak muhaliflerin geldiği noktadır.

    Esad rejimi bakımından süreç, geçmiş birkaç aya göre, nispeten daha olumlu gelişiyor. Muhaliflerin beklenen toplumsal tabanı oluşturamamaları, özellikle Sünni tabandan beklenilen toplumsal tepkinin gelmemesi, Suriye içerisinde istenilen düzeyde askeri bir gücün oluşturulamaması, ordunun esasen varlığını koruması, ÖSO’ya verilen askeri desteğin beklenilenin çok gerisinde kalması, Baas ordusundan kaçıp ÖSO’ya katılan birçok üst düzey subayın yeniden Suriye ordusuna dönmeleri, silahlı muhalif grupların oldukça dağınık olmaları, uluslararası güçlerin Suriye’ye yönelik politikalarında meydana gelen değişiklikler, doğal olarak Baas rejiminin askeri güçlerinin çok daha inisiyatifli olmasını sağlayan önemli faktörlerden birkaçıdır. Savaş gücü olarak daha etkin olmaya başlayan Esad rejimi, BM Genel Sekreterinin tek taraflı ateşkes önerisini, anında reddetti.

    Muhalif denen güçler esasen dış faktörlerle sürecin içinde etkili olmanın yollarını arıyorlar. Bunlar kendi içerisinde oldukça farklı yapılara sahip olmaları bir yana aynı zamanda merkezi bir otorite tarafından yönetilmiyorlar. Her ne kadar ÖSO olarak bilinen merkezi bir oluşum girişimi olsa da, oldukça farklı silahlı lokal gruplar bulunuyor. Bunlar da kendi aralarında çok daha küçük gruplara bölünmüş durumdalar. ÖSO, uluslararası güçlerin organize ettiği ve desteklediği askeri gücün esasını oluşturuyor. Bunların başında daha çok yıllarca rejimin içinde kalmış, onların suçlarına ortak olmuş, politik dengelerin rejim aleyhine döndüğünü düşünerek erkenden gemiyi terk eden komutanlar bulunuyor. Bu durumun, hem genel olarak isyancı tabandan, hem de halktan belirgin bir güvensizliğe yol açtığı biliniyor. Askeri olarak belirli bir güçleri olmasına rağmen, önemli oranda bürokratik bir yapı oluşturmaları, politikalarını uluslararası ve bölgesel güçlerin eğilimlerine göre belirlemeleri nedeniyle, esasen Baas rejimiyle açık bir savaşa tutuşmaktan çok, bir denge oluşturarak, sorunu masada çözme eğilimini taşımaktadırlar. Dahası bu eğilime evrilmiş bulunuyorlar.

    Ayrıca başka ülkelerden gelip Suriye’de aktif savaşan farklı İslami gruplar bulunuyor. Bunların militan sayısı yaklaşık olarak 5 bindir. Bugüne kadar lokal bir şekilde savaşan bu grupların tek bir merkezli bir yapıya kavuşturulmasına yönelik bir kısım pratik atımlar atıldı. ÖSO ile bunların ortak bir komutanlıktan birleştirilmesine yönelik çabaların olduğu da biliniyor. Örneğin Ahrar-ı Şam, Wel Fecr, Ketaibu’l Hak, İbn-i Teymiyye ve Livau’t Tevhid gibi gruplar ‘ortak bir çatı oluşturmak’ için bir araya gelmeye çalışıyorlar.

    Sıkça adından bahsedilen Suriye Müslüman Kardeşleri Örgütü olarak bilinen ‘İhvan Grubu’nun çok ciddi bir etkisi olmadığı, Suriye genelinde 40-50 bin civarında örgütsüz bir sempatizan kitlesi olduğu belirtiliyor. Ayrıca İslamcı örgütler-ÖSO arasında oluşturulan söz konusu oluşuma El Kaide güçleri yer almadı. Suriye’de farklı El Kaide grupları da ‘Cebhetu’n Nusre’ (Nusra Cephesi) ismiyle tek bir komutanlık altında birleştiler. El Kaide militanlarının ağırlıklı olarak Ürdün kökenli olmaları da ilgi çekicidir. İkinci sırada Irak, üçüncü sırada Türkiye, daha sonra Afganistan, Libya ve Çeçenistan gibi bölgeler izliyor.

    CIA’ye teslim edilen El Kaide militanları
    ABD’nin Türkiye ve Suudi Arabistan üzerinde kurduğu baskı sonucu, Suriye’de rejime karşı en çok savaşan güçler olarak bilinen El Kaide gruplar hızla izole edilmeye başlandı. Örneğin, Türkiye El Kaide’nin biri Ürdünlü, biri Çeçen ve biri Afgan olan çok önemli üç komutanını ile üç kuryeyi, Suriye’den Hatay’a geçiş yaparken, tutuklayıp, sessizce CIA ajanlarına teslim etti. Libya büyük elçisinin öldürülmesinde rol aldıkları iddia edilen iki El Kaide militanı Türkiye üzerinden Suriye’ye geçiş yapmak isterlerken, hava alanından yakalanıp ABD’ye verildiler. Türkiye’nin bu yönelimleri, El Kaide tarafından ‘ihanet’ olarak değerlendirildi.

    28 Ağustos’ta AKP hükümetinin teşvikiyle, Adana’da bir araya gelen Türkiyeli El Kaide gruplarının önemli bir kısmı Suriye’de savaşma kararı almışlardı. Hatta Fevzi BİRIŞIK, emir olarak atanıp Suriye’ye gönderildi ve AKP Devleti askeri destek dahil olmak üzere her türlü desteği vereceğini belirtti. Ancak verilen sözlerinin önemli bir kısmının yerine getirilmemiş olması, Türk El Kaidesi gruplarında tam bir hayal kırıklığı yarattı. Bu nedenle emir olarak atanan BİRIŞIK, yakın zaman önce Türkiye’ye dönüş yaptı.

    Ayrıca Suudi ve Katar rejimlerinin de verdikleri sözlerin önemli bir kısmını yerine getirmemeleri, hatta El Kaide’yi yalnız bırakmaları, örgüt tarafından ihanet olarak değerlendirildi. Bu bakımdan Türkiye ve Arabistan ile El Kaide arasındaki ittifak, ABD’nin baskısıyla bozuldu. Bunun karşılığı şudur: El Kaide, belli bir süre sonra, bu iki ülkeye yönelik bazı eylemlere yönelebilir. Bu olasılık mümkündür. Örneğin, Hac seferi sırasında S. Arabistan’da ciddi eylemlerin olması mümkündür.

    El Kaide, önümüzdeki süreçte kendisine yönelik saldırıların artabileceğini hesaplamaktadır. Bu nedenle Suriye politikasını çok daha hızlı gözden geçirme eğiliminde olduğu anlaşılıyor. Daha önce Türkiye ile oluşan fiili ittifakta, Türkiye kökenli El Kaide grubunun Kürdistan bölgesine yönelik bazı saldırılar yapacağı hesaplanıyordu. Dahası devlet ile böylesi fiili bir ittifak oluşmuştu. Türkiye, ABD’nin baskısıyla bu ittifakı bozmak zorunda kaldı. Bu gelişmeleri dikkate alan Cebhetu’n Nusre grubu, Kürtlerle çatışmama, Kürt bölgesinden uzak durmak gibi yeni bir politika benimsemeye başladı. Bu ne kadar etkili olur, stratejik mi yoksa Türk devletine karşı bir şantaj taktiği mi bunu zaman gösterecektir.

    Muhalifler ile Esad rejimi arasındaki çatışmalarda her iki taraf da önemli kayıplar veriyor. Özellikle Halep bölgesinde muhaliflerin çok önemli kayıplar vermeye başladığı ve birçok bölgede kontrolü elden kaçırdığı anlaşılıyor. Bu kayıpların verilmesinde Lübnan Hizbullahı askeri güçlerinin ve İran Devrim Muhafızlarının çok önemli bir etkisi olduğu biliniyor. Muhalif güçlerde ise savaşan aktif güç başka ülkelerden gelen militanların oluşturduğu El Kaide yani Cebhetu’n Nusre grubudur. Muhalif güçler arasında bu grubunun etkinliğinin artması özellikle ÖSO’yu rahatsız etmektedir.

    Bu bakımdan Suriye’deki savaş, doğrudan bölgesel güçlerin çatışması olarak yürümektedir.

    Üçüncü güç olarak Kürtler ve Özerk Kürdistan
    Kürtler, mevcut dengeleri en iyi şekilde değerlendirerek, politik kazanımlarını hızla maddi bir güce dönüştürdüler. Suriye içerisinde savaşan farklı politik güçlerden yana olmayıp; tersine demokratik-devrimci muhalefetle birlik olmaya çalışmaktadırlar. Suriye genelinde alternatif bir güç olmaya çalışırlarken, doğal olarak dikkatlerini ‘Özerk Kürdistan’ bölgesinin inşasına veriyorlar. Bu da çok doğal ve olması gerekendir. Özerk Kürdistan’ın kurulması ve bunun somut maddi bir oluşuma dönüşmesinin, bütün Suriye halkları için stratejik bir değişim anlamına geldiği/geleceği biliniyor. Özellikle Kürtler arasında oluşan ittifak ekseninde Kürdistan Ulusal Konseyi’nin (KUK) kurulması, öz savunma güçleri olarak ordulaşma ve yönetimsel yapıların oluşturulmaya başlaması yani Kürdistan bölgesinde bulunan bütün halkların kendi kendini yönetme sürecine girilmesi, alternatif bir model olarak görülüyor. Batı Kürdistan’da oluşan yeni sürecin başarılı olmasının temel koşulu da, öncelikli olarak Kürtler arasında oluşturulacak stratejik ittifaktır. Kürtler bu süreci iyi değerlendirirlerse, bölgesel güç olmak konusunda önemli bir adımı aşmış olacaklar. Bunun nesnel zemini tahmin edilenden çok daha güçlüdür.

    Ancak Kürdistan bölgesinde oluşan alternatif model, hem uluslararası, hem de bölge güçlerini rahatsız etmeye başladı. PYD’nin önderlik ettiği yeni politik yapılanmaya karşı çok yönlü saldırı hamlelerinin olacağı anlaşılıyor. KUK’nin hiçbir gücün askeri olmayacağını tersine alternatif demokratik bir modelin inşasını sağlayacaklarını açıklamasından sonra Güney Kürdistan Yönetiminin Başkenti Hewler’de bir toplantı gerçekleştirildi. 2 Eylül 2012’de yapılan toplantıya kimler katıldı: Suriye Kürtleri Birlik Partisi üyesi Abdulbaki Yusuf, Suriye Kürdistanı Birlik Partisi üyesi Abdulhakim Başar, Suriye Kürtleri Demokrat Partisi Sekreteri Nureddin Hemid Bırimo, Güney Kürdistan Doğruluk Partisi Sekreteri Selah Bedreddin, Suriye’deki Kürt Halkı Birlik Partisi eski sekreteri ve Güney Kürdistan’daki Kawa Kürt Kültür Merkezi Başkanı, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’ndan bir yetkili, Amerika’nın Ürdün elçisi, İsrail’in Almanya Büyükelçiliği’nden bir yetkili, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın Güney Kürdistan’daki bir yetkilisi, Güney Kürdistan Güvenlik Konseyi ve İstihbarat Servisi Başkanı Mesrur Barzani, YNK Politbüro üyesi Kosret Resul ve KDP Politbüro Sekreteri Fazıl Mirani, Bölge Başbakanı Neçirvan Barzani ile YNK Genel Başkan Yardımcısı Berham Salih.

    İlginç ve stratejik bir toplantı olduğu kesin. Peki, birbirine it dalaşına tutuşan İsrail ve Türkiye, ABD, Almanya ve Güney Kürdistan Bölge Yöneticilerinin ortak toplantı yapmalarının politik arka planı nedir? Birincisi, Suriye’de bölge haklarına model olabilecek demokratik bir oluşumu engellemek, ikincisi, Kürtleri muhaliflerin yedek gücü haline getirerek kullanmak istiyoryar. Biliniyor ki, Kürtler olmaksızın Esad’ın devrilmesi son derece zordur. AKP Devleti, El Kaide’yi pazarladı. ABD ve İsrail buna karşılık Kürtleri pazarlamak istiyor. Bunu yaparken de, Güney Kürdistan güçlerini kullanarak yapmaya çalışıyorlar. Kamuoyunda İsrail ile Türkiye, birbirine saldırmış gibi görünürken, arka planda tam bir ittifak içinde hareket etmektedirler. Üçüncüsü, Türkiye, Suriye’de PYD’nin içinde olmadığı bir Kürt oluşumunu fiilen kabullenmiş gibidir. Türkiye’nin bu fiili durumu kabullenmesine verilecek ikinci ödül ise ‘PKK’nin yönetici kadrolarına yönelik saldırıların yapılmasıdır. Yani kamuoyunca bilinen belli başla yöneticilerinin fiziki tasfiyesinin sağlanması planıdır. CIA, MOSSAD, MİT ve Güney Kürdistan Güvenlik Konseyi ve İstihbarat Servisi temsilcilerinin toplantıya katılmış olmaları, söz konusu tasfiye projesinin çok yönlü olduğunu gösteriyor.

    Dikkat edilirse toplantıda sadece bir parti yok: Bölgenin en büyük gücü PYD. Hedefin PYD ve onların oluşturmaya başladığı toplumsal sistem olduğu anlaşılıyor. Bölgesel ve küresel güçler, kendi politikaları dışında kalan ve alternatif bir toplumsal yaşam modeli uygulamak isteyen PYD’yi tasfiye ederek, Barzani’nin etkinlik alanını genişletmek istiyor. Bu toplantı bütünlüklü olarak Kürtlere yönelik tam olarak politik bir ihanettir. Ayrıca alınan kararlara bakıldığında, PYD’ye yönelik olarak psikolojik savaşın bütün kirli yöntemlerinin kullanılacağı anlaşılıyor. Tehlikenin en büyük yanı ise, KUK içerisinde yer alan parti ve örgütlerin bu toplantıya katılmalarıdır. Söz konusu kararların tek birinin uygulanması, Kürtler arasında yeni bir çatışmanın başlatılması anlamına geleceği biliniyor. Kürtler üzerinde oynanan bu oyunun politik sonuçları Kürtler için son derece ağır olacaktır. Mevcut politik kazanımların toptan yok olmasına yol açabilir. Bu bakımdan, Kürtler küresel ve bölgesel sömürgeci güçlerin bu oyununu mutlaka boşa çıkarmalıdırlar. Mesut Barzani, iktidar hırsıyla, Türkiye ve İsrail gibi ülkelerin oyununa gelmemeli, Kürtlerin elde ettiği kazanımlara kişisel egoları için heba etmemelidir. PYD olmadan, Suriye’de Kürtlerin başarma şansının olmadığını da başta Barzani ve Talabani kabul etmeli ve bu gerçeğe göre politik hesaplarını yapmalıdırlar.

    Sonuç
    Suriye’de uluslararası emperyalist güçlerin bir savaşı var. Bu savaşın politik ve sosyal sonuçları tahmin edilenden çok daha ağır olacaktır. Bölgenin aktif dinamik gücü olan ve küresel emperyalist kuşatmaya karşı, kendi özgür toplumsal modelini uygulayan PYD, Suriye halklarının birleştirici gücü olma potansiyeline sahiptir.

    Bize düşen görev, Suriye halklarının yanında yer almak ve desteklemektir. Küresel emperyalist işgale karşı gerekli politik tepkiyi göstermek son derece önemlidir. Yürütülen haksız savaşa karşı çıkarken, özellikle Kürtlerin özgürlük mücadelesini aktif olarak desteklemeliyiz. Biliyoruz ki, Kürtlerin özgürleşmesi, Suriye’deki diğer hakların da özgürleşmesi demektir.

    ( http://www.sendika.org )

  23. Anonim

    Kürt muhalefetinin yaptığı gibi tarafsız kalınmalı ancak ÖSO kazanmaya başladığında Esad, Esad kazanmaya başladığında ÖSO desteklenmeli ki her iki taraf da birbirlerini kırarak zayıflasınlar.

  24. Anonim

    Suriye: ‘Türkiye terörü destekleyen ülkeler listesine alınsın’

    Suriye Dışişleri Bakanı Yardımcısı, Türkiye’nin El Kaide’ye destek verdiğini ve terörü destekleyen ülkeler listesine alınması gerektiğini ifade etti.

    İran merkezli Fars Haber Ajansı’nın (FHA) haberine göre, başkent Şam’a bir ziyaret gerçekleştiren FHA Genel Müdürü Seyyid Nizameddin Musevi Suriye Dışişleri Bakanı Yardımcısı Faysal Mikdad ile görüştü.

    Görüşmede, Suriye’yi canları pahasına koruyacaklarını belirten Mikdad, Türkiye’nin El Kaide’ye verdiği desteğe dikkat çektiği açıklamasında, Türkiye’nin teröre destek veren ülkeler listesine alınması gerektiğini ifade etti.

    Dışişleri Bakanı Yardımcısı, İran ve Suriye’nin ortak stratejik amaçları ve direnişle ilgili ortak tutumlarına dikkat çekerken, FHA genel müdürü ise, Suriye olaylarını yakından takip ettiklerini ve kamuoyuna gerçekleri yansıtmaya çalıştıklarını dile getirdi.

    (soL- Dış Haberler)

    http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/suriye-turkiye-teroru-destekleyen-ulkeler-listesine-alinsin-haberi-61618

    yiyin birbirinizi

  25. Anonim

    Free e-book with title “War on Syria: Gateway to WWIII” :
    http://landdestroyer.blogspot.com/p/war-on-syria-gateway-to-wwiii.html

  26. Anonim

    YENİ NATO VE ÖZELLEŞTİRİLMİŞ SAVAŞ: SURİYE ÖRNEĞİ
    -uluslararası sempozyum-
    9 MART 2013, CUMARTESİ, Sürmeli otel, Sıhhiye, 10:00

    Dostlarım, sataşmalara, hakaretlere, saldırılara ve kara propagandaya aldırmayın, biz işimize bakalım. Onların devasa medyası, parası, iktidarı varsa, bizim de mütevazi ve naçiz varlığımız, kıt kanaat imkanlarımız ama çok güçlü sözümüz, irademiz, kararlılığımız var. Hakikate sadakatten başka hiçbir dayanağımız yok. İşte o güçlü söz 9 Mart’ta Ankara’da konuşacak. Ülkelerimize musallat olan NATO’yu ve onun özelleştirilmiş savaşını anlatacağız. Suriye’de gerçekte ne yaşandığını ortaya koyacağız.

    9 Mart’ta Ankara’da, Sürmeli otelde 10:00’da başlayacak sempozyuma herkes, hepimiz davetliyiz.

    YENİ NATO VE ÖZELLEŞTİRİLMİŞ SAVAŞ: SURİYE ÖRNEĞİ
    -uluslararası sempozyum-

    9 MART 2012, CUMARTESİ, Sürmeli otel, Sıhhiye, 10:00

    SUNUŞ

    Soğuk savaşın bitimi, beklenmedik biçimde, karşı kutbun “savunma ittifakı” NATO’nun da anlamını yitirmesine yolaçtı. Soğuk savaş boyunca ittifak ülkelerinde askeri etkinlikle yetinmeyen NATO’nun “gladio” veya başka isimler altında yürüttüğü yeraltı faaliyetlerini ve nüfuzunu sürdürebilmesinin yeni bir tanıma ihtiyacı vardı. 90’lı yılların başında Thatcher doktrininin İslam’ı NATO’nun yeni hedefi yapması bu arayışın sonucudur. Fakat sorun şuydu ki, İslam dünyasını bir bütün olarak batı uygarlığına hasım yapmanın maliyeti yüksek olacaktı. Bulunan çözüm, soğuk savaş yıllarından bakiye ve miras “yeşil kuşak” fikrinin “ılımlı İslam” olarak güncelleştirilmesinin öyküsüdür. “Büyük Ortadoğu Projesi” adı verilen sistematik çabanın, esas itibariyle Müslüman dünyanın etnik ve mezhebi bölünmesini amaçladığı söylenebilir.

    Yeni NATO’nun ulus kurma, BOP bünyesinde ülkelerin sınırlarını değiştirme, demokrasi ihracı, batı dışı toplum ve kültürleri modernleştirme, güç kullanarak hükümet düşürme vs. gibi misyonlarla “yeni dünya düzeni”ni dayattığını gözlemliyoruz.

    Yeni NATO’nun büyük projesi, ABD’nin liderliğinde 130 devletli koalisyonun yürüttüğü Suriye kampanyasıdır. Merhum başbakan Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın 2003’deki ünlü konuşmasında çok önceden, büyük bir öngörü ve ufukla detaylı biçimde analiz ettiği Suriye operasyonu, kendisinin vefatından hemen sonra Mart 2011’de başladı. Suriye kampanyası, yeni NATO’nun etnik ve mezhebi çatışmaları alevlendirme projesinin bariz örneğidir ve bu projede ilk kez NATO askeri gücü değil, Müslüman ülkelerden toplanmış gönüllülerden oluşan lejyonerler kullanılmıştır. Bu savaş, kelimenin tam anlamıyla yeni NATO’nun batı dışı unsurlara ihale ettiği özelleştirilmiş savaştır.

    Suriye’de yaşanan iki yıllık acı tecrübe ABD liderliğindeki 130 devletli koalisyonun özelleştirilmiş savaşla sonuç alamayacağını defalarca kanıtladı. Müslüman ülkelerin liderleri artık bu yoldan ve yöntemden medet ummayı bırakmalı ve siyasi müzakere, barış, mutabakat, özgür seçimler, diyalog yolunu tutmalıdır. Eksiksiz ve istisnasız tüm Müslüman ülkelerde kararlı biçimde siyasi, toplumsal, ekonomik ve kültürel reform uygulanması İslam dünyasını dış müdahalelere karşı daha dirençli yapacaktır.

    Yabancı güçlerin müdahalesiyle hükümet darbesi yapma ve rejim değiştirme metodundan kârlı çıkan tek taraf yeni sömürgecilik olmaktadır. Yayılmacı İsrail, bölgesel hegemonilerini sürdürmeye çalışan batılı güçler, silah tüccarları, terör örgütleri ve soğukkanlı katiller bu karmaşanın menfaat temin eden unsurlarıdır.

    İslam ülkelerinde reform ihtiyacı ancak diyalog, siyasi müzakere ve barışçı yollarla olabilir. Yabancı güçlerin desteğinde hükümet darbesi ve rejim değişikliğinden hiçbir halk fayda göremez. Suriye krizi de bu kuraldan istisna değildir.

    Yeni bir başlangıç için umut duymak gerekir. Müslüman toplumlar, “ehl-i kıble tekfir” edilmez ilkesine bağlılık göstererek ve inanç farkı gözetmeksizin tüm insanların hak ve hukukuna riayet ederek yeni bir geleceği kurmak için tam işbirliği yapmalıdır.

    ORTADOĞU ÇALIŞMA GRUBU

    Konuşmacılardan bazıları:

    Kenan Çamurcu (Yazar)
    Selahattin Özgündüz (Türkiye Caferileri lideri)
    Oğuzhan Asiltürk (Eski İçişleri Bakanı, Saadet Partisi Yüksek İstişare Kurulu Başkanı)
    Mehmet Ali Edipoğlu (CHP Hatay milletvekili)
    Prof. Dr. Namık Kemal Zeybek (Eski Kültür Bakanı)
    Prof. Dr. Abdullatif Şener (Eski Devlet Bakanı, Başbakan Yardımcısı)
    Ali Yeral (EHDAV Genel Başkanı)
    Alptekin Dursunoğlu (Yazar, “Suriye elde var sıfır” kitabının yazarı)
    Fevzi Ekrem Terzioğlu (Irak Meclisi Sadr grubu milletvekili)
    Usame el-Delil (el-Ehram yazarı, siyasi analist, Mısır)
    Nurettin Şirin (Velfecr ve Kudüs TV yayın yönetmeni)
    Ayhan Bilgen (Mazlum-Der eski başkanı, 2007 genel seçimleri Konya milletvekili adayı)
    Cevdet Said (Yazar, Suriye, “Toplumsal ve bireysel değişimin yasaları” kitabının yazarı)
    Hüccetülislam Hüseyin Kıbrısi (Müslüman Alimler Birliği Başkanı, Lübnan)
    Muhsin Vahidzade (Siyasi analist, İran)
    Doç. Dr. Erdem Denk (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyesi)
    Prof. Dr. Fikret Başkaya (Özgür Üniversite)
    Aydın Çubukçu (Hayat televizyonu genel yayın yönetmeni)

  27. Anonim

    bu görüş dikkate alınmalı;

    Yine de bir alternatif çıkmaması durumunda ise, bizi TC’ye mecbur eden ABD’ye TC tercihini pahalıya mal etmeliyiz. Avrupa-ABD yerine, İran-Suriye-Rusya eksenine yönelmeliyiz. Çünkü K Kore ve Çin de bu cephededir ve sanıldığı kadar zayıf değildir.

    PYD, kendisine hiçbir statü vermeyecek TC ile birliği dayatan Öcalan’a bağlılık uğruna, Esad ile çatışmaya girişmemeli. Bunun yerine Esad ile anlaşmayı yeğlemelidir.

    İran daha feodal ve dindar olabilir, ama Kürd’e özgürlüğü çok gören ABD ve Avrupa’ya sempati duymamızı gerektirecek hiçbir neden kalmadı! Çünkü ABD’nin tercihinde Kürd’e varlık imkanı bırakılmıyor.

    http://www.serbesti.net/forum/showentry.php?sNo=28951

  28. çıracı

    Yeni kriz dalgasına hazır(lıklı) olalım :
    http://www.wsws.org/en/articles/2013/05/21/pers-m21.html

    BirGün’ün bugünkü sayısında Hayri Kozanoğlu’nun da aynı minvalde bir yazısı vardı. Yazı henüz siteye yüklenmemiş; yüklenince buraya aktaracağım.

  29. çıracı

    Kriz konusuna ek :
    http://mustafasonmez.net/?p=3292

  30. çıracı

    “Yaklaşan kriz” konusundan devam :
    http://www.wsws.org/en/articles/2013/08/19/pers-a19.html

  31. çıracı

    http://mustafasonmez.net/?p=3520

  32. çıracı

    Ek olarak :
    http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=441552&kn=58&ka=4&kb=5&kc=58

  33. çıracı

    Yaklaşmakta olan fırtınayı tüm ayrıntılarıyla ele alan bir yazı :
    http://www.sendika.org/2013/09/firtina-oncesi-sessizlik-mustafa-durmus/

  34. çıracı

    Bir önceki makalenin Türkçe çevirisi: http://www.toplumsalesitlik.org/tr/perspektif/kuresel-deflasyon-ve-yavaslayan-buyume-ekonomik-gerilimleri-arttiriyor

  35. çıracı

    Müthiş bir yazı:
    http://petras.lahaine.org/?p=1963

  36. çıracı

    Dünya ölçeğinde etkileri olacak güzel bir gelişme:
    http://www.wsws.org/en/articles/2014/04/04/chin-a04.html

© 2025 Gün Zileli

Theme by Anders NorenUp ↑