Dün bir kez daha hatırladım, Max Weber’in devlet tanımını: Belirli bir toprakta, meşru fiziki güç kullanma tekelini elinde tuttuğunu iddia eden insan topluluğu. Bu meşru şiddet kurumu, hesap verme derdi olmaksızın dayak atar, öldürür, hapseder, fişler, korkutur, askere alıp cinayet işlemeni emreder, manipüle eder, marjinalleştirir, toplum dışına iter…
Kurulduklarından beri şiddet araçlarını tekellerine almak, denetlemek ve yönetmek için çaba sarf eden devletler, psikolojik şiddeti ve manipülasyonu keşfettiğinden bu yana daha az zora başvuruyor. Ancak kendini tehlikede hissettiğinde de dişlerini göstermekten kaçınmıyor ve bazılarınca ideal görünen Avrupa burjuva demokrasilerinde bile polisin sopası da silahı da pervasızca işlemeye başlıyor. Modernizmin feodal topluma karşı büyük bir buluş olarak sarıldığı devlet kavramına karşı çıkışlar da başka bir devlet modelini kutsayarak oluyor, genellikle. Oysa ki devlet tek, derini-sığı, iyisi-kötüsü yok. Maddi ve askeri güçleri yönetme yetkisini elinde bulunduran her kurum gibi tekleşmeye mahkûm.
Neoliberalizmin tek seçenek olarak sunduğu burjuva demokrasisinin çatırdadığı, sırlarının döküldüğü çok uzaktan, Türkiye’den bile görülebiliyor. Örneğin, dün Columbia Üniversitesi, Wikileaks belgelerini ‘paylaşan’ öğrencilerini tehdit eden bir e-posta atarak, bu hareketlerinin ileride Dışişleri’nde iş bulmalarını engelleyebileceğini söyledi, kibar bir şekilde ‘ayağınızı denk alın’ dedi. Wikileaks’le ortaya dökülen ABD Dışişleri yazışmalarını ‘kınayan’ diğer devletler, bu çeşit fişlemelerin de normal vatandaşın fişlenmesinden farksız olduğunu aslında çok iyi biliyor. Devlet arşivcidir. Hayatı kameraya çekilen ve sırası geldiğinde gözleri önünden film şeridi gibi geçirilecek olan sade vatandaş da olabilir, bütün bir toplum da olabilir, başka bir devlet de. Bu nedenle bilgilerin doğruluğunun çok da önemi yok. Önemli olan, onların bir gün aleyhinize kullanılabilir nitelikte olması. Bir dedikodunun haber değeri taşıması, önemli bir gerçeğin basında yer bulamamasıyla ters orantılıdır. Sonradan gelen yalanlamalar ise o haberi bir kez daha manşetlere taşımaktan başka işe yaramaz.
Yine neoliberallerin başka bir ideal model olarak sundukları ulus devletlerin zayıflaması ütopyasının yerine ne koydukları sorusunun ise cevabı yok. Yeni imparatorluklar olan çokuluslu şirketler, devlete ihtiyaç duyduğu sürece bu kurum da var olmaya devam edecek. Çünkü çokuluslu şirketlerin polisin gazına, askerin silahına, basının manipülasyonuna ve bunların tek elden idare edilmesine ihtiyacı var. Siz, tamamen işinize yarayan bir yapıyı değiştirmek ister miydiniz?
Dün devletin şiddetli yüzünü gördük Dolmabahçe’de. Devlet, bu şiddeti hükümetlerden bağımsız olarak uygulama yetkisine sahip. Bu kez şiddetle birlikte gelen aşağılama, dalga geçme gibi hareketler her hükümette bu denli ayyuka çıkmasa da, bunu sadece ar damarlarının çatlamış olmasına bağlamak yanlış. Yanlış hayat gibi bozuk düzen de doğru yaşanmıyor ve sistem böyle kurulduğunda, AKP gibi bir hükümet çıkıp hem dayak atarken hem gülebiliyor. Tamam, bu kadarına biz bile alışkın değiliz ama hedefi AKP olarak koyarsak, ondan önceki hükümetlere de ‘haksızlık etmiş’ olacağız. ‘Devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir’ diyen Çiller’in hükümetinde, Özal hükümetinde hatta darbe döneminde yapılanları, bırakın Türkiye’yi, dünyadaki onlarca örneği göz ardı etmiş olacağız. Eh, buradan da yine başladığımız yere döneceğiz: Benim şiddetim senin şiddetini döver.
Modernizmin ideali, şiddetin hukuk sınırları çerçevesinde kalmasıydı ancak ortada bir şiddet varsa, kime ne zaman rastlayacağı her zaman kestirilemiyor. Daha güçlü bir devletin şiddeti de daha fazla oluyor. Aksine, şiddet devlet eliyle meşrulaştırıldığında, aynı şiddet devlet zayıfladığı anda dönüp onu da vurabiliyor. Ancak son yüzyıldaki savaşlar ve mücadeleler gösterdi ki, sermayeyi de arkasına alan devlet her muharebeden biraz daha güçlenmiş olarak çıkıyor. Mücadeleyi devlet kavramı üzerinden değil de devletin aygıtları üzerinden kurduğumuz sürece de böyle olmaya devam edecek.
TC. Devletinde mi derinlik, derinliklerde mi TC. Devleti?
Rucan keles
Son yıllarda Türk siyasal litaretüründe sık sık kulanılan, ne olduğu fazla belli olmayan, neyi ifade etiği net anlaşılmayan, ulu orta kulanılan bir “derin devlet” kavramı var. Kürt siyasal kesim de bu kavramı olduğu gibi almış rastgele kullanıyor. Hatta durum öyle vahim bir noktaya gelmiş ki, bazı Kürt yurtsever çevreler bu ifadeyi PKK için de kulanıyorlar. PKK nin Kürtlerin derin örgütü (devleti) olduğunu söylüyorlar (bu konudaki görüşlerimi daha önceki bir makalemde “yine aynı filmi seyrediyoruz” da ifade etmiştim). Bence bu kavram, kavram kargaşasına çanak tutmaktır.
Öncelikle şuradan başlamak gerekir; “Derin Devlet” hangi anlamda kullanılıyor? derinliğin ölçütü ne olması gerekir? Denizin dibimi?, çukurun derinliği mi?, yoksa kastedilen bataklığın derinliğimi? Burada kast edilen derinlik nedir? ifade edilen eğer devletin gizli kalan ve meşru olmayan yanı ise, böyle bir kavramı kullanmak Türk Devletini aklamak anlamına gelir. Şöyleki; “Aslında Türk Devleti meşrudur, yaptıkları hukuk devleti çerçevesindedir, ancak bazı hukuk dışı şeyler oluyorsa, bunları devlete sızmış, devlet adına hareket eden, çete, mafya ve kontra örgütleridir” anlamına gelecek ki buda Türk Devletini aklamak anlamına gelir. Sanki Türk devlet bünyesinden anılan bu örgütler ayıklandığı zaman, “Devlet hukuk devleti olacak”. Ancak; Türk Devleti anılan yapılanmalardan arındırılığı zaman, yerinde devlet denilen bir aygıt kalırmı kuşkum var, çünkü Türk Devleti bu yapılanmalardan oluşuyor. Yarım asır çeşitli kademelerde Devletin başında yer alan Demirel şöyle diyor: “Derin devlet devletin kendisidir”. “Derin devlet içindekiler yani normal zamanlarda belirli yetkileri kulanma durumunda olanlar, bir de bakarsınız, kurtarıcı haline gelmek isterler”. “Derin devletin kökünde devletin yıkılma korkusu vardir”. Derin devletle ismi özdeşleşen Mehmet Agar da şöyle ifade eder: “ne yaptıysak devlet için yaptık”, “Türk devleti en son Musul ve Kerkükten geri çekildi. O günden sonra geri çekilmeme iradesi teşekkül etti. Biz bu iradeye derin devlet diyoruz. Derin devlet, devletin derinliklerinde değil, milletin suurundadır. Derin devlet bir daha geri çekilmeme iradesidir.”, “Herşey MGK nin bilgisi dahilindedir”. “Biz herbirimiz devletin köşe taşlarıyız, birimizi çıkarırsanız duvar yıkılır ve hepimiz altında kalırız.”
Devletin başında yıllarca kalmış kişiler, “Derin devleti” böyle ifade ediyorlar. O zaman anılan devlet yerine yeni bir devlet yapılanmasının konulması gerekiyor. Buda ancak ve ancak bir devrimle veya Saddam diktatörlügünde olduğu gibi yıkılarak, yada yerine yeni bir federatif devlet veya her iki ulusun kendi kaderini tayin edeceği iki ayrı devlet kurulur. Bu durumda yeni yapılanmalar meşrutiyetlerini direkt katılımda bulunan halklardan alırlar.
Son yıllarda derin devlete ilişkin bir çok kitap, doküman, makale yayınlandı. Bunlardan bir çoğu işin kriminal, cinayet, mafya, kontra, çete ve istihbarat boyutuna değiniyorlar. İşin özüne, yani devletin esasına değinen hemen hemen hiç yok. Zaten bu konu üzerine yazanların çogu, bu örgütlerle dirsek temasındadırlar. Yalnız Baskın Oran kendi mantık silsilesi icerisinde “derin devlete” değiniyor ve bilimsel bir tanıma uyarlamak istiyor. Şöyleki; “derin devlet, şiddet kullanımı durumunda devletin tanımından “meşru” kavramının düşmesi sonucu meydana gelen oluşumdur.” der. Bence Baskın Oran Türk Devlet egemenlik sahasını tek ulus olarak ele almış ve esas hata orda kaynaklanıyor. Burada çok uluslu bir durum söz konusudur. Biri egem ulus, diğeri sömürge ulustur. Zaten aranan “meşruluk” Türk ulusu için geçerli, aranan bu “meşruluk” Kürt ulusu için hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Kürdistanda uygulanan politikalar hep çifte standartlı, sömürge ülkelere uygulanan politikalar olmuştur. Türkiyede uygulanan yasalar (ki bu yasaların coğu anti demokratik ve askeri kışlalarda hazırlanmış yasalardır) hiçbir zaman Kürdistanda uygulanmamıştır. Orası için ya başka yasalar çıkarılmış veya gizli yönetmeliklerle, kanun hükmünde kararnamelerle, yada orman yasalarıyla yönetmişlerdir. Hemde Kürdistandaki sorun yalnız hukuksal bir sorun değildir, esas olarak politik bir sorundur. Herhangi bir ülkeyi, ulusu, dili yok saymanın hukuku olurmu?. Onun için sorunun çözümü de politiktir. Bundan dolayıda Türk Devleti sömürgeci bir devlettir yani anıldığı gibi “derin devlet” degildir. Zaten uygulamadaki “derinlik” gayrimeşruluk ve sömürgeci devlet olmaktan kaynaklanıyor. Sömürge statüsü ortadan kalkmadan işin “derinliği”de ortadan kalkmaz. Türk Devleti belli örgütlerden ayıklanmakla “derinlikten” kurtarılamaz. Basit reformlarla bu işin çözüleceğini zannetmiyorum. (yanlış anlaşılmasın ben Reformlara karşı değilim, ileriye yönelik en ufak reformu bile desteklerim.) İfade edildiği gibi işin derinliğine inmek gerekiyor.
Bazı kimselerin bundan hareketle; “diğer ülkelerde İtalyada, İspanyada, Almanyada Avrupanın diğer ülkelerinde benzer sorunları vardı, onlar bu sorunlarından nasıl kurtulduysalar bizde aynı şekilde kurtuluruz” şeklinde yanlış yaklaşımları vardır. Bu adlarını andığım ülkelerdeki durumla Türkiyedeki durum bir ve aynı olmamakla beraber, yukarıda ifade ettiğim gibi yapısal olarak çok farklıdırlar. Bir benzerlik kurulmak isteniyorsa şayet, tarihin çöplüğüne atılmış olan Güney Afrikadaki rahmetli sömürgeci Apartay Rejimi ile, yanıbaşındaki Saddamın rahmetli sömürgeci Baas Rejimi olabilir, yada tarihsel süreç içerisinde eşine ender rastlanan kendisine munhasır soykırımcı ırkçı bir devlettir denebilir. Günü geldimi komünistlerle, günü geldimi faşistlerle, günü geldimi, fundamentalistlerle, günü geldimi de emperyalistlerle işbirliği yaparlar. İşlerine nasıl gelirse öyle hareket eden, pragmatik kaypak bir devlet konumdadır. Bu kaypak tutum, onları dünya kamuoyu nezdinde güvenilmez devlet konumuna koyuyor. En stratejik ortaklarını bile ırkçı yayılmacı çıkarları uğruna yolun yarısında bırakır.
Herşeyden önce devlet nedir? Tarihsel süreç içerisinde hangi devlet türleri yaşanmistir? Devlet nasıl ortaya çıkmıştır? Bu soruların cevabı uzun uzadıya detaylıdır, ancak konu gereği kısaca değineceğim. Klasik anlamda devlet sınıfların ortaya çıkması ile ortaya çıkar ve toplumsal süreç içerisinde sınıfların ortadan kalkması ile son bulur ve çıkrığın yanında tarihi yerini alır (son yıllarda Avrupada sınırların ortada kalkması buna bir işarettir denebilir) ve bundan dolayı da, bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracıdır der, Karl Marx.
Kapitalizm sürecinde devlet burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki baskı aracıdır der Marxizm Leninizm. Ancak; şu andaki devlet ile yüzyılın başındaki devlet aynı devlet değildir, özünde benzerlikler olsada, biçimde farklılaşma ve gelişme vardır. Demokratikleşme ve hukuk devleti yapısı işçi sınıfı ve emekçi kesimin geniş haklar elde etmesine neden olmuştur. Buna da gelişmiş veya olgunlaşmış demokrasi, Avrupada görüldüğü gibi hukuk devleti denebilir.
Tarihsel süreç içerisinde başka devlet biçimlerine rastlamak mümkün, ancak “derin devlet” tanımına Türkiye dışında, dünyanın başka yerlerinde rastlamak mümkün değil. Buda Türkiye ye has bir buluştur.
Devlet bir üst yapı kurumudur. Son tahlilde alt yapı kurumları üst yapı kurumlarını belirler. Son yüzyılda Faşist Devlet, teokratik devlet, totaliter devlet, sosyalist devlet, millitarist devlet, oligarsik devlet, sömürgeci devlet, burjuva devleti, hukuk devleti yapısına ve tanımlarına rastlamak mümkün, ancak, derin devlet denen şeye rastlamak mümkün değil. İşte buda Türk dehası bir mucitlik, uluslararası yasaları çiğneyen, yaptığı gayrimeşru uygulamaları belli bir azınlığa yükleyip esas devleti aklamak ve meşrulaştırmak içindir diye düşünüyorum ve biz kürtlerde bunu saf saf alıp kullanıyoruz.
Türk devletinin derinliğini veya yüzeyseliğini iyi kavrayabilmek için, Türk devletinin oluşumunda belirleyici olan, tarihsel süreç içerisinden günümüze dek bazı tarihi kronolojik olayları ele alıp sıralamak istiyorum. Aslında bu tarihi olaylar Türk devletinin esas karakterini ve yapısını ortaya sergileyecek niteliktedir.
Daha 1900 lerin başında ittihat ve terakki dönemindeki teskilat-i Mahsusa, günümüzdeki özel harp dairesidir. O zaman diğer halklar, Ermeniler, Rumlar, Kürtlere karşı terörr estiriyor ve bu halkları birbirine kırdırtmak için olmadık etrikalar bu örgüt tarafından sergileniyordu. 31 Mart vakası olarak bilinen isyanı başlatanlar da bastıranlar da ittihat-Terakkicilerin teskilat-i mahsusasıdır. Ermenileri ve Rumları soykırımdan geçirenler ise devletin esas çekirdeğini oluşturan bu örgütlerdir.
Cumhuriyet, daha kuruluş yıllarında “derin devlet” uygulamalarıyla mayalanır ve şekillenir. M.kemal ve Çerkez Ethem kardeşleri arasındaki oyunlar, 1923 deki İzmir suikastinin senaryoları ve bu vesile ile tehlikeli görülen ittihat-Terakicilerin idamlarıyla tasfiyeleri bu edimlerin başlıcalarıdır. Zaten 1920 den 1940 a kadar Kürdistandaki soykırımlar, sürgünler ve bütün faşist uygulamalar, mevcut T.C devletinin esas mayasını oluşturur ki, halen aynı konsept katliamlar ve sürgünlerle devam etmektedir. Çünkü Devletin karakterinde bir değişiklik yoktur. Sömürgeci Türk devletinin resmi ideolojsi, gıdasını “ne mutlu türküm diyene”, “bir türk dünyaya bedeldir”, “türkün türkten başka dostu yoktur”, “türkiye türklerindir” şeklindeki ırkçı (Avrupada yasak olan) söylemlerden alır. Anılan dönemde de Kürdistandaki ayaklanmalara karşı günümüzdeki Yeşil, Çatlı benzeri katil, eşkiya olan Topal Osman gibileri kulanılmıştır.
1945 teki Tan gazetesi matbaaasının baskınını yapanların bünyesinden iki cumhurbaskanı ve başbakan, “sol görüşlü” Cumhuriyet gazetesinden ise genel yayın yönetmeni İlhan Selçuk ve nice önemli bakanlar Milletvekileri ve önemli devlet memurları çıktı. Sağdan sola birçok kişiyi bağrında barındıran bu olay salt başına T.C devletinin niteliği ve karakterini sorgulama konusunda yeterlidir.
6-7 Eylül 1956 daki provakasyonda ise, bir Türk diplomatı selanikteki Atatürkün evine bomba koydurtur ve bundan dolayı, Türkiye de binlerce Rumun evi ve işyeri yakılıp yıkılır onlarca Rum öldürülür. Bunun üzerine binlerce Rum evini barkını terk edip yunanistana göç etmek zorunda kalır.
1974 de uluslararası yasaları çiğneyerek Kıbrısı işgal eden yine bu yayılmacı devletin yayılmacı politikalarıdır. Binlerce Rum öldürüldü, binlercesi yerinde yurdunda sürgün edildi ve malı mülkü gasp edildi, otuz yılı aşkın bir süredir de dünya kamuoyu bu sorunla uğraşıyor.
Aralık 1978 deki, K.Maraşta Alevi-Kürtlere yönelik katliam, yüzlerce kadın çocuk yaşlı demeden hunharca öldüren, işyerlerini ve evleri yakıp yıkan yine bu devletin kendisidir.
Sözümona demokrasiye geçiş sürecinde her on yıla bir askeri darbe siğdırıldı ve herseferinde onbinlerce insan tutuklandı, işkence gördü ve onlarcası asıldı, yüzlercesi öldürüldü. 27 Mayıs darbesinde Devlet bir başbakanını ve iki bakanını astı. (İade-i itibnar da anılan edimlerin cabasıdır.) 50 Kürt aydını tutuklanıp yargılandı. (Tarihte 49 lar davası olarak bilinir) 300 Kürt aşiret ileri geleni tutuklandı, birçoğu uzun yılları kapsayan sürgün süreci yaşadı.12 Mart ve 12 Eylül askeri faşist darbeleri uygulamalarını ve dönemini bir çoğumuz yaşadık ve canlı tanıklarıyız. Kısacası bir bütün olarak “misak-i milli” sınırları askeri kışlaya çevrilmiştir. Her seferinde darbeyi yapanlar, darbeden sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarını çok lüks biçimde sürdürdüler ve sürdürüyorlar. Darbeciler hakkında ne sorgulama, ne de soruşturma yapılmamıştır. (halbuki başka ülkelerde demokrasiye geçiş süreclerinde darbeciler yargılanıp cezalandırılmışlardır, Türkiyede bu hiçbir zaman olmamıştır) Devlet darbecilerin yaptığı anayasalarla yönetildi ve yönetiliyor. Halen Devletin esas sahipleri genelkurmay ve onun yan örgütleridirler. Genelkurmayın son dönemdeki çıkışlarından da anlaşıldığı gibi birilerinin iktidarda olması fazla bir şey değiştirmiyor.
Kürdistandaki son 30 Yıllık süreçte, yarattıkları taşaron örgütle yaptıkları danışıklı-savaşta 50 bin kürd insanı öldürüldü, 4 bin Köy boşaltıldı, 4-5 milliyon insan yerinden yurdundan zorla göç ettirildi. 30 Yıl boyunca Kürdistanda fiilen terror estirildi ve bu süreç halen devam ediyor. Kürdistanda ekonomi tamamen sıfırlandı ve insanların yaşamı ceheneme çevirildi.
Yukarda sıraladığım, Türk Devletinin esas şekilenmesini belirleyen son yüzyılın ve tarihi olayların yorumunu okuyuculara bırakıyorum. Yukarıda belirtmiştim, devlet bir üst yapı kurumudur, ancak son tahlilde alt yapı ile etkileşim içine girer ve etkilenir. Son dönemler, Türk toplumundaki irkçi şövenist histeriler, kitlesel linç ve bayrak olayları, devletin toplumu kendisine benzetmesinin tipik bir örneğidir. Benzer olayları, ancak faşist Nazi Almanyası ve başka faşist diktatörlüklerde görmek mümkündür. Öyleki Türk toplumu bir bütün olarak “derin” toplum haline gelmiştir. Bundan dolayı: Türk devletinin yapısı, sövenist, ırkçı ve sömürgecidir.
Yararlandığım kaynaklar:
Belma Akcura,derin devlet oldu devlet.
Baskın Oran,derin devlet makalesi.
Can Dündar,Tan baskını makalesi Milliyet
Hürrüyet gazetesi,1923 İzmir suikast belgeleri
Derin devletle ilgili birçok kitap (Soner Yalçın, Mehmet Eymür v.s.)
Marksist literatür
‘Derin Devlet’
Levent Toprak
Hrant Dink cinayeti sonrası en çok tartışılan konulardan birisi milliyetçilik idiyse diğeri de ‘derin devlet’ oldu. Gerek cinayetin kendisi gerekse sonrasında açığa çıkanlar, burjuva diktatörlüğünün kan ve irinle bezeli karanlık yüzünün bir kez daha fark edilmesini sağladı. Elbette sermayenin düzeninde karanlık örgütlenme ve faaliyetlerin bütünüyle açığa çıkması mümkün olmasa da, Türkiye’deki durumun özgünlüğüyle alâkalı bir durum olarak, yine de ele avuca gelir bir siluetin ortaya çıktığını söylemek mümkün.
Bunda cinayet sonrası oluşan büyük tepkinin ihmal edilemez bir rolü olduğunu ve bu arada bu tepkinin de büyük ölçüde solun öncülüğü ve inisiyatifiyle gerçekleştiğini vurgulamak gerekiyor. Aslında bu işi tezgâhlayanlar çok büyük olasılıkla halkın vicdanında bu denli büyük bir sızlama ve takiben bu derece bir kitle tepkisi beklemiyorlardı. Sonuçta bu topraklarda ‘bir Ermeni’yi kim sahiplenirdi? Mevcut şartlarda bu anlık kitlesel tepkiden büyük sonuçlar beklemek yanlış olsa da, planlayıcılar açısından evdeki hesabın bu bakımdan çarşıya uymadığını söylemek yanlış olmaz. Sonuç olarak oluşan tepki ve infial, düzen içindeki çatlaktan daha çok bilgi sızmasına yol açtı ve liberal burjuva cenahın statükocu cenahı hedef alan salvolarına güç kattı.
şüphesiz genel olarak bakıldığında Türkiye’deki kontrgerilla örgütlenmesinin ne menem bir şey olduğu yeni ortaya çıkmadı. Ancak son dönemde ortaya çıkan olgular bu yapılanmada yeni bir evreye girildiğini göstermesi bakımından önemli. Neredeyse MHP’ye bile rahmet okutacak (ve yine devlet fideliğinde büyütülmekte olan) binbir türlü ucube faşist örgütlenmenin ortalığa saçılışı, soy faşist bir söylemin fütursuzca boy göstermesi gibi olgular yeni dönemin önemli belirtilerini oluşturuyor. Bu belirtiler ve diğerleri Marksist Tutum olarak başından beri işaret ettiğimiz rejim krizinin geldiği yeni evrenin belirtileri ya da sonuçlarıdır. Bu nedenle ülke siyasetindeki tüm önemli gelişmelerin ve elbette ‘derin devlet’le ilgili yeni olgu ve eğilimlerin de esasen bu bağlam içinde görülmesi ve değerlendirilmesi gereklidir.
‘Derin devlet’ konusunda bugüne kadar çok şey söylendi. Gerek Türkiye’de gerekse de dünya ölçeğinde bu tür yapılanmalara ilişkin gazetecilik açısından epeyce malzeme bulunuyor. Bunlar elbette önemsiz değil ve düzenin doğasını somut işleyişi içinde gösteren çarpıcı olgular sunuyorlar. Ancak asıl önemli olan, tam da bu olgu ve eğilimlerin nasıl değerlendirileceği, nasıl yerli yerine oturtulacağı, nasıl yorumlanacağıdır. Bu nedenle meseleyi Marksist devlet teorisi temeline ve tarihsel perspektife oturtarak ele almaya ihtiyaç var.
‘Derin devlet’ nedir?
En başta temel bir noktanın altını çizelim. ‘Derin devlet’ konusu genel olarak devlet/demokrasi konusunun, özel olarak da burjuva devlet/burjuva demokrasisi konusunun bir parçasıdır. Dolayısıyla burjuva demokrasisinin tarihsel evrimi bağlamından asla koparılmadan ele alınmak durumundadır. Bugün burjuva medyada yürüyen tartışmada konunun bu temel bağlantılarına değinildiğini duymak pek mümkün değildir. Bu tartışmalarda ‘derin devlet’ denilen şeyden şikâyetçi olan ve eleştirel bir tutum sergileyen unsurlara baktığımızda, bunların demokrasi, devlet, hukuk gibi kavramları tarihdışı soyut kavramlar/normlar olarak varsaydıklarını ve asla sorgulama konusu etmediklerini görürüz.
Bunların bir kısmının durumunu, su içindeki balığın suyun farkında olmaması misali tüm düşünce mekanizmalarının burjuva önyargılar temelinde şekillenmiş olmasıyla açıklamak belki mümkünse de, büyük bir bölümünün durumu bununla açıklanamaz. Bunlar burjuva düzenin temellerinin sorgulanmasını bilinçli bir şekilde engellemeye çalışmaktadırlar. Her halükarda sonuç değişmemekte, geniş emekçi kitlelerin gerçekliğin özünü anlamaları engellenmektedir. Mevcut toplumun sınıflı bir toplum olduğu, sömürücü ve sömürülen, ezen ve ezilen sınıflara bölünmüş olduğu, bunun kaçınılmaz olarak sınıf mücadelelerini doğurduğu gerçeği gizlendiğinde devlet konusu da mistik bir şala büründürülmüş olur.
Bu mistik şalı yırtıp atmak için, hiç bıkmadan en yalın biçimde işin aslını açıklamaktan kaçınmamamız gerekiyor. Tüm sömürücü sınıflar gibi sermaye sınıfı da toplumun büyük çoğunluğunun sömürüsü temelinde kendisini var eden küçük bir azınlıktır. Bu durum sömürülen çoğunluğun yaşadığı sefalet ve acıların temel sebebi olarak eninde sonunda onların isyanına yol açar. Buna karşı sömürücü azınlığın sömürü düzenini sürdürmesi, çoğunluğun bastırılmasını gerektirir. Yani düzenin devamı için kaçınılmaz biçimde baskı ve şiddet gereklidir. Devlet denen örgütün tüm sırrı budur.
Kapitalizm öncesi sistemlerde yasanın ve şiddet tekelinin, yani devletin, egemen sınıfa ait olduğu gözden saklanamayacak kadar belirgindi, çünkü ezilen sınıfların devlet işlerine karışabildiklerine ve eşit haklara sahip olduklarına dair kuruntu beslemelerine yol açabilecek bir şey yoktu. Oysa burjuva toplumunda hukuki ve siyasi olarak hiç kimsenin doğuştan gelme bir ayrıcalığı yoktur, ‘herkes eşittir’, ‘egemenlik kayıtsız şartsız halkındır’, ‘seçme ve seçilme hakkı’ olan halk güya devlet işlerini belirlemektedir. Bu durumda güya herkese karşı eşit mesafede duran, herkesin devleti olan devlet de sınıfdışı bir varlık haline gelir. Devletin tarafsız olduğu yanılsamasının sürdürülmesi için, ezilen sınıflar üzerindeki devlet baskısı ve şiddetinin meşrulaştırılması gerekir. Ancak baskı arttığı ölçüde onu meşrulaştırmak zorlaşır ve bu durumda da baskının kaynağının devlet olduğunun gizlenmesi gereği doğar. ‘Derin devlet’in sırrı da budur.
Dolayısıyla devlet baskısı eninde sonunda yasadışı-gizli-gayrimeşru biçimler de almak zorunda kalır. Görünürdeki anayasanın yanı sıra gizli anayasalar, kırmızı kitaplar; görünürdeki devlet örgütlenmesinin yanı sıra gizli örgütlenme ve faaliyetler olmak zorundadır. Bu olgu kendisini tarihsel bir evrim içinde ortaya koyar. Burjuva devrimlerin halk dinamiğinden miras kalan demokratik gelenek ve mekanizmaların kapsamı özellikle emperyalizm dönemine girildiği andan itibaren dört bir koldan daraltılmaktadır (bu arada, yakın zamana kadar bu eğilimi yine de belli ölçülerde dizginleyen asıl unsurun işçi sınıfının mücadelesi olduğunu belirtmek gerekiyor). Bu çerçevede demokratik hakların kapsamı daraltılarak devletin yasal baskı kapasitesi arttırılırken, öte yanda devlet uygulamalarında keyfilik artmakta ve gizli devlet aygıtının kapsamı genişlemektedir. Yani baskı temel olarak her iki koldan, hem yasal/açık hem de yasadışı/gizli koldan tarihsel olarak artma eğilimindedir.
Türlü türlü komplolar, faili meçhul cinayetler, kışkırtmalar, başta muhalifler olmak üzere giderek tüm toplumu kuşatan izleme-gözetleme gibi gelişmeler, gerçekte bunayan kapitalizmin kendini ayakta tutabilmek için giderek korkunç bir Büyük Birader’e dönüşmesinin kaçınılmazlığını göstermektedir. Kapitalizm bir yandan faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü yönetim biçimlerini yedeğinde tutarken, diğer yandan olağan rejimi olan parlamenter demokrasinin de gitgide altını oyup, onu alttan alta bir polis devleti ile doldurarak etkisizleştirmektedir. Diyalektik bir formülasyonla diyebiliriz ki, olağanın içindeki olağanüstü öğe büyümekte, bir bakıma olağanüstü olağanlaşmaktadır.
Dünya kapitalizminin son yıllarda içine girdiği tarihsel bunalım ve bunun bir ifadesi olan emperyalist savaş konjonktürü de bu eğilimlere genel anlamda taze bir itilim vermiştir. Geçmişte burjuva demokrasisinin ana yataklarından biri olan ABD, II. Dünya Savaşının sonlarından beri emperyalist sistemin ana üssü olarak bu gerici eğilimlerin başlıca taşıyıcısı konumundadır. 11 Eylül’den bu yana çıkan yeni baskıcı yasalar ve artan keyfi uygulamalarla temel demokratik haklar büyük darbeler almış, gizli devlet aygıtının etkinliği artmış, Büyük Birader’e doğru yeni adımlar atılmıştır. Bunlar emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin çürümüşlüğünün, bunamışlığının şaşmaz ifadeleridir.
‘Derin devlet’ kavramı Susurluk kazasından sonra ortaya çıktı. Aslında daha önce kontrgerilla olarak anılan şeye takılan yeni bir isimdi. şu ya da bu niyetle değişik kişiler kavrama değişik içerikler yüklemiş olsalar da, bundan anlaşılan şey üç aşağı beş yukarı belliydi. Bununla devletin olağan mekanizmalar çerçevesinde, yani yasal/açık baskı aygıtı ile ‘çözemediği sorunların icabına bakmak’ için yasadışı/gizli alanda oluşturduğu örgütlenme ve faaliyetler anlaşılmaktaydı.
Bugün Hrant Dink cinayetinden sonra alevlenen ‘derin devlet’ tartışması, ‘kontrgerilla’ ve ‘Özel Harp Dairesi’ kodlarıyla 70’lerde başlamış ama 80’lerde kesintiye uğramış, daha sonra Susurluk vesilesiyle yeni bir düzlemde tekrar gündeme gelmiş olan tartışmanın devamıdır. Bu tartışmanın burjuva düzen içi tarafları, son tahlilde burjuva devletin bu tür faaliyet ve örgütlenmelerine karşı olmak ya da olmamak çevresinde kutuplaşmaktadırlar. Bu da, öyle ya da böyle, devlet baskısının genel olarak meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Zaten burjuva düzen çerçevesinde ‘derin devlet’i eleştirenler bunu genelde burjuva devletin meşruiyetinin zarar görmemesi, emekçi kitlelerin olası tepkisinin bir bütün olarak burjuva düzene yönelmemesi için yapmaktadırlar. Öyle ya, ‘hepimiz aynı gemideyiz’ ve ‘devlet hepimize lazım!’
Oysa Marksistlerin geniş emekçi yığınlara kavratmakla yükümlü oldukları gerçeklik, kapitalist çürüme çağında burjuva devletin bu tür örgütlenme ve faaliyetlerinin onun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğudur. Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur.
Bir devlet aygıtı, uygulamak zorunda olduğu baskı ve şiddetin büyüklüğü ölçüsünde böyle bir kol geliştirmek zorundadır. Bu nedenle 1800’lü yılların sonları ve 1900’lü yılların başlarında Avrupa gericiliğinin kalesi ve yeryüzünde devrimci hareketin de en gelişmiş olduğu Rus Çarlığının gizli polis örgütü Ohrana dünya ölçeğinde nam salmıştı. Daha sonra gizli baskı aygıtı konusunda liderlik 1930’lardan itibaren dünya karşı-devriminin merkezi haline gelen Nazi Almanya’sına geçti. 1945’e kadar gücü ellerinde tutan Naziler, komünistlere ve daha sonra her türlü muhalife karşı, ardından milyonlarca Yahudinin katledildiği soykırımda ve nihayet işgal ettikleri Avrupa’daki direniş hareketlerine karşı gizli baskı aygıtının yöntem ve araçlarını rafine hale getirdiler.
Ama ‘derin devlet’in diyelim genel bir norm haline gelişi esas olarak II. Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. Savaş bittiğinde kapitalist dünyanın nizamı toplumsal yaşantının her düzleminde yeniden oluşturuldu. Emperyalizmin küresel efendisi konumundaki ABD, Nazi kasaplarını işe alıp, bunların uzmanlığından yararlanarak hem içeride hem dışarıda devasa bir iç savaş örgütlenmesi yarattı. Bugün yaygın olarak Gladio adıyla bilinen yapı güya NATO şemsiyesi altında, gerçekte CIA kontrolünde gizli olarak örgütlendi. Bu yapı Türkiye de dahil olmak üzere sayısız ülkede birçok katliam, provokasyon, darbe, karşı-devrimci isyan, suikast vs., akla gelebilecek her türden vahşet ve melaneti gerçekleştirdi.
Bu konuda birçok bilgi, belge açığa çıkmıştır. şüphesiz bilinenler bilinmeyenlerin yanında azdır. Ancak bizim açımızdan bunları uzun boylu sıralamanın gereği yoktur. Asıl olan, bu tarihsel kaydın da doğruladığı, çürüme çağındaki burjuva devletin mantıksal gerçekliğidir. Tekrar etmek gerekirse, ‘derin devlet’ burjuva devlete dışsal ya da ondan arındırılabilir bir şey değil, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Burjuva liberaller sanki kapitalizmin bu çürüme çağında ‘derini’ olmayan bir burjuva devlet olabilirmiş havası yaratmaktadırlar. Bu kasıtlı bir aldatmaca değilse kuruntudan başka bir şey değildir. Kapitalizm varlığını sürdürecekse, bir baskı aygıtı anlamında devlet hem yasal/açık hem de yasadışı/gizli anlamda büyüyecek ve özellikle burjuva demokrasisi görüntüsü muhafaza edildiği müddetçe devlet daha da aysbergleşecek, su altındaki kısım genişleyecek, derinleşecektir.
Bu şartlarda tutarlı demokrat olabilmenin temel koşulu yasal/açık ve yasadışı/gizli ayaklarıyla bir bütün oluşturan baskıya tümden karşı çıkmaktır. ‘Derin devlet’ kavramı, bağlamı ve anlamı yerli yerine oturtulduğunda bir sorun teşkil etmemekle birlikte, devletin yasal/açık baskı mekanizmalarını görüş alanının dışına çıkarmaya hizmet ettiği ölçüde dikkatli olunması gereken bir kavramdır. Devletin baskı aygıtı olarak kendi anayasa ve yasalarını çiğneme eğiliminin sistematikleşmesi ve süreklilik arz eden bir kurumlaşma haline gelmesinin hem tarihsel hem de pratik anlamı vardır ve bu olguyu (eğilimi) anlatmak üzere bir kavram kullanılmasının kendi başına bir sakıncası yoktur. Sonuçta geçmişte kontrgerilla kavramı ne anlatıyorduysa bugün ‘derin devlet’ kavramı da esas olarak aynı şeyi anlatmaktadır.
Devlet baskısının bu iki ayağı sadece kavramsal-mantıki bir bütünlük olmakla kalmaz, aynı zamanda fiili bir bütünlük de oluşturur. Böylece yasal ve yasadışı arasında, açık ve gizli arasında örgütsel ve faal anlamda geçişler, işbölümleri oluşur. Örneğin gizli aygıtın unsurları sanıldığı gibi yalnızca gizli servisler, ordu ve polis içinde değil devlet aygıtının neredeyse bütününe dal budak salmışlardır. Burada yargı aygıtının özel bir önemi vardır, çünkü işler yolunda gitmeyince ya da katlanılması gereken bazı doğal sonuçlar ortaya çıkınca bunları şu ya da bu ölçüde bertaraf etme işinde yargı aygıtı büyük rol oynar. Çakıcılar, Kırcılar ve daha nicelerinin ‘yargı skandalı’ hikâyelerini anlatmaya gerek yok. Ancak güncel bir iki örneği kısaca hatırlatmak yine de isabetli olur. Meselâ son günlerde gündemde olan Yasin Hayal vakası bunun güzel bir örneğidir. Bir solcu genç sokağa Molotof kokteyli attığı için yıllarca hapis yatabilirken, bir restoranı bombalayıp kimisi ağır olmak üzere altı çocuğu yaralayan bu faşist birkaç ay yatıp tutuksuz yargılanmak üzere salıverilebilmektedir. Başka bir güncel örnek Danıştay saldırısının failinin de karıştığı Cumhuriyet gazetesi bombalamalarının mahkemesinde yaşandı. Hâkim, hem savcı hem avukatların talebine rağmen, kullanılan MKE yapımı bombaların nereden geldiğinin araştırılması talebini reddetti. Sonuç olarak mahkemeler de bu faaliyetin bir kolu olarak bu tür kişileri beraat ettirir ya da hafif cezalarla atlatmalarını sağlar. Eğer bu da fazla gelirse sırada cezaevleri vardır, oralardan firar etmeleri sağlanır vsâ?¦
Aynı bağlamda bir başka gerçekliği de hatırlatalım. İçeriği şu ya da bu ölçüde mecliste görüşülüp onaylanan bir örtülü ödenek vardır. Yani devletin gizli faaliyetleri için meclis tarafından alenen bütçe ayrılır. Elbette gizli faaliyetlerin bütünü buna bağlanamayacağı için bu örgütlenmeler ‘kendi başlarının çaresine de bakarlar’. Bugün dünyadaki uyuşturucu ticaretinin anlamı esasen bu faaliyetlerin finansmanıdır. Kara para aklama, kumar sektörü ve daha başka ‘ticari’ faaliyetler de aynı amaca hizmet ederler. Son tahlilde yasadışı ve gizli olanın finansmanının tümüyle yasal olması işin doğasına aykırıdır. Yine soygunlar ya da temiz görünümlü ticari faaliyetler de işin bir parçasını oluşturur.
Geniş bir kitleselliğe ulaşmış Kürt hareketine karşı yürütülen savaşta bu aygıt ve faaliyetleri olağanüstü ölçüde geniş ve sık bir hal aldı. Ama bir şey büyüdükçe saklaması zorlaşır. Bu olağanüstü şişme, beraberinde kontrol dışına çıkmayı ve ifşa olmayı getirdi. Böylece esas olarak 90’ların ortalarında yaşanan ve Susurluk’ta doruğa çıkan kısmi bir tasfiye ve iç rekabet süreci de yaşandı. İşte bu süreçte ‘derin devlet’i bu kontrol dışına çıkan ve genelde devletin maaşlı-bordrolu elemanı olmayan unsurlara indirgeyici nitelikte ‘çeteleşme’ kavramı ortaya atıldı. Nitekim ‘derin devletin varlığını kabul etti’ diye sunulan başbakanın tarifi de esasen ‘çeteleşmeye’ indirgeyici bir tarifti. Oysa ne ‘derin devlet’ çete faaliyetlerine indirgenebilir ne de çete faaliyetleri ‘derin devlet’ faaliyetinin olağandışı bir yüzüdür. Başta ABD olmak üzere çeteler (gangsterler) Türkiye’de ve dünyanın her yerinde ‘derin devlet’ faaliyetlerinin olağan bir branşıdır. Devletin yasadışı/gizli faaliyetleri olacaksa, bunun için devlet memuru olmayan ve pis işlere yatkın unsurların, yani suçla haşır neşir unsurların, canilerin kullanılması kaçınılmazdır. 20. yüzyıldaki birçok kitle katliamında hapishanelerdeki suçluların kullanılmış olması gerçeği bunu net bir şekilde gösterir. Bu arada bu yöntemin bu topraklarda da egemenler tarafından ustalıkla kullanılan bir yöntem olduğunu hatırlatalım. 1915 Ermeni kırımında bilumum cani bu şekilde kullanılmıştır.
Devlet geleneği ve rejimin tarihsel bunalımı
‘Derin devlet’in esas olarak kapitalizmin çürüme eğilimlerinin ve baskıcı doğasının hâkim hale geldiği emperyalist evrenin bir ürünü olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan ‘derin devlet’ emperyalizm çağına ilişkin olarak Lenin tarafından vurgulanan siyasal gericilik eğiliminin bir cisimlenişidir. Kapitalizme doğru adımlarını esas olarak emperyalizm çağında atan Türkiye toprağında ise siyasal gericilik zaten kendi Asyatik biçimi içinde mevcuttu. İyi bilindiği gibi bu topraklar burjuva devrimini demokratik öğeden yoksun bir tepeden devrim süreci olarak yaşadı ve ‘devleti kurtarma’ amacıyla yola çıkmış olan Osmanlı egemen sınıfının içinden bir bölük, bu süreçten Bonapartist bir burjuva diktatörlük çıkardı.
20. yüzyıla dönülen süreçte özellikle Balkanlar’daki gerileyiş ve çözülüş süreci hızlanan Osmanlı’da, egemen sınıfın Batılı eğitim almış kimi genç unsurları Balkanlar’da bağımsızlık mücadelesi veren halklara karşı komitacılık temelinde örgütlenme ve savaşma tecrübesinden geçti. Başlangıçta illegal ve gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki’nin kadrolarını oluşturan bu unsurlar süreç içinde devlet aygıtındaki etkinliklerini arttırdılar ve nihayetinde iktidarı ele geçirdiler. Bu unsurlar ‘devleti kurtarmak’ için, bir tehdit olarak gördükleri imparatorluk bünyesindeki gayrimüslim halklara karşı, ana vurucu gücünü kendi gizli savaş örgütlenmelerinin oluşturduğu bir aygıtla büyük katliamlar yürüttüler. Yüzbinlerce Ermeninin katledildiği 1915’teki büyük soykırım bu kanlı faaliyetin doruk noktalarından birini oluşturur. Teşkilatı Mahsusa adıyla bilinen bu örgütlenme esasen bu süreç içinde kurulan TC’nin de harcını karmıştır.
Teşkilatı Mahsusa, İttihat-Terakki önderlerinin en kötü ihtimale, yani savaştan yenik çıkma ve işgale uğrama ihtimaline karşı geniş kapsamlı bir iç savaş ve direniş için hazırlanmıştı. Mustafa Suphilerin katledilmesi de dâhil olmak üzere birçok gizli kıyım örgütleyen bu yapı, daha o zamandan, emperyalist gizli servislerle aşık atacak tecrübeler kazandı. Bu devlet geleneğinin emperyalizm çağının gerici eğilimleriyle buluşması bu bakımdan hiç de zor olmadı. Bu temelde II. Dünya Savaşı bitiminde NATO ve CIA merkezli gizli iç savaş örgütlenmesine eklemlenme kolayca gerçekleşmiş ve katliam ve komplolar dünyasında yeni ufuklara yelken açılmıştır. Böylece devrimcilere, işçilere, emekçilere, muhalif aydınlara, ezilen halkların temsilcilerine karşı her türlü suçu işleyen bu karşı-devrim aygıtı, Asyatik despotizmin damgasını vurduğu ‘yerli tecrübelerini’, Nazilerin birikimini devralıp bunları daha da rafineleştiren Amerikan emperyalizminin tecrübe ve olanaklarıyla da yoğurarak bugüne gelmiştir.
Bu bağlamda ‘derin devlet’ meselesini tamamen ya da esasen Türkiye’deki özgül devlet geleneklerine bağlamak pek doğru olmadığı gibi, yaygın söylemle ‘zihniyet’e bağlamak hiç doğru değildir. Yukarıda açıkladığımız gibi işin esası burjuva demokrasisinin evrensel doğası ve geçirdiği genel tarihsel evrimdir. Aksi takdirde ne genel olarak böylesi bir gelenekten söz edemeyeceğimiz Batılı emperyalist ülkelerdeki ‘derin devlet’i açıklayabiliriz, ne de günümüzde genel olarak bu örgütlenme ve uygulamaların artışını. Ama diğer taraftan söz konusu geleneklerin de bir rolü mevcuttur. Bunlar bir yandan emperyalist gericiliğin son meyvelerini benimsemede mükemmel bir doku uyumu gösterilmesini sağlarken, diğer yandan bu yapılanma ve faaliyetlere kendine has rengini, şiddetini, özel biçimlerini, yaygınlık derecesini vb. verirler. Bu söylediklerimiz söz konusu geleneklerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Aksine özümsenmiş bir ‘devlet hafızası’ olarak iş gören bu gelenekler, uygulamada egemenlere büyük avantajlar sağlar.
Başta belirttiğimiz gibi bugün bu aygıt ve faaliyetleri yeni bir evreye girmiş durumdadır. Hepsinin altından emekli general ve subayların çıktığı yeni yeni ‘Kuvvacı’ faşist örgütlenmelerin ve esasen 2005 Newroz’undan bu yana girilen yeni provokasyonlar sürecinin bir anlamı budur. Özellikle Irak’ın 2003’teki işgali ve Irak Kürdistanı’ndaki devletleşme süreciyle birlikte Kürt sorununun aldığı yeni uluslararası boyut Türkiye’de 85 yıllık rejimin tarihsel korkularını fena halde depreştirmiş durumdadır. Rejim bekçiliğine soyunmuş egemen sınıf kesimleri aynen zamanın İttihat-Terakki’si gibi kendilerini en kötü ihtimale (bir bölünme sürecine) hazırlıyorlar. Bu çerçevede iç savaş aygıtına, Osmanlının çöktüğü ve TC’nin kurulduğu süreçtekine benzer bir misyon ve şekil kazandırılmakta olduğu anlaşılıyor. Bu kesimler, zamanında Ermeniler ve Rumlara yapılanların bu kez de Kürtler için gerekli hale gelebileceği üzerine birtakım hesap ve hazırlıklar yapmaktadırlar. Bu hazırlıkların rengi, bazı illerin muhtemel pogrom provaları için pilot bölgeler olarak seçilmiş olması, Kürtlerin ‘sürülmesi’, ‘kısırlaştırılması’ gibi Nazi söylemlerinin ayyuka çıkması gibi olgulardan iyice anlaşılmaktadır. Bunları yapanların patolojik vakaymış gibi ele alınması tarihten hiç ders alınmaması anlamına gelir.
Bu yapılanmaların maksatlarına erip eremeyecekleri kısmen emperyalist savaş sürecinin dönüşlerine ve bununla da bağlantılı olan burjuvazi içindeki kapışmaların seyrine, ama en çok da işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır. Bütün bu faşist örgütlenme ve söylemlerin ‘vatanseverlik’ teması üzerine kurulu olduğu somut şartlar altında, sol adına ‘yurtseverlikten’ dem vurmanın Büyük Türk şovenizmine hizmet ettiği açıktır. Gün, ‘derin’lerden yükseltilen ve giderek daha vahim sonuçlarıyla karşılaşacağımız şoven-faşist azgınlığa karşı, işçi sınıfının anti-faşist, anti-şovenist, enternasyonalist mücadelesini daha bir kuvvetle örgütleme günüdür.
http://www.marksisttutum.org/derindevlet2.htm
Derin Devlet mi, Burjuva Devlet mi?
Serhat Koldaş
TC burjuvazisinin statükocu-devletçi kesimlerinin siyasal önderi durumundaki askeri bürokrasi, son dönemde yaptığı çıkışlarla AB yanlısı burjuva kesimler üzerinde ciddi bir siyasal basınç oluşturdu. Güya liberalizmin bayraktarlığını üstlenen omurgasız korkak AB yanlısı burjuva unsurlar ise, bu kesimleri doğrudan karşılarına alacak cesareti gösteremiyorlar. Zaten göstermeleri de beklenmemelidir. Sınıfsal çelişkilerin derinleştiği bu topraklarda ancak AB rüzgârını arkasına alarak ‘demokratikleşme’den söz edebilen AB yanlısı liberal burjuvalar, en temel demokratik hakları bile tutarlı ve kararlı biçimde savunamazlar. Emperyalizm çağı burjuvazinin tüm kesimleri ile siyasal olarak gericileşmesine tanıklık eder. Türkiye’deki AB yanlısı burjuva kesimler bunun istisnasını oluşturmuyor. Bugün AB yanlısı burjuva kesimler ile AB karşıtı burjuva kesimler arasındaki çatışmanın ana ekseni gerçekte, tarafların ‘demokratikleşme’ ya da ‘ulusal bütünlüğün korunması’ meselelerine bakışlarındaki farklılıklarla açıklanamaz. Bu daha çok, her iki tarafın da kendi çıkarlarına ve gelecek perspektiflerine toplumsal destek kazanabilmek üzere kullandığı bir retorikten ibarettir. Gerçekte çelişki AB’nin ileri sürdüğü şartlara uyum sağlanmasını isteyenler ile bu uyumun sağlanmasıyla çıkarları zedelenecek burjuva kesimler ve siyaseten güç kaybetme tehlikesiyle karşılaşan her düzeydeki kurumsal yapı arasındaki çatışma olarak tarif edilebilir.
Statükocu-devletçi kesimlerin önderliğinde AB karşıtlarının başlattığı atağa liberaller çeşitli yanıtlar veriyorlar. Ayrıca son dönemde gazetelerde eski cumhurbaşkanlarının demeçleri peş peşe yer alıyor. 12 Eylül faşist darbesinin lideri Kenan Evren ’12 Eylül’ü düzenleyenin derin devlet’ olduğunu söylüyor. Bu itirafın yüzsüzce ve pervasızca dile getirilişini bir yana bırakalım. Ne tesadüf ki hemen takip eden günlerde Süleyman Demirel ile yapılan diğer bir dizi röportajda da Demirel’in ‘derin devlet askerdir’ sözleri yer alıyor ve bu sözler özellikle öne çıkarılıyor.
Liberaller Susurluk kampanyası ile güya ‘demokratik’ olan devlete karşıt olarak biçimlendirilmiş ‘derin devleti’ keşfetmiş ve kitleler nezdinde ‘derin devleti’ bütün kötülüklerin kaynağı olarak gösteren bir kampanya örgütlemişti. Kitleleri demokrasiyi savunmak adına ışık söndürmeye ve tencere tava eylemlerine yönlendirmişti. Sabancı Holdingin, İkiz Kulelerin ışıklarını söndürmek suretiyle aktif biçimde katıldığı bu pasifist eylem biçimi AB yanlısı burjuvazinin ekmeğine yağ sürüyordu. Sendika konfederasyonlarının ‘fırsattan istifade’ dile getirdikleri 1 günlük genel grev önerisine, AB yanlısı pek demokrat burjuvalarımız tarafından hiç de sıcak yaklaşılmamıştı. Demokrasi savunulmalıydı ama ‘o kadar da değil’di! İşçiler ancak iş saatlerinin dışında (saat 21’den sonra) patronlarına hizmet edecek pasif eylemlere yönelebilirlerdi.
Devletin gerçekte ne olduğu, kimin devleti olduğu ve ne işe yaradığı meselesi üzerine burjuvazinin yarattığı yanılsamalar hem emekçi kitleler hem de sol çevreler nezdinde etkisini sürdürüyor. Türkiye’de Susurluk kampanyası ile türetilen ve siyasal literatüre dahil edilmeye çalışılan derin devlet söylemi, mevcut kafa karışıklığından beslenen hatta tabir caizse bu kafa karışıklığının üzerine ‘tüy diken’ bir söylem oluşturuyor.
Marksizm, ‘devlet’ olgusuna bilimsel (tarihsel materyalist) olarak yaklaşan yegâne ideolojidir. Her sorunda olduğu gibi yanılsamalardan kaçınabilmek, sadece geleceğe ilişkin hedeflerimizde değil, güncele dair siyasal sorunlarda da proletaryanın bağımsız devrimci siyasetini ifade eden açık ve net bir bakış açısına sahip olabilmek için Marksizmin ortaya koyduğu bilimsel önermeleri hatırlamaya ihtiyaç var.
Devlet egemen sınıfın aygıtıdır
Sınıflı toplumların tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir. Toplumsal sınıflar, üretim (ve mülkiyet) ilişkileri içerisindeki konumlanışları itibarıyla ortak çıkarlara sahip insan topluluklarıdır. Tarihin her döneminde, mülk sahibi azınlık, sınıfsal egemenliğini tesis etmek, pekiştirmek ve devam ettirmek üzere bir aygıta yani devlete ihtiyaç duymuştur. Mülk sahibi azınlığın, mülkiyet haklarını koruyacak-güvence altına alacak bir hukuka, bu hukuku uygulayacak yani mülksüzlere boyun eğdirecek bir baskı aygıtına ihtiyacı vardır. İşte devlet, bu baskı aygıtının ta kendisidir. Ordu-polis gibi kurumlar devletin basit birer kurumu değil, varlığının temel dayanak noktalarıdır. Diğer bir deyişle, bizlere sadece ‘bir kurumlar toplamı’ gibi gösterilmeye çalışılan devlet, gerçekte bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Her devlet nihayetinde bir ‘sınıf devletidir’.
Kuşkusuz ki devlet, kamusal ihtiyaçları gideren pek çok kurumu da içerisinde barındırır. Ancak devletin ‘devlet’ olarak varlık sebebi bu değildir. Üstelik devlet kamusal işlevlerini, mülk sahibi egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda icra eder. Devlet siyasal bir aygıttır. Sınıflar üstü (siyasal karakter taşımayan) bir devlet ne varolmuştur ne de varolabilir.
Burjuva devlet sınıflar mücadelesinin gelişimine paralel bir süreçte değişik biçimler almıştır. Anayasal monarşi, Bonapartizm, parlamenter demokrasi, faşizm gibi rejimlerin aralarındaki ayrımlar görmezden gelinemez. Ancak unutulmamalıdır ki özü itibarıyla hepsi de burjuva egemenliğinin örgütlenme biçimleridir.[*]
Kapitalizmin yükseliş döneminde burjuvazi, demokrasi mücadelesinin öncülüğünü üstlenebiliyordu. Ancak 1848 devrimlerinde de görüldüğü üzere sözkonusu dönemde bile bu demokrasi mücadelesinin sınırları son derece daralmıştı. Burjuvazinin devrimci barutu, ensesinde işçi sınıfının soluğunu hissedene kadardı! Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinin ekonomide belirleyici rol oynayan tekelleri yarattığı emperyalizm çağında ise burjuvazi siyasal olarak bütünüyle gericileşmiştir. Dünyayı aralarında bölüşen uluslararası tekelci kapitalist birlikler oluşmuştur. Kapitalizmin varlığını sürdürebilme kuralı, sermayenin genişletilmiş yeniden üretimidir. Dolayısıyla kapitalist devletler arasında yürüyen rekabet, kapitalistler açısından yatırım ve pazar alanı olan dünyanın yeniden ve yeniden paylaşımını gündeme getirmektedir. Bu temelde her burjuva devletin rakipleri karşısında daha gerici-militarist bir yapıya kavuşması kaçınılmazdır.
Mali sermayenin egemenliği ile karakterize olan emperyalizm çağı aynı zamanda proletaryanın kolektif mülkiyete dayalı yeni bir toplumu inşa etmeye girişebileceği iktisadi zeminin de oluşmasına tekabül eder. Burjuvazi dünya pazarında yürüyen kıyasıya rekabet ortamında ayakta kalabilmek için kapitalizmi yıkma kapasitesine sahip işçi sınıfını daha yoğun bir sömürüye ve daha büyük bir baskıya tâbi tutmak zorunda kalır. Dolayısıyla burjuva devlet, sadece diğer kapitalist güçlere karşı değil içeride de yani işçi sınıfından gelen devrim tehdidine karşı da militarist bir örgütsel yapıya sahip olmak zorundadır. Emperyalizm çağında burjuva devletin ‘demokratikliği’ işte bu sınırlar çerçevesinde belirlenir.
Burjuva devlet yukarıdan aşağıya hiyerarşik tarzda örgütlenir. Baskı aygıtları bu yapının asla vazgeçemeyeceği dayanak noktalarıdır. Dünyanın farklı kapitalist ülkelerinde farklı isimler alan istihbarat teşkilatı, gizli polis, Özel Harp Dairesi, özel harekât timleri, siyasi polis (artık ‘terörle mücadele’ diyorlar), Savaş Bakanlığı (Milli Savunma Bakanlığı diyorlar), Kontrgerilla gibi yasal ve yasadışı, açık ve gizli örgütlenmeler militarist burjuva devlet aygıtının ayrılmaz parçalarıdır. Burjuvazinin yasadışı örgütlenmeleri genellikle yasal kurumları perde olarak kullanır. Yasal ve yasadışı örgütlenmeleri iç içedir ve bütünlük oluşturur. Suikast, provokasyon, kamuoyunu yanıltıcı ve yönlendirici propaganda, yalan-dezenformasyon, medyanın denetimi ve devlet sözcüsü kiralık kalemler, gözaltında kaybetme, yerinde infaz, katliam, işkence, sabotaj vb. burjuva devletin bilinen siyasal araç ve yöntemleri arasındadır. ‘Hukuk devleti’, ‘şeffaf devlet’, ‘pembe karakol’ gibi ikiyüzlü-sahtekâr söylemler burjuva politikasının tamamlayıcı öğeleridir. Bunların gerçekte ne anlama geldiği ise kapitalist sömürü düzenine karşı mücadele edenler tarafından gayet iyi bilinmektedir.
Dünya burjuvazisi işçi sınıfı tehdidine karşı ortak hareket ediyor
Burjuva devletin yasadışı ‘kontrgerilla’ örgütlenmesi sadece Türkiye’ye özgü bir olgu değildir. Dünyanın en demokratik sayılan ülkelerinde de aynı işlevleri üstlenen yasadışı devlet örgütlenmelerinin var olduğu biliniyor. İtalya’da Gladio, Belçika’da SDRA8, Norveç’te ROC, İsviçre’de P26 ve Türkiye’de Kontrgerilla gibi adlar taşıyan bu gizli ordular, CIA ve İngiliz gizli servisi MI6 tarafından kuruldu, donatıldı ve eğitildi. Aralarındaki ilişki NATO bünyesindeki gizli bölümlerce sağlanan bu gizli ordular, toplumsal muhalefetin yükseldiği ülkelerde gerilim stratejisini uygulamaya girişiyorlar. Bu strateji Pentagon’un el kitabı olarak anılan ‘FM 30-31B’de formüle edilmiş bulunuyor.
Dünyanın en demokratik ülkelerinden biri sayılan İsveç’te 2. Dünya Savaşının ardından Sosyal Demokratlar yaklaşık 50 yıl boyunca tek başlarına hükümeti ellerinde tuttular. Geçtiğimiz yıl patlak veren bir skandal, Sosyal Demokratların iktidarda olduğu İsveç’te bile sosyalistlerin ve sendikacıların devlet tarafından gizlice fişlendiğini ve telefonlarının dinlendiğini açığa çıkardı. 20. yüzyılın başlarında Lenin, en demokratik kapitalist ülkelerde bile burjuvazinin ‘kara kaplı defterlerinden’ söz ediyordu. Hükümetlerin değişmesi ile burjuva devletin sınıfsal özünün, yani onun burjuvazinin egemenlik aygıtı olduğu gerçeğinin değişmeyeceği Marksistler tarafından daima vurgulanmıştır.
Sınıflar üstü bir rejim gibi sunulan demokratik cumhuriyet gerçekte burjuvazi için demokrasi, işçi sınıfı için diktatörlüktür. Burjuva demokrasisi, işçi sınıfının ikna yoluyla kandırılabildiği ve zapturapt altında tutulabildiği en olağan dönemlerinde bile ‘kara kaplı defterler’ demektir. Tutulan fişlerin ne işe yaradığı herkesin malumudur. Kapitalist düzenin tehlikeye girdiği olağanüstü koşullarda, fişlenen vatandaşlar inançlarına, sınıfsal konumlarına, etnik kökenlerine ve hepsinden önemlisi siyasi görüşlerine göre ‘muameleye’ tâbi tutulurlar. Hitler Almanya’sında da, Türkiye’de de, İsveç’te de kara kaplı defterler aynı maksatla tutulur. İnsanların fişlenmesi burjuvazinin yasalarına aykırıdır. Ancak fişler bizzat yasaların uygulayıcısı olan devlet aygıtı tarafından tutulur.
İtalya’da 1969’da 7,5 milyon işçinin katıldığı büyük grev dalgasını takiben uygulamaya konulan devlet terörü taktikleriyle İtalyan halkı korku ve dehşete düşürüldü. Latin Amerika ülkeleri de sınıf mücadelesinin ve devrimci mücadelenin her yükseldiği dönemde kan gölüne döndü. Latin Amerika ülkelerinde onlarca askeri darbe benzer yöntemlerin uygulanması ile yürürlülüğe sokuldu. şili gibi ülkelerde bizzat dev kapitalist tekeller faşist çeteleri ve askeri darbeleri finanse etti. Afrika, Ortadoğu, uzak Asya ve Pasifik ülkelerinin yakın tarihinde, kapitalist düzenle ya da dev tekellerin çıkarları ile çatışma içine girmiş milyonlarca insan canından olmuştur. Sadece Endonezya’da faşist diktatör Suharto’nun devlet terörü ile öldürdüğü Komünist Parti üyesi insan sayısı 1,5 milyondur. 1939-1945 arası İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşında 50 milyona yakın insanın öldüğü sıkça telâffuz edilir. 1945-2000 yılları arasında dünyada yaşanan yerel çatışmalarda, iç savaşlarda ve ezilen ulusların kurtuluş mücadelelerinde yaklaşık 300 milyon insanın hayatını kaybettiğinden ise pek bahsedilmez. Kapitalizm sadece ‘Dünya Savaşlarında’ değil olağan dönemlerinde de öldürür. Emperyalizm çağında militarist burjuva devlet aygıtı böyle kullanılmaktadır.
Lenin, emperyalizm çağının savaşlar, devrimler ve karşı-devrimler çağı olduğunu söylüyordu. Emperyalizm çağında burjuva devletin, gizli, yasadışı (yani şu ‘derin’ denilen) örgütlenmelerden ve hukuka aykırı uygulamalardan arındırılabileceğini iddia etmek, eğer bilinçli bir çarpıtma değilse en hafifinden siyasal körlüktür.
TC’nin kuruluşuna totalitarizm damgasını basmıştır
Yaşadığımız topraklardan Avrupa ülkelerine bakan ‘demokrat’larımız söz konusu burjuva demokrasilerine imrenirler. Ama görüldüğü gibi, sınıf iktidarları tehlikeye girdiğinde, bu çok demokrat Avrupa burjuvazisi en kanlı kitlesel katliamlardan kaçınmamıştır ve yarın da kaçınmayacaktır. Türkiye burjuvazisinin egemenlik aygıtının, batı Avrupa’daki kapitalist devletlerden daha gerici, daha baskıcı olduğu doğrudur. Elbette bunun özgün tarihsel sebepleri vardır.
Çöken Osmanlı İmparatorluğu’ndan geri kalan coğrafyada kurulan burjuva TC’nin siyasal yapısı, burjuva demokratik devrim sürecini yaşamış ülkelerde oluşan çok partili siyasal yapılanmaya benzemez. Millet Meclisinin ilk dönemi bir mücadele sürecinin ve ittifakların ürünü olduğundan, değişik siyasal unsurları, sol görüşlü vekilleri, Laz ve Kürt temsilcilerini içermiştir. Fakat M. Kemal liderliğinin İstiklal Mahkemelerini kurdurtarak muhaliflerini ortadan kaldırması ve Takrir-i Sükun kanunu ile sol örgütleri ve siyasetçileri tasfiye etmesiyle, Kemal’in kişisel hegemonyasıyla somutlanan bir yönetim biçimi kurulmuştur. Böylece Türkiye’de 1925 sonrasındaki siyasal yapı bir Meclisi içerse bile, bu asla Batı tipi bir burjuva demokrasisi olmamıştır.
Cumhuriyetin ilânından 1946’lara dek siyasal egemenlik biçimi, burjuva devletin kurucu partisi CHP’nin tek parti diktatörlüğünde somutlanır. Siyasal rejim, işçi ve emekçi kitlelerin ve ezilen Kürt ulusunun üzerinde sistematik bir baskı politikasını egemen kılar. Avrupa ülkelerindeki parlamenter demokrasilerle karşılaştırıldığında, Türkiye’de burjuva düzen daha anti-demokratik ve gerici bir karaktere sahip olarak doğmuş ve geçmişten miras kalan ceberut devlet geleneği temelinde varlık sürdürmüştür. (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s.225)
Kuruluş sürecinden itibaren sivil-asker bürokrasinin siyasette belirleyici bir ağırlığa sahip olduğu TC, 20. yüzyılda yani emperyalizm çağında örgütlenmiştir. Hem de ilk işçi devletinin (Sovyetler Birliği’nin) yanı başında. TC’nin örgütlenişinde tüm bu tarihsel-siyasal-konjonktürel etkenler de ilâve bir rol oynamıştır. Ancak unutulmamalıdır ki tüm bu saydığımız etkenler TC’yi şekillendiren özgün yönler içerse de nihayetinde TC de özü itibarıyla diğer burjuva devletlerden farklı değildir.
Temeli emekçi kitleler üzerindeki koyu bir diktatörlüğe dayanarak atılan burjuva cumhuriyette, sınıf mücadelesinin alabildiğine şiddetlendiği 1976-80 arası dönemde, Kontrgerillanın burjuvazinin sınıf iktidarını korumak üzere geliştirdiği strateji, devletin örgütlediği faşist çeteler aracılığı ile yürütülmüştür. Gerilim ve belirsizlik hedef saptırmayı, yaygın bir güvensizliği, kitle hareketini sindirmeyi ve genel bir geri çekilişi sağlamıştır. Bu ortamda devrimci inançlara sahip on binlerce insan faşist teröre karşı silahlı direnişe girişmek zorunda kalırken, kitlelerin mücadelesini devrimci taktikler izleyerek örgütleyecek devrimci bir önderliğin bulunmadığı koşullarda milyonlarca emekçi umutsuzluğa sürüklenmiştir. 5000 insanın ölümüne yol açan bu strateji 12 Eylül faşist darbesinin zeminini döşemiştir. Darbeci generallerin NATO gizli ordusundan destek aldığı da herkesçe bilinen bir gerçekliktir.
Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada da sınıf mücadeleleri tarihi bize bir gerçekliği gösteriyor. En ‘demokratiğinden’ en gericisine tüm burjuva devletler, burjuvazinin iktidarının sorunsuz bir şekilde devamı için hiçbir türden yasadışı, gizli ve kirli işe girişmekten ve bunu gerçekleştirecek örgütler organize etmekten çekinmezler.
Dünyanın her yerinde işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerinde burjuvazinin baskı ve egemenliğini sürdürme aracı olan burjuva devlete son vermek ve bu amaçla proleter dünya devrimi mücadelesini ilerletmek boynumuzun borcudur. Ta ki dünya üzerinde tüm kapitalist devletler ortadan kaldırılana ve sınıfsız bir dünya kurulana dek!
http://www.marksisttutum.org/derindevlet.htm
bu derin devlet tahlilinin bu genişlikte olmasına rağmen bütün devletlerin baskı aygıtı ve diktatörlük olduğunu proleterya diktatörlüğününde bu aygıtı yönetenlerin hegemonyasını ve diktatörlüğünü yaptığını söyleyememek ironidir.hazır devlet tahlili yaparken bi zahmet insandan önce devlet olmadığını ilkel devletten günümüzün modern baskı aracı devletine bütün devletleri insanlar inşa ettiğini gelecekte insanın varlığını sürdürmesine rağmen devletin olmayabileceğinide söyleyebilse idik belki o zaman aslında diğer hegemonya ve iktidar heveslilerinden farkımız olup biz onlardan daha iyi devlet inşa ederiz yada mevcudu yönetiriz anlamına gelen sizin farkınız nedir sorusunada cevap verebilseydik.galiba öğretilmiş yanlışlardan ve zihnimizdeki karakollardan kurtulup özgürleştiğimiz zaman bunlarıda söyleyebileceğiz