30’a 1 kala: Yenilgi mi, Yenilenme mi?
Karaburun Eylül 2009
80′den sonra kongresindeki, Sol Muhalefet, Siyasi Katılım,Sistem Karşıtı Hareketler oturumuna yapılan sunuş:
Bundan 29 yıl önce, Türk Silahlı Kuvvetleri Genel kurmayı, bu toprakların üzerine uğursuz bir baykuş gibi tünedi ve yeni bir dönemi ilan etti: Askeri düzenleme rejimi. Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan itibaren zaten bir askeri vesayet rejimi altında yaşıyordu (artık daha öncesine gitmeyelim, belki de bu Osmanlı’nın mirasıydı), bu askeri vesayet rejimi, bunalımın iyice yoğunlaştığı aşamalarda doğrudan müdahaleyle bir askeri düzenleme rejimine dönüşüyordu. 27 Mayıs ve 12 Mart böyle dönemlerdi ama 12 Eylül kadar derinlemesine bir düzenleyicilik ilk kez görülüyordu, çünkü rejimin ve sistemin bunalımı o kadar derindi ki, ancak böyle derin ve köklü bir düzenlemeyle ve vesayet rejimi yarı-askeri bir rejime dönüştürülerek ayakta tutulabilirdi.
Bu girişle sadece tablonun genel çerçevesini belirtmek istiyorum. Yoksa konum, rejimin siyasal ya da toplumsal yapısını ele almak değil. Bunu başka arkadaşlar yaptı ya da yapacak. Ben daha çok, yarı-askeri bir rejim olarak günümüze kadar uzanan 12 Eylül düzenlemelerinin kültürel ve ideoloji alandaki etkileri ve ters etkileri üzerinde duracağım.
Her şeyden önce şunu net bir şekilde belirteyim: 12 Eylül, sol örgütler açısından bir yenilgi olabilir ama işçi sınıfı ve emekçi kesimler açısından bir yenilgi olarak görülemez. Çünkü egemen düzenle iktidar savaşına giren, işçi sınıfı ve emekçi halk değildi. 1980 öncesi iç savaş ortamında iktidar savaşına giren ve işçi sınıfını da bu savaşın içine sürüklemek isteyen sol örgütlerdi. İşçiler ya da işçi sınıfı açısından herhangi bir idealleştirmeye gitmeyelim ve şunu belirtelim: İşçi sınıfı da bu iktidar savaşında kendi lehine bir şeyler elde etmeye çalıştı elbette ama bu savaşın doğrudan tarafı olduğu söylenemez. Bu savaşın doğrudan tarafları sol örgütlerle, sağ örgütler ve devletti. Devlet, sağ piyon güçleri sahaya sürüp solu bir iç savaş ortamına çekti ve ardından darbeyle iktidar bunalımına son verdi.
12 Eylül sonrası solun yenilgisinden elbette işçi sınıfı da büyük zarar gördü, işçi haklarının kısıtlanması anlamında ama yine de bu, işçi sınıfının savaşın tarafı olduğunu ve dolayısıyla yenildiğini göstermez. Sol, işçi sınıfı ile kendi örgütsel yapıları arasındaki kader ortaklığını her zaman “işçi sınıfının temsilciliği” noktasına götürmeye çalışmıştır ama bu gerçek değildir. Kader ortaklığı başka şeydir, temsilcilik ya da sınıfın “öncü”lüğü başka şey.
Öte yandan, tarihsel olaylar düz çizgide değerlendirilemez. Her toplumsal olay, ters etkiler de doğurur. Örneğin, Fransız devrimi, Napolyon reaksiyonunu ve işgalciliğini; Avrupa reaksiyonu, 1848 devrimini doğurmuştur. Birinci Dünya Savaşı, 1917 devrimini doğurmuş, Bolşevik iktidarı, Sovyetler Birliği’nde ve Nazi Almanya’sında korkunç bir devrimci katliamına kapı aralamıştır.
12 Eylül’e gelecek olursak, 12 Eylül, devlet eliyle bir yandan sağcı bir reaksiyonu körüklerken, iradesinin ve isteğinin dışında, Türkiye toprağında ideolojik yenilenmenin önünü açan bir etki yapmıştır: Sol örgütlerin ideolojik hegemonyasının yıkılmasıyla birlikte ortaya çıkan bir ideolojik yenilenme. 12 Eylül öncesindeki sol örgütlerin aman vermez ideolojik hegemonyası koşullarında kendini ifade edemeyen yeni ideolojik yönelimler, 12 Eylül sonrasında sol örgütlerin hegemonyasının yıkılmasından yararlanarak toplum sahnesine çıkma ve kendilerini ifade etme şansını elde etmişlerdir: bir yandan sivil toplumcu-sol liberal ideoloji ve diğer yandan feminizm, liberteryanizm, vicdani redcilik ve anarşizm gibi akımlar.
Burada en önemli nokta, sol örgütlerin iktidarcı paradigmalarının yıkılmış olmasıdır. Yeni akımlar, bu paradigmayı sorguladılar ve yeni bir paradigmayı gündeme getirdiler: öncü parti yerine özinisiyatif; merkezi iktidar yerine, parçalı ve yerel kitlesel öziktidar perspektifi; siyasi hegemonya yerine, kültürel devrim (elbetteki Çin’deki kültürel devrimden tamamen farklı olarak); ulusların kaderlerini tayin hakkı vadeden parti programları yerine, ulusal özyönetimi gündeme getiren aşağıdan ulusal ve parçalı hareketler perspektifi; klasik sendikal mücadeleye endekslenmiş işçi mücadeleleri yerine, işçi sınıfının sistem içi konumlarını, hatta işçi sınıfının çalışan sınıf olma konumunu sorgulayan yeni bakış açıları.
Bu öyle bir değişimdir ki, öncü partici ve merkezi iktidarcı klasik sol örgütler bile, Stalinistiyle, Troçkistiyle, bu yeni yönelimlerin tamamen dışında, eski klasik yönelimlerine bağlı kalamamakta, yeni paradigmalardan bir şeyleri kendi programlarına eklemleme ihtiyacı duymaktadırlar.
Dolayısıyla, 12 Eylül sonrası yıkımın, aynı zamanda yeni bir yapılanmaya ve yenilenmeye yol açtığını söyleyebiliriz. Klasik öncü partici paradigma, sadece 12 Eylül’ün etkisiyle değil, dünya çapındaki gelişmelerin de yardımıyla çökmüş bulunmaktadır bugün. Sadece bu da değil. Bununla bağlantılı olarak, sendikal mücadelelere ve “işçi hakları” için mücadeleye dayanan klasik işçi sınıfı mücadelesi anlayışı da ağır darbe yemiş ve yeni arayışlara yol açmış bulunmaktadır. Klasik sol örgütler, ne kadar eski işçi sınıfı mücadelesi paradigmasını sürdürmeye çalışırsa çalışsınlar, artık bu konu da yeni ideolojik gelişmelere bağlı olarak sorgulanmaktadır. İşçi sınıfı, Marx’ın umduğu gibi, siyasi iktidarı ele geçirip, merkezi iktidara dayanarak ekonomik düzeni değiştirmek yoluyla, yani uzak bir gelecekte değil, bugünden kendini dönüştürmeye girişirse ancak sistem dışı bir mücadelenin unsuru olabilecektir. Bu da, bugünden, çalışan ve dolayısıyla sömürülen bir sınıf olmayı kabul etmemekle, yani bugünden işçi sınıfı olmaktan çıkma mücadelesi vermekle mümkün olabilecektir. Öyleyse, işçi sınıfının, emeğin “yüce” değil, kendini ezen sermayenin ta kendisi olduğunu bilince çıkarması son derece tayin edicidir.
Keza, bütün bu değişimler içinde en önemli nokta, mücadelenin öznesindeki büyük değişimdir. Klasik sol ve klasik işçi sınıfı mücadelelerinde özne, işçi sınıfının “öncü”sü olan partidir. Bunun boş bir teori olduğu, işçi sınıfının, “devrim”in gerçekleştiği ülkelerde bizzat “öncüsü” tarafından amansızca sömürülmesi ve ezilmesiyle ortaya çıkmıştır. O halde “işçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri” olacaktır deyişinin artık hayata geçmesinin zamanı gelmiştir. Özne, işçi sınıfının “parti”si değil, kendisidir. Daha da önemlisi, bu öznenin, toplumu değiştirmeye girişmeden önce, kendini değiştirmeye girişmesi zorunludur.
Bu da bir kültürel değişim sorunudur. Kültürel değişim için siyasi veya ekonomik bir devrimi beklemek boştur. “Devrim, hemen, şimdi” başlamalıdır. İşçi sınıfı, kültürel devrimin öncüsü olmalı, kendini, kültürünü değiştirmeli, geliştirmeli ve böylece bütün toplumun değişimine zemin hazırlamalıdır. İşçi sınıfı kültürel devrimin bugünden öncüsü olursa, toplumsal devrimin gerçekleştirilmesinin de koşullarını yaratmış olacaktır.
Kurtarıcı yoktur. Toplumun kurtarıcılardan kurtarılması gündemdedir. Bütün toplumsal kesimler, kendi kendilerinin öznesidirler ve bu bakımdan toplumsal mücadelede öncelik diye bir şey yoktur. Her toplumsal kesimin kendi önceliği vardır ve bu “öncelikler” kaosu, toplumsal değişimin harmonisinin baş koşuludur. Tüm öznelerin kaotik özhareketi ve bunların karmaşık ağı toplumsal değişimin dinamiğini oluşturacaktır.
Kötümser olacak bir şey yoktur. 29 yıl, toplumsal değişimlerde çok uzun bir zaman değildir. Siyasi yapıların başarısızlığı ve toplumda yarattığı umutsuzluk duygusu, özdevinime dayanan bir toplumsal devrimin yolunu aydınlatmayacak mıdır?
Gün Zileli
8 Ağustos 2009
İlgili Yazılar:
Karaburun: Gerçeği Ararken Parçalanmayı Göze Almak!
29 yıl çok uzun bir zaman dilimi değil ama 150 yıl da çok uzun değil, eğer insanlığın tüm tarihini göz önünde bulundurursak. Komünistler de tüm hatalarını sizin son paragrafınızda sığındığınız mantığa sığınarak açıklıyorlar bugün. Evet SSCB yada Çin’de çok büyük hatalar yapıldı ama bu ideoloji henüz 150 yıllık. On binlerce yıldır süren bir toplumsal gerçeklikle karşılaştırılınca ufacık bir süre. Hakkaten de öyle…
Sorun anarşistlerin örgütsüzlükleriyle çok büyük örgütlü yapılara nasıl karşı koyacağıdır. Nasıl olacak da ademi merkezi, birbirinden bağımsız, kendi içinde bağımsız yapılar kapitalizmle, devletle baş edecek?
150 yıl uzun sayılmaz ama söz konusu olan marksızm ise çok kapsayıcı bir zaman dilimdir.
kapitalizm örgütlüdür ama bu bilinç temelinde bir örgütlenme değildir.adı üstünde paralı asker polis devletidir söz konusu olan.devletle baş edemeyen sadece ademi merkezi, birbirinden bağımsız yapılar değildir.(ki böyle yapılar henüz gerekli olgunlukta değildir) .Bügün toplumun her tabakasından işçi,işsiz,köylü vs. devlet ve sözcülüğünü yaptığı neoliberalizm ile baş edemiyorsa,hısızlığı ve yağmayı geri püskürtemiyorsa bunun nedeni bahsedilen otonom yapıların heniz geliştirlememiş olmasıdır
valla ertan, bu hatalar yığını 300 yıl sürseydi insanlığa da sosyalist ideallere de çok daha büyük zarar verirdi. İyi ki 150 yılla atlattık. Bunu da insanlığın başarı hanesine yazalım istersen.
Anarşizme gelince. Önerdikleri doğrudur ama pratikte bu konuda çok az başarı elde edilebiliştir. Merkezi yapılarla baş etmek için benzeri yapılar kurmaya çalışmanın benzeri despot rejimler yarattığını biliyoruz artık. Elbette buradan çıkarak örgütsüzlüğü savunmuyouz. Kitlelerin özörgütlenmesini yaratmaktadır sorun.
ANLAYANA SİVRİSİNEK SAZ,ANLAMAYANA 150 YIL BİLE AZ…
Gün Hocam merhaba, Başkaya hocanın konuşmasında söz alan arkadaşlara “o zaman Evren de Özal da devrim yapmıştır” demiştiniz.
Bunu ne anlamda söylemiştiniz? Onlar da kapitalizmi geliştiriyorlar, öyleyse onlarda yukardan devrim yapmışlardır anlamında mı?
Yukardan devrim, Marx sonrası Marksistlerin, durumu kitabına uydurmak için icat ettikleri bir terimdir. Marksist teoriye göre, burjuvazi burjuva demokratik devrimi yaparak üretici güçleri ilerletir ve kapitalizmin gelişmesinin önündeki engelleri kalırır. Bunun örneği olarak da Fransız devrimi gösterilir (bence Fransız devrimi bir burjuva devrimi değil, plebyen bir ayaklanmadır). Oysa Almanya’da böyle bir “demokratik” devrim gözlenmemişytir. Bismark, demir bir elle dağınık prenslikleri birleştirerek kapitalizmi geliştirmiştir. Bu durumda ne denecektir. Bunun üzerine “yukardan devrim” kavramı icat edilmiştir. Madem ki, Bismark yukardan zorla kapitalizmi geliştirmiştir o halde bu bir “yukardan burjuva devrimi”dir. Ben de bu mantıktan hareketle, o zaman Hitler de, Evren de “yukardan devrim” yapmıştır demiştim. Eh öyle ya, onlar da kapitalizmi geliştirmediler mi?
12 eylülün bu coğrafyanın tarihinde tarifi imkansız yaralar açtığı,tarihin gördüğü en büyük kırılma noktalarından biri olduğu,her şeyi,herkesi yeniden kendini konumlandırmaya yönlendirdiği gün gibi ortada.
12 eylül öncesi bir takım insanlar ellerini taşın altına koymuş,ağır veballer ödeyebileceği gerçeğini göz önüne alıp,canhıraş bir kavgaya girmiş.
bu insanlar belki zamanında ruhuna da uyarak marxist-leninist ve hatta maoist örğütlenmeler
içinde bulunmuş ve bu örgütlerin ”öncü”ğünde siyasal erkin elegeçirilebileceği inancıyla vuruşmuştur.
sonuç 12 eylül olmuş ve açık bir yenilgi tadılmıştır.
yenilgiyi alan kimdir şimdi tartışılan o.
sayın gün zilelinin diğer bir çok yazısında da görüldüğü gibi
yenilginin leninist parti örğütlenmelerinden doğduğu inancı da var
fakat gerçekten leninci öğretiye sadık örğütlenmiş bir parti var mı idi?
yine sayın zileliden öğrendiğimize göre kendinin içinde bulunduğu parti
ve önderi bile dahi tek bir ideolojiye sadık kalabilecek bir yapıda değil.
o halde suç nasıl olurda leninci parti modeline çıkarılabilir?
ortada leninin rarif ettiği sekilde örğütlenmiş bir parti gerçekten var mıydı?
bahsi geçen örgütlerin isçi sınıfından bağımsız
onun tamamen dışında\kopuk olduğunu düşünerek,sosyalistliğini kimi yerde marxistliğini kurtarmaya çalışanlara raslanıldığı gibi,o dönemdeki konumunu suçlayıp ”biz yanılık” edebiyatı yapanlarda çok.
fakat bunlar ne kadar gerçeği yansıtır.işçi sınıfı siyasi arenanın gerçekten dışında mıydı?
yukarıdan örğütlenmiş MARXİST bir yapı olduğuna inanılan ve beğensek de beğenmesek de yalnız türkiye tarihinde değil dünya tarihinde de ayrı bir yeri olduğunu düşündügün DEVRİMCİ YOL nasıl açıklanır.
devrimci yol grevcilerine yemek taşyan alevi kadınlarından,belde silah işe giden maden işçisine,adı sanı duyulmayan yerde fabrika yönetimini elegeçirip işleten dev yollu işçiler bu resimde nasıl görünür?
fatsa yı elde tutanlar nasıl açıklanır?
AMACIM NE DEV YOL SAVUNUSU YAPMAK NE DE O GÜNLERİ ÖZLEMLE YADDETMEK!
ama açık ki meydandaki çenkde en ön safta işçi ve köylü çenk etmiştir.
öncelikle açıkki 12 eylül öncesi marxist sol söylendiği gibi halktan kopuk ondan bağımsız değil.çok farklı gruplarla 77 bir mayısını tüm provakasyonlara ramen yarım milyonla dolduran bir ideoloji o kadar da halktan kopuk olamaz.
anarşist arkadaşlar yazının bu kadar ki bölümüne katılmaya bilirsiniz (sonra tartışılır).
bir seyleri tartışmak amacıyla değil yazım.bunlar benim yorumumdur.
amaçım
sadece sayın gün zilelinin
devrimci yola bakışını(bu günkü anarşisit doğrultusunda)öğrenmek.
zira 4 milyona?! yakın sempatizanı olan ve örgüt öncülerinin bile tam olarak sayısal veriye sahip olmadığı,(anadoluda herkes bir zamanlar dev yolluymuş anlaşılan
örgüt çalışması için gidilen köylerde örgüttün haberi olmaya dev yollulara rastlanılan.
kendine ne kadar marxist dese de tabandan örütlenmiş bu yapıya nasıl bakılmalıdır.
faşist darbe sonrası merkezi olmayan bir yapı olarak bizzat liderleri tarafından ’sadece bir dergi idi’ denilen fakat yine merkezden bağımsız dağlara çıkan militanları olan bu yapıda
tabandan örgütlenmiş anarşist örğüt modeli arasında bir bağ kurulabilir mi?
ispanya deneyimindeki anarşist örğütlenmelerle bağ kurmak aşırılık olur mu?
not:yazıda hiç bir örğüt savunusu amaçlanmamıştır\yoktur.hiçbir zaman dev yol militanlığı ve ya sempatizanlığı yaptığımda olmamıştır
sayın zileliden nicedir cevabını almak istediğim bir soruydu cevap verirse sevinirim
sevgiler…
12 eylülün bu coğrafyanın tarihinde tarifi imkansız yaralar açtığı,tarihin gördüğü en büyük kırılma noktalarından biri olduğu,her şeyi,herkesi yeniden kendini konumlandırmaya yönlendirdiği gün gibi ortada.
12 eylül öncesi bir takım insanlar ellerini taşın altına koymuş,ağır veballer ödeyebileceği gerçeğini göz önüne alıp, canhıraş bir kavgaya girmiş..
bu insanlar belki zamanında ruhuna da uyarak marxist-leninist ve hatta maoist örğütlenmeler
içinde bulunmuş ve bu örgütlerin ”öncü”ğünde siyasal erkin elegeçirilebileceği inancıyla vuruşmuştur.
sonuç 12 eylül olmuş ve açık bir yenilgi tadılmıştır.
yenilgiyi alan kimdir şimdi tartışılan o.
sayın gün zilelinin diğer bir çok yazısında da görüldüğü gibi
yenilginin leninist parti örğütlenmelerinden doğduğu inancı da var
fakat gerçekten leninci öğretiye sadık örğütlenmiş bir parti var mı idi?
yine sayın zileliden öğrendiğimize göre kendinin içinde bulunduğu parti
ve önderi bile dahi tek bir ideolojiye sadık kalabilecek bir yapıda değil.
o halde suç nasıl olurda leninci parti modeline çıkarılabilir?
ortada leninin rarif ettiği sekilde örğütlenmiş bir parti gerçekten var mıydı?
bahsi geçen örgütlerin isçi sınıfından bağımsız
onun tamamen dışında\kopuk olduğunu düşünerek,sosyalistliğini kimi yerde marxistliğini kurtarmaya çalışanlara raslanıldığı gibi,o dönemdeki konumunu suçlayıp ”biz yanılık” edebiyatı yapanlarda çok.
fakat bunlar ne kadar gerçeği yansıtır.işçi sınıfı siyasi arenanın gerçekten dışında mıydı?
yukarıdan örğütlenmiş MARXİST bir yapı olduğuna inanılan ve beğensek de beğenmesek de yalnız türkiye tarihinde değil dünya tarihinde de ayrı bir yeri olduğunu düşündügün DEVRİMCİ YOL nasıl açıklanır.
devrimci yol grevcilerine yemek taşyan alevi kadınlarından,belde silah işe giden maden işçisine,adı sanı duyulmayan yerde fabrika yönetimini elegeçirip işleten dev yollu işçiler bu resimde nasıl görünür?
fatsa yı elde tutanlar nasıl açıklanır?
AMACIM NE DEV YOL SAVUNUSU YAPMAK NE DE O GÜNLERİ ÖZLEMLE YADDETMEK!
ama açık ki meydandaki çenkde en ön safta işçi ve köylü çenk etmiştir.
öncelikle açıkki 12 eylül öncesi marxist sol söylendiği gibi halktan kopuk ondan bağımsız değil.çok farklı gruplarla 77 bir mayısını tüm provakasyonlara ramen yarım milyonla dolduran bir ideoloji o kadar da halktan kopuk olamaz.
anarşist arkadaşlar yazının bu kadar ki bölümüne katılmaya bilirsiniz (sonra tartışılır).
bir seyleri tartışmak amacıyla değil yazım.bunlar benim yorumumdur.
amaçım
sadece sayın gün zilelinin
devrimci yola bakışını(bu günkü anarşisit doğrultusunda)öğrenmek.
zira 4 milyona?! yakın sempatizanı olan ve örgüt öncülerinin bile tam olarak sayısal veriye sahip olmadığı,(anadoluda herkes bir zamanlar dev yolluymuş anlaşılan
örgüt çalışması için gidilen köylerde örgüttün haberi olmaya dev yollulara rastlanılan.
kendine ne kadar marxist dese de tabandan örütlenmiş bu yapıya nasıl bakılmalıdır.
faşist darbe sonrası merkezi olmayan bir yapı olarak bizzat liderleri tarafından ’sadece bir dergi idi’ denilen fakat yine merkezden bağımsız dağlara çıkan militanları olan bu yapıda
tabandan örgütlenmiş anarşist örğüt modeli arasında bir bağ kurulabilir mi?
ispanya deneyimindeki anarşist örğütlenmelerle bağ kurmak aşırılık olur mu?
not:yazıda hiç bir örğüt savunusu amaçlanmamıştır\yoktur.hiçbir zaman dev yol militanlığı ve ya sempatizanlığı yaptığımda olmamıştır
sayın zileliden nicedir cevabını almak istediğim bir soruydu cevap verirse sevinirim
sevgiler…
derleniş arkadaşım,
öncelikle Lenin’in örgütlenme modelini abaerttığını ve idealleştirdiğini dşünüyorfum. Kitaplarda anlatılan modellere bakma sen. RSDİP, bütün fraksiyonlarıyla (ki buna Bolşevikler de en başta dahildir) bütün hayatı boyunca rus çarlık polisinden operasyonlar yemiş bir partidir. Bolşevik örgütçülerin hayatı bu yüzden çoğunlukla sürgünde geçmiştir (Stalin dönelindeki gibi öldürülmüyorlardı henüz). Lenin’in “çelik çekirdeği” dendiği gibi bir çelik çekirdek olsaydı bu operasyonlar en aza inerdi. Kaldı ki, bu partinin en üst organlarına bile tırmanmıştır polis ajanları (Malinovstki).
Dev-Yol’u ademimerkeziyetçi örgütlenme denelimine ağırlık vermesi yüzünden sol içindeki en olumlu akım olarak görürüm ama onu da idealleştirmişsin. Dev-Yol’un 4 milyon sempatizanı tam bir efsane ve uydurmadır. Türkiye’deki iç savaş ortamı içinde insanlar korunak olarak bir yerlere sığınmışlardır. Diyeyim ki, Dev-yol’un hakim olduğu bölgelerde de insanlar dev-yol sempatizanı gibi göstermiştir kendini. Ama bunun gerçek sempatizanlıkla ilgisi yoktur. 12 Eylül geldiğinde bu halk kesimleri kolayca cuntaya teslim olmuştur. Bilinç unsuru yoktur, çok zayıftır. Fatsa örneği de abartılıyor. Tamam orada iyi şeyler yapıldı ama zorbalık da vardı. MSP’ye özgürlük vardıc ama diğer sol fraksiyonlara özgürlük yoktu. Kitle temeli de sanıldığı kadar sağlam değildi. Halk desteği aldatıcı bir şeydir. Halk zor karşısında taraftar gibi gözükür ama daha büyük zoru görünce bu sefer oraya sığınır. Eğer dediğin gibi bir kitle temeli olsaydı, 12 eylül’dan sonra büyük bir direniş olurdu. Oysa olmamıştır böyle bir şey.
Kitlelerin korkmaya hakkı yok mudur sayın Zileli?
Bence böylesi kitlesel kıyımlardan/baskılardan sonra kitlelerin korkmaya hakkı falan yoktur. Daha beter ne olabilir ki? Kaybedecek neleri olabilir?
Korkusunun üstüne gitmeyen, başkaldırmayan kitleye hangi “yol”cu olursa olsun “yaşasın!” denmez.
O türden bir halk temelinin olmadığını hep duyduk, gördük, yaşıyoruz..
Kitlelerin korkmaya hakkı vardır, ancak bu korku sonucu yönelimlerini taraftarlık ya da sempatizanlık olarak göstermek doğru değil, buna işaret etmeye çalıştım. Yoksa korkmak ve szorlama karşısında “miş” gibi yapmak en doğal insanı davranıştır. Artık kitlelerin korkusuna değil bilincine yol vermenin zamanı gelmedi mi?
İyi de bu bilinci alt edecek politikalarla kuşatılmışız, sempati duyduğumuz taraftar olduğumuz görüşleri çöpe mi atalım?
Siz bu kitlelerin sözcülüğünü yapanlara söylüyorsunuz diyeceğinizi anladığım kadarıyla?
dev yolun elbetteki 4 milyona yakın bir militan kadrosu yoktu,böyle bir güçün yenilmiş olmasının rasyonel bir açıklaması olamaz zaten.
leninci bir parti örğütlenmesinin ekşikli miydi yaşanan yoksa leninci solun yenilgisi mi?
leninci olduğu iddaa edilen solun yenilgisi halkın yenilgisi mi idi ?bunlar hakkındaki düşünceleriniz zatan biliniyor şimdi tartışmanın gereği yok sanırım. yeri gelince tartışılır
(bülent rorta’dan aktarıyorum) devrimci yol’un dergi tirajı 150 bin civari.
anadolunun en ucra köyüne kadar dağılan bir ağ kurulmuş.on yaşındaki çocuktan 90lık ihtiyara kadar geniş bir sahiplenilmiş.şu an bile anadoluda-özellikle karadeniz-kendine ‘eski’ devrimci yollu diyen geniş bi kitle var.şu anki ölüsüyle bile seçimlerde belediyeler alabilen bir yapılanma(bu bir seylerin göstergesi olur mu olmaz mı ayrı bir tartışma konuşu)dev yol.
*fakat cevabınızdaki ‘kitle’ tarifi biraz hatalı değil mi sayın zileli.12 eylül öncesi siyasal bilincin yüksek olduğu bir dönemde ve altarnetif bolluğu olan bir ortamda kitle bahsettiğiniz kadar
edilgen miydi?
*kitlenin gücün peşinden gittiği belli derecede doğru olsa da inisiyatif koyamayacak kadar
güçsüz olduğunu kabullenmek devrimlerin olanaksızlığının kabulüne götürürmez mi bizi?ispanyadaki cnt ninde kitleselleşmesinide en güçlü örğütlenmiş yapı olmasına mı bağlamalı örneğin?
*darbe öncesi en kitleselleşmiş örgüt olan dev yolun darbeden sonra pasif kalması darbenin gidişatını etkilememiş midir?
bir türlü partileşemeyen bu yapı partileşşe yahut direniş komiteleri gibi iddalı yapıları işlevsellik kazansa değişen ne olurdu?
not:yazıda hiç bir örğüt savunuculuğu amaçlanmamıştır\yoktur.hiçbir zaman dev yol militanlığı ve ya sempatizanlığı yaptığımda olmamıştır
sevgilerle…
1) gecmis modeller, bu gün icin bir devrimin nasil olmamasi gerektiginin iyi kanitlaridir.
2) Türkiyede leninist parti modeli varmiydi sorusu yanlis ! olabilirmiydi? Sorusu daha dogrudur.Cevabi: olmazdi.
Her ülke kendi devrim kültürünü yaratir. Onun icin cinde maoizim , rusyada leninizim,vietnamda Ho chi minh olmustur.Türkiyede olursa baska olur.Ülkeye uyarlama bir safsatadir dünyada bir örnegide yoktur.
3) Partisiz öndersiz toplumsal yapilanma olurmu? olur
ama altini doldurmak lazim. Örgütlülük sekillenmesi bir söylemden ziyade bu günden örgütlenmeli, somut olarak olabilecegi gösteilmelidir.
4) 80 öncesi örgütler bir efesane mi? bence bir hikaye oldugu 80 darbesi göstermistir. Burada bu örgütlerde yer alan bir yigin devrimcinin inancindan ve gelecege iliskin umutlarindan süphe etmek ya da hafife olmak dogru degildir. Bu tarihe sahip cikmamak ta dogru degildir.
Bu tarih nasil tekerrür etmez diye de ugrasmaliyiz.
o günden kalan kalintilar bugünün örgütlenmesinde önemli engeldirler.